KAMER SURESİ

 

-1-

اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانشَقَّ الْقَمَرُ

İkterebetis sâatu ven şakkal kamer

İkterebeti : yakınlaştı, yanaştı, yakın oldu, geldi,
el saatu : saat, süre, zaman, vakit, gelip geçen zaman, her an
ve inşakka el kameru : hakikatler apaçık ortaya çıktı,

 

1- Her zaman hakikatlere yakınlık vardır ve hakikatler her an apaçık ortaya çıkar.

 

-2-

وَإِن يَرَوْا آيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُّسْتَمِرٌّ

Ve in yerev âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun mustemir

ve in yerev ayeten : eğer, bile, görseler, ister, ayet, işaret, delil,
Yuridu : dönen, yüz çeviren, reddeden, cahelate dönen
Ve yekulu sihrun : derler, sihir, aldatmaca,
Mustemir : devamlı, sabit, eskiden gelen

 

2- Delilleriyle görseler bile, hakikatleri reddedip kendi cehaletlerine dönenler, bunlar eskiden beri söylenen aldatmacalardır, derler.

 

-3-

وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءهُمْ وَكُلُّ أَمْرٍ مُّسْتَقِرٌّ

Ve kezzebû vettebeû ehvâehum ve kullu emrin mustekır

ve kezzebû : yalanladılar, yalanlarda kaldılar,
ve ittebe : tabi oldular, uydular,
ehvae hum : heva, heves, zan, çıkarlarına uymak, onlar
Ve kullu emrin : bütün işler, hükümler, tüm varlıktaki işleyiş
mustekır : kararlı, sağlam, istikrar, yerleşme yeri, düzen

 

3- Onlar hakikatleri yalanlarlar ve onlar kendi şahsi çıkarlarına tâbi olurlar ve bütün varlıktaki istikrarlı işleyişi anlayamazlar.

 

-4-

وَلَقَدْ جَاءهُم مِّنَ الْأَنبَاء مَا فِيهِ مُزْدَجَرٌ

Ve lekad câehum minel enbâi mâ fihî muzdecer

ve lekad ceahum : andolsun, doğrusu, geldi, sunuldu, verildi, onlar
minel enbai : haberler, hakikatlerin bilgileri,
Ma fi hi muzdecer : ondan sakındıracak nasihat, caydırıcı, vazgeçirici

 

4- Doğrusu onlara fenalardan vazgeçirtecek hakikatlerin bilgileri sunuldu.

 

-5-

حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُ

Hikmetun bâligatun fe mâ tugnin nuzur

Hikmetun : bilgelik, ilmin inceliği, içteki sır,
baligatun : erişmek, yetişkin, kemalat
fe mâ tugni : bir yarar sağlamadı, fayda vermedi,
el unzuru : bakmalar, uyarma, açıklanan hakikatler, sözler

 

5- Kemalâta ulaşmaları için ilmin incelikleri onlara sunuldu. Fakat açıklamalar, uyarılar onlara fayda vermedi.

 

-6-

فَتَوَلَّ عَنْهُمْ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ إِلَى شَيْءٍ نُّكُرٍ

Fe tevelle anhum yevme yedud dâi ilâ şeyin nukur

Fe tevelle : artık, yüz çevir, uzak dur,
anhum yevme : onlardan, gün, zaman, an, her zaman,
yedu ed dai : davetçinin daveti,
ila şeyin nukur : bir şey, vermemek, reddetmek

 

6- Artık, hakikatlere davet edenin davetine karşılık vermeyenlerden her zaman uzak dur.

 

-7-

خُشَّعًا أَبْصَارُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ كَأَنَّهُمْ جَرَادٌ مُّنتَشِرٌ

Huşşe’an ebsâruhum yahrucûne minel ecdâsi keennehum cerâdun munteşir

Huşşean : korku, dehşet,
ebsaru hum : gözler, bakışlar, halleri
Yahrucûne : çıkarlar,
minel ecdas : mezar, kabir, ev, vücutlar, ortaya fırlayan
Keenne hum ceradun : sanki, gibi, onlar gibi çekirge, yağma edenler
munteşirun : dağılan, etrafa yayılan, hareket eden,

 

7- Onlar bakışlarıyla dehşet saçan, etrafa yayılmış yağmacılar gibi yalnız kendi çıkarlarına göre hareket ederler.

