MUNAFİKUN SURESİ
-1-
إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
İzâ câekel munâfikûne kâlû neşhedu inneke le resûlullâh vallâhu ya’lemu inneke le resûluh, vallâhu yeşhedu innel munâfikîne le kâzibûn
İzâ cae ke | : olduğunda, o zaman, gelmek, geldiklerinde, sen, |
el munâfikûne | : nifak çıkaranlar, ikiyüzlüler, inanmış gibi görünenler |
kâlû | : dediler |
neşhedu | : biliriz, tanık, şahitlik ederiz, şahit olabiliriz, |
inne-ke | : muhakkak ki, eğer, şüphesiz, sen |
le resûlu allâhi | : Allah’ın resulü, hakikatleri gösteren, |
ve allâhu | : Allah |
yalemu | : bilir, bilen, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
inne-ke | : sen, senin, muhakkak ki sen |
le resûlu-hu | : elbette, hakikatleri gösteren, resulü, o |
ve allâhu | : Allah |
yeşhedu | : hazır olan, tanık, şahit, bilgi veren, kendini gösteren |
inne | : o, doğrusu, muhakkak, şüphesiz, ancak |
el munâfikîne | : nifak çıkaranlar, ikiyüzlü, inanmış gibi görünen, |
le kâzibûne | : elbette, ancak, yalancılık, yalan söyleyenler, yalancılar |
1- Münafıklar sana geldiklerinde, eğer sen Allah’ın resul’ü isen buna tanıklık edebiliriz, dediler. Muhakkak ki sen elbette O’nun hakikatlerini gösterensin ve ilmin sahibinin Allah olduğunu bildirensin ve Allah’ın her an her yerde hazır olduğunu bildirensin. Doğrusu inanmış gibi görünüp bu hakikatleri anlayamayanlar, elbette yalanlarda kalanlardır.
-2-
اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
İttehazû eymânehum cunneten fe saddû an sebîlillâh, innehum sâe mâ kânû ya’melûn
ittehazû | : çekildiler, sarıldılar, edindiler |
eymâne-hum | : kendi inançları, yeminleri |
cunneten | : kalkan, siper, kurul, |
fe saddû | : böylece, ayrıldılar, saptılar, yöne değiştirdiler |
an sebîli allâhi | : Allah’ın yolundan, |
inne-hum | : öyle ki, muhakkak, doğrusu, onlar, onların |
Sâe | : kötü niyet, ne kötü |
Mâ kanu | : neydi, edinmediler, oldular, alamadılar |
yamelûne | : çalışma, amelleri, yapıyorlar |
2- Onlar kendi inançlarını kalkan yaptılar. Böylece Allah’ın yolundan ayrıldılar. Doğrusu onlar, kötü niyetlerinden dolayı çalışmalarının karşılığını alamadılar.
-3-
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ
Zâlike bi ennehum âmenû summe keferû fe tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûn
Zâlike bi enne hum | : işte bu, öylece, onların, |
âmenû | : inanmak, iman etmek, inançlar |
Summe keferu | : sonra örttüler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtme |
fe tubia | : böylece, sonra, kapalı, mühürlendi |
Alâ kulubi him | : kalpleri üzeri |
Fe hum | : böylece, sonra, bundan dolayı, onlar |
lâ yefkahûne | : yok, fıkıh, anlamazlar, idrak edemezler |
3- İşte bu durum, inanmış gibi görünüp, sonra da hakikatleri görmemezlikten gelmelerinden dolayıdır. Böylece onlar kalblerini hakikatlere kapatırlar. Böylece onlar hakikatleri idrak edemezler.
-4-
وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Ve izâ reeytehum tu’cibuke ecsâmuhum ve in yekûlû tesma li kavlihim ke ennehum huşubun musennedeh yahsebûne kulle sayhatin aleyhim humul aduvvu fahzerhum kâtelehumullâhu ennâ yûfekûn
ve izâ raeyte hum | : o zaman, gördüğünde, gördüğün zaman, onlar, |
Tucibu ke | : ilginç, acayip, merak, harika, hayranlık, şaşkınlık, sen |
ecsâmu-hum | : vücudlar, cisimleri, nesneler, görünüşleri |
ve in yekulu | : eğer, şayet, derler, söylerler, konuşurlar |
tesma | : duyarsın, duyun, dinlersin |
li kavli-him | : söyledikleri, söylemlerini, sözler, |
keenne-hum | : gibi, onlar olsa, sanki onlar biliyor gibi, |
huşubun | : ahşap, odun, kütükler, içi boş, şuursuz, manadan uzak |
musennedetun | : kanıt, dinlenme, dayalı, yaslanmış, o halde olan |
yahsebûne | : hesaplamak, zannederler |
Kulle | : tüm, her seferinde, hep |
sayhatin | : bağırmak, çığlık, sayha, yüksek ses, gürültü, |
aleyhim | : onlar, kendileri, |
Hum el aduvvu | : onlar, düşman, hasım, hep düşmanlık içinde, |
fe ahzer-hum | : dikkatli ol, sakın, uzak dur, onlar, |
kâtele-hum | : öldüren, helâk eden, parçalayan, zarar veren |
Allâhu | : Allah, El Lah, tüm kâinattaki Kudret, |
Ennâ yufekune | : nasıl, çevrilme, uzaklaşma, anlamaktan uzak olan, |
4- Onları gördüğün zaman, onların görünüşleri ve eğer söylediklerini dinlersen, onların sözleri seni şaşırtır. Sanki onlar biliyor gibidirler, ama onlar bir şuursuzluk içinde söylediklerinin manalarını anlamaktan uzaktırlar. Hep zanlarına dayanırlar. Onlar kendilerini haklı göstermek için bağırarak konuşurlar. Onlar hep bir düşmanlık içindedirler. Onlar hep zarar veren hâller içindedirler. Onların tüm o hallerinden sakın. Onlar Allah’ı anlamaktan uzaktırlar.
