İNSAN- ZAMAN SÛRESİ
-1-
هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا
Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ
Hel eta ala el insane | : değildi, geldi, gelen, geçti, karşı, göre, için, insan |
hinun | : ne zaman, sınırsız vakit, uzun zaman, |
Min ed dehri | : zaman, uzun süre, devir, |
lem yekun şeyen | : değildi, hayır, asla, olmadı, bir şey, |
mezkuren | : hatırlanacak, zikri geçen, anılan, fark edilen, |
1- İnsan uzun bir zaman gelip geçirdi, bir şeyi fark eden değildi.
-2-
إِنَّا خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍ نَّبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَاهُ سَمِيعًا بَصِيرًا
İnnâ halaknel insâne min nutfetin emşâcin nebtelîhi fe cealnâhu semîan basîrâ
İnnâ halakna el insane | : muhakkak ki, doğrusu, yarattık, halk ettik, insan |
min nutfetin | : nutfe, bir damla, öz taşıyan hücre, |
emşâcin | : gametler, iki hücrenin birleşmesiyle |
nebtelî-hi | : onu, çıkma, meydana gelme, |
fe cealnâ-hu | : sonra, öyle ki, kıldık, yapıldı, düzenlendi, o, hu, |
semian basiran | : işitmek, görmek |
2- Biz insanı, iki hücrenin birleşmesiyle, öz taşıyan bir nutfeden yarattık. Sonra onu işitici, görücü bir hâlde düzenledik.
-3-
إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkiren ve immâ kefûrâ
İnnâ hedeyna hu | : muhakkak, şüphesiz, kılavuzlu, yol gösterici, biz, o, |
es sebîle | : yol, hakikatin yolu, |
İmmâ şakiren | : fakat, şükreden, varlığının sahibini bilip teslim eden, |
Ve imma kefuren | : ama, örten, hakikatleri görmemezlikten gelip örten, |
3- Şüphesiz ona hakikatin yolunu gösterdik. Fakat kimisi varlığının sahibini bilir teslim eder ve kimisi hakikatleri görmemezlikten gelip örter.
-4-
إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَلَاسِلَا وَأَغْلَالًا وَسَعِيرًا
İnnâ a’tednâ lil kâfirîne selâsile ve ağlâlen ve seîrâ
İnnâ ated na | : biz, hazır, vermek, vardır, kalmak, biz, |
li el kâfirîne | : için, örtenler, hakikati görmemezlikten gelenler |
Selâsile, silsile | : birbirine bağlanmak, sıra sıra, bağlanmak, silsile, |
ve aglâlen | : mahsul, kelepçe, cehalete bağlanma, demir halkalar |
ve sairan | : ötekileştirme, öbürü görme, kendini başka görme, öteki |
4- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Bizi anlayamadıklarından dolayı, kendi hallerinde olanlara bağlanırlar ve cehalet hallerine bağlanırlar ve ötekileştirmede kalırlar.
-5-
إِنَّ الْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا
İnnel ebrâra yeşrebûne min ke’sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ
İnne el ebrara | : muhakkak, hakikatler üzere hareket eden, sadıklar |
yeşrebûne | : içecekler, ilmin tadılması, hissetmesi |
min kesin | : gönül kapları, içi dolu kadeh, bardak, kupa, |
Kâne mizacu ha | : oldu, mizaçları, ruh hali, içine katılan şeyin halini alma |
kâfûran | : kâfur olan, beyaz olan, güzel koku, hakikatin kokusu |
5- Muhakkak ki hakikatlere bağlanıp dosdoğru hareket edenler, hakikatin kokusunu gönüllerinde hissederler.
-6-
عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ اللَّهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجِيرًا
Aynen yeşrebu bihâ ibâdullâhi yufeccirûnehâ tefcîrâ
aynen | : gözler, pınarlar, gözetmek, gözetilmek, korumak, bakma |
yeşrebu | : içecekler, ilmin tadılması, hissetmesi, |
bihâ ibadu Allah | : onu, Allah’ın kulları |
yufeccirûne-hâ | : onu akıtırlar, kapatırlar, havaya uçarlar, sevinç |
tefcîren | : yerden suyun kaynayıp akması, gürül gürül, akıtmak, |
6- Allah’ın o kulları, gönüllerinde akan ilmin sevincini yaşarlar, hissettikleri ilmi gözetirler.
