KÂF SURESİ
-1-
ق وَالْقُرْآنِ الْمَجِيدِ
Kâf vel kur’ânil mecîd
kâf | : Kaf, ufuk, sonsuzluk, fenafillâh olma, her yeri saran zat |
ve el kuran | : kuran, okunan şey, varlık kitabı, kâinat kitabı, |
el mecidi | : şerefli, görkemli, şanlı, yüce olan, azametli, |
1- Kâf. Tüm varlık kitabında yüce hakikatler vardır.
-2-
بَلْ عَجِبُوا أَن جَاءهُمْ مُنذِرٌ مِّنْهُمْ فَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا شَيْءٌ عَجِيبٌ
Bel acibû en câehum munzirun minhum fe kâlel kâfirûne hâzâ şey’un acîbun
Bel acibu | : hayır, bilakis, şaşırmak, garip, tuhaf, |
en cea hum | : gelen, sunulan, verilen, onlar |
Munzirun min hum | : hakikatleri açıklayıp uyaran, onlardan, kendilerinden |
Fe kale el kafirune | : sonra, dediler, hakikati görmemezlikten gelenler |
Haza şeyun acibun | : bu, şey, acayip, şaşılacak, garip |
2- Kendilerinden onlara, hakikatleri açıklayıp uyaran birinin gelmesine şaşırdılar. Sonra da hakikatleri görmemezlikten gelenler: Bu söylenenler şaşılacak şeylerdir, dediler.
-3-
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا ذَلِكَ رَجْعٌ بَعِيدٌ
E izâ mitnâ ve kunnâ turâbâ zâlike recun baîdun.
e izâ mitna | : öldük, öldüğümüzde ne olacağız? |
ve kunna turaben | : toprak olduğumuz |
Zalike recun | : işte bu, dönüş, aslına dönmek, rucu etmek, |
baidun | : uzak, bize uzak olan, bilmediğimiz bir şey, |
3- Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman ne olacağız? İşte bu dönüş bilmediğimiz bir şeydir, dediler.
-4-
قَدْ عَلِمْنَا مَا تَنقُصُ الْأَرْضُ مِنْهُمْ وَعِندَنَا كِتَابٌ حَفِيظٌ
Kad alimnâ mâ tenkusul ardu minhum ve indenâ kitâbun hafîzun
Kad alim na | : oldu, bilen, alim olan, ilmin sahibi, biz |
ma tenkusu | : değil, şey, ne, nakıs, eksik, azalmak, noksan, eksik olan, |
El arda min hum | : yeryüzü, toprak, beden, onlardan, kendilerinde, |
ve inde na | : katımızda, bize ait, |
kitabun hafiz | : kitap, korunan, muhafaza edilen, saklanan |
4- İlmin sahibi Biziz. Onların bedenlerinde bir nakıslık yoktur ve korunan kitap Bize aittir.
-5-
بَلْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ فَهُمْ فِي أَمْرٍ مَّرِيجٍ
Bel kezzebû bil hakkı lemmâ câehum fe hum fî emrin merîcin
Bel kezzebu | : hayır, bilakis, doğrusu, yalanlama, |
bi el hakkı | : hak, hakikat, gerçek, |
Lemma cae hum | : onlara geldiği zaman, sunulduğunda, olduğu zaman, |
Fe hum fi emrin | : onlar, içinde, iş, hüküm, |
mericin | : karışık, karıştıran, dağınık, anlamama |
5- Onlara sunulan hakikatleri, doğrusu onlar yalanladılar. Böylece onlar varlıktaki işleyişi anlayamadılar.
