LOKMAN SÛRESİ

 

-1-

الم

Elif lâm mîm

Elif lam mim : zat, hak- halk- nokta, Allah,

 

1- Elif, Lam, Mim

 

-2-

تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ

Tilke âyâtul kitâbil hakîm

tilke : bu, bunlar, o, işte bu,
âyâtu : ayetler, delil, işaret
el kitâbi : kitap, her varlık bir kitap,
el hakîmi : hâkim, hikmet, hüküm sahibi, tüm varlığa hâkim olan,

 

2- Her varlık delilleriyle bir kitaptır. Tüm varlığa hâkim olana aittir.

 

-3-

هُدًى وَرَحْمَةً لِّلْمُحْسِنِينَ

Huden ve rahmeten lil muhsinîn

huden : hidayet, yol gösteren, rehber,
ve rahmeten : rahmet, merhamet eden, bağışlayan, sulayan
li el muhsinîne : güzel haller, iyilikte bağışta bulunan, içtenliğiyle bağlı olan

 

3- Her varlık hakikate bir rehberdir. Tüm içtenliğiyle Hakk’a bağlı olanlar için bir rahmettir.

 

-4-

الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Ellezîne yukîmûn el salâte ve yu’tûnez zekâte ve hum bil âhıreti hum yûkinûn

Ellezîne : o kimseler,
Yukîmûne : ikame, iskân, bulunmak, her an o halde bulunmak
el salâte : Allah’a her an bağlı olma şuuru, birleşmek
ve yutûne el zekat : ödemek, verirler, temizlenip paylaşmak,
Ve hum bi el âhıreti : onlar, ahirete, sonlarına,
Hum yûkinûne : onlar, emindirler, kesin olarak inanırlar,

 

4- O kimseler; her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve onlar sonlarına da inanırlar.

 

-5-

أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn

ulaike : bunlar, bu, işte onlar
alâ huden : hidayet üzere, rehber, doğru yol üzere,
min rabbi-him : Rab’lerinden, kendilerini vücudlandıran,
ve ulâike : bunlar, işte onlar
hum el muflihûne : onlar, başarılı, felah, kurtuluş, özü anlamış,

 

5- İşte onlar, kendilerini vücudlandıranın dosdoğru yolu üzeredirler ve işte onlar Özü anlamış olanlardır.

 

-6-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَن سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌ

Ve minen nâsi men yeşterî lehvel hadîsi li yudılle an sebîlillâhi bi gayri ilmin ve yettehızehâ huzuvâ ulâike lehum azâbun muhîn

ve min en nasi : bazı insanlardan
men yeşterî : kim, kimse, satın alırlar, muhatap edinmek
lehve el hadîsi : boş konuşmak, boş söz, eğlenmek için söz
li yudılle : yanıltmak, sapmak, saptırmak, ayırmak
an sebîli allâhi : Allah’ın yolundan, Allah için
bi gayri ilmin : bilgisi olmadan, ilim olmaksızın
ve yettehıze-hâ : alırlar, edinirler, sarılırlar, o
huzuven : sallamak, eğlence, alay konusu, uydurmak, önemsememek
Ulâike lehum azabun : işte onlar, sıkıntılar, azap,
muhînun : hor hakir bırakan, mahrum kalan, alçaltıcı, kaybettirici,

 

6- Bazı insanlar vardır ki, boş konuşan kimseleri muhatap edinirler. Bir bilgisi olmadan Allah yolundan kendi cehaletlerine saparlar ve onlar hakikatleri önemsememeye sarılırlar. İşte onlar hakikatlerden mahrum kalırlar, sıkıntılar içinde kalırlar.

 

-7-

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَن لَّمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Ve izâ tutlâ aleyhi âyâtunâ vellâ mustekbiren ke en lem yesma’hâ ke enne fî uzuneyhi vakrâ, fe beşşirhu bi azâbin elîm

ve izâ tutlâ : okunduğu zaman, açıklandığı zaman,
aleyhi âyâtu-nâ : onlara, ayetlerimiz, işaretler, alametler
Vella mustekbiren : çıkmak, dönüp gitmek, kibirli, kibirlenerek
Ke en lem yesma hâ : gibi duymadın mı, duymuyor, onu işitmedi, işitmiyor
ke enne fiy : sanki, gibi, oldu içinde
uzuney-hi vakran : onun kulakları, ağrıları, engelleri, işitme engelli, vakra
fe beşşir-hu : artık, müjdele, öğütsel konuşma, güler yüzle anlat, bildir
bi azabin elim : azap, sıkıntı, müşkül, acı, elem veren, sıkıntı veren,

 

7- Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, kibirlenip dönüp giderler, duymamış gibi yaparlar.             Sanki onların kulaklarında işitme engelleri vardır. Artık o hâlde olanlara acı veren sıkıntıları bildir.