-7-
يُوفُونَ بِالنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْمًا كَانَ شَرُّهُ مُسْتَطِيرًا
Yûfûne bin nezri ve yehâfûne yevmen kâne şerruhu mustetîrâ
yûfûne bi | : yerine getirme, yapmak, |
en nezri | : bir işi yapmayı taahhüt etme, nezir, adak |
ve yehâfûne | : korkarlar, sakınırlar |
yevmen | : gün, zaman, vakit, her an, gelen gün |
kâne | : oldu, geldi, mıydı, muydu, yapıldı, o hale |
şerru-hu | : hırslı, onun şerri, kötü hal, aç gözlü, o |
mustetîran | : dağılıp yayılma, yayılan, salgın |
7- Taahhüt ettiklerini tam yerine getirirler ve cehaletin kötü hallerinin dağılıp yayılmasından, her zaman sakınırlar.
-8-
وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا
Ve yutimûnet taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ
ve yutımûne | : yedirirler, beslemek, sunmak, barındırmak, yararlandırmak |
et taâme | : gıda, taam, içtikleri yedikleri, beslemek, fayda bulmak, |
alâ hubbi-hi | : ona sevgisi için, sevdiği için, o |
miskînen | : hiç bir şeyi olmayan, çaresiz, müşküllerde olan, |
ve yetîmen | : yetim, atalarının inançlarından kopmuş hakikati arayan |
ve esiran | : esir, yanında kimsesi olmayan, cehalete esir olan, |
8- Hakikat yolunda müşküllerde olanlara ve atalarının inançlarından kopmuş olup, hakikati arayanlara ve cehalet hallerinin esaretinden kurtulmak isteyenlere, bir sevgi içinde hakikatleri sunarlar, hakikatlerden yararlandırırlar.
-9-
إِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللَّهِ لَا نُرِيدُ مِنكُمْ جَزَاء وَلَا شُكُورًا
İnnemâ nut’imukum li vechillâhi lâ nurîdu minkum cezâen ve lâ şukûrâ
İnnemâ nutımu kum | : ancak, sadece, doyurma, sunma, ikram etme, siz, |
Li vechi allâhi | : için, yüz, gerçek, hakikat, aşk, Allah’ın |
lâ nurîdu | : yok, irade, istek, biz istemiyoruz |
minkum cezaen | : sizden, bir karşılık |
Ve la şukuren | : yok, şükür, minnettar, teşekkür etme |
9- Biz; sadece Allah’ın hakikatlerini sunuyoruz, sizden bir karşılık da ve teşekkür de beklemiyoruz, derler.
-10-
إِنَّا نَخَافُ مِن رَّبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا
İnnâ nehâfu min rabbinâ yevmen abûsen kamtarîrâ
İnnâ nahafu | : muhakkak ki, biz korkuyoruz, çekiniyoruz, sakınmak, |
min rabbi-nâ | : Rabbimizden |
yevmen | : gün, zaman, her an, |
abûsen | : bunalımlı, gaflete düşmek, asık yüz, huzursuz, boş şeyler |
kamtarîran | : ızdıraplı, üzücü, sert, şiddetli, zor, sıkıntılı, müşküllü |
10- Muhakkak ki biz; Rabbimize karşı bir gaflete düşmekten, cehaletin o sıkıntılı hallerine düşmekten her zaman çekiniriz, derler.
