KASAS SURESİ
-1-
طسم
Tâ sîn mîm
Tâ sîn mîm | : halkiyet, ins, kamil insan, nokta, cemül cem |
1- Tâ, Sîn, Mîm
-2-
تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ
Tilke âyâtul kitâbil mubîn
Tilke ayatu | : bu, ki, işte bu, bunlar, ayet, işaret, delil, |
el kitab | : kitap, varlık kitabı, |
el mubin | : apaçık olan, açık, aşikâr, apaçık görünen, |
2- Tüm varlık işaretleriyle apaçık bir kitaptır.
-3-
نَتْلُوا عَلَيْكَ مِن نَّبَإِ مُوسَى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Netlû aleyke min nebei mûsâ ve firavne bil hakkı li kavmin yuminûn
Netlu aleyke | : okuyacağız, kısım kısım bildirme, sana, |
min nebei | : haber, bildirmek, |
musa ve firavne | : Musa ve fravun, kibirli olan |
bi el hakk | : hak ile, hakikatler için, gerçekleri |
Li kavmin yuminune | : kavim için, kimseler, topluluk, mümin, inanan |
3- İnsanların hakikatleri araştırmaları ve inanan kimselerden olmaları için, Musa ve firavunun haberlerini sana bildiriyoruz.
-4-
إِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْأَرْضِ وَجَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِّنْهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءهُمْ وَيَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ إِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ
İnne firavne alâ fîl ardı ve ceale ehlehâ şiyean yestadıfu tâifeten minhum yuzebbihu ebnâehum ve yestahyî nisâehum innehu kâne minel mufsidîn
İnne firavne | : doğrusu, firavun, kibirli olan, |
ala fi el ard | : yüce, büyük, yeryüzünde, |
ve ceale ehle ha | : kıldı, yaptı, halkını, sahip, |
şiyean | : cemaat tarikatlara bölünmek, fırka fırka, |
Yestadıf | : güçsüz, zayıf, |
taifeten min-hum | : taife, sınıf, gurup, birkaç kişi, onlardan |
Yuzebbihu ebnae-hum | : boğazlatma, öldürme, onların çocukları, oğulları |
ve yestahyi nisae-hum | : sağ bırakıyor, onların kadınları, kızları |
İnne hu kane | : elbette, muhakkak, o, oldu, |
min el mufsidin | : fesat, arabozan, ikilik çıkaran, fenalık, bozguncu, |
4- Doğrusu firavun yeryüzünde kendini yüce gördü ve halkını cemaatlere ayırdı. Onların taifelerini güçsüz bıraktı, onların oğullarını boğazladı ve kadınlarını sağ bıraktı. Elbette o fenalık içinde olanlardandı.
-5-
وَنُرِيدُ أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ
Ve nurîdu en nemunne alellezînestudıfû fîl ardı ve nec’alehum eimmeten ve necalehumul vârisîn
ve nuridu | : istiyoruz, dilemek, irade ettik, irademiz, |
en nemunne | : nimetlerimiz, lütuf, zarif, sıfatlarımız, |
ala ellezin | : o kimseler, |
testudıf fi el ard | : zayıf, güçsüz bırakılanlar, yeryüzünde |
ve necale-hum | : yaptık, kıldık, sunduk, düzenledik, onlar, |
eimmeten | : imam, önder, önde olan, |
ve necale-hum | : yaptık, kıldık, sunduk, düzenledik, onlar, |
el varis | : varis, mirascı, ona kalan, |
5- Yeryüzünde haksızlığa uğrayan kimselerin, nimetlerimizle donatıldığını anlamalarını istedik. Onları önderler olacak şekilde kıldık. Onları tüm tecellilerimizi taşır bir halde düzenledik.
-6-
وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْأَرْضِ وَنُرِي فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُم مَّا كَانُوا يَحْذَرُونَ
Ve numekkine lehum fîl ardı ve nuriye firavne ve hâmâne ve cunûdehumâ minhum mâ kânû yahzerûn
ve numekin lehum | : ev, mekan, yer, kuvvet sahibi, onlar, |
fi el ard | : yeryüzü, toprak, beden, |
ve nuriye | : nurumuz, ışık, aydınlık, gösterme, |
firavn ve haman | : Firavun ve Haman |
ve cunude huma min hum | : ordusu, asker, güçleri, onlarla birlikte olanlar |
Ma kanu yahzerune | : olmadı, çekinmek, dikkate almamak, önemsememek |
6- Yeryüzünü onlara mekân kıldık. Firavuna ve hamana ve onlarla birlikte olanlara da nurumuzu sunduk. Fakat onlar sunulan hakikatleri dikkate almadılar.
-7-
وَأَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّ مُوسَى أَنْ أَرْضِعِيهِ فَإِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَأَلْقِيهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَافِي وَلَا تَحْزَنِي إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en erdıîh fe izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fîl yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî, innâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn
ve evhayna | : vahy ettik, bildirdik, |
ila ummi Musa | : annesi, Musa, |
en erdıi-hi | : onu emzirmesi |
Fe iza hıfti aleyhi | : sonra, korkarsan, çekinirsen, ona, onun için, |
Fe elki hi | : artık, böylece, onu bırak, sal, |
fi el yemni | : deniz, nehir, derya, ırmak, suya, akıp giden, |
ve la tehafi | : korkma |
ve la tehzeni | : mahzun olma, üzülme |
İnna raddu-hu ileyki | : muhakkak ki biz döndüreceğiz, sana |
Ve caılu hu | : onu kıldık, yaptık, düzenledik, |
min el murselin | : hakikatleri ortaya koyan, görevlilerden |
7- Musa’nın annesine: Onu emzir, eğer onun için çekinirsen artık onu deryaya bırak ve korkma ve mahzun da olma, muhakkak ki onu sana döndüreceğiz ve onu hakikatleri ortaya koyacak bir hâlde kıldık, diye vahyettik.
-8-
فَالْتَقَطَهُ آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا إِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِئِينَ
Feltekatahû âlu firavne li yekûne lehum aduvven ve hazenâ inne firavne ve hâmâne ve cunûdehumâ kânû hâtıîn
fe iltekata hu | : böylece, aldılar, buldular, bulup aldılar, o |
alu firavne | : firavun ailesi, |
Li yekunu lehum aduvven | : olsun, olması için, zararlı, düşman olarak |
ve hazenen | : hüzün, dert, acı, keder, |
İnne firavne ve hamane | : muhakkak, firavun ve haman |
ve cunude huma | : ordusu, kendilerinin güçleri, adamları, onların, |
kanu hatıin | : hata, yanılgı |
8- Böylece firavun ailesi; onlara düşman olacak, firavun’a ve haman’a hüzün verecek olan, onu bulup aldılar. Kendilerini güçlü sayanlar için bu yanılgı oldu.
-9-
وَقَالَتِ امْرَأَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve kâletimraetu firavne kurretu aynin lî ve lek lâ taktulûhu asâ en yenfeanâ ev nettehızehu veleden ve hum lâ yeşurûn
ve kalet emr | : dedi, işleyişinde olan, hükmünde olan, |
a etu firavne | : firavunun, |
Kurretu aynın li | : göz aydınlığı, neşe, sevinç, yakın, aynılık, benzer, |
ve leke | : bana ve sana, biz |
lâ taktuluhu | : onu öldürmeyin, |
asa en yenfea na | : belki, bize faydalı olur |
Ev nettehıze hu | : veya almak, ediniriz, sarılmak, o, |
veleden | : evlat, çocuk, |
Ve hum la yeşurune | : onlar, farkında değiller, hissetmediler, şuursuz, |
9- Firavunun hükmünde olan dedi ki: Onu öldürmeyelim belki sana da bana da yakın olur, göz aydınlığımız olur, belki bize faydası olur ya da onu evlat ediniriz. İşte onlar hakikatleri fark edenler değillerdi.
-10-
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا إِن كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَن رَّبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Ve asbaha fuâdu ummi mûsâ fârigâ in kâdet le tubdî bihî lev lâ en rabatnâ alâ kalbihâ li tekûne minel muminîn
ve asbaha fuadu | : sabah, aydınlık, kalp, gönül aydınlığı, |
ummi musa | : anne, Musa, |
Fârigan in kadet | : boş bulunma, az kalsın, neredeyse |
le tubdi bihi | : elbette, açıklama, onu |
Lev la en rabatna | : olmasa, rabıta, tutma, bizim bağlamamız |
ala kalbi ha | : kalbine, idrakine, |
Li tekune min el muminîne | : olması için, müminlerden |
10- Musa’nın annesi gönlünde aydınlığı hissetti. Eğer müminlerden olması için kalbiyle Bize bağlılık içinde olmasaydı, neredeyse boş bulunup onu açıklayacaktı.
-11-
وَقَالَتْ لِأُخْتِهِ قُصِّيهِ فَبَصُرَتْ بِهِ عَن جُنُبٍ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve kâlet li uhtihî kussîhi fe besurat bihî an cunubin ve hum lâ yeşurûn
ve kalet li uhti hi | : dedi, kız kardeşi, o, annesi, |
kussi hi | : onu izle, takip et, |
Fe besurat bihi | : böylece, görme, gözetledi, onu, |
an cunubi | : uzaktan, yan, bir taraftan, |
Ve hum la yeşurûne | : onlar, yok, değil, farkında değiller, hissetme |
11- Kız kardeşine dedi ki: Onu izle. Böylece o da uzaktan ve onlara hissettirmeden onu gözlemledi.
-12-
وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِن قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى أَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ
Ve harremnâ aleyhil merâdıa min kablu fe kâlet hel edullukum alâ ehli beytin yekfulûnehu lekum ve hum lehu nâsıhûn
ve harremna aleyh | : mahrum, güvenilir, haram ettik, uzak, yasakladık, ona |
El meradıa min kablu | : sütannesi, çocuk emziren, önceden, daha önce |
Fe kalet hel edullu kum | : dedi, sapmak, yol bulayım, size göstereyim mi? |
ala ehli beytin | : bir aileye, ev halkı, |
yekfulûne-hu lekum | : ona kefil olacak, onun bakımını üstlenecek, sizin için |
Ve hum lehu nasıhune | : onlar, onu, öğüt, iyi yetiştirir, sadık, doğruluk, samimi |
12- Onu daha önceden çocuk emziren kadınlardan uzak tuttuk. Kız kardeşi dedi ki: Ben sizin için ona iyi bakacak ve onu iyi yetiştirecek, bir aileyi size göstereyim mi?
-13-
فَرَدَدْنَاهُ إِلَى أُمِّهِ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Fe redednâhu ilâ ummihî key tekarra aynuhâ ve lâ tahzene ve li taleme enne vadallâhi hakkun ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn
Fe reddena hu | : artık, iade ettik, geri verdik, o, hu, |
ila ummihi | : annesine, aslına, aslının geldiği yer, |
Key tekarra aynu ha | : için, tanıma, asliyetini tanıma, bakma, göz, gözlemleme, |
ve la tahzene | : üzülmesin, mahzun olmasın, sıkıntı, üzgünlük, müşkül |
ve li taleme | : bilmesi için |
enne vade Allah | : olduğu, Allah’ın vaadi, ortaya çıkış, tecellileri, |
hakkın | : hakikat, gerçek, |
ve lakinne eksere hum | : lakin, fakat, onların çoğu |
la yalemune | : bilmezler, bilemiyorlar |
13- Böylece onu, asliyetini tanıması ve müşkillerden kurtulması ve hakikatlerin Allah’ın tecellisi olduğunu bilmesi için annesine iade ettik. Fakat onların çoğu bilemiyorlar.
-14-
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَى آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
Ve lemmâ belega eşuddehu vestevâ âteynâhu hukmen ve ilmâ ve kezâlike neczîl muhsinîn
ve lemma belega eşude hu | : olduğu zaman, ulaştı, erişti, ergenlik, olgunluk |
Ve estevâ | : kemale erdi, kâmillik, |
Ateyna hu | : verdik, sunduk, o |
hukmen ve ilmen | : hüküm, hikmet ve ilim, bilgi, ilmin sahibi, |
ve kezalik neczi | : işte böyle, karşılık, karşılığımız, |
el muhsinin | : tüm özüyle bağlanan, içten, samimi, |
14- O olgunluk çağına ulaştığında ve kemalâta gelince, o sunduğumuz hükümleri ve ilmi anladı. Tüm özüyle bağlananlara karşılığımız işte budur.