 

-8-

 مُّهْطِعِينَ إِلَى الدَّاعِ يَقُولُ الْكَافِرُونَ هَذَا يَوْمٌ عَسِرٌ

Muhtıîne iled dâi yekûlul kâfirûne hâzâ yevmun asir

Muhtiîne : hızlı yürüyen, acele eden, koşan, hata eden,
ila ed dai : davet etmek, yönelmek,
Yekulu el kâfirûne : derler, örten, hakikati görmemezlikten gelen,
haza yevm : bu, şu, bunlar, gün, zaman, her zaman,
asir : zorluk, sıkıntı, reddeden, müşkül, karmakarışık,

 

8- Hakikatlere davet edeni bir hata içinde görürler. Hakikatleri görmemezlikten gelenler derler ki: Bunlar her zaman sıkıntı verirler.

 

-9-

 كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ

Kezzebet kablehum kavmu nûhın fe kezzebu abdenâ ve kâlû mecnûnun vezducir

Kezzebet kable hum : yalanladı, onlardan önce
kavmu nûhın : Nuh’un kavmi
Fe kezzebu : böylece, yalanladılar
abde na : kul, biz, kulumuz, bizi anlatan kul
ve kâlû mecnun : dediler, mecnun, bilmeden konuşan, cinlemiş
ve uzducir : engellemeye çalıştılar, incittiler

 

9- Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı. Onlar kulumuzu yalanladılar ve o ne dediğini bilmiyor dediler ve onu engellemeye çalıştılar.

 

-10-

فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانتَصِرْ

Fe deâ rabbehû ennî maglûbun fentasır

Fe dea rabbe hu : sonra, seslendi, dua etti, yöneldi, rabbine
Enni maglubun : ben, mağlup, yenilmek, gücü yetmemek
fe intasir : yardım,

 

10- Sonra o Rabbine: Hakikatleri anlatmaya benim gücüm yetmedi, bana yardım et, diye dua etti.

 

-11-

فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاء بِمَاء مُّنْهَمِرٍ

Fe fetahnâ ebvâbes semâi bi mâin munhemir

Fe fetah na : böylece, açtık, açığa çıkardık,
ebvabe : kapılar, gerçek, hakikat, kısım, parça, varlığın sureti
el semâi : ulvi alem, gökyüzü, sema, ulviyet,
bi main munhemir : saf, su, bir ilim, dökülen, akıp gelen, boşalan, çok

 

11- Böylece o, Ulvi Âlem’den akıp gelen ilmin Bizden açığa çıktığını anladı.

 

-12-

وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاء عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ

Ve feccernel arda uyûnen feltekalmâu alâ emrin kad kudir

ve feccer nâ : coşmak, doğmak, açığa çıkarmak, fışkırmak, biz
el arda : toprak, yeryüzü, beden
uyunen : pınar, kaynak, gözler, aynılık, benzer, seyir, eş,
Fe ilteka el mau : böylece, buluştu, birleşti, saf, ilim, kaynağından
alâ emrin : emir, iş, işleyiş, hüküm,
kad kudire : oldu, ölçüyle, takdirle

 

12- Yeryüzündeki doğuşun Bizden olduğunu, benzer hakikatleri taşıdığını, sonra da bütün işleyişin bir ölçüyle bir ilimde birleştiğini anladı.

 

-13-

وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ

Ve hamelnâhu alâ zâti elvâhın ve dusur

ve hamelnâ-hu : taşıdık, o,
ala zati : üzerine, için, yüce, zat, öz, sahip,
elvâhın : levhalar, tablolar, varlık sahifeleri,
ve dusuri : sevk, itme, gönderme, çivi, ortadan kalkma,

 

13- Bütün varlık sahifelerinin Zatını idrak etmesi için onu taşıdık ve onu hakikatlere sevk ettik.