-11-
فَوَقَاهُمُ اللَّهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِ وَلَقَّاهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا
Fe vekâhumullâhu şerra zâlikel yevmi ve lakkâhum nadreten ve surûrâ
Fe vakâ-hum Allâh | : böylece, öyle ki, olan, vuku bulan, korudu, onlar, Allah |
Şerra | : şerr, kötülük, kötü haller |
Zâlike el yevmi | : işte böylece, günler, zaman, vakit, her an |
ve lakkâ-hum | : kavuşmak, birlik, ulaşmak, anlamak, onlar |
nadreten | : dolu, parlak, güzel, özlü, pırıl pırıl, hoşluk, |
ve surûran | : zevk, haz, sevinç, keyif, huzur, mutluluk, |
11- Böylece onlar, Allah’a karşı kötü hallerden uzak dururlar. İşte böylece onlar, birliği anlamanın huzurunda ve sevincindedirler.
-12-
وَجَزَاهُم بِمَا صَبَرُوا جَنَّةً وَحَرِيرًا
Ve cezâhum bimâ saberû cenneten ve harîrâ
ve cezâ hum | : karşılık, sunulan, onlar |
bi-mâ saberu | : sabretmeleri sebebiyle |
cenneten | : cennet, huzur, bahçe, komite, toplanma, tevhid idraki |
ve harîran | : ipekten yapılan giysi, çağlamak, suretlerin iç yüzü, |
12- Sabretmeleri sebebiyle onların karşılığı huzur bulmaktır ve suretlerin iç yüzlerinin idrakine varmaktır.
-13-
مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ لَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَرِيرًا
Muttekiîne fîhâ alel erâik, lâ yeravne fîhâ şemsen ve lâ zemherîrâ
muttekiîne | : yaslanmış olanlar, yatan, bulunmak, yeri, |
fî-hâ ala eraiki | : orada tahtlar üzerine, makamlarında |
lâ yeravne | : yok, görmek, görmezler, bakmak, göstermek, |
fî-hâ şemsen | : orada, nerede, o halde, güneş, yanmak, zat, nur, |
ve lâ zemheriren | : yok, titreten, şiddetli soğuk, kara kış, dört ay karakış |
13- Yüce makamlarda bulunurlar, O’nun nurundan başka bir şey görmezler ve soğuk halleri yoktur.
-14-
وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلًا
Ve dâniyeten aleyhim zılâluhâ ve zullilet kutûfuhâ tezlîlâ
ve dâniyeten aleyhim | : yakın, yakınlık, onlara, o halde olmak |
zılalu ha | : gölgeleri, dinlenme yeri, huzur halinde |
ve zullilet | : yaklaştırılmış, emre hazır, hakikatleri anlamış, alçak gönüllü |
kutûfu-hâ | : olgunlaşmış, koparılmış meyve, kamil olmuşlar, erdemli, |
tezlîlen | : üstesinden gelmek, zelil, emre hazır, başarmışlar, tevazu |
14- Onların hâlleri huzur hâlidir ve alçak gönüllüdürler, kemalâtın tevazusu içindedirler.
-15-
وَيُطَافُ عَلَيْهِم بِآنِيَةٍ مِّن فِضَّةٍ وَأَكْوَابٍ كَانَتْ قَوَارِيرَا
Ve yutâfu aleyhim bi âniyetin min fıddatin ve ekvâbin kânet kavârîrâ
ve yutâfu aleyhim | : dönerler, dolaşırlar, yuvarlak, tur atmak, |
Bi aniyetin | : ile kap, kase, niyet, gönüllerdeki ilim, amaç, gemi, |
min fıddatin | : gümüşten, ışıl ışıl, tertemiz, |
ve ekvâbin | : kulpsuz kadeh, gönüllerinde netlik, takıntı yok |
kânet | : oldu, dır, olur |
kavârîrâ | : gözbebekleri, billur, sırça, kristal kadehler |
15- Gönülleri tertemizdir, gönüllerinde taşıdıkları hakikatlerle dolaşırlar ve göz bebekleri pırıl pırıldır, takıntıları yoktur.
