HAŞR SURESİ
-1-
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm
Sebbeha li Allahi | : tesbih, yüzen, her şey onunla var, tecelliler, Allah, |
Ma es semâvâti | : semalarda, göklerde ne varsa |
ve mâ fî el ardı | : yerlerde olan ne varsa |
ve huve el aziz | : o, yüce, tüm değerlerin sahibidir, |
el hakim | : hâkim olan, hüküm ve hükmet sahibidir |
1- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa, Allah’ın tecellileridir ve O tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-2-
هُوَ الَّذِي أَخْرَجَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِن دِيَارِهِمْ لِأَوَّلِ الْحَشْرِ مَا ظَنَنتُمْ أَن يَخْرُجُوا وَظَنُّوا أَنَّهُم مَّانِعَتُهُمْ حُصُونُهُم مِّنَ اللَّهِ فَأَتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُم بِأَيْدِيهِمْ وَأَيْدِي الْمُؤْمِنِينَ فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ
Huvellezî ahrecellezîne keferû min ehlil kitâbi min diyârihim li evvelil haşr mâ zanentum en yahrucû ve zannû ennehum mâniatuhum husûnuhum minallâhi fe etâhumullâhu min haysu lem yahtesibû ve kazefe fî kulûbihimur rube yuhribûne buyûtehum bi eydîhim ve eydîl mû’minîne fatabirû yâ ulîl ebsâr
Huve ellezi ahrece | : o kimseler, dışarı çıkan, hariç, dahil olmayanlar |
ellezîne keferû | : hakikati görmemezlikten gelenler |
min ehli el kitâbi | : aktarılan söylentilerde kalan |
min diyâri him | : bulundukları yer, yurtları, evleri, |
li evvel | : evvel, ilk, ilk an, önceden, |
el haşri | : toplamak, bir araya gelmek, cem etme, birlik |
mâ zanen tum | : siz zannetmeyin, sanmayın, |
en yahrucu | : çıkmaları, dışarı, çıkmak, hariç, |
ve zannû enne hum | : zannettiler, sandılar, zanlarda kaldılar, onlar, |
Mâniatu hum | : mani olmak, engel, koruyucusu, korunan, onlar, |
Husûnu hum min Allah | : kaleleri, güvenli yer, güzel sözler, onlar, Allah |
Fe etâ-hum allahu | : böylece, geldi, sundu, verdi, onlar, Allah |
Min haysu lem yahtesibû | : yerden, nerden, nasıl, değil, hesap, anlayamadılar. |
Ve kazefe fî kulûbihim | : attı, düştü, verdi, kaldı, sarıldı, kalpleri, |
el rube | : korku, kaygı, sıkıntı, |
yuhribûne | : tahrip ediyorlar, yıkmak, yıkıcı olan |
Buyûte hum bi eydi him | : evleri, onlar, kendi inançları, elleri, güçleri, onlar |
ve eydi el mûminîne | : güçleri, elleri, inançları, müminler, inananlar |
Fe itebirû ya | : artık, ibret alın, ders alın, |
uli el ebsar | : basiret sahipleri, hakikati arayan |
2- Bulundukları yerlerde aktarılan söylentilerde kalan o kimseler, hakikatleri bırakıp kendi cehalet anlayışlarına çıktılar. Siz ilk andan beri birliğin dışında olduğunuzu zannetmeyin. Onların zanları, güvenli yerin Allah olduğunu anlamalarına mani oldu. Böylece Allah’ın onlara sunduğu şeylerin nasıl olduğunu anlayamadılar ve onlar kendi inançlarıyla bulundukları yerlerde yıkıcılık yaptılar. Onların kalbleri korkularda kaldı ve müminlerin inandığı gibi inanmadılar. Ey basiret sahipleri! Artık her şeyden ders alın.