-15-
وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَى حِينِ غَفْلَةٍ مِّنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَذَا مِن شِيعَتِهِ وَهَذَا مِنْ عَدُوِّهِ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِن شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَى فَقَضَى عَلَيْهِ قَالَ هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُّضِلٌّ مُّبِينٌ
Ve dehalel medînete alâ hîni gafletin min ehlihâ fe vecede fîhâ raculeyni yaktetilâni hâzâ min şîatihî ve hâzâ min aduvvih festegâsehullezî min şîatihî alellezî min aduvvihî fe vekezehu mûsâ fe kadâ aleyhi kâle hâzâ min ameliş şeytân innehu aduvvun mudillun mubîn
ve dehale el medinet | : dahil oldu, girdi, şehir, halk |
alâ hîni gaflet | : zamanda, o vakitte, gaflet, bilemeyen, |
min ehli ha | : oranın halkı, |
Fe vecede fi ha | : sonra, buldu, karşılaştı, orada, |
raculeyni | : adamlar, iki adam, |
Yaktetilani | : kavga eden |
haza min şiatihi | : bu, taraftar, gurup, cemaat |
Ve haza min aduvvi-hi | : bu, onun düşmanlarından |
Fe istegâse-hu | : ondan yardım istedi |
Ellezi min şiati-hi | : ki o, onun taraftarlarından |
Ala ellezi min aduvvi-hi | : ona, onun düşmanlarından |
Fe vekeze hu Musa | : sonra, yumruk, vurdu, dürtmek, darbe, ona, Musa |
Fe kada aleyhi | : böylece, vuku, ortaya çıkma, onda, |
kale haza | : dedi, bu, |
min ameli eş şeytâni | : şeytani amel, şeytani haller, |
İnne hu aduvv | : muhakkak o, düşman, |
mudil mubin | : yanıltıcı, saptırıcı, dalalet, apaçık |
15- O şehire dâhil oldu. Oranın halkı o zaman bir gaflet halindeydi. Sonra orada kavga eden iki kişiyle karşılaştı. Biri kendi tarafından ve biri onun düşmanlarındandı. Onun tarafından olan, onun düşmanına karşı ondan yardım istedi. Sonra Musa ona vurdu. Sonra ortaya çıkan bu hâl şeytani hâllerdendir, dedi. Doğrusu o hâller apaçık dalalette bırakan hâllerdir.
-16-
قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي فَغَفَرَ لَهُ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Kâle rabbi innî zalemtu nefsî fâgfirlî fe gafera lehu innehu huvel gafûrur rahîm
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
inni zalemtu nefs | : doğrusu ben, zulmettim, nefsime, kendime, |
fe ıgfirli | : artık bana mağfiret et, |
fe gafere lehu | : böylece, mağfiret, onu, |
İnne hu el gafûru | : muhakkak o, mağfiret eden, |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
16- Dedi ki: Rabbim! Doğrusu ben nefsime zulmettim. Artık bana bağışlanmayı nasip et. Böylece o mağfirete ulaştı. Muhakkak ki mağfiret eden, tüm varlığı özünden var eden O’dur.
-17-
قَالَ رَبِّ بِمَا أَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ أَكُونَ ظَهِيرًا لِّلْمُجْرِمِينَ
Kâle rabbi bimâ enamte aleyye fe len ekûne zahîren lil mucrimîn
Kale rabbi | : dedi, rabbim, |
bima enamte aleyye | : şey, sebeb, nimet, sıfat, lütuf, beni |
Fe len ekune | : bunda sonra, ben olmayacağım |
Zahiren | : belli, görünen, dış yüz, suret, |
li el mucrimin | : fenalarda kalan, kötülük, günahkâr, |
17- Dedi ki: Rabbim! Beni sıfatlarınla sıfatlandırdın. Bundan sonra suretlerde kalan, fenalarda kalan olmayacağım.
-18-
فَأَصْبَحَ فِي الْمَدِينَةِ خَائِفًا يَتَرَقَّبُ فَإِذَا الَّذِي اسْتَنصَرَهُ بِالْأَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُ قَالَ لَهُ مُوسَى إِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُّبِينٌ
Fe asbaha fîl medîneti hâifen yeterakkabu fe izellezîstensarahu bil emsi yestasrihuh kâle lehu mûsâ inneke le gaviyyun mubîn
Fe asbaha | : böylece, sonra, sabah, aydınlık vakti, |
fi el medinet | : şehirde |
Haifen yeterakkabu | : çekinerek, gözetleyerek, gözleyerek |
Fe iza ellezi istensara-hu | : olduğu zaman, ki o, ondan yardım istedi |
Bi el emsi yestasrihu-hu | : dün, ondan yardım istiyor, istedi |
Kâle kehu musa | : dedi, ona, Musa |
İnne ke le gaviyyun mubin | : doğrusu, sen, azgın, zalim, apaçık |
18- Böylece şehirde aydınlık vaktine kadar bekledi, gözlemledi. Sonra, dün yardım isteyen o kimse yine ondan yardım istedi. Musa ona: Doğrusu sen apaçık zalimsin, dedi.
-19-
فَلَمَّا أَنْ أَرَادَ أَن يَبْطِشَ بِالَّذِي هُوَ عَدُوٌّ لَّهُمَا قَالَ يَا مُوسَى أَتُرِيدُ أَن تَقْتُلَنِي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْأَمْسِ إِن تُرِيدُ إِلَّا أَن تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْأَرْضِ وَمَا تُرِيدُ أَن تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِحِينَ
Fe lemmâ en erâde en yabtışe billezî huve aduvvun lehumâ kâle yâ mûsâ e turîdu en taktulenî kemâ katelte nefsen bil emsi in turîdu illâ en tekûne cebbâren fîl ardı ve mâ turîdu en tekûne minel muslihîn
Fe lemma en erada | : artık, olduğu zaman, elbette, istedi, |
en yabtışe bi ellezi | : yakalamak, o kimseyi |
Huve aduvv lehuma | : o, düşman, onlar, ikisi, kendileri, |
Kale ya musa | : dedi, ey, musa, |
turidu en taktulen | : istiyorsun, beni öldürmek |
Kemâ katelte | : gibi, sen öldürdün, öldürdüğün gibi, |
nefs bi el emsi | : nefs, kişi, dün |
in turîdu | : eğer istiyorsan, |
illa en tekune | : ancak, senin olman |
Cebbaren fî el ardı | : zorba, yeryüzünde |
ve mâ turîdu en tekune | : sen istemiyorsun, sen olmak, |
min el muslihîne | : tüm özüyle içten samimi olan |
19- Musa kendilerine düşman olanı yakalamak istediği zaman, o kişi dedi ki: Ya Musa! Dün onu öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde zorbamı olmak istiyorsun, sen tüm özünle içten samimi olmak istemiyor musun?
-20-
وَجَاء رَجُلٌ مِّنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَى قَالَ يَا مُوسَى إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ
Ve câe raculun min aksal medîneti yesâ kâle yâ mûsâ innel melee yetemirûne bike li yaktulûke fahruc innî leke minen nâsıhîn
ve cae raculun | : geldi, bir adam, kişi, ileri gelen |
min aksa | : uzaktan, uzak yerden, |
el medîneti yesa | : şehir, koşarak |
Kale yâ mûsâ | : dedi, ey Musa |
İnne el mele | : muhakkak, ileri gelenler, din adamları |
yetemirun | :hüküm veriyorlar, karar veriyorlar, |
Bike li yaktuluke | : seni öldürmek, |
fe uhruc | : hemen, artık, çık |
İnni leke min en nasıhine | : doğrusu ben sana nasihat eden, öğüt verenlerden |
20- Şehrin uzağından bir adam koşarak geldi. Dedi ki: Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için karar veriyorlar, buradan hemen çık, doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim.
-21-
فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ قَالَ رَبِّ نَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Fe harece minhâ hâifen yeterakkabu kâle rabbi neccinî minel kavmiz zâlimîn
Fe harece minha | : artık, böylece, çıktı, oradan |
Haifen | : korkmak, gizlice, çekinerek, |
yeterakkabu | : gözetleyerek, gözlemleyerek |
Kâle rabbi nencini | : dedi, rabbim, beni kurtar, bana kurtuluş ver, |
min el kavmi el zalimin | : kavim, topluluk, kimse, zalimler, kötülük yapan, |
21- Böylece oradan çekinerek, gözlemleyerek çıktı. Dedi ki: Rabbim! Beni zalim olan bu topluluktan kurtar.
-22-
وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَاء مَدْيَنَ قَالَ عَسَى رَبِّي أَن يَهْدِيَنِي سَوَاء السَّبِيلِ
Ve lemmâ teveccehe tilkâe medyene kâle asâ rabbî en yehdiyenî sevâes sebîl
ve lemma teveccehe | : olduğu zaman, yöneldi |
Tilkae medyene | : taraf, Meyden, kendi, borçlu, borçlu olduğu yöne |
Kâle asa rabbi | : dedi, belki, umulur, rabbim, |
en yehdiye ni | : bana yol gösterir |
sevae el sebil | : orta yol, adaletli, doğru, hak, yol |
22- Ve Medyen tarafına doğru yöneldi. Umarım ki Rabbimin bana gösterdiği doğru yola ulaşırım, dedi.
-23-
وَلَمَّا وَرَدَ مَاء مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ أُمَّةً مِّنَ النَّاسِ يَسْقُونَ وَوَجَدَ مِن دُونِهِمُ امْرَأتَيْنِ تَذُودَانِ قَالَ مَا خَطْبُكُمَا قَالَتَا لَا نَسْقِي حَتَّى يُصْدِرَ الرِّعَاء وَأَبُونَا شَيْخٌ كَبِيرٌ
Ve lemmâ verede mâe medyene vecede aleyhi ummeten minen nâsi yeskûn ve vecede min dûnihimumreeteyni tezûdân kâle mâ hatbukumâ kâletâ lâ neskî hattâ yusdirar riâu ve ebûnâ şeyhun kebîr
ve lemma verede | : olduğu zaman, vardı, ulaştı, |
mae Medyen | : su, Medyen |
Vecede aleyhi ummeten | : buldu, onda, bir ümmet |
min en nâsi yeskune | : insanlardan, su alıyor |
ve vecede min duni him | : buldu, onlardan başka |
Emreeteyni tezudani | : iki kadın, engelliyor, bekliyor |
Kâle ma hatbu kuma | : dedi, sizin durumunuz ne |
Kâleta la neski | : dediler, yok, bize sulama, su alamayız |
Hatta yusdira el riau | : hatta, oluncaya kadar, döner, çekilir, çoban |
ve ebu-na | : babamız, |
şeyhun kebir | : ihtiyar, kabile reisi, yüce, büyük |
23- Medyen’de suya vardığında, orada insanlardan bir topluluğu su alıyor buldu. Onlardan başka iki kadın bekliyordu. Dedi ki: Sizin durumunuz nedir? Dediler ki: Çobanlar çıkıp gitmeden biz su alamayız. Babamız büyük bir kabile reisidir.
-24-
فَسَقَى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلَّى إِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ إِنِّي لِمَا أَنزَلْتَ إِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ
Fe sekâ lehumâ summe tevellâ ilez zılli fe kâle rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr
Fe seka lehuma | : böylece, suladı, içirdi, onlar, hayvanları suladı |
Summe tevellâ | : sonra döndü, yöneldi, çekildi, |
ila el zıll | : gölgeye, gölge bir yere, |
Fe kale rabbi inni | : sonra, dedi rabbim, ben |
li ma enzelte ileyye | : şeye, indirdin, sundun, bana, |
min hayrin | : bir hayır, karşılık, iyilik |
fakir | : muhtaç, yoksul, hiçbir şeyi olmayan, varlığından geçmiş olan |
24- Böylece onların hayvanlarını suladı. Sonra gölgeye çekilip dedi ki: Rabbim! Bana sunduğun her hayra muhtacım.
