ÇIKTIM ERİK DALINA ŞİİRİNİN TEFEKKÜRÜ

Yunus Emre’miz, şiirlerinde hep ilâhî aşkı dile getirmiş.

Bizlere çok güzel sunumlar yapmış.

Bizlere çok güzel uyarılar yapmış.

Ona yapılan saldırıları, hakikatler ölçüsüyle cevap vermiş.
Hakikatleri hissettirmek için adeta çırpınmış

Âşıkların gönüllerinden gelen sözlerini anlamak ve açıklamak kolay değildir.

Âşıkların sözlerini ancak âşıklar anlar.

Hakk yolunun yolcuları, bir aşk içinde, bir mecnun misali, gönüllerinden gelen sözleri dile getirirler.

Hakk yolunda giden Hakk âşıkları, baktıkları her yerde Hakk’a nazar etmişlerdir.
Ve onlar, gönüllerinden gelen güzellikleri şiirlere dökmüşlerdir.

Yunus Emre’miz de bu âşıklardan biridir.

Nice birbirinden güzel şiirler sunmuştur.

Bunlardan biri de ”Çıktım erik dalına” şiiridir.

Yunûs Emre’mizin bu güzel şiirini anlamaya çalışalım.

ÇIKTIM ERİK DALINA

Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan issi kakıyıp, der ne yersin kozumu

Uğruluk yaptı bana bühtan eyledim ona
Çerçi de geldi aydır hani aldın gözgünü

Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü

İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini

Bir serçenin kanadın, kırk katıra yüklettim
Çifti dahi çekemedi, şöyle kaldı kazını

Bir sinek bir kartalı, salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu

Bir küt ile güreştim, elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım, göyündürdü özümü

Kaf dağından bir taşı, şöyle attılar bana
Öylelik yere düştü, bozayazdı yüzümü

Balık kavağa çıkmış, zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş, baka şunun sözünü

Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü

Bir öküz boğazladım, kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der, boğazladın kazımı

Bundan da kurtulmadım, nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der, kani aldın gözgümü

Tosbağaya sataştım, gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye,Kayseri’ye âzimi

Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez
Münafıklar elinden, örttü mânâ yüzünü

Şimdi dörtlük dörtlük inceleyelim

“Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu”

Erik dalı: Erenler meclisi olarak remzedilmiştir.
Anda: Anında, hemen, çabucak, hızlıca,
Üzüm: Allah’ın lütufları, kesrette vahdet zevki, ilâhî sarhoşluk
Bostan ıssı: Bostan sahibi, kâinatın sahibi Allah
Koz: Köz, kulluk, ceviz, kâinat ağacının meyvesi olan kulluk boyutu, vücud boyutu.

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Erik dalından murad, erenler meclisidir.

Tutunacak bir dal ara sözü, erenlerin eteğinden tut demektir.

Hayatta tutunacak bir dalın olsun demekten murad, Allah’ın ilmine tutun, onunla hareket et demektir.

Âl-i İmrân Sûresi 103. ayet buna işaret eder: Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”

Erenlerin yani Bilge kişilerin elinden tutmak, eteğinden tutmak, onların sohbetlerinde bulunmak gerekir.
Ve sohbetlerde edilen hakikat sözlerini anlamaya çalışmak gerekir.

Erenler meclisi, Allah’ın mâide sofrasıdır.
Allah’ın mâide sofrasında, İlm-î Tevhid sohbetleri olur.

Hakikatleri arayan kişiler bu meclislerde, Allah hakikatinin sohbetlerini yaparlar.
Ve varlıktaki tecellileri anlamaya çalışırlar.
İlm-i Hikmet üzere sohbetler yaparlar.

Bostan ıssı: Bostan sahibi demektir.
Bostan sahibi, kâinat bahçesinin sahibi Allah demektir.

Bostan ıssı kakıdı; vücudun sahibi Allah elest hitabı ile seslendi, “vücudun sahibi sen misin ben miyim” diye.
Der ne yersin kozumu; “bana ait olanı kendine niye nisbet edersin” diye seslendi.

Yâni ilk dörtlükte özet olarak şunu anlıyoruz:

Erenler meclisine vardım, erenlerin yoluna tutundum.
Erenler sohbetinden anında rızıklandım, anında sohbetin anlamını anladım, tadına vardım, feyz aldım.