-3-
وَلَوْلَا أَن كَتَبَ اللَّهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَاء لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ
Ve lev lâ en keteballâhu aleyhimul celâe le azzebehum fîd dunyâ ve lehum fîl âhıreti azâbun nâr
ve lev lâ en ketebe allah | : eğer olmasaydı, anlayamayan, kitap, yazılan, Allah |
Aleyhim | : onlar, kendilerinin, |
el celae | : çıkma, tahliye, sürgün, ayrılma, uzaklaşma |
Le azzebe-hum | : elbette, azap, sıkıntı, müşküller, onlar, |
fi ed dunya | : dünyada, yaşamlarında, |
Ve lehum fi el ahireti | : onlara, sonunda, son, |
azâbu en nâri | : azap, sıkıntı, ateşin, yakıp yakıcı haller, |
3- Eğer onlar, kendilerinin Allah’ın bir kitabı olduğunu anlayamazlarsa, hakikatlerden uzaklaşırlar. Elbette onlar yaşamlarında sıkıntılarda kalırlar ve onlar sonunda da yakıp yıkıcı sıkıntıların içinde kalırlar.
-4-
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَمَن يُشَاقِّ اللَّهَ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Zâlike bi ennehum şâ akkûllâhe ve resûleh ve men yuşâ akkıllâhe fe innallâhe şedîdul ikâb
Zâlike bi enne hum | : işte bu, olduğu, onların |
Sâkkû | : ikilik, ayrılık çıkarmak, karşı çıkmak, muhalefet, |
Allah ve resuluhu | : Allah ve Resulü, hakikati gösteren, o |
Ve men yuşâkki | : kim, kimse, ikilik, muhalefet ederse, ayrılık çıkarırsa |
Allâhe | : Allah, |
Fe inne Allah | : işte, olduğu, Allah, |
sedidu el ikab | : şiddetli, daha fazla, zorluk, müşkül, |
4- İşte bu onların, Allah’a karşı ikilikte kalmaları ve o resulü anlamamalarından dolayıdır. Kim Allah’a karşı ikilikte kalırsa, işte o Allah’ı anlamada daha fazla zorluklarda kalır.
-5-
مَا قَطَعْتُم مِّن لِّينَةٍ أَوْ تَرَكْتُمُوهَا قَائِمَةً عَلَى أُصُولِهَا فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيُخْزِيَ الْفَاسِقِينَ
Mâ kata’tum min lînetin ev terektumûhâ kâimeten alâ usûlihâ fe bi iznillâhi ve li yuhziyel fâsikîn
Ma katatum | : ne, şey, değil, kestiniz, asla, keskin, sert haller, |
min lînetin | : yumuşak, uysallık, güzel haller, iyi, hoş, hurma ağacı, |
Ev terektumû-hâ | : ya da, terk, ayrılmak, bırakmak, ona bırakmak, |
kâimeten | : mevcut, var olan, kaim, diri olan, tüm varlığı diri tutan, |
alâ usûli-hâ | : varlıklar, asıl olan, kökü üzerinde, soyu, geldiği yer, o |
Fe bi izni allâhi | : artık, izni, yetkili, icazet, Allah |
ve li yuhziye | : için, perişan, kaybeden, |
el fasıkine | : fasık, çıkan, hakikatin dışına çıkan |
5- Sert hâllerde olmayın, güzel hâllerde olun. Varlığınızın aslını anlayın. Tüm varlığı diri tutanın O olduğunu anlayıp, her şeyinizi O’na bırakın. Artık her şeyde yetkili olanın Allah olduğunu anlayın. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına çıkanlar, perişanlık içinde olurlar.
