MUTAFFİFÎN SÛRESİ
-1-
وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ
Veylun lil mutaffifîn
veylun | : vah, vay haline, yazık, |
li el mutaffifîne | : ölçüsüz davranan, kusurlu gören, fazla alıp eksik veren |
1- Değerlendirmelerinde ölçüsüz davrananların vah o hallerine.
-2-
الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُواْ عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ
Ellezîne izektâlû alen nâsi yestevfûn
Ellezîne iza ektalu | : o kimseler, tam ölçenler ise, ölçülü doğru davranan |
alâ en nâsi | : insanlara |
yestevfûne | : uygun, vefalı, tanışmak, dürüst, doğru, karşılamak |
2- Değerlendirmelerinde ölçülü, doğru davranan kimseler ise dürüst insanlardır.
-3-
وَإِذَا كَالُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ
Ve izâ kâlûhum ev vezenûhum yuhsirûn
ve izâ kalu hum | : eğer, hayal, kuruntu, sanrı, onlar |
Ev vezenû-hum | : tarttılar, ölçtüler, değerlendirme, onlar, |
yuhsirûne | : kaybetmek, başarısız, hüsran, |
3- Değerlendirmelerinde bir kuruntu, çıkar içinde olanlar ise kaybedenlerdir.
-4-
أَلَا يَظُنُّ أُولَئِكَ أَنَّهُم مَّبْعُوثُونَ
Elâ yezunnu ulâike ennehum meb’ûsûn
E lâ yezunnu | : düşünmediler, zannetmediler |
Ulâike enne hum | : işte onlar, bunlar, olanlar, |
mebusune | : görevli, ortaya çıkan, diri olan, varlığın açığa çıkışı |
4- İşte onlar tüm varlığı açığa çıkaranı düşünmeyen kimselerdir.
-5-
لِيَوْمٍ عَظِيمٍ
Li yevmin azîm
Li yevmin | : için, gün, vakit, her an, zaman, |
azimin | : büyük, yüce, kararlı, her varlıktaki yücelik, mükemmel |
5- Vakitlerini büyüklük içinde geçirirler.
-6-
يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Yevme yekûmun nâsu li rabbil âlemîn
yevme | : gün, vakit, zaman, her an, |
yekûmu | : ayakta tutan, merkezli, dayalı, temel, kıyam, diri olan, |
en nâsu | : insanlar |
Li rabbi el alemin | : için, rab, âlemlerin, tüm varlığı vücudlandıran, |
6- Tüm varlığı vücudlandıranı, insanları her an ayakta tutanı düşünmezler.
-7-
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الفُجَّارِ لَفِي سِجِّينٍ
Kellâ inne kitâbel fuccâri le fî siccîn
Kellâ inne kitabe | : hayır, değil, kitabında, akıl kitaplarında, yazılı olan, |
el fuccâri | : haktan dönmek, isyan etmek, edepsizlik, fena haller |
Le fiy siccinin | : zindan, esir, sert, şiddet, karanlıkta kalma, cehalet, |
7- Bilakis onların akıl kitaplarında, fenalarda kalmak, cehaletin karanlığında kalmak vardır.
-8-
وَمَا أَدْرَاكَ مَا سِجِّينٌ
Ve mâ edrâke mâ siccîn
ve mâ edra ke | : idrak ettin mi? düşündün mü, anladın mı? |
Mâ siccinun | : zindan, hapis, tutuklu, esir, karanlıkta kalma, |
8- İdrak ettin mi, cehaletin karanlığında kalmayı?
-9-
كِتَابٌ مَّرْقُومٌ
Kitâbun merkûm
kitâbun | : kitap, yazılı olan, akıllara yazılı olan, |
merkûmun | : etiketli, rakamlı, yazılmış, sayılmış, basit ve adi |
9- Cehaletin karanlığında kalanların akıllarına yazılmış olan o cehalet bilişlerini.
-10-
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Veylun yevmeizin lil mukezzibîn
veylun | : vah, yazık, vay haline |
yevmeizin | : gün, vakit, her zaman, her an |
li el mukezzibîne | : yalanlayanlara, yalanlarda kalanlar |
10- Hakikatlere karşı her zaman yalanlarda kalanların yazık o hallerine.