-16-
قَوَارِيرَ مِن فِضَّةٍ قَدَّرُوهَا تَقْدِيرًا
Kâvarîra min fıddatin kadderûhâ takdîrâ
kavârîra | : gözbebekleri, billur, sırça, kristal kadehler |
min fıddatin | : gümüşten, ışıl ışıl, tertemiz, |
kadderû-hâ | : yaratılışın ölçüsü, mizanı, onu takdir ettiler, belirlediler |
takdîren | : tanıma, kabul, takdir ederek, belirleyerek |
16- Onlar, yaradılışın mizanını tanımalarından dolayı, gözbebekleri ışıl ışıldır.
-17-
وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا
Ve yuskavne fîhâ ke’sen kâne mizâcuhâ zencebîlâ
ve yuskavne | : sulanan, sunulan, içecek sunulur, sunmak |
fî-hâ kesen | : gönül kapları, içi dolu kadeh, bardak, kupa, |
Kâne mizacu ha | : oldu, dır, mizaç, ruh hali, katkı, içine katılan şeyin halini alma |
zencebîlen | : zencefil, hoş kokulu, mis kokulu |
17- Kendilerindeki hakikatin hoş kokusunu, her an gönül kaplarından sunarlar.
-18-
عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلًا
Aynen fîhâ tusemmâ selsebîlâ
Aynen fi ha | : gözler, eş, aynısı olmak, aynen yakın olmak, pınar, orada, |
Tusemmâ selsebilen | : isimlerin manalarına, kolayca, devamlı, boğazdan kolay geçen |
18- Aynen yakîn olurlar, isimlerin manalarına kolaylıkla ulaşırlar.
-19-
وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ إِذَا رَأَيْتَهُمْ حَسِبْتَهُمْ لُؤْلُؤًا مَّنثُورًا
Ve yetûfu aleyhim vildânun muhalledûn, izâ reeytehum hasibtehum lu’luen mensûrâ
ve yetûfu aleyhim | : dönerler, dolaşırlar, yuvarlak, tur atmak, hareket etmek, |
vildânun | : çocuklar, saflığın temizliğin simgesi |
muhalledûne | : sonsuz gençlik, devamlı, ölümsüz olanlar |
izâ raeyte-hum | : onları gördüğün zaman |
hasibte-hum | : onları sanırsın |
luluen | : inci, inciler, tertemiz, pırıl pırıl, |
mensûren | : açılmış, saçılmış, dağılmış |
19- Onlar, tertemiz saf hâlleriyle hareket ederler. Onları gördüğün zaman sanırsın ki, etrafa dağılmış inciler gibidirler.
-20-
وَإِذَا رَأَيْتَ ثَمَّ رَأَيْتَ نَعِيمًا وَمُلْكًا كَبِيرًا
Ve izâ reeyte semme reeyte naîmen ve mulken kebîrâ
ve izâ raeyte semme | : sonra, gördüğün zaman, baktığın zaman, orada, nereye |
raeyte | : gördün, görürsün, |
naîmen | : nimetler, bolluk, taze, körpe, tecelliler, hakkın sıfatları, |
ve mulken | : mülkün sahibi, kudretli olan, mülk ve saltanat, kral |
kebîren | : büyük, yüce, ulu |
20- Nereye bakarsan bak, Hakk’ın sıfatlarını ve mülkün yüce sahibini görürsün.
-21-
عَالِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌ وَإِسْتَبْرَقٌ وَحُلُّوا أَسَاوِرَ مِن فِضَّةٍ وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا
Âliyehum siyâbu sundusin hudrun ve istebrakun ve hullû esâvira min fıddah, ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ
aliye-hum | : yüksek ilim sahipleri, onların üstleri |
siyâbu | : elbise, zevkleri, idrakleri, kemalatları, bilgili, olgun |
sundusin | : cennet elbisesi, ince ipek, dıştan içi görünen, içi dışı bir |
hudrun | : yeşillik, canlılık, diriliği, içten gelen dirilik |
ve istebrakun | : zuhur, sert ve kalın elbise, zahiri elbise, |
ve hullû | : halleri, süsleri |
esâvira | : bilezikler, bereket, zenginlik, simgesi, hakikati anlayan |
min fıddatin | : gümüşten, ışıl ışıl, berrak, net, parlak |
ve sekâ-hum | : onlara içecek, gitmek, kulağı olmayan, sunan, misafir |
rabbu-hum | : Rablerinden, Rab’leri |
şaraben tahuran | : saf, temiz içecek, meyve suları, özü tatma, temiz kalpli |
21- Yüksek ilim sahipleri; zahiri görünüşün için dışa zuhuratı, dışın içten yansıması
zevkindedirler ve hâlleri; Rablerinden sunulan ilmin özüne, tüm berraklığıyla kavuşma durumudur.