Erenler meclisinde yapılan sohbet, kâinatın sahibi Allah hakkında idi.
Ve anladım ki, tüm vücudların sahibi Allah’tır.
Ve anladım ki, Allah’a ait olan vücuda benim demekle, ne kadar büyük gaflet içindeymişim.

Erenler meclisine vardım, anında İlm-i Hikmet sohbetinden nasiplendim.
Ve anladım ki bostanın sahibi, yani vücudun sahibi olan Zât, Allah’ın kendisi imiş.
Ve ben, O’na ait olan vücuda, benim demekle bir gaflet içindeymişim.

Üzüm, mânâ ilminin şarhoşluğudur.
Bir üzüm salkımı çok taneden oluşur, ama aynı tattan oluşur, yani kesretteki vahdet zevkidir.

“Uğruluk yaptı bana
Bühtan eyledim ona
Çerçi de geldi aydır
Hani aldın gözgünü”

Uğruluk: Beslemek, ikram etmek, hürmet etmek, hırsız, mala konan, mal sahibi lütuflarıyla besler lâkin kişi mala sahiplenir.
Bühtan: Yalanlarda kalmak, bâtıl şeylerde oyalanmak, asılsız şeylere inanmak.
Çerçi: Alıp satan, tüccar, ticaret eden, alıp veren, güzel şeyler sunan, pazarlayan, Mürşid-i Kâmil, pazarın sahibi olan Allah
Aydır: Göründü, açığa çıktı, belli etti, ortaya çıktı.
Gözgü: Gözlemleyen, ayna, bakan, kendini gösteren.

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Allah lütuflarıyla bana ikram etti, beni besledi, vücudumun işleyişini her an o yaptı, bana lütuflar sundu.
Ben ise bunu görmezden geldim, bühtanlarda kaldım, bir gâflet içinde kaldım.

Ben benim, diyerek O’na ait olana benim dedim.
Pazar sahibi olan Allah, tecellileriyle açığa çıktı:
“Gördüğün her şey bana ait, gördüğün her şeyden görünen benim” diye seslendi.
“Senin vücud aynandan görünen benim” diye seslendi

İşte kişi kendi vücud şehrinde olan tüm işleyişin sahibini bilmelidir.
Bedenin var oluşunu düşünmelidir.

Kalbimizin atışını, nefes alıp vermemizi düşünmeliyiz.
Ve vücuda benim demekle, bir bühtan içinde olmamalıyız.

“Kerpiç koydum kazana
Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana
Bandım verdim özünü”

Kerpiç: Toprak, saman, su ile karıştırılarak yapılan tuğla, sıfatlar boyutu, toprak boyutu, beşer boyutu
Kazan: Kaynayan, işleyen, pişen, dergah, eğitim yeri
Poyraz: Esen, ilgi, heves, gönüldeki istek
Banmak: Gömülmek, boyanmak, kaybolmak, dalmak, suya dalmak,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Anladım ki beşeri bir bedene sahibim.
Bir kerpiç gibi, bende şekillenip gelmişim.
Ve anladım ki bu beşeri beden bana ait değil.

Kazandan murad; okuldur, dergâhtır, kâlbtir, varlığından geçmektir.

Bir aşk kazanında, yani bir mürşit sofrasında bir ilimle piştim.
Aşk kazanına düştüm, ilâhî aşkla piştim.
İçimdeki bir hevesle, poyraz misali hakikat yolunda yol aldım, estim.

Özümü anlamakla, bedeni tutan Zâta erdim.
Varlığımdan geçerek, Cânın sahibine cânımı teslim ettim.
Can şehrine daldım, fenâfillah sırına erdim.

Bu yol nedir diye sorana, dalmış olduğum cân şehrinin sahibinden bahsettim.
Cümle âlemin bir özden geldiğini, bir özle tutulduğunu, bir özle sürüp gittiğini bildirdim.

“İplik verdim cullaha
Sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar
Gelsin alsın bezini”

İplik: Varlıktaki tecelliler, ilim, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ayetinin işareti.
Sâlik ona verilen “İlm-i Tevhîd” bilgilerine sarılmalı.
O ipe tutunmalı.

