MERYEM SURESİ
-1-
كهيعص
Kâf, hâ, yâ, ayn, sâd.
Kaf, ha, ya, ayn, sad, | : fena fillah, zat, zikir, ayniyet, tecelliler, |
1- Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad
-2-
ذِكْرُ رَحْمَةِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا
Zikru rahmeti rabbike abdehu zekeriyyâ.
zikru | : zikr, anmak, hatırlamak, anlamak, |
rahmeti | : rahmet, nuru, her varlıktaki rahmeti, |
rabb ke | : vücudlandıran, rabbi, kendi, |
Abde hu zekeriyya | : kul, o, Zekeriya, Zikr üzere olan |
2- Zekeriya da, kendini vücudlandıranı, O’nun her varlıktaki Rahmetini, O’nun kulu olduğunu anlayanlardandı.
-3-
إِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاء خَفِيًّا
İz nâdâ rabbehu nidâen hafiyyâ
İz nada rabbe hu | : olduğu zaman, seslenme, nida, arzu, istek, rabbine, o |
Nidaen | : nida, seslenme, arzuyla istek, |
hafiyyen | : gizlice, sessizce, arayış, içten |
3- O Rabbine bir arayış içinde nida etmişti.
-4-
قَالَ رَبِّ إِنِّي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّي وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ أَكُن بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا
Kâle rabbî innî ve henel azmu minnî veştealer resu şeyben ve lem ekun bi duâike rabbî şakıyyâ
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
inni vehene | : ben, zayıflama, güçsüz |
el azmu minni | : kemik, benim, |
ve işteale | : ağardı, parladı, tutuştu, yayıldı, |
el resu şeyben | : baş, ihtiyar, yaşlılık |
ve lem ekun bi duai ke | : ben olmadım, yönelmek, dua, istemek, sen, sana |
Rabbi şakiy | : Rabbim, şaki, eşkıya, ikiliğe düşmek, isyan etmek |
4- Dedi ki: Rabbim! Benim kemiklerim güçsüzleşti ve yaşlandım, saçlarım ağardı, Rabbim! Yalnız sana yöneldim, ikiliğe düşmedim.
-5-
وَإِنِّي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِن وَرَائِي وَكَانَتِ امْرَأَتِي عَاقِرًا فَهَبْ لِي مِن لَّدُنكَ وَلِيًّا
Ve innî hıftul mevâliye min verâî ve kânetimreetî âkıran feheb lî min ledunke veliyyâ
ve inni hıftu | : ben, korktum, çekindim, |
el mevaliy | : alimler, efendi, yakın, yardımcı, bilge kimseler |
min veraî | : benim arkamdan, benden sonra |
ve kanet imreeti | : oldu, kadınım, işleyiş, onun işi, |
akıran | : çorak, verimsiz, kısır, |
Fe heb li minledunke | : bana bağışla, sana yolun üzere, senin katından, |
veliy | : dost, yardımcı |
5- Benim ardımdan bilge birinin olmamasından çekindim ve ben işleyişimde verimsizleştim, bundan dolayı senin hakikatlerin üzere olan bir dostu bana bağışla.
-6-
يَرِثُنِي وَيَرِثُ مِنْ آلِ يَعْقُوبَ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا
Yerisunî ve yerisu min âli yakûbe vecalhu rabbî radıyyâ
yerisu-ni | : bana varis olsun |
Ve yerise min ali yakube | : varis, ailesinden, Yakup |
Ve ecal hu rabbi | : onu kıl, yap, eyle, Rabbim, |
radiyyen | : razı, hoşnut, uygun, |
6- Bana varis olsun ve Yakub ailesine varis olsun ve onu Rabbinin rızasını arayanlardan eyle.
-7-
يَا زَكَرِيَّا إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ اسْمُهُ يَحْيَى لَمْ نَجْعَل لَّهُ مِن قَبْلُ سَمِيًّا
Yâ zekeriyyâ innâ nubeşşiruke bi gulâminismuhu yahyâ lem necal lehu min kablu semiyyâ
ya Zekeriya | : ey Zekeriya, zikr üzere olan, |
İnna nubeşşiru ke | : muhakkak biz, müjdelemek, sevindirmek, sen |
bi gulamin | : oğul, evlat, genç, köle, esir, |
ismu-hu Yahya | : onun ismi, adı, Yahya, lütufkâr olan |
lem necal lehu | : değil, kılmadık, yapmadık, sunmadık, onu, |
min kabl semiy | : daha önce, isimlendirme, aynı isimli, yüce, adaş |
7- Ya Zekeriya! Biz sana bir evlat müjdeliyoruz. Onun ismi Yahya’dır. Daha önce onun ismiyle birini isimlendirmedik.
-8-
قَالَ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَكَانَتِ امْرَأَتِي عَاقِرًا وَقَدْ بَلَغْتُ مِنَ الْكِبَرِ عِتِيًّا
Kâle rabbî ennâ yekûnu lî gulâmun ve kânetimreetî âkıran ve kad belagtu minel kiberi ıtiyyâ
Kale rabbi enna | : dedi, rabbim, ben, nasıl, |
yekûnu li gulamin | : olur, oğul, evlat, esir, köle, |
ve kanet imreeti | : oldu, kadınım, işleyiş, onun işi, |
akıran | : çorak, verimsiz, kısır |
ve kad belagtu | : olmuştu, oldu, yaşlanma, erişmek, olgunlaşmak, |
minel kiber | : büyütmek, çoğaltmak |
ıtiyyen | : haddi aşan, kafa tutan, ihtiyar olan, |
8- Dedi ki: Rabbim! Ben işleyişimde verimsizleşmişken ve yaşlanıp ihtiyarlamışken benim evladım olur mu?
-9-
قَالَ كَذَلِكَ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِن قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْئًا
Kâle kezâlik kâle rabbuke huve aleyye heyyinun ve kad halaktuke min kablu ve lem teku şeya
Kale kezalike | : dedik, bildirdik, işte böyle, |
kale rabb ke | : dedik, bildirdik, rabbin, seni vücudlandıran |
Huve aliy heyn | : o, yüce, ilmiyle yüce olan, kolaydır, basit, rahat, |
ve kad halaktuke min kabl | : oldu, seni halk ettim, yarattım, önceden |
ve lem teku şeyen | : sen değildin, bir şey |
9- O ilmiyle yüce olan Rabbin için kolaydır. Sen önceden hiçbir şey değilken, seni halkettim. İşte böyle bildirdik.
-10-
قَالَ رَبِّ اجْعَل لِّي آيَةً قَالَ آيَتُكَ أَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلَاثَ لَيَالٍ سَوِيًّا
Kâle rabbical lî âyeh kâle âyetuke ellâ tukellimen nâse selâse leyâlin seviyyâ
Kale rabbi | : dedi, rabbim, |
ceale li ayet | : sun, yap, kıl, ayet, delil, işaret |
Kale ayetu ke | : dedik, bildirdik, ayet, delil, işaret, sen, |
ella tukelam | : değil, konuşma, kelam, senin kelamın |
el nase | : insanlar, |
selase | : üç, üç makamda, ahenkli konuşma, anlayıp konuşma |
leyl | : gece, cehaletin karanlığı |
seviye | : birlikte, düzgün, normal, seviyeli konuşmak, |
10- Dedi ki: Rabbim! Bana bir ayet sun. Bildirdik: Sen tüm varlığınla bir ayetsin. Cehaletin karanlığından kurtulup, hakikatleri üç makam üzere anlayıncaya kadar insanlarla konuşma, sonra anlaşılır, seviyeli bir halde konuş.
-11-
فَخَرَجَ عَلَى قَوْمِهِ مِنَ الْمِحْرَابِ فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ أَن سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا
Fe harece alâ kavmihî minel mihrâbi fe evhâ ileyhim en sebbihû bukreten ve aşiyyâ
Fe harece ala kavmihi | : böylece, çıktı, meydana, kavmine |
min el mihrabi | : mihraptan, korunmuş yer, yüce olan, arınmış yer, makamı |
Fe evha ileyhim | : böylece, onlara, ilham, esinleme, vahiy, söyleme, |
en sebbihû | : yüzmek, dolaşma, tüm varlık onunla, fiil, sıfat, zatın tecellisi |
Bukreten ve aşiyyen | : sabah ve akşam, her zaman |
11- Böylece o, kavmine bütün her yerin yüce sahibini anlatmak için ortaya çıktı. Sonra da onlara, sabah ve akşam, Hakk’ın fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak etmelerini söyledi.
-12-
يَا يَحْيَى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍ وَآتَيْنَاهُ الْحُكْمَ صَبِيًّا
Yâ yahyâ huzil kitâbe bi kuvveh ve âteynâhul hukme sabiyyâ
yâ Yahya huz | : ey Yahya, hayy üzere olan, al, sarıl, |
El kitab bi kuvvet | : kitap, varlık kitabı, kuvvetle, azimle, güçlü |
ve âteynâ-hu | : verdik, sunduk, sunduğumuz, o, |
el hukm | : hüküm, karar, hikmet, |
sabiy | : çocuk, muhabbet eden, tertemiz olan, saf olan, |
12- Ya Yahya! Varlık kitabındaki hakikatleri anlamak için kuvvetle sarıl, diye bildirdik. O sunduğumuz hükümleri tüm saflığıyla anladı.
