İLKSÖZ Önsöz
Huda’mız, Mevla’mız, Mürşit’imiz, Veli’miz, Evliya’mız Allah’tır…
Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır…
Salât, Selâm, Duâ, yöneliş Allah’adır…
Varlıktaki işleyişin sahibi, tüm sıfatların sahibi, tüm vücudları tutan Allah’tır…
Tüm kâinat O’nun nûrundan varolmuştur…
Tüm kâinatı birlik içinde tutan O’dur…
Göklerde ve yerde hiçbir şey O’ndan ayrı değildir…
Varlığı diri tutan, sürüp gidendir…
Kuluna şah damarından yakındır…
Tüm varlıktan vechini gösterendir…
İnsan bedenini ve her varlığı bir kitap olarak sunandır…
Kur’ân dediğimiz kitap, kâinat kitabıdır…
Kur’ân, okunan şey demektir. Bu kâinattaki her şey, okunabilen bir mektuptur…
Bir çiçek, bir böcek, bir damla su, bir hücre hep okunabilir bir şekilde yaratılmıştır…
Bu kitap, Hazreti Muhammed’e gökten indirilmiş değildir…
Hazreti Muhammed, kâinat kitabının enfûsi âleminden okuduğu vahyi bize aktarmıştır…
Mushâf-ı Şerîf dediğimiz kitap, Allah’ın Ulvî kelimelerinin Hazreti Muhammed’in gönlünden bize aktarılmasıdır…
Allah, tüm kâinatı kuluna bir kitap olarak sunmuştur…
Tüm kâinat bize Kur’ân, yani okunan şey olarak sunulmuştur…
İndirilmiş ya da uydurulmuş değildir, tüm varlıktan satır satır yazılı levhalar halinde sunulmuştur…
Hazreti Muhammed’e ve tüm insanlara “Oku” denilen kitap, kâinat kitabıdır ve insanın kendi vücud kitabıdır…
O güzel insan, gece-gündüz hiç durmadan yönünü hep Allah’a döndü; her an kâinat kitabını okudu ve okuduklarını bize aktardı…
Hazreti Muhammed bizlere; nereden, nasıl okuyacağımızı gösterdi…
Okunacak olan kitabın, kâinat kitabı, beden kitabı olduğunu bizlere bildirdi…
Aradığımız tüm hakikatlerin, kâinat kitabında satır satır yazılı olduğunu bize bildirdi…
İşte Mushâf-ı Şerîf dediğimiz kitap, güzel insan Hazreti Muhammed’in, manevî bir iştiyakla, Ümmü’l-Kitâb olan kâinat kitabının enfûsi âleminden okuyup aktardığı Ulvî bilgilerdir…
Hazreti Muhammed’in okudukları Allah’ın vahyidir…
Allah, tüm kâinattan her an vahyeder…
Tüm varlık O’nun vahyiyle var olmuştur, O’nun vahyiyle sürüp gider…
Mürşit olan Allah’tır…
Allah, Âlim isminin tecellisi olan ilim ile her varlıktan mürşitlik yapar…
Allah her varlıktan, Âlim isminin tecellisi olan ilim ile irşat eder….
Resul, Nebi dediğimiz güzel insanlar bizlere Allah’ın kitabı olan kâinat kitabından okuduklarını aktarmışlardır…
Her insana verilen akılla, şuurla kâinat kitabı okunabilir…
Kimi bir satır okur, kimi bir sayfa…
Okumak; bir aşkla, tefekkürle, tenezzülle, teslîmiyetle olursa, varlık kitabı kendini açar…
Meâl çalışmamız yirmi yıla yakın sürmüştür…
Okuduğumuz meâllerde gönlümüzü rahatsız edici birçok yer vardı…
Allah kuluna sinirlenir mi, kızar mı, lanet eder mi?…
Kahrol, geber, aşağılık maymunlar olun, taş olun, demir olun, beyinsiz, soysuz, gibi şeyler der mi?…
Dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir, yıldırım gönderir dilediğini çarpar, size bir kötülük dilerse, sağır kılar, gözlerini kör eder gibi şeyler der mi? Diye kendimizi sorguladık durduk…
Acaba meâl diye çevirenler mi bunu bize böyle aktarıyor diye hep düşündük…
Bir örnek vermek gerekirse;
Abese Sûresi 17: Kutile el insan ma ekfere hu…
Diyanet Meâli: Kahrolası (inkârcı) insan! Ne nankördür o!
Tevhîd-i Kur’ân Meâli: Hakk’ı görmemezlikten gelen insan ise kendine yazık eder.
