RA’D SÛRESİ
-1-
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِيَ أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يُؤْمِنُونَ
Elif lâm mim râ tilke âyâtul kitâb vellezî unzile ileyke min rabbikel hakku ve lâkinne ekseren nâsi lâ yuminûn
elif, lâm, mim, râ | : hakk, halk, Allah, insanı kamil, fiil |
tilke ayet | : bunlar, bu, işte bu, işaret, delil, ayet, |
el kitab | : tüm varlık bir kitap, hakikatlerin sözleri, yazılı olan |
ve ellezî unzile ileyke | : ki o, tüm varlık, indirdi, sundu, verdi, sana sunulan |
min rabbi-ke | : Rabb, seni vücudlandıran, |
el hakk | : hakk, gerçek, hakikatler |
Ve lakin eksere en nâsi | : lakin, insanların çoğu |
La yuminun | : yok, bilmek, bilemiyorlar, |
1- Elif, Lâm, Mîm, Râ. İşte bu kâinat tüm işaretleriyle bir kitaptır. Tüm varlıktan sana sunulan o hakikatler seni vücudlandıranın hakikatleridir. Fakat insanların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
-2-
اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Allâhullezî refeas semavâti bi gayri amedin terevnehâ summestevâ alel arşı ve sehhareş şemse vel kamer kullun yecrî li ecelin musemmâ yudebbirul emre yufassılul âyâti leallekum bi likâi rabbikum tûkınûn
Allâh ellezî refa | : Allah o ki, yükseltti, yüksek olan, sonsuz |
el semavat | : gökler, sema, ulvi âlem, |
bi gayri amedin | : olmaksızın, başka, direk, direksiz, |
terevne ha | : gördüğünüz gibi, onu gördünüz |
summe istevâ | : sonra, yönelmek, yüce olmak, varmak, istikamet |
ala el arş | : üzeri, her yer |
ve sehare | : düzenlemek, yaymak, oluşturmak |
el şems vel kamer | : güneş ve ay |
Kull yerci | : hepsi, olma, yörünge, hareket, akar, |
li ecel musemmen | : süre, belirli, başlık, isimlendirilmiş, |
yudebbiru el emre | : düzenleyip idare eder, işleyiş, varlığın işleyişi, |
yufassılu | : bölüm, kısım, ayrı ayrı açıklama, ayrıntılı gösterme |
el ayati | : ayet, delil, işaret, |
lealle-kum | : umulur ki siz, |
bi likai | : birlik, tevhit, kavuşma, toplanma |
rabbi-kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
tukınun | : inanırsınız, anlarsınız, |
2- Allah O’dur ki; gördüğünüz gibi gökleri direksiz olarak yükseltendir. Sonra bütün her yerde yüceliği ile varolandır. Güneşi ve ayı düzenleyendir, bütün hepsi belirli bir sürede akar gider. Tüm varlıktaki işleyişi idare edendir. İşaretleriyle hakikatleri ayrıntılı bir halde gösterendir. Umulur ki siz, sizi vücudlandıranı anlar, Tevhid üzere olursunuz.
-3-
وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Ve huvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhârâ ve min kullis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâr inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn
ve huve ellezi medde | : o, ki o, yaydı, uzattı, yayıp döşedi, |
el ard | : yeryüzü, toprak, |
ve ceale fiha revasiye | : kıldı, yaptı, eyledi, sapasağlam, dağlar, |
ve enhâren | : ve nehirler |
ve min kulli el semerat | : hepsinden, meyve, ürün, |
Ceale fiha | : yaptı, düzenledi, orada, |
zevceyni isneyni | : tür, çeşit, ikili, erkek dişi |
Yugşi | : oluşturan, örten, kaplayan, saran, döndüren, |
el leyl el nehar | : gece ve gündüz |
İnne fî zâlike le ayetin | : muhakkak, işte bunlarda vardır, ayet, işaret, delil |
Li kavmin | : kimseler için, topluluk, kavim, |
yetefekkerûne | : tefekkür, düşünüp araştıran, |
3- Ki O’dur yeryüzünü yayıp döşeyen, orada dağlar ve nehirler var eden, orada erkek ve dişi olmak üzere çeşit çeşit türler var eden, ürünler ortaya çıkaran, geceyi ve gündüzü oluşturan. Muhakkak işte bunlarda düşünüp araştıran kimseler için ayetler vardır.
-4-
وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاء وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ve fîl ardı kıtaun mutecâvirâtun ve cennâtun min anâbin ve zerun ve nahîlun sınvânun ve gayru sınvânin yuskâ bi mâin vâhid ve nufaddılu badehâ alâ badın fîl ukul inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yakılûn
ve fî el ardı kıtaun | : yeryüzünde, toprak, tarlalar |
mutecâvirâtun | : yan yana, bitişik, birbirine komşu |
ve cennâtun min anabin | : bahçeler, üzüm |
ve zerun ve nahılun | : ekin, ürün ve hurma |
Sınvanun | : dal, budak, benzer, |
ve gayru sınvânin | : başka, dal, benzemez, ikiz |
Yuskâ bi main vahid | : sulanır, su, tek, bir |
ve nufaddılu | : fazilet, değer, lütuf, |
bade ha ala badın | : bazısı, bazısına, birbirleri, |
fî el ukuli | : beslenme, yenmesinde, lezzet bakımından |
İnne fî zâlike | : muhakkak, işte bunlarda vardır, |
le ayatun | : elbette, ayet, delil, işaret |
li kavmin yakılun | : kavim, kimse, topluluk, akıl edenler, düşünen |
4- Yan yana tarlalarda üzüm, ekin, hurma, birbirlerine benzeyen ve benzemeyen bahçeler vardır. Hepsi bir su ile sulanırlar. Onlarda beslenme bakımından bazısının bazısından farklı değerleri vardır. Muhakkak işte bunların içinde akleden kimseler için elbette işaretler vardır.
-5-
وَإِن تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الأَغْلاَلُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدونَ
Ve in taceb fe acebun kavluhum e izâ kunnâ turâben e innâ le fî halkın cedîd ulâikellezîne keferû bi rabbihim ve ulâikel aglâlu fî anâkıhim ve ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
ve in taceb | : eğer, merak, acayip, ilginç, şaşkınlık, değişik, |
Fe acebun | : merak, ilginç, acayip, şaşkınlık, değişik, |
kavlu hum | : sözleri, konuşmaları, onlar |
e izâ kunnâ turaben | : biz olduktan sonra, toprak |
e innâ le fi halkın | : biz mi, halkiyet içinde, var oluş, yaratılmak, |
cedidin | : yeni, ilk olarak, |
Ulaike ellezine keferû | : işte onlar, hakikatleri görmeyip örtenler |
bi rabbi-him | : Rab’lerini, vücudlandıran, |
ve ulâike el aglâlu | : işte bu, halka, pranga, cehalete bağlanan |
fî anâkı him | : boyun, yönelmek, gitmek, bildiğini yöne dönen |
ve ulâike ashabu | : işte bunlar, sahipler, ehli, o hallere sahip olan, |
el nar | : ateş, yakıp yakıcılık |
hum fî-hâ halidun | : onlar orada, devamlı, ebedi |
5- Eğer şaşkınlıksa, onlar sözleriyle bir şaşkınlıktadırlar. Biz toprak olduktan sonra yeni bir halkoluş içinde mi olacağız, derler. İşte onlar kendilerini vücudlandıranın hakikatlerini görmemezlikten gelip örtenlerdir ve işte onlar kendi cehaletlerine bağlanıp gidenlerdir ve işte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hallerle hareket ederler.