-5-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ
Ve izâ kîle lehum teâlev yestagfir lekum resûlullâhi levvev ruûsehum ve reeytehum yesuddûne ve hum mustekbirûn
ve izâ kile | : söylediğinizde, söylediğiniz zaman |
Lehum tealev | : onlara geliniz, gelin |
yestagfir | : af istemek, bağışlanmak, mağfiret dilesin |
lekum | : sizin için, sen |
resûlu allâhi | : resul, hakikatleri gösteren, Allah’ın resûlü |
levvev | : alay etme, çevirme |
ruûse-hum | : başlarını, kafalarını, onlar |
ve raeyte-hum | : onları gördün |
yasuddûne | : mahrum olmak, vazgeçmek, kaçmak, yüz çevirmek |
ve hum | : onlar |
mustekbirûne | : kibirli, büyüklük taslayanlar, kibirli hallerde olan |
5- Allah’ın resulü onlara: Mağfiret bulmak için gelin, diye söylediğinde başlarını çevirirler, önemsemezler. Onların hakikatlerden kaçtığını ve kibirli hallerini görürsün.
-6-
سَوَاء عَلَيْهِمْ أَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ أَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ لَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
Sevâun aleyhim estagferte le hum em lem testagfir lehum, len yagfirallâhu lehum innallâhe lâ yehdîl kavmel fâsikîn
sevâun | : eşit, bir, olup olmadığı, olsun olmasın, fark etmez |
aleyhim | : onlar |
estagferte | : af, dua, mağfiret |
lehum | : onlar için |
em | : veya, yada |
lem testagfir | : değil, asla, olmaz, af için yönelmediler, istemediler |
Lehum len | : onlar, olmaz |
yagfire allâhu | : mağfiret, temizlenmek, Allah, |
lehum | : onlara, onları |
inne allâhe | : muhakkak ki Allah |
lâ yehdî | : kılavuz yok, hidayet yok, hidayeti anlayamazlar |
el kavme | : kavim, insanlar |
el fâsikîne | : fasık, bölen, bozan, hakikatten cehalete sapan, |
6- Onları mağfiret için çağırsan da ya da mağfiret için çağırmasan da fark etmez. O halde olanların Allah’ın mağfiretini anlamaları olmaz. Muhakkak ki hakikatleri bırakıp kendi cehaletine sapanlar, Allah’a yol bulamazlar.
-7-
هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ
Humullezîne yekûlûne lâ tunfikû alâ men inde resûlillâhi hattâ yenfaddû ve lillâhi hazâinus semâvâti vel ardı ve lâkinnel munâfikîne lâ yefkahûn
hum ellezîne | : kim onlar, onlar ki, kim |
yekûlûne | : demek, söylemek, derler |
lâ tunfikû | : infak etmeyin, yok, harcamayın, vermeyin |
alâ men | : kimselere |
inde | : yanında |
resûli allâhi | : Allah’ın resulü, hakikatleri gösteren, |
hattâ | : oluncaya kadar, ki olsun |
yenfaddû | : dağılmak, silmek, sallamak, kafadan atmak, uydurmak |
ve li allâhi | : Allah’ındır, Allah için, |
hazâinu | : hazineler, düzen, servet, her şeyin değeri, |
es semâvâti | : semalar, gökler |
ve el ardi | : dünya, arz, yeryüzü, yer |
ve lâkinne | : fakat, ancak, velakin |
el munâfikîne | : münafıklar, ikiyüzlüler, nifak çıkaran |
lâ yefkahûne | : anlamazlar, idrak edemezler |
7- O kimseler; Allah’ın resulünün yanına gidenlere, infak etmeyin derler. Hatta hakikatler bilinmesin isterler. Yerlerin ve göklerin değerleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bu hakikatleri anlayamazlar.