 

-14-

تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاء لِّمَن كَانَ كُفِرَ

Tecrî bi a’yuninâ, cezâen li men kâne kufir

Tecri : var, yer, akıp giden, sürüp giden, üzere oldu,
bi ayuni na : gözler, bakış, aynılık, ayniyet, benzer, bizim, hakikatlerimiz
Cezaen : karşılık, karşılığını bulmak, mukabil, görmek,
li men kane kufr : için, kimse, reddeden, inanmayan, haksızlık, hakikati örten

 

14- Nuh’a karşı haksızlık yapan kimseler, yaptıklarının karşılığını buldular. O ise, Bizim hakikatlerimiz üzere hareket etti.

 

-15-

وَلَقَد تَّرَكْنَاهَا آيَةً فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad tereknâhâ âyeten fe hel min muddekir

ve lekad terek na ha : doğrusu, bırakmak, koymak, terk, biz, o,
ayete : işaret, iz, delil
Fe hel min muddekirin : böylece, diye, ibret, öğüt alsınlar, araştırsınlar,

 

15- Doğrusu onu delillerimizle bıraktık. Böylece hakikatleri araştırıp öğrensinler diye.

 

-16-

فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur

Fe keyfe : bundan sonra, işte, nasıl, bu durum nedir, nice
kane azabi : oldu, sıkıntılarda kalmak, azab, sıkıntı,
ve nuzuri : uyarı, hakikati düşünmek, nazar, sakındırmak, araştırma

 

16- Böylece hakikatlerimizi anlamayanlar nasıl sıkıntılarda kalır ve hakikatlerle uyarılmak nedir, düşünsünler diye.

 

-17-

 وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne lîz zikri fe hel min muddekir

ve lekad yesserna : doğrusu, yaptık, kolay, hızlı, gizli, düzenledi
El kuran : Okunan şey, kâinat kitabı, varlık kitabı,
li el zikri : zikir için, anmak için, anlamak, idrak etmek, öğüt,
Fe hel min muddekirin : bundan sonra öğüt alsınlar diye, ibret, düşünüp anlama

 

17- Doğrusu kâinat kitabını anlaşılması için kolay kıldık. Böylece hakikatleri araştırıp öğrensinler diye.

 

-18-

كَذَّبَتْ عَادٌ فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ

Kezzebet âdun fe keyfe kâne azâbî ve nuzur

Kezzebet adun : yalanladı, ad kavmi
Fe keyfe kane azabi : işte, nasıl oldu azap, sıkıntı,
Ve nuzuri : uyarılar, hakikate getirmek için yapılan uyarı,

 

18- Ad kavmi de hakikatler açıklanıp uyarıldıkları hâlde yalanladılar ve onlar sıkıntılarda kaldılar.

 

-19-

 إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي يَوْمِ نَحْسٍ مُّسْتَمِرٍّ

İnnâ erselnâ aleyhim rîhan sarsaren fî yevmi nahsin mustemirr

İnnâ erselna aleyhim : biz, indirdik, gönderdik, verdik, üzerlerinde, onlarda
Rîhan sarsaren : rüzgâr, ses, nefes, gürültülü, uğultu, kudretli
Fi yevmi nahsin : içinde, gün, her an, vurmak, uğursuz,
mustemir : devamlı, kesintisiz

 

19- Onlara da, her an kesintisiz bir vurgu hâlinde, bir uğultu hâlinde olan o nefes alıp vermeyi Biz verdik.

 

-20-

تَنزِعُ النَّاسَ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ مُّنقَعِرٍ

Tenziun nâse ke ennehum a’câzu nahlin munkair

Tenziu en nase : çekmek, çeker verir, sızma, söküp alan, insanları
keenne-hum : gibi, sanki, onlar,
acazu : eksiklik, acizlik, elinde olmadan, ihtiyaç, istem dışı
Nahlin munkair : elemek, hurma ağacı, kökünden sökülmüş, kopmuş,

 

20- İnsanlar, istem dışı bir hâlde içlerinden sökülüp gelir gibi nefes alıp verirler

 

-21-

فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur

Fe keyfe : bundan sonra, işte, nasıl, bu durum nedir, nice
kane azabi : oldu, sıkıntılarda kalmak, azab, sıkıntı,
ve nuzuri : uyarı, hakikati düşünmek, nazar, sakındırmak, araştırma

 

21- Böylece hakikatlerimizi anlamayanlar nasıl sıkıntılarda kalır ve hakikatlerle uyarılmak nedir, düşünsünler diye.

