KALEM SURESİ
-1-
ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ
Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn
nûn | : kalem, divid, yazdıran, çene çukuru, dış cehre |
ve el kalemi | : kalem, ifade, üslup, yazdıran, nakış, şekillendiren |
ve ma yesturune | : ne, şey, değil, ilmi kalemle yazdı, satır satır, dizi dizi |
1- Nûn ve kalem ve tüm varlıktaki satır satır yazılan şeylere.
-2-
مَا أَنتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍ
Mâ ente bi nimeti rabbike bi mecnûn
Mâ ente | : değilsin sen |
Bi nimeti Rabbike | : nimetlerle, sıfatlarla, rabbinin |
bi mecnunin | : mecnun, deli, çılgın, cinlenmiş, ne dediğini bilmeyen |
2- Ne dediğini bilmeyen değilsin sen. Rabbinin sıfatlarıyla donatılansın.
-3-
وَإِنَّ لَكَ لَأَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍ
Ve inne leke le ecren gayre memnûn
ve inne leke | : muhakkak ki, doğrusu, senin için |
Le ecren | : elbette, karşılık, ecir, karşılık, mükâfat, ödül, hakikatler, |
Gayre memnunin | : kesilmeyen, tükenmeyen, devamlı |
3- Muhakkak ki senin için elbette bitmez tükenmez hakikatler vardır.
-4-
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
Ve inneke le alâ hulukın azîm
ve inne ke | : muhakkak ki sen, |
le ala | : elbette, için, hakkında |
Hulukın | : yaratılış, varoluş, halk oluş |
azimin | : kararlı, azimli, yüce, |
4- Muhakkak ki sen elbette halkoluşu anlamak için azimli olmalısın.
-5-
فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ
Fe se tubsıru ve yubsırûn
Fe se tubsıru | : bundan sonra, göreceksin, gözlemle, bak araştır, |
ve yubsırûne | : görecekler, anlayacaklar, gözlemlesinler, idrak, fikir, |
5- Bundan sonra hakikatleri anlamak için gözlemle ve onlarda gözlemlesinler.
-6-
بِأَييِّكُمُ الْمَفْتُونُ
Bi eyyikumul meftûn
bi eyyikumul | : sizin, hanginiz, kim, nasıl, |
el meftûnu | : tutkun, gönül vermiş, vurulmuş, âşık, mecnun |
6- Sizden gönül vermiş olanlar görüp anlayacaklardır.
-7-
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
İnne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bil muhtedîn
İnne rabbe ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
Huve alemu | : o, ilmin sahibidir, ilmiyle var eden |
Bimen dalle | : kim, kimse, sapmak, ayrılan, |
an sebili hi | : onun yolu, hakikatin yolu, |
Ve huve alemu | : o, ilmin sahibidir, ilminden, ilmiyle var eden, |
bi el muhtedine | : hidayet bulan, yönlenmek, rehber, aydınlanmış, |
7- Muhakkak ki seni vücudlandıran, ilmiyle vareden O’dur. O’nun yolundan sapıp giden kimdir? İlmiyle varedenin O olduğunu anlayıp hidayet bulan kimdir?
-8-
فَلَا تُطِعِ الْمُكَذِّبِينَ
Fe lâ tutııl mukezzibîn
Fe lâ tutıı | : bundan sonra, artık, yok, itaat, itaat etme |
el mukezzibîne | : yalanlar, yalanma hali, yalanlarda kalmak, |
8- Bundan sonra hakikatleri yalanlayanlara itaat yok.
-9-
وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ
Veddû lev tudhinu fe yudhinûn
veddû | : doğdu, yönelme, temenni, istek, sevgi, muhabbet |
lev tudhinu | : boya, aldanma, büyülenme, kandırmak, gösteriş hali |
Fe yudhinune | : aldatan, kanma, büyülenme, aldatılma, yağcılık, bulanık |
9- Aldatan olma, aldanan olma hâllerine yönelmek yok.