Yumak: Sıfatlarla donatılmış, sarıp sarmalanmış, şekillenmiş.
Çulha: Bez dokuyucu, her varlıkta tecellileri ile varlığı şekillendiren, varlığı tecellileriyle sarıp sarmalayan, Şit boyutu
Saliğe tutacağı ip gösterildi, o ipin sahibi çulhaya ulaş denildi, fakat salik varlıktaki o dokunuşu, o işleyişi anlayamadı
Becid: Hızlı, çabuk, her an, devamlı
Becid becid ısmarlar, her an tecelli eder varlığı var eder, yaratır durur, açığa çıkarır durur
Gelsin alsın bezini, vucudun sahibini idrak etsin, o vücud nasıl dokundu anlasın.
Varlıktaki yerini bilsin, kul olduğunu idrak etsin, vücud makamına erişsin.

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Her varlığı şekillendiren, dokuyan, bedenlendiren Allah, beni tecellileriyle sarıp sarmalamış.
Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak varken, biz bunu yapmamışız.
Bizi Allah’a bağlayan kul ipini görememişiz.

Her an vücudumda işleyip duran Allah, elest hitabı ile “o şekillendirdiğim dokuduğum vücudunun nasıl dokunduğunu anlasın, o beden bezinin ne olduğunu idrak etsin ve sahibine teslim etsin” diye bildirmiş.

Ve “bana ait dediği, o vücud boyutunun sahibine gelsin, benim dediği vücudu ona ait ise, gelsin alsın. Ölümlü olan vücuda benim demekle ne kadar bir gaflet içinde olduğunu anlasın.” diye bildirmiş.

“Bir serçenin kanadın
Kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi
Şöyle kaldı kazını”

(2.satırda ki katır, bazı kayıtlarda kağnı, bayı kayıtlarda katil diye yazılmıştır)

Biz, Yunus Emre’nin katır dediğini düşünüyoruz.

Serçe kanadı: Aşk ile kendi varlığından geçmiş bir saliği remzeder, uçmaya kapı açan irfâniyet
Katır kısır bir hayvandır, katırdan doğuş olmaz, yani kendinden irfâniyet doğuşu olmayan hakikatin sözlerini çekemez, taşıyamaz, anlayamaz.
Kırk: İbrâhîm’i makamların kırklar sofrası.
Kazı: Kazmak, sürmek, deşelemek, beden toprağının işleyişine bakmak

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Kanat; bir yerden bir yere uçuran boyuttur, yâni fenadan bekâya geçmenin sırrıdır.

Hakikat yolunda olan kendi varlığından geçer, iki kanat olan fena ve beka boyutlarıyla Hakk’a uçar.
Bu geçiş ancak ve ancak ilm-i Tevhid ile mümkün olur.

İlm-i Tevhid yolundan olan kişinin bir sözü, kendinde irfâniyet olmayanlara ters gelir, taşıyamazlar.

Kırk katıra yükledim taşıyamadılar, denmesi bunun içindir.
Katır, kısır bir hayvandır, katır demekle hakikati idrak edemeyenler remzedilmiştir.

Kırklar sofrası İbrâhîm’i derslerdir.
Bu dersleri, kendi bildiğinde kalanlar göremez, anlayamaz.

Hakikatin sözlerini hayvaniyette kalanlar çekemez, taşıyamaz.
Ve kendi bedenlerine dönüp orayı tefekkür edemezler.

Hakikatin sözlerini, serçe misali, Hakk yolunun sâlikleri anlayabilir.
Kendi vücud işleyişini, ancak sâlik olanlar anlar.

“Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu”

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Sinek, İlm-i Tevhid yolunda olan sâlik olarak remzedilmiş.
Sâlik’in söylediği söz, mânâdan gelen nüktelerdir.

Kendini dini biliyor sanan, kartal gibi kendini yükseklerde gören, kendini mürşit şeyh sanan kişiler, mânânın nüktelerini anlayamazlar.

Kendini büyük gören kişinin karşısına bir salik çıksa, yani İlm-i Tevhîd yolunda olan bir zikir ehli çıksa, ona bir soru sorsa, kendini büyük gören, kibir içinde kalan kişi, o soruya cevap veremez.
Yani onun bildikleri toz gibi dağılır gider.
Bildikleri ne kadar boşmuş derviş olan anlar.