 

-22-

 وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne lîz zikri fe hel min muddekir

ve lekad yesserna : biz, yaptık, kolaylaştırdık düzenledik, akıcı kıldık,
El kuran : kainat kitabı, varlık kitabı, okunulan şeyi
li ez zikri : zikir için, anmak için, anlamak, idrak etmek
Fe hel min muddekirin : bundan sonra öğüt alsınlar diye. İbret, düşünüp anlama

 

22- Doğrusu kâinat kitabını anlaşılması için kolay kıldık. Böylece hakikatleri araştırıp öğrensinler diye.

 

-23-

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِالنُّذُرِ

Kezzebet semûdu bin nuzur

Kezzebet semudu : yalanladı, semud da
bi en nuzuri : uyarılar, hakikate getirmek için yapılan çağrı

 

23- Semud da hakikatler açıklanıp uyarıldıkları hâlde yalanladılar.

 

-24-

فَقَالُوا أَبَشَرًا مِّنَّا وَاحِدًا نَّتَّبِعُهُ إِنَّا إِذًا لَّفِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ

Fe kâlû ebeşeren minnâ vâhiden nettebiuhû innâ izen lefî dalâlin ve suur

Fe kalu e beşeren : böylece, o zaman, dediler, bir beşer mi?
minnâ vahiden : bizden, birisi, tek,
nettebiu hu : tâbi olmak, uymak, takip etmek, o
innâ izen le fi dalalin : biz, elbette, dışına çıkan, sapan
ve suur : çılgın, aşırılık, hüsran

 

24- Sonra da dediler ki: Biz, bizim gibi olan bir beşere mi uyacağız. O zaman biz elbette bildiklerimizin dışına çıkarız ve hüsrana uğrarız.

 

-25-

أَؤُلْقِيَ الذِّكْرُ عَلَيْهِ مِن بَيْنِنَا بَلْ هُوَ كَذَّابٌ أَشِرٌ

E ulkıyez zikru aleyhi min beyninâ bel huve kezzâbun eşir

E ulkiye : mi ulaştı, verildi, aldı, ulaştı, kavuştu,
el zikru aleyhi : zikir, anmak, hakikatler, ona,
min beyni-nâ  : aramızdan, içimizden
Bel huve kezzabun : hayır, bilakis, o, yalanlayan,
eşirun : noktalayan, sonlandırmak, kibirli

 

25- İçimizden ona mı hakikatler verildi? Bilakis o bildiklerimizi yalanlayıp sonlandırandır.

 

-26-

 سَيَعْلَمُونَ غَدًا مَّنِ الْكَذَّابُ الْأَشِرُ

Se ya’lemûne gaden menil kezzâbul eşir

se yalemûne : belki, bilen, öğrenen,
gaden : yarın, yakında, gelecekte
Men el kezzab : kim, yalanlayan,
el eşiru : sonlandıran, nokta, kibirli

 

26- Yalanlayan sonlandıran kimdir? Belki yakında bilirler.

 

-27-

إِنَّا مُرْسِلُو النَّاقَةِ فِتْنَةً لَّهُمْ فَارْتَقِبْهُمْ وَاصْطَبِرْ

İnnâ mursilûn nâkati fitneten lehum fertekıbhum vestabir.

İnnâ mursilu : biz, gönderdik, verdik, sunduk,
el nakati : dişi deve, arınma, nokta, ince mana
Fitneten lehum : imtihan, sınama, aslını bilmeleri için araştırma, onlar
Fe irtekib hum : artık, bak, gözlemle, onlar,
ve estabir : sabret, bekle,

 

27- Şüphesiz onlara; aslını bilsinler araştırsınlar, varlığın ince manalarını düşünsünler, böylece onlar gözlemlesinler ve sabretsinler, diye hakikatleri sunduk.