-13-
وَحَنَانًا مِّن لَّدُنَّا وَزَكَاةً وَكَانَ تَقِيًّا
Ve hanânen min ledunnâ ve zekâh ve kâne tekıyyâ
ve hanaen min ledunna | : sevgi, şefkat, katımızdan, bize ait, |
ve zekat | : Temizlik, bereketli, zekâ, kendindekini paylaşmak, |
ve kane takıy | : Fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, takva |
13- Bize ait olan sevgiyi ve firasetle temizlenmeyi ve fenalardan sakınmayı, ortak koşmamayı anladı.
-14-
وَبَرًّا بِوَالِدَيْهِ وَلَمْ يَكُن جَبَّارًا عَصِيًّا
Ve berren bi vâlideyhi ve lem yekun cebbâren asıyyâ
ve beren bi valideyni | : iyilik sahibi, hayırlı, iyi ve güzel davranış, ailesine |
ve lem yekun | : olmadı, değildi, |
cebbar asiye | : zorba, isyan, asi |
14- Ailesine karşı iyilerden oldu ve zorba, asi olmadı.
-15-
وَسَلَامٌ عَلَيْهِ يَوْمَ وُلِدَ وَيَوْمَ يَمُوتُ وَيَوْمَ يُبْعَثُ حَيًّا
Ve selâmun aleyhi yevme vulide ve yevme yemûtu ve yevme yubasu hayyâ
ve selâmun aleyhi | : barış, selam, huzur, üzerine, ona, |
yevme vulide | : gün, zaman, yeni doğmuş, sabi olan, saf, tertemiz, |
ve yevme yemûtu | : öleceği gün, ölünceye kadar, |
ve yevme yubasu | : her an, ortaya çıkan, kaldırmak, göndermek, |
hayy | : diri, canlı, hay olan |
15- Zamanını tertemiz bir halde, ölünceye kadar barış ve huzur üzere geçirdi ve her an ortaya çıkan her şeyin Hayy olandan geldiğini anladı.
-16-
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ إِذِ انتَبَذَتْ مِنْ أَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا
Vezkur fil kitâbı meryem izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ
ve ezkur | : zikret, an, |
fi el kitab meryem | : kitapta, ilahi sözler, Meryem |
iz intebezet | : çekilmişti, uzaklaşmıştı, gitmişti, |
min ehli ha | : ailesinden, dostlarından, arkadaş, sahip, |
Mekânen | : bir yer, bir mekân, durulan yer, ev, makam, |
şarkıyyen | : doğu, güneşin aydınlığı, ışık veren, aydınlık, |
16- İlahi sözlerle Meryem’i de an. Hani o ailesinden ayrılıp doğuda bir yere gitmişti.
-17-
فَاتَّخَذَتْ مِن دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ
fe ittehazet | : böylece, edindi, aldı, yaptı, sarıldı, kuşattı |
min dûni him | : onlardan başka, |
hicaben | : perde, sureti tutan sîret, gizlenme, örtü, |
Fe erselnâ | : böylece, gönderdik, sunduk, üfledik, biz, |
ileyha ruha na | : ona, kendine, ruhumuz, |
Fe temessele leha | : özümleme, gibi, benzeşme, şekil ve surete girmek, ona |
Beşeren | : beşer, insan, beden, vücud, dış yüzü, suretli varlık, |
seviyyen | : uygun, normal, seviyeli, birlik, beraberlik, doğru, düzgün, |
17- Sonra da tüm suretleri tutan o sîrete sarıldı. Böylece ruhumuzdan kendine üflediğimizi anladı. Böylece tüm beşeriyeti bir birlik içinde tutan, şekil ve surete bürünenin O olduğunu anladı.
-18-
قَالَتْ إِنِّي أَعُوذُ بِالرَّحْمَن مِنكَ إِن كُنتَ تَقِيًّا
Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ
Kâlet inni euzu | : dedi, şüphesiz ben, sığınırım, sığındım, |
bi rahman minke | : rahmetiyle sarana, her yeri nuruyla saran, senden |
in kunte tekiy | : eğer, takva sahibi, fenalardan sakınan, |
18- Meryem gelene dedi ki: Ben senden, her yeri nuruyla sarana sığınırım, eğer sende fenalardan sakınan biriysen öyle ol.
-19-
قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا
Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ
Kâle innema ene resul | : dedi, ancak, sadece ben, resul, hakikati gösteren |
Rabbi ki | : Rabbinin, |
li ehebe leki | : için, hibe, armağan, müjde, bahşedilen, sunmak, sana |
gulam | : evlat, oğlan, genç, delikanlı, er kişi, irfaniyet, |
zekiy | : temiz, pak, tertemiz, zekâ sahibi, halim temiz, anlayışlı |
19- Gelen dedi ki: Ben sadece Rabbinin hakikatlerini gösteren biriyim. Sana tertemiz bir oğul müjdelemek için buradayım.
-20-
قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا
Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ
Kâlet enna yekulu | : dedi, söyledi, bildirdi, açıkladı, nasıl olur, |
li gulam | : oğlan, evlat, er kişi, genç, irfaniyet, gılman, yardımcı |
ve lem yemses-nî | : değil, bana dokunmadı, temas, bağlantı, ilişki |
beşer | : Ten boyutu, toprak boyutu, insan, beşer, tecelliler |
ve lem eku | : ben olmadım, ben değilim, yapmadım, |
bagıy | : haset, zulüm, isyan, kötüleşmek, iffetsizlik, hadsizlik |
20- Dedi ki: Bana bir beşer dokunmamışken ve ben bir hadsizlik yapmamışken nasıl benim bir oğlum olur.
-21-
قَالَ كَذَلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ آيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِّنَّا وَكَانَ أَمْرًا مَّقْضِيًّا
Kâle kezâlik kâle rabbuki huve aleyye heyyin ve li necalehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ ve kâne emren makdıyyâ
Kâle kezalike | : dedi, bildirdi, bildirilir, işte böylece, |
kale rabb ke | : dedi, derki, senin rabbin |
Huve aleyye | : o, benim yüceliğim, necip, yücelik, büyük, |
heyen | : kolay, rahat, sükûnet, huzur bulunan şey, |
ve li necale hu | : kılmamız için, kılmak, sunmamız, o |
ayet li elnas | : ayet, işaretler, deliller, insanlara |
ve rahmeten minna | : rahmet, bizden, rahmetimiz, |
ve kâne emr | : oldu, işleyiş, emir, hüküm, |
makdiyya | : yerine gelen, takdir, isteği, yapmak, var etmek, kada, |
21- Rabbin bildirdi: O sunulanlar Benim yüceliğimdir, huzur bulduğunuzdur. O sunulanların içinde insanlar için deliller, rahmetimiz ve işleyişin takdiri vardır. İşte böylece bildirildi.
-22-
فَحَمَلَتْهُ فَانتَبَذَتْ بِهِ مَكَانًا قَصِيًّا
Fe hamelethu fentebezet bihî mekânen kasıyyâ
Fe hamelet hu | : böylece, hamile, onu taşıdı, yüklendi, |
fe intebezet bihi | : sonra çekildi, onunla, o yüklendiğiyle, |
Mekânen kasıyyen | : mekân, yer, makam, uzak, |
22- Böylece onu yüklendi, sonra da o yüklendiğiyle uzak bir mekâna çekildi.
-23-
فَأَجَاءهَا الْمَخَاضُ إِلَى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَا لَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذَا وَكُنتُ نَسْيًا مَّنسِيًّا
Fe ecâe hel mehâdû ilâ cizın nahleh kâlet yâ leytenî mittu kable hâzâ ve kuntu nesyen mensiyyâ
Fe ecae ha | : böylece, yönelme, dayanmak, yapma, mecbur, o, onu, |
el mehadu | : emek, çalışma, doğum sancısı, sancı, yer, döşek, beşik, |
ilâ cizın nahleti | : gövde, hurma ağacının, birlik şuurunda, |
Kalet yâ leyte-nî | : Dedi, keşke ben olsaydım |
Mittu kabl haza | : ölmek, kaybetmek, önce, bundan önce, |
ve kuntu nesyen mensiy | : ben oldum, unutularak, unutulan, unutma |
23- Böylece o doğum sancısı içinde hurma ağacına dayandı. Dedi ki: Ben bundan önce ölseydim, ya da unutsaydım ya da unutulmuş olsaydım.
-24-
فَنَادَاهَا مِن تَحْتِهَا أَلَّا تَحْزَنِي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا
Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ
Fe nada ha | : böylece, ona nida edildi, seslenildi, |
min tahti ha | : makamı, oturduğu yer |
Ellâ tahzeni | : olma, mahzun olma, üzülme, sıkılma |
kad ceale rabb ke | : kıldı, sundu, verdi, rabbin |
tahte ke | : makam, bulunduğu yer, altında, sen, |
Seriye, seray | : sır, reis, ırmak, nefis, güzellik, saray, ihtişam, |
24- Böylece o, makamında o nidayı işitti: Mahzun olma, Rabbin sana makamında güzellikler sundu.
-25-
وَهُزِّي إِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَبًا جَنِيًّا
Ve huzzî ileyki bi cizın nahleti tusâkıt aleyki rutaben ceniyyâ
ve huzzi ileyke | : silkele, his, tat, zevk, topla, üzerine, kendine gelmek, |
bi cizın nahleti | : gövde, hurma ağacı, birlik şuuru, varlığın birliği |
Tusâkıt aleyke | : düşen, teslim olan, sukut eden, kıymetsiz, ölü cenin, sana |
rutabe | : taze, olmuş, olgunlaşmış, tecelliler, yaş hurma, |
ceniye | : toplamak, bir araya getirme, meyve toplanması, cem etmek |
25- Ve sana, tüm varlığınla teslim olmanın olgunluğunu, birlik şuurunun zevkini sundu.