-10-
وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَّهِينٍ
Ve lâ tutı kulle hallâfin mehîn
ve lâ tutı kulle | : yok, itaat, itaat etme, hiçbirine, hepsi, |
hallafin | : yalan yere, yeminler, kötü haller |
Mehinin | : saldırgan, kavga, dalaşma, basit, adi, zararlı, önemsiz |
10- Ve şu hâllerin hiç birine itaat yok: Yeminlerle yalanlara sığınma hâllerine, önemsememe hâllerine.
-11-
هَمَّازٍ مَّشَّاء بِنَمِيمٍ
Hemmâzin meşşâin bi nemîm
hemmâzin | : ayıplayan, kusur arayan |
meşşâin | : dedikodu yapan, kötüleyen, alaya alan |
bi nemîmin | : laf taşıma, ara bozma |
11- Kusur arama, kötüleyip dedikodu yapma, laf taşıma hâllerine.
-12-
مَنَّاعٍ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ
Mennâın lil hayri mutedin esîm
Mennâın li el hayrı | : men etmek, iyiliği, hayrı |
mutedin | : hadde tecavüz eden, saldırgan, |
esîmin | : günahlar, günahkâr olma hali, fenalarda kalma |
12- İyiliği men etme, saldırganlık, fenalarda kalma hâllerine.
-13-
عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ
Utullin bade zâlike zenîm
utullin | : katı, kaba, zorba, kötülüğe meyilli |
bade zâlike | : daha sonra, işte bundan sonra, bundan başka |
zenîmin | : dalkavukluk, fırsatçılık, kalleşlik, namert, |
13- Kötülüğe meyletme hâline, sonra da fırsatçılık hâllerine.
-14-
أَن كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنِينَ
En kâne zâ mâlin ve benîn
en kâne za malin | : oldu, sahip, mal, değer, |
ve benine | : evlatlar, oğullar, akıllı, temkinli, |
14- Mal ve evlatlara sahip olduğunuzda bile bu hâllere itaat yok.
-15-
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
İzâ tutlâ aleyhi âyâtunâ kâle esâtîrul evvelîn
İzâ tutla aleyhi | : ona okunduğu zaman, açıklandığı zaman, |
Ayatu na | : ayetlerimiz, delillerimiz, işaretlerimiz |
Kale esatıru el evveline | : evvelkilerin masalları dediler, söylentileri, |
15- Onlara hakikatlerimiz delillerle açıklandığı zaman, evvelkilerin masalları dediler.
-16-
سَنَسِمُهُ عَلَى الْخُرْطُومِ
Se nesimuhu alel hurtûm
se-nesimu-hu | : soluk alma, esinlenme, esinti, hafif hava, nefes alma |
alâ el hurtûmi | : nefes alıp vermek için, burun, |
16- Onlar, burunlarından nasıl nefes alıp verdirdiğimizi hiç düşünmezler mi?
-17-
إِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَا أَصْحَابَ الْجَنَّةِ إِذْ أَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحِينَ
İnnâ belevnâhum ke mâ belevnâ ashâbel cennet iz aksemûle yasri munnehâ musbihîn
İnnâ belev na hum | : biz, çalışma, deneme, imtihan, düşünmek, onlar |
Kemâ belev na | : gibi, çalışmak, tasa, deneme, bela, düşünmek, biz, |
Ashâbe el cennete | : bahçe sahipleri, dünya zevkinde olanlar, |
İz aksemu | : olduğu zaman, kasem, yemin, sağlam, ahdetme, |
Le yasrimune-hâ | : ısrarlı davranmak, üstünde durma, hangi olan, hangisi, |
musbihîne | : sabah, doğuş vakti, aydınlığa ulaşan, aydınlık, |
17- Onlar Bizi anlamak için düşünenler gibi, Bizi anlamak için düşünmezler. Kendi yaşayış cennetine sahip olanlar, ahdetmiş gibi kendi hallerinde ısrar ederler, aydınlığa ulaşanlar gibi davranmazlar.
-18-
وَلَا يَسْتَثْنُونَ
Ve lâ yestesnûn
ve la yestesnune | : yok, istisna, hariç, dışlanma yok, bırakılma yok |
18- Ve o hallerini bırakmazlar.