-6-
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Ve yestacilûneke bis seyyieti kablel haseneti ve kad halet min kablihimul mesulât ve inne rabbeke lezû magfiretin lin nâsi alâ zulmihim ve inne rabbeke le şedîdul ıkâb
ve yestacilûne ke | : acele etme, isteme, sen, |
bi el seyyiet | : kötülük, fena, bozukluk, şer, |
kable el haseneti | : iyilikten önce, güzel işler, yararlı işler |
ve kad halet | : oldu, gelip geçti, |
min kabl him | : onlardan önce |
El mesuletun | : eziyet etmek, işkence, azap, sıkıntı vermek |
ve inne rabb ke | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
le zu magfiret | : elbette, sahip, mağfiret, rahmet, bağışlamak, |
Li el nas | : insanlar için, |
alâ zulmi-him | : zulüm, kötülük, onlar |
ve inne rabb ke | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
le şedidu | : elbette, daha fazla, |
el akabe | : zorlanma, zorluk, müşkil, darbe, vurmak, |
6- İşte o halde olanlar; senden öncelikle güzel şeyleri isteyecekleri yerde, fenalıkları istemede acele ederler. Onlardan önce gelip geçenlerin de sıkıntıları vardı. Muhakkak ki Rabbin, zulme uğrayan insanlar için elbette mağfiret sahibidir ve muhakkak ki Rabbin, elbette zorlu müşkillerde kalanlara mağfiret eder.
-7-
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْلآ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ إِنَّمَا أَنتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ
Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd
ve yekûlu ellezine keferu | : derler, söylerler, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
lev lâ unzile aleyhi | : olmaz mıydı? Olsaydı, indirildi, ona |
Ayetin min rabbi-hi | : ayet, işaret, delil, Rabbinden |
İnnemâ ente munzirin | : sadece, yalnız, sen, hakikatleri açıklayan uyaran |
ve li kulli kavmin | : bütün kavim için, kimseler için, topluluklar, |
hadin | : yol gösteren, kılavuz, |
7- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler: Onun üzerinde Rabbinden bir işaret olsaydı ya, derler. Muhakkak ki sen hakikatleri açıklayıp uyaransın ve bütün topluluklar için yol gösterensin.
-8-
اللّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِندَهُ بِمِقْدَارٍ
Allâhu yalemu mâ tahmilu kullu unsâ ve mâ tegîdul erhâmu ve mâ tezdâd ve kullu şeyin indehu bi mıkdâr
Allâh yalemu | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
Ma tahmilu | : ne, değil, şey, taşımak, taşıdığı şey, yüklendiği şey, |
kullu unsa | : bütün, hepsi, diş, kadın, ünsiyet, bütün dişiler |
ve ma tegidu | : ne, değil, şey, azalır, kısa süre, |
el erhâmu | : rahimler, yakınlık, akraba, rahmet, |
ve ma tezdâdu | : ne, değil, şey, artırır, uzatır, uzundur, geç olma |
ve kullu şeyin | : bütün her şey, her şey |
inde-hu bi mukdarin | : onun katında, yanında, ölçü, miktar, belirlenmiş |
8- Allah, bütün dişilerin taşıdığı şeylerdeki ilmin sahibidir. Canlıların rahimlerindeki gebelik süreleri kiminde kısadır, kiminde uzundur ve O’nun katından bütün her şey bir ölçü iledir.
-9-
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِ
Âlimul gaybi veş şehâdetil kebîrul muteâl
Âlimu | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, bilen, |
el gayb | : görünmeyen, bilinmeyen |
ve el şehâdetil | : görülen, bilinen, |
Kebîru | : varlığın nitelikleri ile yüce, büyük, nitelikleriyle |
el muteali | : sonsuz ilmiyle yüce olan, |
9- Görünen ve görünmeyen bütün her şeydeki ilmin sahibidir. Nitelikleriyle yüce olandır, sonsuz ilmiyle yüce olandır.
-10-
سَوَاء مِّنكُم مَّنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَن جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ
Sevâun minkum men eserrel kavle ve men cehere bihî ve men huve mustahfin bil leyli ve sâribun bin nehâr
Sevâun min kum | : doğru, ister, apaçık, durum, adil, birdir, eşittir, sizden |
men esere el kavl | : kim, gizli, saklı, sır, söz, söyleme |
ve men cehere bihi | : kim, kimse, yüksek sesli, alenen, açıkça, onu |
ve men huve | : kimse, kim, o |
Mustahfin | : gizlenen, bilmeme, bilmeden hareket eden, |
bi el leyli | : geceleyin, gaflet içinde, karanlık, |
ve sâribun | : ileri giden, dolaşan, gezen, arayan, hakikatleri araştıran |
bi el nehar | : gündüz, aydınlık, aydınlanmış |
10- Sizden kimi sözleri gizler ve kimi onu açıkça söyler. Kimi de bir gaflet içinde hakikatleri bilmeden hareket eder ve kimi de hakikatleri araştırıp bir aydınlanma içinde ileri gider.
-11-
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِّن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلاَ مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَالٍ
Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde leh ve mâ lehum min dûnihî min vâl
Lehu muakkıbetun | : onun, takip, izleme, akıbet, bir işin durumu, sonu |
min beyni yedey-hi | : önlerinde, arasında, güçleri, elleri önünde, güç, o |
ve min halfi hi | : geride, ardında, onun arkasından, |
Yahfezun hu | : muhafaza, koruma, o |
min emri Allâh | : işleyiş, hüküm, Allah |
inne Allâh la yugayiru | : muhakkak Allah, yok, bozmak, değişmez |
Ma bi kavmin | : şey, değil, ne, bir kavim de, kimseler, |
hatta yugayir | : hatta, bozma, değişmek, değişim içinde olan, |
mâ bi enfusi-him | : değil, şey, kendilerinde, nefslerinde, |
Ve iza erâde Allâh | : eğer, ise, olduğunda, irade, dilek, Allah |
bi kavmin suen | : kavim, kimse, topluluk, kötülük, fenalık, sıkıntı, |
fe lâ meredde lehu | : artık, yok, hayırla ilgisi olmayan, ret, kötülük, onu |
ve mâ lehum | : değil, yok, onlar |
min dûni-hî | : ondan başka, ona ait, |
Min ve el | : bir güç, koruyan, dost, yardım, malik, |
11- Önlerinde ve arkalarında var olan O gücü anlamak için bakanlar, işleyişin Allah’a ait olduğunu anlayanlar, hakikatlerle korunurlar. Muhakkak ki bir kavim; Allah’ın hakikatlerini anlamada bir değişim içinde olmazsa, hatta onlar bu hakikatlerle kendilerini geliştiremezlerse ve iradenin Allah’a ait olduğunu bilemezlerse, kötülüklerde olan bir kavim olurlar. Bundan sonra onların hayırla bir ilgisi olmaz ve onlar O’nun dostluğunu da anlayacak değillerdir.
-12-
هُوَ الَّذِي يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ
Huveellezî yurîkumul berka havfen ve tamean ve yunşius sehâbes sikâl
Huve ellezi yuri kum | : o, ki o, gösterme, görür, size gösteren |
el berka | : şimşek, hayret verici, dehşet, |
havfen | : korku, çekinme, |
ve tamaan | : ümit, umut, sevindirmek, |
ve yunşiu | : inşa eden, düzenleyen, oluşturan, taşıyan |
el sehâbe el sikale | : bulutlar, karanlık, ağır, yüklü, |
12- Ki O’dur size hayret verici şeyleri gösteren ve size umut veren ve yüklü bulutları oluşturup taşıyan.