-6-
وَمَا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْهُمْ فَمَا أَوْجَفْتُمْ عَلَيْهِ مِنْ خَيْلٍ وَلَا رِكَابٍ وَلَكِنَّ اللَّهَ يُسَلِّطُ رُسُلَهُ عَلَى مَن يَشَاء وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Ve mâ efâ allâhu alâ resûlihî minhum fe mâ evceftum aleyhi min haylin ve lâ rikâbin ve lâkinnallâhe yusallitu rusulehu alâ men yeşâu vallâhu alâ kulli şey’in kadîr
ve mâ efa Allah | : şey, ne, değil, bahşet, ihsan, hediye, Allah |
ala resulhi minhum | : üzerinde, resul, hakikati gösteren, o, onlar, onlarda |
fe mâ evceftum | : artık, şey, ne, değil, hızlı gitmek, acele etmeyin |
Aleyhi min haylin | : onun üzerine, atlar, hızlı giden, gösterişli olan, |
Ve la rikâbin | : yok, yolcu, yolculuk, sürüş, |
ve lâkinne allâhe | : ancak, lakin, fakat, öyle ki, Allah |
Yusallitu | : tutan, baraka, sığınma, bağlı, musallat, |
resul hu | : resul, hakikati gösteren, o |
Alâ men yeşau | : üzerinde, için, kim, ister, ister |
Ve Allah alâ kulli şeyin kadir | : Allah, bütün her şey, kudret, |
6- O resulün anlattığı şeyler, onlardaki Allah’ın bahşettiği şeylerdir. Bundan sonra atların üzerinde hızla gidenler gibi hakikatleri anlamada acele etmeyin ve hakikatin yolunu bırakmayın. Kim Allah’ı ve ona bağlı olan resulü anlamak isterse, o anlar ve Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu bilir.
-7-
مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû vettekûllâh innallâhe şedîdul ikâb
ve mâ efae Allah | : şey, ne, ihsan, bahşet, hediye Allah, |
ala resulihi | : o resul, hakikati gösteren, |
min ehli el kura | : ehlinden, sahip, belde, şehir, köyler, bulunulan yer |
Fe li allâhi ve li el resül | : artık, Allah’ı ve resul için |
ve li iz el kurba | : için, sahip, yakın olan, yakınlığa |
ve el yetâmâ | : yetimler, atalarının inancından kopmuş olanlar, |
ve el mesâkîni | : miskinler, hakikat yolunda çaresiz kalan, |
ve ibni es sebîli | : yolcular, yolda kalmışlara, yola çıkmış olan, |
key lâ yekûne duleten | : böyle olmaz, elden ele dolaşan mal, değer, durum |
Beyne el agniyâi min kum | : arasında, varlıklı, zenginler, bolluk, sizden |
ve mâ ata kum el resulü | : şey, ne, değil, vermek, sunmak, siz, resul |
Fe huzû-hu | : işte, alın, sarılın, ona, o, |
Ve ma nehâ-kum anhu | : şey, ne, nehy, yasaklanan, uzak durun, siz, ondan |
fe intehû | : artık vazgeçin |
ve ittekû Allahe | : takva, fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın |
inne Allah | : şüphesiz, muhakkak, doğrusu, Allah, |
şedidu el ikab | : daha fazla, şiddetli, zorluk, sıkıntı |
7- O resulün anlattığı şeyler, Allah’ın bahşettiği şeylerdir, bulunduğunuz yerlerde hakikatlere ehil olmanız içindir. Bundan sonra Allah’ı ve resulü anlamaları için; size yakın olanlara ve atalarının inancından kopmuş olup, bir arayışta olanlara ve hakikat yolunda çaresiz kalanlara ve yolda kalmışlara yardım edin. Sizin aranızdaki zenginlikler elden ele dolaşan bir maldan başka bir şey değildir. Değerli olan resulün size sunduğu hakikatlerdir. Artık ona sarılın. Uzak durun denilen şeylerden artık vazgeçin ve fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah’ı anlayamayanlar daha fazla zorluklarda kalırlar.
-8-
لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
Lil fukarâil muhâcirînellezîne uhricû min diyârihim ve emvâlihim yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen ve yensurûnallâhe ve resûleh ulâike humus sâdikûn
Li el fukarâi | : fakirler için, yoksullar, arayışta olan, varlığından geçmiş |
el muhâcirîne | : hicret edenler, göçmen, bir yerden bir yere taşınan |
Ellezîne uhricu | : onlar, ki onlar, çıkanlar, çıkarıldı, dışarı çıkan, |
min diyâri-him | : yurtlarından, bulundukları yer, |
ve emvâli-him | : mallarından, değerler, |
yebtegûne | : talep ederler, ararlar, isterler |
Fadlen min Allahi | : fazl, hayır, lütuflar, incelikler, Allah’ın |
ve ridvânen | : ve rıza, hoşnutluk, gönül hoşluğu |
ve yansurûne Allah | : yardımcı, yardım arayan, Allah, |
ve resûle-hu | : resûl, hakikati gösteren, o, |
Ulaike hum es sâdikûne | : işte onlar sadık olanlar, dosdoğru, dürüst. |
8- Bulundukları yerden bir arayışla dışarı çıkanlar, kendi varlıklarından geçip bir yerden bir yere taşınanlar; onlar hakikatlerin değerlerini, Allah’ın yaratmadaki incelikleri, rızasını, Allah ve resul’ünün yardımını arayanlardır. İşte onlar dosdoğru olanlardır.