-26-
فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْنًا فَإِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ أَحَدًا فَقُولِي إِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمَنِ صَوْمًا فَلَنْ أُكَلِّمَ الْيَوْمَ إِنسِيًّا
Fe kulî veşrabî ve karrî ayn fe immâ terayinne minel beşeri ehaden fe kûlî innî nezertu lir rahmâni savmen fe len ukellimel yevme insiyyâ
Fe kuli | : böylece, ye, beslen, fayda, yararlanmak, |
ve eşrebi | : iç, haz al, tat al, manevi haz, manevi sevinç, |
ve karri | : saygı, hürmet, aydınlık, parlak, |
aynen | : göz, aynılık, benzer, bakış, |
fe immâ tereyinne | : şayet, fakat, görürsen, karşılaşmak, |
min el beşeri ehaden | : beşerden, kimse, insan, bir kimse, |
Fe kale inni nezertu | : o zaman de, söyle, ben, adadım, söz verdim |
li er rahmani | : Rahman, rahmet sahibine, her varlığı nuruyla saran |
savm | : sakınma, korunma |
fe len ukellime | : artık, asla, kelime, konuşmayacağım, |
el yevm insiye | : vakit, zaman, süre, insanlarla |
26- Artık sana sunulanlardan yararlan ve manevi haz al, bakışlarının aydınlığı olsun. Sonra da bir insanla karşılaştığında; ben tüm varlığı nuruyla saran için korunacağıma, artık insanlarla belli bir zaman asla konuşmayacağıma dair söz verdim, de.
-27-
فَأَتَتْ بِهِ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُ قَالُوا يَا مَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْئًا فَرِيًّا
Fe etet bihî kavmehâ tahmiluh kâlû yâ meryemu lekad citi şeyen feriyyâ
Fe etet bi hi kavme ha | : böylece, geldi, o, kavmine |
tahmilu-hu | : taşıyor, taşıdığı ile, o |
Kalu yâ meryem | : dediler, ey Meryem, ey tertemiz olan, |
Lekad citi şey | : doğrusu, sen yaptın, geldin, bir şey, |
feriy | : boş, abes, doğru olmayan, nasıl bir şey, şaşılacak, |
27- Böylece o taşıdığı ile kavmine geldi. Dediler ki: Ey Meryem! Doğrusu sen şaşılacak bir şey yaptın.
-28-
يَا أُخْتَ هَارُونَ مَا كَانَ أَبُوكِ امْرَأَ سَوْءٍ وَمَا كَانَتْ أُمُّكِ بَغِيًّا
Yâ uhte hârûne mâ kâne ebûkimrae sevin ve mâ kânet ummuki begıyyâ
Yâ uhte harun | : ey, Harun’un kız kardeşi |
mâ kâne ebuke | : değildi, olmadı, baban, |
imrae seva | : işleyiş, kötü iş, kötü bir çalışma, hal, |
ve mâ kânet ummuke | : değildi, olmadı, annen, |
begay | : iffetsiz, utanmaz, zulüm, isyan, haddini aşmak |
28- Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir iş yapmadı ve annen de haddini aşmadı.
-29-
فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَن كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا
Fe eşâret ileyh kâlû keyfe nukellimu men kâne fîl mehdi sabiyyâ
Fe eşaret ileyhi | : böylece, bunun üzerine, işaret etti, gösterdi, onu |
Kalu keyfe nukellimu | : dediler, nasıl, nice, ne, biz konuşuruz |
men kane | : kim, kimse, oldu, |
fî el mehdi | : yeni doğmuş, doğuş, beşik, hidayet bulmuş, |
sabiyy | : bebek, saf olan, tertemiz, yeni, |
29- Böylece onu işaret etti. Dediler ki: Biz nasıl konuşuruz yeni hidayet bulmuş olan bir kimseyle.
-30-
قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا
Kâle innî abdullâh âtâniyel kitâbe ve cealenî nebiyyâ
Kâle inni abdu Allah | : dedi, muhakkak ben, kul, Allah |
ataniye el kitab | : bana verdi, sundu, kitap, ilahi sözler |
ve ceale ni | : kıldı, yaptı, sundu, beni, |
nebiy | : haberci, hakikatten haber veren |
30- Dedi ki: Ben Allah’ın bir kuluyum, bana sunulan ilahi sözlerdir ve ben hakikatlerden haber veren biriyim.
-31-
وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا
Ve cealenî mubâreken eyne mâ kuntu ve evsânî bis salâti vez zekâti mâ dumtu hayyâ
ve ceale ni mubareken | : beni kıldı, sundu, yaptı, mübarek, kutsal, bereketli |
eyne ma kuntu | : bulunduğum her yerde, her an |
ve evsâ-ni | : tavsiye, öğüt, |
bi el salat | : bağlılık, her an hakka bağlılık durumu, |
ve el zekat | : temiz olma, pak olma, firaset ile temizlenme |
mâ dumtu hayyen | : süreç, diri, hay, hayatta kaldığım müddetçe |
31- Bulunduğum her yerde bana kutsal olanı sundu. Hayatta kaldığım müddetçe her an O’na bağlı kalmayı ve temiz olmayı bana tavsiye etti.
-32-
وَبَرًّا بِوَالِدَتِي وَلَمْ يَجْعَلْنِي جَبَّارًا شَقِيًّا
Ve berren bi vâlidetî ve lem yecalnî cebbâren şakıyyâ
ve beren bi valideti | : iyi ve güzel davranış, anneme, |
ve lem yecalni cebbar | : olmadı, değildi, zorbalık yapmamak, |
şakiy | : ikilik çıkaran, isyan, asi, ikilik düşmek, sıkıntıya düşmek |
32- Anneme karşı hep iyi davranmamı ve hiç kimseye zorbalık yapmamamı, ikiliğe düşmememi öğütledi.
-33-
وَالسَّلَامُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدتُّ وَيَوْمَ أَمُوتُ وَيَوْمَ أُبْعَثُ حَيًّا
Ves selâmu aleyye yevme vulidtu ve yevme emûtu ve yevme ubasu hayyâ
ve selâmun aleyhi | : barış, selam, üzerine, ona, |
yevme vulidtu | : doğduğum gün |
ve yevme emutu | : öleceğim gün |
ve yevme | : her zaman, gün, vakit, gelip geçen zaman, |
ubasu hayy | : diriliş, ortaya çıkış, var oluş, diri olan, canlı, Hayy |
33- Doğduğum günden ölünceye kadar hep barış ve huzur üzere olmamı ve her zaman Hayy olanı anlamamı öğütledi.
-34-
ذَلِكَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ قَوْلَ الْحَقِّ الَّذِي فِيهِ يَمْتَرُونَ
Zâlike îsebnu meryem kavlel hakkıllezî fîhi yemterûn
Zâlike isebnu meryem | : işte bu, Meryem oğlu İsa |
kavle el hakkı | : sözler, söyledikleri, Hakk’ın, hakikatlerin, |
Ellezî fihi yemterun | : ki o, hakkında, o hakikatler, şüphe, kuşku |
34- İşte bu Meryem oğlu İsa’nın hakk sözleri. Ki onun hakkında şüphe ediyorlar.
-35-
مَا كَانَ لِلَّهِ أَن يَتَّخِذَ مِن وَلَدٍ سُبْحَانَهُ إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Mâ kâne lillâhi en yettehıze min veledin subhânehu izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn
mâ kâne li Allah | : olmadı, olmaz, Allah için, Allahın |
en yettehıze min veled | : edinmez, olmaz, çocuk |
subhane-hu | : her şey onda, o noksan sıfatlardan münezzehtir |
İza kada emren | : olduğunda, takdir, uygulama, hüküm, emir, işleyiş |
fe innemâ yekulu | : o taktir de sadece, |
Lehu fe kun ve yekûnu | : ona, ol der, o olur |
35- Allah çocuk edinen olmaz. O noksan sıfatlardan münezzehtir. Bir işin oluşunda o sadece ol der, o olur.
-36-
وَإِنَّ اللَّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
Ve innallâhe rabbî ve rabbukum fabudûh hâzâ sırâtun mustekîm
ve inna Allah rabbi | : muhakkak, şüphesiz, Allah, Rabbim, beni vucudlandıran, |
ve rabbukum | : sizin Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
fe abud hu | : artık, bundan sonra, ona kul olun |
Haza sırâtun mustekîmun | : bu, Sırâtı Mustakîm, dosdoğru bu yol üzere olun |
36- Şüphesiz Allah, beni de vücudlandırandır ve sizi de vücudlandırandır. Artık O’nun kulu olduğunuzu anlayın. İşte dosdoğru bu yol üzere olun.