Hakikat yolunda yol alan âşıklara sataşanlar, kendi bildikleriyle hüküm verirler ve kendilerini yüce görürler.
Ve onlar hakikatin sözlerinden bir söz duysalar bunu anlayamazlar ve bir benlik içinde tartışmaya girerler.

Tartışmaya girdiklerinde hakikatin sözlerini süzemediklerinden dolayı, susmak durumunda kalırlar.

Bu açıklama, Firavunun sarayında Hazreti Mûsâ ile, hakikatlerin tartışmasına giren ve sonuçta kendi bildiklerinin yalandan ibaret olduğunu anlayıp teslim olan, Firavunun din adamları denilen zümreye ifhaf edilmiştir.

“Bir küt ile güreştim
Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım
Göyündürdü özümü”

Küt: Kötürüm, elden ayaktan kesilmiş, keskin olmayan,
Elsiz ayaksız: Fiilinden sıfatlarından geçmiş, yani vücudundan geçmiş.
Güreşmek: Sohbet, ilmi münazara yapmak, tartışmak, yenmeye çalışmak.
Basamadım: Yenemedim, sırtını yere getiremedim, alt edemedim.
Göyündürmek: Yakmak, göstermek, kavrulmak, erimek, aslını ortaya çıkarmak.

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Küt, varlığından geçmiş, kâmil bir kişiyi remzeder.
Kâmil kişi, hakikatlerin bilgisine vâkıf kimsedir.
Onunla ilim yolunda tartışmaya bilmişliğe giren kişi, onu alt edemez, onu yenemez.

O kâmil kişi, ilim yolunda olan kişiye özünün ne olduğunu hissettirir.
Gafletini hissettirir, bilmişliğini egosunu hissettirir.
Bildiği şeylerin asılsız şeyler olduğunu, yalanlardan ibaret olduğunu hissettirir.

Kendi varlığından geçmiş bir kâmil bir kişi ile, ilim mütaâlası yaptım, o benim bakışımı düzeltti, tartışmaya girdim, bilgiçlik yaptım hatamı anladım.
Onu alt edemedim, her cevabında yandım, gafletimi anladım, denmek istenmiştir.

“Kafdağı’ndan bir taşı
Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü
Bozayazdı yüzümü”

Kafdağı: Bedenin ten yönü, kafdağının arkası bedenin can yönü.
Taş: Aklı başına getiren şey, taşlaşmış zanlar, sert olan huylar bilişler, taşlaşmış kalb.
Attılar: Hatırlattılar, uyardılar, bildirdiler, gerçeği sundular, taşlaşmış kalbimi gösterdiler.
Öylelik: Böylece, bundan sonra, öylece
Yola düştü: Yola koyuldu, hakikat yoluna adım attı.
Bozayazdı: Bozuldu, dağıldı, bitti, aslına döndü.
Yüz: Gerçekler, görünenler, bedenin gerçeği,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Kafdağı: Kişinin ten boyutudur, kaf dağının ardı can boyutudur.
Kafdağından taş atılması, bedenin toprak boyutunun sahibini hakkında, aklın yerine gelmesidir.

Başıma taş düştü deyimi, aklımı başıma getirdi demektir.
Aklım başıma gelince, yani akletmeye başlayınca yol açıldı, yola düştüm demektir.

Yüzden murat, gerçeklerdir.
Gerçekler diye bildiğim, zandan ibaretmiş bir bir dağıldı gitti.
Vücudum diye bildiğim zannım bozuldu, dağıldı, kayboldu.
Kendime nisbet ettiğim vücudum Hakk’a aitmiş anladım.
Fenâfillah hakikatini anladım, denmek istenmiştir.

“Balık kavağa çıkmış
Zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş
Baka şunun sözünü”

Balık: Deryada olup deryanın farkında olmayan.
Kavak: Meyve vermeyen ağaç, göklere doğru uzayıp giden meyvesiz ağaç, yani irfaniyeti olmayan kendi yücelerde gören kişi.
Zift: Karanlıkta, gaflette olan, karartan, karamsarlık veren.
Leylek: Hakikakette Mürşidi kamili remzeder, bir de kedini mürşit gibi gösteren samiriler.
Koduk: Ufak katır, sıpa, kısır olan, akılsız, idraksiz.

