İBRÂHÎM SÛRESİ

 

-1-

الَر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

Elif lâm râ kitâbun enzelnâhu ileyke li tuhricen nâse minez zulûmâti ilen nûri bi izni rabbihim ilâ sırâtıl azîzil hamîd

elif lâm râ : elif lam ra, hak, halk, fiil
Kitâbun : kitap, varlık kitabı, yazılı olan, ilahi sözler,
enzelna hu ileyke : indirdik, sunduk, verdik, onu, sana
li tuhrice en nâse : çıkarman için, insanlar,
min ez zulûmât : zulmetten, karanlıklardan, cehaletin karanlığı,
ila el nur : aydınlığa, nur, ışık, hakikatlerin aydınlığı
bi izni : izni ile, icazet, yetkili olan, her şeyde yetkili olan,
rabbi him : rablerinin, onları vücudlandıranın,
ila sırat : yol, doğru yol, onun yolu, hakikatin yolu,
el azîzi : tüm değerlerin yüce sahibi, yüce olan,
el hamid : tüm tecellilerin sahibi, hamd sahibi,

 

1- Elîf, Lâm, Râ. Tüm varlığı bir kitap olarak sana sunduk. Ondaki hakikatlerle, insanları cehaletin karanlığından hakikatlerin aydınlığına çıkar. Onları vücudlandıranın, tüm varlığın işleyişinde de yetkili olduğunu anlat. Tüm değerlerin sahibi, tüm tecellilerinin sahibinin dosdoğru yolu üzere olmayı anlat.

 

-2-

 اللّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَوَيْلٌ لِّلْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ شَدِيدٍ

Allâhillezî lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve veylun lil kâfirîne min azâbin şedîd

Allâh ellezi : Allah, o ki,
Lehu ma fî el semâvât : onun, ne, şey, göklerde olanlar, semalarda,
ve ma fi el ard : şey, ne, değil, yeryüzü, toprak,
ve veylun : vay haline, vah, yazıklar olsun,
li el kafirin : içinde, hakikatleri görmemezlikten gelen, örten,
min azâbin şedid : azap, sıkıntı, şiddetli, daha fazla,

 

2- Allah O’dur ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa O’nundur. Hakikatleri görmemezlikten gelip, daha fazla sıkıntılar içinde kalanların vah o hallerine.

 

-3-

الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ alel âhıreti ve yasuddûne an sebîlillâhi ve yebgûnehâ ivecâ ulâike fî dalâlin baîd

Ellezîne yestehıbbune : o kimseler, onlar, tercih etme, sevme,
el hayât el dunya : dünya hayatı, dünya yaşamı, yaşamında,
ala el ahiret : sonları, sonunda,
ve yasuddûne : alıkoyarlar, engellemek,
an sebil Allah : yol, hakikatler, Allah,
ve yebgûne-hâ : isterler, peşinde koşmak, onu
ivecen : eğrilik, çarpık, yalan, doğru olmayan
Ulâike fi dalalin : işte onlar, dalalet, sapma, kendi cehaletine sapan,
baidin : uzak olma, hakikatlerden uzaklaşmak,

 

3- O kimseler; sonlarını düşünmeden dünya hayatının sevgisiyle oyalanırlar, Allah yolunda olanlara engel olurlar, doğru olmayan şeylerin peşinden koşarlar. İşte onlar hakikatleri bırakıp, kendi anlayışlarına saparlar, hakikatlerden uzaklaşırlar.

 

-4-

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ ve huvel azîzul hakîm

ve mâ ersel nâ : irsal, göndermek, bildirmek, sunmak, biz, hakikatlerimiz
min resulin : bir resul, hakikatleri gösteren,
İlla bi lisani : ancak, başka, sadece, lisanı ile, konuşma, diliyle,
kavmi hi : kavmi, birlikte yaşadıkları, kavmine, o,
li yubeyyine lehum : hakikatleri apaçık açıklama, anlatması için, onlara
Fe yudillu Allâh : bundan sonra, kendi bildiğine sapma, dalalet,  Allah,
men yeşau : kim, kimse, ister, isteyen,
ve yehdî : yol gösteren, hidayet, kılavuz, hidayet bulan,
men yeşau : kim, kimse, ister, isteyen,
ve huve el aziz : o, tüm değerlerin yüce sahibi,
el hakim : her şeye hâkim olan, hüküm hikmet sahibi

 

4- Bir resul kendi kavmine, sadece onların dilleriyle hakikatlerimizi apaçık bildirdi. Bundan sonra isteyen kimse, Allah’ın hakikatlerinden kendi dalaletine sapar ve isteyen kimse de hakikatlere yol bulur ve tüm değerlerin yüce sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın O olduğunu anlar.

 

-5-

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا أَنْ أَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِأَيَّامِ اللّهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

Ve le kad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ en ahric kavmeke minez zulumâti ilen nûri ve zekkirhum bi eyyâmillâh inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr

ve lekad ersel na Musa : doğrusu, gönderdik, sunduk, açığa çıkma, Musa
bi ayâti na : ayetlerimizle, delillerimizle, işaretlerimiz,
en ahric kavme ke : çıkarmak için, kavmini
min el zulumât : karanlıklardan, cehaletin karanlığı,
ila el nur : aydınlığa, hakikatlerin aydınlığı,
ve zekkir-hum : hatırlat, anlatmak, zikir, onlar,
bi eyyâmi allâhi : günler, her gün, her an, güç, iktidar, Allah
İnne fi zâlike le ayetin : işte bunların içinde, ayetler, işaretler, deliller
li kulli sabır : hepsi için, sabreden,
şekur : şükür, nimetlerin sahibi bilip teslim etme

 

5- Doğrusu Musa sunduğumuz ayetlerimizi anlayanlardandı. Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için ve kavmine her gün Allah’ı anlatmak için mücadele etti. İşte bunların içinde sabredenler, nimetlerin sahibini bilip teslim edenler için deliller vardır.

 

-6-

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ اذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ أَنجَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ وَيُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ

Ve iz kâle mûsâ li kavmihizkurû nimetallâhi aleykum iz encâkum min âli firavne yesûmûnekum sûel azâbi ve yuzebbihûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum ve fî zâlikum belâun min rabbikum azîm

ve iz kâle musa li kavmi hi : demişti, Musa, kavmine, kavmi için
Uzkurû nimete Allah : hatırlayın, zikredin, nimet, Allah
Aleykum iz encâ-kum : sizi, kurtarılmıştınız,
min âli firavne : aile, haller, firavun, kibirli olan,
Yesûmûn kum : sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar,
sue el azab : kötü, azap, sıkıntı, kötü sıkıntılar,
ve yuzebbihûn ebnae kum : boğazlıyorlar, yok ediyor, oğullarınızı
ve yestahyûn nisae kum : canlı, sağ bırakıyorlar, kadınlarınızı
ve fî zâlikum belaun : bunlarda vardır, imtihan, sınama, düşünme,
min rabbi-kum : Rabbiniz, vücudlandıran, siz
azim : büyük, yüce nitelikler,

 

6- Musa kavmine: Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Sizler firavunun o hâllerinden kurtarılmıştınız. Sizi kötü sıkıntılarda bırakıyordu, oğullarınızı yok ediyor ve hanımlarınızı sağ bırakıyordu, demişti. İşte bunlarda, sizi vücudlandıranın yüce niteliklerini anlamak için düşünceler vardır.