 

-8-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتُ النَّعِيمِ

İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum cennâtun na’îm

İnne ellezine amenü : muhakkak, iman edenler
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yoluna çalışanlar, salih amel, iyi işler
Lehum cennâtun : onlar, cennet, huzur,
naimi : naim, bolluk, tüm tecelliler Allah’a ait

 

8- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, işte onlar tüm tecellilerin Allah’a ait olduğunu anlamanın huzurundadırlar.

 

-9-

خَالِدِينَ فِيهَا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Hâlidîne fîhâ, va’dallâhi hakkâ, ve huvel azîzul hakîm

Hâlidîne fiy ha : sürekli, sonsuz, ebedi, ölümsüz kalıcı olanlar
vade Allâhi hakka : Allah’ın vaadi, sözü, gerçek, hak, hakikat
Ve huve el azîzu : ve o azîz, tüm değerlerin sahibi, sevgide üstün lük, eren
el hakîmu : hakîm, hüküm ve hikmet sahibi

 

9- Devamlı o hâlin içindedirler. Allah’ın vaadi gerçektir. O, tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-10-

خَلَقَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَن تَمِيدَ بِكُمْ وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَابَّةٍ وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ

Halakas semâvâti bi gayri amedin terevnehâ ve elkâ fîl ardı revâsiye en temîde bikum ve besse fîhâ min kulli dâbbeh, ve enzelnâ mines semâi mâen fe enbetnâ fîhâ min kulli zevcin kerîm

halaka el semâvâti : halk oluş, oluşturmak, yaratılış, semalar, gökler
bi gayri amedin : direksiz, dayanak, sütün,
terevne-hâ : onu görüyorsunuz
ve elkâ : teslim, attı, yerleştirdi, oluşturdu, yaydı düzenledi,
fiy el ardı : toprak, yeryüzü,
revâsiye : dağlar, sağlamlık, firma, üretim yeri, sabit, verimlilik,
en temîde bi kum : sallanmamak, dengeli, sarsılmaz, sizler,
ve besse : transmisyon, yaydı, hareket, iletim, aktarma
fîy-hâ min kulli : orada, yeryüzünde, hepsinden, her çeşit,
dâbbetin : hayvanlar, ürpertici, hayvan gibi, yürüyen mahlûk,
ve enzelna min es semâi : indirdik, sunduk, semadan, gök, ulvi âlem,
mâen : su, ilim, can veren,
Fe enbetnâ : nebat, bitki
fîy-hâ min kulli : orada, hepsinden
Zevcin kerim : çift, eş, cins, tür kerim, soylu, asil, ikram, büyük

 

10- Göklerin direksiz bir şekilde oluşturulduğunu ve yeryüzünün yayılıp düzenlendiğini, sağlam hareket edebilmeniz için sizin bir denge içinde oluşturulduğunuzu, yeryüzünde her çeşit hayvanın varedildiğini ve semadan sunduğumuz suyu, böylece onunla her türlü bitki, asil türler ortaya çıktığını görüyorsunuz.

 

-11-

هَذَا خَلْقُ اللَّهِ فَأَرُونِي مَاذَا خَلَقَ الَّذِينَ مِن دُونِهِ بَلِ الظَّالِمُونَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ

Hâzâ halkullâhi fe erûnî mâzâ halakallezîne min dûnih beliz zâlimûne fî dalâlin mubîn

Haza halku allâhi : bu, halkoluş, varoluş, Allah
Fe erû-nî : bana göster, öyleyse gösterin
Maza halaka : neden, ne yarattı
Ellezine min dûni-hi : olmayanlara, ondan başka, onun dışında
bel : hayır, ancak, bilakis,
iz zâlimûne : zalimler,
Fiy dalâlin mubinin : apaçık bir dalâlet, sapıklık içinde, hata, cehalete sapma

 

11- Bu halkoluş Allah’tandır. O’ndan başka halkeden var mı gösterin bana! Bilakis zalimler, hakikatleri bırakıp apaçık kendi cehaletlerine saparlar.