-19-
فَطَافَ عَلَيْهَا طَائِفٌ مِّن رَّبِّكَ وَهُمْ نَائِمُونَ
Fe tâfe aleyhâ tâifun min rabbike ve hum nâimûn
Fe tafe | : fakat, dolaştı, döndü, dolaşanlar, arayış içinde olan, |
Aleyha taifun | : üzerlerinde, o, bu, taife, gurup, afet, kasırga, |
min rabbi-ke | : Rabbiyiz, rabbin, rabbiniz tarafından |
ve hum nâimûne | : onlar, bolluk, bereket, uykuda, varlıktaki tecelli, |
19- Fakat Rabbinin hakikatlerini ve tüm varlıktaki tecellileri anlamak isteyenler, bir arayış içinde olurlar.
-20-
فَأَصْبَحَتْ كَالصَّرِيمِ
Fe asbahat kes sarîm
Fe asbahat | : böylece, oldu, olmuştur, güzel nitelikler |
Ke el sarimi | : kesip ayırmak, karartmak, ayrı görmek, bölmek, uzaklaşma, hırs |
20- Fakat cehaletin karanlığında kalanlar ise,
-21-
فَتَنَادَوا مُصْبِحِينَ
Fe tenâdev musbihîn
Fe tenâdev | : artık, nida, seslenme, dağılıp gitme, uzaklaşma, |
musbihîne | : sabah vakti, doğuş vakti, aydınlık, |
21- hakikatlerin aydınlığından uzaklaşıp gittiler.
-22-
أَنِ اغْدُوا عَلَى حَرْثِكُمْ إِن كُنتُمْ صَارِمِينَ
Enıgdû alâ harsikum in kuntum sârımîn
en ıgdû | : oluşun, fiilin, ne olduğu, gitmek, |
Alâ harsi kum | : sürme, işleyiş, tohum atma, üretme, meydana gelişiniz |
İn kuntum | : eğer, iseniz, oldunuz, |
sarımine | : kesen, sert, zor, kesip atma, toplamak, koparma, hırs |
22- Kendi bedenlerindeki her an olan işleyişin ne olduğunu hırslarından göremediler.
-23-
فَانطَلَقُوا وَهُمْ يَتَخَافَتُونَ
Fentalekû ve hum yetehâfetûn.
Fe intalekû | : böylece, ayrıldılar, ayrılığa düştüler, uzaklaştılar |
ve hum yetehafetune | : onlar, fısıldaşma, sinsilik, kurnazlık, aldatma |
23- Böylece ayrılığa düşüp uzaklaştılar ve sinsilikte kaldılar.
-24-
أَن لَّا يَدْخُلَنَّهَا الْيَوْمَ عَلَيْكُم مِّسْكِينٌ
En lâ yedhulennehel yevme aleykum miskîn
En lâ yedhule | : yok, dahil olmak, girmek, girmesini istemediler, |
enne-hâ | : oraya, hakikatlere, |
el yevme aleykum | : zaman, bugün, vakit, size, kendileri |
miskinun | : yoksul, miskin, çaresiz, yoksun, hakikatin arayışında olan |
24- Hakikatlerin arayışında olanların da hakikatlere dahil olmasını hiçbir zaman istemediler.
-25-
وَغَدَوْا عَلَى حَرْدٍ قَادِرِينَ
Ve gadev alâ hardin kâdirîn
ve gadev | : karar, yargılama, yürüyüp gitmek, uzaklaşmak, |
Ala hardin | : üzerinde, küsme, kasıt, azim, men, |
kadirin | : kudret, güç, tüm kâinattaki kudret |
25- Ve tüm kâinattaki Kudreti anlamaktan uzaklaşıp gittiler.
-26-
فَلَمَّا رَأَوْهَا قَالُوا إِنَّا لَضَالُّونَ
Fe lemmâ reevhâ kâlû innâ le dâllûn
fe lemmâ reev ha | : fakat, hata yaptıklarını anladıklarında, gördüler |
Kalu inna le dallune | : dediler, şüphesiz sapıklardan, hakikatin dışına çıkan |
26- Bunun böyle olmadığını görünce, biz hakikatten sapmışız, dediler.