 

-7-

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Ve iz teezzene rabbukum le in şekertum le ezîdennekum ve le in kefertum inne azâbî le şedîd

ve iz teezzene : bildirmişti, bildirir durur, yetki, duyurmuştu,
rabbu kum : rabbiniz, sizi vücudlandıran,
Le in şekertum : eğer, nimetlerin sahibini bilir teslim ederseniz, şükür
le ezîdenne-kum : elbette artmak, daha güçlü olmak, idraki artmak, siz,
Ve le in kefertum : eğer, hakikatleri örterseniz
İnne azabi le şedid : muhakkak, azap, sıkıntı, elbette, şiddetli daha fazla

 

7- Sizi vücudlandıran size bildirdi: Eğer nimetlerin sahibini bilir teslim ederseniz, elbette sizin Bizi anlama idrakiniz daha güçlü olacaktır ve eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örterseniz, elbette sizler şiddetli sıkıntılarda kalırsınız.

 

-8-

وَقَالَ مُوسَى إِن تَكْفُرُواْ أَنتُمْ وَمَن فِي الأَرْضِ جَمِيعًا فَإِنَّ اللّهَ لَغَنِيٌّ حَمِيدٌ

Ve kâle mûsâ in tekfurû entum ve men fîl ardı cemîan fe innallâhe le ganiyyun hamîd

ve kâle musa : dedi, Musa,
en tekfur entum : hakikatleri görmemezlikten gelmek, örtmek, siz
ve men fi el ard cemian : kimse, kim, yeryüzünde, hepsi, tümü,
Fe inne Allâh : muhakkak Allah,
le ganiy : değerlerin sahibi, zengin, tüm varlığın sahibi,
hamid : hamd, tüm niteliklerin sahibi, tecellilerin sahibi

 

8- Musa dedi ki: Sizler hakikatleri görmemezlikten gelip örtseniz de ve yeryüzündekilerin hepsi de aynı şeyi yapsa, muhakkak ki Allah tüm varlığın sahibidir, varlıktaki tüm tecellilerin sahibidir.

 

-9-

أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِن بَعْدِهِمْ لاَ يَعْلَمُهُمْ إِلاَّ اللّهُ جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَرَدُّواْ أَيْدِيَهُمْ فِي أَفْوَاهِهِمْ وَقَالُواْ إِنَّا كَفَرْنَا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ وَإِنَّا لَفِي شَكٍّ مِّمَّا تَدْعُونَنَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ

E lem yetikum nebeullezîne min kablikum kavmi nûhın ve âdin ve semûd vellezîne min badihim lâ yalemuhum illallâh câethum rusuluhum bil beyyinâti fe reddû eydiyehum fî efvâhihim ve kâlû innâ kefernâ bi mâ ursiltum bihî ve innâ le fî şekkin mimmâ ted’ûnenâ ileyhi murîb

e lem yeti-kum : size gelmedi mi?
nebeu ellezine : haber, o kimseler
min kabli kum kavmi Nuh : sizden önce, Nuh’un kavmi
ve âdin ve semud : ad ve semud kavmi
ve ellezîne min badi him : o kimseler, onlardan sonra,
lâ yalemu-hum illa Allah : yok, bilen onları bilmez, başka, ancak, Allah
Câet hum : geldi, onlar,
resul hum : resul, onlardan,
bi el beyyinat : apaçık açıklama, delil
fe reddû : böylece, reddetme, kabul etmemek,
eydiye hum : eller, güç, onlar, kendilerindeki güç,
fî efvâhi-him : ağızlarına, ağızlarının içinde, yalan sözler
ve kâlû inna keferna : dediler, biz, hakikatleri örttük, görmedik,
bi mâ ursiltum bihi : ne, değil, şey, gönderildiğiniz şeyi, sunma, onunla
Ve inna le fî şekkin : muhakkak biz, elbette şüphe içinde
mimmâ tedune na : şeyden, yönelme, davet, biz,
ileyhi murib : ona, şüpheli, tereddüt, endişe verici, rahatsız,

 

9- Sizden önceki Nuh ve Ad ve Semud’un kavminin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri size geldi değil mi? Hakikatleri delilleriyle apaçık açıklayan, onlardan olan Resuller onlara geldi. Ancak onlar Allah’ı bilemediler. Böylece onlar, kendilerinde olan gücü anlayamayıp kabul edemediler. Yalan sözlerde kaldılar. Dediler ki: Biz senin sunduğun şeylerde bir hakikat göremiyoruz ve biz elbette şüpheler içindeyiz, davet ettiğin şeyden rahatsız olduk.

 

-10-

   قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى قَالُواْ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُنَا تُرِيدُونَ أَن تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَآؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ

Kâlet rusuluhum e fîllâhi şekkun fâtırıs semâvâti vel ard yedûkum li yagfire lekum min zunûbikum ve yuahhırekum ilâ ecelin musemmâ kâlû in entum illâ beşerun mislunâ turîdûne en tesuddûnâ ammâ kâne ya’budu âbâunâ fetûnâ bi sultânin mubîn

Kâlet resul hum : dedi, resul, hakikati gösteren, onlara,
e fi Allah şekk : Allah için, hakkında, ikilik, şüphe,
fâtırı : yaratan, açığa çıkaran, vareden,
es semâvâti ve el ard : gök ve yer,
yedû-kum : sizi davet ediyor,
li yaafiri lekum : mağfiret için, temizlenmek için,
min zunûbi-kum : günahlarınızdan, hatalarınız,
ve yuahhıre-kum : tehir ediyor, mühlet veriyor, size
ilâ ecelin musemmen : bir zamana kadar, belirli, ölünceye kadar,
Kalu inentum : dediler, sende, eğer iseniz,
illa beşer misl na : ancak, sadece, beşer, insan, gibi, benzer, biz
Turidun : istiyorsun,
en tesuddû-nâ : men etmek, alıkoymak, biz
ammâ kane yabudu : şey, oldu, kul olma, kulluk ettiği şeyler, tapındığı,
abau na : atalarımız
Fetû na : öyleyse bize getir, sun,
bi sultan mubin : delil, varlığın sahibi, apaçık delil,

 

10- Onlara hakikatleri gösteren dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah için şüphe mi edersiniz? Günahlarınızdan mağfiret bulmanız için, sizi hakikatlere davet ediyor ve size ölünceye kadar hakikatleri anlamanız için mühlet veriyor. Dediler ki: Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Sen bizim atalarımızın da kulluk ettiği şeylerden bizi döndürmek istiyorsun. Öyleyse varlığın sahibi hakkında bize apaçık bir delil getir.

 

-11-

  قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

Kâlet lehum rusuluhum in nahnu illâ beşerun mislukum ve lâkinnallâhe yemunnu alâ men yeşâu min ibâdih ve mâ kâne lenâ en netiyekum bi sultânin illâ bi iznillâh ve alâllâhi fel yetevekkelil muminûn

Kâlet lehum resul hum : dedi, onlara, resul, hakikati gösteren,
in nahnu : biz sadece,
illa beşer misli kum : ancak, beşer, insan, sizin gibi
ve lâkin Allah yemunnu : fakat lakin, Allah, lütuf, nimet,
Ala men yeşâu : üzerinde, kendilerinde, için, kim, kimse, isteyen
min abid hi : kulluk, o,
ve mâ kâne lena : olmaz, olmadı, bizim,
en netiye-kum : sunma, size bizim getirmemiz,
bi sultan : delil, hüccet, reis, hakimiyet sahibi, varlığın sahibi
İlla bi izni Allâh : ancak, yetkili, izin, icazet, Allah
ve alâ Allâh : Allah’a
fel yetevekkeli : tevekkül, varlığın sahibini bilip teslim olma
el muminun : mümin, emin olan,

 

11- Onlara hakikatleri gösteren dedi ki: Biz de sizin gibi bir beşerden başka bir şey değiliz. Lâkin O’nun kulu olduğunu bilmek isteyen kimseler, kendilerini lütuflandıranın Allah olduğunu bilir. Biz varlığın sahibinden size bir şey getiren olamayız. Ancak yetkili olan Allah’tır. Mümin olmak için, varlığın sahibi olan Allah’ı bilip, O’na teslim olun.