-9-
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Vellezîne tebevveûd dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humul muflihûn
ve ellezîne tebevveu | : o kimseler, aldı, makam tutmak, mesken |
dare | : yurt, ev, bulundukları yer, |
ve el îmâne min kabl him | : iman, inanma, inanır, onlardan önce, |
Yuhubbune | : sever, muhabbet, |
men hacere ileyhim | : kim, hicret, bir yerden bir yere taşınan |
ve lâ yecidûne | : yok, taşımak, bulunmaz, rahatsızlık hissetmez, |
fî sudûri-him | : sadırlarında, göğüslerinde, gönüllerinde, |
Hâceten | : hacet, ihtiyaç, rağbet, |
mimma utu | : şeyler, verdi, sundu, |
ve yusirûne | : etki, etkilemek, yardım, tercih, üstün tutarlar |
Ala enfusi-him | : kendi nefsleri, kendileri |
Ve lev kane bi him hasâsatun | : olsa bile, onlar, ihtiyacı olma, yararlı, haktan, |
Ve men yûka | : kim, kimse, koruyan, sakınıyor, |
şuhha nefsi hi | : cimrilik, kıskanma, o kişi, kendisi |
fe ulâike hum | : işte onlar, |
el muflihune | : başarılı olanlar, felaha, kurtuluş |
9- O kimseler; bulundukları yerlerde hakikatleri makam edinirler, onlardan önceki iman edenler gibi iman ederler, bir yerden bir yere taşınan kimselere sevgiyle yaklaşırlar ve ihtiyacı olanlara verirler, onların gönüllerinde bir rahatsızlık yoktur. Onların kendi ihtiyaçları olsa bile, ihtiyacı olana yardım ederler, kendilerini cimrilik, kıskançlık hâllerinden koruyan kimselerdir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
-10-
وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Vellezîne câû min ba’dihim yekûlûne rabbenâgfir lenâ ve li ihvâninellezîne sebekûnâ bil îmâni ve lâ tec’al fî kulûbinâ gıllen lillezîne âmenû rabbenâ inneke raûfun rahîm
ve ellezîne cau min badi him | : o kimseler, geldi, gelen, ondan sonra, onlar, |
Yekûlûne rabbene | : derler, rabbimiz, |
iğfir lena | : bizi bağışla, mağfiret eyle, |
Ve li ihvâni-nâ | : kardeşlerimizi de |
Ellezine sebekûnâ | : onlar, ileri giden, bizden idrakte ileri gitsin |
bi el imani | : iman cihetiyle, inanç yönünden |
Ve la tecal | : yok, yapma, olmasın, kılma, |
fî kulûbi-nâ | : kalplerimizde, |
gıllen | : kin, haset |
li ellezîne amenu | : iman edenler, inananlar için |
rabbenâ inne ke | : Rabbimiz, muhakkak sen, |
raufun | : niteliklerin sahibi, şekillendiren, zerafet veren, |
rahim | : rahim, varlığı özünden vareden, |
10- O kimseler onlardan sonra gelenler için derler ki: Rabbimiz! Bize ve kardeşlerimize mağfiret eyle, onlar iman bakımından idrakte bizden ileri gitsinler, iman edenler için kalblerimizde asla hasetlik olmasın. Rabbimiz! Muhakkak ki sen varlığı şekillendirensin, tüm varlığı özünden varedensin.