-25-
فَجَاءتْهُ إِحْدَاهُمَا تَمْشِي عَلَى اسْتِحْيَاء قَالَتْ إِنَّ أَبِي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ أَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَا فَلَمَّا جَاءهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ قَالَ لَا تَخَفْ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Fe câethu ıhdâhumâ temşî alestihyâin kâlet inne ebî yed’ûke li yecziyeke ecra mâ sekayte lenâ fe lemmâ câehu ve kassa aleyhil kasasa kâle lâ tehaf necevte minel kavmiz zâlimîn
fe caet-hu | : sonra, ona geldi, |
ihda huma | : onlardan biri |
Temşi ala istihyain | : yürümek, haya ederek, utanarak |
Kâlet inne ebi yedu ke | : dedi, babam, davet ediyor, çağırıyor, seni, |
Li yecziye-ke ecr | : için, sana karşılık, seni mükâfat, karşılık |
Ma sekayte lena | : şey, sen suladın, bize, bizim için |
fe lemma cae hu | : sonra, olduğu zaman, o geldi, vardı, |
ve kassa aleyhi | : anlattı, kıssa, ona, |
el kasas | : kıssa, aynı kökten çıkış, nereden geldiğine dair, hikâye, |
Kâle la tehaf | : dedi, korkma, |
necevte | : sen kurtuldun |
min el kavmi el zalimin | : kavimden, topluluk, kimseler, zalim, |
25- Sonra onlardan biri, tevazulu bir yürüyüşle ona geldi, dedi ki: Babam bize sulamada yardım ettiğinden dolayı, sana karşılık vermek için seni davet ediyor. Sonra o oraya vardığı zaman, ona nereden geldiğini anlattı. Dedi ki: Korkma sen zalim bir topluluktan kurtuldun.
-26-
قَالَتْ إِحْدَاهُمَا يَا أَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَمِينُ
Kâlet ıhdâhumâ yâ ebetistecirhu inne hayra menistecertel kaviyyul emîn
Kâlet ıhda huma | : dedi, onlardan biri, kızlardan biri, |
ya ebeti istercir hu | : ey babacığım, onu bir ecirle tut, |
inne hayra | : muhakkak, doğrusu, daha hayırlı |
men istecerte | : kim, kimse, senin karşılık, ücret, |
el kaviy el emin | : kuvveti, güçlü, güvenilir |
26- Kızlardan biri dedi ki: Ey babacığım! Onu bir ecirle tut. Senin ecirle tuttuğun kuvvetli, güvenilir kimselerden doğrusu bu daha hayırlıdır.
-27-
قَالَ إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أُنكِحَكَ إِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلَى أَن تَأْجُرَنِي ثَمَانِيَ حِجَجٍ فَإِنْ أَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِندِكَ وَمَا أُرِيدُ أَنْ أَشُقَّ عَلَيْكَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ
Kâle innî urîdu en unkihake ihdebneteyye hâteyni alâ en tecurenî semâniye hıcec fe in etmemte aşran fe min indik ve mâ urîdu en eşukka aleyk setecidunî in şâallâhu mines sâlihîn
Kâle inni uridu | : dedi, ben, istiyorum, |
en unkiha ke | : nikâhlamak, sen, |
ihdâ ibneteyye hateyni | : iki kızımdan biri, evlat, çocuklarım, |
Ala en tecureni | : ona karşılık, bana hizmet etmen, çalışman |
Semâniye hıcecin | : sekiz, seneler, değişken, bağımsız |
Fe in etmemte aşran | : böylece, eğer tamamlarsan, on |
Fe min indi-ke | : artık, senin indinden, sen den |
ve mâ urîdu | : istemiyorum, istemem, |
en eşukka | : zorluk, mecbur, meşakkat |
Aleyke setecidu-nî | : sen, beni bulacaksın |
in şae Allah | : inşaallah, eğer Allah dilerse, |
min el salihin | : Salihlerden, dosdoğru olan |
27- Dedi ki: İşte bu iki kızımdan birini ben sana nikâhlamak istiyorum. Buna karşılık olarak sekiz yıl bana hizmet etmeni, eğer bunu ona tamamlarsan, artık o da sana ait. Ben sana bir zorluk vermek istemem, sen beni inşallah dosdoğru olanlardan bulacaksın.
-28-
قَالَ ذَلِكَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ أَيَّمَا الْأَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّ وَاللَّهُ عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ
Kâle zâlike beynî ve beynek eyyemel eceleyni kadaytu fe lâ udvâne aleyy vallâhu alâ mâ nekûlu vekîl
Kâle zalike | : dedi, işte bu |
beyni ve beyne ke | : benimle ve senin aranda |
Eyyemâ el eceleyn | : hangisi, belirlenen süre, iki süre, |
kadaytu | : tamamladım |
Fe la udvane aleyye | : artık, yok, düşmanlık, sıkıntı, zorluk, eziyet, bana |
ve Allah ala ma nekul | : Allah, üzere, için, hakkında, söylediğimiz söz, |
vekil | : vekil, yetkili, sorumlu, nazır, bakan, |
28- Musa dedi ki: İşte bu seninle benim aramda olandır. Bu belirlenen süreleri güzelce tamamladığımda, artık bana bir zorluk yoktur ve Allah söylediğimiz bütün sözlerin hakikatinde yetkili olandır.
-29-
فَلَمَّا قَضَى مُوسَىالْأَجَلَ وَسَارَ بِأَهْلِهِ آنَسَ مِن جَانِبِ الطُّورِ نَارًا قَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَّعَلِّي آتِيكُم مِّنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ
Fe lemmâ kadâ mûsel ecele ve sâre bi ehlihî ânese min cânibit tûri nârâ kâle li ehlihimkusû innî ânestu nâren leallî âtîkum minhâ bi haberin ev cezvetin minen nâri leallekum testalûn
Fe lemma kada Musa | : böylece, tamam, yerine gelme, Musa, |
el ecel | : belirli süre, gelecek zaman, |
ve sare | : yürüdü, yol aldı, hakikate ilerledi, inceleme, bakma |
bi ehli hi | : dost, arkadaş, sahip olduğu, ailesi, halkı |
Anese | : fark etti, gördü, gözüne çarptı, anladı, |
min canibi | : soylu, yücelik, yan, taraf, her taraf, her yön, |
el tur | : beden, gönül, sıfatlarla donatılmış vücud, ulvi âlem |
naren | : nur, ateş, ışık, aşk ateşi, arayış ateşi, |
Kale li ehli hi | : dedi, ailesi için, sahip oldukları için, arkadaş, dost, o |
emkesu | : beklemek, el çekmek, kendini tutmak, sabretmek, |
İnni anestu nâren | : fark ettiğim, bir ateş, nur, ışık |
Lealli ati kum | : umarım, belki ben, size getireyim, |
minha bi haber | : ondan, bir haber, bir bilgi, |
Ev cezvetin | : veya, alevli kor, parça, cüz, her varlıktaki nur, |
min en nâri | : bir nur, aydınlık, ateş, |
lealle-kum testalune | : umulur ki siz, yararlanma, hoşlanma, nur saçan |
29- Böylece Musa belirlenmiş sureyi tamamladığında, ailesi ile birlikte yol aldı. Sıfatlandırılmış vücudunu ve her tarafı saran o nuru fark etti. Ailesine dedi ki: Bekleyin. Fark ettiğim o nurdan umarım ki bir bilgi size getiririm veya her varlıktaki o nurun hakikatine ulaşırım. Umulur ki sizlerde o bilgilerden yararlanırsınız.
-30-
فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِي مِن شَاطِئِ الْوَادِي الْأَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ أَن يَا مُوسَى إِنِّي أَنَا اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
Fe lemmâ etâhâ nûdiye min şâtııl vâdil eymeni fîl buk’atil mubâreketi mineş şecerati en yâ mûsâ innî enallâhu rabbul âlemîn
Fe lemma eta ha | : böylece, ulaştığında, anladığında, geldi, o nur |
nudiye | : nida edildi, duydu, işitti, |
Min şatıı | : filiz, tecelli, taraf, |
el vadi | : vadi, yol, usûl, her şey, |
el eymeni | : diri olan, sağ, |
Fi el bukati | : yerden, her yer, nokta, farklı özellikleri olan, |
el mubareket | : mübarek, kutsallık, bereket, |
min eş şecerati | : ağaçtan, hayat ağacı, soydan, bir özden gelen |
en ya musa | : ey, ya, seslenme durumu, Musa, kendinden |
inni enne Allah | : şüphesiz, muhakkak, ben, Allah |
Rabbu el alemine | : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran, |
30- Böylece o; bir özden gelen, her yeri kutsallığıyla saran, her tarafta diri olan, her şeyden tecelli eden o nidayı duydu. Ey Musa! Şüphesiz ben, bütün varlığı vücudlandıran Allah’ım.
-31-
وَأَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَلَمَّا رَآهَا تَهْتَزُّ كَأَنَّهَا جَانٌّ وَلَّى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْ يَا مُوسَى أَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ إِنَّكَ مِنَ الْآمِنِينَ
Ve en elkı asâk fe lemmâ reâhâ tehtezzu keennehâ cânnun vellâ mudbiren ve lem yuakkıb yâ mûsâ akbil ve lâ tehaf inneke minel âminîn
ve en elkı | : at, bırak, terk et, uzaklaş, |
asa ke | : kendi taşıdığın bilgileri, dayanak, baston, kuru olan |
Fe lemma rea ha | : böylece, gördü, anladı, onu, kendi bildiklerini |
tehtezzu | : titreşen, hareket, debelenen, anlamsız, |
keenne-ha cannun | : gibi, cann, cin, bilinmeyen, bir anlam ifade etmeyen |
Ve la mudbiren | : bildiklerinden döndü, çekip çevrildi, |
ve lem yuakkıb | : geri dönmedi, geri bakmadı, yorum yapmadı, zorlandı |
Ya musa akbil | : ey Musa, kabul et, razı ol, dön izle takip et |
ve la tehaf | : korkma, çekinme, |
İnne ke min el eminine | : doğrusu, sen, emniyet, emin, güvenli |
31- Dayanağın olan o taşıdıklarını, bildiklerini bırak. Böylece o, dayanağı olan o bilip taşıdıklarının bir anlam ifade etmediğini anladı ve kendi anlayışlarından döndü ve geri bakmadı. Ya Musa! Hakikatleri kabul et ve korkma, doğrusu sen emin bir yol üzeresin.
-32-
اسْلُكْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاء مِنْ غَيْرِ سُوءٍ وَاضْمُمْ إِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِن رَّبِّكَ إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ
Usluk yedeke fî ceybike tahruc beydâe min gayri sû vadmum ileyke cenâhake miner rehbi fe zânike burhânâni min rabbike ilâ firavne ve melâih innehum kânû kavmen fâsikîn
Usluk yede ke | : sok, gir, anla, gücüne, elini, |
fi ceybi ke | : cep, kendi içine, koynuna |
Tahruc beydae | : çıkar, dışarı, beyaz, tertemiz, anlam, mana, |
min gayri suin | : kusursuz, gayrı, fenasız, |
Ve edmum ileyke | : çek, dön, üzerindeki, |
cenaha ke | : kanat, kol, sıfat, bağlandığın yer |
min el rehbi | : rehabilite, düzeltme, aslı haline dönmek |
Fe zanika burhanani | : böylece, bunlarla, ikisi, iki burhan, kanıtlarla, |
min rabbi-ke | : senin Rabbinden, seni vücudlandıran, |
İla firavne | : firavuna, |
ve melâi-hi | : ileri gelen, onun din adamları, |
inne-hum kanu | : doğrusu, onlar, oldu, |
kavm fasik | : kavim, kimseler, kendi anlayışına sapan |
32- İçindeki seni var eden gücü anla. O gücü fenalardan geçerek tertemiz ortaya çıkar ve senin üzerindeki sıfatların bağlandığı yer olan, asliyetine dön. Böylece Rabbinin bu kanıtlarıyla firavuna ve onun ileri gelenlerine git. Doğrusu onlar cehaletlerine sapan kimselerden oldular.
