ÂB-I HAYAT

 

Âb-ı Hayat nedir, nerededir?

Âb-ı Hayata yolculuk nasıldır?

Âb-ı Hayat Kâf Dağının ardında ise, Kâf Dağı nerededir?

 

Âb-ı Hayattan ancak, Elest meclisinde, Rabbin hitabını duyanlar ve “Belâ-Evet” diyenler mı nasiplenir?

Âb-ı Hayattan ikram eden Hızır kimdir?

 

Âl-i İmrân Sûresi 2: ……El hayy El kayyûm.”Hayy olandır, varlığı diri tutan sürüp gidendir”

Â’râf Sûresi 172: “e lestu birabbikum, kâlû belâ şehidnâ”

Â’râf Sûresi 172: Onların kendi üzerlerindeki tecellileri onlara şahit göstererek, onların kendilerinden onlara her an seslenir: Sizi vücudlandıran Ben değil miyim? Hakikatlere şahit olanlar: Evet, biz ölünceye kadar tecellilerin senden olduğunu söyleriz,…

 

Âb-ı Hayat: Hayat suyu, sonsuz yaşam suyu, ölümsüzlük suyu, gibi anlamlara gelir.

Peki nedir Âb-ı hayat?

Nerededir bu Âb-ı hayat kaynağı?

 

Kâf Dağı’nın ardında olan “Ab-ı hayat”a nasıl gidilir?

 

Âb-ı Hayat; Hayy sıfatından gelir.

Hayy: Diri olan, Canlı olan, ölümsüz olan demektir.

Varlığın ardında varlığı tutan, varlıkta hayy olan tüm kâinatın tek sahibi olan, tüm vücudları tutan zât ancak Allah’tır.

 

Âb: Su, ilim, yaşam kaynağı gibi anlamla gelir

 

Âb-ı Hayat: Bizim vücudumuzu tutan, ölümsüz olan hayy sıfatının sırrıdır.

Her kim, bu sıfatı anlar, tüm varlığın bu sıfatla var olduğunu, bu sıfatla sürüp gittiğine şahit olursa, işte o kimse Âb-ı Hayata kavuşmuş olur.

Ve o kişi ölümsüz olanın hayy olan olduğunu anlar.

 

Onun için Yunus Emre sultan;

“Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez,

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” demiştir.

 

Âb-ı Hayat, Kâf Dağının ardındadır denmesinin sırrı ise;

Kâf Dağı, kişinin vücudunun ten cihetidir, toprak cihetidir.

Kâf Dağının ardı ise teni tutan hayy cihetidir. Yani rûh cihetidir.

 

Her kim vücudunun enfûsî boyutuna adım atar, kendi özüne doğru idrak yolculuğuna başlarsa, ten dağı yani Kâf Dağının ardına yolculuk etmiş olur.

Kişi kendinde ölümsüz olan rûh boyutunu anlarsa, ölümsüzlük sırına ulaşmış olur.

 

Kâf Dağının ardına ulaşmak için, Hazreti Mûsâ gibi Hızır-ı aramak gerekir.

Nasıl ki Mûsâ, ona delil olan arkadaşı ile“iki denizin birleştiği yere” yolculuk etmiş ve Hızır-ı aramışsa, hakikati arayan kişi de Mûsâ gibi Hızır-ı aramalıdır.

 

İki denizden murâd; Mürîd ve Mürşîdin buluşmasıdır.

Biri Hızır dır ki, o hakikatlere arif olmuştur, diğeri Mûsâ’dır ki, o henüz kendindeki hakikatlere arif olamamıştır.

Her ikisi de Hakk’ın sonsuz deryasıdır. Biri kendinde olan deryaya arif olmaktadır, diğeri ise henüz ten boyutundadır.

 

İşte Hızır, Mûsâ’ya “Bezm-i Elest” sofrasını açar.

Ve Mûsâ’ın kendi enfûsî yolculuğu başlar.

 

Bezm: Bilgi sunma meclisi, sohbet meclisi, muhabbet yeri, meclis, teveccüh meclisi gibi anlamlar taşır.

Bezm-i Elest; teveccüh sırrıdır, insanın kendi vücududur, tüm varlıktır, tüm kâinattır.

Allah, insanın kendi vücudundan ve cümle varlıktan her an” Ben sizin Rabbinizim” diye kelâm eder.

Bunu can kulağıyla duyan”bela-evet” der.