-37-
فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِن بَيْنِهِمْ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِن مَّشْهَدِ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Fahtelefel ahzâbu min beynihim fe veylun lillezîne keferû min meşhedi yevmin azîm
fe ihtelefe | : daha sonra, ayrılığa düştüler, ihtilaf, |
el ahzabu | : gurup, hizip, partileşmek, |
min beyni-him | : onların arasından, kendi aralarında |
Fe veylun li ellezîne kefer | : yazık, hakikati görmemezlikten gelenler, örtenler |
min meşhedi | : has olma, sahip, şahitlik, tanık olan, |
yevm azim | : zaman, o vakit, gün, yüce |
37- Daha sonra onlar, kendi aralarında guruplar halinde ayrılığa düştüler. Zamanın yüce sahibine tanık olmak varken hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için yazık.
-38-
أَسْمِعْ بِهِمْ وَأَبْصِرْ يَوْمَ يَأْتُونَنَا لَكِنِ الظَّالِمُونَ الْيَوْمَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Esmi bihim ve ebsır yevme yetûnenâ lâkiniz zâlimûnel yevme fî dalâlin mubîn
esmi bi-him | : işitmek, onlar, onlar neyi, |
ve ebsir | : görmek, anlamak, |
yevme yetûne-nâ | : vakit, zaman, gün, gelme, bize gelecekleri gün |
Lakin el zalimun el yevm | : ancak, fakat, zalimler, zulümde olanlar, gün, vakit, |
Fî dalalin mubin | : içinde, dalalet, apaçık |
38- Bizi anlama yolunda onlar ne işittiler ve ne gördüler? Ancak zalimler vakitlerini apaçık dalalet içinde geçirirler.
-39-
وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Ve enzirhum yevmel hasreti iz kudıyel emr ve hum fî gafletin ve hum lâ yuminûn
ve enzir hum | : hakikatleri açıklayıp uyarmak, onları uyar |
yevme | : gün, vakit, zaman |
el hasreti | : keder, üzüntü, ayrılık, hüzün, hasret, özlemle arama |
iz kudıye el emru | : kada, takdir, hüküm, işleyiş, |
Ve hum fî gaflet | : onlar, gaflet içinde, kendinin farkında olmayan, |
Ve hum la yuminûne | : onlar, mümin olmuyorlar, inanmazlar |
39- Gaflet içinde olanları ve hakikatlere inanmayanları; tüm varlıktaki işleyişin takdirini anlamaları konusunda, her zaman hakikatleri özlemle aramaları için, onları uyar.
-40-
إِنَّا نَحْنُ نَرِثُ الْأَرْضَ وَمَنْ عَلَيْهَا وَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ
İnnâ nahnu nerisul arda ve men aleyhâ ve ileynâ yurceûn
İnnâ nahnu nerisu | : muhakkak biz, varis, her şeyin ona kalması, |
el ard | : yeryüzü |
ve men aleyhâ | : kim, ne, ne varsa, onda, |
ve ileynâ yurceun | : bize, döndürülecekler, rucu, aslına dönmek, alakalı |
40- Muhakkak ki yeryüzünde ne varsa Bizimdir, sonsuza kadar varolan, kalacak olan Biziz ve bütün her şey Bize döndürülecektir.
-41-
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا
Vezkur fîl kitâbi ibrâhîm innehu kâne sıddîkan nebiyyâ
ve uzkur | : zikret, an, |
fi el kitap ibrahim | : kitaptaki, ilahi sözlerle, İbrahim |
inne-hu kane sıddık | : doğrusu o, sadık, dosdoğru, |
nebiy | : nebi, haberci, bildirdi, haber verdi, |
41- İlahi sözlerle İbrahim’i de an. Doğrusu o hakikatleri dosdoğru haber verdi.
-42-
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي عَنكَ شَيْئًا
İz kâle li ebîhi yâ ebeti lime tabudu mâ lâ yesmau ve lâ yubsıru ve lâ yugnî anke şeyâ
iz kale li ebihi | : demişti, babasına |
Ya ebeti lime tabudu | : ey babacığım, neden, kul oluyorsun |
mâ lâ yesmau | : işitmeyen şey |
ve lâ yubsıru | : görmeyen |
ve lâ yugni anke şeyen | : faydası yok, gani olmayan, sana, şeyler, |
42- O babasına demişti ki: Ey babacığım! İşitmesi olmayan ve göremeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere neden kul oluyorsun?
-43-
يَا أَبَتِ إِنِّي قَدْ جَاءنِي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنِي أَهْدِكَ صِرَاطًا سَوِيًّا
Yâ ebeti innî kad câenî minel ilmi mâ lem yetike fettebinî ehdike sırâtan seviyyâ
yâ ebeti | : ey babacığım, |
inni kad cae ni | : doğrusu, ben, oldu, oldum, geldi, sunuldu |
min el ilmi lem yetike | : bir ilim, bir bilgi, sana sunulmayan, bilemediğin, |
fe ittebi-nî | : bundan sonra, bana uy, tâbi ol, |
ehdi ke | : sana yol göstereyim |
Sıratan seviyyen | : yol, dosdoğru olan, seviyeli, kademe, birlik yolu, |
43- Ey babacığım! Doğrusu ben, senin bilemediğin bir bilgiye sahip oldum. Bundan sonra bana uy, sana birliğin yolu olan Hakk’ın yolunu göstereyim.
-44-
يَا أَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيًّا
Yâ ebeti lâ tabudiş şeytân inneş şeytâne kâne lir rahmâni asıyyâ
yâ ebeti la tabudi | : ey babacığım, kul olma, |
el şeytan | : şeytani haller, |
inne el şeytane kane | : muhakkak, şeytani haller, oldu, olur |
li er rahmâni | : Rahmana, her yeri nuruyla saran |
asiye | : asi, isyankâr, ikiliğe düşüren |
44- Ey babacığım! Sakın şeytani hâllere kul olma. Muhakkak ki şeytani hâller, bütün her yeri nuruyla sarana karşı seni ikiliğe düşürür.
-45-
يَا أَبَتِ إِنِّي أَخَافُ أَن يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِّنَ الرَّحْمَن فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيًّا
Yâ ebeti innî ehâfu en yemesseke azâbun miner rahmâni fe tekûne liş şeytâni veliyyâ
ya ebeti inni ehafu | : ey babacığım, elbette, ben, korkma, çekinme |
en yemesse-ke azabun | : sana dokunması, sıkıntı, azap |
min er rahmâni | : Rahman, her yeri nuruyla saran, |
Fe tekune | : o zaman, böylece, sen olursun, |
li el şeytan veliy | : şeytani haller, dost |
45- Ey babacığım! Nuruyla her yeri saranı anlamamandan dolayı, bir sıkıntının içinde kalmandan elbette korkuyorum. Böylece de şeytani hâllere dost olmandan çekiniyorum.
-46-
قَالَ أَرَاغِبٌ أَنتَ عَنْ آلِهَتِي يَا إِبْراهِيمُ لَئِن لَّمْ تَنتَهِ لَأَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْنِي مَلِيًّا
Kâle e râgıbun ente an âlihetî yâ ibrâhîm lein lem tentehi le ercumenneke vehcurnî meliyyâ
Kâle e ragıbun ente | : dedi, rağbet eden, istekli, ilgili, isteyen sen |
an alihetî | : ilahlarıma, benim yöneldiklerime, ibadet edilen, |
yâ ibrâhîmu | : ey İbrahim |
Lein lem tentehi | : bitirmezsen, sen vazgeçmezsen |
le ercumenne-ke | : mutlaka seni kovarım, uzaklaştırırım, taşlarım |
ve uhcur-nî meliy | : benden uzaklaş, benden ayrıl, dikkatli, uzun süre, uzak |
46- Dedi ki: Ey İbrahim! Benim ibadet ettiklerime sen ilgi göstermiyorsun. Eğer sen bu hallerinden vazgeçmezsen, elbette seni kovarım ve benden uzak olursun.
-47-
قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا
Kâle selâmun aleyk se estagfiru leke rabbî innehu kâne bî hafiyyâ
Kâle selamun aleyke | : dedi, selam, selamet, barış ve huzur, sana, seninle |
se estagfiru | : mağfiret, bağışlama, |
leke rabbi | : senin için, rabbim, vücudlandıran |
inne-hu | : muhakkak o, |
kane bi hafiye | : sıfatları lütfeden, lütufkâr, nazik, gizli, saklı |
47- İbrahim dedi ki: Barış ve huzur seninle olsun. Dilerim ki seni vücudlandıranın mağfiretini anlarsın. Muhakkak ki O, bütün sıfatları sana lütfedendir.
-48-
وَأَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ وَأَدْعُو رَبِّي عَسَى أَلَّا أَكُونَ بِدُعَاء رَبِّي شَقِيًّا
Ve atezilukum ve mâ tedûne min dûnillâhi ve edû rabbî asâ ellâ ekûne bi duâi rabbî şakıyyâ
ve atezilu-kum | : sizden ayrılıyorum, uzak durma, direnç, |
ve mâ tedûne | : aramak, yönelmek, dua, |
min duni Allah | : Allah’tan başka, |
ve edû rabbi | : dua, yönelme, bekleme, |
asa ella ekun | : umulur ki, ben olmam |
bi duai rabbi | : dua, yönelme ile, istemek, rabbime, |
şakiy | : şaki, ikiliğe düşen |
48- Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı yöneldiğiniz şeylerden ve sizlerden uzak duracağım ve yalnızca Rabbime yöneleceğim. Umarım ki ben Rabbime yönelmede ikilikte kalmam.