Baktık ki Allah kuluna; kahrol, nankör, geber, lanet ol gibi şeyler demiyor, meâl yapanlar bunu böyle çeviriyor…
Mevcut meâllerin güzel insan Hazreti Muhammed’i kadın düşkünü gibi göstermesinden hep rahatsız olduk…
Yirmi yıla yakın bir emek verip meâl çalışması yaptık, kelime kelime çalıştık, kelimelerin aslî anlamlarını araştırarak meâlimizi bitirdik…
Meâl; bir cümle içindeki anlamı, en yakın olarak kendi dilimize çevirme gayretidir…
Kur’ân ayetleri asla birbirleriyle çelişmez. Eğer çelişiyor gibi görünüyorsa ya doğru meâl yapılmamıştır ya da orada anlatılmak isteneni anlayamamışızdır…
Hazreti Âdem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelen o gönül insanları, hep kendimizi, kâinatı okumamız gerektiğini miras olarak bıraktılar…
Hiç biri ayrı bir Din kurmadı…
Hazreti Mûsâ Mûsevilik, Hazreti İsâ Hıristiyanlık, Hazreti Muhammed Müslümanlık diye bir Din kurmadı…
Hepsi Din Allah’a aittir, dedi.
İşte Din, varlığın varoluş Yasalarıdır…
Sünnet, varlığın işleyiş Yasalarıdır…
Dini bilen insan, makamların en güzeli olan “İslâm” yani barış ve huzur üzere olur…
İslâm olan kıl kadar zarar veremez…
Hazreti Âdem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelen o güzel insanlar hep İslâm üzereydiler…
Yani Müslüman idiler…
Müslüman, İslâm üzere olan, yani barış ve huzur üzere olan demektir…
Dünyanın neresinde bir insan barış ve huzur üzere ise, işte o Müslümandır…
Hazreti Âdem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelen o güzel insanlar “İyi İnsan” olmamız gerektiğini söylediler…
İyi insan olmanın yolu da ancak ve ancak kendi vücud kitabını okumaktan geçiyor…
İnsan kendini okumaya başladıkça, nasıl var olduğunun ve varedicinin Tek olduğunun sırrına ulaşıyor…
İnsan kendini tanıdıkça, tüm varlığın da kendisi gibi bir varlık olduğunu anlıyor.
Tüm varlığın birbiriyle kardeş olduğunu, tüm varlığın birbiriyle olan bağını anlıyor ve tüm varlığı tutan Tek kudret, yani Allah hakikatine ulaşıyor…
Nasıl bir insan vücudunda sonsuz hücre var ve o sonsuz hücre Tek vücutta birleşmişse; işte bu kâinatta sonsuz gibi görünen varlık, Tek vücuttan ayrı değildir…
Onun için, Bakara Sûresi 115’de: “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh”. Meâli: “Doğu da ve Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır”, der…
Nisâ Sûresi 126: “Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve kânallâhu bi kulli şey’in muhîtâ”. Meâli: “Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır ve Allah bütün her şeyi ihâta edendir”, der…
Meâl çalışmamızda her bir kelimeyi defalarca araştırdık, kelime kökünün nereden geldiğini, hata yapmamak için, en ince ayrıntısına kadar inceledik ve bazı benzetmelerin ne anlama geldiğini bulmaya özen gösterdik…
Kur’ân’da ifade edilen çoğu hakikatler benzetmelerle anlatılır. Buna bazı örnekler vermek gerekirse:
Zuhrûf ve bazı sûrelerde “ekvâb” kelimesi vardır. Kulpsuz kadeh, sapsız kadeh, bardak diye çevrilir. Burada kulpsuz kadehle anlatılmak istenen; takıntısı olmayan, gönlü tertemiz olan anlamındadır…
Nebe Sûresi 32’de, “a’nâbe” kelimesi; üzüm, üzüm bağı, üzümleri tutan asma dense de burada bir bağdaki üzüm tanelerini tutan salkımı ve tüm salkımları tutan asmayı işaret ederek, tüm varlığı tutan bir Zât vardır hakikatini bizlere benzetmeyle anlatır…
Nebe Sûresi 33’de ise; “kevâıb” kelimesi; birbirinden güzel erimiş üzüm tanelerine işaretle, göz alıcı güzellikleri anlatmaya çalışır…
“Etrâbe” kelimesi ise; benzer, eşit, denk, birlik, yani tüm varlıkta benzerliklerle birliğin gösterilmesi hakikati vardır…
Yani, Nebe Sûresi 33 meâli: Göz alıcı güzellikler ve birlik şuuru vardır…
Birçok meâlde; memeleri yeni çıkmış yaşıt kızlar olarak meâl yapılıyor. Yani; cennette erkeğe, aynı yaşta memeleri yeni çıkmış sayısız kızlar verilecek diye meal yapılıyor…
İnsan bunu meâl diye okurken utanıyor. Bir kız çocuğunun memeleri 9-10 yaşlarında çıkar. 9-10 yaşında sayısız kız çocuğuyla cinsel ilişkiyi sunan meâlleri maalesef insanlar yüzyıllardır okuyor. Ve bunun adı meâl oluyor…
Bunu yapan zihniyetler, güzel insan Hazreti Muhammed’i kadın düşkünü gibi gösterenlerdir…
Hazreti Muhammed’i, cinselliğe düşkün biri olarak gösteren zihniyetler, bunu desteklemek için doğru olmayan hadisler uydurdular. Meâlleri de o anlayışa göre yaptılar. Ahzâb sûresinde bazı yerleri böyle meâllediler. Bunu hemen hemen Kur’ân’ın her yerine meâl olarak yaydılar…
Birçok evlilik yaptı dediler. Bunun sayısında bile ittifak edemediler.