 

-12-

وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ وَمَن يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

Ve lekad âteynâ lukmânel hikmete enişkur lillâh, ve men yeşkur fe innemâ yeşkuru li nefsih, ve men kefere fe innellâhe ganiyyun hamîd

Ve lekad âteynâ : andolsun, verdik, sunduk,
Lukmân el hikmeti : Lokmana hikmeti, bilgeliği
en uşkur li Allah : şükür, teşekkür, varlığını sahibine teslim etmek, Allah
ve men yeşkur : kim, şükür, varlığının sahibini bilmek, minnet
Fe innemâ yeşkuru : şükür, varlığının sahibine teslimiyet
li nefsi-hi : kendisi için, kendi nefsi için
ve men kefere : kim, kimse, örterse, hakikati görmemezlikten gelen
Fe inne allâhe : muhakkak ki Allah
ganiyyun : gani, zengin, değerlerin sahibi, varlığın sahibi,
hamîdun : tüm niteliklerin sahibi, tecellilerin

 

12- Doğrusu Lokman sunduğumuz hikmet üzereydi. Varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip teslim edenlerdendi. Kim varlığının sahibini bilip teslim ederse, o kendini bilip teslimiyet içinde olur. Hakikatleri görmemezlikten gelen kimse ise, teslimiyet içinde olmaz. Muhakkak ki tüm varlığın sahibi, tüm niteliklerin sahibi Allah’tır.

 

-13-

وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ

Ve iz kâle lukmânu libnihî ve huve yaızuhu yâ buneyye lâ tuşrik billâh inneş şirke le zulmun azîm

ve iz kâle lukmanu : demişti, söylemişti, Lokman
libni-hî : oğluna
Ve huva yaızu-hu : ona, vaaz eder, öğüt verir, o
yâ buneyye : ey oğlum,
lâ tuşrik bi Allah : şirk, eş koşma, kendine isnat etme, Allah
İnne eş şirke : doğrusu, muhakkak, şirk, eş koşma, ortak koşmak
Le zumlun azimun : büyük zulümdür, haksızlık tır, adaletsizliktir, büyük,

 

13- Lokman oğluna öğüt verip, şöyle demişti: Ey oğlum! Allah’a ait olan nitelikleri kendine isnat edip şirk koşma. Doğrusu şirk koşmak elbette kendine yaptığın büyük bir zulümdür.

 

-14-

وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ أُمُّهُ وَهْنًا عَلَى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فِي عَامَيْنِ أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ

Ve vassaynel insâne bi vâlideyh, hamelethu ummuhu vehnen alâ vehnin ve fisâluhu fî âmeyni enişkurlî ve li vâlideyk, ileyyel masîr

ve vassaynâ : ve emrettik, istemek ve tavsiye ettik, farz kıldık
el insâne : insan
bi vâlidey-hi : ailesi, onun anne ve babasını
hamelet-hu : onu taşıdı, yüklendi, karnında taşıdı, hamilelik
ummu-hu : onun annesi
vehnen ala vehnin : burada da, her yerde, burada da, orada da
ve fisâlu-hu : sütten kesilinceye kadar emzirdi
fiy âmeyni : iki yıl içinde, birkaç yıl
enişkurlî : teşekkür etmen, şükretmen
ve li vâlidey-ke : ve senin anne babana
İleyye el masiru : bana, belirleme, sürüp giden, tayin etme, banadır dönüş

 

14- İnsana; anne ve babasına iyi davranmasını bildirdik. Annesi her durumda her yerde onu karnında taşıdı. İki yıl içinde sütten kesilinceye kadar emzirdi. Anne ve babanıza her zaman minnettarlık içinde olun. Dönüşünüz banadır.

 

-15-

وَإِن جَاهَدَاكَ عَلى أَن تُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ أَنَابَ إِلَيَّ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy, summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn

 

ve in câhedâ-ke : gayret olduğu, mücadele, isteklerini kabul ettirme durumu
Ala en tuşrike : şirk koşman, eş koşmak, dahil etmek
Bi ma leyse : değil, yok, olmadı,
Leke bi hi ilmun : sen, bilgi sahibi, bir ilmi,
fe lâ tutı’-humâ : o zaman, onlara itaat etmeyin
ve sâhib-humâ : sahip, birlikte olmak, birlikte hareket, onlara
fî ed dunyâ : dünyada, yaşamlarında
Magrûfen : iyilikle, güzellik, bilinen,
Vettebi sebîle : tabi ol, uy, hakikatin yolu,
Men enâbe ileyye : kim, kimse, yönelme, döndü, bana, bize,
summe ileyye : daha sonra, sonra, o zaman, bundan sonra, bana,
merciu-kum : referansınız, sizin dönüşünüz, kaynağınız, tavsiye
Fe unebbiu-kum : haber vermek, belirti, alamet, bildirmek, siz,
bi mâ kuntum tamelun : şeyleri, yaptığınız şeyler,

 

15- Bir bilgileri olmadığı hâlde, eğer seninle ortak koşma hakkında mücadele ederlerse, artık o hâlde olanlara uyma. Yaşamlarında güzel hâller içinde olanlarla beraber ol. Bana dönen kimselerle hakikatin yoluna tâbi ol. Bundan sonra sizin kaynağınız olan Bana dönün, Öyle ki yaptığınız şeylerden hakikatler size her an bildirilir.