-33-
قَالَ رَبِّ إِنِّي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ
Kâle rabbi innî kateltu minhum nefsen fe ehâfu en yaktulûn
Kâle rabbi inni kateltu | : dedi, rabbim, ben, öldürdüm, yazık ettim |
minhum nefsen | : onlardan, kimse, kişi |
Fe ehafu | : bu yüzden, korkarım, |
en yaktulu-ni | : beni öldürmelerinden, yazık etmelerinden |
33- Dedi ki: Rabbim! Ben onlardan birini öldürdüm, bu yüzden beni öldürmelerinden korkarım.
-34-
وَأَخِي هَارُونُ هُوَ أَفْصَحُ مِنِّي لِسَانًا فَأَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُنِي إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ
Ve ahî hârûnu huve efsahu minnî lisânen fe ersilhu maiye riden yusaddıkunî innî ehâfu en yukezzibûn
ve ahi harunu | : kardeşim Harun, |
Huve efsahu | : o, daha düzgün, açıklama, akıcı, |
minni lisanen | : benden, konuşmak, lisanı, |
Fe ersil-hu maiye | : böylece onu gönder, benimle beraber |
Riden yusaddıku-ni | : ret, yardım, destek, beni tasdik eder, doğrular, |
İnni ehafu | : korkarım, çekinirim, |
en yukezzibu-ni | : beni yalanlamalarından |
34- Kardeşim Harun’u da benimle gönder. Onun konuşması benden daha açıklayıcıdır, beni tasdik eder, yardım eder. Beni yalanlamalarından korkarım.
-35-
قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِأَخِيكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ إِلَيْكُمَا بِآيَاتِنَا أَنتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ
Kâle se neşuddu adudeke bi ahîke ve necalu lekumâ sultânen fe lâ yasılûne ileykumâ bi âyâtinâ entumâ ve menittebeakumel gâlibûn
Kale se neşuddu | : dedi, kuvvetlendirme, daha fazla, güçlü kıldık |
adude ke | : destekleme, arka çıkmak, rahatlatmak, seni |
Bi ahi ke | : ile, senin kardeşin |
Ve necalu lekuma sultan | : yapmak, düzen, üzere olmak siz, delil, hüccet, |
Fe la yasılune ileykuma | : ikilik, ara, ulaşamaz, varmaz, alt edemez, sizler, |
Bi ayati na entumâ | : ayetlerimiz, delillerimiz, ikiniz, sizin |
ve men ittebea kum | : kim, size tâbi olursa, izler, tâbi, |
el galıbun | : galip, başaran, |
35- Seni kardeşinle destekleyip daha güçlü kıldık, siz delillerimiz üzeresiniz. Böylece siz delillerimiz üzere olduğunuz müddetçe, orada sizi alt edemezler ve kim sizinle birlikte hakikatleri takip ederse o başarılı olur.
-36-
فَلَمَّا جَاءهُم مُّوسَى بِآيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ
Fe lemmâ câehum mûsâ bi ayâtinâ beyyinâtin kâlû mâ hâzâ illâ sihrun mufteren ve mâ seminâ bi hâzâ fî âbâinel evvelîn
Fe lemma cae hum Musa | : böylece, onlara geldiğinde, Musa |
Bi ayatina beyyinatin | : ayetlerimizle, delil, apaçık açıklayıcı, |
Kalu ma haza | : dediler, bu değildir, |
illa sihrun | : ancak, sadace, maskaralık, aldatmaca, sihir, |
mufteren | : uydurulmuş, |
ve ma semina bi haza | : biz işitmedik, böyle bir şey, |
Fi abaina el evveline | : babalarımız, atalarımız, evvelki, geçmiş, daha önce |
36- Böylece Musa, apaçık delillerimizle onlara geldiğinde: Bu aldatmadan başka bir şey değildir, uydurulmuştur. Biz daha önceki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik, dediler.
-37-
وَقَالَ مُوسَى رَبِّي أَعْلَمُ بِمَن جَاء بِالْهُدَى مِنْ عِندِهِ وَمَن تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
Ve kâle mûsâ rabbî alemu bi men câe bil hudâ min indihî ve men tekûnu lehu âkıbetud dâr innehu lâ yuflihuz zâlimûn
ve kale musa | : dedi, musa, |
rabbi alemu | : rabbim, ilmin sahibi, ilmiyle var edene, |
bi men cae | : kim, geldi, uydu, |
bi el huda | : yol göstericiye, gösterilen yol, kılavuz |
min indi-hi | : onun katından, onun yolu, sahip, var, onun kendi |
ve men tekunu lehu | : kim, olur, anlarsa ona, onun, |
akıbet ed darı | : son, akıbet, diyar, yurt, korunma |
inne-hu la yuflihu | : muhakkak ki o, kurtuluş yok, felah, |
el zalimin | : zalimler, kötülük yapanlar |
37- Musa dedi ki: İlmin sahibi Rabbim’dir. O’na ait olan hakikatlerin gösterildiği yola kim uyarsa ve kim O’nu anlayan olursa, sonunda onun güzel bir yurdu olur. Muhakkak ki zalimler felah bulamazlar.
-38-
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرِي فَأَوْقِدْ لِي يَا هَامَانُ عَلَى الطِّينِ فَاجْعَل لِّي صَرْحًا لَّعَلِّي أَطَّلِعُ إِلَى إِلَهِ مُوسَى وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِبِينَ
Ve kâle fir’avnu yâ eyyuhel meleu mâ alimtu lekum min ilâhin gayrî fe evkıd lî yâ hâmânu alet tîni fecal lî sarhan leallî attaliu ilâ ilâhi mûsâ ve innî le ezunnuhu minel kâzibîn
ve kale firavn | : dedi, firavun |
ya eyyuha el meleu | : ey, ileri gelenler, din adamları, |
ma alimtu | : bilmiyorum, |
Lekum min ilah gayri | : size, sizin için, ilahlar, başka |
Fe evkıd li ya haman | : böylece, o zaman, ateş yak, bana, ey haman |
Ala el tini | : üzerine, biz öz, özden, nemli, ıslak toprak |
fe ical li sahran | : öyleyse, yap, benim için, kule, yüksek |
Leallî attaliu | : umarım, karşılaşırım, muttali, bulurum, |
ila ilahi Musa | : ilahına, Musa |
ve innî le ezunnuhu | : ben, şüphesiz zannederim |
min el kazibin | : elbette, sanırım ki, o bir yalancı |
38- Firavun dedi ki: Ey ileri gelenler! Sizin için başka bir ilah bilmiyorum. Ya hâmân! Artık nemli toprağı kurutmak için ateş yak. Sonra da bana yüksek bir kule yap, umarım ki Musa’nın ilahına ulaşırım ve ben zannederim ki o bir yalancı.
-39-
وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ إِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ
Vestekbere huve ve cunûduhu fîl ardı bi gayril hakkı ve zannû ennehum ileynâ lâ yurceûn
Ve estekber huve | : büyüklendiler, kibir, o, |
ve cunud hu | : asker, güç, taraftar, ordu, o, |
fî el ardı | : yeryüzünde, |
bi gayrı el hakk | : gayri, dışında, hak, hakikat, |
ve zannu enne-hum | : zannettiler, sandılar, onlar olduğunu |
İleynâ la yeurceun | : bize, yok, değil, asliyyet, rücu, aslına dönmek, |
39- O ve onun taraftarları, yeryüzünde hakikatlerin dışına çıkarak kibirlendiler ve onlar zanlarda kalarak asliyetleri olan Bizi anlayamadılar.
-40-
فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ
Fe ehaznâhu ve cunûdehu fe nebeznâhum fîl yemm fanzur keyfe kâne âkıbetuz zâlimîn
Fe ehaz na hu | : yakaladık, götürdük, uzaklaşma, sardık, |
ve cunud hu | : asker, güç, taraftar, ordu, o, |
fe nebez na-hum | : tanımama, atma, bırakma, inkar, bizi, onlar, |
fi el yem | : deniz, derya, boğulma |
fe unzur | : bundan sonra, artık, bak gör, anla, |
keyfe kane | : nasıl olur, |
Akıbet ez zâlimîne | : akıbet, son, sonuç, zalimler |
40- Böylece o ve onun taraftarları, Bizi anlayamayıp kendi cehaletlerine sarıldılar. Böylece onlar, Bizi inkârları sebebiyle kendi kibirlerinde boğuldular. Artık zalimlerin akıbetleri nasıl olur anla.
-41-
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ لَا يُنصَرُونَ
Ve cealnâhum eimmeten yedûne ilen nâr ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn
ve cealna hum | : kıldık, düzenledik, yaptık, sunduk, biz, onlar, |
eimmeten | : önder, imam, lider, |
Yedune ila el narı | : davet, çağırma, uyma, ateşe davet eden, yakıcı haller, |
ve yevme el kıyamet | : hakikatleri ortaya çıktı vakit, ölüm vakti |
lâ yunsarûne | : yok, yardımcıları, yardım olunmazlar |
41- Onlara hakikatleri sunduk. Fakat onlar ateşe davet eden imamlarına uydular. Artık o hâlde olanların ölünceye kadar yardımcıları da olmaz.
-42-
وَأَتْبَعْنَاهُمْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ هُم مِّنَ الْمَقْبُوحِينَ
Ve etbanâhum fî hâzihid dunyâ laneh ve yevmel kıyâmeti hum minel makbûhîn
ve etbana-hum | : takip, izleme, biz tâbi kıldık, onlar |
Fi hazihi ed dunyâ | : yaşamlarında, |
lanet | : rahmetten uzaklaşma, rahmetten mahrum kalma |
ve yevme el kıyameti | : ölüm vakti, diriliş vakti, hakikatlerin ortaya çıkışı |
Hum min el makbûhîne | : onlar, çirkinleşme, hoş olmayan, fena, uzaklaşma |
42- Onlara, Bize tâbi olmalarını bildirdik. Fakat onlar yaşamlarında Bizi idrak edemeyip rahmetten mahrum kaldılar ve onlar ölünceye kadar fena hâllerde oldular.
-43-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ مِن بَعْدِ مَا أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ الْأُولَى بَصَائِرَ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَّعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe min badi mâ ehleknel kurûnel ûlâ besâire lin nâsi ve huden ve rahmeten leallehum yetezekkerûn
ve lekad ateyna Musa | : andolsun, biz verdik, sunduk, Musa, |
El kitab | : ilahi sözler, tüm varlık bir kitab, |
min badi ma ehlek na | : uzak, sonra, helak, yazık etmesinler, biz, |
el kurûne el ula | : nesiller, çağ, önceki, evvelki |
Besaire li en nasi | : basiret, şuur, idrak etmek, insanlara |
ve huden | : yol gösterici, hidayet, |
ve rahmeten | : yol gösterici ve rahmet olarak |
lealle-hum yetezekkerun | : umulur ki onlar, tezekkür, alemi hak ile seyir |
43- Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı. İnsanlara verilen şuur: Tüm varlık kitabından hakikatlere yol bulsunlar ve rahmet bulsunlar, önceki nesiller gibi Bizi anlamaktan uzaklaşmasınlar, kendilerine yazık etmesinler, diyedir. Umulur ki onlar hakikatleri anlamak için düşünürler, ulaştıkları hakikatlerle bu âleme bakarlar.
-44-
وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ إِذْ قَضَيْنَا إِلَى مُوسَى الْأَمْرَ وَمَا كُنتَ مِنَ الشَّاهِدِينَ
Ve mâ kunte bi cânibil garbiyyi iz kadaynâ ilâ mûsel emre ve mâ kunte mineş şâhidîn
ve ma kunte | : sen değildin, |
Bi canibi | : her taraf, yan, yön, cihet, kanat, her yer, |
el garbiyi | : batı, güneşin battığı taraf, tulum, gözyaşı, kenar |
İz kaday na | : tamamlama, yerine getirme, takdir, fiil, |
ila musa el emr | : Musa, hüküm, iş, işleyiş, |
ve ma kunte min el şahidin | : sen değildin, şahit, tanık, bilen, |
44- Musa işleyişin Bize ait olduğunu ve tüm varlığın takdirimizle açığa çıktığını anladığı zaman, sen şahit değildin ve yanında da değildin.
