MEÂRİC SÛRESİ
-1-
سَأَلَ سَائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍ
Se ele sâilun bi azâbin vâkı’n
Seele sailun | : sordu, istedi, soran, isteyen, araştıran |
bi azâbin | : azap, sıkıntı, müşkil, |
vakıın | : olacak, olay, olgu, sonuç, olan, başa gelecek olan, |
1- Araştıran biri, başa gelecek olan sıkıntıları sordu.
-2-
لِّلْكَافِرينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ
Lil kâfirîne leyse lehu dâfi
li el kâfirîne | : örtenler için, hakikati görmemezlikten gelenler için |
Leyse lehu dafiun | : değil, yoktur, onu, def, geri çevirme, savmak, mani olma |
2- O sıkıntılar hakikati görmemezlikten gelenler içindir, onu geri çevirecek de yoktur.
-3-
مِّنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ
Minallâhi zîl meâric
min Allâhi | : Allah’tan, Allah’ın, |
Zî | : sahibi, zatı |
el mearic | : miraçlar, manevi yolculuk, ulvi makamlar, Uruc |
3- Ulvi makamların sahibi Allah’tır.
-4-
تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ
Ta’rucul melâiketu ve el rûhu ileyhi fî yevmin kâne mikdaruhu hamsîne elfe seneh
tarucu | : birlikte, bir olmak, yükselir, yücelik, meyletmek, |
el melâiketu | : güç, her varlıktaki güç, kuvve, melekler |
ve el ruhu | : ruh, |
İleyhi fiy yevmin | : ona, onun, gün, zaman, vakit, her an, |
Kâne mikdaru hu | : oldu, ölçü, süre, değer, derece, kısım, o, hak, Hu |
hamsine | : elli, takım, bölüm, iki kısım, daha güçlü, birleşme, bağlılık |
Elfe senet | : ünsiyet eylemek, etkin olma, doğruluk, bin |
4- Her varlıktaki kuvve ve ruh her an O’nun yüceliğini gösterir. Her şey O’nun ölçüsüyledir. Suretler ve siretler bir ünsiyet içinde birbirlerine bağlıdırlar.
-5-
فَاصْبِرْ صَبْرًا جَمِيلًا
Fasbir sabren cemîlâ
fe asbir | : bundan sonra, sabret, |
sabren cemil | : sabırla, güzel |
5- Bundan sonra güzel bir sabırla sabret.
-6-
إِنَّهُمْ يَرَوْنَهُ بَعِيدًا
İnnehum yerevnehu baîdâ
inne-hum | : doğrusu, onlar, |
yerevne hu | : görüyorlar, bakmak, anlamak, o, hak, |
baiden | : uzak, uzaklaşmak, ırak, umulmadık, bilinmez, |
6- Doğrusu sabreden, bâtıldan uzaklaşır, hakikatlere yönelir.
-7-
وَنَرَاهُ قَرِيبًا
Ve nerâhu karîbâ
ve nerâ hu | : biz, nurumuz, gösteririz, bakmak, anlamak, o, |
kariben | : yakın, kısa zamanda, hemen, yakınlık, |
7- Ve nurumuzu anlayıp yakınlaşır.
-8-
يَوْمَ تَكُونُ السَّمَاء كَالْمُهْلِ
Yevme tekûnus semâu kel muhl
Yevme tekunu | : o gün, zaman, vakit, olacak, olur, anlayacak |
Es semau | : gökyüzü, ulvi âlem, sema, |
el muhli | : eriyip gitmek, erimiş maden, yavaş yavaş |
8- O vakit Ulvi Âlem’in nurunda suret bildikleri eriyip gider.
-9-
وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ
Ve tekûnul cibâlu kel ıhn
ve tekûnu el cıbalu | : olacak, olur, dağlar, büyüklük halleri, |
Ke el ıhni | : gibi, yünler, ince, hafif, dağılıp gidecek, |
9- Kendine nisbet ettiği tüm büyüklük halleri dağılır gider.
-10-
وَلَا يَسْأَلُ حَمِيمٌ حَمِيمًا
Ve lâ yeselu hamîmun hamîmâ
ve lâ yeselu | : sormaz, istemez, aramaz, araştırmaz, |
Hamîmun haminen | : yakınları, hısım, kaynar, sevgiyle, sıcak |
10- Kaynağından kaynar bir sevgiyle Hakk’tan başka bir şey araştırmaz.