-11-
أَلَمْ تَر إِلَى الَّذِينَ نَافَقُوا يَقُولُونَ لِإِخْوَانِهِمُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَئِنْ أُخْرِجْتُمْ لَنَخْرُجَنَّ مَعَكُمْ وَلَا نُطِيعُ فِيكُمْ أَحَدًا أَبَدًا وَإِن قُوتِلْتُمْ لَنَنصُرَنَّكُمْ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
E lem tere ilellezîne nâfekû yekûlûne li ihvânihimullezîe keferû min ehlil kitâbi le in uhrictum le nahrucenne me’akum ve lâ nutîu fî kum ehaden ebeden ve in kûtiltum le nensurennekum, vallâhu yeşhedu innehum le kâzibûn
e lem tere | : görmedin mi? Gördün değil mi? |
ilâ ellezine nafeku | : onlar, nifak, münafık, ikiyüzlü |
Yekulune li ihvâni-him | : kardeşleri için, kardeşlerine derler |
Ellezîne keferu | : onlar, hakikati görmemezlikten gelip örttüler, |
min ehli el kitabe | : kendi anlayışları, aktarılan söylentilerde kalan |
Le in uhrictum | : elbette, eğer, iken, siz çıkarıldınız, bırakır, |
le nahrucenne mea kum | : mutlaka biz çıkarız, sizinle bizde |
ve lâ nutîu | : ve itaat etmeyiz, uymayız |
fî-kum ehaden ebeden | : sizin içinizde, hiçbir kimse, hiçbir zaman |
ve in kûtiltum | : ve eğer sizinle savaşırlarsa |
Le nensure-enne-kum | : elbette, mutlaka, biz size yardım ederiz |
ve allâhu yeşhedu | : Allah, her an her yerde hazır olan, şahid, |
İnne hum le kâzibûne | : muhakkak onlar, yalancılar, yalanlarda kalan |
11- İkiyüzlü olan o kimseleri gördün değil mi? Onlar, aktarılan söylentilerde kalan, hakikati görmemezlikten gelip örten kardeşlerine: Eğer siz bulunduğunuz yerden çıkarsanız, sizinle beraber bizde çıkarız, sizin için hiç bir zaman itaat etmeyiz ve sizinle mücadele edenlere karşı, elbette size yardım ederiz, derler. Allah her an her yerde hazır olandır. Muhakkak ki onlar bu hakikati anlayamayıp yalanlarda kalanlardır.
-12-
لَئِنْ أُخْرِجُوا لَا يَخْرُجُونَ مَعَهُمْ وَلَئِن قُوتِلُوا لَا يَنصُرُونَهُمْ وَلَئِن نَّصَرُوهُمْ لَيُوَلُّنَّ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنصَرُونَ
Le in uhricû lâ yahrucûne me’ahum ve le in kûtılû lâ yensurûnehum ve le in nesarûhum le yuvellunnel edbâr summe lâ yunsarûn
le in uhricu | : elbette, gerçekten, eğer, gerçekten çıkarılsalar |
lâ yahrucûne mea hum | : yok, çıkmak, çıkmazlar, onlarla beraber |
ve le in kûtılû | : eğer, gerçekten, mücadele etseler |
lâ yansurûne-hum | : onlara yardım etmezler |
ve le in nasarû-hum | : olsa bile, onlara yardım ettiler |
le yuvellu | : dönerler, |
Enne el edbare | : olur, arkasına, eski, geçmiş bilişlerine, cehaletine |
Summe lâ yunsarûne | : sonra, yok, olmaz, yardım, yardımcı, |
12- Eğer çıkıp gitseler, onlarla beraber çıkmazlar ve eğer bir mücadele içinde olsalar, onlara yardım etmezler. Eğer onlar yardım etseler, elbette onların yardımı eski bildiklerine döndürmek olur, sonra onların yardımı da olmaz.