 

-12-

      وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

Ve mâ lenâ ellâ netevekkele alâllâhi ve kad hedânâ subulenâ, ve le nasbirenne alâ mâ âzeytumûnâ ve alâllâhi fel yetevekkelil mutevekkilûn

ve mâ lenâ ella : değil, şey, ne, niçin, biz,
Netevekkel alâ Allah : varlığın sahibini bilip teslim olma, Allah’a
ve kad hedâ nâ : oldu, yol gösteren, hidayet, biz,
subule na : yol, hakikatler, hakikatlerin yolu, biz,
ve le nasbirenne : ve elbette sabredeceğiz
Ala ma âzeytumû-nâ : şeyler, bize sizin yaptığınız eziyetler
ve alâ Allah fel yetevekkel : Allah’a, varlığın sahibini bilip teslim olma
el mutevekkilûne : tevekkül edenler, varlığın sahibini bilip teslim olanlar

 

12- Biz neden varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip teslim olmayalım. Bize hakikatin yolunu gösterendir. Elbette bize yapılmış olan eziyetlere sabredeceğiz. Varlığın sahibini bilip teslim olanlar, yalnız Allah’a teslim olurlar.

 

-13-

 وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لِرُسُلِهِمْ لَنُخْرِجَنَّكُم مِّنْ أَرْضِنَآ أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ الظَّالِمِينَ

Ve kâlellezîne keferû li rusulihim le nuhricennekum min ardınâ ev le teûdunne fî milletinâ fe evhâ ileyhim rabbuhum le nuhlikennez zâlimîn

ve kâle ellezine keferu : dedi, hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler
li resuli-him : resullerini, hakikatleri gösterenlere,
le nuhricen kum : muhakkak, elbette, sizi çıkaracağız, atacağız,
min ardı na : yer, toprak, yeryüzü, bulunduğumuz toprak,
Ev le teudunne : yada, mutlaka döneceksiniz,
fi millet na : inanç, kültür, değerler, gelenek, adetler, bizim
fe evhâ ileyhim : işte, vahyedilen, bildirdi, sundu, onlarda, kendilerinde
rabbu hum : rab, vücudlandıran, onlar,
le nuhlikenne : elbette, biz, hakikatlerimiz, helak olma, yazık etmek,
el zalimin : elbette, biz, helak olma, yazık etmek, zalimler

 

13- Hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler, hakikatleri gösterenlere dediler ki: Muhakkak ki ya sizi bulunduğumuz topraklardan çıkaracağız ya da bizim inançlarımız, geleneklerimiz, adetlerimize döneceksiniz. İşte, elbette zalimler hakikatlerimizi bilemeyip helak olup giderler. Onlar kendilerinde, kendilerini vücudlandıranın sunduklarını göremezler.

 

-14-

 وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الأَرْضَ مِن بَعْدِهِمْ ذَلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَامِي وَخَافَ وَعِيدِ

Ve le nuskinennekumul arda min badihim zâlike li men hâfe makâmî ve hâfe vaîd

ve le nuskinenne kum : elbette, biz, yerleşmek, sükûn, rahatlık, yer, siz,
el arda : arz, yer, bulunduğu yer,
min badi him : onlardan sonra, zalimlik hallerini terk ettikten sonra
Zalike li men : işte bu, için, kim, kimse,
hâfe makâm : saygılı, korkan, çekinen, makam,
ve hâfe : korkan, çekinen, saygı duyan,
vaidi : söz, yerine getirme, uyarı, tecelli, korkutma, olay,

 

14- Elbette sizden zalimlik hâllerini terk ettikten sonra Bizi anlayanlar, bulundukları yerlerde bir rahatlık içinde olacaklardır. İşte bu, makamlara saygı duyan kimseler için ve Hakk’ın tecellilerine saygı duyanlar içindir.

 

-15-

وَاسْتَفْتَحُواْ وَخَابَ كُلُّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ

Vesteftehû ve hâbe kullu cebbârin anîd

ve isteftehû : getirmek, istemek, danışmak, başarı, yardım
ve habe : kaybettiler, hayal kırıklığı
Kullu cebbârin : hepsi, tümü, zorba, zorlayıcı
anidin : inatçı, bildiklerinde direten

 

15- Başarılı olmak isteyenler başarılı oldular. Zorbalıklarda olan herkes kendi bildiklerinde inat ettiler, kaybedenlerden oldular

 

-16-

 مِّن وَرَآئِهِ جَهَنَّمُ وَيُسْقَى مِن مَّاء صَدِيدٍ

Min verâihî cehennemu ve yuskâ min mâin sadîd

min verâi-hi : arkasında, ardında, geçmişinde, cehaletinde
cehennem : derin kuyu, cehaletin cehennemi,
ve yuskâ : içme, sulanma, faydalanma, beslenme,
min main sadid : su, sudan, ilim, bilgi, irin, cerahat, kirlenmiş bilgi, hali

 

16- Geçmiş cehalet bildiklerinde kalıp, zorbalıklarda olanlar cehaletin cehennemindedirler ve kendi cehaletlerinin kirli hâllerinden beslenirler.

 

-17-

يَتَجَرَّعُهُ وَلاَ يَكَادُ يُسِيغُهُ وَيَأْتِيهِ الْمَوْتُ مِن كُلِّ مَكَانٍ وَمَا هُوَ بِمَيِّتٍ وَمِن وَرَآئِهِ عَذَابٌ غَلِيظٌ

Yetecerreuhu ve lâ yekâdu yusîguhu ve yetîhil mevtu min kulli mekânin ve mâ huve bi meyyit ve min verâihî azâbun galîz

yetecerreu-hu : onu yutmaya çalışır, hazmetmek, kabullenmek,
ve lâ yekâdu : olmayacak, olamayacak,
yusigu hu : yutma, boğazdan geçme, o
ve yeti-hi : gelir, olur, o halde olur,
el mevtu : tevhitten sapmışlık, idraksizlik, ölü gibi
min kulli mekânin : bütün her yerden, her yerde, her mekânda
Ve ma huve bi meyyitin : olmaz, o, o değil, ölüm, ölü,
ve min verâi-hi : onun arkasından, geçmiş, eski cehalet halleri,
azab galiz : azab, galiz, kaba, çirkin

 

17- Onu yutmaya çalışırlar, onda başarılı olamazlar ve bütün her yerde bir idraksizlik, tevhitten sapmışlık hâlinde olurlar, o ölümü anlayamazlar ve geçmişlerinden gelen, kaba çirkin o cehaletin sıkıntılarını takip ederler.