-13-
وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلاَئِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَن يَشَاء وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ
Ve yusebbihur radu bi hamdihî vel melâiketu min hîfetih ve yursilus savâıka fe yusîbu bihâ men yeşâu ve hum yucâdilûne fillâh ve huve şedîdul mihâl
ve yusebbi hu | : tesbih, her şey onunla var, tecelliler, o, |
el rad | : ilahi ses, tüm sesler, terennüm, gök gürültüsü, red, |
bi Hamdi hi | : ile, hamd, varlıktaki tüm nitelikler, sıfatlar, tecelli, o, |
ve el melaiket | : güç, kuvve, kuvvet, |
min hifeti hi | : korkutan, saygı, ona bağlı, onun |
ve yursilu | : sunar, gönderir, |
el savaıka | : şimşekten hızlı, hızlı, |
fe yusîbu biha | : böylece isabet eden, hedefe varan, onu, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ve hum yucadilun fî Allâh | : onlar, mücadele, gayret, çalışmak, cedel, Allah |
ve huve şedid | : O, kuvvetli, daha fazla, şiddetli, |
el mihal | : kuvvet, azap, dayanılmaz, sımsıkı tutan |
13- Tüm sesler O’nun tesbihatıdır. Tüm varlıktaki niteliklerin sahibi O’dur ve bütün kuvveler O’na bağlıdır. Böylece O’nu anlamayı isteyen kimseye şimşekten hızlı hakikatler sunulur ve onlar, Allah’ı anlamak için gayret gösterenlerdir, tüm varlığı sımsıkı tutan, tüm varlıktaki kuvvetin O olduğunu bilenlerdir.
-14-
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لاَ يَسْتَجِيبُونَ لَهُم بِشَيْءٍ إِلاَّ كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ إِلَى الْمَاء لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ وَمَا دُعَاء الْكَافِرِينَ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ
Lehu davetul hakk vellezîne yed’ûne min dûnihî lâ yestecîbûne lehum bi şeyin illâ kebâsitı keffeyhi ilâl mâi li yebluga fâhu ve mâ huve bi bâligıhî ve mâ duâul kâfirîne illâ fî dalâl
Lehu davetu | : ona, davet, çağrı, |
el hakk | : hakk, hakikatler, gerçek, doğru, |
ve ellezîne yedune | : o kimseler, yönelme, dua, isteme, |
minduni hi | : ondan başkasına |
lâ yestecîbûne lehum | : yok, etmeyin, icabet, onlara, |
bi şey | : bir şey, eşya, suret, varlık, |
İlla ke bâsit keffey hi | : ancak, açan gibidir, avucunu, ağzını açmak, |
ila el mai | : suya, su |
Li yebluge fâ-hu | : erişmesi için, onun ağzına |
ve mâ huve bi baligı hi | : o değildir, ile, bir, ona erişen, onu anlayan, |
ve ma duâu | : şey, ne, değil, yönelme, dua, istek, davet, çağrı, |
el kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, |
İllâ fi dalalin | : ancak, sadece, dalalet, sapma, hakikatlerden sapma |
14- O’nun daveti hakikatleredir. O’nu bırakıp ta zanna dayalı şeylere yönelen kimselere, hakikatlerden bir şey aramak için icabet etmeyin. Onların durumu; ağzına su gelsin diye bekleyip duran gibidir. Onlar o hakikatleri anlayacak değildirler. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin yöneldikleri şeyler, sadece hakikatlerden sapmaktan başka bir şey değildir.
-15-
وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلالُهُم بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ
Ve lillâhi yescudu men fis semâvâti vel ardı tavan ve kerhen ve zilâluhum bil guduvvi vel âsâl
ve li Allâh yescudu | : Allah’a, secde eder, teslimdir, birlik halinde |
men fî el semâvât ve el ard | : kim, ne, sema, gök ve yerde, yeryüzü |
Tavan ve kerhen | : istese de ve istemese de |
ve zilâlu-hum | : onların gölgeleri |
bi el guduvvi ve el asal | : sabah ve akşam, hiç durmadan |
15- Göklerde ve yerde olan ne varsa, istese de ve istemese de ve onların gölgeleri dahil, sabah, akşam hiç durmadan Allah’a secde ederler.
-16-
قُلْ مَن رَّبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُلِ اللّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُم مِّن دُونِهِ أَوْلِيَاء لاَ يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء خَلَقُواْ كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Kul men rabbus semâvâti vel ard kulillâh kul e fettehaztum min dûnihî evliyâe lâ yemlikûne li enfusihim nef’an ve lâ darrâ kul hel yestevil amâ vel basîru em hel testevîz zulumâtu ven nûr em cealû lillâhi şurekâe halakû ke halkıhî fe teşâbehel halku aleyhim kulillâhu hâliku kulli şeyin ve huvel vâhidul kahhâr
Kul men rabbu | : de, söyle, kim, rabbi, vücudlandıran, düzenleyen |
el semâvâti ve el ard | : gökler, semalar ve yeryüzü |
kul Allâh | : de, söyle, Allah |
Kul e fettehaztum | : söyle, edindiniz, zanna dayalı şeyler, |
min dûni hi evliyae | : ondan başka, dostlar, evliyalar, |
lâ yemlikûne | : yapamaz, gücü yetmez, malik değil, |
li enfusi him | : kendilerine ait |
Nefan ve lâ darren | : fayda, yarar ve yok, koruması, zarar, oda |
Kul hel yestevi | : söyle, anlat, bir olur mu, aynımıdır, |
el ama | : hakikat körü, hakikatleri görmeyen, kör, |
ve el basîru | : gören, basiret sahibi, görüp anlayan |
em hel testevi | : hiç bir olur mu, aynı mıdır? |
el zulumâtu | : karanlıklar, gaflet, cehaletin karanlığında olan |
ve el nur | : aydınlıkta olan, aydınlıkta giden, |
em cealu li Allah | : yoksa, ya da, yapmak, kılmak, Allah |
şurekae | : ortak koşma, ortaklar, |
halak ke halkı hi | : halketme, gibi, yaratma, var etmek, yaratılmış, onun |
Fe teşabehe | : böylece, benzetme, benzer, |
el halk aleyhim | : halkoluş, yaratma, onlara |
kul Allâh haliku | : söyle, de, Allah, halkeden, yaratan, |
kulli şeyin | : bütün her şeyi |
ve huve el vahid | : o, bir, tek, |
el kahhar | : mutlak galip olan, her şeye hakim olan, sımsıkı tutan |
16- De ki: Gökleri ve yeri düzenleyen kimdir? De ki: Allah’tır. De ki: Kendine ait bir gücü olmayan, bir faydası ve koruyuculuğu da olmayan zanna dayalı şeylere yönelip O’ndan başka evliya mı edinirsiniz? De ki: Hakikati görmeyenle, hakikati gören hiç bir olabilir mi? Ya da cehaletin karanlığında giden ile hakikatlerin aydınlığında giden bir olabilir mi? Yoksa Allah’a ortak koştukları şeyler O’nun halkettiği gibi bir şey mi halketmiş, kendilerinin yaratılışına benzer bir şey mi yaratmış. De ki: Allah bütün her şeyi halkedendir ve O birdir, her şeydeki hâkimiyet O’nundur.