 

-28-

وَنَبِّئْهُمْ أَنَّ الْمَاء قِسْمَةٌ بَيْنَهُمْ كُلُّ شِرْبٍ مُّحْتَضَرٌ

Ve nebi hum ennel mâe kısmetun beynehum kullu şirbin muhtedar

ve nebi hum : haber, bildirmek, onlar
enne el mae : su, ilim, kaynağından gelen,
Kısmetun beyne hum : bölüm, pay edilmiş, hisse, nasip, aralarında, dahil
Kullu şirbin : tümü, hepsi, içmek, yarar, fayda,
muhtedarun : hazır olan, her yerde var olan,

 

28- Onlara o hakikatlerin ilminden nasipleri olduğu bildirildi. Onların hepsinin fayda bulmaları için, hakikatler her an her yerde hazırdır.

 

-29-

فَنَادَوْا صَاحِبَهُمْ فَتَعَاطَى فَعَقَرَ

Fe nâdev sâhıbehum fe teâtâ fe akar

Fe nadev sahibe hum : sonra, nida, çağırmak, istemek, sahip olmak, onlar
Fe teata : istismar, taciz, atıldılar,
fe akare : sonra, kesmek, kaybetmek, dehşetli olmak

 

29- Fakat onlar sahip oldukları cehalet hallerini istediler, tacizkâr davrandılar, böylece kaybettiler.

 

-30-

فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur

Fe keyfe : bundan sonra, işte, nasıl, bu durum nedir, nice
kane azabi : oldu, sıkıntılarda kalmak, azab, sıkıntı,
ve nuzuri : uyarı, hakikati düşünmek, nazar, sakındırmak, araştırma

 

30- Böylece hakikatlerimizi anlamayanlar nasıl sıkıntılarda kalır ve hakikatlerle uyarılmak nedir, düşünsünler diye.

 

-31-

إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَكَانُوا كَهَشِيمِ الْمُحْتَظِرِ

İnnâ erselnâ aleyhim sayhaten vâhıdeten fe kânû ke heşîmil muhtezir

innâ erselna aleyhim : muhakkak, gönderdik, sunduk, bildirdik, verdik, onlar
Sayhatan : kudretli ses, seslenme, çağrı, feryat,
vâhideten : bir, tek olan
Fe kanu ke heşimi : böylece oldu, saman, kuru ot, önemsiz,
el muhtezir : ufalanmış, döküntü, basit gören, çekinen, sakınan,

 

31- Doğrusu onlara tüm varlıktan tek Zatın her an seslendiğini bildirdik. Öyle ki onlar onu önemsemediler, anlamaktan çekindiler.

 

-32-

 وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kurâne lîz zikri fe hel min muddekir

ve lekad yesserna : doğrusu, biz yaptık, kolaylaştırdık, düzenledik, yol almak
El kuran : kuran, okunan şey, kâinat kitabı,
li ez zikri : zikir için, anmak için, anlamak, idrak etmek
Fe hel : artık, bundan sonra, böylece, diye, var mı?
min muddekirin : öğüt almak, ibret, düşünüp anlama, araştırmak,

 

32- Doğrusu kâinat kitabını anlaşılması için kolay kıldık. Böylece hakikatleri araştırıp öğrensinler diye.

 

-33-

كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ بِالنُّذُرِ

Kezzebet kavmu lûtın bin nuzur

Kezzebet kavmu lutin : yalanladı lutun kavmi
Bi en nuzuri : uyarı, hakikatle uyarılma, nazar, bakış, düşünme,

 

33- Lut’un kavmi de, hakikatler açıklanıp uyarıldıkları hâlde yalanladılar.