-45-
وَلَكِنَّا أَنشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ وَمَا كُنتَ ثَاوِيًا فِي أَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَلَكِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ
Ve lâkinnâ enşenâ kurûnen fe tetâvele aleyhimul umur ve mâ kunte sâviyen fî ehli medyene tetlû aleyhim âyâtinâ ve lâkinnâ kunnâ mursilîn
ve lakin-na enşe na | : ama, lakin, biz, oluşturduk, inşa, beden, biz, |
kurunen | : lakin biz, oluşturduk, inşa, nesiller, asırlar |
Fe tetâvele aleyhim | : böylece, etkiler, okunan, anlatılan, onlar, |
el umur | : ömür, uzun yıl |
ve ma kunte saviyen | : olmadın, değildin, orada kalan, yerleşen, bulunan |
Fi ehli medyene | : Medyen halkı içinde, |
Tetlu aleyhim ayati-na | : izleme, uyma, okuyorsun, onlara, ayetlerimiz |
ve lâkin nâ kunna | : lakin biz, olduk, |
murselin | : yollanmış, yerine getirmek, hakikati anlatan, |
45- Lâkin Biz nesiller oluşturduk. Böylece onların hikâyeleri yıllardan beri okunmaktadır. Ve sen Medyen halkı içinde bulunup, ayetlerimizi onlara okuyan değildin. Fakat onlara da hakikatlerimizi anlatan vardı.
-46-
وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الطُّورِ إِذْ نَادَيْنَا وَلَكِن رَّحْمَةً مِّن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Ve mâ kunte bi cânibit tûri iz nâdeynâ ve lâkin rahmeten min rabbike li tunzire kavmen mâ etâhum min nezîrin min kablike leallehum yetezekkerûn
ve mâ kunte | : sen olmadın, sen değildin, |
bi canibi | : taraf, yan, her taraf, kanat, her yön, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
İz nadey-na | : o zaman, seslendik, nida ettik, nidamızı |
ve lakin rahmet min rabbi ke | : ancak, rahmet, rabbinden |
li tunzire kavmen | : uyarman için, kavim, kimseler, topluluk, |
mâ etâ-hum | : onlara gelmedi |
min nezîrin min kablike | : uyarıcı, çağrı yapan, senden önce |
Lealle hum yetezekkerûne | : umulur ki, tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakma |
46- Musa nidamızı işittiğinde, sen sıfatlarla donatılmış bir vücuda sahip değildin. Ancak bunlar, senden önce kendilerine hakikatler için çağrı yapan biri gelmemiş kimseleri, Rabbinin rahmetiyle uyarman içindir. Umulur ki onlar hakikatleri anlamak için düşünürler, ulaştıkları hakikatler ile bu âleme bakarlar.
-47-
وَلَوْلَا أَن تُصِيبَهُم مُّصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lev lâ en tusîbehum musîbetun bimâ kaddemet eydîhim fe yekûlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike ve nekûne minel muminîn
Velev la en tusibe hum | : olmasa, isabet eden, onlara, |
musibet | : musibet, sıkıntı, felaket |
bimâ kaddemet eydihim | : yaptıkları şeyler sebebiyle, takdim ettikleri |
Fe yekulu Rabbena | : artık, söylerler, rabbimiz |
lev la erselte | : keşke, olmasa, gönderdiğin, haber, |
ileyna resul | : bize, resül, hakikati gösteren, |
Fe nettebia ayati-ke | : sonra, uyarız, izleriz, takip, ayetlerin, işaret, delil |
Ve nekune min el muminin | : biz oluruz, müminlerden |
47- Kendi yaptıkları şeyler sebebiyle başlarına bir musibet gelenler derler ki: Rabbimiz! Keşke bize gönderdiğin Resul’ü dinleseydik, senin delillerine uysaydık ve müminlerden olsaydık.
-48-
فَلَمَّا جَاءهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِندِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَى أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَى مِن قَبْلُ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ
Fe lemmâ câehumul hakku min indinâ kâlû lev lâ ûtiye misle mâ ûtıye mûsâ e ve lem yekfurû bimâ ûtiye mûsâ min kabl kâlû sihrâni tezâher ve kâlû innâ bi kullin kâfirûn
Fe lemma cae hum | : artık, böylece, onlara geldi, |
El hakk min indi-nâ | : hak, hakikatler, katımızdan, bize ait, |
Kalu lev la utiye | : dediler, olmasaydı, verilen |
Misle ma utiye musa | : gibi, verilenler, Musa |
E velem yekfuru | : değil, olmadı, örten, inkâr eden, |
bima utiye | : şeyi, verilen, sunulan, |
Mûsâ min kablu | : Musa, önceden, önce, |
Kalu sihrani tezahera | : dediler, maskara, sihir, aldatan, açıkça, belli, destekledi |
ve kalu inna | : dediler, biz, |
bi kulli kafirun | : hepsi, hiçbiri, kabul etmemek, |
48- Böylece, Bize ait olan hakikatler onlara bildirildiği zaman dediler ki: Musa’ya verilenlerin benzeri ona verilseydi ya. Musa’nın sunduğu hakikatleri önce inkâr etmediler mi? Sonra, bu anlattıklarıyla aldatıcı olandır, dediler ve biz anlatılanların hiçbirini kabul etmiyoruz, dediler.
-49-
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِّنْ عِندِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Kul fe’tû bi kitâbin min indillâhi huve ehdâ min humâ ettebi hu in kuntum sâdikîn
Kul fetu | : de, getirin, |
Bi kitab min indi Allah | : bir kitap, Allah’ın katından, ona ait, |
Huve ehda min huma | : o, yol gösteren, onlardan, ikisinden |
ettebi hu | : ona tâbi olayım, uymak, izlemek |
in kuntum sadikine | : eğer siz iseniz, doğru söyleyenlerdeniz diyorsanız |
49- De ki: Eğer doğru söyleyenlerdeniz diyorsanız, Allah’a ait olan bir kitap getirin, o da onlar gibi hakikatlere ulaştırsın, ona tâbi olalım.
-50-
فَإِن لَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِّنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Fe in lem yestecîbû leke falem ennemâ yettebiûne ehvâehum ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn
Fe in lem yestecibu leke | : bundan sonra, eğer, icabet etmez, sana |
fealem | : artık, bil ki, ilmiyle var eden, bilmek, |
ennema yettebiune | : sadece, tâbi olmak, izlemek, uymak, |
ehvae-hum | : onların hevesleri, hevaları |
ve men edallu | : kim, kendi anlayışına saparsa, |
mimmen ittebea | : kimse, tâbi olursa, uyarsa, |
hevâ-hu | : hevasına, heves, çıkarına, egosuna, |
bi gayri huden min Allah | : olmaksızın, yol gösteren, Allah’tan, |
inne Allah la yehdi | : muhakkak Allah, yok, kılavuz, yol gösteren |
El kavme el zalimine | : kavim, zalimler, zulmedenler |
50- Bundan sonra, eğer senin bildirdiğin hakikatlere icabet etmezlerse, artık bil ki onlar sadece kendi hevalarına tâbi olurlar. Kim hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına saparsa, o kendi hevasına tâbi olan, Allah’ın gösterdiği yoldan sapmış olan kimselerden olur. Muhakkak ki zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar
-51-
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Ve lekad vassalnâ lehumul kavle leallehum yetezekkerûn
ve lekad vassalna | : andolsun, gerçek, ulaştırdık, ardı ardına, peş peşe, |
lehum el kavl | : onlar, söz, söylenen söz, |
Lealle hum yetezekkerûne | : umulur ki onlar, tezekkür, hakikatlerle bakma |
51- Gerçek şu ki, hakikatlerin sözlerini onlara ardı ardına ulaştırdık. Umulur ki onlar hakikatleri anlamak için düşünürler, ulaştıkları hakikatlerle bu âleme bakarlar.
-52-
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ مِن قَبْلِهِ هُم بِهِ يُؤْمِنُونَ
Ellezîne âteynâhumul kitâbe min kablihî hum bihî yuminûn
Ellezine ateyna | : kimseler, o kimseler, verdik, sunduk, bildirdik, |
hum el kitab | : onlar, kitap, tüm varlık bir kitap, ilahi sözler, |
min kablihi hum | : onlardan önceki, |
bihi yuminun | : ona, iman, inanan, |
52- Tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu bilen kimseler; onlardan öncekilerin inandığı gibi inanırlar.
-53-
وَإِذَا يُتْلَى عَلَيْهِمْ قَالُوا آمَنَّا بِهِ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّنَا إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلِهِ مُسْلِمِينَ
Ve izâ yutlâ aleyhim kâlû âmennâ bihî innehul hakku min rabbinâ innâ kunnâ min kablihî muslimîn
ve iza yutla aleyhim | : okunduğu zaman, bildirildiği, onlara |
Kalu amenna bihi | : dediler, inandık, iman ettik, ona |
inne-hu el hakk | : muhakkak ki o, hak, hakikat, gerçek, |
min rabbi na | : rabbimizden, |
inna kunna min kablihi | : muhakkak, biz, olduk, öncekiler gibi, |
muslimin | : teslim olan, barış üzere hareket eden, |
53- Onlara hakikatler bildirildiği zaman: Ona inandık, muhakkak ki o Rabbimizin hakikatleridir, şüphesiz biz de öncekiler gibi barış ve huzur üzere olanlardanız, derler.
-54-
أُوْلَئِكَ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُم مَّرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Ulâike yutevne ecrehum merreteyni bimâ saberû ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ve mimmâ razaknâhum yunfikûn
Ulaike yutevne | : işte onlar, verilir, |
Ecre hum | : ecirleri, karşılıkları, onlar, |
Merreteyni | : fazla fazla, kat kat, iki kat, |
bima saberu | : sabretmeleri sebebiyle |
ve yedraûne | : önlemek, uzaklaştırırlar, savarlar |
bi el haseneti | : hasenat ile, iyilikle, |
el seyyiet | : kötülük, fena haller |
ve mimma razakna hum | : şeyden, rızık, nimetler, sıfatlar, faydalı olan, onlar |
yunfikûne | : infak, nimetlerin sahibini bilip ona teslim etme |
54- Onlar fena halleri iyiliklerle önlerler. Onlara verilen nimetlerin sahibini bilip, sahibine teslim ederler. İşte onlara sabretmeleri sebebiyle ecirleri kat kat verilir.
-55-
وَإِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ أَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَا نَبْتَغِي الْجَاهِلِينَ
Ve izâ semiûllagve aradû anhu ve kâlû lenâ amâlunâ ve lekum amâlukum selâmun aleykum lâ nebtegîl câhilîn
ve iza semiu | : duydukları, işittikleri zaman, |
el lagye | : boş söz, temeli olmayan, ilmi dayanağı olmayan |
Aradu anhu | : çerimle, uzaklaşma, yüz çevirdiler, ondan |
ve kalu lena amaluna | : dediler, bize, bizim amellerimiz |
ve lekum amalukum | : size, sizin amelleriniz |
Selâmun aleykum | : selâm olsun, size, barış sizinle olsun |
lâ nebtegî el cahiline | : yok olsun, bitsin, istemeyiz, cahillik, |
55- Boş bir söz duydukları zaman ondan uzaklaşırlar. Derler ki: Bizim amellerimiz bize ve sizin amelleriniz size, cahillikler bitsin, barış sizinle olsun.
-56-
إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ ve huve alemu bil muhtedîn
İnne ke la tehti | : muhakkak sen, yok, hidayet, doğru yol, |
men ahbebte | : kim, kimse, sevdiğin, |
ve lakinne allah yehdi | : ancak, Allah, hidayet verir, yol gösterir, |
Men yeşau | : kim isterse |
Ve huve alemu | : o, ilmin sahibi, |
biel muhtedin | : hidayete ulaşan, yol bulan, |
56- Doğrusu sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Ancak isteyen kimseye Allah hidayet verendir ve o ilmin sahibini bilerek hidayete ulaşır.