Ümmü Eymen için, hem hanımlarından biri dediler, hem de Hazreti Muhammed’in, annemden sonraki annemdir dediğini de söylediler…
Nikâhı yatak ilişkisi olarak anlattılar. Nikâh: Eklemek, katmak, katılmak, bir aileye katılmak, birlik olmak, birleşmek, uygunluk, gibi anlamlarda kullanılır…
Hazreti Muhammed koruyucu aileliği getiren insandır. Ümmü Seleme ve dört çocuğunun bakımını üstlenmiş, onları ve birçoğunu ailesi kabul etmiş, ailesine katmıştır…
İşte, Hazreti Muhammed’in yaptığı mücadeleyi kabul etmeyenler, işlerine gelmeyen zihniyetler onunla ilgili doğru olmayan şeyler söylediler…
Güzel insan Hazreti Muhammed’in insanlara sunduğu hakikatleri yok sayan zihniyetler bu zulmü yaptılar…
Gönlünde Hazreti Muhammed sevgisi bulunan bir kişinin, bu konuları en ince ayrıntısına kadar araştırması onun üzerine bir sorumluluktur…
Hazreti Muhammed; Allah, Din, Sünnet, İslâm hakikatini gece-gündüz anlatmak için ölümü pahasına mücadele etmiş, insanlara birçok hakikatleri sunmuştur…
Hazreti Muhammed’in sunduğu hakikatler neydi, neden bunu kabul etmediler?…
Hazreti Muhammed: Kadın erkek eşittir, kadın da bir insandır, kadınlara kötü davranmayın, birbirinizden üstün değilsiniz, genç kızlar zorla evlendirilmesin onların da eşlerini seçmede tercih hakları olsun, birbirinize yardım edin, kimse açlıktan ölmesin, komşunuz aç iken tok yatmayın, komşularınızı sevin, kölelik cariyelik yoktur, makam, saltanat peşinde koşmayın, kimsenin malını çalmayın, zulmetmeyin, kimsenin hakkını yemeyin, Allah’ı kâbede değil kendinizde arayın, dini para kazanma aracı yapmayın, dini ticaret haline getirmeyin, din yolunda ücret isteyenlere uymayın, emaneti ehline verin, gibi eşsiz tavsiyeleri insanlara aktarmıştır…
İşte, O güzel insanın asıl amacını yok sayan zihniyetler, onunla ilgili doğru olmayan şeyler söylediler…
Çünkü, güzel insan Hazreti Muhammed’in sunduğu hakikatler işlerine gelmedi, düzenlerinin bozulacağını düşündüler…
Bu zulmü; Hazreti İbrâhîm’e, Hazreti Mûsâ’ya, Hazreti İsâ’ya, diğer Resul ve Nebilere ve onların yolundan gelen insanlara da yaptılar…
İşte, meâl çalışmamızda hata yapmamak için en ince ayrıntısına kadar inceledik, benzetmelerle anlatılmak istenen hakikatleri yakalamaya çalıştık…
Biliyoruz ki hatasız meâl yapmak mümkün değildir. Allah’ın güzel insan Hazreti Muhammed’in gönlü vasıtasıyla sunduğu Ulvî kelimeleri ancak hatasız olarak o aktarabilir.
Biz de gücümüz yettiğince meâl yapmaya çalıştık…
Eğer bilmeden hata yapmışsak, bazı anlatılmak istenen hakikatleri yakalayamamışsak, Rabbim bizi affetsin…
Aleyküm Selâm…
20 Nisan 2016 – İsmail Dinçer