-27-
بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
Bel nahnu mahrûmûn
Bel nahnu | : bilâkis, fakat, lakin hayır, evet, doğrusu, biz |
mahrumune | : mahrumuz, yoksun |
27- Doğrusu biz hakikatlerden mahrum olmuşuz.
-28-
قَالَ أَوْسَطُهُمْ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ
Kâle evsatuhum e lem ekul lekum lev lâ tusebbihûn
Kâle evsatu hum | : dedi, orta, orta yol, doğru olan, akılları başına gelince |
E lem ekul lekum | : deseydik, size, bizlere sunulmuşken |
Lev lâ tusebbihûne | : keşke, yok, tesbih, anlamak, tecelliler, her şey ona ait, |
28- Akılları başlarına gelince dediler ki: Her şey bizlere sunulmuşken, keşke Hakk’a ait olan tecellileri yok saymasaydık.
-29-
قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
Kâlû subhâne rabbinâ innâ kunnâ zâlimîn
Kâlû subhane | : dedi, noksansız, kutsal, sübhan, tenzih olan, |
rabbi na | : rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
İnna kunna zalimine | : biz zalimlerden olduk, |
29- Bizi vücudlandıran Sübhan olanmış, biz ise bunu anlayamayıp zalimlerden olduk, dediler.
-30-
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَلَاوَمُونَ
Fe akbele baduhum alâ badın yetelâvemûn
Fe akbele | : bunun üzerine, kabul etmek, dönme, uygun bulma, |
Badu hum ala badın | : bazıları bazılarına, birbirlerini |
Yetelavemune | : kınama, kötüleme, sorgulama, çekiştirme, kötü görme |
30- Öyle ki onlar birbirilerini kınamaktan, dönüp hakikatleri kabul edemediler.
-31-
قَالُوا يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا طَاغِينَ
Kâlû yâ veylenâ innâ kunnâ tâgîn
Kâlû ya veyle na | : dediler, demek, der, vah, yazık olsun bize |
İnna kunna tagine | : biz, haddi aşan, zannını putlaştıran, tapan, |
31- Dediler ki: Biz kendi zanlarımızı putlaştırdık, yazıklar olsun bize.
-32-
عَسَى رَبُّنَا أَن يُبْدِلَنَا خَيْرًا مِّنْهَا إِنَّا إِلَى رَبِّنَا رَاغِبُونَ
Asâ rabbunâ en yubdilenâ hayren minhâ innâ ilâ rabbinâ râgıbûn
Asâ rabbu na | : umulur ki, belki, rabbimiz, bizi vücudlandıran |
en yubdile-nâ | : değiştirme, değişiklik, bedel, yerine yenisini koyma |
Hayren min ha | : ondan daha hayırlı, daha iyi |
İnnâ ila rabbi na | : biz, rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
râgıbûne | : istekli, isteyen, rağbet eden, ilgi, teveccüh, arzu |
32- Umulur ki biz; bizi vücudlandıranı anlarız, hâl ve gidişatımızı hayr üzere değiştiririz, biz sadece bizi vücudlandırana teveccüh ederiz.
-33-
كَذَلِكَ الْعَذَابُ وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Kezâlikel azâb ve le azâbul âhıreti ekber lev kânû ya’lemûn
Kezâlike el azabu | : işte böyle, azap, sıkıntı, işkence, acılar |
Ve le azabu | : elbette azap, sıkıntı, |
El ahireti | : sonu, sonunda, ahiret, |
Ekberu | : daha fazla, daha, yüce, büyük, ulu |
Lev kanu yalemune | : eğer, keşke, oldu, bilseydiler, bilenler |
33- İşte sıkıntılar böyledir. Elbette sonunda olan sıkıntı daha büyük olur. Keşke hakikatleri bilselerdi.
-34-
إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ
İnne lil muttekîne ınde rabbihim cennâtin naîm
İnne li el muttekîne | : muhakkak, muttakiler, fenalar düşmekten sakınan |
İnde rabbi him | : katında, ona ait, Rabb, vücudlandıran, onlar |
Cenneti el naimi | : huzur, bolluk, varlık, huzur, tecellilerin sahibini anlama |
34- Muhakkak ki fenalara düşmekten sakınanlar için, onları vücudlandırana ait tecellileri anlamanın huzuru vardır.