-57-
وَقَالُوا إِن نَّتَّبِعِ الْهُدَى مَعَكَ نُتَخَطَّفْ مِنْ أَرْضِنَا أَوَلَمْ نُمَكِّن لَّهُمْ حَرَمًا آمِنًا يُجْبَى إِلَيْهِ ثَمَرَاتُ كُلِّ شَيْءٍ رِزْقًا مِن لَّدُنَّا وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Ve kâlû in nettebiıl hudâ meake nutehattaf min ardınâ e ve lem numekkin lehum haremen âminen yucbâ ileyhi semerâtu kulli şey’in rızkan min ledunnâ ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn
ve kalu in nettebiı | : dediler, eğer, sana uyarsak, |
el huda | : hidayet, yol gösterme |
Mea ke nutehattaf | : seninle beraber, atılırız, oluruz, mahrum kalırız |
min el ard | : yeryüzü, toprak, yurdumuz |
E ve lem numekkin lehum | : etkin, sabit, sağlam, güç sahibi, kılmadık, onları |
Haremen emin | : hürmetli, değer, güvenli, emin olan, |
yucba ileyhi | : toplanır, alınma, onlara |
Semerâtu kulli şeyin | : ürünler, fayda, değerler, bütün her şey, |
Rızkan min ledun-nâ | : nimet, sıfatlar, bize ait, geldiği yer, doğuşu, |
ve lakin ekserhum | : fakat, onların çoğu, |
la yalemun | : bilemiyorlar, hakikatleri bilemiyorlar, |
57- Dediler ki: Seninle beraber olup gösterdiğin yola uyarsak, hep birlikte yurdumuzdan oluruz. Onları tüm değerleri taşıyan, korunur bir hâlde düzenlemedik mi? Bize ait olan sıfatlarla onları sıfatlandırdık, bütün her şeyiyle ondan faydalandılar. Fakat onların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
-58-
وَكَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ بَطِرَتْ مَعِيشَتَهَا فَتِلْكَ مَسَاكِنُهُمْ لَمْ تُسْكَن مِّن بَعْدِهِمْ إِلَّا قَلِيلًا وَكُنَّا نَحْنُ الْوَارِثِينَ
Ve kem ehleknâ min karyetin batırat maîşetehâ fe tilke mesâkinuhum lem tusken min badihim illâ kalîlâ ve kunnâ nahnul vârisîn
ve kem ehlek na | : nice, yok, helak olmak, yazık olmak, biz, |
min karyet | : bulundukları yer, yaşadıkları yer, köyleri, |
Batırat | : uzaklaştı, şükretmedi, gösteriş yapan, kibirlilik, |
maişete-ha | : geçimi, yaşamı, yaşayış, o |
Fe tilke mesakinu-hum | : böylece, bu, onların meskenleri, bulundukları yer |
lem tusken | : değil, yaşam, konaklama, iskân, kalmadılar, |
min badi-him illa kalilen | : onlardan sonra, sadece, az, biraz |
ve kunna nahnu | : biz olduk, biz, |
el varis | : kalacak olan, yerine gelen |
58- Niceleri bulundukları yerlerde, yaşamlarını kibirlilik içinde geçirip Bizi idrak edemediler, helak olup gittiler. Böylece onların meskenlerinde, onlardan sonra gelenlerden çok azı hariç idrak sahibi olamadılar. Sonsuza kadar var olan, kalacak olan Biziz.
-59-
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَى إِلَّا وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ
Ve mâ kâne rabbuke muhlikel kurâ hattâ yebase fî ummihâ resûlen yetlû aleyhim âyâtinâ, ve mâ kunnâ muhlikîl kurâ illâ ve ehluhâ zâlimûn
ve ma kane rabbuke | : olmadı, olmaz, Rabbin, |
muhlike | : helak eden, yok eden, |
El kura | : belde, şehir, eski bilişleri, bulundukları yer |
Hatta yebesa | : hatta, dirilik, ortaya çıkan, yerinden oynatma, var oluş |
fi ummi ha | : aslı için, asliyetlerini, |
resul yetlu | : resül, hakikati gösteren, okur, açıklar, |
aleyhim ayati na | : onlara, delil, ayetlerimiz, işaretlerimiz |
ve mâ kunnâ muhliku | : biz olmadık, biz değiliz, helak eden, yok eden |
El kura illâ | : köy, eski biliş, bulundukları yer, ancak, sadece |
ve ehlu-ha zalimun | : halkı, dost, o halde olan, zalimler, |
59- Rabbin helak eden olmaz. Asliyetlerini ve varoluşu anlamaları için, bulundukları yerlerde Resul onlara delillerimizle hakikatleri açıklar. Biz helak eden değiliz. Ancak kendi cehaletlerinde kalanlar kendilerine zulmederler ve zalimler o hallerde kalanlardır.
-60-
وَمَا أُوتِيتُم مِّن شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَزِينَتُهَا وَمَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَى أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ve mâ ûtîtum min şeyin fe metâul hayâtid dunyâ ve zînetuhâ ve mâ indallâhi hayrun ve ebkâ e fe lâ takılûn
ve ma utitum min şeyin | : şey, ne, size verilen, sunulan, şeyler, nesne, |
Fe metau | : meta, fayda, yarar, |
el hayat el dünya | : dünya hayatı, yaşam |
ve zinetu-hâ | : zinet, süs, sıfatlar, onun süsü, değer, |
ve mâ inde Allah hayrun | : şey, Allahın katından, ona ait, daha hayırlı, |
Ve ebka | : kalıcı, baki, |
e fe la takılune | : hala, akıl etmez misiniz? |
60- Size verilenler dünya hayatında faydalanmanız içindir ve ziynetlerdir. Hayırlı olan ve baki olan Allah’ın hakikatlerine ulaşmanızdır. Öyleyse hâlâ akıl etmez misiniz?
-61-
أَفَمَن وَعَدْنَاهُ وَعْدًا حَسَنًا فَهُوَ لَاقِيهِ كَمَن مَّتَّعْنَاهُ مَتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنَ الْمُحْضَرِينَ
E fe men vaadnâhu vaden hasenen fe huve lâkîhi ke men mettanâhu metâal hayâtid dunyâ summe huve yevmel kıyâmeti minel muhdarîn
E fe men vaadna hu | : kimse gibimi, vaad, yerine getirilen, işi düzenleme, yapma |
Vaden hasenen | : vaad, söz, hariç, güzel, iyi |
Fe huve laki hi | : böylece, o, toplanma, ulaşma, kavuşma, tevhid, ona |
Ke men metana hu metaa | : kimse gibi, meta, fayda, yarar, biz, o, yarar, fayda, meta |
el hayâti el dunyâ | : dünya hayatı |
Summe huve | : sonra, o |
yevme el kıyâmeti | : ölünceye kadar, diriliş günü, hakikatlerin ortaya çıkışı |
min el muhdarîne | : hazırlanmış, önde olan, irfan sahibi olan, idrak eden, |
61- Varlığı var edişimizi anlamaya çalışan, iyi hallerde olan, sonra da Tevhid üzere olan o kimse, dünya hayatını yalnızca bir meta, bir çıkar sanan kimse gibi midir? Sonra da hakikatler üzere olan o kimse, ölünceye kadar idrak üzere olandır.
-62-
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu eyne şurekâiyellezîne kuntum tezumûn
ve yevme | : gün, vakit, zaman, her zaman, gelip geçen zaman |
yunadi him | : nida edilir, seslenme, bildirme, onlar, çıkar peşinde olan |
Fe yekulu eyne | : sonrada, denir, bildirilir, nerede, nereye, nedir, |
şurekaiye | : ortak koştuklarınız, ben, Allah’a ortak koşmak, |
Ellezîne kuntum tezumun | : ki onlar, siz iseniz, iddia, zanda bulunma |
62- Çıkar peşinde olanlara her zaman bildirilir: Sizin zanda bulunup Allah’a karşı ortak koştuklarınız nedir?
-63-
قَالَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هَؤُلَاء الَّذِينَ أَغْوَيْنَا أَغْوَيْنَاهُمْ كَمَا غَوَيْنَا تَبَرَّأْنَا إِلَيْكَ مَا كَانُوا إِيَّانَا يَعْبُدُونَ
Kâlellezîne hakka aleyhimul kavlu rabbenâ hâulâillezîne agveynâ agveynâhum kemâ gaveynâ teberre’nâ ileyke mâ kânû iyyânâ yabudûn
Kale ellezine hakk | : dedi, ki onlar, hak, hakikat, doğru, gerçek |
Aleyhim el kavlu | : onlara, söz, söyleme, konuşma |
rabbe-na haulai ellezine | : Rabbimiz, bunlar, bu şeyler, ki onlar |
agvey-na agveyna hum | : azdık, saptık, baştan çıkma, onlar bizi azdırdı |
Kema gavey-nâ | : gibi, azdık, saptık, hakikatlerden uzaklaşma |
ma kanu iyya na yabudun | : olmadı, değildi, bize, kulluk, tapma |
63- Gerçeği anladıklarında dediler ki: O halde olanların sözlerine inandık. Rabbimiz! Bu boş şeylerle biz hakikatlerden uzaklaştık. Onların peşine düşüp hakikatlerden saptık. Böylece biz azanlardan olduk. Biz onlara kulluk eden de olmadık.
-64-
وَقِيلَ ادْعُوا شُرَكَاءكُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَرَأَوُا الْعَذَابَ لَوْ أَنَّهُمْ كَانُوا يَهْتَدُونَ
Ve kîled’û şurekâekum fe deavhum fe lem yestecîbû lehum ve reavul azâb lev ennehum kânû yehtedûn
ve kile udu | : dedi, iddia, davet, uymak, çağırma, |
şurekae kum | : ortak koşmak, siz |
Fe deav-hum | : sonra, fakat, davet uyun, onları çağırdılar |
Fe lem yestecibu lehum | : sonra, icabet etmezler, onlara |
ve reavu el azab | : gördüler, azap, sıkıntı |
Lev ennehum kanu yuhtedun | : keşke, eğer, onlar, oldu, yol bulan, hidayet |
64- Siz, Allah’ın hakikatlerini bırakıp ortak koşan kimselere uydunuz. Öyle ki onlar da hakikatlere davet edilmişlerdi. Fakat onlar da icabet etmediler ve sıkıntılarda kaldılar. Eğer onlar isteselerdi, doğru yolu bulanlardan olurlardı, diye bildirildi.
-65-
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ مَاذَا أَجَبْتُمُ الْمُرْسَلِينَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu mâzâ ecebtumul murselîn
ve yevme | : gün, vakit, zaman, her zaman, gelip geçen zaman |
yunadi him | : nida edilir, seslenme, bildirme, onlar, çıkar peşinde olan |
Fe yekelu maza | : sonra, diyecek, ne, bu |
Ecebtum | : cevap, icabet, uyma, |
el murselîne | : hakikatleri bildiren, görevlendirilen, |
65- Onlara her zaman nida edilir: Hakikatleri bildirenlerden neden cevap aramadınız?
-66-
فَعَمِيَتْ عَلَيْهِمُ الْأَنبَاء يَوْمَئِذٍ فَهُمْ لَا يَتَسَاءلُونَ
Fe amiyet aleyhimul enbâu yevme izin fe hum lâ yetesâelûn
Fe amiyet aleyhim | : artık, kapandı, ulaşmaları olmaz, onlara, |
El enbau | : haber, bilgi, bildirilme, |
yevme izin | : o vakit, o süreç, hiçbir zaman |
Fe hum la yetesaelune | : sual etmezler, sorgulamazlar, arayış, |
66- İşte, hakikatleri anlamak için bir arayış içinde olmayanlar, hiç bir zaman bir bilgiye ulaşamazlar.
-67-
فَأَمَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَعَسَى أَن يَكُونَ مِنَ الْمُفْلِحِينَ
Fe emmâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihân fe asâ en yekûne minel muflihîn
Fe emma men tabe | : artık, fakat, kim, tövbe, dönmek, vazgeçmek, tâbi olma |
Ve amene | : iman eden, |
ve amile salihan | : dosdoğru hak yolunda çalışan, Salih amel, |
Fe asa en yekune | : artık, böylece, umulur ki, olmak, |
min el muflihîne | : felaha eren, kurtuluşa ulaşanlar, bir kurtuluş |
67- Artık kim fenalarını anlar, o hallerden vazgeçerse ve kim iman eder, dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, işte onlar kurtuluşa ulaşırlar.