-22-
إِنَّ هَذَا كَانَ لَكُمْ جَزَاء وَكَانَ سَعْيُكُم مَّشْكُورًا
İnne hâzâ kâne lekum cezâen ve kâne sa’yukum meşkûrâ
İnne haza kane lekum | : muhakkak ki bu sizin için oldu, yapıldı, sunuldu |
cezâen | : karşılık, mükâfat |
ve kâne | : oldu, dır, |
sayu-kum | : çalışmalarınız, sizin çabalarınız, anlamak için gayret |
meşkûran | : minnettar, teşekkür, nezaket, saygılı |
22- Şüphesiz bunlar, sizin hakikatleri anlamadaki gayretlerinizin ve saygılı, minnettar olmanızın karşılığıdır.
-23-
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ تَنزِيلًا
İnnâ nahnu nezzelnâ aleykel kur’âne tenzîlâ
İnnâ nahnu nezzella | : muhakkak ki, biz, verdik, sunduk, indirdik |
aleyke | : sen, sana, siz |
el kurâne | : Kuran, okunan şey, okunan kitap, kâinat kitabı, |
tenzîlen | : bölüm bölüm sunulan, ayrıntılı, incelenecek |
23- Muhakkak ki Biz size, her varlığı okunup incelenecek bir kitap olarak sunduk.
-24-
فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا
Fasbir li hukmi rabbike ve lâ tutı’minhum âsimen ev kefûrâ
fe ısbir | : artık, bundan sonra, sabırlı olmak, artık sabret |
li hukmi | : hüküm, hâkimiyet, idare, hikmetler, |
rabbi ke | : Rab, senin vücudlandıran, |
ve lâ tutı | : ve uyma, itaat etme |
min-hum | : onlardan, o hallere |
âsimen | : asi olan, başkaldıran, karşı çıkan, günahkâr olanlar |
Ev kefuran | : veya örtenler, hakikati görmemezlikten gelenler |
24- Artık seni vücudlandıranın tüm varlıktaki hâkimiyetini anlamak için sabırlı ol ve kötü hâllere, hakikatleri görmemezlikten gelme hâllerine itaat etme.
-25-
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
Vezkurisme rabbike bukreten ve asîlâ
Ve uzkur | : zikret, an, anla, hatırla, anlat, |
isme rabbi ke | : işaret, isim, adı, Rab, seni vücudlandıran |
Bukreten ve asilen | : sabah ve akşam, devamlı, sabahtan akşama, |
25- Seni vücudlandıranı, tüm varlıktaki işaretleriyle, sabahtan akşama kadar anlamaya çalış.
-26-
وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَوِيلًا
Ve minel leyli fescud lehu ve sebbihhu leylen tavîlâ
ve min el leyli | : ve gece, bu gece, gecede, gafletler hali |
fe uscud lehu | : artık, secde et, teslim ol, ona |
ve sebbih-hu | : tespih, dolaş, efal, sıfat, zatı anlama gayreti, tecelliler |
Leylen tavilen | : gece, gaflet, uzun süre, devamlı, |
26- Geceleri de O’na teslimiyet içinde ol ve geceleri de O’nun tecellilerini anlamak için devamlı gayret göster.