-6-
أَفَلَمْ يَنظُرُوا إِلَى السَّمَاء فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِن فُرُوجٍ
E fe lem yanzurû iles semâi fevkahum keyfe beneynâhâ ve zeyyennâhâ ve mâ lehâ min furûcin
E f elem yanzuru | : öyleyse, onlar bakmıyorlar mı, görmezler mi? |
ila el semai | : gökyüzü, ulvi âlem, |
Fevka hum keyfe | : üzerinde, onlar, nasıl, |
beneyna ha | : kurduk, bina, düzenledik, o |
Ve zeyyenna ha | : onu süsledik, donattık, |
Ve ma leha min furucin | : onda yoktur, bir çatlak, yarık, ikilik, |
6- Onlar, üzerlerindeki gökyüzünü nasıl düzenlediğimizi bakıp ta görmezler mi? Onu donattık ve onda bir yarık, bir çatlak yoktur.
-7-
وَالْأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
Vel arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli zevcin behîcin
ve el arda | : yeryüzü, toprak, beden, |
meddena ha | : döşeyip yaydık, genişlettik, düzenledik, onu |
ve elkayna | : bıraktık, aldık, sürdük, var ettik, |
fi ha revasiye | : üretim yeri, yüce dağlar, yüce olan |
ve enbetna fi ha | : nebat, bitki, bitirdik, yetiştirdik |
Min kulli zevcin | : hepsi, her, birçok, çift, eş, çeşit, tür, |
behicin | : güzel, gösterişli |
7- Yeryüzünü döşedik yaydık ve orada dağlar var ettik ve orada değişik güzelliklerde her çeşit bitkiler varettik.
-8-
تَبْصِرَةً وَذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُّنِيبٍ
Tebsıraten ve zikrâ li kulli abdin munîbin
Tebsıraten | : basiret, kalp sahibi, idrak etme, |
ve zikra | : zikr, bellek, hatırlatma, anmak, |
Li kulli abdin | : bütün bunlar, kul, |
munibin | : dönmüş, yönelmiş, her an Allah’a yönelen |
8- Bütün bunlar, basiret sahibi olmanız ve cehaleti bırakıp Allah’a yönelmeniz, kulluğunuzu anlamanız için bir hatırlatmadır.
-9-
وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء مُّبَارَكًا فَأَنبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَحَبَّ الْحَصِيدِ
Ve nezzelnâ mines semâi mâen mubâreken fe enbetnâ bihî cennâtin ve habbel hasîdi
ve nezzelnâ min el semai | : indirdik, sunduk, biz, semadan, gökten, |
Maen mubareken | : su, mübarek, verimli, bereketli, |
Fe enbetna | : böylece, nebat, yetiştirmek, |
bi hi cennatin | : onunla bahçeler, huzur, |
Ve habbe | : tane, tohum, hububat, |
el hasid | : hasat edilen, ekin biçmek, |
9- Gökten bereketli suyu indirmekteyiz. Böylece, onunla bahçeler ve hasat edilen tohumlar yetiştirmekteyiz.
-10-
وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَّهَا طَلْعٌ نَّضِيدٌ
Ven nahle bâsikâtin lehâ talun nadîdun
ve el nahle basikatin | : hurma ağaçları, teklik, dolgun, yüklü, ulvi, azamet, uzun, |
Leha talun | : onda, çehre, tomurcuk, salkım, |
nadidun | : küme küme, dizi dizi, değerli |
10- Salkım salkım meyveleri ile büyük hurma ağaçları.
-11-
رِزْقًا لِّلْعِبَادِ وَأَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَّيْتًا كَذَلِكَ الْخُرُوجُ
Rızkan lil ibâdi ve ahyeynâ bihî beldeten meytâ kezâlikel hurûcu
Rızkan li el ibadi | : nasip, yararlanma, kullar için, |
ve ahyeyna | : hayat, diriliş, yaşamak, biz |
Bi hi beldeten | : onunla, onda, belde, kasaba, toprak, yer, |
meyten | : verimsiz, ölü gibi, |
Kezâlike el hurucu | : işte, çıkış, hakikatler ortaya çıkar. |
11- Kullar için onlarda yararlanmalar vardır. Ölü gibi görünen o toprakta hayat veren Biziz. İşte hakikatlerin ortaya çıkışı böyledir.