-13-
لَأَنتُمْ أَشَدُّ رَهْبَةً فِي صُدُورِهِم مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ
Le entum eşeddu rehbeten fî sudûrihim minallâhi, zâlike bi ennehum kavmun lâ yefkahûn
Le entum eşeddu | : elbette, siz, sizden, şiddetli, daha fazla, |
rehbeten | : korku, yılmak, çekinmek, titremek, |
fî sudûri-him min Allah | : kalplerinde, gönüllerinde, içlerinde, Allah’a karşı, |
Zâlike bi enne hum | : işte, bu, oldu, onlar |
Kavmun | : kimseler, insanlar, topluluklar, |
la yefkahune | : yok, anlamak, idrak, bilmek, anlayamayan, |
13- Elbette sizlerden; içlerinde Allah’a karşı şiddetli bir korku taşıyanlar, işte onlar Allah’ı anlayamayan kimselerdir.
-14-
لَا يُقَاتِلُونَكُمْ جَمِيعًا إِلَّا فِي قُرًى مُّحَصَّنَةٍ أَوْ مِن وَرَاء جُدُرٍ بَأْسُهُمْ بَيْنَهُمْ شَدِيدٌ تَحْسَبُهُمْ جَمِيعًا وَقُلُوبُهُمْ شَتَّى ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَعْقِلُونَ
Lâ yukâtilûnekum cemîan illâ fî kuren muhassanetin ev min verâi cudur besuhum beynehum şedîd tahsebuhum cemîan ve kulûbuhum şettâ zâlike bi ennehum kavmun lâ ya’kılûn
lâ yukâtilûne-kum | : yok, kavga, mücadele, savaş, mücadele, mahvetmek, siz, |
Cemîan | : birlik, toplu halde, hepsi, |
illa kuren | : ancak, vardır, belde, orada bulunan, bulundukları yer, |
muhassanetin | : sağlam, bağışıklık, tutunmak, korunmuş |
Ev min verâi cudurin | : veya, yada, arkası, geçmişi, duvar, dayanak, engel, sığınan, |
Besu hum | : çarpışma, kavga, tartışma, onlar, |
beyne hum | : aralarında, kendi aralarında, |
şedîdun | : şiddetli, daha fazla |
tahsebu-hum cemian | : sanırsın, zannedersin, onlar, toplu halde, birlik, |
ve kulûbu-hum | : kalpleri, anlayış, idrak, onlar, |
şetta | : dağınık, çeşitli, ayrı ayrı, farklı |
Zalike bi enne-hum | : işte onlar, |
Kavmın lâ yakılûne | : kimseler, kavim, akıl etmeyen, düşünmeyen |
14- Bulundukları yerde kendi cehalet bildiklerine tutunanlar ya da geçmiş bildiklerine sığınanlar, birliğin hakikatleri hakkında sizinle mücadele etmezler. Onları zannedersin ki birlik içindedirler, hâlbuki onlar kendi aralarında daha fazla kavgalıdırlar ve onların anlayışları da farklı farklıdır. İşte onlar düşünmeyen kimselerdir.
-15-
كَمَثَلِ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ قَرِيبًا ذَاقُوا وَبَالَ أَمْرِهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Kemeselillezîne min kablihim karîben zâkû ve bâle emrihim ve lehum azâbun elîm
Ke meseli ellezine | : gibi, mesele, durum, halleri, o kimseler |
Min kablihim kariben | : daha öncekiler, yakınlığı, yakındır, |
Zaku vebâle | : tattılar, kaldılar, günah, ağır sonuç, vebal, |
emri him | : iş, hüküm, işleyiş, onlar |
Ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, elim, acı, |
15- O kimselerin hâlleri, kendilerinden önceki o hâllerde olanlara yakındır. Onlar işleyişi anlamada bir vebal içindedirler ve onlar elim bir azaptadırlar.
-16-
كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
Ke meseliş şeytâni iz kâle lil insânikfur, fe lemmâ kefere kâle innî berîun minke innî ehâfullâhe rabbel âlemîn
Ke meseli eş şeytâni | : gibi, durum, şeytan, kötü hallerde olan, |
İz kale li el insani | : o zaman, dedi, insana, |
ukfur | : Hakk’ı görme ört, kabul etmemek, |
fe lemmâ kefere | : olduğu zaman, hakikati örten, kabul etmemek, |
kale inni beriun min ke | : dedi, ben uzağım, beriyim, senden |
İnni ehâfu allâhe | : muhakkak ben, korkmak, çekinmek, saygı, Allah |
Rabbe el alemine | : Rab, âlemlerin |
16- Şeytani hâllerde olanın durumu gibi; o hâllerde olan, insana der ki: Sana anlatılanları kabul etme. O kişi de kabul etmediğinde, ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der.