 

-18-

 مَّثَلُ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِرَبِّهِمْ أَعْمَالُهُمْ كَرَمَادٍ اشْتَدَّتْ بِهِ الرِّيحُ فِي يَوْمٍ عَاصِفٍ لاَّ يَقْدِرُونَ مِمَّا كَسَبُواْ عَلَى شَيْءٍ ذَلِكَ هُوَ الضَّلاَلُ الْبَعِيدُ

Meselullezîne keferû bi rabbihim a’mâluhum ke remâdinişteddet bihir rîhu fî yevmin âsıf lâ yakdirûne mimmâ kesebû alâ şey zâlike huved dalâlul baîd

Meselu ellezine keferu : mesele, durum, hakikatleri örten o kimseler
bi rabbi-him : Rablerini
amâlu-hum : onların amelleri, çalışmaları,
ke remadin : gibi, kül, savrulup giden,
İşteddet bihi el rihu : savurdu, onu, rüzgâr
fî yevmin asıfin : gün, zaman, vakit, fırtına, esen,
la yakdirun : yok, güçleri,
Mimma kesebu ala şeyin : şeyler, nesne, kazanma, edinme, için, üzerine, şey
Zâlike huve : işte bu, o, işte bu durum,
el dalal el baid : dalalet, sapma, hakikatlerden sapmak, uzaklaşmak,

 

18- Rabbini anlayamayıp hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin durumu şudur: Onların amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın bir külü savurması gibi savrulup gider. Edindikleri şeylerden onların hakikatleri anlamaya güçleri yetmez. İşte bu hakikatlerden uzaklaşıp bir dalalet içinde kalanların durumudur.

 

-19-

 أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللّهَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بِالْحقِّ إِن يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

E lem tere ennallâhe halakas semâvâti vel arda bil hakk in yeşa yuzhibkum ve yeti bi halkın cedîd

e lem tere : bakıp ta görmez misiniz?
enne Allah halaka : muhakkak, olduğu, Allah, halketme
el semâvât ve el ard : gökleri, semaları ve yeryüzü, toprak,
bi el hakk : hak ile, doğru, gerçek
in yeşa : eğer, şayet, ister, eğer isterseniz,
yuzhip kum : yok etmek, yanlış düşünce, gitmek, zan, siz
ve yeti  : getirir, yapar,
bi halkın : ile, halk etme, varoluş, oluşturma,
cedid : yeni, yeni oluşum

 

19- Bakıp ta görmez misiniz? Gökleri ve yeri Hakk ile Halkedenin Allah olduğunu. Eğer siz isterseniz, eski bildiklerinizi yok edersiniz ve varoluş ile ilgili yeni düşünceler getirirsiniz.

 

-20-

وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ

Ve mâ zâlike alallâhi bi azîz

ve mâ zalike : şey, ne, değil, bu, işte budur, olmasıdır, değildir,
alâ Allah bi aziz : için, etmek için, Allah, değerli tüm değerlerin yüceliği

 

20- Tüm değerlerin yüce sahibi olan Allah’ı anlamak için yapılan, bundan başka bir şey değildir.

 

-21-

وَبَرَزُواْ لِلّهِ جَمِيعًا فَقَالَ الضُّعَفَاء لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ إِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ أَنتُم مُّغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّهِ مِن شَيْءٍ قَالُواْ لَوْ هَدَانَا اللّهُ لَهَدَيْنَاكُمْ سَوَاء عَلَيْنَآ أَجَزِعْنَا أَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِن مَّحِيصٍ

Ve berezû lillahi cemîan fe kâled duafâu lillezînestekberû innâ kunnâ lekum tebean fe hel entum mugnûne annâ min azâbillâhi min şey kâlû lev hedânallâhu le hedeynâkum sevâun aleynâ ecezi’nâ em sabernâ mâ lenâ min mahîs

ve berezû li Allah : ortaya çıkma, bariz, apaçık görünen, Allah,
cemian : bütün her şeyin birliği, birlik, topluluk,
fe kâle el duafau : sonra, dediler, zayıf, güçsüz, bilgisiz,
li ellezîne istekberû : o kimseler için, kibirlenen, büyüklenen
in-nâ kunna lekum : elbette, biz, olduk, size,
tebean : tabi olmak, takip eden, uyan
fe hel entum mugnune anna : artık, nasıl, siz, gideren, kovan, zengin eden, bizden
min azâbi Allâh min şey : azap, sıkıntı, müşkil, Allah, bir şey, şeyden
Kâlû lev hade na Allah : dediler, eğer, yol gösteren, kılavuz, Allah
le hedey na kum : elbette, yol gösterme, biz, siz,
sevaun aleyna : eşit, bir, bir şey fark etmez, bir faydası yok, biz,
e cezinâ : feryat mı ettik, sızlansak, ah etsek, keşke
em saber na : yada, sabır, beklemek, biz
mâ lenâ min mahisin : değil, bize yoktur, sığınacak yer, kurtuluş,

 

21- Bütün her şey apaçık Allah’ın birliğini gösterir. Zayıf halde olanlar, büyüklük taslayan kimselere derler ki: Biz elbette size uyanlardan olduk. Siz de müşkillerimizi nasıl gidereceğimizi söyleyen olmadınız. Allah hakkında bir şey vermediniz. Dediler ki: Eğer biz, Allah’ı kendimize rehber edinseydik, elbette biz de size yol gösterirdik. Artık, keşke şöyle yapsaydık ya da sabretseydik demenin bir faydası yok, biz de sığınacak yerin neresi olduğunu bilemedik.

 

-22-

وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الأَمْرُ إِنَّ اللّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدتُّكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ إِلاَّ أَن دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي فَلاَ تَلُومُونِي وَلُومُواْ أَنفُسَكُم مَّا أَنَاْ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَآ أَشْرَكْتُمُونِ مِن قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum vadel hakkı ve veadtukum fe ahleftukum ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl innaz zâlimîne lehum azâbun elîm

ve kâle eş şeytânu : dedi, şeytani hallerde olan,
Lemma kudıye : olduğunda, istedi, takdir, işleyiş, kada,
el emru : işleyiş, hüküm
inne Allâh veade kum : muhakkak Allah, vaad, söz, yerine getirme, size
vade el hakkı : söz, vaad, bir işi yerine getirme, hakkın
ve veadtu-kum : söz, vaat, size vaadettim
fe ahleftu-kum : sözden dönen, aykırı, karşıt, ters, ikiliğe, siz
ve mâ kâne liye aleykum : olmadı, yoktu, ben değilim, sizin üzerinizde
min sultânin : yaptırım gücü, bir sultan, delil, bir kuvvet, güçlü
illâ en deavtu kum : ancak, sadece, davet, çağrı, sizi
fe istecebtum li : böylece siz icabet ettiniz, bana
Fe la telumni : yok, kınama, suçlama, beni,
ve lumu enfus kum : levm, kınama, suçlama, kendinizi
Ma ene bi musrihi-kum : değilim, sizin yardımcınız, size yardım eden
ve mâ entum bi musrihıyye : siz değilsiniz, olmadınız, yardımcı olan
İnni kefertu : ben, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,
Bima eşrektumû ni min kablu : şeyler, ortak koşmak, ben, daha önce
inne el zalimîn lehum : muhakkak zalimler, onlara, azap, acı
azab elim : azap, sıkıntı, acı, acı sıkıntılar

 

22- Şeytani hâllerde olan, işleyişin takdiri hakkında dedi ki: Muhakkak ki Allah size, işlerin ortaya konuşu ile ilgili hakikatleri vaat etti. Ben de size bir şeyler vaat ettim, sonra da ben sizleri ikilikte bıraktım. Sizin üzerinizdeki gücün sahibi ben olamam, ben sadece davet ettim, böylece siz bana icabet ettiniz. Sizler artık beni suçlamayın, kendinizi suçlayın. Sizin yardımcınız ben değilim ve siz kendinize yardımcı olan da olmadınız. Ben daha önceden ortak koştuğunuz şeyler sebebiyle, hakikatleri görmemezlikten gelip örttürenim. Muhakkak ki zalimler acı sıkıntılar içinde kalırlar.