-11-
يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدِي مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَنِيهِ
Yubassarûnehum yeveddul mucrimu lev yeftedî min azâbi yevmi izin bi benîh
yubassarûne-hum | : bakınmak, birbirlerine bakarlar, birbirlerine gösterilirler |
yeveddu | : dilek, ister, temenni eder, olmasını ister |
el mucrimu | : günahkâr, fenalar, kötülük, |
Lev yeftedî | : eğer kurtulmak için, fidye olarak verir, her şeyini verme |
min azâbi | : azaptan, sıkıntı, |
yevmi izin | : o gün, an, zaman, toplanma günü |
bi beni hi | : yapısı, bedeni, evlat, oluşturma, değerli saydığı |
11- Fenalarda kalanlar kurtulmayı temenni ederler. Onlar bakınır dururlar. Eğer sıkıntılardan kurtulacaklarını bilseler, o an değerli saydıkları her şeyi vermek isterler.
-12-
وَصَاحِبَتِهِ وَأَخِيهِ
Ve sâhıbetihî ve ahîh
ve sâhıbeti-hî | : eşi, sahip, sahip olduğu şeyler, o |
ve ahî-hi | : kardeşi |
12- O eşinden ve kardeşinden
-13-
وَفَصِيلَتِهِ الَّتِي تُؤْويهِ
Ve fasîletihilletî tu’vîh
ve fasîleti-hi | : takımın, aşiretini, bölüğünü, birliğini |
Elletî tuvi hi | : ki o koruyandır, barındırandır |
13- ve barındığı o aşiretinden,
-14-
وَمَن فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ يُنجِيهِ
Ve men fîl ardı cemî’an summe yuncîh
ve men fiy el ardı | : kim, kimse, ne, yeryüzünde, |
cemian | : tümü, hepsi, |
Summe yunci hi | : sonra, sonunda, kendini kurtarsın, necat bulsun, o |
14- Yeryüzünde kim varsa hepsinden geçmek ister ve o ister ki sonra kendini kurtarsın.
-15-
كَلَّا إِنَّهَا لَظَى
Kellâ, innehâ lezâ
kellâ | : hayır, asla, |
inne-hâ leza | : doğrusu, o, leza, alevli ateş, zaaflarında kalmak |
15- Hayır, muhakkak ki onlar, fenayı vücut zaaflarında kalanlardır.
-16-
نَزَّاعَةً لِّلشَّوَى
Nezzâaten liş şevâ.
nezzâaten | : ihtilaf, ayrılık, tartışan, soyup atan, yakıp kavuran |
li el şevâ….şeye | : helak olmak, vücut organları, aldanma, deri, |
16- Ayrılığa düşenlerdir, birliği anlayamayıp aldananlardır.
-17-
تَدْعُو مَنْ أَدْبَرَ وَتَوَلَّى
Tedû men edbera ve tevellâ
tedû | : aramak, önem vermek, çağırmak, |
men edbera | : kim, kimse, eski bildiklerine giden, arkasını dönen kimse |
ve tevellâ | : dönen, yüz çeviren, ayrıldı, geçmişine dönen, arkası |
17- Geçmişlerine dönüp, eski cehalet bildiklerine önem veren kimselerdir.
-18-
وَجَمَعَ فَأَوْعَى
Ve cemea fe evâ.
ve cemea | : kendinde toplayan, biriktiren, kendinin sanan, nisbet etmek |
fe eva | : böylece, sonrada, düşüncesizce, cüretle, yığmak, |
18- Ve tüm sıfatları kendinin sanan, böylece düşüncesizce hareket edendir.
-19-
إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا
İnnel insâne hulika helûâ
İnne el insane | : doğrusu insan, |
halaka | : halkiyet, varoluş, yaratılış, karakter, |
heluan | : hırslı, tamahkâr, şükretmeyip sabırsız olan, |
19- Doğrusu insan yaratılışını anlamadı, sabırsız oldu, hırslı oldu.
-20-
إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا
İzâ messehuş şerru cezûâ
izâ messe-hu | : dokunduğu zaman, isabet, ona |
el şerru | : şer, kötülük, sıkıntı, zarar, |
cezûan | : feryat edici, kıvranan, isyan etti, çok sızlanan |
20- Ona bir şer dokunduğu zaman feryat etti.