 

-16-

يَا بُنَيَّ إِنَّهَا إِن تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ فَتَكُن فِي صَخْرَةٍ أَوْ فِي السَّمَاوَاتِ أَوْ فِي الْأَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ

Yâ buneyye innehâ in teku miskâle habbetin min hardalin fe tekun fî sahretin ev fîs semâvâti ev fîl ardı ye’ti bihâllâh, innellâhe latîfun habîr

ya buneyye : ey oğlum, yavrum, ustalık, beceri,
inne-hâ in teku : muhakkak, o, olur, olan,
miskâle : ağırlık, miktar, kadar,
habbetin : tahıl, tane
min hardalin : hardaldan, hardal
habbetin : çıkan tane, tahıl, tane, tohum
Fe tekun : böylece, olur, nerede olursa olsun, daha küçük olsun
Fiy sahretin : kaya içinde
ev fî es semâvâti : veya semalarda, göklerde
Ev fî el ardı : veya arzda, yerde
yeti bi hi Allah : gelir, onu getirir, Allah
inne allâhe : muhakkak ki Allah
latîfun : güzel, lâtif, ince bir güzellik, lütuf sahibi
habîrun : haberdar, uzman, hakikatleri bildiren,

 

16- Lokman oğluna dedi ki: Ey oğlum! Hardal tanesi kadar veya daha küçük bir oluşum olsa, göklerde veya yerde veya kaya içinde nerede olursa olsun, ortaya çıkan her şey Allah’tan gelir. Muhakkak ki Allah tüm hakikatleri incelikleriyle bildirendir.

 

-17-

        يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ

Yâ buneyye ekımıs salâte ve mur bil marûfi venhe anil munkeri vasbir alâ mâ esâbek inne zâlike min azmil umûr

Ya buneyye : ey oğlum,
ekımı es salate : her an salât üzere, hakka bağlılık şuurunda,
vemur : emir, sipariş, iş, bir şeyin yapılmasındaki isteme, ol, uymak,
bi el marûfi : bilinen, arif olan, iyilik, güzellik
Ve enhe an el munkeri : nehyet, nehyedilen, hakikatler, sakın inkâr etme,
vasbir ala ma asebe ke : sabret, sana bir şey isabet ettiğinde,
İnne zâlike : işte böylece doğrusu,
min azmi : kararlı olmak, azimli, bir işteki engelleri aşma,
el umur : işler, işleyiş, hüküm,

 

17- Ey oğlum! Her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere ol. Hakikatlere arif ol ve sakın hakikatleri inkâr etme. Sana bir şey isabet ettiğinde sabırlı ol. İşte böylece işleyişi anlamada kararlı ol.

 

-18-

وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

Ve lâ tusair haddeke lin nâsi ve lâ temşi fîl ardı merahâ innellâhe lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr

ve lâ tusair hadde ke : ekşitme, surat asma, çevirme, yanak, surat, yüzünü,
li en nâsi : insanlara
ve lâ temşi : basmamak, basmayın, yürümeyin, yürüme
fî el ardı : arzda, yeryüzünde
merahan : eğlence, alay etme, böbürlenmek, küçümseme
inne allâhe : doğrusu, muhakkak ki, Allah
lâ yuhıbbu : yok, sevgi,
Kule muhtalin : hepsi, her, kendini beğenme, büyüklenme, çalımlı yürüme
fehûrin : övünen, kendini metheden

 

18- İnsanlara suratını asma, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Muhakkak ki büyüklenme, övünme hallerinde olanların tümünde Allah sevgisi yoktur.

 

-19-

وَاقْصِدْ فِي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِن صَوْتِكَ إِنَّ أَنكَرَ الْأَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ

Vaksid fî meşyike vagdud min savtik inne enkerel asvâti le savtul hamîr

 

vaksid : tevazu, mütevazı ol, alçakgönüllü
Fiy meşyi-ke : yaya, yürüyüşün de
Vagdud min savti ke : eklemek, kıs, eksilt, sesini,
inne enkere : doğrusu, kabul edilmeyen, kötü, rahatsız edici, doğru olmayan
el asvâti : anırmak, gür sesler, bağırmak
Le savtu : ses, gür ses, bağırmak
el hamir : eşek, merkep, örtü, bastırmak, sarhoşluk

 

19- Tevazulu bir şekilde yürü. Sesini yükseltme, doğrusu sesini yükselterek, başka sesleri bastırmak doğru değildir.