-11-
الَّذِينَ يُكَذِّبُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ
Ellezîne yukezzibûne bi yevmiddîn
Ellezîne yukezzibune | : o kimseler, yalanlıyor, yalanlarda kalan kimse |
bi yevmi | gün, vakit, her an, zaman, |
el dini | : din, yaratılış yasaları, varoluş yasaları, |
11- O kimseler, her an varlığa yaratılış yasalarıyla hâkim olanı yalanlarlar.
-12-
وَمَا يُكَذِّبُ بِهِ إِلَّا كُلُّ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ
Ve mâ yukezzıbu bihî illâ kullu mu’tedin esîm
ve mâ yukezzibu bihi | : yalanlamaz, onu, hakikatleri, |
illa kullu | : hariç hepsi, sadece her |
mutedin | : haddi aşan, saldırgan, ölçüye uymayan, doğru olmayan, |
esîmin | : günahkâr, kabahatli, kötülük yapan, asi, fenalarda kalan |
12- Kötülük halleriyle günahlar içinde olanların, haddi aşanların dışında ki kimseler hakikatleri yalanlamaz.
-13-
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
İzâ tutlâ aleyhi âyâtunâ kâle esâtîrul evvelîn
İzâ tutla aleyhi | : okunduğu zaman, açıklandı, bahsedildi, onlar |
âyâtu-nâ | : ayetlerimiz, delil, işaret, |
kâle | : dediler, söylerler, |
esâtîru | : efsane, masallar, mitler |
el evvelîne | : evvelkilerin, önceki, ilklerin |
13- Onlara delillerimizle hakikatler açıklandığı zaman, öncekilerin efsaneleri dediler.
-14-
كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِم مَّا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn
Kellâ bel rane | : hayır, bilakis, halka, kapladı, çevirdi, paslandırdı |
Ala kulûbi-him | : onların kalpleri |
Mâ kanu yeksibune | : şey, ne, değil, oldu, kazanmak, edinmek |
14- Bilakis onlar kalblerini hakikatlerden çevirdiler, hakikatlerden bir şey elde edemediler.
-15-
كَلَّا إِنَّهُمْ عَن رَّبِّهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّمَحْجُوبُونَ
Kellâ innehum an rabbihim yevmeizin le mahcûbûn
Kellâ inne hum | : hayır, bilakis, doğrusu, muhakkak onlar |
an rabbi-him | : Rab’lerinden, kendilerini vücudlandıran |
yevme izin | : gün, vakit, her zaman, her an, yetkili olan |
Le mahcubune | : perdeli, kapalı, örtülü, utanan, kendini kapatan, |
15- Doğrusu onlar, kendilerini vücudlandıranı tanımak için, her zaman kalblerini hakikatlere kapattılar.
-16-
ثُمَّ إِنَّهُمْ لَصَالُو الْجَحِيمِ
Summe innehum le sâlul cahîm
Summe inne hum | : sonra, onlar |
Le salu | : atılacak, bırakılacak, kalırlar, o halde kalan |
el cahîmi | : kızgın ateş, azmış, şaşırmış, sıfatları kendine nispet eden |
16- Sonra onlar, sıfatları kendine nispet etmenin cehaletinde kalırlar.
-17-
ثُمَّ يُقَالُ هَذَا الَّذِي كُنتُم بِهِ تُكَذِّبُونَ
Summe yukâlu hâzellezî kuntum bihî tukezzibûn
Summe yukalu | : sonra, denir, söylenir, bildirilir, denir, |
hâzâ ellezî kuntum | : bu ne siz oldunuz, kendinize, |
bi hî tukezzibune | : yalan söylediniz |
17- Sonra onlara: Siz kendinizi anlamada yalanlarda kaldınız, denir.
-18-
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ
Kellâ inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn
Kellâ inne kitabe | : hayır, bilakis, şüphesiz, kitap, yazılı olan |
el ebrârı | : dürüst olan, özü sözü doğru olan iyi olan, faydalı olan, |
Le fiy illiyine | : yüksek makam, yüksek mertebe, aliyyun makam, |
18- Şüphesiz özü sözü doğru olanlar, her varlıktaki yazılı olan hakikatleri anlamada yüksek makamlar içindedirler.