 

-23-

وَأُدْخِلَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِمْ تَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ

Ve udhilellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ bi izni rabbihim tehıyyetuhum fîhâ selâm

ve udhile ellezine amenu : dahil olma, içinde, konulurlar, iman eden kimseler
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışmalarda olan
Cennâtin : cennet, huzur,
terci min tahtiha : akar, vardır, makamlarında, taht,
El enhar hâlidîne fiha : nehir, akıp giden, ilim, ebedi, devamlı, orada
Bi izni : izin, yetkili, icazet, ruhsat,
Rabbi him : rab, vücudlandıran, onlar, her varlık,
Tehiyyetu hum : hak zevki ile halk seyretme, manevi lütuflar, onlar,
fiha selâm : orada, selam, huzur, barış ver huzur üzere olan,

 

23- İman edenler ve dosdoğru Hakk yolunda çalışanlar; huzur içindedirler, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hâllerle hareket ederler, vücudlarında yetkili olanı bilirler, Hakk zevki ile Halkı seyrederler, bulundukları yerlerde barış ve huzur üzeredirler.

 

-24-

  أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاء

E lem tere keyfe daraballâhu meselen kelimeten tayyibeten ke şeceretin tayyibetin asluhâ sâbitun ve feruhâ fis semâ

e lem tere keyfe : bakıp ta görmez misin? Görmedin mi? nasıl
darabe Allâh meselen : örnek, vurgu, darbe, Allah, misal, gibi
Kelimeten : sözler, ilahi sözler, kelime,
tayyibeten : temiz, güzel, temizlenmiş,
ke şeceretin : öz, soydan gelen, özden gelen, bir ağaç gibi,
tayyibetin : temiz, güzel sözler,
Aslu ha sâbitun : aslı, manası, menşei, köken, kaynak, sabit, değişmez
ve feru-hâ : dal, şube, sıfat, nitelik, kısım, ışık,
fi el semai : sema, ulvi âlem, gökyüzünde,

 

24- Görmez misin? Allah, temizlenmiş olanların kullandığı kelimeleri, misal olarak nasıl vurgular. Güzel sözler; köküyle sapasağlam duran ve gökyüzüne dallarını uzatan ağaçlar gibidir.

 

-25-

    تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

Tutî ukulehâ kulle hînin bi izni rabbihâ ve yadrıbullâhul emsâle lin nâsi leallehum yetezekkerûn

Tuti ukule ha : verir, beslenme, bilgilenme, oradan,
kulle hinin : her, tüm, her an, her yerden
Bi izni rabbi-hâ : yetkili, icazet, izin, Rabbinin, vücudlandıran, o, her şey
ve yadrıbu Allah : vurgu, gösterir, örnek, Allah
El emsale li en nâsi : benzer, gibi, eş, özlü söz, insanlara
Lealle hum : umulur ki, onlar,
Yetezekkerun    : tezekkür, ulaştığı hakikatlerle âleme bakma

 

25- Bütün her yerden her an bilgileri sunmada yetkili olan, bütün her şeyi vücudlandırandır. Allah insanlara benzerlikleri vurgular. Umulur ki onlar, varlığın yaratılışını düşünür, ulaştığı hakikatlerle bu âleme bakarlar.

 

-26-

 وَمَثلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِن فَوْقِ الأَرْضِ مَا لَهَا مِن قَرَارٍ

Ve meselu kelimetin habîsetin ke şeceretin habîsetinictusset min fevkıl ardı mâ lehâ min karâr

ve meselu kelimetin : örnek, misal, durum, söz, kelime,
habisetin : kötü olan, hasta, zararlı, kötü niyetli,
ke şeceretin : özden gelen, soy, bir ağaç gibi,
habisetin : kötü olan, hasta, zararlı,
İctusset : sökülmüş, kopmuş gitmiş,
min fevkı el ardı : üstünde, yeryüzü
Ma leha min karârin : ona yoktur, değildir, olmaz, denge, kararlılık, yer

 

26- Kötü niyetli olanların kullandığı kelimelerle durumları da; yeryüzünde kökünden sökülüp gitmiş, bir dengede duramayan hastalıklı ağaçlar gibidir.

 

-27-

  يُثَبِّتُ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاء

Yusebbitullâhullezîne âmenû bil kavlis sâbiti fil hayâtid dunyâ ve fil âhıreh ve yudıllullâhuz zâlimîne ve yefalullâhu mâ yeşâ

yusebbitu Allâh : ahde vefa, kanıt, ispat, sebat, kararlı, Allah,
ellezine amenu : iman eden kimseler, inananlar
bi el kavli : söz, söyleme, söz ile, davranış,
es sâbiti : sabit, kesin, sağlam, kararlı, doğrulukla,
fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, fena makamları, yaşamları,
ve fî el âhıreti : sonunda, sonuçta, ahiret, beka makamları
ve yudıllu Allâh : sapanlar, hakikatlerden sapma, dalalet, Allah,
el zalimin : zalimler
ve yefalu Allâh : fail olan, işleyen, Allah,
ma yeşau : ne, şey, nasıl, ister, isteyen, ne isterse onu yapar

 

27- İman eden kimseler; yaşamlarında ve son anlarına kadar dosdoğru davranışlarla hareket ederler, Allah’ın hakikatlerine kararlılıkla uyarlar. Zalimler ise; Allah’ın hakikatlerinden kendi cehaletlerine saparlar ve fail olan Allah’ı anlayamazlar, istedikleri hâllerde yaşarlar.

 

-28-

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ بَدَّلُواْ نِعْمَةَ اللّهِ كُفْرًا وَأَحَلُّواْ قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ

E lem tere ilellezîne beddelû nimetallâhi kufren ve ehallû kavmehum dârel bevâr

e lem tere ila ellezine : bakıp ta görmedin mi? O kimseler
Bedelu : değiştirme, karşılık, bedel,
nimet : nimet, sıfat,
Allâh kufren : Allah, görmezlikten gelen, küfür, kabul etmeyen, örten
ve ehallu : bir yerde toplanan, ikamet, sahip, halleri, yaptıkları,
kavme-hum : topluluklar, kavimleri, kimseler, toplum, onlar
Dâre : yurt, kalınan yer,
el bevari : tahribat, zarar, kayıp, kaybolan, yok olma, helak,

 

28- Bakıp ta görmez misin? Allah’ın nimetlerini görmemezlikten gelenleri, hakikatlerin sözlerini değiştiren o kimseleri. Onlar bulundukları topluluklarda büyük tahribat yaparlar.

 

-29-

    جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا وَبِئْسَ الْقَرَارُ

Cehennem yaslevnehâ ve bisel karâr

Cehennem : cehennem, cehaletin cehennemi, derin kuyu,
yaslevne ha : o halde olma, yaslanma, orada bulunma
ve bise el karar : ne kötü, karar, yerleşilen yer, mesken

 

29- Bulundukları yer cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir yerdir.

 

-30-

وَجَعَلُواْ لِلّهِ أَندَادًا لِّيُضِلُّواْ عَن سَبِيلِهِ قُلْ تَمَتَّعُواْ فَإِنَّ مَصِيرَكُمْ إِلَى النَّارِ

Ve cealû lillâhi endâden li yudıllû an sebîlih kul temetteû fe inne masîrekum ilen nâr

ve cealû li Allah : kıldılar, yaptılar, Allah,
endaden : eşler, denk, eşit tutma, ortak koşma, rakip,
li yudıllû an sebili hi : saptırmak için, dalalet, onun yolundan
Kul temetteû : söyle, faydalanın, değiştirme, kendi çıkarında olma
fe inne masire kum : artık mutlaka, dönüş, varış yeri, siz,
ile el nar : ateş, yakıcılık

 

30- Allah’ın yolundan saptırmak için, O’na ortaklar koştular. De ki: Kendi çıkarlarında olanların, mutlaka varacakları yer ateştir.