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Balık, deryada olup deryanın farkında olmayan kişiyi remzeder.
O kişi, hakikat yolunun yolcusu diye, bir kibir içinde olan kişilere gider fakat bunu anlayamaz.

Hakikat yolundayım diye hareket eder, lakin hakikati meyvesiz ağaçta yani kâmil olmayan kişide ararsa, o kişiden alacağı sadece gönlünü karartan bilgilerdir.

Zift turşusu; ağzından hep karanlık yani cehalet sözleri akan birine tâbi olan kişi, ondan gelen bilgilerle beslenir ve o bilgilerle hareket eder.

Leylek, hakikatte Mürşid-i Kâmil’dir.
Lakin kişinin Murşid-i Kâmil diye gittiği kişi, hakikatte Mürşid-i Kâmil değildir, öyle görünüyordur.

O kişi kendi hayvaniyetinde kalmış biridir ve onun yetiştirdiği de ancak onun sıpası olur yani o da hayvanlıkta kalır, kısır olur yani irfaniyete adım atamaz.

Baka şunun sözünü, hayvanlıkta kalan hayvanlıkta kalanın sözüne bakar.

“Gözsüze fısıldadım
Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler
Dilimdeki sözümü”

Gözsüz: Görmeyen, eşyada kalmayan, baş gözü dünyaya kapalı olan, Yâkûb boyutu.
Fısıldamak: Hakikat bilgilerinin gönüllere ekmek.
Sağır: İşitmeyen, varlığın ses boyutunda kalmayan.
Dilsiz: Hakk kelamından başka bir şey konuşmayan,
Dildeki söz: Hakk’ın sırları, sözleri,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Beşeri gözü eşya görmeyen, hakikatin sözlerini gönül kulağıyla duyar.

Varlığın eşya boyutunda kalan, hakikatin sözlerini duyamaz.

Kul sesine sağır olan, Hakk’ın sesini duyabilir.
Sus orucuna erişen, gün gelir ona dil verildiğinde, Hakk’ın kelamını söyleyen olur.

Gönül diline ulaşanlar âşıklardır.
Hakk sırlarına erenler, dünyaya gözlerini kapatanlar, kulaklarını kapatanlar, dünyanın menfaat boyutundan konuşmayanlardır.

İlm-i Tevhîd’in sözlerini ancak, dünya perestliğe gözlerini kapatanlar duyabilirler.

Gönül dilinden gelen sözleri, dünya perestliğe gözlerini, kulaklarını, dillerini kapatanlar erişirler.

“Bir öküz boğazladım
Kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der
Boğazladım kazımı”

Öküz: Beden boyutu, hayvaniyet boyutu, kendini güçlü kudretli görme boyutu.
Kaklamak: Pastırma yapmak, kurutmak, kesmek, parçalamak, küçük küçük ayırmak,
Sere kodum: Serdim, sahip çıktım, yıktım, tepe, doruk, zirve, baş, benim demek.
Öküz ıssı: Öküzün sahibi, bedenin sahibi,
Boğazlamak: Sahip çıkmak, öldürmek, nefessiz bırakmak,
Kazımı: Benim yaptığımı, benim işleyişimi,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Kendimi bir öküz gibi güçlü kudretli gördüm
Vücuda benim dedim, güçlüyüm, kudretliyim dedim, sahip çıktım, ben benim dedim.

Aldığım nefesin sahibini anlayamadım, kendimi boğazladım farkına varmadım.

Gücün kudretin sahibi geldi, “güç kudret sahibi sen misin ben miyim, neden vucüdundaki o sıfatlara sahip çıkıyorsun” dedi.

Ve anladım ki, Allah’a ait olan bedene ve bedendeki sıfatlara sahip çıkmışım, benim demişim.
Anladım ki, vücudumun sahibini idrak edememişim.
Anladım ki, bendeki, güç kudret sahibi de Allah’tır.