-49-
فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ وَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَكُلًّا جَعَلْنَا نَبِيًّا
Fe lemmâ etezelehum ve mâ yabudûne min dûnillâhi vehebnâ lehû ishâka ve yakûb ve kullen cealnâ nebiyyâ
Fe lemma eteze lehum | : böylece, onlardan uzak durduğunda, ayrıldığında |
ve mâ yabudûn | : kul olduğu şeyler, |
min duni Allah | : Allah’tan başka |
Ve hebnâ lehu | : hibe, bahşettik, bağışladık, ona |
ishak ve yakup | : ishak ve yakup |
ve kullen cealna | : hepsi, kıldık, sunduk, |
nebiy | : nebi, hakikatleri bildiren, |
49- Böylece onlardan ve onların Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı kulluk ettikleri şeylerden uzak durdu. Ona İshak’ı ve Yakup’u bahşettik. Onların hepsi, sunduğumuz hakikatleri bildirenden oldular.
-50-
وَوَهَبْنَا لَهُم مِّن رَّحْمَتِنَا وَجَعَلْنَا لَهُمْ لِسَانَ صِدْقٍ عَلِيًّا
Ve vehebnâ lehum min rahmetinâ ve cealnâ lehum lisâne sıdkın aliyyâ
ve vehebnâ lehum | : hibe ettik, bahşettik, bağışladık, onlara, onlar |
min rahmeti-nâ | : rahmetimiz, |
ve cealnâ lehum | : kıldık, sunduk, yaptık, eyledik, onlara, onlar, |
Lisane | : lisan, dil, konuşma, anlatmak, |
sıdkın aliy | : sadakat, sadık, dosdoğru, yüce, ali |
50- Onlar bahşettiğimiz rahmetimiz üzere oldular ve onlar sunduğumuz hakikatleri, yücelik doğruluk içinde anlattılar.
-51-
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّهُ كَانَ مُخْلَصًا وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا
Vezkur fîl kitâbi mûsâ innehu kâne muhlesan ve kâne resûlen nebiyyâ
ve uzkur | : zikret, an, |
fi el kitab Musa | : kitabın içinde, ilahi sözler, Musa |
inne-hu kane | : şüphesiz, o, oldu, |
muhlisan | : tüm özüyle bağlanan, samimi, içten olan |
ve kâne resul | : oldu, resul, hakikatleri gösteren, |
nebiy | : nebi, haberci, bildiren, haber veren, |
51- İlahi sözlerle Musa’yı da an. Şüphesiz o, tüm özüyle bağlananlardan oldu ve hakikatleri haber veren, hakikatleri gösteren oldu.
-52-
وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
Ve nâdeynâhu min cânibit tûril eymeni ve karrebnâhu neciyyâ
ve nadey na-hu | : nida ettik, seslendik, biz, o, |
min cânibi | : her taraf, yan, yön, her taraf, her yön, her yer, |
El turi | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud, ulvi yol |
el eymen | : diri olan, sağ, sağ taraf, |
ve karreb nâ-hu | : yaklaştırdık, yakın oldu, biz, o |
neciyyen | : naci, necat bulan, kurtulan |
52- O, sıfatlarla donatılmış vücudundan ve her taraftan seslendiğimizi, her varlıkta diri olanın Biz olduğunu anladı ve o, Bize olan yakınlığı anlayanlardan, necat bulanlardan oldu.
-53-
وَوَهَبْنَا لَهُ مِن رَّحْمَتِنَا أَخَاهُ هَارُونَ نَبِيًّا
Ve vehebnâ lehu min rahmetinâ ehâhu hârûne nebiyyâ
ve veheb nâ lehu | : bahşetmek, lütfettik, biz, ona |
min rahmeti-nâ | : rahmetimizden, bütün her yeri saran rahmetimiz, |
ehâ-hu Harun nebiy | : kardeşi, Harun, nebi, haberci, bildiren, |
53- Ve o bahşettiğimiz rahmetimiz üzere oldu. Kardeşi Harun da hakikati bildirenlerdendi.
-54-
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا
Vezkur fîl kitâbi ismâîle innehu kâne sâdıkal vadi ve kâne resûlen nebiyyâ
ve uzkur | : zikret, an, |
fi el kitab İsmail | : ilahi sözler, kitapta, İsmail |
inne-hu kane | : muhakkak, doğrusu, o, oldu |
sadık el vad | : sadık olan, sözüne, |
ve kâne resul | : oldu, resul, hakikati gösteren, |
nebiy | : nebi, haber, haber veren, |
54- İlahi sözlerle İsmail’i de an. Muhakkak ki o, sözüne sadık olanlardandı ve hakikatleri haber veren, hakikatleri gösterenlerdendi.
-55-
وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِندَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا
Ve kâne yemuru ehlehu bis salâti vez zekâti ve kâne inde rabbihî mardıyyâ
ve kane yemuru | : oldu, idi, işleyiş, emr, hüküm, |
ehle hu | : ailesine, yakınlarına, ehline |
bi el salati | : salât, bağlı kalma, bağlılık şuuru, |
ve el zekat | : firasetle temizlenme, kendindekini bağışlama, |
ve kâne inde rabb hi | : oldu, ona ait, katında, ona ait, rabb, o, |
mardiye | : razı olunan, tatmin, memnun |
55- O, yakınlarına; her varlıktaki işleyişi ve her an Hakk’a bağlı olmayı ve firasetle temiz olmayı öğütlerdi. O, Rabbinin katındaki rızalığı arayanlardandı.
-56-
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا
Vezkur fîl kitâbi idrîse innehu kâne sıddîkan nebiyyâ
ve uzkur | : zikret, an, |
fi kitabı İdris | : kitapta, kitabın içindeki, ilahi sözler, İdris |
inne-hu kane | : muhakkak ki o, oldu, |
sıdık | : sadık, sadakat, dosdoğru hareket eden, |
nebiy | : haberci, hakikatleri bildiren, |
56- İlahi sözlerle İdris’i de an. Muhakkak ki o da sadakatle hakikatleri bildirendi.
-57-
وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا
Ve refanâhu mekânen aliyyâ
ve refa nâ hu | : yükselme, yücelme, ilerleme, artırmak, biz, o, |
mekan aliy | : makam, mekân, yer, yüce, ulu, |
57- O, yüce makamlarda Bizi anlayıp ilerleyenlerdendi.
-58-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ مِن ذُرِّيَّةِ آدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِن ذُرِّيَّةِ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْرَائِيلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُ الرَّحْمَن خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا
Ulâikellezîne enamallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ izâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ
Ulâike ellezine | : İşte onlar ki, o kimseler, |
enama Allah | : nimet, sıfatlar, tecelli, Allah |
Aleyhim min en nebiyyîne | : onlar, nebilerden, haberci, hakikatleri haber veren, |
min zurriyyeti Ademe | : zürriyetin den, neslinden, Âdem |
ve mimmen hamelna | : kimseler, kişiler, taşıdık, aktardık, |
mea Nuh | : beraber, birlikte, Nuh, |
ve min zurriyyeti İbrahim | : zürriyetin den, neslinden, İbrahim |
ve israile | : İsrail, Yakup, |
ve mimmen hedeyna | : kimseler, bizde yol buldular |
Ve ectebeyna | : seçkin olan, seçicilik, seçtik, fark, mümtaz, yüce olan |
İza tutla aleyhi | : okunduğunda, anlaşıldığında, açıklandığında, onlar, |
ayat el rahmani | : ayet, işaret, her yeri nuruyla saran, nuru, tecellileri |
Harr secede | : düşme, kendinden geçme, teslim olma, |
ve bukiy | : baki olan, sonsuz, bakmak, yol, gözlemek, |
58- İşte onlar ki; Allah’ın sıfatlarını bilenlerden, hakikatleri haber verenlerdendi. Âdem’in neslinden ve Nuh ile beraber hakikatlerimizi taşıyan kimselerdendi. İbrahim’in ve Yakub’un neslindendi ve Bizim yolumuzu gösteren kimselerdendi ve Bizi fark edenlerdendi. Nuruyla her yeri saranın işaretlerini anlayıp, kendi varlığından geçenlerden ve bâki olana teslim olanlardandı.
-59-
فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا
Fe halefe min badihim halfun edâus salâte vettebeûş şehevâti fe sevfe yelkavne gayyâ
Fe halefe | : fakat, ardından gelen, halife, halef, |
min badi him halfun | : onlardan sonraki, nesil, gelenler, |
edau | : ihmal, koruyamamak, uzaklaşmak, anlamama, |
el salat | : salât, her an hakka bağlı olma durumu, |
ve ittebeu | : tabi oldular, uydular, |
el şehevat | : şehva, egolarına, benlik, kendini büyük görmek, |
fe sevfe yelkavne | : yakında, bulmak, atmak, bırakmak, yolunu kaybeden, akılsız |
gayya | : yolunu kaybeden, akılsızca hareket etmek, |
59- Fakat onların ardından gelenler, bağlılıklarını koruyamadılar ve kendi egolarının isteklerine uydular, böylece onlar akılsızca hareket edip yolun doğrusunu kaybedenlerden oldular.