 

-20-

أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ

elem terev ennellâhe sehhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı ve esbega aleykum niamehu zâhireten ve bâtıneh

elem terev : görmedin mi? Görmez misin?
ennallâhe : muhakkak ki Allah
Sehhare lekum : alay, topluluk, yayılıp giden, topluluklar, siz
ma fî es semâvâti : göklerde ne varsa, ne olduğu
Ve ma fî el ardı : yeryüzünde ne varsa, ne olduğu
ve esbega : ihsan, bağış, iyilik, tamamladı, lütuf
Aleykum niame-hu : üzerinizdeki zarafeti, nimetleri, incelikler, odur
zâhireten : görünende, açıkça, dış,
ve bâtıneten : görünmeyende, gizlide, iç

 

20- Görmez misin? Sizlerin, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa yayılıp giden her şeyin sahibi muhakkak ki Allah’tır. İçinizde ve dışınızda sizlere nimetleri lütfeden O’dur.

 

-21-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ الشَّيْطَانُ يَدْعُوهُمْ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ

Ve minen nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve lâ huden ve lâ kitâbin munîr ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ vecednâ aleyhi âbâenâ, e ve lev kâneş şeytânu yedûhum ilâ azâbis saîr

ve min en nâsi : insanlardan
men yucâdilu : kim tartışır, kavga, çekişmek mücadele eder
Fîy Allâhi bi gayri ilmin : Allah için, hakkında, bir bilgisi, ilmi olmadan
ve lâ huden : yok, huda, rehber olmadan, kılavuz olmadan
ve lâ kitâbin münir : yok, kitap, ışık veren, nur saçan, aydınlatıcı,
ve izâ kile lehum : olduğunda, söylemek, dendi, onlara
İttebiû ma enzele Allah : tabi olmak, uymak, sunulan, bildirilen, Allah
Kalu bel nettebiu : dediler ki, hayır, bikakis, tabi olmak, uymak
Ma vecednâ : şey, ne, değil, bulmak, biz
Aleyhi abae na : onun üzerinde, atalarımız,
E ve lev kâne : olsa bile, oldu, olsa da
el şeytânu yedu hum : şeytani haller, çağırıyor, davet ediyor, kalıyor,
ilâ azâbi : azab, işkence, yangın,
el sair : öteki görmek, öbür, ötekileştirmek

 

21- İnsanlardan Allah hakkında bir bilgisi olmadan ve yol gösterici olmadan ve nur saçan o varlık kitabını anlamadan tartışıp duran kimseler vardır. Onlara: Allah’ın sunduğu şeylere uyun denildiği zaman, derler ki: Atalarımızdan bulduğumuz inançlara tâbi oluruz. Ya onlar şeytani hâllere uymuş, ötekileştirmenin cehaletinin sıkıntılarında kalmış olsalar bile mi?

 

-22-

وَمَن يُسْلِمْ وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى وَإِلَى اللَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ

Ve men yuslim vechehu ilâllâhi ve huve muhsinun fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, ve ilâllâhi âkibetul umûr

ve men yuslim : kim, sunar, teslim eder, tüm varlığıyla teslim olmak
veche-hu ila Allah : yüzünü, vechini, tüm varlığı, benliği, özü, Allah’a
Ve huve muhsinun : o, ihsan sahibi, bağış, bağışta bulunmak, iyilik sunma
Fe kad istemseke : kavradı, tutundu, sıkıca tutunmak
Bi el urveti : döngü, komutlar dizisi, merkeze bağlı hareket
El vusha : güçlü bir ilişki, bağla bağlanma, kavramak
ve Allah akibetu : Allah, akıbet, son, sonuç
el umur : iş, işleyiş, hüküm, nitelik,

 

22- Kim yüzünü bütün benliğiyle Allah’a döner teslim olursa, bütün döngülerin                 birbiriyle tutunduğu, her şeyin güçlü bir ilişkiyle bağlandığı ve bütün işleyişin Allah’a ait olduğu hakikatini o kavrar.