 

-34-

إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ حَاصِبًا إِلَّا آلَ لُوطٍ نَّجَّيْنَاهُم بِسَحَرٍ

İnnâ erselnâ aleyhim hâsiben illâ âle lût necceynâhum bi sehar

İnnâ erselna aleyhim : gönderdik, sunduk, onlara, kendilerine,
hasiben : taş, sert rüzgar, taşlaşmış kalp, idraksiz,
İllâ ale lut : ancak lutun ailesi, soyu, zümresi, ona uyan,
Necceyna hum : kurtuluş, necat bulmak, biz, onlar,
bi seharin : aydınlığa yürüme, doğuş vakti

 

34- Biz onların taşlaşmış kalblerine hakikatleri sunduk. Ancak Lut’a uyanlar başka, onlar Bizde necat buldular, aydınlığa yürüdüler.

 

-35-

نِعْمَةً مِّنْ عِندِنَا كَذَلِكَ نَجْزِي مَن شَكَرَ

Nimeten min indina kezâlike neczî men şeker

Nimeten min indina : nimetlerimiz, lütuf, sıfat, bize ait,
Kezalike neczi : işte böyle, karşılık, mükâfat,
men şekere : kim, kimse, şükreden, sahibini bilip minnettar olan,

 

35- İşte sıfatlarımızı anlayanlara, sıfatların sahibini bilip teslim eden kimselere, karşılıklar vardır.

 

-36-

وَلَقَدْ أَنذَرَهُم بَطْشَتَنَا فَتَمَارَوْا بِالنُّذُرِ

Ve lekad enzerehum batşetenâ fe temârev bin nuzur

ve lekad enzere hum : andolsun, doğrusu, uyarmak, çağrı, açıklamak, onlar
batşete-nâ : yakalayış, ihata, kuşatma, kuvvetle tutuş, sıkıntı,
Fe temarev : fakat, şüphe, tereddüt,
bi en nuzur : hakikate yapılan çağrı, uyarma, tenbih,

 

36- Doğrusu onlara, tüm varlığı kudretimizle tuttuğumuz hakikati açıklandı. Fakat onlar açıklanan hakikatler hakkında şüpheye düştüler.

 

-37-

وَلَقَدْ رَاوَدُوهُ عَن ضَيْفِهِ فَطَمَسْنَا أَعْيُنَهُمْ فَذُوقُوا عَذَابِي وَنُذُرِ

Ve lekad râvedûhu an dayfihî fe tamesnâ ayunehum fe zûkû azâbî ve nuzur

ve lekad ravedu hu : doğrusu, sahiplenme, hu, hak,
an dayfi hi : konuk, misafir, meyletmek, o
Fe tamesna ayune hum : böylece, gidermek, gözleri hakikati göremedi, aynılıkları,
Fe zuku azabi : gadap, o halde kalma, zevk, azab, sıkıntı,
ve nuzur : çağrı, uyarma,

 

37- Doğrusu onlar; Hakk’a ait olana sahiplenmeye kalktılar, o fena hallerine meylettiler. Böylece onlar hakikatlerimizi göremediler. Sonra da hakikatlere yapılan çağrıya uymamanın sıkıntısında kaldılar.

 

-38-

وَلَقَدْ صَبَّحَهُم بُكْرَةً عَذَابٌ مُّسْتَقِرٌّ

Ve lekad sabbehahum bukreten azâbun mustekırr

ve lekad sabbeha hum : andolsun, sabah vakti, aydınlanma, doğuş, onlar
Bukreten azabun : sıkıntılı hallerde, erkenden, bir azap sıkıntı,
mustekır : sabit, devamlı, kararlı,

 

38- Doğrusu onlar, devamlı o cehaletin sıkıntılı hâllerinde kalıp aydınlığa ulaşamadılar.

 

-39-

فَذُوقُوا عَذَابِي وَنُذُرِ

Fe zûkû azâbî ve nuzur

Fe zuku azabi : tatma, duyma, o hale sarılma, sıkıntı,
nuzur : uyarma, hakikate yapılan çağrı

 

39- Böylece hakikatlere yapılan çağrıya uymamanın sıkıntısında kaldılar.