-17-
أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَسَالَتْ أَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَدًا رَّابِيًا وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَاء حِلْيَةٍ أَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِّثْلُهُ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللّهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ فَأَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَاء وَأَمَّا مَا يَنفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الأَرْضِ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ
Enzele mines semâi mâen fe sâlet evdiyetun bi kaderihâ fahtemeles seylu zebeden râbiyâ ve mimmâ yûkıdûne aleyhi fîn nâribtigâe hılyetin ev metâın zebedun misluh kezâlike yadribullâhul hakka vel bâtıl fe emmez zebedu fe yezhebu cufâ ve emmâ mâ yenfaun nâse fe yemkusufîl ard kezâlike yadrıbullâhul emsâl
Enzele min el semai | : indirdi, sundu, açığa çıkardı, gökten, ulvi âlem, |
maen | : su, ilim, |
fe sâlet | : böylece, akar, gider, sorgulamak, araştırmak, |
evdiyetun | : vadiler, yol, tarz, sistem |
bi kaderi-hâ | : miktarınca, miktar, bir ölçü ile |
fe ihtemele el seylu | : dayandı, katlandı, götürdü, taşıdı, sel, akmak |
Zebeden | : köpük, boş laf, , |
râbiyen | : kabaran, üste çıkan, büyüklenen, |
ve mimmâ yukudune aleyhi | : şeyden, nesneler, yanma, onların üzerinde |
fî en nâri ibtigae | : ateş içinde, yakıp yıkıcı hallerde, isteme, |
hılyetin | : sıfatlar, süs, güzel yüz |
Ev metaın zebedun | : veya, eşya, çıkar peşinde, köpük, boş laf, |
mislu hu | : onun gibi, benzer, |
Kezalike yadribu Allâh | : işte, vurgu, örnek, Allah |
El hakk | : hak, gerçek, hakikat |
ve el bâtıle | : batıl, boş şeyler, temelsiz, asılsız şeyler, uydurma, |
fe emme el zebedu | : ama, fakat, köpük, boş laf, saçma, |
Fe yezhebu cufâen | : böylece, fakat, gider, bozuk, çözülüp dağılarak |
ve emmâ ma yenfau | : ama, fakat, şey, ne değil, fayda, yarar |
el nas | : insanlar, |
fe yemkusu | : böylece, durur, kalır, |
fi el ard | : yeryüzünde |
Kezalik yadrıbu Allah | : işte, vurgular, örnek verir, Allah, |
el emsal | : misal, benzer, açıklama |
17- Bir Ulviyet içinde ilmi sunduk. Ondaki ölçüyle hakikatleri anlamak için, bir yol izleyerek araştırma içinde olsunlar. Fakat kendilerini bir büyüklükte görenler, boş laflarla akıp giderler. Onların üzerlerinde bir yakıcılık, içlerinde ateş vardır, süslü halleri isterler, ya da boş laflarla veya buna benzer şeylerle çıkar peşinde olurlar. İşte gerçekleri ve boş şeyleri Allah böyle vurgular. Böylece boş laflar içinde olanlar, bir yozlaşma içinde kaybolup giderler. Fakat insanlara faydalı şeyler peşinde olanlar, yeryüzünde bir kalıcılık içinde olurlar. İşte Allah misallerle hakikatleri vurgular.
-18-
لِلَّذِينَ اسْتَجَابُواْ لِرَبِّهِمُ الْحُسْنَى وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُواْ لَهُ لَوْ أَنَّ لَهُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لاَفْتَدَوْاْ بِهِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
Lillezînestecâbû li rabbihimul husnâ vellezîne lem yestecibû lehu lev enne lehum mâ fîl ardı cemîan ve mislehu meahu leftedev bih ulâike lehum sûul hısâbi ve mevâhum cehennem ve bisel mihâd
Lillezîne estecâbû | : icabet edenler, uyan, kabul eden |
li rabbi-him | : Rab, rabbin hakikatleri, vücudlandıran, |
el husna | : güzel, yararlı iş yapan |
ve ellezine | : o kimseler, |
Ve ellezine lem yestecibu lehu | : icabet etmezler, uymazlar, ona |
lev enne lehum | : şayet, gerçekten olsaydı, onlar, |
Ma fi el ard cemîan | : yeryüzünde ne varsa, birliği, tümü, hepsi |
ve misle-hu mea hu | : benzer, onun kadar, beraber, birlikte, o, hak |
la iftedev bihi | : yok, bedel, kefaret, verip kurtulma, ona |
Ulaike lehum sûu | : işte onlar, onlar, kötü, zararlı, fena haller, |
el hısâbi | : hesap, zannetme, kendi düşüncesi |
ve mevâ hum | : barınak, bulundukları yer, halleri, onlar |
cehennem | : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller |
ve bise el mihâdu | : ne kötü, yer, bulundukları hal, yatak, döşek |
18- Kendilerini vücudlandırana icabet edenler için güzellikler vardır. O’na icabet etmeyen kimseler ise, yeryüzünde olanların tümü onların olsa, misli kadarını da isterler. Onlar hakka icabet etmeyip kurtulamayanlardır. İşte onlar kötü bir hesabın içindedirler. Onların halleri cehaletin cehennemidir ve bulundukların hal ne kötüdür.
-19-
أَفَمَن يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
E fe men ya’lemu ennemâ unzile ileyke min rabbikel hakku ke men huve amâ innemâ yetezekkeru ûlul elbâb
E fe men yalemu | : gibi midir, bilen kimse, ilmin sahibini bilen |
Ennemâ unzile ileyke | : ancak, olduğunu, şüphesiz, sunulan, indirilen, size, sana |
min rabbi ke | : Rabbinden, vücudlandıran, |
el hakk | : hak, hakikatler, gerçek, tecelli, |
Ke men huve ama | : gibi, kimse, kim, o, kör, hakikatleri göremeyen |
İnnema yetezekkeru | : ancak, tezekkür, hakikatleri anlayıp o hâl üzere bakmak |
ûlu el elbâbi | : yüce akıl sahipleri, hakk üzere aklını işleten |
19- Rabbinden sunulan hakikatleri kendinde bulup, anlayıp bilen kimse, hakikatleri anlayamayan göremeyen kimse gibi midir? Ancak hakk üzere aklını işletenler, hakikatleri anlayıp o hâl ile bu âleme bakarlar.
-20-
الَّذِينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَلاَ يِنقُضُونَ الْمِيثَاقَ
Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk
Ellezîne yufune | : o kimseler, yerine getirme, uyma, |
bi ahd Allah | : söz, Allah |
ve lâ yenkudûne | : bozmazlar, ayrılmazlar |
el misaka | : sözleşme, misaklarını, söz vermek, |
20- O kimseler; Allah’a verdikleri sözleri yerine getirenlerdir ve verdikleri sözleri bozmayanlardır.
-21-
وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الحِسَابِ
Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb
ve ellezîne yasılune | : o kimseler, varmak, ulaşmak, anlarlar |
mâ emr Allâh | : şey, ne, değil, işleyiş, hüküm, Allah, |
bihi en yusale | : ona, varmak, ulaşmak, anlamak, |
ve yahşevne | : saygı, huşu, |
rabbe hum | : rabbi, terbiye, onlar, kendilerini vücudlandıran, |
ve yehâfûne | : korkarlar, çekinirler, |
sue el hisab | : kötü haller, fenalar, hesap, kötü düşünce |
21- O kimseler; varlığın işleyişinin ne olduğunu anlarlar, onu anlamakla Allah’ı anlarlar. Onlar kendilerini vücudlandırana saygı duyarlar ve onlar kötü düşüncelerden çekinirler.