-21-
وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا
Ve izâ messehul hayru menûâ
ve izâ messe-hu | : ve ona dokunduğu zaman |
el hayru | : hayır, güzel şey, faydalı olan, |
menuan | : men eden, engelleyen, farklı olan, çeşitli, cimrilik |
21- Ona bir hayr dokunduğu zaman kendini farklı gördü.
-22-
إِلَّا الْمُصَلِّينَ
İllel musallîn
İllâ el musalline | : ancak, temizlenip teslim olan, kutsanmak, arınmak |
22- Ancak hakikatlerle temizlenip teslim olanlar başka.
-23-
الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ
Ellezîne hum alâ salâtihim dâimûn
ellezîne hum | : o kimseler, onlar |
Ala salâti-him | : üzere, her an hakka bağlı olma, bağlılıkları, onlar, |
dâimûne | : kalıcı, sürekli, daimi, devamlı, her an öyle hareket eden |
23- Onlar her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edenlerdir.
-24-
وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَّعْلُومٌ
Vellezîne fî emvâlihim hakkun ma’lûm
ve ellezîne | : onlar, o kimseler, |
Fiy emvali him | : içinde, mallar, değerler, onlar |
Hakkun malumun | : hak, doğru, hakikat, bilinen, belirli, malum olan |
24- Onlar tüm değerlerin hakkın olduğunu bilenlerdir.
-25-
لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Lis sâili vel mahrûm
Li es sâili | : isteyenler, araştıran, soran, sıvı, akan, |
ve el mahrûmi | : mahrum, yoksun, mağdur, yokluğunu bilen, fakir, |
25- Araştırma içindedirler ve yokluğunu bilenlerdir.
-26-
وَالَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ
Vellezîne yusaddikûne bi yevmid dîn
ve ellezîne | : onlar, o kimseler, |
yusaddikûne | : sadakatle, doğruluğuna inanan, dosdoğru, sadık, |
Bi yevmi | : gün, zaman, vakit, an, |
el dini | : yasa, varlığın yaradılış yasaları, din |
26- Onlar her zaman varlığın yaratılış yasalarına sadakatle bağlıdırlar.
-27-
وَالَّذِينَ هُم مِّنْ عَذَابِ رَبِّهِم مُّشْفِقُونَ
Vellezîne hum min azâbi rabbihim muşfikûn
ve ellezîne hum | : onlar, o kimseler |
min azabi | : azap, sıkıntı, müşkül, |
Rabbi hum | : rab, vücudlandıran, onlar, |
muşfikune | : huşu, koruma, şefkatli, sevecen, acıyan, sevgi taşıyan |
27- Onlar sıkıntılara karşı Rabbin sevgisine sığınırlar.
-28-
إِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍ
İnne azâbe rabbihim gayru memûn
İnne azabe | : doğrusu, azap, acı, sıkıntı |
rabbi-him | : Rab’leri |
Gayru memunin | : değil, olmayan, güvenmeyen, emin olmayan, |
28- Doğrusu azap, Rabbin hakikatlerinden emin olmayan kimseler içindir.
-29-
وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ
Vellezîne hum li furûcihim hâfizûn
ve ellezîne hum | : o kimseler, onlar, teslim olan kimseler |
li furûci-him | : ikilik, yarılma, iffet, |
hafizun | : koruyan, muhafaza eden |
29- Teslim olan kimseler ise ikiliğe düşmekten korunmuşlardır.
-30-
إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ
İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum fe innehum gayru melûmîn
İlla ala ezvaci him | : hariç, den başka, ancak, aynı yolda olan, birlik, eş, tür |
Ev ma meleket eymanuhum | : değil, sahibi, elleri, güçleri, hareket, onlar |
fe inne-hum gayru | : muhakkak ki onlar, değil, başkası, |
melamin | : Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran. |
30- Onlar ancak birlik üzeredirler ve onlar kendilerindeki gücün sahibi olmadıklarını bilirler. Muhakkak ki onlar Melâmî’lerden başkası değildir.