 

-23-

وَمَن كَفَرَ فَلَا يَحْزُنكَ كُفْرُهُ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ فَنُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

Ve men kefere fe lâ yahzunke kufruh, ileynâ merciuhum fe nunebbiuhum bi mâ amil, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr

ve men kefere : kim, kimse, örttü
Fe lâ yahzun-ke : seni üzmesin,
kufru-hu : küfür, o
İleyna merciu-hum : biz, referans, geldiği kaynak, merkez, aslı, onlar
Fe nunebbiu-hum : böylece, bildireceğiz, onlar,
Bi ma amilû : çalışmaları, yaptıkları şeyler,
İnne allâhe alimun : muhakkak Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
bi zâti es sudûri : zat, aynı, sahip, gönüller, sineler

 

23- Hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselerin artık o küfürleri seni üzmesin. Onların geldiği kaynakta Biziz ve onlara yaptıkları çalışmalardan bu hakikat her an bildirilir. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, gönüllerin sahibidir.

 

-24-

نُمَتِّعُهُمْ قَلِيلًا ثُمَّ نَضْطَرُّهُمْ إِلَى عَذَابٍ غَلِيظٍ

Numettiuhum kalîlen summe nadtarruhum ilâ azâbin galîz

numettiu-hum kalilen : biz, meta, mallar, çıkar, fayda, onlar, az, biraz,
Summe nadtarru hum : sonra, zorlamak, maruz kalmak,
ilâ azâbin : işkence, azab, sıkıntı,
galiz : kalın, ağır, kaba, çirkin, bulmak, etmek

 

24- Kendi çıkarlarında olanlar az da olsa Bizi anlayamazlar. Sonra da onlar Bizi anlayamadıklarından dolayı ağır sıkıntılara maruz kalırlar.

 

-25-

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Ve lein seeltehum men halakas semâvâti vel arda le yekûlunnellâh kulil hamdulillâh bel ekseruhum lâ yalemûn

ve le in seelte hum : elbette, eğer, onlara sorsan,
men halak : kim, kimse, yarattı, halk etti, var etti,
el semavati ve el ard : gökleri ve yeri
Yekûlune Allâhu : derler, söylerler, Allah,
Kuli el hamdu Allah : deki, tüm nitelikler, Allah
bel ekseru-hum : fakat, bilakis, çoğu, onlar
la yalemun : yok, bilmek, bilmiyorlar

 

25- Eğer onlara: Yerleri ve gökleri kim yarattı? diye sorsan, elbette Allah derler. De ki: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır. Fakat onları çoğu bilmiyorlar.

 

-26-

لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ

Lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard, innallâhe huvel ganiyyul hamîd

lillâhi ma fiy : her şey, Allah’ındır
El semavat ve el ardı : gökler ve yer
İnne Allah Huve : muhakkak, Allah, O
el ganiyyu : zengin, tüm varlığın sahibi,
el hamid : tüm niteliklerin sahibi,

 

26- Yerdeki ve göklerdeki her şey Allah’ındır. Muhakkak ki tüm varlığın sahibi, tüm niteliklerin sahibi Allah’tır.

 

-27-

وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِن شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِن بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَّا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Ve lev enne mâ fîl ardı min şeceretin aklâmun vel bahru yemudduhu min ba’dihî sebatu ebhurin mâ nefidet kelimâtullâh innellâhe azîzun hakîm

ve lev enne ma fi el ard : eğer olsa, yeryüzündeki
min şeceretin aklamun : ağaçlar, soy, asliyet, kalemler,
ve el bahru : deniz, bilgili kimse,
yemuddu-hu : bir o kadar daha, ona ekler, uzatın
min ba’dihî : ondan başka
seb’atu ebhurin : yedi deniz
mâ nefidet : bitmez, tükenmez
kelimâtullâhi : kelimeleri, sözleri, ilmi bilgiler, tecelliler, Allah
innallâhe azizi : muhakkak Allah, tüm değerlerin yüce sahibi,
hakim : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan,

 

27- Eğer yeryüzünde tüm ağaçlardan kalem olsa ve denizler mürekkep olsa ve ondan başka yedi deniz daha eklense, Allah’ın ilminin bilgileri yazmakla tükenmez. Muhakkak ki Allah tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-28-

مَّا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ إِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ

Mâ halkukum ve lâ ba’sukum illâ ke nefsin vâhıdeh innallâhe semîun basîr

mâ halku-kum : değil, şey, yaratılış, var oluş, halk oluş, siz,
ve lâ basu-kum : yok, göndermek, gönderilmedi, açığa çıkış, siz,
İllâ ke nefsin : ancak, den başka, gibi, aynı, nefs, kişi, beden, vücud,
vahidetin : tek, bir,
innellâhe semiun basir : muhakkak Allah, işitmek, görmek,

 

28- Siz tek nefsten başka bir şeyden var edilmediniz, açığa çıkmadınız. Muhakkak ki işittiren, gördüren Allah’tır.