-19-
وَمَا أَدْرَاكَ مَا عِلِّيُّونَ
Ve mâ edrâke mâ ılliyyûn
ve mâ edra ke | : İdrak ettin mi, anladın mı? |
Mâ ılliyune | : yüksek makam, yüksek mertebe, ulvi mertebe |
19- İdrak ettin mi, nedir yüksek makam?
-20-
كِتَابٌ مَّرْقُومٌ
Kitâbun merkûm
kitâbun | : kitap, yazılı olan, gönüllerde yazılı olan, |
merkûmun | : etiketli, rakamlı, yazılmış, sayılmış, basit ve adi |
20- Yüksek makamlarda olanların gönüllerinde olan yazılmış o hakikatleri.
-21-
يَشْهَدُهُ الْمُقَرَّبُونَ
Yeşheduhul mukarrebûn
yeşhedu-hu | : tanıklık, görme, şahitlik, bilen, ona, |
el mukarrebûne | : yakın, yakınlık, Allah’a olan yakınlığı anlamış, |
21- Allah’a olan o yakınlığı anlayanlar, her yerde O’na şahit olurlar.
-22-
إِنَّ الْأَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ
İnnel ebrâre le fî naîm
İnne el ebrare | : muhakkak, özü sözü doğru olan, dürüst, iyi, adil, sadık olan, |
Le fiy naimin | : nimetler, tecellileri bilmenin huzuru, mutlu, neşe, zevk içinde |
22- Muhakkak ki özü sözü doğru olanlar, elbette tüm tecellilerin Hakk’tan olduğunu bilmenin huzuru içindedirler.
-23-
عَلَى الْأَرَائِكِ يَنظُرُونَ
Alel erâiki yenzurûn
Alâ el eraiki | : yüce makamlarında |
yanzurune | : bakmak, görmek, anlamak |
23- Ulaştıkları yüce makamların hakikatleri ile bakarlar.
-24-
تَعْرِفُ فِي وُجُوهِهِمْ نَضْرَةَ النَّعِيمِ
Ta’rifu fî vucûhihim nadraten naîm
tarifu | : tanım, anlatım, bilirsin, tanırsın, belirti, vardır |
fî vucûhi-him | : onların yüzlerinde |
nadrate | : özlü, dolgun, ışıl ışıl, tatlı, sevinci, nuru, ışıltısı, |
en naimi | : nimetler, huzurlu, mutlu, neşe, zevk içinde, tat alan |
24- Onların yüzünde hakikatleri anlamanın huzuru vardır.
-25-
يُسْقَوْنَ مِن رَّحِيقٍ مَّخْتُومٍ
Yuskavne min rahîkın mahtûmin
yuskavne | : sulanan, içen, sunulur |
min rahîkın | : öz, nektar, safi, halis, sade, katışıksız, damla, bal özü, |
mahtûmin | : korunmuş, hatem, mühürlü, bağlanmış, sır, kutsal, beka |
25- Beka Âleminin özünden beslenirler.
-26-
خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ
Hitâmuhu miskin ve fî zâlike fel yetenâfesil mutenâfisûn
hitâmu-hu | : sonunda, sonuç, onun sonu |
miskun | : manevi alemin kokusu, misk, koku |
ve fî zâlike | : bunda, bunun üzerine |
Fe li yetenafesi | : yarışma, yarış, koşma, aynı amaçta koşma, kutsal amaç |
el mutenâfisûne | : yarışmacılar, koşanlar, ilerleyenler |
26- Hakikatleri anlamak için gayret gösterip ilerleyenler, sonunda manevi alemin kokusunu alırlar.
-27-
وَمِزَاجُهُ مِن تَسْنِيمٍ
Ve mizâcuhu min tesnîm
Ve mizacu hu | : katkı, yaradılış, var oluş, karakter, tabiat, fıtrat, o, hak |
Min tesnimin | : yükseklik, yüksek pınar, terfi etmek, makam makam yükselmek |
27- Makam makam yükselerek varlığın var oluşunun hakikatine ulaşırlar.