–31-
فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاء ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ
Fe menibtegâ verâe zâlike fe ulâike humul âdûn
Fe men ibtega | : artık, bundan sonra, böylece, kim istedi, aradı, |
Verae zalike | : işte arkası, geçmişi, eski bilişleri, eski inanışları, işte |
Fe ulaike hum el adune | : işte onlar, haddi aşanlar |
31- Eski cehalet bilişlerini isteyen kimseler ise, işte onlar haddi aşanlardır.
-32-
وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
Vellezîne hum li emânâtihim ve ahdihim râûn
ve ellezîne hum | : onlar, o kimseler, teslim olanlar, |
li emanati him | : emaneti sahibine veren, güvenen, emanet ehli |
ve ahdi him | : sözlerine, verdikleri sözlere, |
raune | : riayet edenler, takip ederler, uyanlar |
32- Teslim olanlar, verdiği sözlere uyanlardır ve emaneti sahibine verenlerdir.
-33-
وَالَّذِينَ هُم بِشَهَادَاتِهِمْ قَائِمُونَ
Vellezîne hum bi şehâdâtihim kâimûn
ve ellezîne hum | : onlar, o kimseler, |
bi şehadatı him | : onlar, şahadet, görüp anlamaları, bilmeleri, |
kaimun | : ikame, mevcut, varlığı ayakta tutan sürüp giden, |
33- Onlar, varlığı her an tutanı, sürüp gideni bilen kimselerdir.
-34-
وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ
Vellezîne hum alâ salâtihim yuhâfizûn
ve ellezîne hum | : onla, o kimseler |
ala salati him | : salâtlarını, hakka bağlı olmak, bağlılık şuuru, |
yuhafizune | : koruyan, muhafaza eden, o halde duran, |
34- Onlar, daima Hakk’a bağlı olmanın şuurunu muhafaza edenlerdir.
-35-
أُوْلَئِكَ فِي جَنَّاتٍ مُّكْرَمُونَ
Ulâike fî cennâtin mukremûn
Ulâike fiy cennatin | : işte onlar cennet içinde, huzur içinde |
mukremune | : ağırlayan, konuk sever, ikram eden, orada bulunan, sunan |
35- İşte onlar huzur içinde hakikatleri sunanlardır.
-36-
فَمَالِ الَّذِينَ كَفَرُوا قِبَلَكَ مُهْطِعِينَ
Fe mâ lillezîne keferû kıbeleke muhtıîn
Fe mali | : öyleyse, fakat, eğimli, meyleden, beklenti içinde olan, neden, |
Ellezine keferu | : örtenler, hakikati görmemezlikten gelenler |
Kıbele ke | : önce, taraf, yön, senin |
muhtiine | : hızlı yürüyen, koşanlar, ulaşmak isteyenler, gelen, |
36- Fakat hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, bir beklenti içinde sana doğru gelirler.
-37-
عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ عِزِينَ
Anil yemîni ve aniş şimâli ızîn
ani el yemîni | : sağ yandan, yönden |
ve ani eş şimâli | : sol yandan, |
ızîne | : bölük bölük, kısım kısım, toplanıyorlar, |
37- Sağ yönden ve sol yönden topluluklar halinde gelirler.
-38-
أَيَطْمَعُ كُلُّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ أَن يُدْخَلَ جَنَّةَ نَعِيمٍ
E yatmeu kullumriin minhum en yudhale cennete naîm
E yatmeu | : umuyor mu, ümit mi ediyor, |
kullu emri | : hepsi, bütün, işleyiş, bütün varlıktaki işleyiş |
minhum | : onlarda, kendilerinde, |
en yudhale | : dahil olacağını, bulacağını, gireceğini, |
Cennete naimin | : huzur, nimetler, sıfatlar, bolluk, her şey hakka ait, |
38- Onlar, kendilerindeki ve bütün varlıktaki işleyişi anlamadan, nimetler içinde huzur bulacağını mı umuyorlar?
-39-
كَلَّا إِنَّا خَلَقْنَاهُم مِّمَّا يَعْلَمُونَ
Kellâ, innâ halaknâhum mimmâ ya’lemûn
Kellâ inna | : hayır, doğrusu, bilakis, şüphesiz, muhakkak ki biz, |
halakna hum | : halkiyetimiz, yarattık, var ettik, onlar |
Mimma yalemune | : şeyler, şeyden, bilirler, öğrendiler mi? |
39- Şüphesiz ki onları da Biz var ettik. Onlar hangi şeyden yaratıldı bilirler mi?