-22-
وَالَّذِينَ صَبَرُواْ ابْتِغَاء وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَأَنفَقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً وَيَدْرَؤُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ
Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ rezaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedreûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr
ve ellezîne saberu | : o kimseler, sabretme, |
ibtigae | : isteme, maksat, gaye, arzu, |
vechi | : yüz, gerçek, tanımak, Zat, |
rabbi-him | : Rab, vücudlandıran, şekillendiren, onlar |
ve ekâmû es salâte | : her an salât üzere olmak, hakka bağlılık |
ve enfekû | : infak ettiler, verdiler, |
Mimma rezaknâ-hum | : şeyler, nesne, onları rızıklandırdık |
Sırren ve alâniyeten | : gizli ve açık olarak, aleni |
ve yedreûne | : karşılık verirler, önlerler, giderirler, savarlar |
bi el haseneti | : ile, iyilikler, |
el seyyiete | : kötülükler, fenalıklar, |
Ulâike lehum ukbe | : işte onlar, nöbet, gözeten, |
el dar | : yurt, ev, bulunduğu yer, korunak |
22- O kimseler; kendilerini vücudlandıranın gerçeklerini anlatmayı arzu ederler, sabırlıdırlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler. Onlar verdiğimiz rızıklardan gizli veya açık olarak infak ederler. Kötülükleri iyiliklerle önlerler. İşte onlar bulundukları yeri koruyup gözetenlerdir.
-23-
جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالمَلاَئِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِم مِّن كُلِّ بَابٍ
Cennâtu adnin yedhulûnehâ ve men salaha min âbâihim ve ezvâcihim ve zurriyyâtihim vel melâiketu yedhulûne aleyhim min kulli bâb
Cennâtu adn | : huzur, adn, tecellileri zevk eden, |
yedhulune ha | : dahil olma, ona |
ve men salaha | : kim, kimse, düzelme, iyileşme, barış ehli olma, |
min abai him | : ataları, onlar |
ve ezvac him | : aynı yolda olan, eşlik eden, tür, birlik, onlar |
ve zurriyyâti-him | : zürriyet, nesil, neslinden gelenler, onlar |
ve el melâiketu | : kuvveler, güç, kuvvet sahibi, |
yedhulune | : girme, dahil olma, girmek, karışmak, |
Aleyhim min kulli | : onlara, hepsi, bütün hepsi, |
babin | : kapı, kısım, mevzu, bölüm |
23- Tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzuru içindedirler. Onların ataları da temizlenmiş kimselerdi. Onlarla aynı yolda olanlar da ve onların neslinden gelmiş olanlar da ve onların hepsi hakikatlerin kapılarından geçip, gücün sahibine dâhil olmuşlardır.
-24-
سَلاَمٌ عَلَيْكُم بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ
Selâmun aleykum bi mâ sabertum fe nime ukbed dâr
Selâmun aleykum | : barış sizin üzerinizedir, selamet, |
Bima sabertum | : sebebiyle, sabretmeniz, |
Fe nime | : artık, güzel, iyi bir şekilde, |
ukbe el dar | : nöbet, gözeten, yurt, ev, korunak |
24- Sabırlı olmanız sebebiyle selamete ulaşırsınız. Bundan sonra bulunduğunuz yeri güzelce koruyup gözetin.
-25-
وَالَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَآ أَمَرَ اللّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُوْلَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ
Vellezîne yankudûne ahdallâhi min badi mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul lanetu ve lehum sûud dâr
ve ellezîne yankudune | : o kimseler, bozarlar, |
ahde Allâh | : söz verme, ahd, Allah, |
min badi misak hi | : sonra, antlaşma, sözleşme |
ve yaktaûne | : keserler, kopma, ayrılma, anlamaktan uzaklaşmak, |
ma emr Allah | : tüm işleyiş, işleyiş, hüküm, Allah |
Bi hi en yûsale | : ona, varmak, anlamak, ona ulaştırılmak |
ve yufsidûne fi el ard | : bozgunculuk, ikilik, fesat çıkarırlar, yeryüzünde |
Ulaike lehum el lanetu | : işte onlar, rahmetten uzaklaşanlar, lanet |
ve lehum suu | : onlar, kötülük, fenalık, |
el dar | : yurd, oda, ev, kaldıkları yer, bulundukları yer |
25- Allah’a söz verdikten sonra sözlerini bozan o kimseler; Allah’ın tüm varlıktaki işleyişini anlamaktan uzaklaşırlar ve yeryüzünde bozgunculuk içinde olurlar. İşte onlar rahmetten uzaklaşırlar ve onlar bulundukları yerlerde kötülük içindedirler.
-26-
اللّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاء وَيَقَدِرُ وَفَرِحُواْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ مَتَاعٌ
Allâhu yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdir ve ferihû bil hayâtid dunyâ ve mal hayâtud dunyâ fîl âhıreti illâ metâu
Allâh yebsutu | : Allah, genişletir, yayıp döşeyen, |
el rızka | : rızk, nimet, sıfatlar, faydalanmak, ulaşmak, |
li men yeşâu | : isteyen kimseler için, kim isterse, |
ve yakdiru | : takdir eden, ölçü, kudretiyle var eden, |
ve ferih | : sevinme, şımarma, mutluluk, rahat, |
bi el hayât el dunyâ | : dünya hayatı, yaşantılarında, |
ve mâ el hayâtu ed dunyâ | : değil, şey, ne, dünya hayatı değildir |
fî el âhıreti | : sonunda, |
illa metaun | : sadece, ancak, çıkar peşinde olmak, faydalanma |
26- Allah, bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyendir. İsteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve O’nun varoluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak vardır. Mutluluğu dünya hayatının çıkarlarında arayanlar ise, onlar için dünya hayatı sonuna kadar bir çıkar peşinde koşmaktan başka bir şey değildir.
-27-
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّ اللّهَ يُضِلُّ مَن يَشَاء وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ
Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb
ve yekûlu ellezine kefer | : derler, söylerler, hakikatleri örtenler |
lev lâ unzile aleyhi | : olsa olmaz mıydı, indirilen, sunulan, ona, |
ayetun | : işaret, ayet, delil, |
min rabbi-hi | : onun Rabbinden |
Kul inne Allah | : anlat, de ki, elbette, muhakkak, Allah |
Yudilli | : sapar, kendi anlayışına sapar, dalalet |
men yeşâu | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ve yehdî ileyhi | : kılavuz olma, yol bulan, ona, |
men enabe | : kimse, kim, dönen, yönelen |
27- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler derler ki: Onun üzerinde Rabbinden bir işaret olsaydı ya? De ki: Elbette isteyen kimse, Allah’ın hakikatlerini bırakıp dalalete sapar ve isteyen kimse de O’na yönelip, O’na yol bulur.
-28-
الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb
ellezîne âmenû | : o kimseler, iman eden kimseler, inananlar |
ve tatmainnu | : mutmain olur, tatmin olur, emin olmuş, |
kulubu hum | : onların kalpleri, idrakleri, |
bi zikri Allâh | : anmak, anlatmak, Allah |
E la bi zikri Allâh | : öyle değil mi, öyledir, anmak, anlatmak, Allah |
tatmainnu el kulûbu | : tatmin, emin olma, mutmain, kalbler |
28- O’na yönelen o kimseler iman ederler ve onların kalbleri Allah’ı anmakla mutmain olur. Zaten kalbler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.