 

-31-

قُل لِّعِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُواْ يُقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَيُنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلانِيَةً مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خِلاَلٌ

Kul li ibâdiyellezîne âmenû yukîmus salâte ve yunfikû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten min kabli en yetiye yevmun lâ beyun fîhi ve lâ hilâl

Kul li abdiy : de, söyle, anlat, için, hakkında, kulum,
ellezine amenu : iman edenler,
yukîmu es salâte : her an salât üzeredirler, hakka bağlılık,
ve yunfikû : infak ederler, vermek,
mimma razakna hum : şeyler, nesne, rızık, yarar, biz, onlar
Sirren : sır, gizli, bilinmeyen, ötesi,
ve alâniyeten : açık olarak, aleni
min kabli en yetiye yevmun : gelen, gelinceye kadar, gün, zaman, vakit
lâ beyun fihi : yok, alış veriş orada,
ve la hilal : yok, dostluk, safi, halis,

 

31- Kullarım için anlat: İman edenlerden olsunlar, her an Hakk’a bağlılık şuurunda olsunlar ve onlar, hiçbir alış verişin olmadığı ve dostluğun da olmadığı, o ölüm vakti gelinceye kadar, rızıklandırdığımız şeylerden gizli olarak veya açık olarak infak etsinler.

 

-32-

اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَّكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الأَنْهَارَ

Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve enzele mines semâi mâen fe ahrece bihî mines semerâti rızkan lekum ve sehhare lekumul fulke li tecriye fil bahri bi emrih ve sehhare lekumul enhâr

Allâh ellezi halaka : Allah, ki o, halketti, yarattı
el semâvat ve el ard : semaları, gökler ve yeryüzü
ve enzele : indirdi, sundu, verdi,
min el semai maen : sema, ulvi âlem, su, ilim
fe ahrece bihi : böylece çıkardı, ortaya çıkardı, onunla,
min el semerat : ürünler, meyve, değerler,
Rızkan lekum : rızık, nimet, yarar, size, sizin için
ve sehhare lekum : yaymak, yeryüzü, düzen, alay, siz,
el fulke : izlenen yol, gemi,
Li tecriye : akması, akar gider, yürümek,
fi el bahri : sonsuzluk, deniz, bilgililik, bilge kişi,
bi emr hi : iş, işleyiş, hüküm, o
ve sehhare lekum : düzen, yaymak, alay, aldatma, sizler için,
el enhar : nehir, akıp gitmek,

 

32- Gökleri ve yeri halkeden Allah’tır. Gökten suyu indirendir. Sonra da onunla ürünler ortaya çıkarandır. Sizler onlardan faydalanırsınız. Yeryüzünün düzeninde sizler için izlenecek yollar vardır. O’nun işleyişi bir sonsuzluk içinde akar gider. Yeryüzünün düzeninde sizler için akıp giden bir ilim vardır.

 

-33-

وَسَخَّر لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَآئِبَينَ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ

Ve sehhare lekumuş şemse vel kamere dâibeyn ve sehhare lekumul leyle ven nehâr

ve sehhare lekum : düzen, düzenlenen, yaymak, size, sizi
El şems ve el kamer : güneş ve ay,
daibeyn : hayat sistemi, sistem,
ve sehhare lekum : düzen, düzenlenen, yaymak, size, sizi
El leyl ve en nehâra : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık,

 

33- Güneşin ve ayın sisteminde sizler için bir düzen vardır. Gece ve gündüzde sizler için bir düzen vardır.

 

-34-

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh ve in teuddû nimetallâhi lâ tuhsûhâ innel insâne le zalûmûn keffâr

ve âtâ-kum : verdi, sundu, size,
min kulli : hepsi, tümü, bütün her şey, bütün varlık,
mâ seeltumû-hu : sorduğunuz, aradığınız, istediğiniz şey
ve in teuddû : eğer, sayarsanız,
nimete Allah : nimet, sıfat, değer, varlık, Allah
lâ tuhsû-hâ : onu sayamazsınız
inne el insân : muhakkak, doğrusu, insan,
le zalim : elbette, zalim,
kefer : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen

 

34- Sizin sunulan bütün her şeyde, sorup aradığınız şeylerin cevabı vardır. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Doğrusu insan, elbette hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, zalimlerden olur.

 

-35-

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمِنًا وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَن نَّعْبُدَ الأَصْنَامَ

Ve iz kâle ibrâhîmu rabbical hâzel belede âminen vecnubnî ve beniyye en nabudel asnâm

ve iz kâle İbrahim rabbi : demişti, İbrahim, rabbim
İcal  : yap, eyle, kıl, bu, burayı,
Haza el belede emin : buraları, belde, bulunulan yer, güvenilir, emniyetli, emin
Ve ecnub ni : uzak tut, uzaklaştır, beni,
ve beniyye  : evlatlarım, çocuklarım,
en nabude : bizim tapmamız, kulluk etmemiz,
el asname : putlar, suretler, çıkar için yönelmek,

 

35- İbrahim demişti ki: Rabbim! Bulunduğumuz yerleri güvenilir kıl. Beni ve evlatlarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.

 

-36-

رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Rabbi innehunne adlelne kesîren minen nâs fe men tebianî fe innehu minnî ve men asânî fe inneke gafûrun rahîm

Rabbi inne hunne : Rabbim, muhakkak onlara, putlara
Adlelne : saptılar, hakikatlerden saptılar,
Kesiran min el nas : çoğu, insanlar
fe men tebia ni : bundan böyle, artık kim, tabi olur, izler, bana
fe inne-hu minni : artık, muhakkak o, bendendir
Ve men asâ-nî : kim, bana asi olursa, isyan ederse
fe inne-ke gafur : muhakkak sen, mağfiret eden,
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

36- Rabbim! İnsanların çoğu putlara kulluk etmekle hakikatlerden saptılar. Bundan böyle kim beni izlerse, artık muhakkak ki o benimledir. Kim bana karşı olursa, muhakkak ki sen mağfiret edensin, varlığı özünden varedensin.

 

-37-

 رَّبَّنَا إِنِّي أَسْكَنتُ مِن ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِندَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُواْ الصَّلاَةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِّنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُم مِّنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ

Rabbenâ innî eskentu min zurriyyetî bi vâdin gayri zî zerın inde beytilkel muharremi rabbenâ li yukîmus salâte fecal efideten minen nâsi tehvî ileyhim verzukhum mines semerâti leallehum yeşkurûn

Rabbena : Rabbimiz,
inni eskentu : ben, iskan, yerleştirme, ev sahipliği, o yolda
min zurriyyetî : zürriyetimden, neslimden,
bi vadin : bir vadi, yol, tarz, usul,
Gayri zi zerın : başka, sahip, bilgiye ulaşma, ekilmiş, bırakmak, kültür,
inde : sana ait, katında, yanında,
beyti-ke : ev, senin, senin evin, beden evi, kalp, gönül,
el muharremi : haram, yasak, hürmetli, saygıdeğer, kutsal,
Rabbena : Rabbimiz,
li yukumi el salat : her an salât üzere olmaları için, bağlılık üzere
fe ical efideten : böylece kıl, yap, eyle, gönüller, kalpler, idrak,
min en nâsi tehvi ileyhim : insanlardan, meyletme, gelme, onlara
Verzuk hum : rızık, nimet, fayda, onlar,
min el semerat : ürün, meyve, tecelliler,
lealle-hum yeşkurune : umulur, onlar, şükreden, sahibine teslim eden

 

37- Rabbimiz! Neslimi senin yoluna yerleştirdim. Senin evin olan kutsal bedenlerinde, sana ait bilgilerden başka şeylere sahip olmasınlar. Rabbimiz! Onların her an sana bağlılık şuuru üzere olmaları için, artık onları kalb sahibi yap. Onlara verdiğin nimetleri, tecellileri öğrenmeleri için, sen insanları hakikatlere meylettir. Umulur ki onlar, varlığının sahibini bilir teslim ederler.