-35-
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ
E fe necalul muslimîne kel mucrimîn
E fe necalu | : mi, olur mu, işte, böyle, yapılır, kılınır, olur, sunulur, |
El muslimine | : tüm varlığıyla teslim olup barış huzur üzere olan, |
Ke el mücrimine | : günahlara, fenalara, fena hallere, suçlular |
35- Tüm varlığıyla teslim olup barış ve huzur üzere olanlar, fenalarda kalanlar gibi olur mu?
-36-
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
Mâ lekum, keyfe tahkumûn
Mâ lekum | : ne, şey, değil, siz, siz değilsiniz, |
Keyfe tahkumune | : nasıl, ne, ne kadar, hüküm veren, hâkim, yargıç, |
36- Siz hakikati söyleyen değilsiniz. Nasıl hüküm veriyorsunuz?
-37-
أَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فِيهِ تَدْرُسُونَ
Em lekum kitâbun fîhi tedrusûn
Em lekum kitabun | : yoksa, sizin, kitap |
Fiy hi tedrusune | : onun içinde, ders, öğretim, okumak |
37- Yoksa sizin kitabınız var da ondan mı öğreniyorsunuz?
-38-
إِنَّ لَكُمْ فِيهِ لَمَا يَتَخَيَّرُونَ
İnne lekum fîhi lemâ tehayyerûn
İnne lekum fiy hi | : muhakkak, siz, onun içinde |
Le ma tehayyerune | : seçmek, tercih, beğenip seçmek, şaşırmak |
38- Siz onun içinden seçip mi alıyorsunuz?
-39-
أَمْ لَكُمْ أَيْمَانٌ عَلَيْنَا بَالِغَةٌ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ إِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَ
Em lekum eymânun aleynâ bâligatun ilâ yevmil kıyâmeti inne lekum lemâ tahkumûn
Em lekum eymanun | : yoksa, sizin, inanç, yemin, sağlam, doğru, gerçek, |
Aleyna baligatun | : biz, bize ait, kendi, erişir, sürer, derece, |
ilâ yevmi el kıyâmeti | : gün, vakit, ortaya çıkış, diri olan, ölünceye kadar |
İnne lekum | : muhakkak, siz, |
le ma tahkumun | : elbette, ne, şey, değil, hüküm veren |
39- Yoksa siz kendi doğru zannettiklerinizle mi, ya da sonsuza kadar sürecek olan Bizim hakikatlerimizle mi hareket ediyorsunuz? Elbette sizler hüküm veren değilsiniz.
-40-
سَلْهُم أَيُّهُم بِذَلِكَ زَعِيمٌ
Sel hum eyyuhum bi zâlike zeîm
Sel hum | : sor, ara, araştır, onlar, |
eyyu hum | : hangisi, ne, nasıl, kim, nerde, onlar, |
Bi zalike zeimun | : işte, lider, kefil, şef, yöneten, sorumlu, idare eden |
40- Onlar, her şeyde hüküm sahibi olan, tüm varlığı idare eden kimdir, diye sorup araştırsınlar.
-41-
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء فَلْيَأْتُوا بِشُرَكَائِهِمْ إِن كَانُوا صَادِقِينَ
Em lehum şurekâu fel yetû bi şurekâihim in kânû sâdikîn
Em lehum şurekau | : yoksa, veya, onların ortakları, ortaklar, yardımcı, |
Fe el yetû bi | : ol halde, artık, getirsinler, sunsunlar, gelmek, |
şurekâi-him | : onların ortakları, ortaklarını |
İn kanu sadikine | : eğer, ise, oldu, sadık, doğru söyleyen |
41- Yoksa onların ortaklarımı var? Eğer doğru söylediklerini iddia diyorlarsa ortaklarını getirsinler.