-68-
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr mâ kâne lehumul hıyarat subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn
ve rabbuke | : Rabbin, seni vucudlandıran, |
yahluku ma yeşau | : yaratan, halkeden, ne, şey, ister, diler, irade, |
ve yahtaru | : hürmet, izzet, seçer, tercih, sunar, verir |
ma kane lehum el hıyarat | : olmaz, değildir, onlar için, hayırlı, iyi, tercih, |
Subhana Allah | : noksan sıfattan münezzeh, Allah |
ve teala | : yüce olan, tüm sıfatlarıyla zatıyla yüce olan, |
amma yuşrikune | : şeyler, nesne, varlık, ortak koşmak |
68- Seni vücudlandıran, ne irade ederse halkeder. Onlara hayırdan başka bir şey dileyen değildir. Allah noksan sıfattan münezzehtir ve ortak koştuklarından yücedir.
-69-
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
Ve rabbuke yalemu mâ tukinnu sudûruhum ve mâ yulinûn
ve rabbu-ke | : Rabbin, seni vücudlandıran, |
yalemu | : bilir, ilmiyle var eder, ilmin sahibi, |
Ma tukinnu suduru hum | : görünmeyen şey, gizli olan, gönülleri, kalb, içleri |
Ve ma yulinûne | : aleni olan, açıkta olan, gizlenmeyen, görünen, |
69- Seni vücudlandıran, görünmeyen şeylerdeki ve görünen her şeydeki ilmin sahibidir.
-70-
وَهُوَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْحَمْدُ فِي الْأُولَى وَالْآخِرَةِ وَلَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve huvallâhu lâ ilâhe illâ huve, lehul hamdu fîl ûlâ vel âhırati ve lehul hukmu ve ileyhi turceûn
ve huve Allah | : o Allah, |
la ilahe illa huve | : yok, ilah, var, ancak, o |
lehu el hamdu | : tüm nitelikler ona ait, hamd ona ait |
Fi el ula ve el ahırati | : evvel önce ve ahir, sonra da |
ve lehu el hukmu | : onun, hüküm |
Ve ileyhi turceûne | : dönüşünüz onadır, döndürüleceksiniz |
70- Allah’tan başka güç yoktur. Önce de ve sonra da tüm niteliklerin sahibi O’dur ve hüküm O’nundur ve dönülecek yer O’dur.
-71-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن جَعَلَ اللَّهُ عَلَيْكُمُ اللَّيْلَ سَرْمَدًا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُم بِضِيَاء أَفَلَا تَسْمَعُونَ
Kul e reeytum in cealallâhu aleykumul leyle sermeden ilâ yevmil kıyâmeti men ilâhun gayrullâhi yetîkum bi dıyâ e fe lâ tesmeûn
Kul e reeytum | : anlat, de ki, bakıp ta görmez misiniz? |
en ceale Allah aleykum | : kıldı, yaptı, düzenledi, sıfatlandırdı, Allah, sizleri |
El leyle sermeden | : gece, gaflet, karanlık, sürekli, ebedi, uzun süre, sonsuz |
ila yevmi el kıyameti | : diriliş vakti, uyanış vakti, ölünceye kadar |
Men ilahun | : kim, kimse, ne varsa, ilah, var eden, |
gayru Allah | : başka, değil, Allah |
Yeti kum | : getirir, sunar, siz, |
bi diyain | : aydınlık, ışık |
E fe la tesmeune | : hâlâ işitmiyorsunuz, işitmez misiniz? |
71- De ki: Allah’ın sizleri nasıl sıfatlandırdığını bakıp ta görmez misiniz? Ölünceye kadar sürüp giden geceleri düşünmez misiniz? Allah’tan başka size aydınlığı sunacak ilah kimdir? Hâlâ işitmez misiniz?
-72-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن جَعَلَ اللَّهُ عَلَيْكُمُ النَّهَارَ سَرْمَدًا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُم بِلَيْلٍ تَسْكُنُونَ فِيهِ أَفَلَا تُبْصِرُونَ
Kul e reeytum in cealallâhu aleykumun nehâre sermeden ilâ yevmil kıyâmeti men ilâhun gayrullâhi ye’tîkum bi leylin teskunûne fîh e fe lâ tubsırûn
Kul e reeytum | : anlat, de ki, bakıpta görmez misiniz? |
en ceale | : kıldı, yaptı, düzenledi, sıfatlandırdı |
Allah aleykum | : Allah, sizleri |
en nehare sermeden | : gündüz, devamlı, sürüp giden, uzun süren |
ilâ yevmi el kıyameti | : ölünce kadar, diriliş vakti, uyanış vakti, |
Men ilahun gayru Allah | : kim ilah, gayrı, Allah |
yetikum bi leyl | : size getirir, getirecek, sunan, gece, |
Teskunun fihi | : onun içinde, dinlenme, sükün, |
e fe la tubsırune | : hâlâ bakıpta görmez misiniz? |
72- De ki: Allah’ın sizleri nasıl sıfatlandırdığını bakıp ta görmez misiniz? Ölünceye kadar sürüp giden geceleri düşünmez misiniz? Allah’tan başka size dinleneceğiniz geceleri sunacak ilah kimdir? Hâlâ bakıp ta görmez misiniz?
-73-
وَمِن رَّحْمَتِهِ جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Ve min rahmetihî ceale lekumul leyle ven nehâre li teskunû fîhi ve li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn
ve min rahmet hi | : onun rahmetinden, |
ceale lekum | : yaptı, kıldı, düzenledi, size |
El leyl ve en nehare | : gece ve gündüz, |
li teskunû fihi | : dayanma, dinlenme için, onun içinde, onlarda |
ve li tebtegu | : ibtiga, istemeniz için, aramanız, |
min fadlihi | : fazilet, incelikler, lütuflar, |
ve lealle-kum teşkurune | : umulur ki, şükür, varlığın sahibini bilip teslim etme |
73- Gecelerin ve gündüzlerin düzenlemesinde, onun içinde dinlenmeniz ve yaratılışın inceliklerini aramanız için, size rahmetler vardır. Umulur ki varlığınızın sahibini bilip teslim edenlerden olursunuz.
-74-
وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ فَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu eyne şurekâiyellezîne kuntum tezumûn
ve yevme | : gün, vakit, zaman, her zaman, gelip geçen zaman |
yunadi him | : nida edilir, seslenme, bildirme, onlar, çıkar peşinde olan |
Fe yekulu eyne | : sonrada, böylece, der, denir, söyler, nerede, nereye, an, |
şurekaiye | : ortak koştuklarınız, ben, Allah’a ortak koşmak, |
Ellezîne kuntum tezumun | : ki onlar, siz iseniz, iddia, zanda bulunma |
74- Çıkar peşinde olanlara her zaman bildirilir: Sizin zanda bulunup Allah’a karşı ortak koştuklarınız nedir?
-75-
وَنَزَعْنَا مِن كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا فَقُلْنَا هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ فَعَلِمُوا أَنَّ الْحَقَّ لِلَّهِ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Ve nezanâ min kulli ummetin şehîden fe kulnâ hâtû burhânekum fe alimû ennel hakka lillâhi ve dalle anhum mâ kânû yefterûn
ve nezana | : çıkardık, kaldırdık, ortaya çıkardık, |
min kulli ummet | : bütün ümmetler, topluluklar |
şehiden | : bir şahit, tanık, bilen, |
Fe kulna | : sonra, böylece, dedik, bildirdik, |
hatu burhan kum | : getirin, anlayın, delil, kanıt |
Fe alim | : sonra, bilen, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
enne el hak li allah | : olduğu, hak, gerçek, var olan her şey, Allah |
ve dalle an hum | : sapıp uzaklaştı, dalalet, cehalet sapan, onlar |
Ma kanu yefterûne | : şey, oldu, olmadı, uydurulmuş şeyler, |
75- Bütün ümmetleri hakikatleri bilecek şekilde ortaya çıkardık. Bildirdik: Size sunduğumuz delillerle hakikatleri anlayın, böylece gerçek olanın Allah olduğunu bilenlerden olun. Fakat uydurulmuş şeylerde kalanlar, kendi cehalet anlayışlarına saparlar.
-76-
إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ fe begâ aleyhim ve âteynâhu minel kunûzi mâ inne mefâtihahu le tenûu bil usbeti ulil kuvveh iz kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhıbbul ferihîn
İnne karune kane | : muhakkak, Karun, oldu |
min kavmi Musa | : kavimden, musa |
Fe bega aleyhim | : sonra, azdı, taşkınlık, haksızlık, onlara karşı |
ve ateyna-hu | : verdik, sunduk, ona, |
min el kunuz | : değer, hazine, |
Ma inne | : şey, muhakkak, doğrusu, |
mefatiha-hu | : anahtarları, açılış, açmak, fetih, açan, ulaşmak, ışık |
le tenuu | : elbette, ağır gelir, zor taşır, hakikatleri kaldıramadı, |
bi el usbeti | : bir topluluk, takım, cemiyet |
uli el kuvveti | : kuvvet sahibi, kuvvetli, güçlü, |
iz kâle lehu | : demişti, dendi, ona |
kavmuhu la tefrah | : onun kavmi, yok, ferah, gururlanma |
inne Allah la yuhib | : muhakkak ki Allah, yok, sevgi, |
el ferihin | : şımarma, gurur, mutlu |
76- Karun Musa’nın kavmindendi. Fakat onlara karşı taşkınlık etti. Ona da değerleri sunduk. Doğrusu o hakikatlere ulaşamadı. Elbette o bildirilenler ona ağır geldi. O cemiyetinde güçlü biri idi. Kavmi ona: Gururlanma, muhakkak ki gururlananların içinde Allah sevgisi yoktur, demişti.
-77-
وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
Vebtegı fîmâ âtâkellâhud dârel âhırete ve lâ tense nasîbekemined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke ve lâ tebgıl fesâde fîl ard innallâhe lâ yuhıbbul mufsidîn
ve ibtegı | : iste, arzula, ara, talep et, |
fi ma ata ke Allah | : içinde, sana verilen şey, sunulan, Allah, |
ed dare | : diyar, oda, bulunduğu yer, mekan, |
el ahiret | : sonunda, son, sonra, |
ve la tense nasib ke | : unutma, nasib, senin, |
min el dunya | : dünyada, yaşamında, |
ve ahsin kemâ | : ihsan et, karşılıksız verme, gibi |
ahsene Allah ileyke | : Allah ihsan etti, sana |
ve la tebgı | : yok, isteme, |
el fesat fi el ardı | : bozguncu, ikilik, yeryüzünde, |
inne Allah la yuhıb | : muhakkak ki Allah, yok sevgi, |
el müfsidin | : fesat, arabozan, ikilik |
77- Sana verilen şeylerde Allah’ın hakikatlerini ara. Son anına kadar bulunduğun yerde o hakikatlerle hareket et. Dünyada sana verilen nasipleri unutma ve Allah’ın sana karşılıksız verdiği gibi sen de karşılıksız ver ve yeryüzünde bozgunculuk yapmayı isteme. Muhakkak ki bozgunculuk yapanlarda Allah sevgisi yoktur, denmişti.
-78-
قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِندِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِن قَبْلِهِ مِنَ القُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا وَلَا يُسْأَلُ عَن ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ
Kâle innemâ ûtîtuhu alâ ilmin indî e ve lem yalem ennellâhe kad ehleke min kablihî minel kurûni men huve eşeddu minhu kuvveten ve ekseru cemâ ve lâ yus’elu an zunûbihimul mucrimûn
Kale innema utitu hu | : dedi, ancak, sadece, o verildi, |
ala ilmin indi | : ilme karşılık, ilim sebebiyle, katımdan, bende |
E ve lem yalem enne Allah | : bilebilir mi? olduğu, Allah |
Kad ehleke min kablihi | : olmuştu, helak, yok olma, daha önce, onlardan önce |
min el kurûni | : nesillerden |
Men huve | : kim, kimse, o, |
eşed minhu kuvvet | : daha fazla, güçlü, ondan kuvvetli |
Ve ekseru ceman | : daha çok, çoğu, toplayarak, toplanan |
ve la yuselu an zunubihim | : sorgulamadılar, günahları, hataları, fenaları |
el mucrimûne | : fenalarda kalan, mücrimler, suçlular, günahkârlar |
78- Karun: O’nun katındaki ilim sadece bana verildi, dedi. Bu hâlde olan Allah’ı bilebilir mi? Onlardan önce de o hâllerde kalan nice nesiller hakikatleri bilemeyip helak olup gittiler. O kendindeki Hakk’ın gücünü kendine nisbet eden bir kimseydi. Ekseri topluluklar bu hâllerde kaldılar ve fenalarda kalanlar fenalarını anlamak için kendilerini sorgulamadılar.