“Bundan da kurtulmadım
Nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der
Kani aldın gözgümü”

Kurtulmadım: Orada kaldım, sarıldım, terk edemedim,
Nideyim: Ne edeyim, nasıl yapayım, ne yapacağını bilememek,
Çerçi: Alıp satan, tüccar, ticaret eden, alıp veren, güzel şeyler sunan, pazar sahibi, mürşidi kâmil
Kanı: Kanaat etmek, inanmak, düşüncesinin doğruluğunu görmek, kesinlik, mutmain olmak
Gözgü: Ayna, bakış, görmek, yansımak, görünmek,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Bazı şeylerden kurtulamadım, ne edeceğimi bilemedim, kalbimin kanaat etmediği şeylerin cevabını aradım.

Varlığın sahibi, yolun sahibi bildirdi; ancak varlık aynasından beni görürsen, varlık aynasından tecellileri idrak edersen, gönlün kani olur, yani mutmain olursun.

“Tosbağaya sataştım
Gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye
Kayseri’ye âzimi”

Tosbağa: kendi vücud evinde, kendi kayıtlarında, toprağa sürünerek giden hayvan
Gözsüz: Görmeyen, kör olan,
Sepek: Köstepek, toprak altında karanlıkta yaşayan hayvan
Kayser: Kral, imparator, şeyh, hükümdar,
Azim: Yüce, kararlı,

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Hakikati yolunda olmayıp dünya yolunda olanların amacı kral olmak, şeyh olmak, yüce olmaktır.

İki kişiye rastladım, oturdum sohbet ettim, anladım ki amaçları hakikatleri anlamak değil, amaçları yüce olmak, mürşit olmak.

Tosbağa’dan maksat kendi kayıtlarında kalmış olandır, gözünü topraktan ayırmayandır, toprağa sürünerek gidendir.

Gözsüz sepek, köstepektir, köstepekten maksat, hakikatlere kör olandır.
Karanlıklarda yaşayan, yerin altında yaşayan gün yüzüne çıkmayandır.
Yani kendi cehalet karanlığında kalan, hakikatin aydınlığına çıkamaz.

Hakikat yolu samimiyet gerektirir, o yolda beklenti çıkar olmaz.
Beklenti çıkar içinde olanlar, kendi bildiklerinde kendi karanlıklarında yaşayanlardır.

“Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden
Örter mânâ yüzünü”

Bu dörtlükten anladığımız şudur:

Âşık olanın sözü, Hakk’tandır.
Hakk’ın sözü kul sözü gibi değildir.
Hakk’ın sözü varlıkta, her an olan ayrı bir tecellidir, kelâmullah boyutudur.
Münâfık olan sözü taşısa da, mânâsını bilmez.
Lâkin aktardığı kişide ise, dervişlik istidadı varsa o bunu bilir.

Ümeyye b. Halef, Hazreti Muhammed’den duyduğu sözleri evine varıp, arkadaşlarıyla konuşurken Bilâl-ı Habeşi-yi göstererek: “Hazreti Muhammed artık ne dediğini bilmiyor, Bilal’le biz birmişiz, Bilal’de insanmış, o köle değilmiş”, gibi sözler söyler.

Bunu duyan Bilâl’in gönlünde bir irfâniyet ışığı belirir ve Bilâl dönemin kâmil kişilerden biri olur.

Sözü söyleyen Hazreti Muhammed’dir, sözü duyan Ümeyye b. Halef’tir.
Ama Ümeyye’de bir idrak oluşmaz, sözü Ümeyye’den duyan Bilâl’de irfaniyet oluşur.

İşte Yunus Emre’miz; hakikatin sözlerini münafık duyar ama anlamaz.
Fakat münafığın aktardığı kişide dervişlik istidadı varsa, o kişi koşar gelir, diye belirtmek istemiş.

İşte hakikatin sözlerini münafıklar da söyler, ama mânâsına ancak âşıklar ulaşır.

Münâfık sözü taşır, ama ne taşıdığını bilmez.
Ama münâfıktan duyan bunun nasıl bir cevher olduğunu anlar.

İşte hakikatin sözlerini ancak ve ancak ehli olanlar anlar.

Yunus Emre’mizin “Çıktım erik dalına” şiirinden anladığımız kısaca böyledir.

Âşık Yunus’un gönlünde akan sözleri, ancak o şerh edebilir.