-60-
إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْئًا
İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan fe ulâike yedhulûnel cennete ve lâ yuzlemûne şeyâ
İlla men tabe | : hariç, ancak, kim, tövbe, hatalarını anlar dönerse |
ve amene | : iman eden, inanan, |
ve amile salihan | : dosdoğru hak yolunda çalışan, iyi çalışmalarda olan |
Fe ulaike yedhelun | : işte onlar, içeri, dâhil olma, |
el cennet | : huzur, cennet, zevk |
ve la yuzlemune şeyen | : yok, zulüm, zulmeden olmaz, bir şey, bir şekilde |
60- Ancak kim hatalarını anlar, bir daha yapmamak üzere söz verirse ve iman ederse ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlardan olursa, işte onlar huzuru bulurlar ve hiçbir şekilde onlar zulmeden olmazlar.
-61-
جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتِي وَعَدَ الرَّحْمَنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِيًّا
Cennâti adninilletî vaader rahmânu ibâdehu bil gayb innehu kâne vaduhu metiyyâ
Cennati adnin | : cennet, huzur, adn, tecellilerin sahibine teslimiyet |
elleti vaad | : ki o, o kimseler, vaad, söz, olma, yerine gelme |
El rahman abdi hu | : her yeri nuruyla saran, kul, o, |
bi el gaybi | : görünmeyen bilinmeyen |
inne-hu kane | : muhakkak, doğrusu, o, oldu, |
vadu hu metiy | : söz, o, yerine gelme, açığa çıkma, mutlaka, |
61- İşte o kimseler; verdikleri söze uyanlardır, tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzurunda olanlardır. Görünmeyen bilinmeyen âlemin sahibini bilirler, her yeri nuruyla saranın kulu olduklarını bilirler, muhakkak ki bütün varlığın O’ndan açığa çıktığını bilirler.
-62-
لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا إِلَّا سَلَامًا وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ فِيهَا بُكْرَةً وَعَشِيًّا
Lâ yesmeûne fîhâ lagven illâ selâmâ ve lehum rızkuhum fîhâ bukreten ve aşiyyâ
la yesmeûne | : işitmezler, duymazlar, |
fiha lagven | : orada, boş söz, yararsız, anlamsız, gereksiz söz |
İlla selâmen | : sadece, selam, barış ve huzur |
ve lehum rızku hum | : onlar, nimet, sıfat, haz, nasip, fayda, onlar, kendileri, |
Fiha bukreten ve aşiy | : orada, sabah ve akşam |
62- O huzurda olanlar boş söz işitmezler. Sadece barış ve huzur üzeredirler. Onlar sabah, akşam hakikatlerden faydalanmaya çalışırlar.
-63-
تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَن كَانَ تَقِيًّا
Tilkel cennetulletî nûrisu min ibâdinâ men kâne takıyyâ
Tilke el cennet | : işte bu, cennet, huzur, |
elleti nuris | : ki o, varis, kendinde kalan, ona ait olan, bize ait, |
min abd-na | : kulumuz, |
men kane takıy | : kim, oldu, takva, fenalardan sakınma |
63- Bütün her şeyin Bize ait olduğunu anlayanlar, fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar, kulumuz olduğunu anlayan kimseler, işte o huzura kavuşurlar.
-64-
وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلَّا بِأَمْرِ رَبِّكَ لَهُ مَا بَيْنَ أَيْدِينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذَلِكَ وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّا
Ve mâ netenezzelu illâ bi emri rabbik lehu mâ beyne eydînâ ve mâ halfenâ ve mâ beyne zâlik ve mâ kâne rabbuke nesiyyâ
ve ma netenezzelu | : inmeyiz, ayrılmayız, |
İlla bi emr | : ancak, vardır, işleyiş, hüküm, |
rabb ke lehu | : rabbinin, ona, onda |
mâ beyne eydî-nâ | : önümüzdekiler, |
ve mâ halfe-nâ | : arkamızdakiler |
ve mâ beyne zâlike | : bunların arasındakiler |
ve ma kane rabb ke | : olmadı, değildir, rabbin, |
nesiy | : unutma, terk etmek, hükümsüz bırakmak, batıl, |
64- Önümüzde olanlarda ve ardımızda olanlarda ve bunların aralarında olan her şeyde Rabbimizin işleyişi vardır ve biz bu hakikatten ayrılmayız ve Rabbin terk etmesi olmaz, derler.
-65-
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَاعْبُدْهُ وَاصْطَبِرْ لِعِبَادَتِهِ هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا
Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ fabudhu vastabir li ibâdetih hel talemu lehu semiyyâ
Rabb | : Rab, vücudlandıran, efendi, |
el semavat ve el ard | : gökler, sema ve yeryüzü |
ve mâ beyne-humâ | : onlarda olan her şey, ikisinin arasındakiler |
Fe abud-hu | : öyleyse ona kul ol, |
Ve estabir | : sabırlı ol, sebat, kararlı,sabit, değişmeyen, aynılık |
li abdeti-hi | : kulluk, o, |
Hel talemu | : biliyor musunuz? |
lehu semiye | : O’nun, isimler, işaret, adaş, benzer, |
65- Göklerde ve yerde ve onlarda olan her şeyi vücudlandıran O’dur. Artık O’nun kulu olduğunuzu anlayın ve O’na olan kulluğunuzda sebat edin. O’nun benzeri olan başka bir gücü biliyor musunuz?
-66-
وَيَقُولُ الْإِنسَانُ أَئِذَا مَا مِتُّ لَسَوْفَ أُخْرَجُ حَيًّا
Ve yekûlul insânu e izâ mâ mittu le sevfe uhracu hayyâ
ve yekûlu el insan | : söyler, insan |
e iza ma mittu | : öldüğüm zaman mı? ölümü anlamak, |
le sevfe uhracu hayy | : olacak, gelecek, kavuşacak, çıkmak, olmak, diri |
66- İnsan der ki: Ben öldüğüm zaman mı diriliğe kavuşacağım?
-67-
أَوَلَا يَذْكُرُ الْإِنسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِن قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْئًا
E ve lâ yezkurul insânu ennâ halaknâhu min kablu ve lem yeku şeyâ
e ve la yezkuru el insan | : düşünmüyor mu? Hatırlamaz mı? insan |
Enna halaknâ-hu | : nasıl, onu yarattık, halk ettik, oluşturduk, |
Min kabl | : daha önce, |
ve lem yeku şeyen | : değildi, değil, bir şey |
67- İnsan daha önce bir şey değilken, onu nasıl halk ettiğimizi düşünüp anlamaya çalışmaz mı?
-68-
فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ وَالشَّيَاطِينَ ثُمَّ لَنُحْضِرَنَّهُمْ حَوْلَ جَهَنَّمَ جِثِيًّا
Fe ve rabbike le nahşurennehum veş şeyâtîne summe le nuhdırannehum havle cehenneme cisiyyâ
Fe ve rabb ke | : böylece, rabbin, vücudlandıran, |
le nahşurenne-hum | : elbette, diri tutan, haşr, toplanma, birlik, bütünlük, onlar |
ve el şeyatine | : şeytanları, şeytani halleri, kötülük halleri, |
Summe le nuhdıran hum | : sonra, ise, elbette, oturma, hazır bulunma, biz, onlar |
Havle cehennem | : etrafı, ilgili, cehennem, cehaletin cehennemi, |
cisiyye | : cansız, ceset, idraksiz, ölü, çökmüş |
68- Böylece, kendini vücudlandıranı anlayanlar, elbette tüm varlığı diri tutanın Biz olduğunu anlayacaklardır. Şeytani hallerde kalanlar ise, bir idraksizlik içinde cehaletin cehenneminde kalırlar.
-69-
ثُمَّ لَنَنزِعَنَّ مِن كُلِّ شِيعَةٍ أَيُّهُمْ أَشَدُّ عَلَى الرَّحْمَنِ عِتِيًّا
Summe le nenzianne min kulli şîatin eyyuhum eşeddu aler rahmâni ıtiyyâ
Summe le nenzianne | : sonra, elbette, biz, ayırmak, almak, ikilikte kalmak, |
min kulli şiatin | : hepsi, gurup, tarikat, taraftar, fırkalara bölünmek |
eyyu-hum eşedde | : onların hangisi, daha çok, fazla, şiddetli |
Ala er rahmân | : Rahman’a karşı, tüm varlığı nuruyla saran, rahmet, |
atıyy | : azgın, asi, ikiliğe düşen, kibirlenme |
69- Elbette fırkalara bölünenlerin hepsi, Bizi anlamamanın hallerinde ikilikte kalırlar. Onların hangisine baksan, tüm varlığı rahmetiyle sarana karşı, hepsi birbirinden fazla kibirlilik içindedirler.
-70-
ثُمَّ لَنَحْنُ أَعْلَمُ بِالَّذِينَ هُمْ أَوْلَى بِهَا صِلِيًّا
Summe le nahnu alemu billezîne hum evlâ bihâ sıliyyâ
Summe le nahnu alemu | : sonra, elbette, biz, ilmin sahibi, |
bi ellezîne hum evla | : ki onlardan, ilk, önce, daha yakın, orada, |
Biha saliye | : ona, maruz kalmak, layık, ait olmak, orada, |
70- Elbette ilmin sahibi olan Biziz. Onlardan kim, hangi hâle yakınsa o oradadır.
-71-
وَإِن مِّنكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَّقْضِيًّا
Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ
ve in min kum | : eğer, sizden, sizden kim, |
illa varid ha | : ancak, ulaşan, yetişen, hazır, gelen, hareket eden |
Kâne ala rabb ke | : oldu, rabbin, seni vücudlandıran, |
Hatmen | : hüküm, en son, tamam olan, mühürlenmiş, eksiksiz |
makdıyyen | : kesinleşmiş olan, mutlak |
71- Sizlerden kim, hangi hâldeyse o hâlle hareket eder. Rabbin var oluştaki hükümlerin mutlak sahibidir.