-29-
الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ
Ellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti tûbâ lehum ve husnu meâb
ellezîne âmenû | : iman eden kimseler, |
ve amilû es sâlihâti | : salih amel, hak yolunda dosdoğru çalışma |
Tûbâ lehum | : güzellik, iyilik, hoşluk, onlar |
Ve husnu | : güzel olan, hayırlı olan, iyi olan, |
meabin lehum | : dönüş, yolculuk, dönme yeri, onlar |
29- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar; onlar hep iyi şeyler peşindedirler ve onlar iyilik, güzellik yolunda giderler.
-30-
كَذَلِكَ أَرْسَلْنَاكَ فِي أُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهَا أُمَمٌ لِّتَتْلُوَ عَلَيْهِمُ الَّذِيَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمَنِ قُلْ هُوَ رَبِّي لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ مَتَابِ
Kezâlike erselnâke fî ummetin kad halet min kablihâ umemun li tetluve aleyhimullezî evhaynâ ileyke ve hum yekfurûne bir rahmân kul huve rabbî lâ ilâhe illâ hû aleyhi tevekkeltu ve ileyhi metâb
Kezâlike ersel na ke | : işte, açığa çıkmak, irsal, biz, hakikatimiz, sen |
fi ummet | : içine, ümmet, topluluk, kimseler için, |
Kad halet min kabliha | : oldu, gelip geçti, ondan önce, |
umem | : ümmet, atalarının inancında olan, anne baba |
li tetluve aleyhim | : okuman için, ders, anlatmak, açıkla, onlara |
Ellezi evhayna ileyke | : vahyettik, bildirdik, ulaştırdık, haydan gelen, sen |
ve hum yekfurûn | : onlar, hakikatleri örterler, |
bi el rahman | : nuruyla her yeri saran, sıfatlarıyla saran, idare eden |
Kul huve rabbi | : de, söyle, anlat, o, rabbimdir, |
lâ ilâhe illa huve | : ilah yoktur, o vardır |
Aleyhi tevekkeltu | : ona tevekkül ettim, varlığın sahibini bilip teslim olma |
ve ileyhi metabi | : ona, döndüm, tabi oldum, her an bağlı olmak, |
30- İşte sen; kendilerinden önceki atalarının inançlarının yolundan gidenlere, hakikatlerimizi anlatmak için açığa çıktın. Sen ulaştığın hakikatlerimizi onlara açıkla ve onlar bütün mahlûkatı idare edeni görmemezlikten geliyorlar. De ki: O beni vücudlandırandır, ilah yoktur, O vardır. Tüm varlığın sahibinin O olduğunu bilip teslim oldum ve her an O’na bağlı olduğumu anladım.
-31-
وَلَوْ أَنَّ قُرْآنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الأَرْضُ أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى بَل لِّلّهِ الأَمْرُ جَمِيعًا أَفَلَمْ يَيْأَسِ الَّذِينَ آمَنُواْ أَن لَّوْ يَشَاء اللّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا وَلاَ يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُواْ تُصِيبُهُم بِمَا صَنَعُواْ قَارِعَةٌ أَوْ تَحُلُّ قَرِيبًا مِّن دَارِهِمْ حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ
Ve lev enne kurânen suyyiret bihil cibâlu ev kuttıat bihil ardu ev kullime bihil mevtâ bel lillâhil emru cemîâ e fe lem yeyesillezîne âmenû en lev yeşâullâhu le heden nâse cemîâ ve lâ yezâlullezîne keferû tusîbuhum bi mâ sanaû kâriatun ev tehullu karîben min dârihim hattâ yetiye vadullâh innallâhe lâ yuhliful mîâd
ve lev enne | : olsa da, öylemi olsaydı, eğer olsaydı, |
kuranen | : kuran, okunan şey, hakikatler, kâinat kitabı, |
Suyyiret bihi el cibalu | : seyr, yürüttü, gitti, dağları yürüten, büyük olan |
Ev kuttıat bihi el ard | : veya, yarıldı, kesmek, parçalandı, onda, yeryüzü |
Ev kullime bihi | : veya, kelime, konuşturuldu, onunla, |
el mevta | : nutfe, ölüm, idraksizlik, |
Bel li Allâh | : bilakis, Allah’a ait, |
el emr cemian | : işleyiş, bütün işler, hüküm, bütün varlıktaki işleyiş |
e fe lem yeyesi | : değil mi, hala olmadı mı, karamsar, umutsuz, üzüntü |
ellezîne âmenû | : iman edenler |
En lev yeşâu Allâh | : eğer, olması, ise, isteme, ister, Allah |
le hede | : elbette, yol gösterme, kılavuz, |
el nâse cemian | : insanlar, bütün insanlar, hepsi, birlik |
ve la yezalu | : yok, zail olma, ortadan kalkma, |
ellezîne keferû | : hakikatler görmemezlikten gelenler, örtenler |
tusîbu-hum | : isabet etme, dokunma, değme, onlar |
Bima sanau kâriatun | : sebebiyle, yaptılar, şiddetli darbe, büyük sıkıntı |
Ev tehellu karibe | : veya, girmek, gelmek, yakınları, akrabaları, |
min dâri him | : yurt, ev, onlar |
Hatta yetiye | : ta ki, oluncaya kadar, gelir, |
vadu Allâh | : açığa çıkan, meydana gelen, söz, Allah |
İnne Allah la yuhlifu | : muhakkak, Allah, sonu yok, ardı, halef, varis, |
el miad | : gelecek, müddet, zamanı sonsuz, |
31- Okunan şeyler, dağları yürüten ya da yeryüzünü delen ya da ölüleri konuşturan sözler mi olsaydı? Bilakis bütün varlıktaki işleyişin Allah’a ait olduğunu anlamak, çaresizlikten kurtulmak değil midir? İman edenler eğer Allah’ı anlatmada istekli olsalardı, bütün insanlar elbette O’na yol bulurlardı. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin yaptıkları şeyler sebebiyle onlardan büyük sıkıntılar kaybolmaz. Hatta bulundukları yerlerde yakınlarını da sıkıntılara sokarlar. Allah’ın sözlerini anlayıncaya kadar bu hallerde kalırlar. Muhakkak ki Allah’ın halefi yoktur, zamanı sonsuzdur.
-32-
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ فَأَمْلَيْتُ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ
Ve lekadistuhzie bi rusulin min kablike fe emleytu lillezîne keferû summe ehaztuhum fe keyfe kâne ıkâb
ve lekad istuhzie | : andolsun ki, gerçekten, alay edildi, önemsenmedi, |
Bi resul min kabli-ke | : resuller, hakikatleri gösteren, senden önce |
Fe emleytu | : fakat, yinede, oysa, mühlet, zaman, |
li ellezi keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler, |
Summe ehaztu-hum | : sonra, sarılmak, kuşatmak, o hallere sarılmak, onlar |
Fe keyfe kane | : böylece, halleri, nasıl, oldu, |
akabe | : sıkıntı, zorluk, müşkül, |
32- Gerçek olan şu ki; senden önce de hakikatleri gösterenleri alaya almışlardı. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin hakikatleri anlamaya mühletleri vardı. Fakat onlar cehaletlerine sarılıp Bizi anlayamadılar. Böylece halleri zorluklarda kalmak oldu.