 

-29-

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى وَأَنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

Elem tere ennallâhe yûlicul leyle fîn nehâri ve yûlicun nehâre fîl leyli, ve sehhareş şemse vel kamere kullun yecrî ilâ ecelin musemmen ve ennallâhe bi mâ ta’melûne habîr

Elem tere ennallahe : görmedin mi, muhakkak, Allah
yûlicu el leyle : sokar, birleştirir geceyi
fî en nehâri : gündüzle
ve yûlicu en nehare : birleştirir gündüz
fî el leyli : geceyle
ve sehhare : alay, bütünü, topluluk
eş şems ve el kamer : güneş ve ay
Kullun yecri : hepsi, seyreder, akar gider,
ilâ ecelin : son, bir ecel, vakit, zaman
musemmen : başlık, belirli, belli, açık seçik, gözenek
ve ennallâhe : muhakkak ki Allah
bima tamelûne : yaptığınız şeyler,
haberun : bildiren, haber veren,

 

29- Görmez misin? Allah geceyi gündüze birleştirir ve gündüzü geceye birleştirir. Güneş ve ay bütün hepsi belli bir zaman diliminde akar gider. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri her an bildirir.

 

-30-

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ

Zâlike bi ennellâhe huvel hakku ve enne mâ yedûne min dûnihil bâtılu ve ennallâhe huvel aliyyul kebîr

Zâlike bi enne Allah : işte, böylece, Allah,
huve el hakku : o, hak, gerçek, hakikat,
Ve enne ma yedûne : muhakkak, şey, ne, değil, yönelmek, tapmak, el, güç,
min dûni-hi : ondan başka, onu bırakıp, ona ait olan hakikatler,
el bâtılu : batıl, boş, hurafe, zanna göre olan şey, doğru olmayan
ve ennellâhe : muhakkak ki Allah
Huve el aliyyu : âli, yüce, yüksek, ilmin sahibi,
el kebîru : kebir, büyük, ulu, yüce

 

30- İşte gerçek olan Allah’tır ve O’na ait olan hakikatleri bırakıp hurafe olan şeylere yönelmeyin. Muhakkak ki Allah ilmiyle yüce olandır.

 

-31-

أَلَمْ تَرَ أَنَّ الْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِنِعْمَتِ اللَّهِ لِيُرِيَكُم مِّنْ آيَاتِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

 Elem tere ennel fulke tecrî fîl bahri bi ni’metillâhi li yuriyekum min âyâtih inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr

e lem tere : görmedin mi? Görmez misin?
Enne el fulke : astronomi, gök bilimi, sonsuzluk, gemiler
tecrî : akar gider, seyreder, vardır,
fîy el bahri : sonsuzluğun içinde, denizin içinde, bilgili kimse, bilge olan,
Bi nimetillâhi : nimet, sıfatlar, ihsan, lütuf, Allah
li yuriye-kum : size gösterir
min âyâti-hi : ayetlerini, işaret, delil,
İnne fî zâlike : muhakkak bu, işte bu, işte bu âlem,
Le âyâtin : ayetler, işaretler, delil,
li kulli sabbarin : hepsi için, sabredenler, bekleyen,
şekûrin : şükreden, varlığının sahibini bilip teslim eden,

 

31- Göklerde olanların bir sonsuzluk içinde akıp gittiğini görmez misin? O ayetlerini size her an gösterir. Allah’ın nimetlerini anlayanlar bilgelik içindedirler. İşte bu âlemdeki her şey, sabredenler, varlığın sahibini bilip teslim edenler için elbette bir ayettir.

 

-32-

وَإِذَا غَشِيَهُم مَّوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُم مُّقْتَصِدٌ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ

Ve izâ gaşiyehum mevcun kez zuleli deavûllâhe muhlisîne lehud dîn, fe lemmâ neccâhum ilel berri fe minhum muktesıd, ve mâ yechadu bi âyâtinâ illâ kullu hattârin kefûr

Ve iza gaşiye-hum : eğer, trans, bağlantı, onları sardı
mevcun : dalgalar, gel git,
Ke el zuleli : gibi, sanki, gölge, ışığa engel olmak, gaflet, cehalet,
Deavû allâhe : yönelmek, Allah’a dua, davet, çağırma, yalvarma
muhlisine : içtenlikle, muhlisler, halis kılanlar, saflıkla, tertemiz
Lehu ed dine : onun dininde, varoluş yasaları,
Fe lemmâ : artık, bundan sonra, olduğu zaman, hemen
neccâ-hum : necat bulmak, kurtarmak, geçmelidirler, onları kurtardık
ilâ el berri : gerçeklik, sıdık, sadık, kıta, kara, hakikatin olduğu yer,
Fe min-hum : bundan sonra onlardan
muktesidun : tutumlu, mutedil, vaktini boşa geçirmeyen, aşırı gitmeyen
ve mâ yechadu : yalanlamaz, inkâr etmez,
bi âyâti-nâ : ayetlerimiz, işaretlerimiz,
İlla kullu : ancak tümü, hepsi
Hattârin : gaddar, katı yürekli, insafsızlar,
kefurin : hakikatleri örten, hakikatleri görmemezlikten gelen,