 

Hızır’ın adı-makamı; Belyâ dır, yani “belâ” diyen, yani cümle varlıkta Hakk’a şahit olup, O’nun zikrini gönül kulağıyla duyup”belâ-evet” diyen, demektir.

Ancak belâ diyene, “Beliğ makamı” sunulur.

 

Beliğ makamı; Hakk’ın hakikatlerinin bilgilerini tebliğ edebilme makamıdır.

Tebliğ edebilen kimse; belâgat sahibi kimse, yani hakikatin bilgilerini açıklamaya mükellef olan kimse demektir.

İşte bu kimse “Hızır” dır. Yani Mürşîd-i Kâmildir.

 

Hızır: Arapça hḍr kökünden gelir “خضر ” yeşillik, yaş meyve, canlılık gibi anlamlara gelir.

Burada anlaşılması gereken mesaj, her varlıkta her an canlı olan, her an hayy olan, diri olan Allah’tır şuuruyla yaşayana “Hızır” denir.

Hızır kelimesinden; Hâzerat, hazır olan, Halk, gibi anlamlar doğar.

Her varlıkta her an hazır olan Allah’tır şuurunu taşımak “Hızır” şuurunda olmaktır. Hızır şuuru Muhammedî şuurdur.

 

Hızır; tüm resûl ve nebîlere yol gösteren”Muhammed nuru”dur.

Hazreti Mûsâ’ya yol gösteren, kendindeki ve cümle varlıktaki Hakk’ın nûrudur.

İşte bu nûr Muhammed’dir.

 

Her kim kendindeki Muhammed nurunu bulursa, o kişi o nûrla yol bulur ve o, Kâf Dâğının ardındaki Âb-ı Hayata kavuşur.

 

Mûsâ’nın Hızırı arama yolculuğunda balığın suya dalıp kaybolması, Mûsâ’nın vardığı ilim meclisinde duyduklarının gönlüne uygun gelmesidir. Yani gönlünün o mecliste kalmasıdır.

Daha sonra Mûsâ, o dinlediği kişiye geri döner yani Hızıra geri döner ve ona tâbi olur ve kendini bilme yolculuğu başlar.

 

Mûsa Hızırla buluştuğunda, kuru bir dal olan asasını yani değneğini, Hızırın yanında olan kaynayan suyun yanındaki yumuşak toprağa diker, o asa o kaynayan suyla hayat bulup yeşerir.

Kuru dala can veren suya “Âb-ı Hayat” denir.

 

Kuru dal, yani asa, yani değnek, kişinin kendisidir, kişinin boş bilgileridir, ne zaman ki kişi, kendini anlar, bildikleri boş bilgileri bırakır, Hakk bilgilerine sarılırsa, dal yeşerir, kendisi Hayy sıfatıyla müşerreflenir ve kişi Âb-ı Hayata kavuşur.

 

İşte Âb-ı Hayat; her varlıkta hayy olan Allah şuurunun idrakinde olmaktır.

Âb-ı Hayata yol bulmak, kendi ten vücudunun ardında rûh hakikatine ulaşmaktır.

Âb-ı Hayattan içenin ölümsüzlüğe kavuşması demek; ölümsüz olan hayy sıfatıyla sıfatlanmak demektir.

 

İnsan makamına gelen ölümsüzdür.

 

Ölmek, olmak aynı kelimedir.

Öl, ol, ölmek, olmak; yani bir boyuta olmaktır.

Yani suyun buz boyutundan eriyip sıvı boyutunda olması gibi.

Suyun sıvı boyutundan buhar boyutuna olması gibi.

Buz ölmüştür, sıvı olmuştur.

Su kaynamıştır, buhar olmuştur.

 

Ölüm diye bir şey yoktur. Olum, oluşmak, dönüşmek vardır.

Bir boyuttan bir boyuta olmak gibi.

Bu da Allah’ın sonsuz tecellisinden başka bir şey değildir.

 

Âl-i İmrân Sûresi 2: ……El hayy El kayyûm.”Hayy olandır, varlığı diri tutan sürüp gidendir” ayetinde belirtildiği gibi, Hayy olan sürüp giden Allah’tır.

Ölümsüz olan Hayy olandır, Hayy olan da Allah’tır.

İşte kim kendindeki Âb-ı Hayata ulaşırsa, ölümsüz olana ulaşır.

 

Kişinin kendi varlığı kendine ait değildir, Hayy olana aittir yani ölümsüz olana aittir, yani Allah’a aittir.

 

İşte Âb-ı Hayat; Hayy olabilme, Hayy kalabilme şuurudur.