-12-
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَأَصْحَابُ الرَّسِّ وَثَمُودُ
Kezzebet kablehum kavmu nûhın ve ashâbur ressi ve semûdu
Kezzebet kablehum | : yalanladı, daha önce, onlar, |
kavmu nuh | : kavmi, insanlar, Nuh |
Ve ashabu el ressi | : sahip, arkadaş, ress( örülmemiş kuyu) |
ve semudu | : Semud |
12- Onlardan önce Nuh kavmi ve kuyu sahipleri ve Semud da hakikatleri yalanlamışlardı.
-13-
وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ وَإِخْوَانُ لُوطٍ
Ve âdun ve fir’avnu ve ihvânu lûtın.
ve âdun ve firavnu | : Ad ve firavun |
Ve ihvanu lutın | : ve lutun kardeşleri |
13- Ad ve firavun ve Lut’un kardeşleri de.
-14-
وَأَصْحَابُ الْأَيْكَةِ وَقَوْمُ تُبَّعٍ كُلٌّ كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ وَعِيدِ
Ve ashâbul eyketi ve kavmu tubbain kullun kezzeber rusule fe hakka vaîdi
ve ashâbu el eyketi | : Eyke halkı |
ve kavmu tubbain | : tubba kavmi |
Kullun kezzebe el resul | : hepsi yalanladı, resul, hakikati gösteren, |
Fe hakka vaidi | : böylece, hak, hakikat, gerçek, vaad, söz, gerçekleşme |
14- Eyke halkı ve tubba kavmi. Hepsi hakikatleri gösterenleri yalanladılar ve hakikatlerin sözlerini anlayamadılar.
-15-
أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ
E fe ayînâ bil halkıl evvel bel hum fî lebsin min halkın cedîd
E fe | : öyle değil mi? |
ayi na | : kaynak, acizlik, göz, bakış, benzer, ayn, biz, |
bi el halkı el evvel | : halk, yaratılış, varoluş, ilk, önce, evvel, ilk an, |
Bel hum | : bilakis, hayır, onlar, |
fi lebsin | : lebs, elbise, giyilen şey, dış elbise, ten elbisesi, şüphe |
Min halkın | : halkıyat, halk, yaradılış, varoluş, |
cedid | : yeni, yeni doğan, dünyaya geliş, doğuş, bebeğin doğuşu |
15- İlk andan beri varoluşun kaynağı Biz değil miyiz? Bilakis onlar, ten elbisesinin içindeki halk oluşu anlayamadılar, bir bebeğin doğuşunu düşünmediler.
-16-
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Ve lekad halaknel insâne ve nalemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi
ve lekad halak na | : gerçek şu ki, halkettik, yarattık, biz, kendimiz, |
el insan | : insanı, öz taşıyan, bilinen, |
ve nalemu | : biz, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
ma tuvesvisu | : ne, şey, vesvese, yanlış yersiz düşünce |
Bi hi nefsu hu | : onun, nefsi, kendi, onun kendine |
ve nahnu akrebu ileyhi | : biz, yakınlık, yakın, ona |
Min habli el veridi | : damar, can damarı, şah damarı |
16- Gerçek şu ki, insanı kendimizden halkettik. İlmin sahibi biziz. Ondaki vesvese olan şeyler onun kendindendir. Biz ona şahdamarından daha yakınız.
-17-
إِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعِيدٌ
İz yetelakkâl mutelakkîyâni anil yemîni ve aniş şimâli kaîdun
İz yetelakkâ | : o zaman, alır, anlayış, görüş, karşılamak, alıp kabul etme |
el mutelakkîyâni | : anlayış, karşılaştırılma, |
an el yemini | : sağ, diri olan, işleyişin noksansızlığı, diriliği anlayan |
ve an el şimâli | : sol, işleyiş idrakinden uzaklaşma, |
kaidun | : o halde duran, oturan, esas, kural, hakikatle hareket eden |
17- Bundan sonra hakikatleri anlasınlar, varlığı diri tutanın ne olduğunu bilsinler, tüm varlıktaki işleyişin idrakinden uzaklaşmasınlar, hakikatlerle hareket etsinler.