-17-
فَكَانَ عَاقِبَتَهُمَا أَنَّهُمَا فِي النَّارِ خَالِدَيْنِ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاء الظَّالِمِينَ
Fe kâne âkıbetehumâ ennehumâ fîn nâri hâlideyni fîhâ, ve zâlike cezâûz zâlimîn
Fe kane akibete-humâ | : böylece oldu, onların akıbetleri |
enne-humâ fi en nar | : onların, ateşin içinde, yakıp yıkıcı olan, |
fî en nâri | : ateşin içinde, yakıp yıkıcı haller içinde, |
halideyni fi ha | : devamlı kalacak, orada, |
ve zâlike cezau | : işte bu, işte böyle, ceza, karşılık, |
el zalimin | : zalimler, kötülüklerde olanlar, |
17- İşte o hâllerde olanların âkıbetleri, devamlı ateşin içinde kalanlardan olmaktır. İşte zalimlerin cezası da budur.
-18-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَلْتَنظُرْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe vel tenzur nefsun mâ kaddemet ligad vettekûllah innallâhe habîrun bi mâ ta’melûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
İttekû allah | : fenalar sakının ortak koşmayın, Allah |
ve li tenzur | : için, baksın, dikkate almak, düşünsün, |
nefsun | : her kişi, herkes, |
Ma kaddemet li gadin | : ne, takdim edecek, elde edecek, yarın için |
ve ittekû Allahe | : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah |
İnne Allâhe habirun | : muhakkak, Allah, bildiren, haber veren, |
bima tamelun | : yaptığınız şeyler, |
18- Ey iman edenler! Fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın. Herkes yarın
ne yapacağını ve ne elde edeceğini düşünsün. Fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri incelikleriyle bildirendir.
-19-
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Ve lâ tekûnû kellezîne nesûllâhe fe ensâhum enfusehum, ulâike humul fâsikûn
ve lâ tekûnû ke ellezine | : yok, olmayın, onlar gibi, o kimseler, |
Nesû Allah | : unuttular, Allah |
Fe ensa hum | : öyle ki, unuttular, onlar, |
enfuse hum | : nefsleri, kendileri, |
Ulâike hum el fasikine | : işte onlar, hakikati bırakıp kendi anlayışına çıkan, sapan, |
19- Allah’ı unutan kimseler gibi olmayın. Öyle ki onlar kendilerini anlamayı unuttular. İşte onlar hakikatleri bırakıp, kendi cehaletlerine sapanlardır.
-20-
لَا يَسْتَوِي أَصْحَابُ النَّارِ وَأَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ
Lâ yestevî ashâbun nâri ve ashâbul cenneh ashâbul cenneti humul fâizûn
lâ yestevî | : yok, bir olmaz, eşit olmaz, |
ashabu el nari | : sahip, yakıp yıkıcı, ateş, |
ve ashâbu el cenneti | : sahip, kavuşmuş, cennet, huzur, bahçe, |
Ashâbu el cenneti | : sahip, cennet, huzur, |
Hum el faizune | : onlar, kazananlar, başaran, çoğalmış, |
20- Yakıp yakıcı hâllere sahip olanlarla, huzura kavuşmuş olanlar bir değildir. Huzura kavuşmuş olanlar kazananlardır.