-8-
يَقُولُونَ لَئِن رَّجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Yekûlûne le in reca’nâ ilel medîneti le yuhricennel eazzu min hel ezell ve lillâhil izzetu ve li resûlihî ve lil mû’minîne ve lâkinnel munâfikîne lâ ya’lemûn
yekûlûne | : derler, demek, söylemek |
le in recana | : elbette, eğer, şayet, geri dönmek, geriye |
ilâ el medîneti | : şehir, kent, medine, kendi yaşadıkları, kendi değerleri |
Le yuhricenne | : dışarı çıkmak, çıkarır |
el eazzu | : azîz, güçlü olan, göz bebeği, sevgide üstün tutulan |
min-hâ el ezelle | : zelil olarak, güçsüz, aşağılanmış, hor halde |
ve li allâhi | : Allah’ın |
el izzetu | : değerleriyle yüce olan, kuvvet, saygı, ikram, gurur, |
ve li resûli-hî | : resulü, hakikati gösteren, |
ve li el mu’minîne | : müminlerin |
ve lâkin el munafikine | : lakin, fakat, ancak, münafıklık, ikiyüzlülük, |
lâ yalemûne | : bilmiyorlar, bilemezler |
8- O kimseler kendi yaşadıkları yerlerde, aziz olan elbette zelil olanı kovar geri döndürür, derler. Allah tüm varlıktaki tüm değerlerin yüce sahibidir ve bu hakikati resul ve müminler anlar. Fakat münafıklar bu hakikatleri anlayamazlar.
-9-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tulhikum emvâlukum ve lâ evlâdukum an zikrillâh ve men yef’al zâlike fe ulâike humul hâsirûn
Yâ eyyuhellezine amenu | : ey inananlar, iman edenler, güvenenler |
lâ tulhi-kum | : alıkoymasın, oyalamasın, tepe, büyüklendirmesin, |
emvâlu-kum | : paranız, mallarınız, emval |
ve lâ evlâdu-kum | : yok, çocuklarınız, evlâtlarınız |
an zikri allâhi | : zikir, anmak, Allah’ı zikri |
ve men yefal | : kim, kimse, yapar, faaliyette, hareket |
zâlike | : o, bu, işte, |
Fe ulaike hum | : işte onlar, bu, olan, o zaman, o takdirde |
el hâsirûne | : kaybedenler, hüsranda olanlar |
9- Ey iman edenler! Mallarınız sizi oyalamasın ve evlatlarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. İşte böyle yapan kimseler kaybedenlerdir.
-10-
وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
Ve enfikû mimmâ rezaknâkum min kabli en ye’tiye ehadekumul mevtu fe yekûle rabbi lev lâ ahhartenî ilâ ecelin karîbin fe assaddeka ve ekun mines sâlihîn
ve enfikû | : infâk edin |
mimmâ | : şeylerden, neyin |
rezaknâ-kum | : sizi rızıklandırdık, sağladık |
min kabli | : önceden, önce, tarafından |
en yetiye | : geliyor, gelmesi, bu gelir |
ehade-kum | : sizden birisine, eğer birine |
el mevtu | : ölüm |
Fe yekulu | : diyor, der, söyler, deyin |
rabbi | : Rabbim, Rab, Rabbiniz |
lev lâ ahharte ni | : eğer, yok, sonra, tehir, uzak, ertelemeyin |
ilâ ecelin | : vakit, belirli bir süre, belli zaman |
karîbin | : yakın |
Fe assadeka | : sadık, gerçek, doğru, tasdik etmek, onaylamak, |
ve ekun mines salihin | : olayım, salihlerden olun, iyilerden olun, erdemlilerden |
10- Ölüm size gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin. Rabbim! Vaktim yakındır, hakikatleri anlamaktan uzak olmayayım, sadıklardan ve Salih kimselerden olayım, deyin
-11-
وَلَن يُؤَخِّرَ اللَّهُ نَفْسًا إِذَا جَاء أَجَلُهَا وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Ve len yûahhırallâhu nefsen izâ câe eceluhâ, vallâhu habîrun bi mâ tamelûn
ve len | : olmaz, olmayacak, değil |
yuahhira allâhu | : Allah ertelemez |
nefsen | : nefs, kimse, öz varlık, kişilik |
izâ câe | : eğer geldiyse, geldiği zaman |
ecelu-hâ | : vakti, onun eceli, |
ve allâhu | : Allah, her varlıktaki kudret |
habîrun | : bildiren, haber veren, her varlıktan bildiren, |
bi mâ tamelune | : yaptığınız şeyler, yaptıklarınız |
11- Kişiye o ölüm vakti geldiğinde, Allah’ın ertelemesi olmaz. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.