-33-
أَفَمَنْ هُوَ قَآئِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي الأَرْضِ أَم بِظَاهِرٍ مِّنَ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ مَكْرُهُمْ وَصُدُّواْ عَنِ السَّبِيلِ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
E fe men huve kâimun alâ kulli nefsin bi mâ kesebet, ve cealû lillâhi şurekâ kul semmûhum em tunebbiûnehu bi mâ lâ ya’lemu fîl ardı em bi zâhirin minel kavl bel zuyyine lillezîne keferû mekruhum ve suddû anis sebîl ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd
e fe men huve | : o değil midir, artık, kim, kimdir, o, |
kaimun | : var olan, ayakta, mevcut, kaim olan, sürüp giden, |
Alâ kulli nefsin | : üzerine, hepsi, bütün nefs, canlar, kendisi, beden, |
bima kesebet | : kazandığı şeyler, yaptıkları, edindikleri, meslekleri |
ve cealû li Allah | : kıldılar, yapmak, eylemek, Allah, |
şurekae | : ortaklar, |
Kul semmû-hum | : anlat, zehir, öldüren, sıkıntı, isimler, onlar |
em tunebbiûne-hu | : yoksa, haber mi veriyorsunuz, bildirmek, o |
bi mâ la yalemu fi el ard | : şeyi, bilmiyor, yeryüzünde |
Em bi zâhirin | : yada, zahir olan, apaçık olan, açıklayan, |
min el kavli | : sözler, bir söz, konuşulan söz, hakikat, |
Bel zuyyine | : bilakis, fakat, süslü, gurur, bencil |
li ellezîne keferu | : hakikatleri örtenler, |
mekr hum | : hile, çare, tuzak, sinsilik, şeytani hal, karanlık |
ve suddu an | : çevirmek, dönmek, kapatmak, |
es sebîli | : hakkın yolu, yol |
ve men yudlili Allâh | : kim, saparsa, kendi cehaletine dönerse, Allah |
fe mâ lehu min hadin | : artık onun için yoktur, yol gösteren |
33- Bütün bedenleri ayakta tutan, diri olan, kazandığınız şeylerin sahibi olan O değil midir? Allah’a karşı ortaklar ediniyorlar. De ki: Onlar sizin için zehirdir. Yeryüzünde bilmediğiniz şeyler hakkında onlar size bir haber verebilir mi? Ya da apaçık bir söz söyleyebilir mi? Bilakis hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler; bencillik, gurur içinde oldular, onlar şeytani hallerde kaldılar ve hakkın yolundan da döndüler. Kim Allah’ın hakikatlerinden saparsa, artık ona bir yol gösteren olmaz.
-34-
لَّهُمْ عَذَابٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الآخِرَةِ أَشَقُّ وَمَا لَهُم مِّنَ اللّهِ مِن وَاقٍ
Lehum azâbun fîl hayâtid dunyâ ve le azâbul âhıreti eşakk ve mâ lehum minallâhi min vâk
Lehum azaban | : onlar için vardır, azap, sıkıntı |
fîl hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamlarında |
ve le azâb el âhıret | : elbette, azap, sıkıntı, sonunda, |
eşakk | : zorlu, güç, ayrılık, ikilik, |
ve mâ lehum | : onlar için yoktur |
min Allâh min vakın | : Allah’ın, bir koruyucuyu, dost, |
34- Onların yaşamları sıkıntılıdır ve sonlarındaki sıkıntılar daha zorludur ve onlar Allah’ın koruyuculuğunu da anlayacak değillerdir.
-35-
مَّثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ أُكُلُهَا دَآئِمٌ وِظِلُّهَا تِلْكَ عُقْبَى الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّعُقْبَى الْكَافِرِينَ النَّارُ
Meselul cennetilletî vuidel muttekûn tecrî min tahtihel enhâr ukuluhâ dâimun ve zilluhâ, tilke ukbellezînettekav ve ukbel kâfirînen nâr
meselu | : durumu, misal, gibi, şudur, budur |
el cenneti elletî | : cennet, huzur, ki o |
vuide | : vaat edilen, söz edilen, anlatılan, bahsedilen, |
el muttekûne | : fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan, takva |
Tercî min tahti ha | : akar, vardır, makamlarında, |
el enhar | : nehir, ilim, akıp giden |
ukulu-hâ | : beslenmek, faydalanmak, yemek, ondan, |
daımun | : devamlı, daimi |
ve zillu ha tilke | : gölge, rahatlık, onun gölgesi, huzuru, işte bu |
ukbâ | : sonu, akıbeti, en sonunda |
ellezîne ittekav | : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar |
ve ukbâ | : son, sonu, akıbet, en sonunda, |
el kâfirîne | : görmemezlikten gelenler, hakikatleri örtenler, |
el nar | : ateş, yakıp yıkıcı haller, |
35- Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlara söz edilen huzur şudur: Onlar makamlarında bir ilim üzeredirler, daima o ilimden faydalanırlar. Fenalardan sakınan, ortak koşmayanların sonu; O’nun gölgesinde olmaktır. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin sonu ise ateştir.
-36-
وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَفْرَحُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمِنَ الأَحْزَابِ مَن يُنكِرُ بَعْضَهُ قُلْ إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللّهَ وَلا أُشْرِكَ بِهِ إِلَيْهِ أَدْعُو وَإِلَيْهِ مَآبِ
Vellezîne âteynâhumul kitâbe yefrehûne bimâ unzile ileyke ve minel ahzâbi men yunkiru badah kul innemâ umirtu en abudallâhe ve lâ uşrike bih ileyhi edû ve ileyhi meâb
ve ellezîne ateynahum | : o kimseler, verdik, sunduk, onlar |
el kitab | : hakikatler, varlık kitabı, yazılı olanlar, |
Yefrehune | : mutlu olma, sevinme, |
bimâ unzile ileyke | : sunulan şey, indirilen, verilen, size |
ve min el ahzâbi | : taraftarlardan, guruplardan, hiziplerden |
men yunkiru bada hu | : kim, kimse, inkar eden, kısım, bazıları, bir kısmı |
Kul innemâ emr tu | : söyle, sadece, işleyiş, hüküm, emir, ben |
en abude Allâh | : kulluk, Allah |
ve lâ uşrike bihi | : ortak koşmak yok, ona, kendine varlık isnat etmek |
İleyhi edu | : onun, yönelme, davet, |
ve ileyhi meabi | : ona, sığınak, dönüş yeri |
36- Sunduğumuz kitabı anlayan o kimseler, senin hakikatleri açıklamanla mutlu olurlar. Bazı guruplarda inkâr ederler. De ki: Ben sadece Allah’a kulluk ediyorum, O’nun işleyişine uyuyorum ve O’na ortak koşmuyorum, O’nun davetine uyuyorum ve O’nun yolunda oluyorum.
-37-
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ وَاقٍ
Ve kezâlike enzelnâhu hukmen arabiyyâ ve le inittebate ehvâehum bade mâ câeke minel ilmi mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ vâk
ve kezâlike | : işte böyle, işte bu, işte tüm kâinattan |
enzelna hu | : indirme, sunduğumuz, irsal, açığa çıkarmak, onu |
Hukmen | : hüküm, hâkimiyet, değer, yasalar, |
arabiyyen | : Arapça, anlaşılır olan |
ve le inittebate | : elbette tabi olursan, uyarsan, |
ehvae hum | : heva, bencil arzular, çıkarlarına, batıl arzularına |
Bade mâ câe ke | : sonra, gelmez, olmaz, sana, |
min el ilmi | : bir ilim, bilgi, |
Ma leke min Allâh | : değil, yok, sen, Allah’ın, |
min veliy | : dost, sahip, malik, baba, sıdık, koruyan, |
ve la vakın | : dost, koruyucu |
37- İşte tüm kâinat kitabından sunduğumuz hükümler anlaşılır bir şekildedir. Bencil arzular peşinde olanlara uyarsan, bundan sonra sana sunulan hakikatleri anlayamazsın ve sen Allah’ın dostluğunu ve koruyuculuğunu da anlayan olamazsın.