-72-
ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوا وَّنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا
Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ cisiyyâ
Summe nunecci | : sonra, böylece, necat bulan, kurtulan, |
ellezi etakva | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, |
ve nezeru | : adak, yemin, adama, o hale bağlanmak, |
el zalimin | : zalimler, |
Fiha cisiyyen | : orada, cansız, ceset, ölü, çökmüş, idraksizlik, |
72- Fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar, Bizde necat bulurlar. Zalimler ise, bir idraksizlik içinde cehalet hallerinde kalırlar.
-73-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَيُّ الْفَرِيقَيْنِ خَيْرٌ مَّقَامًا وَأَحْسَنُ نَدِيًّا
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne keferû lillezîne âmenû eyyul ferîkayni hayrun makâmen ve ahsenu nediyyâ
ve izâ tutla aleyhim | : okunduğunda, açıklandığında, onlara, |
ayat na | : ayetlerimiz, delillerimiz, |
beyyinâtin | : beyan edilerek, ispat vasıtaları olarak |
Kâle ellezine keferu | : derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
li ellezîne âmenû | : iman edenler için |
Eyyu el ferkayni | : hangisi, guruplar, iki fırka, topluluklar, |
Hayrun makâmen | : daha hayırlı, makam |
ve ahsenu nediye | : daha güzel, toplanılan yer, |
73- Delillerimiz apaçık bir şekilde onlara açıklandığında, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, iman edenler için derler ki: İki topluluktan hangisinin makamı daha hayırlı ve bulundukları yer daha güzel.
-74-
وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّن قَرْنٍ هُمْ أَحْسَنُ أَثَاثًا وَرِئْيًا
Ve kem ehleknâ kablehum min karnin hum ahsenu esâsen ve riyâ
ve kem ehlekna | : nice, helak, yok olma, biz, |
kabl hum | : önceden, onlar, |
min karnin | : asırlar, nesiller |
Hum Ahsen esase | : onlar, güzellik, kibirlilik, esas olan, mallar, |
ve riye | : gösterişli haller, görünüş |
74- Onlardan önceki nesillerden niceleri de gösterişli hâller ve kibirli davranışlar içinde bizi anlayamayıp helak olup gittiler.
-75-
قُلْ مَن كَانَ فِي الضَّلَالَةِ فَلْيَمْدُدْ لَهُ الرَّحْمَنُ مَدًّا حَتَّى إِذَا رَأَوْا مَا يُوعَدُونَ إِمَّا الْعَذَابَ وَإِمَّا السَّاعَةَ فَسَيَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ شَرٌّ مَّكَانًا وَأَضْعَفُ جُندًا
Kul men kâne fîd dalâleti fel yemdud lehur rahmânu meddâ hattâ izâ raev mâ yûadûne immel azâbe ve immes sâah fe se yalemûne men huve şerrun mekânen ve adafu cundâ
Kul men kane fi el dalalet | : de, anlat, kim, dalalet içinde olursa |
fe el yemdud lehu | : böylece, uzatma, mühlet verir, ona, |
el rahman | : varlığı nuruyla saran, rahmetiyle saran, |
Medda | : uzatma, eklenti, süre verme, uzun süre, |
hatta iza raev | : hatta, olduğunda, gördüklerinde, |
Ma yuadune | : söz verme, vaad, sözünde durmazlar, değil, söz |
imma el azab | : ya da, olduğunda, azap, sıkıntı |
ve imma el sâat | : ya da, olduğunda, zaman, vakit, gelecek vakit |
Fe se yalemûne | : böylece, yakında bilecekler, belki bilirler, ilerde |
men huve | : kim, kimse, o, |
şerr mekan | : kim, o, şer, kötü olan, mekan, bulunan yer |
ve adafu | : zayıflık, bilgisizlik, güçsüz, |
cunden | : ordu, yardımcı, taraftar, varlık, |
75- Anlat: Bir kimse dalalet içinde olsa bile, yine de her yeri nuruyla saranı anlamak için onun uzun bir mühleti vardı. Onları görürsün ki onlara verilen mühlette bile sözlerinde durmazlar ve zamanlarını o hallerde geçirirler. O kimseler bulundukları yerlerde kötü hallerde olduklarını ve varlığı tanımada bilgisizlik içinde kaldıklarını belki ileride bilirler.
-76-
وَيَزِيدُ اللَّهُ الَّذِينَ اهْتَدَوْا هُدًى وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ مَّرَدًّا
Ve yezîdullâhullezînehtedev hudâ vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun mereddâ
Ve yezidu Allah | : artma, çoğalma, idraki artma, Allah |
Ellezîne ihtedev huden | : onlar, hak yolunu buldu, yol gösterme, yol bulan, |
ve el bakıyâtu | : devamlı, bâki olan, |
el sâlihâtu | : doğru olan, iyilerden, salih olan |
Hayr | : hayırlı, iyilik üzere, faydalı, |
inde rabb ke | : katında, ona ait, rabbinin, kendini vücudlandıran, |
sevab | : ödül, doğru, güzel şey, hayırlı olan şey, |
ve hayrun merede | : hayırlı, sonuç, talep, direnme, inat eden, mücadele |
76- Hakk yolunda olanların, hakka yol gösterenlerin ve devamlı bir hayr içinde Salih amellerde olanların, Allah’a karşı sevgisi, bağlılığı, idraki artar. Onlar kendilerini vücudlandırana ait hakikatler için hep doğru, güzel, faydalı, hallerde mücadele ederler.
-77-
أَفَرَأَيْتَ الَّذِي كَفَرَ بِآيَاتِنَا وَقَالَ لَأُوتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًا
E fe raeytellezî kefere bi âyâtinâ ve kâle le ûteyenne mâlen ve veledâ
e fe raeyte | : gördün mü? Anladın mı? |
ellezi kefere | : görmemezlikten gelenler, |
bi âyâti-nâ | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
ve kale le uteyenne | : derler, elbette, verilecek, sunulacak, |
malen | : mal, değer, zenginlik |
ve veleden | : çocuk, soy, evlat |
77- Ayetlerimizi görmemezlikten gelenleri gördün mü? Elbette bize de mal ve soy verilecek, derler.
-78-
أَاطَّلَعَ الْغَيْبَ أَمِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا
Ettalaal gaybe emittehaze inder rahmâni ahdâ
e ıttalaa | : görüp bildi mi, erdi mi? Anladı mı? |
el gaybe | : görüp bildi mi, görünmeyen bilinmeyen âlem |
em ittehaze | : veya, ya da, yoksa, sarıldı, edindi, |
inde rahman ahda | : katında, ona ait, rahman, rahmet, söz |
78- Görünmeyen bilinmeyen âlemin hakikatlerine mi erdiler? Ya da her yeri nuruyla sarana ait bir söz mü edindiler?
-79-
كَلَّا سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّا
Kellâ se nektubu mâ yekûlu ve nemuddu lehu minel azâbi meddâ
Kellâ se nektebu | : hayır, bilakis, yazmak, |
ma yekulu | : söyledikleri şeyler, konuştukları şeyler, |
ve nemuddu lehu | : uzatacağız, mühlet, müddet, ona |
min el azâbi medden | : azap, sıkıntı, mühlet, uzayıp giden, bitmeyen, |
79- Söyledikleri şeyleri onların vücut kitabına her an yazarız. Onlar Bizi bilemedikleri müddetçe sıkıntıları bitmez.
-80-
وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَأْتِينَا فَرْدًا
Ve nerisuhu mâ yekûlu ve yetînâ ferdâ
ve nerisu-hu | : biz, varis, ona kalan, onlara kalan, bırakmak, ona |
ma yekulu | : söyledikleri şeyler |
ve yeti-na | : bize gelir, sunarız, verir, |
ferden | : tek, fert, yalnız, kişi, her kişi, eşi benzeri olmayan, |
80- Söyledikleri şeyleri Biz ona miras bırakırız. Her kişiyi kendine sunarız.
-81-
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لِّيَكُونُوا لَهُمْ عِزًّا
Vettehazû min dûnillâhi âliheten li yekûnû lehum ızzâ
ve ittehazu | : edindiler, sarıldılar, |
Min duni Allah aliheten | : başka, Allah, ilahlar |
li yekûnû lehum | : olması için, onlara, |
izzen | : ayrıcalık, üstünlük, nitelik, muteber, |
81- Allah’ı bırakıp zanna dayalı ilahlar edinenler, kendilerinin daha muteberli, daha üstün olduklarını zannederler.
-82-
كَلَّا سَيَكْفُرُونَ بِعِبَادَتِهِمْ وَيَكُونُونَ عَلَيْهِمْ ضِدًّا
Kellâ se yekfurûne bi ibâdetihim ve yekûnûne aleyhim dıddâ
Kella se yekfurune | : hayır, bilakis, hakikatleri görmemezlikten gelen, |
bi abideti-him | : kul oldukları, ibadetleri |
ve yekûnûne aleyhim dıde | : olacaklar, onlara, karşı, hasım, düşmanlarıdır, |
82- Bilakis hakikatleri görmemezlikten gelenlerin kul oldukları şeyler, onların düşmanlarıdır.