-28-
عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا الْمُقَرَّبُونَ
Aynen yeşrebu bihel mukarrabûn
aynen | : asliyet, kendisi, aynısı, birlik, özdeş, bakış, seyir, |
Yeşrebu biha | : hisseden, içmek, fayda, kendinden geçmek, ondan |
el mukarrabune | : ondan, yakın olmak, Allah’a olan yakınlığı anlayan, |
28- Allah’a olan yakınlığı anlarlar, hep O’nun hissiyatındadırlar, birlik üzeredirler.
-29-
إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُواْ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ
İnnellezîne ecremû kânû minellezîne âmenû yadhakûn
İnne ellezine ecremu | : suçlu olanlar, günahkarlar, fena hallerinde kalanlar |
Kânû min ellezine | : onlar, oldular |
âmenû | : iman eden, inanan, güvenen |
yadhakûne | : gülmek, alay etmek, küçümsemek, önemsememek, |
29- Fena hallerde kalanlar, iman edenlerle alay ediyorlardı.
-30-
وَإِذَا مَرُّواْ بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ
Ve iza merrû bihim yetegâmezûne.
Ve iza merru | : ve yanına gelmek, yanından geçmek |
Bi him yetegâmezûne | : alaycı bakışlarla bakıp gösterme |
30- Yanlarından geçerken onları alaycı bakışlarla küçük görüyorlardı.
-31-
وَإِذَا انقَلَبُواْ إِلَى أَهْلِهِمُ انقَلَبُواْ فَكِهِينَ
Ve izenkalebû ilâ ehlihimunkalebû fekihîn
ve izâ inkalebu | : döndükleri zaman |
İlâ ehli him | : halk larına, aile, taraftarlar, |
inkalebû | : döndüler, torna, açık, oldu, dönen |
fekihîne | : alay etmek, zevklenmek, zevk alarak, |
31- Onlar kendi taraftarlarına döndükleri zaman alay ederler.
-32-
وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاء لَضَالُّونَ
Ve izâ reevhum kâlû inne hâulâi ledâllûn
ve izâ reev hum | : ve onları gördükleri zaman |
kâlû | : dediler |
İnne haulai | : onlar, bunlar, şunlar |
Le dallune | : dalalette, sapan, yanlış yoldalar |
32- Ve onları gördükleri zaman: Bunlar yanlış yoldalar, derler.
-33-
وَمَا أُرْسِلُوا عَلَيْهِمْ حَافِظِينَ
Ve mâ ursilû aleyhim hâfızîn
ve mâ ursilû | : gönderilmedi, |
Aleyhim hafızıne | : onların üzerine, tutanlar, koruyanlar, gözeten, |
33- Onların üzerine koruyucu olarak gönderilmediler.
-34-
فَالْيَوْمَ الَّذِينَ آمَنُواْ مِنَ الْكُفَّارِ يَضْحَكُونَ
Felyevmellezîne âmenû minel kuffârı yadhakûn
Fe el yevme | : oysa, artık, bugün, her an, vakit, |
ellezîne âmenû | : inanalar, iman edenler |
Min el kuffari | : örtenlere, hakikati görmemezlikten gelenler |
yadhakûne | : gülmeler, gülüşmeleri, gülüyorlar, tebessüm, saygı, |
34- Oysa iman edenler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere karşı her an bir saygı içinde olurlar.
-35-
عَلَى الْأَرَائِكِ يَنظُرُونَ
Alel erâiki yanzurûn
Alâ el eraiki | : üzerinde, makam, taht, kanepe, yüce makam |
yanzurûne | : bakarlar, seyrederler |
35- Tüm varlığa yüce makamların hakikatleri ile bakarlar.
-36-
هَلْ ثُوِّبَ الْكُفَّارُ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
Hel suvvibel kuffâru mâ kânû yef’alûn
Hel suvvib | : kendini cezalandırma, elbise, kıyafet, giysi, suret, |
el kuffâru | : örtenler, hakikati görmemezlikten gelenler |
Mâ kanu yefalune | : yaptıkları şey, ne yaptıklarını |
36- Hakikati görmemezlikten gelip örtenlerin cezaları, kendi yaptıkları şeyler yüzünden değil midir?