-38-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلاً مِّن قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَن يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ لِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ
Ve lekad erselnâ rusulen min kablike ve cealnâ lehum ezvâcen ve zurriyyeh ve mâ kâne li resûlin en yetiye bi âyetin illâ bi iznillâh li kulli ecelin kitâb
ve lekad ersel na | : andolsun, irsal, açığa çıkmak, sunulan, biz, |
resul | : hakikati gösterenler, görevliler, hakikati anlatanlar |
min kabli-ke | : senden önce |
Ve cealna lehum | : kıldık, eyledik, yaptık, onlara, |
ezvâcen | : aynı yolda olan, tür, eş, tür, cins, benzer, |
ve zurriyyeten | : zürriyet, nesil, |
ve mâ kâne li ersul | : olmadı, olmaz, hakikati gösteren, resul, |
en yetiye bi ayetin | : getirmesi, açığa çıkarması, ayet, işaret, delil |
İlla bi izni Allâh | : ancak, yetkili olan, Allah |
li kulli ecelin | : hepsi için, süre, zaman, vakit, belirli süre, |
kitabun | : kitapta, varlık kitabında, |
38- Doğrusu senden önce de Bizi anlatanlar açığa çıktı ve ona aynı yolda arkadaşlar verdik ve ondan nesiller kıldık. Resullerin bir işaret açığa çıkarması olmaz, ancak yetkili olan Allah’tır. Bütün her şeyin süresi varlık kitabında vardır.
-39-
يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاء وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ
Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit ve indehu ummul kitâb
Yemhû | : imha, dağılma, yıkmak, kısa olan, siler, bozmak, |
Allah ma yeşau | : Allah, şey, ne, değil, ister, isteyen, |
ve yusbitu | : sabit kılar, doğru olan, kanıtlanmış, uzar, uzayan, |
ve inde-hu | : onun katında, yanında, ona ait, |
ummu el kitab | : ana kitap, asıl kitap |
39- Bazı varlığın zamanının kısa olması ve bazılarının uzun olması, Allah’ın isteğinden başka bir şey değildir ve ana kitap O’nun katındadır.
-40-
وَإِن مَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ
Ve in mâ nuriyenneke ba’dallezî neiduhum ev neteveffeyenneke fe innemâ aleykel belâgu ve aleynel hisâb
ve in mâ nuriyenne ke | : eğer, hakikatlerimi görmeseydin, ışık, nur, sen |
Bada ellezî | : bazı kimseler, o kimseler, |
neidu-hum | : gerçeklerimiz, vaadimiz, açığa çıkmak, söz, onlar |
ev neteveffeyenne-ke | : veya, bağlantı, vefat, vefa, teslimiyet, sen |
Fe innema aleyke | : böylece, artık sadece, senin görevin, |
el belâgu | : tebliğ etmek, açıklamak, |
ve aleynâ el hisâbu | : bizimdir, hesap, işlem, her şeyin inceliği, |
40- Eğer sen hakikatlerimizi görmeseydin, bazı kimselere gerçeklerimizi anlatamazdın ya da sen Bize olan bağlantıyı açıklayamazdın. Artık senin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir ve bütün varlıktaki inceliklerin Bize ait olduğunu anlatmaktır.
-41-
أَوَلَمْ يَرَوْاْ أَنَّا نَأْتِي الأَرْضَ نَنقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا وَاللّهُ يَحْكُمُ لاَ مُعَقِّبَ لِحُكْمِهِ وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
E ve lem yerev ennâ netil arda nenkusuhâ min etrâfihâ vallâhu yahkumu lâ muakkıbe li hukmih ve huve serîul hısâb
e ve lem yerev | : bakıp ta görmüyorlar mı? |
enna neti | : nasıl, gelme, getirdik, meydana getirdik, |
El arda | : yeryüzü, |
nenkusu-hâ | : nakıs, eksik, eksiltiyoruz, yaşlandırıyoruz, o |
min etrâfi-hâ | : çevresinden, etrafında, onu |
ve Allâh yahkumu | : Allah, hükmeder, hüküm verendir |
lâ muakkıbe | : takip eden, bozacak yoktur, |
li hukmi hi | : yasalarını, onun hükmünü |
Ve huve serîu el hısâbi | : o, seri, çabuk, hesap, hesabı çabuk gören |
41- Yeryüzünde onları nasıl meydana getirdiğimizi, etrafındakilerle nasıl yaşlandırdığımızı bakıp ta görmezler mi? Allah hükmün sahibidir, O’nun hükmünü bozacak yoktur ve O’nun hesabı seridir.
-42-
وَقَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلِلّهِ الْمَكْرُ جَمِيعًا يَعْلَمُ مَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ
Ve kad mekerellezîne min kablihim fe lillâhil mekru cemîâ yalemu mâ teksibu kullu nefs ve se yalemul kuffâru li men ukbed dâr
ve kad meker | : oldu, hile, tuzak, çare, karanlık |
ellezîne min kabli-him | : onlardan önceki kimseler |
fe li Allâh el mekr | : Allah, hile, karanlık, çare, |
cemian | : hepsi, bütün, |
Yalemu | : ilmin sahibi, bilir, ilmiyle var eden, |
mâ teksibu | : kazandığı şey, mesleği, edindiği, |
kullu nefsin | : bütün herkes, nefs, kişi, kendi, |
ve se yalemu | : yakında bilecek, belki bilirler, |
el kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, |
Li men ukbe | : kim, son, sonsuzluk, baki olan, |
ed dâri | : nöbet, koruma, gözetleme, yurd, ev |
42- Onlardan önceki kimseler de çare aradılar. Bütün çareler Allah’tadır. Bütün herkesin yaptığı mesleklerdeki ilmin sahibi O’dur. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, sonsuzluk yurdunun kimin olduğunu belki bilirler.
-43-
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَسْتَ مُرْسَلاً قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ
Ve yekûlullezîne keferû leste murselâ kul kefâ billâhi şehîden beynî ve beynekum ve men indehu ilmul kitâb
ve yekûlu | : derler, diyorlar, söylerler, |
ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, |
Leste murselen | : sen değilsin, gönderilmiş, hakikatleri gösteren, |
Kul kefa bi Allah | : de, söyle, kâfi, yeterli, Allah, |
şehiden | : her yerde her an var olan, hazır olan, has olan |
Beyne ve beyne-kum | : benimle ve sizin aranızda |
ve men inde hu | : kim, kimse, onun katında, yanında, ona ait, |
alim | : alim, bilen, hakikatleri bilen, ilmin sahibi, |
el kitab | : varlığın kitabı, yazılı olan hakikatler, |
43- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, sen hakikatleri gösteren değilsin, derler. De ki: Sizinle benim aramda, her an her yerde hazır olan Allah kâfidir ve tüm varlığı bir kitap olarak bilen kimse, O’na ait olan hakikatlere ulaşır.