-18-
مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ
Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun
mâ yelfızu | : lafız, söylenen, telaffuzda kalmayın, mutlak, |
min kavlin | : söz, söylemek, kullanılan sözler, |
İlla ledey hi | : var, başka, değerlendirme, onda vardır, yanında, ona ait |
Rakibun | : gözeten, kontrol eden, araştırıp gözlemleyen, |
atidun | : hazır olan, görünüp duran, var olan, her an, |
18- Sözün telaffuzunda kalmayın, onu anlamak üzere değerlendirin. Hakikatleri anlamak için her an araştırın gözlemleyin.
-19-
وَجَاءتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذَلِكَ مَا كُنتَ مِنْهُ تَحِيدُ
Ve câet sekretul mevti bil hakk zâlike mâ kunte minhu tehîdu
ve câet sekretu | : geldi, sarhoşluk, baygınlık, çaresiz, uyuşukluk, |
el mevt | : ölüm, idraksizlik, |
Bi el hakk zalike | : hak ile, hakikat, gerçek, işte bu, o, bu, |
ma kunte min hu | : senin ondan kaçtığın şey, saptığın, |
tehidu | : uzak olmasını istemek, kaçmak, |
19- Uzak olmasını istediğiniz, bir gerçek olan ölümün o hareketsiz hâli size gelecektir.
-20-
وَنُفِخَ فِي الصُّورِ ذَلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ
Ve nufiha fîs sûr zâlike yevmul vaîdi
ve nufiha | : üflenme, nefes alıp verme, |
fi el suri | : sur, boru, duvar, nefes borusu |
Zalike yevmu el vaidi | : işte bu, gün, vakit, zaman, vaat, gerçek olan, |
20- Ve her an gerçekleşip duran o nefes alıp verme bitecektir.
-21-
وَجَاءتْ كُلُّ نَفْسٍ مَّعَهَا سَائِقٌ وَشَهِيدٌ
Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
ve câet | : geldi, gider, ortaya çıkar, gelir, |
kullu nefsin | : bütün nefisler, herkes, tüm varlık, her şey |
Mea ha | : beraber, birlikte, onunla beraber, onun birliğinde |
saikun | : sevk, sürüklenme, hareket etmek |
ve şehidun | : her an her yer hazır olan, bilen, tanık olan, |
21- Tüm varlık O’ndan gelir, her an O’nunla beraberdir, O’nunla hareket eder ve O, her an her yerde hazır olandır.
-22-
لَقَدْ كُنتَ فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَذَا فَكَشَفْنَا عَنكَ غِطَاءكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ
Lekad kunte fî gafletin min hâzâ fe keşefnâ anke gıtâeke fe besarukel yevme hadîdun
Lekad kunte fi gafletin | : doğrusu, sen idin, oldun, bir gafletin içinde |
Min haza | : bundan, bunlardan, bu gerçekler, bu hakikatler |
fe keşef na | : sonra, keşf, açma, ortaya çıkarma, fark etmek, biz |
Anke gıtae ke | : senden, sizin, perden, kapak, kapsama, örtü, gaflet hali |
fe besaru-ke | : artık, görüş, basiret, anlama, |
El yevme hadidun | : gün, zaman, vakit, sınırlı, belli sınır, keskin, sağlam, |
22- Doğrusu sen, bu hakikatler hakkında bir gaflet içindeydin. Sonra sen Bizi anladığında, sendeki gaflet perdesi kaldırıldı. Artık senin her an sağlam bir basiretin var.
-23-
وَقَالَ قَرِينُهُ هَذَا مَا لَدَيَّ عَتِيدٌ
Ve kâle karînuhu hâzâ mâ ledeyye atîd
ve kâle karinu hu | : der, dedi, yakın, yakın olan, yakınlığı anlayan, yoldaş, o, hak |
Haza ma ledeyye | : bu, o, şey, ne, değil, yanımda, bende, |
atidun | : hazır olan, var olan, |
23- Hakk’a yakınlığı anlayan, var olan şeyler benim değildir, der.