-83-
أَلَمْ تَرَ أَنَّا أَرْسَلْنَا الشَّيَاطِينَ عَلَى الْكَافِرِينَ تَؤُزُّهُمْ أَزًّا
E lem tere ennâ erselneş şeyâtîne alel kâfirîne teuzzuhum ezzâ
e lem tere enna erselna | : görmedin mi? Nasıl, sunduk, gönderdik |
el şeyâtîne | : şeytanlar, şeytani haller |
alâ el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler, |
teuz hum eze | : dürtme, kışkırtma, onlar eza, zulüm, |
83- Şeytani hallerde olanlara da hakikatleri nasıl sunduğumuzu görmedin mi? Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin şeytani halleri, onları zulüm etmeye, azgınlığa, ikiliğe sürükler.
-84-
فَلَا تَعْجَلْ عَلَيْهِمْ إِنَّمَا نَعُدُّ لَهُمْ عَدًّا
Fe lâ tacel aleyhim innemâ neuddu lehum addâ
Fe la tecal aleyhim | : artık, yok acele, acele etme, onlara karşı |
İnnemâ neuddu | : sadece, sayma, düşman, nam, adetler, |
lehum ad | : onlar, sayma, söz, adetler, |
84- Bundan sonra o hallerde olanlara karşı acele etme. Onlar sadece kendi adetlerini adet edinirler.
-85-
يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا
Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ
Yevme nahşuru | : gün, vakit, her zaman, toplarız, birliğimiz, bir arada |
el muttekin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, takva sahibi |
ila el rahmân | : Rahman, nuruyla her yeri saran, rahmetimiz |
vefden | : saygılı, vefalı, |
85- Fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar, tüm varlığı her an bir arada tuttuğumuzu bilirler. Tüm varlıktaki rahmetimize karşı saygılıdırlar.
-86-
وَنَسُوقُ الْمُجْرِمِينَ إِلَى جَهَنَّمَ وِرْدًا
Ve nesûkul mucrimîne ilâ cehenneme virdâ
ve nesûku | : çarşı, alım satım yeri, taraf, sevk, koşma, dolaşma |
el mücrimin | : fenalarda kalanlar, kötülük, günahkâr |
ila cehenneme | : cehenneme, cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı olan |
virden | : talebe, tekrar edilip duran, suya dair, oradan oraya |
86- Fenalarda kalanlar ise, yakıp yıkıcı halleriyle oradan oraya koşar dururlar
-87-
لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا
Lâ yemlikûneş şefâate illâ menittehaze inder rahmâni ahdâ
la yemlikûne | : yok, malik değildir, ulaşamaz, sahip değil, ulaşamaz, |
el şefaat | : şefaat, birliğe ulaştıran, ikilikten vazgeçiren, |
illâ men | : ancak, başkası, kim, kişi, kimse, |
ittehaze | : edindi, yaptı, sarıldı, uydu, o halde kaldı |
inde el rahmâni | : Rahmana ait, rahmetiyle saran, nuruyla saran, |
ahd | : söz, sözleşme, ahd verme, tevhid, |
87- Rahman’a ait hakikatlere sarılan kimseden başkası şefaat bulamaz, Tevhid’i anlayamaz.
-88-
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَدًا
Ve kâluttehazer rahmânu veledâ
Ve kalu ittehaze | : dediler, edindi |
el rahman veleden | : Rahman, nuru ile her yeri saran, çocuk |
88- Rahman çocuk edindi dediler.
-89-
لَقَدْ جِئْتُمْ شَيْئًا إِدًّا
Lekad citum şeyen iddâ
Lekad citum | : andolsun, şüphesiz, geldiniz, yaptınız, |
şey ede | : yalan bir şey, çok kötü, |
89- Şüphesiz bu söylediğiniz yalan bir şey.
-90-
تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْهُ وَتَنشَقُّ الْأَرْضُ وَتَخِرُّ الْجِبَالُ هَدًّا
Tekâdus semâvâtu yetefattarne minhu ve tenşakkul ardu ve tehırrul cibâlu heddâ
Tekâdu el semavat | : neredeyse, nasıl oluşmuş, gökyüzü, ulvi alem |
Yetefattarne minhu | : ortaya çıkma, patlama, dağılma, ondan, bundan |
ve tenşakku el ard | : ortaya çıkacak, yarılacak, yeryüzü |
ve tehırru | : yıkılacak, uzayıp giden, |
el cibal hedden | : dağlar, yüce olan, bu, şu, dağılma, çökmek, |
90- Gökler nasıl ortaya çıkmış ve yeryüzünde olanlar nasıl açığa çıkmış ve uzayıp giden dağlar nasıl oluşmuş, bakmaz mısınız?
-91-
أَن دَعَوْا لِلرَّحْمَنِ وَلَدًا
En deav lir rahmâni veledâ
en deav | : isnat etmek, istemek, çağrı, davet, edinmek, |
li el rahman veled | : nuru ile her yeri saran, rahman, çocuk |
91- Nuru ile her yeri saran çocuk edinir mi?
-92-
وَمَا يَنبَغِي لِلرَّحْمَنِ أَن يَتَّخِذَ وَلَدًا
Ve mâ yenbagî lir rahmâni en yettehıze veledâ
ve mâ yenbagî | : caiz olmaz, yakışmaz, olamaz, |
li el rahman | : nuruyla her yeri saran, rahmetiyle her yeri saran, |
en yettehıze veled | : edinmek, yapmak, çocuk |
92- Nuruyla her yeri saran için, çocuk edindi denmesi yakışır mı?
-93-
إِن كُلُّ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِلَّا آتِي الرَّحْمَنِ عَبْدًا
İn kullu men fîs semâvâti vel ardı illâ âtir rahmâni abdâ
İn kullu men | : hepsi, kim, ne varsa, |
Fi el semavat ve el ardı | : göklerde ve yeryüzünde, yerde |
İlla ati | : gelecek, ulaşacak, önde, sonra, ona |
el rahmân abd | : tüm varlığı nuruyla saran, tecellileriyle saran, kul |
93- Göklerde ve yerde ne varsa bütün hepsi, tüm varlığı nuruyla saranın kuludur.
-94-
لَقَدْ أَحْصَاهُمْ وَعَدَّهُمْ عَدًّا
Lekad ahsâhum ve addehum addâ
Lekad ehsa hum | : doğrusu, şaşmış, şaşa kalmış, hesap, tesbit, sayı, çokluk, |
ve adde-hum adden | : sayma, düşman, nam, adet, onlar, sayma, söz, |
94- Onu söyleyenler şüphesiz şaşırmış olanlardır ve onlar kendi adetlerini adet yapanlardır.
-95-
وَكُلُّهُمْ آتِيهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَرْدًا
Ve kulluhum âtîhi yevmel kıyâmeti ferdâ
ve kullu-hum | : onların hepsi, tümü, |
ati hi | : gelecek, ulaşacak, önde, kavuşacak, inat, ona |
yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti, |
ferd | : ferd, tek, eşi benzeri olmayan, her kişi, |
95- Ve onların hepsi ferd olarak o ölüm vaktine ulaşacaklar.
-96-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا
İnnellezîne âmenû ve amilus sâlihâti se yecalu lehumur rahmânu vuddâ
inne ellezîne amenu | : muhakkak ki onlar, iman edenler |
ve amilu el sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, salih ameller |
se yecalu lehum | : kılacak, yapacak, yaparlar, hareket ederler, onlar, |
el rahmân | : tüm varlığı nuruyla saran, tecellileriyle saran, |
vedae | : sevgi, muhabbet, dostça, içten |
96- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, tüm varlığı nuruyla saranın sevgisi üzere hareket ederler.
-97-
فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنذِرَ بِهِ قَوْمًا لُّدًّا
Fe innemâ yessernâhu bi lisânike li tubeşşire bihil muttekîne ve tunzire bihî kavmen luddâ
Fe innema yesserna hu | : kolay kıldık, biz, onu, |
bi lisâni-ke | : senin lisanın, söylemen, anlatmak, |
li tubeşşir bihi | : müjdelemen için, sevindirme, onun |
el muttekîne | : takva sahipleri, fenalardan sakınan ortak koşmayan |
ve tunzire bihi | : sen uyarırsın, hakikatlerle, onunla, |
kavm leda | : kavmini, kimseler, beden, varlıkta kalan |
97- Fenalardan sakınan ortak koşmayanlara, hakikatleri müjdelemen için lisanını kolay kıldık ve sen kendilerine varlık isnat edenlere de hakikatleri açıklayıp uyaransın.
-98-
وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّن قَرْنٍ هَلْ تُحِسُّ مِنْهُم مِّنْ أَحَدٍ أَوْ تَسْمَعُ لَهُمْ رِكْزًا
Ve kem ehleknâ kablehum min karn hel tuhıssu minhum min ehadin ev tesmeu lehum rikzâ
ve kem ehlekna | : kaç, nice, helak olmak, yok olmak, biz, |
Kabl hum min karn | : onlardan önce, nesiller |
Hel tuhıssu | : sen duyuyorsun, hissetme, |
minhum min ehad | : onlardan, birisi, bir olan |
Ev tesmeu lehum | : duyarsın, onlar, |
rikza | : odaklı, gizli söz, fısıltı, dedikodu |
98- Onlardan önce de nice nesiller bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Onlardan aktarılan birliğin hakikati ile ilgili güzel bir şey duyamazsın, onlardan arda kalan yalnızca bir fısıltı, dedikodu duyarsın.