 

-38-

رَبَّنَا إِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْفِي وَمَا نُعْلِنُ وَمَا يَخْفَى عَلَى اللّهِ مِن شَيْءٍ فَي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء

Rabbenâ inneke talemu mâ nuhfî ve mâ nulin ve mâ yahfâ alallâhi min şeyinfil ardı ve lâ fis semâ

rabbenâ inneke talemu : Rabbimiz, muhakkak ki sen, ilmin sahibisin
mâ nuhfî : bizim görmediğimiz, bilmediğimiz şeyler,
ve ma nulinu : aleni, açık olan
ve mâ yahfâ ala Allah : değil, olmaz, gizli, Allah’a
min şeyin fi el ard : bir şey, yerde, yeryüzünde
Ve la fî el semâi : yoktur, değildir, olmaz, semada, gökte

 

38- Rabbimiz! Göremediğimiz şeylerdeki ve apaçık olan şeylerdeki ilmin sahibi elbette sensin. Yerde ve göklerde hiçbir şey yoktur ki Allah’tan gizli olsun

 

-39-

الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي وَهَبَ لِي عَلَى الْكِبَرِ إِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِنَّ رَبِّي لَسَمِيعُ الدُّعَاء

Elhamdulillâhillezî vehebe lî alel kiberi ismâîle ve ishâk inne rabbî le semîud duâ

el hamdu li Allâh : tüm varlıktaki niteliklerin, tecelliler, Allah
Ellezî vehebe : ki o, bağışladı, verdi, bana,
li el kiber : büyük, yaşlı, olgunlukta
İsmail ve ishâka : İsmail ve İshak
İnne rabbi le semîu : muhakkak, rabbim, işitme,
el duâi : yönelme, istek, dua,

 

39- Tüm tecellilerin sahibi Allah’tır. Ki O bana olgunluk çağımda İsmail ve İshak’ı bağışladı. Muhakkak ki Rabbim, elbette işittirendir, yöneldiğimdir.

 

-40-

 رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء

Rabbicalnî mukîmas salâti ve min zurriyyetî rabbenâ ve tekabbel duâ

rabbi ical-ni : Rabbim, beni kıl, eyle, yap, olayım,
mukime el salat : daima, hep, salâtı ikame eden, hep bağlılık üzere olan
ve min zurriyyetî rabbe na : zürriyetimden, neslimden olan, rabbimiz
ve tekabbel duai : kabul et, duamı, yönelmek, istek,

 

40- Rabbim! Beni hep Sana bağlılık üzere eyle. Rabbimiz! Neslimden gelenler de öyle olsun ve dualarımızı kabul eyle.

 

-41-

رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ

Rabbenagfirlî ve li vâlideyye ve lil muminîne yevme yekûmul hisâb

Rabbe na agfir li : Rabbimiz, mağfiret eyle, bağışla
ve li vâlideyye : annemi ve babamı, doğurtan,
ve li el muminine : müminleri
Yevme yekumu : gün, her vakit, yapma, ikame, her an o duruşta olmak
el hisabu : hesap, sorgulayan, arayan, araştıran,

 

41- Rabbimiz! Beni, annemi, babamı, müminleri bağışla, her vakit hakikatleri sorup araştıranlardan eyle.

 

-42-

وَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ غَافِلاً عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الأَبْصَارُ

Ve lâ tahsebennallâhe gâfilen ammâ yameluz zâlimûn innemâ yuahhıruhum li yevmin teşhasu fîhil ebsâr

ve lâ tahsebenne Allâh : Allah’ı sanma, zannetme, düşünme
Gâfil : gafil, bilmeyen, boş olan, farkında olmayan,
amma yamelu : şeyler, amel, yaptıkları,
el zalimin  : zalimler, kötülük yapanlar,
İnnemâ yuahhiru hum : muhakkak, erteleme, tehir, önemsememe, onlar
li yevmin teşhasu : gün, vakit, zaman, teşhis, anlama tanıma,
fihi el ebsar : onda, onun içinde, o hakikatlerde, görme, bakma,

 

42- Allah sandığınız gibi değildir. Zalimler yaptıkları şeylerle bir gaflet içindedir. Muhakkak ki onlar; kendilerini anlamayı, tanımayı, hakikatleri görmeyi hiçbir vakit önemsemezler.

 

-43-

 مُهْطِعِينَ مُقْنِعِي رُءُوسِهِمْ لاَ يَرْتَدُّ إِلَيْهِمْ طَرْفُهُمْ وَأَفْئِدَتُهُمْ هَوَاء

Muhtıîne mukniî ruûsihim lâ yerteddu ileyhim tarfuhum ve efidetuhum hevâ

Muhtiine : hızlı giden, koşan, kendi halleriyle hareket eden
mukni ruus him : dik başlılık, onlar,
lâ yerteddu : yok, dönmez, çevrilmez,
ileyhim tarfuhum : kendilerine, taraf, şahsi, onlar
ve efidetu-hum : onların kalpleri,
hevaun : heva, heves, bencil arzular, düştü,

 

43- Onlar bir dik başlılık içinde hareket ederler. Onlar her tarafa bakarlar, kendilerine dönüp bakmazlar ve onların kalblerinde bencil arzular vardır.

 

-44-

وَأَنذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْتِيهِمُ الْعَذَابُ فَيَقُولُ الَّذِينَ ظَلَمُواْ رَبَّنَا أَخِّرْنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ نُّجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَ أَوَلَمْ تَكُونُواْ أَقْسَمْتُم مِّن قَبْلُ مَا لَكُم مِّن زَوَالٍ

Ve enzirin nâse yevme yetîhimul azâbu fe yekûlullezîne zalemû rabbenâ ahhırnâ ilâ ecelin karîbin nucib daveteke ve nettebiır rusul e ve lem tekûnû aksemtum min kablu mâ lekum min zevâl

ve enzir : uyar, hakikatleri açıklayarak uyar,
el nas yevme : insanlar, zaman, gün,
yeti him el azab : gelir, olur, düşer, düşeceği sıkıntı, azap,
fe yekûlu ellezine zalemu : o zaman der, söyler, zalim kimseler,
rabbe-nâ ahhirna : Rabbimiz, bize zaman ver, tehir et, ertele, biz
ilâ ecelin karibin : bir süreye kadar, yakın,
Nucib davete-ke : icabet edelim, senin davetine, uymak
ve nettebii : biz tabi olalım, izleme, uymak,
el resul : resul, hakikati gösteren
e ve lem tekûnû : siz olmadınız mı, siz değil misiniz?
Aksemtum min kablu : söz veren, yemin eden, daha önce
mâ lekum min zevalin : değil, siz, kabahat, gitmek, bir yerden bir yere gitme

 

44- İnsanlara hakikatleri her zaman açıklayıp uyar, onların düşeceği sıkıntıyı anlat. Sonra zalim kimseler derler ki: Rabbimiz! Senin davetine icabet etmek için, yakın bir süreye kadar bize zaman ver ve sonra biz Resul’lerin izinden gidelim. Onlara bildirildi: Siz daha önce söz verenlerden olmadınız mı? Artık siz hakikatleri anlama konusunda bir yere varamazsınız.