-24-
أَلْقِيَا فِي جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ
Elkıyâ fî cehenneme kulle keffârin anîdin.
Elkıyâ | : atmak, dökmek, gitmek, bulunmak, |
fi cehenneme | : cehennemde, cehaletin cehennemi, |
Kulle keffarin | : bütün, hepsi, tüm, hakikati görmemezlikten gelen |
anidin | : inat edenler, iyileşmeyen yara, gafletten kurtulmayan |
24- Hakikatleri görmemezlikten gelmeye inat edenlerin hepsi cehaletin cehenneminde bulunurlar.
-25-
مَّنَّاعٍ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ مُّرِيبٍ
Mennâın lil hayri mutedin murîbin.
Mennâın | : engel olan, men eden, |
li el hayri | : hayırlı olan, iyi güzel, |
Mutedin | : haddi aşma, günahkâr, zorba, |
muribin | : şüpheci, kuruntu, |
25- Hayra engel olanlar; zorbalık, kuruntu halinde olanlardır.
-26-
الَّذِي جَعَلَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَأَلْقِيَاهُ فِي الْعَذَابِ الشَّدِيدِ
Ellezî ceale meallâhi ilâhen âhara fe elkıyâhu fîl azâbiş şedîdi
Ellezî ceale | : o ki, o, yaptı, kıldı, edindi, |
mea Allah | : beraber, birlikte, Allah |
İlahen ahara | : ilah, başka, diğer, son, geçen, |
Fe elkıya hu | : öyleyse onu bırak, at, bırakan, hu yu terk eden |
Fi el azabi el şedid | : içinde, azab, sıkıntı, şiddetli |
26- Kim Allah ile beraber başka ilah edinirse, artık o daha fazla sıkıntılarda kalır.
-27-
قَالَ قَرِينُهُ رَبَّنَا مَا أَطْغَيْتُهُ وَلَكِن كَانَ فِي ضَلَالٍ بَعِيدٍ
Kâle karînuhu rabbenâ mâ etgaytuhu ve lâkin kâne fî dalâlin baîdin
Kâle karinu hu | : dedi, yakın olan, yakınında, o |
rabbe na | : rabbimiz, |
Ma etgaytu hu | : şey, ne, değil, ben azdırmadım, taşkınlık, o |
Ve lakin kane | : lakin, fakat, oldu, |
Fi dalalin baidin | : dalalet içinde, hakikatin dışına çıkan, uzaklaşan |
27- Edindiği ilahlara yakınlık içinde olan o kimse, yinede der ki: Rabbimiz! Ben o taşkınlıklarda olan değilim. Fakat o, hakikatleri bırakıp kendi anlayışına sapandır ve hakikatleri anlamaktan uzaklaşandır.
-28-
قَالَ لَا تَخْتَصِمُوا لَدَيَّ وَقَدْ قَدَّمْتُ إِلَيْكُم بِالْوَعِيدِ
Kâle lâ tahtesımû ledeyye ve kad kaddemtu ileykum bil vaîdi
Kâle la tahtesımu | : der, yok, çekişmek, kavga etmek, arayışta olmak, |
ledeyye | : katımda, ben, bize ait, yanında, onda, vardır, |
Ve kad kademtu | : sunulan, takdim, sağlanan, basamak, öne geçme, temin |
İleykum bi el vaidi | : size, vaat, gerçek, hakikatin sözleri, ortaya çıkan, olacak, |
28- Bildirildi: Bize ait olan hakikatlerin arayışında olmadınız. Oysa size hakikatlerin sözleri her an sunulur.