-40-
فَلَا أُقْسِمُ بِرَبِّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ إِنَّا لَقَادِرُونَ
Fe lâ uksimu bi rabbil meşârikı vel megâribi innâ le kâdirûn
fe lâ uksimi | : ant olsun ki, gerçek olan şu ki, |
bi rabbi | : rabbiyim, vücudlandıran benim, var eden, sahib |
El meşariki el megaribi | : doğuda batıda, bütün her yerde |
İnna…ene | : biz, ben, |
le kadirune | : elbette, her şeydeki kudret |
40- Gerçek olan şu ki, doğuda ve batıda ne varsa, bütün her şeyi vücudlandıran Benim. Ben, elbette ki bütün her şeydeki kudretim.
-41-
عَلَى أَن نُّبَدِّلَ خَيْرًا مِّنْهُمْ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ
Alâ en nubeddile hayren minhum ve mâ nahnu bi mesbûkîn
Ala en nubeddile | : biz, değişmek, değişiklik, eski bildiklerini bırakmak, |
Hayren min hum | : hayırlı, iyi, güzel olan, onlar için, onlardan, onlarda |
ve mâ nahnu | : ne, değil, biz, bizi bilemediler, anlayamadılar, |
bi mesbukin | : geçmiş, eşi görülmemiş, geride kalan, engellenen |
41- Onlar için daha hayırlı olan, Bizi anlayıp değişmeleridir. Fakat geçmiş cehalet bildiklerinde kalanlar Bizi anlayamazlar.
-42-
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ
Fe zerhum yehûdû ve yel’abû hattâ yulâkû yevme humullezî yûadûn
fe zer-hum | : artık, bırak, terk et, ayrıl, onlar |
yehûdû | : meşgul olmak, dalsınlar, oyalansınlar, kendi halinde |
ve yelabû | : oyun, eğlenmek, önemsememek |
hattâ | : oluncaya kadar |
Yulâkû yevme hum | : karşılaşırlar, mülaki, kavuşurlar, gelince, vakit, onlar, |
Ellezî vuadune | : vaad olundular, söz, ölüm vakti, |
42- Kendi cehalet hallerine dalanları ve hakikatleri önemsemeyenleri bırak. Hatta ölüm vakti onlara gelinceye kadar onları bırak.
-43-
يَوْمَ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ سِرَاعًا كَأَنَّهُمْ إِلَى نُصُبٍ يُوفِضُونَ
Yevme yahrucûne minel ecdâsi sirâan ke ennehum ilâ nusubin yûfîdûn
Yevme yahrucune | : vakit, zaman, gün, çıkacaklar, dışında kalan, günahkâr |
min el ecdâsi | : mezarları, kabirlerinden, vücudlarından, bedenleri |
sirâan | : acele, süratle, hızla gitmek, bir yere yetişir gibi |
ke enne-hum | : gibi, sanki, ki, onlar |
ilâ nusubin | : dikili taş, hedef, dikme, bağlandığı şey, zahmet, acı |
yûfîdûne | : koşanlar, gidenler, bir yere yönelenler, sıkıntıdan kaçan |
43- O vakit onlar, bedenlerinden çıkıp bir yere yetişir gibi davranırlar. Sanki onlar bağlandıkları şeylere koşar gibi davranırlar.
-44-
خَاشِعَةً أَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ ذَلِكَ الْيَوْمُ الَّذِي كَانُوا يُوعَدُونَ
Hâşi’aten ebsâruhum terhekuhum zilleh zâlikel yevmullezî kânû yûadûn
hâşiaten | : boyunları büküldü, alçalttı, korku, saygı, |
ebsâru-hum | : onların bakışları, gözleri |
terheku-hum | : titret, gergin, süzülmüş, onları kaplar |
zilletun | : zillet, aşağılama, alçaklık, kaybetmişlik, |
Zâlike el yevmu | : işte bu, o gün, zaman, vakit, |
Ellezi Kânû vuadune | : onlar, oldu, vaad, söz |
44- İşte, o vaad edilen vakitte onlar, bir zillet halinde bakışlarını, boyunlarını bükerler.