-27-
إِنَّ هَؤُلَاء يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَاءهُمْ يَوْمًا ثَقِيلًا
İnne hâulâi yuhıbbûnel âcilete ve yezerûne verâehum yevmen sekîlâ
İnne haulai yuhibbune | : muhakkak ki bu halde olanlar, sevgi, aşk üzere |
el âcilete | : acele etmek, |
ve yezerûne | : ve bırakıyorlar, yapmaktan kaçınmak |
verâe-hum | : geçmişleri, eski bilişleri, arkalarına |
Yevmen sekilen | : gün, müşkil, ağır, zor çetin, zor durum, sıkıntılı |
27- Muhakkak ki bu hâlde olanlar, acele etmeyenlerdir, aşk üzere olanlardır. Arkada bıraktıkları eski cehalet bilişlerine, o sıkıntılı günlere dönmekten kaçınanlardır.
-28-
نَحْنُ خَلَقْنَاهُمْ وَشَدَدْنَا أَسْرَهُمْ وَإِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَا أَمْثَالَهُمْ تَبْدِيلًا
Nahnu halaknâhum ve şedednâ esrehum, ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehum tebdîlâ
Nahnu halakna hum | : biz, halk ettik, yarattık, onlar, her şey, |
ve şeded nâ | : kudretli, kuvvetli, daha fazla güçlü, biz, |
esre-hum | : esir, muhkem, bağlı olmak, köle, teslim, onlar |
ve izâ | : eğer, olduğu zaman, ise, oldu |
şinâ | : bu gibi, böyle, dilek, istek, beğendiğiniz, |
beddelnâ | : kıymet, bedel, değer, karşılık, değişim, biz, |
emsâle hum | : benzer, eş, emsal, denk, aynı yaşta, aynı amaçta, onlar |
tebdîlen | : değiştirme, değişim, karşılık, |
28- Onlar, Bizim halk etmemizi anlayanlardır ve onlar Bize daha güçlü bağlıdırlar. Bizi ve değerlerimizi anlamak için istekli olanlar ve onlara eşlik edenler, bir değişim içinde olurlar.
-29-
إِنَّ هَذِهِ تَذْكِرَةٌ فَمَن شَاء اتَّخَذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلًا
İnne hâzihî tezkireh,fe men şâettehaze ilâ rabbihî sebîlâ
İnne hazihu tezkiretun | : muhakkak ki bu, tezkere, vesika, hatırlatma |
Fe men şea | : artık, bundan sonra, kim istedi, istekli |
ittehaze | : edindi, çekildi, alındı, sarılmak, alındığı yer |
ilâ rabbi-hîm sebilen | : ancak, Rabbin, onlar, yol, hakikatin yolu |
29- Muhakkak ki bunlar bir hatırlatmadır. Bundan sonra kim, hakikatleri anlamada istekliyse, onlar Rabbinin yolundadır.
-30-
وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh innallâhe kâne alîmen hakîmâ
ve mâ teşâûne | : siz dileyemezsiniz, irade, |
İllâ en yeşae Allah | : ancak, sadece, isteme, dilek, irade eden, Allah |
inne Allâh | : muhakkak ki, Allah |
Kâne alimen | : oldu, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
hakîmen | : hâkim olan, tüm varlığa hakim olan, |
30- Siz irade sahibi değilsiniz, irade sahibi ancak Allah’tır. Muhakkak ki Allah ilmiyle var edendir, bütün varlığa hâkim olandır.
-31-
يُدْخِلُ مَن يَشَاء فِي رَحْمَتِهِ وَالظَّالِمِينَ أَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Yudhilu men yeşâu fî rahmetih, vez zâlimîne eadde lehum azâben elîmâ
Yudhılu | : dahil, katılmak, girer, dahil olan, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
fîy rahmeti-hi | : içinde, ona ait, rahmetinin içine, merhamet |
ve el zâlimîne | : zalimler, zulümlerde olan, sınırları aşan, saldırgan, |
eadde | : hazırlanmış, hazırlıklı, ait, vardır |
Lehum azaben elim | : onlar, azap, sıkıntı, acı, |
31- Kim o rahmetin içinde olmak isterse olur. Zalimlere ise acı sıkıntılar vardır.