-29-
مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ وَمَا أَنَا بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ
Mâ yubeddelul kavlu ledeyye ve mâ ene bi zallâmin lil abîd
mâ yubeddelu | : şey, ne, değil, değiştirilmez, değişmez, |
el kavlu ledeyye | : söz, gerçek, yanımda, bana ait, katımda, |
Ve ma ene bi zallamin | : ben değilim, zulmeden, haksızlık eden, kötülük, |
li el abid | : kullarım için, kullarıma, |
29- Bize ait olan hakikatlerin sözleri değişmez ve kullarım için bir kötülük veren değilim.
-30-
يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ
Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin
Yevme nekulu | : gün, vakit, zaman, an, deriz, bildiririz |
li cehennem | : cehenneme, cehalet, derin kuyu, |
Hel imteleti | : mı, var, olgunlaşmak, dolmak, dolmuş, öfkeli hal, |
ve tekulu | : der, söyler, derler, |
hel min mezidin | : der, söyler, çoğalma, fazlası, daha da fazla isteme |
30- Cehaletin cehennemi içinde olanlara; bu öfke dolu hallerinizi mi istiyorsunuz, diye her an bildiririz. Derler ki: Daha fazlasını isteriz.
-31-
وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ غَيْرَ بَعِيدٍ
Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayre baîdin.
ve uzlifet el cenneti | : yaklaştırıldı, cennet, huzur, |
Li el muttekine | : fenalardan sakınan, şirk koşmayan, takva sahibi |
Gayre baidin | : başka, değil, uzak değildir |
31- Fenalardan sakınanlar, Allah’a ortak koşmayanlar için ise huzur yakındır, uzak değildir.
-32-
هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِكُلِّ أَوَّابٍ حَفِيظٍ
Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz
Hâzâ ma tuadune | : işte bu, vaad olunan şey, gerçek olan, |
Li kulli evvabin | : hepsi, hakikatlere dönüp Allah’a tam teslim olan, |
hafizin | : koruyan, muhafaza eden, saklayan, |
32- İşte size vaad edilen huzur, cehaletten uzaklaşıp hakikatlere dönenler ve bu hallerini koruyanlar içindir.
-33-
مَنْ خَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ وَجَاء بِقَلْبٍ مُّنِيبٍ
Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi kalbin munîbin.
Men haşiye | : kimse, kim, huşu, sevgi, saygı, huzur, |
el rahman | : tüm varlığı rahmetiyle saran, tüm varlığı nuruyla saran, |
Bi el gaybi | : görünmeyen, bilinmeyen |
Ve cae bi kalbin | : geldi, bir kalb ile, bir idrak ile |
münibin | : hakikatlere yönelen, Allah’a yönelen, cehaletten dönen, |
33- Görünmeyen bilinmeyen alemi nuruyla saran Zata kim saygılı olursa ve tüm kalbi ile hakikatlere yönelirse,
-34-
ادْخُلُوهَا بِسَلَامٍ ذَلِكَ يَوْمُ الْخُلُودِ
Udhulûhâ bi selâm zâlike yevmul hulûd
udhulû-hâ | : ona girin, dahil olun, o halde olmak, barışa, esenliğe |
bi selamin | : selamet, kurtuluş, esenlik, |
Zalike yevmu | : işte bu, gün, zaman, |
el huludi | : sonsuzluk, ebedi, devamlı |
34-İşte ona her zaman devamlı bir hâlde esenlik vardır.
-35-
لَهُم مَّا يَشَاؤُونَ فِيهَا وَلَدَيْنَا مَزِيدٌ
Lehum mâ yeşâûne fîhâ ve ledeynâ mezîdun.
Lehum ma yeşaune fi ha | : onlara, istedikleri şey, orada, o hakikatlerle, |
Ve ledeyna | : bize ait olan, bizi, değer, el, güç, katımızda |
mezidun | : daha fazla, artan |
35- O hakikatlerle hareket edenler istedikleri şeylere ulaşırlar ve Bizi anlama idrakleri artar.