-42-
يَوْمَ يُكْشَفُ عَن سَاقٍ وَيُدْعَوْنَ إِلَى السُّجُودِ فَلَا يَسْتَطِيعُونَ
Yevme yukşefu an sâkın ve yud’avne iles sucûdi fe lâ yestetîûn
Yevme | : gün, zaman, vakit, her an, |
yukşefu | : açılır, ortaya çıkar, açığa çıkaran, keşfeden, gösteren |
an sâkın | : bir şeyin aslı, baldır, kaçmak istemek, gücün gösterilişi |
ve yudavne | : iddia, talep, isteme, davet |
ilâ el sucûdi | : secde, boyun eğme, teslim olma, aslında yok olma |
Fe lâ yestetîûne | : lâkin, yok, güç, mecal, muktedir, gücü yoktur, |
42- Gücün sahibi tüm varlıktan her zaman kendini açığa çıkarır. Teslim olmaları için davet edilirler, fakat hakikatleri anlayama güçleri yoktur.
-43-
خَاشِعَةً أَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ وَقَدْ كَانُوا يُدْعَوْنَ إِلَى السُّجُودِ وَهُمْ سَالِمُونَ
Hâşiaten ebsâruhum terhekuhum zilleh ve kad kânû yud’avne iles sucûdi ve hum sâlimûn
Hâşiaten | : öne eğilme, saygı, ürperme, aşk hali |
ebsaru hum | : bakışlarını, gözlerini, anlayışlarını, |
terheku-hum | : zorlanma, sarma, onları kaplar, bürünme |
zilletun | : zillet, horluk, hakirlik, alçalma, utanç |
ve kad | : olmuştu, oldular. |
Kanu yudavne | : oldu, davet edilen, |
ilâ es sucûdi | : secde etmeye, teslim olmaya, hakka uymaya, |
ve hum salimune | : ve onlar salim, sağ, sağlam, huzurlu, |
43- Onlar bakışlarını bir zillet içinde önlerine eğerler. Oysa onlar, teslim olmaları ve selamet bulmaları için davet edilmişlerdi.
-44-
فَذَرْنِي وَمَن يُكَذِّبُ بِهَذَا الْحَدِيثِ سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ
Fe zernî ve men yukezzibu bi hâzel hadîs se nestedricuhum min haysu lâ ya’lemûn
Fe zer ni | : artık, bırak, ilgilenme, uzak dur, ben, |
Ve men yukezzibu | : kim yalanlıyor |
bi hâzâ el hadisi | : bu sözü, olay, hadise, hakikatlerin sözleri |
senes tedricu-hum | : duyu, anlam, dahil, yavaş yavaş, azar azar, onlar |
min haysu | : nereye, nerden, yer, yönünden, içinde |
lâ yalemûne | : bilmiyorlar |
44- Artık Beni anlamayanları ve hakikatlerin sözlerini yalanlayanları bırak. Onlar bilememezlik içinde sonlarına yavaş yavaş yaklaşacaklar.
-45-
وَأُمْلِي لَهُمْ إِنَّ كَيْدِي مَتِينٌ
Ve umlî lehum inne keydî metîn
ve umlî lehum | : mühlet, süre, zaman, umarım onlar, |
İnni keydi | : muhakkak, yakalayış, düzen, tuzak, çare, hile, |
metinun | : sağlam, katı, dayanıklı, güçlü |
45- Muhakkak ki onlara verilen süreye güçlü bir şekilde yakalanacaklardır.
-46-
أَمْ تَسْأَلُهُمْ أَجْرًا فَهُم مِّن مَّغْرَمٍ مُّثْقَلُونَ
Em teseluhum ecren fe hum min magremin muskalûn
Em teselu-hum | : veya, yada, soruyorsun, söylemek, anlattığın hakikatler |
ecren | : ücret, karşılık, |
fe hum | : böylece, artık, onlar, |
min magremin | : zarar, ziyan, maddî bir borçtan ezilme, düşkün, |
muskalûne | : ağır olan bir yük, kilolu, yüklü, |
46- Anlattığın hakikatlere karşılık onlardan bir karşılık beklemiyorsun ki, bir yükün altında ezilir gibi oluyorlar.
-47-
أَمْ عِندَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ
Em inde humul gaybu fehum yektubûn
Em inde hum | : veya, yanında, ona ait, |
el gaybu | : gizli, görünmeyen bilinmeyen |
Fe hum yektubune | : onlar, yazıyorlar, söylüyorlar, |
47- Yoksa görünmeyen bilinmeyen âlemin hakikatleri onların katında mı ki oradan yazıyorlar?