 

-45-

وَسَكَنتُمْ فِي مَسَاكِنِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ وَتَبَيَّنَ لَكُمْ كَيْفَ فَعَلْنَا بِهِمْ وَضَرَبْنَا لَكُمُ الأَمْثَالَ

Ve sekentum fî mesâkinillezîne zalemû enfusehum ve tebeyyene lekum keyfe fealnâ bihimve darabnâ lekumul emsâl

ve seken tum : ahâli, ev halkı, durmak, o halde hareket eden, yerleşme
fi mesakini : mesken, bulundukları hal, miskin, çalışmayan
ellezîne zalemû : zulmedenler, kötülük edenler, zalim kimseler,
enfus hum : nefs, kendilerine, özvarlıkları,
ve tebeyyene lekum keyfe : açıklandı, gösterildi, beyan edildi, size, nasıl
Fealna bihim : fail, işleyen, yapan, biz, onlara, onları
ve darabnâ lekum : örnek, vurguladık, size,
el emsal : benzeri, durum, örnek,

 

45- Ve siz, kendilerine zulmeden kimselerin o hâlleri ile hareket ettiniz. Size nasıl işleyişimiz beyan edildiyse, onlara da beyan edildi ve size örneklerle hakikatleri vurguladık.

 

-46-

وَقَدْ مَكَرُواْ مَكْرَهُمْ وَعِندَ اللّهِ مَكْرُهُمْ وَإِن كَانَ مَكْرُهُمْ لِتَزُولَ مِنْهُ الْجِبَالُ

Ve kad mekerû mekrehum ve indallâhi mekruhum ve in kâne mekruhum li tezûle minhul cibâl

ve kad mekr : oldu, karanlık, hile, aldatma, zarar verme, düzen, sinsi,
mekr hum : karanlık, hile, aldatma, zarar verme, düzen, sinsi, onlar
ve inde Allâh : katı, yanında, Allah, Allah’ın hakikatleri
mekr hum : tuzak, aldatma, hile, karanlık, çare, onlar
ve in kâne mekr hum : eğer, oldu, olsa bile, karanlık, tuzak, hile, aldatma, onlar
li tezûle minhu : yok edecek, mahvetti, kaybolan, ondan,
el cibalu : dağlar, büyüklenme hali

 

46- Karanlık düşüncelerde, sinsiliklerde olanlar kendilerini aldattılar ve onlar Allah’ın hakikatlerini anlamada cehaletin karanlığında kaldılar ve onların karanlık sinsi hâlleri, bir büyüklenme içinde onları mahvetti.

 

-47-

فَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ

Fe lâ tahsebennallâhe muhlife vadihî rusuleh innallâhe azîzun zuntikâm

Fe lâ tahsebenne Allâh : artık, yok, değil, zannetme, sanma, Allah
Muhlife vadi hi : hilaf, ayrılık, aykırılık, sözleri, onun,
resul hu : hakikati gösteren, o, resul,
inne allâhe azizi : muhakkak Allah, tüm değerlerin yüce sahibi
zu intikamin : sahip, nimetin zıttı, gücüyle kendini göstermek,

 

47- Allah sandığınız gibi değildir. O hakikatleri gösterenlerin sözlerinde bir aykırılık yoktur. Muhakkak ki Allah, tüm varlıktan gücüyle kendini gösterendir, tüm değerlerin sahibidir.

 

-48-

 يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhıdil kahhâr

Yevme : gün, vakit, zaman, an, gelip geçen zaman,
tubeddelu el ard : değişme, değiştirme, döndürme, yeryüzü
Gayrı : başka, diğeri, değil, başkası, ayrı,
el ardı ve el semavat : yeryüzü ve gökyüzü, semalar
ve berezû li Allah : bariz, belirgin, apaçık görünen, ortaya çıkma, Allah,
el vahıd : tek olan, bir,
el kahhar : mutlak galip olan, her şeye hâkim olan

 

48- Yeryüzü her an bir değişim içindedir. Yeryüzü ve gökyüzü Allah’tan gayrı değildir ve Allah; apaçık görünendir, tek olandır, her şeye hâkim olandır.

 

-49-

وَتَرَى الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ مُّقَرَّنِينَ فِي الأَصْفَادِ

Ve terel mucrimîne yevme izin mukarrenîne fil asfâd

ve tere : görürsün, anlarsın,
el mucrimin : suçlu, fenalarda olan, kötülüklerde olan
yevme izin : vakit, her zaman, yetkili olan,
mukarrenin  : birbirine bağlanmış, halleriyle bağlanmış,
Fî el asfadi : içinde, pranga, zincir, bağlayan,

 

49- Fenalarda olanları, her zaman hâlleri ile birbirlerine bağlanmış görürsün.

 

-50-

سَرَابِيلُهُم مِّن قَطِرَانٍ وَتَغْشَى وُجُوهَهُمْ النَّارُ

Serâbîluhum min katırânin ve tagşâ vucûhehumun nâr

serâbîlu-hum : giysiler, halleri,
min katıran : katran, siyah, kara, kirlilik hali,
ve tagşa vucuhu hum : kaplamış, sarmış, yüzlerini, yönlerini
el nar : ateşli, öfkeli, yakıp yıkıcı haller,

 

50- Onların hâlleri, cehaletin kirlenmişliğinin hâlidir ve onların yüzlerini öfkeli hâller sarmıştır.

 

-51-

 لِيَجْزِي اللّهُ كُلَّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ

Li yecziyallâhu kulle nefsin mâ kesebet innallâhe serîul hısâb

li yecziye Allâh : karşılık, vermek, Allah
Kule nefsin : bütün nefsler, herkes,
mâ kesebet : kazandığı şeyler, edindiği, yaptığı şeyler,
inne Allâh seri : muhakkak Allah, çabuk, seri, hızlı,
el hısab : hesap, durum, vermek, karşılığını vermek

 

51- Allah bütün herkese yaptıkları şeylerin karşılığını verir. Muhakkak ki Allah’ın hesabı seridir.

 

-52-

هَذَا بَلاَغٌ لِّلنَّاسِ وَلِيُنذَرُواْ بِهِ وَلِيَعْلَمُواْ أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

Hâzâ belâgun lin nâsi ve li yunzerû bihî ve li yalemû ennemâ huve ilâhun vâhidun ve li yezzekkere ûlul elbâb

Hâzâ belagun li el nas : bu, tebliğ, bildirme, hakikatleri bildirme, insanlar
ve li yunzerû bihi : için, açıklama, uyarılma, kendine gelme, o hakikatler
ve li yalemû : bilmeleri için, anlamaları için,
Ennama huve : ancak, o, Allah
ilahun vâhidun : vareden, bir ilah, tek,
ve li yezzekkere : için, tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakmak,
ulu el elbab : hakk üzere aklını işletmek, akıl sahibi,

 

52- Bu hakikatlerin bilgileri insanlar için bir tebliğdir. O hakikatleri anlayıp, kendilerine gelmeleri içindir ve bir olan ilahın ancak O olduğunu bilmeleri içindir ve hakk üzere aklını çalıştırıp hakikatlere ulaşmaları, o hakikatlerle bu âleme bakmaları içindir.