 

-40-

 وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne lîz zikri fe hel min muddekir

ve lekad yesserna : Doğrusu, yaptık, kolaylaştırdık, düzenledik
El kuran : okunan şey, kainat kitabı, varlık kitabı,
li ez zikri : anmak için, anlamak için, idrak etmek
Fe hel min muddekirin : bundan sonra öğüt alsınlar diye. İbret, düşünüp anlama

 

40- Doğrusu kâinat kitabını anlaşılması için kolay kıldık. Böylece hakikatleri araştırıp öğrensinler diye

 

-41-

وَلَقَدْ جَاء آلَ فِرْعَوْنَ النُّذُرُ

Ve lekad câe âle fir’avnen nuzur

ve lekad cae : andolsun, doğrusu, geldi, sunuldu,
ale firavne : firavun ailesine, zümresine,
En nuzuru : hakikate yapılan çağrı, uyarmak,

 

41- Doğrusu firavun zümresine de hakikatler açıklanıp uyarıldı.

 

-42-

كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا كُلِّهَا فَأَخَذْنَاهُمْ أَخْذَ عَزِيزٍ مُّقْتَدِرٍ

Kezzebû bi âyâtinâ kullihâ fe ehaznâhum ahze azîzin muktedir

Kezzebû : yalanladılar
bi ayati na kulliha : ayetlerimizi, işaretlerimizi, alamet, tüm, bütün,
Fe ehaz na hum : öyle ki, sarıldılar, yakalanmak, hapis, tutmak, biz, onlar
Ahze azizin : tutmak, yakalama, güçlü, büyük, üstün,
muktedirin : kudretli olan, güçlü olan, muktedir,

 

42- Bütün işaretlerimizi yalanladılar. Öyle ki onlar; Bizi anlamamanın cehaletine tutuldular, kendilerini üstün, güçlü görmenin o hâllerine sarıldılar.

 

-43-

أَكُفَّارُكُمْ خَيْرٌ مِّنْ أُوْلَئِكُمْ أَمْ لَكُم بَرَاءةٌ فِي الزُّبُرِ

E kuffârukum hayrun min ulâikum em lekum berâetun fîz zubur

e kuffârukum : sizin hakikati örtmeniz, görmemezlikten gelmeniz
hayrun min ulaikum : hayırlı, iyi olan, onlardan, sizlerden
Em lekum beraetun : yoksa, sizin için beraat, kurtuluşa ulaşmak,
fi el zuburi : içinde, kutsal olan, kitab, yazılı olan, kutsal sözler

 

43- Sizin hakikatleri görmezlikten gelmeniz sizlerin hayrına mı, yoksa kutsal sözlerle kurtuluşa ulaşmanız mı sizin için daha hayırlı?

 

-44-

أَمْ يَقُولُونَ نَحْنُ جَمِيعٌ مُّنتَصِرٌ

Em yekûlûne nahnu cemîun muntesir

Em yekulune nahnu : yoksa diyorlar, söylüyorlar biz
Cemıun muntesirun : toplanma, kalabalık, birlik, kazanan, zafer,

 

44- Yoksa biz daha kalabalığız, kazanırız mı diyorlar?

 

-45-

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ

Se yuhzemul cem’u ve yuvellûned dubur

se yuhzemu el cemu : hezimet, yenilmek, mağlup, kaybetmek, hepsi
Ve yuvellune : dönecek,
ed dubura : arkaları, eski bildiklerine dönecekler, cehalet bilişi

 

45- Hakikatleri bırakıp, cehalet bilişlerine dönenlerin hepsi kaybedenlerden olur

 

-46-

 بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ أَدْهَى وَأَمَرُّ

Belis sâatu mev’ıduhum ves sâatu edhâ ve emerr

Bel el saatu : hayır, saat, zaman, vakit,
mevıdu hum : vaad, söz, onlara söylenen,
ve el sâatu edha : zaman, vakit, süre, kötü, korkunç şey
ve emerr : emir, işler, hükümler,

 

46- Bilakis onlara her zaman hakikatlerin sözleri söylendi ve onlar işleyişi anlayamadılar ve zamanlarını kötü hallerde geçirdiler.

 

-47-

إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ

İnnel mucrimîne fî dalâlin ve suur

İnne el mucrimin : muhakkak ki, fenalarda kalanlar, hata yapan, günah
Fi dalalin : içinde, sapan, dışına çıkan, cehalete sapan,
ve suurin : çılgın, aşırılık, sarsılma

 

47- Muhakkak ki onlar; fenalarda kalanlar, hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine sapanlar ve aşırılık içinde olanlardır.