-48-
فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُن كَصَاحِبِ الْحُوتِ إِذْ نَادَى وَهُوَ مَكْظُومٌ
Fasbir li hukmi rabbike ve lâ tekun ke sâhıbil hût iz nâdâ ve huve mekzûm
fe isbir li hukmi | : artık sabret, hükümler için, |
rabbike | : rabbinin, seni vücudlandıran, |
Ve la tekun | : sen yoksun, sen olma, olmayın |
Ke sahibi | : gibi, sahip, o halde olan, o halde kalan, |
el huti | : balık, balıkçı, kendi bildiğinde kalan, gönül hissiyatı |
İz nada | : nida etti, seslenmişti, yakarmıştı, çağırdı, |
Ve huve mekzumun | : o, bastırılmış, kapatılmış, öfkeli, hüzün, kederli, tasalı, |
48- Bundan sonra seni vücudlandıranın hükümlerini anlamak için sabırlı ol. Gönlündeki kendi bildiklerinde kalan o kişi gibi olma. O yakarmıştı ve o bir tasa içinde kalmıştı.
-49-
لَوْلَا أَن تَدَارَكَهُ نِعْمَةٌ مِّن رَّبِّهِ لَنُبِذَ بِالْعَرَاء وَهُوَ مَذْمُومٌ
Levlâ en tedârekehu nimetun min rabbihî le nubize bil arâi ve huve mezmûm
Lev la en tedâreke-hu | : eğer, yok, erişmesi, anlaması, donatılması, iyileştirilmesi, o |
nimetun min rabbi hi | : nimet, lütuf, tecelliler, Rab, o |
le nubize | : mutlaka atılır, bırakılır, reddedilir, kalacak, |
bi el arâi | : çıplak bir şekilde, boş yer |
ve huve mezmum | : o, kınanmış, itibarsız, ayıplanmış, kabahatli gibi, kaybetmiş |
49- Eğer o Rabbinin lütuflarını anlamamış olsaydı; boş, bilgisiz ve kaybetmiş bir hâlde kalacaktı.
-50-
فَاجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَجَعَلَهُ مِنَ الصَّالِحِينَ
Fectebâhu rabbuhu fe cealehu mines sâlihîn
Fe ectebâ-hu | : böylece, artık, secicilik, fark edici, o, |
rabbu hu | : Rabbi, vücudlandıran, o |
Fe ceale-hu | : artık, kıldı, oldu, yaptı, sundu, o, |
min es sâlihîne | : Salihlerden, iyilerden, uygun, yakışır, hakka uyan |
50- Böylece o Rabbinin hakikatlerini fark etti, Salihlerden oldu.
-51-
وَإِن يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ
Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semîûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn
ve in yekâdu | : neredeyse, az kalsın |
Ellezîne keferu | : onlar, örtüler, hakikati görmemezlikten gelenler |
Le yuzlikûne-ke | : devirecekler, dalkavuk, çıkarcı, kaydıracaklar, seni |
Bi ebsâri-him | : onların bakışları, gözleri |
Lemmâ semıü | : duyduklarında, işittiklerinde |
ez zikre | : zikir, anma, anlatma, hakikatlerin sözleri, |
ve yekûlûne inne hu | : dediler, diyorlar, şüphesiz, doğrusu, o, |
Le mecnunun | : mecnun, deli, ne dediğini bilmeyen, |
51- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, hakikatlerin sözlerini duyduklarında, neredeyse seni bakışlarıyla devireceklerdi ve dediler ki: Şüphesiz o elbette ne dediğini bilmeyendir.
-52-
وَمَا هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ
Ve mâ huve illâ zikrun lil âlemîn
ve mâ huve | : şey, ne, değil, o, |
illa zikrun | : ancak, başka, zikir, anma, hatırlatma |
Li el alemin | : için, âlemler, bütün herkes, |
52- O hakikatlerin sözleri, bütün herkes için hatırlatmaktan başka bir şey değildir.