-21-
لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Lev enzelnâ hâzel kurâne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi leallehum yetefekkerûn
Lev enzelna | : eğer, sunduğumuz, indirmek, vermek, |
haza el kurane | : bu, o, kuran, okunan şey, kâinat kitabı, |
Alâ cebelin | : büyüklük halinde olan, dağ, büyük, meşhur, |
le raeyte hu | : elbette, onu görürdün, |
haşian | : huşu, alçak gönüllü, tevazu, saygılı, |
mutesaddian | : titremek, düştüğü hatayı anlamak, |
min haşyeti allâhi | : saygı, sevgi, Allah |
ve tilke el emsalu | : bu, o, bunlar, misaller, benzer, örnek, |
Nadribu ha | : vurguluyoruz, belirlemek, |
li en nâsi | : insanlar için, insanların, hakikatleri anlamaları için |
lealle-hum | : umulur ki onlar, |
yetefekkerune | : tefekkür eder, düşünmek, var oluşu araştırmak,
|
21- Eğer büyüklük hâllerinde olan bir kimse; kâinat kitabından ona sunduğumuz hakikatleri eğer anlasaydı, onun Allah’a saygısından titrediğini, onun huşu içinde teslim olduğunu elbette görürdün. Bu misalleri insanların hakikatleri anlamaları için vurguluyoruz. Umulur ki onlar hakikatleri anlamak için düşünürler.
-22-
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ huve, âlimul gaybi veş şehâdeh huver rahmânur rahîm
huve allâhu ellezî | : O Allah ki |
Lâ ilahe illa huve | : ilah yoktur, o vardır. |
Âlimu el gaybi | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, görünmeyen, bilinmeyen |
ve el şehâdeti | : her an her yerde hazır olan, |
Huve el rahman | : o, rahmetiyle, nuruyla saran, |
el rahim | : varlığı özünden vareden |
22- Allah O’dur ki; O’dan başka güç yoktur. Görünmeyen bilinmeyendeki ilmin sahibidir ve her an her yerde hazır olandır. O, tüm varlığı özünden varedendir, tüm varlıktan nurunu yansıtandır.
-23-
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ huve elmelikul kuddûsus selâmul mû’minul muheyminul azîzul cebbârul mutekebbir subhânallâhi ammâ yuşrikûn
huve allâhu ellezî | : O Allah ki |
Lâ ilahe illa huve | : Yok, ilah, ancak, sadece, O, başka güç yok |
el meliku | : Mülkü idare eden, hükümdarı, yöneten |
el kuddûsu | : sıfatları ile kutsal olan |
el selâmu | : barışı sunan, huzur, selamet, |
el mûminu | : emin olunan, emniyet veren, |
el muheyminu | : koruyup gözeten, himaye eden |
el azîzu | : tüm değerlerin sahibi, aziz, yüce |
el cebbâru | : tecellileri ile kudret sahibi, muktedir olan, imar eden |
el mutekebbiru | : Yüce olan, kebir olan, Zâtıyla benzersiz olan |
subhâne allâhi | : sübhan, münezzeh olan, tüm tecellilerin sahibi, Allah |
ammâ yuşrikune | : ortağı benzeri olmayan |
23- Allah O’dur ki; O’dan başka güç yoktur. O tüm kâinatın sahibidir. Sıfatlarıyla kutsal olandır, barış ve huzur verendir, emin olunandır, koruyandır, tüm değerlerin yüce sahibidir, varlığın işleyişinde her an muktedir olandır. Zatıyla yüce olandır. Allah noksan sıfattan münezzeh olandır. Ortağı benzeri olmayandır.
-24-
هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Huvallâhul hâlikul bâriûl musavviru lehul esmâul husnâ, yusebbihu lehu mâ fîs semâvâti vel ard ve huvel azîzul hakîm
huve allâhu | : O, Allah ki |
el hâliku el bariu | : yaratan, var eden, yokken vareden |
el musavviru | : tasvir eden, çeşitli şekillerde vareden ve suret veren |
Lehu el esmâu el husnâ | : onun, güzel isimler, isimlerdeki güzellikler |
Yusebbihu lehu | : tecellilerini gösterir, tespih eder, her şey onunla, onu |
mafî es semâvâti ve ardı | : semalarda, göklerde ve yerde var olan, ne varsa |
ve huve el aziz | : o, tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : hakim olan, hüküm sahibi, |
24- Allah O’dur ki; yokken varedendir, çeşitli şekillerde suretlendirendir, tüm isimlerdeki güzelliklerin sahibidir, göklerde ve yerde ne varsa O’nun tecellilerini gösterir ve O tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.