 

-48-

يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ

Yevme yushabûne fîn nâri alâ vucûhihim zûkû messe sekar

Yevme yushabune : gün, vakit, sürüklenen, kalır, çekilen, giden,
Fi el nar : içinde, yakıcılık, ateş, yakıp yıkıcı,
alâ vucûhi-him : onların yüzlerinde, yönleri, nitelikleri
Zûkû messe : o hallerde kalmak, tadın, temas, dokunma,
sekare : şaşırmışlık, hak ila batıl arasında şaşırmışlık

 

48- Her zaman o yakıp yıkıcı hâller içinde sürüklenip giderler. Onların yüzlerinde şaşırmışlık hâlleri vardır.

 

-49-

 إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader

İnnâ kulle şeyin : muhakkak ki biz tüm her şeyi
Halaknâ hu : onu yarattık, halk ettik, varettik,
bi kaderin : bir ölçüyle, planla, takdirle

 

49- Muhakkak ki Biz bütün her şeyi bir ölçüyle halk ettik.

 

-50-

وَمَا أَمْرُنَا إِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

Ve mâ emrunâ illâ vâhıdetun ke lemhın bil basar

ve mâ emru nâ : değil, şey, ne, iş, emr, hüküm
İllâ vahidetun : den başka, ancak, bir tek,
Ke lehmin bi el basari : gibi, bir anlık, bakış, gözün açıp kapanması gibi.

 

50- Tüm varlıktaki işleyiş, Bizim birliğimizden başka şey değildir. Gözün açılıp kapanması gibi gerçektir.

 

-51-

وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا أَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ

Ve lekad ehleknâ eşyâakum fe hel min muddekir

ve lekad ehlek na : doğrusu, yok olma, yazık olma, biz,
eşyaa kum : bölüm, nevi, eşya, suret, varlığın sureti, siz,
Fe hel min muddekirin : bundan sonra, ibret, düşünüp anlamak

 

51- Doğrusu siz; varlığın suretinde kalır Bizi anlayamazsanız, kendinize yazık edersiniz. Artık düşünüp anlamaz mısınız?

 

-52-

وَكُلُّ شَيْءٍ فَعَلُوهُ فِي الزُّبُرِ

Ve kullu şey’in fe alûhu fîz zubur

ve kullu şeyin : bütün her şey, bütün varlık,
feala hu  : fail, işleyen, O, hu, hak,
Fi el zubur : içinde, kutsallık, kütle, kitap, yazılı olan, mektup

 

52- Bütün varlığın işleyişinde fail olan O’dur. Hakikatler kâinat kitabının içindedir

 

-53-

وَكُلُّ صَغِيرٍ وَكَبِيرٍ مُسْتَطَرٌ

Ve kullu sagîrin ve kebîrin mustetar

ve kullu : bütün her şey,
Sagirin ve kebirin : küçük ve büyük,
mustetarun : satırlar halinde yazılı,

 

53- Küçük ve büyük bütün her şeyde hakikatler satır satır yazılıdır.

 

-54-

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ

İnnel muttekîne fî cennâtin ve neher

İnne el muttekine : muhakkak ki takva, fenalar düşmekten sakınan
Fiy cennatin : huzur içinde, cennet içlerinde,
ve neher : nehir, huzur, bol, refah

 

54- Muhakkak ki fenalara düşmekten sakınanlar, huzur ve refah içindedirler.

 

-55-

فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ

Fî makadi sıdkın inde melîkin muktedir

fî makadi : makam, bulundukları yer,
sıdkın : sadık, dosdoğru hareket etme, sadakat
İnde melikin : yanında, katında, ona ait, mülkün sahibi,
muktedir : kudretli, yetkili, iktidar sahibi, muktedir olan,

 

55- Bulundukları yerlerde dosdoğru hareket ederler. Bütün her şeye muktedir olan mülkün sahibine teslim olmuşlardır.