 

32- Cehaletin gelgitleri onları sardığı zaman, en içten bir halde Allah’a yönelsinler, varoluş yasalarının O’na ait olduğunu bilsinler. Böylece onlar, gerçekleri anladıklarında Bizi tanıyıp necat bulurlar. Bundan sonra onlar vakitlerini boşa geçirmesinler. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerden, gaddar olanlardan başkası ayetlerimizi yalanlamaz.

 

-33-

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْمًا لَّا يَجْزِي وَالِدٌ عَن وَلَدِهِ وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَن وَالِدِهِ شَيْئًا إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekum vahşev yevmen lâ yeczî vâlidun an veledihî ve lâ mevlûdun huve câzin an vâlidihî şeyâ inne vadallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumul hayâtud dunyâ ve lâ yagurrennekum billâhil garûr

yâ eyyuhâ en nasu : ey insanlar,
itteku : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak
rabbe kum : sizi vücudlandıran, rabbiniz,
vahşev yevmen : korku, saygı, gün, zaman, her an,
lâ yeczî validun : yok, karşılık, karşılıksız bırakmasın, baba, doğurtan,
an veledi-hi : çocuğu, evladı, o
ve lâ mevlûdun huve : yok, doğmuş, çocuk, yeni doğmuş, birinin doğması, o
cazin : fayda veren, karşılığını veren,
an validi hi şeyen : baba, doğurtan, o, bir şey,
İnne vade Allâh : muhakkak, Allah’ın vaadi, tecellileri,
hakkun : hak, gerçek, açığa çıkan,
Fe lâ tegurrenne-kum : yok, aldatmak, aldanmak, siz,
el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı, dünya yaşamı,
Ve lâ yagurrenne kum : yok, aldatmak, cazip gelmesin, siz,
bi Allâh el garur : Allah’a karşı, kibir, gurur, ego,

 

33- Ey insanlar! Sizi vücudlandırana karşı fenalardan sakının, O’na ortak koşmayın. Her an saygı içinde olun. Babalar çocuklarını hakikatlerden karşılıksız bırakmasınlar ve o babasının sunduğu şeylerin karşılığını anlasın, o doğuşun idrakinden uzak kalmasın. Muhakkak ki açığa çıkan şeyler Allah’ın hakikatleridir. Dünya hayatı sizi aldatmasın ve asla Allah’a karşı ego içinde olmayın.

-34-

إِنَّ اللَّهَ عِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَّاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

İnnallâhe indehu ilmus sâah ve yunezzilul gays ve yalemu mâ fîl erhâm ve mâ tedrî nefsun mâzâ teksibu gadâ ve mâ tedrî nefsun bi eyyi ardın temût innallâhe alîmun habîr

inne allâhe : muhakkak ki Allah
inde-hu : ona ait, onun yanında, katında
ilmu es sâati : saatin ilmi, bilgisi, zaman, gelip geçen zaman,
ve yunezzilu el gays : indirir, inmesi, yağar, yağmurun,
ve yalemu : öğretir, bilgisiyledir, ilmiyledir, ilmin sahibi,
Ma fîy el erhâmi : rahimlerde ki
ve mâ tedrî nefsun : idrak edemez, bilmez, bilemez, nefs, kişi, kimse,
Maza teksibu gaden : neler, kazanır, edinir, yarın, ilerde
ve mâ tedrî : idrak edemez, bilmez, bilemez,
nefsun : nefs, kişi, kimse,
Bi eyyi ardın temûtu : hangi, nerede, nasıl, yeryüzü, ölür
İnnallâhe alimun : muhakkak ki Allah, ilmin sahibi,
habir : haber veren, bildiren,

 

34- Zamanın ilmi muhakkak ki Allah’a aittir. Yağmurun yağışı ve rahimlerdekinin meydana gelişi O’nun ilmiyledir. Kişi yarın ne kazanır bilemez ve kişi yeryüzünde nerede ölür bilemez. Muhakkak ki Allah ilmiyle hakikatleri bildirendir.