-36-
وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّن قَرْنٍ هُمْ أَشَدُّ مِنْهُم بَطْشًا فَنَقَّبُوا فِي الْبِلَادِ هَلْ مِن مَّحِيصٍ
Ve kem ehleknâ kablehum min karnin hum eşeddu minhum batşen fe nakkabû fîl bilâd hel min mahîsin
ve kem ehlek na | : kaç tane, nice, helak, yazık olmak, biz, |
kalbe hum | : daha önce, onlardan önce, |
Min karnin | : nice nesil, kişi, |
Hum eşeddu | : onlar, daha şiddetli, daha fazla, çok, |
Min hum batşen | : onlardan, yakalamak, yakıp yıkmak |
Fe nakkabu | : artık, öyle ki, yer aradılar |
Fi el biladi | : beldelerde |
hel min mahisin | : var mı, kaçacak, kurtulacak yer |
36- Daha önceleri nice nesiller Bizi anlayamayıp kendilerine yazık etmişlerdi. O halde olanlar daha fazla idi. Yakıp yıkıcı hallerde olanlardan kurtulmak için bazıları da başka beldeler aradılar.
-37-
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun
İnne fi zalike le zikra | : muhakkak işte, bunların içinde, hatırlatma, anma, |
Li men kanu lehu kalbun | : kalb sahibi olan kimseler için |
Ev elka es sema | : ya da işitenler için, kulak verenler |
Ve huve şehidun | : şahit olan, bilen, görmek, |
37- Muhakkak ki işte bunların içinde; kalb sahibi olan kimseler, hakikatleri işitenler, hakikatleri bilmek isteyenler için bir hatırlatma vardır.
-38-
وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِن لُّغُوبٍ
Ve lekad halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin ve mâ messenâ min lugûb
ve lekad halakna | : andolsun, gerçek şu ki, yarattık, halkettik, |
Es semavati ve el ardı | : gökler ve yeri |
Ve beyne huma | : arasındakileri, onlarda, |
Fi sitteti | : Sedat, doğruluk içinde, intizam, hatasız, noksansız, adil |
eyyamin | : hayır, güzel bir halde, iyi, egemen, günler |
ve mâ messe na | : şey, ne, değil, temas etme, ulaşma, olgunlaşma, bağlantı, |
min lugub | : bıkmadan, yorgunluk, zafiyet |
38- Gerçek olan şu ki, gökleri ve yeri ve onlarda ki her şeyi, bir intizam bir güzellik içinde halkettik. Artık Bizi anlama konusunda bir zafiyet göstermeyin.
-39-
فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ
Fasbir alâ mâ yekûlûne ve sebbih bi hamdi rabbike kable tulûış şemsi ve kablel gurûb
fasbir | : artık, öyleyse, sabret, sabırlı ol, |
Ala ma yekulune | : söylenen şeylere karşı, |
Ve sebbih | : fiil sıfat zatın tecellilerini idrak et, her şey onunla, |
Bi hamdi rabbike | : hamd, tüm niteliklerin sahibi, rabbin, seni vucudlandıran |
kable tului el şems | : gün doğumu, önce, doğuş, güneş, aydınlık, zat, |
ve kable el gurubi | : önce, batış, gece gündüz her zaman |
39- Artık söylenen şeylere karşı sabırlı ol ve tüm niteliklerin Rabbine ait olduğunu anla, fiil, sıfat, Zatın tecellilerini idrak et. Gece gündüz her zaman idrak üzere ol.
-40-
وَمِنَ اللَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَأَدْبَارَ السُّجُودِ
Ve minel leyli fe sebbihhu ve edbâres sucûdi.
ve min el leyli | : gece, gaflet, karanlık, gecenin bir bölümü |
fe sebbih-hu | : fiil sıfat zatının tecellilerini idrak et, o, hak |
ve edbâre | : sonrada, ardından, |
el sucudi | : secde, tüm varlığıyla teslim olmak |
40- Gafletten kurtulmak için, O’na ait olan fiil, sıfat, Zatın tecellilerini idrak et ve sonra da tüm varlığınla teslim ol.