-79-
فَخَرَجَ عَلَى قَوْمِهِ فِي زِينَتِهِ قَالَ الَّذِينَ يُرِيدُونَ الْحَيَاةَ الدُّنيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَا أُوتِيَ قَارُونُ إِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
Fe harece alâ kavmihî fî zînetih kâlellezîne yurîdûnel hayâted dunyâ yâ leyte lenâ misle mâ ûtiye kârûnu innehu le zû hazzın azîm
Fe harece ala kavmi hi | : artık, böylece, çıktı, ortaya çıkma, kavmine |
Fi zineti-hi | : ihtişamı, süsü, zinetler, sıfatlar, |
Kale ellezine yuridune | : dedi, onlar, isterler |
el hayâte ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamı |
Yâ leyte lena misle | : ey, keşke, bizim, kadar, benzer, gibi |
Ma utiye karunu | : şey, verildi, sunulan, verilmedi, Karun |
inne-hu le zu | : muhakkak o, doğrusu o, elbette sahip |
hazin azim | : zevk, saadet, hoşlanma, hazine, servet, büyük |
79- Böylece o, kavminin karşısına süsler içinde ortaya çıktı. Dünya hayatının süsünü isteyenler: Keşke karun’a sunulan şeyler bize de sunulsa, doğrusu o büyük bir servete sahip, dediler.
-80-
وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللَّهِ خَيْرٌ لِّمَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا وَلَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الصَّابِرُونَ
Ve kâlellezîne ûtûl ilme veylekum sevâbullâhi hayrun li men âmene ve amile sâlihâ ve lâ yulekkâhâ illes sâbirûn
ve kale ellezine utu ilme | : dedi, onlar, verilen, sunulan, ilim, |
veyle-kum | : yazıklar olsun, size, |
sevab Allah hayr | : sevap, karşılık, doğru, gerçek, Allah, hayırlı, iyi olan, |
Li men amen | : için, kim, kimse, inanan, iman eden |
ve amile salihan | : dosdoğru hak yolunda çalışan |
ve la yulekkaha | : yok, mülaki, kavuşmaz, ulaşamaz, ona, |
illa el sabirun | : sabredenler |
80- Sunulan ilmi anlayan kimseler ise dediler ki: Vah size! İman edenler için ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar için, Allah’ın hakikatleri daha hayırlıdır. Sabredenlerin dışındakiler o hakikatlere ulaşamazlar.
-81-
فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِن فِئَةٍ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مِنَ المُنتَصِرِينَ
Fe hasefnâ bihî ve bidârihil arda fe mâ kâne lehu min fietin yensurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne minel muntasırîn
Fe hasef na bihi | : böylece, çakışık, tutuldu, yere geçirdik, biz, onu |
ve bi dari-hi el arda | : evi, konak, bulunduğu yer, o, yeryüzü, dünya çıkarı |
Fe ma kane lehu | : böylece, olmadı, ona, onu |
Min fietin yensurûne hu | : bir topluluktan, gurup, yardım eden, o |
min duni Allah | : ona ait, Allah’tan başka |
ve ma kane min el muntasirin | : olmadı, değildi, galip, zafer, başaran, korunan, yardım |
81- Böylece o, Bizi anlamamanın cehaletine tutuldu kaldı. Allah’a ait hakikatleri bırakıp dünya çıkarında olduğundan dolayı, ona yardım eden de olmadı ve o başarıya ulaşan da olamadı.
-82-
وَأَصْبَحَ الَّذِينَ تَمَنَّوْا مَكَانَهُ بِالْأَمْسِ يَقُولُونَ وَيْكَأَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَوْلَا أَن مَّنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا لَخَسَفَ بِنَا وَيْكَأَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ
Ve asbehallezîne temennev mekânehu bil emsi yekûlûne vey keennellâhe yebsutur rızka li men yeşâu min ıbâdihî ve yakdir lev lâ en mennallâhu aleynâ le hasefe binâ vey keennehu lâ yuflihul kâfirûn
ve asbeha | : sabahladı, olmak, aydınlık vakti, |
ellezine temennev | : temenni edenler, |
mekane-hu bi el emsi | : onun yeri, bulunduğu yer, makam, dün, daha önce |
Yekûlûne | : derler, söylerler, |
vey keennehu | : vay, vah, hayret, onun gibi, |
Allah yebsetu | : Allah, genişletir, yayıp döşeyen, |
el rızka | : rızık, nimet, sıfatları, |
Li men yeşau | : için, kimse, dileyen, |
Min ibadi-hi | : kullarında, |
ve yaktiru | : takdir eden, ölçü, var oluştaki takdir, |
Lev la en menne Allah aleyna | : olmasaydı, Allah’ın nimetlendirmesi, bize |
vey keennehu | : vay, vah, hayret, onun gibi, öyleyse |
Le hasefe bina | : elbette, yere geçirdi, tutulmak, çakışmak, bizi, |
La yuflihu | : yok, felah, kurtuluş, özü anlama, |
el kafirune | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler |
82- Daha önce onun bulunduğu yeri temenni etmiş olup, sonra hakikatleri anlayanlar dediler ki: Vah onun gibi olanlara. Meğer bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyen Allah’mış. Kullarından isteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve onun varoluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak varmış. Eğer Allah’ın bizdeki nimetlerini anlayan olmasaydık, elbette biz de o hallerde olanlar gibi cehaletin kibrine tutulur kalırdık. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler kurtuluşa ulaşamazlar.
-83-
تِلْكَ الدَّارُ الْآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لَا يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الْأَرْضِ وَلَا فَسَادًا وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
Tilked dârul âhıretu nec’aluhâ lillezîne lâ yurîdûne uluvven fîl ardı ve lâ fesâdâ vel âkıbetu lil muttekîn
Tilke el daru | : bu, işte bu, yurt, oda, bulunduğu yer, |
el ahiret | : sonunda, ahiret |
necalu-hâ li ellezine | : onu kılarız, kurtuluş, düzenleriz, sunarız, o kimseler |
la yuridun | : istemezler, |
uluvven fi el ard | : üstünlük, ululuk, yeryüzünde |
Ve la fesâden | : yok, fesat, arabozuculuk, ikilikte kalmak, bozguncu |
ve el âkibetu | : akıbet, sonuç, |
li el muttekin | : takva, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan |
83- İşte bulundukları yerlerde, Bizi anlayıp sonunda kurtuluşa ulaşan kimseler şunlardır: Yeryüzünde üstünlük taslamayanlar ve arabozuculuk yapmayanlar ve son anlarına kadar fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayanlar.
-84-
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِّنْهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Men câe bil haseneti fe lehu hayrun minhâ ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczellezîne amilûs seyyiâti illâ mâ kânû ya’melûn
Men cae bi el hasenet | : kim, geldi, yaptı, kaldı, iyilikler, güzellikler ile |
Fe lehu hayrun minha | : böylece, onun için, daha hayırlı, yardım, ondan |
ve men cae | : kim geldi, yaptı, kaldı, oldu, |
bi es seyyieti | : seyyiat, kötülük ile, fenalar |
fe lâ yuczâ ellezine | : böylece, yok, karşılık, ödül, o kimseler |
Amilu el seyyiâti | : yapmak, çalışma, kötü ameller, |
İllâ ma kanu yamelun | : ancak, den başka, değil, olmadı, yapıyorlar, çalışma |
84- Kim iyilikler içinde olursa; böylece o iyi olanlardan olur. Kim fenalar içinde olursa; böylece o kimseler, kötü amellerinden dolayı bir karşılık bulamazlar, çalışmalarında da bir şey elde edemezler.
-85-
إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ مَن جَاء بِالْهُدَى وَمَنْ هُوَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
İnnellezî farada aleykel kurâne le râdduke ilâ meâd kul rabbî alemu men câe bil hudâ ve men huve fî dalâlin mubîn
İnne ellezi farada aleyke | : muhakkak, o ki, farz, takdir, sana |
el kurane | : Kuran’ı, okunan şey, kâinat kitabı |
Le raddu-ke ila meadin | : elbette, seni döndüren, dönülecek yer, |
Kul rabbi alemu | : de, rabbim, bilen, ilmiyle var edendir |
men cae | : kim, kimse, geldi, arayan, dönen, yaptı, |
bi el huda | : yol gösteren |
ve men huve | : kim, kimse, o, |
fi dalal mübin | : dalalet, apaçık dalalet içinde kalan, |
85- Muhakkak ki kâinat kitabındaki hakikatleri okumayı sana farz kıldık. Elbette o hakikatler seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim ilmin sahibidir, hakikatleri arayan kimselere de ve apaçık dalalet içinde olan o kimselere de yol gösterendir.
-86-
وَمَا كُنتَ تَرْجُو أَن يُلْقَى إِلَيْكَ الْكِتَابُ إِلَّا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ ظَهِيرًا لِّلْكَافِرِينَ
Ve mâ kunte tercû en yulkâ ileykel kitâbu illâ rahmeten min rabbike fe lâ tekûnenne zahîren lil kâfirîn
ve ma kunte tercu | : değilsin, istek, talep, ümit, sen ümit etmezdin, |
En yulka ileyke el kitab | : bırakmak, atmak, ulaşması, sana, kitap |
İlla rahmeten min rabbi ke | : ancak, rahmet olarak, rabbinden |
Fe la tekunenne | : sonra, bundan sonra, artık, sakın sen olma, |
zahiren | : destek olmak, arka çıkmak, açıkça, suret, dış yüz, |
li el kafirin | : hakikatleri örten, hakikatleri görmemezlikten gelen, |
86- Sen ümitsizlik halinde olma. Sana kitaptan hakikatlerin ulaşması ancak Rabbinin rahmetidir. Bundan sonra sakın sen; hakikatleri görmemezlikten gelenler gibi varlığın dış yüzünde kalanlardan olma.
-87-
وَلَا يَصُدُّنَّكَ عَنْ آيَاتِ اللَّهِ بَعْدَ إِذْ أُنزِلَتْ إِلَيْكَ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Ve lâ yasuddunneke an âyâtillâhi bade iz unzılet ileyke vedu ilâ rabbike ve lâ tekûnenne minel muşrikîn
ve la yasuddunne-ke | : sakın seni alıkoymasınlar |
an ayati Allah | : Allah’ın ayetlerinden |
Bade iz unzilet ileyke | : sonra, indirildiğinde, açıklanma, sunulduğunda, sana |
ve udu | : çağırma, davet |
ila rabbi-ke | : sadece, Rabbine, seni vücudlandırana |
ve la tekunen | : sen sakın olma, |
min el müşrikin | : şirk, kendine varlık isnat etme |
87- Sana hakikatler sunulduktan sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sadece, seni ve tüm varlığı vücudlandırana davet et ve sen sakın ortak koşanlardan olma.
-88-
وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve lâ tedu meallâhi ilâhen âhar lâ ilâhe illâ hûve kullu şeyin helakun illâ vecheh lehul hukmu ve ileyhi turceûn
ve la tedu mea Allah | : yok, uyma, yönelme, tapma, ibadet etme, beraber, Allah |
İlâhen ahara | : ilâh, öteki, diğer, başka, geçen |
lâ ilâhe illa huve | : ilâh yoktur, o vardır |
Kullu şeyin helak | : bütün her şey, helak olucu, dağılıcı, ölümlü |
İlla veche-hu | : ancak, onun vechi, zatı, yüzü, |
lehu el hukm | : onun, hüküm onundur, hâkim olan, |
Ve ileyhi turceûne | : ona, döndürüleceksiniz, aslınız olan ona döneceksiniz |
88- Allah ile bir olduğunu bil, sakın ilahlar edinme. O’ndan başka bir güç yoktur. Bütün her şey helâk olur, sadece onun Vechî Zâtı kalır. Bütün varlıktaki hüküm O’nundur ve her an aslınız olan O’nunlasınız.