-41-
وَاسْتَمِعْ يَوْمَ يُنَادِ الْمُنَادِ مِن مَّكَانٍ قَرِيبٍ
Vestemi yevme yunâdil munâdi min mekânin karîb
ve estemi yevme | : kulak ver, dinle, gün, zaman, an, her an |
yudani | : nida eden, seslenmek, seslenen, çağrı yapan, |
El munadi | : seslenmek, çağırmak, |
Min mekanin karibin | : mekan, makam, yer, yakın gelinceye kadar |
41- Seslenenin seslenmesine yakın gelinceye kadar her an kulak verin.
-42-
يَوْمَ يَسْمَعُونَ الصَّيْحَةَ بِالْحَقِّ ذَلِكَ يَوْمُ الْخُرُوجِ
Yevme yesmeûnes sayhate bil hakk zâlike yevmul hurûci
Yevme yesmeune | : gün, vakit, zaman, an, işitirler, işitin, |
El sayhate | : kudretli ses, seslenme, ilahi sesleniş, |
bi el hakkı | : hakka ait olan, hak olan |
Zalike yevm | : işte o zaman, |
el huruci | : hariç, çıkış, dışarı, enfüsten âfaka çıkış, |
42- Her an her varlıktan Hakk’ın seslenişini işitin. İşte o zaman enfüsten âfaka olan çıkışı anlarsınız.
-43-
إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَإِلَيْنَا الْمَصِيرُ
İnnâ nahnu nuhyî ve numîtu ve ileynel masîru
İnnâ nahnu nuhyi | : muhakkak ki biz hayat vereniz, |
Ve numitu | : sınırlayan, yetişen, büyüyen, ölüm, |
Ve ileyna el masiru | : bize, belirleme, dönüş, ulaşma, dönülecek yer |
43- Muhakkak ki hayat veren ve sınırlayan Biziz ve dönüş Bizedir.
-44-
يَوْمَ تَشَقَّقُ الْأَرْضُ عَنْهُمْ سِرَاعًا ذَلِكَ حَشْرٌ عَلَيْنَا يَسِيرٌ
Yevme teşakkakul ardu anhum sirââ zâlike haşrun aleynâ yesîrun
Yevme | : gün, zaman, an, |
teşakkaku | : çatlama, kırılma, hücre bölünmesi, hakikatin ortaya çıkması |
el ardu an hum | : yeryüzü, toprak, beden, onların, onlarda |
siraan | : her an, hızla, hızla devam edip giden, hiç durmadan |
Zalike haşrun | : işte, toplanma, birlik, bütünlük, bir arada tutmak, |
aleyna yesirun | : bize, yürüyüş, devam edip giden, akıp diden, seyreden, |
44- Onların bedenlerinde hücrelerin bölünmesi her an devam eder gider. İşte bir bütünlük içinde devam edip giden bu durum Bize aittir.
-45-
نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِجَبَّارٍ فَذَكِّرْ بِالْقُرْآنِ مَن يَخَافُ وَعِيدِ
Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne ve mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni men yehâfu vaîdi
Nahnu alemu | : biz, ilmiyle var etmek, ilmin sahibi, |
bima yekulune | : şeyler, söylenen, söyledikleri şeyler, demek, |
ve mâ ente | : şey, ne, değil, sen değilsin |
Aleyhim bi cebbarin | : onları, zorlayıcı, zorba, |
Fe zekkir bi | : artık, an, hatırlat, anlat, zikret, |
el kuran | : okunan şey, kâinat kitabı, varlık kitabı, |
Men yehafu | : kim, kimse, sakınan, çekinen, korkan, |
vaidi | : yapılan, iyiliğe sevk, sözlerimiz, açığa çıkan, tecelli |
45- Söylenip duran şeylerdeki ilmin sahibi Biziz. Sen onları inanmaları için zorlayacak değilsin. Bundan sonra sakınan kimselere, tecellilerimizi anlamak isteyen kimselere, kâinat kitabının hakikatlerini hatırlat.