MÜ’MİN SÛRESİ
-1-
حم
Hâ mîm.
Ha mim | : zat, hu, zati ilahiye, nokta, Allah, kamil insan, mümin, |
1- Hâ, Mîm
-2-
تَنزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil alîm
tenzîlu | : bir şeyin bir miktarının açığa çıkması, indirilen, gelen, her varlık |
el kitâbi min Allah | : kitap, varlıkta yazılı olan, Allah’tan, Allah’ın |
El aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi, |
el alim | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
2- Ortaya çıkan her varlık, tüm değerlerin yüce sahibi, ilmin sahibi olan Allah’ın bir kitabıdır.
-3-
غَافِرِ الذَّنبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَدِيدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ إِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Gâfiriz zenbi ve kâbilit tevbi şedîdil ikâbi zît tavl lâ ilâhe illâ hûve ileyhil masîr
Gâfiri | : mağfiret eden, bağışlayan, kurtuluş, temizlenme, |
el zenbi | : günahları, suçları, hataları, fenaları, |
ve kabil | : kabul eden, uyan, olabilir, önde olan, |
el tevbe | : tövbe, hatalarını anlayıp dönmek, |
şedidi el akâbe | : daha fazla, güçlü, sağlam, zorluk, müşkül, |
zi el tavli | : sahip, kerem, çokluk, bolluk, lütuf, ihsan, nitelik, |
la ilahe İllâ huve | : yok, ilah, var, ancak, sadece, o, Allah |
ileyhi el masir | : dönüş onadır, dönülecek, |
3- O kitabı anlayan; fenalardan kurtulur, hatalarını anlar döner, zorlu müşkilleri çözülür. Tüm niteliklerin sahibi O’dur. O’ndan başka güç yoktur, Dönüş O’nadır.
-4-
مَا يُجَادِلُ فِي آيَاتِ اللَّهِ إِلَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ
Mâ yucâdilu fî âyâtillâhi illellezîne keferû fe lâ yagrurke tekallubuhum fîl bilâd
mâ yucâdilu | : mücadele etmez, gayret, tartışmak, |
fi ayati Allah | : için, ayet, deliller, işaretler, Allah |
İllâ ellezine keferu | : ancak, hakikatleri görmemezlikten gelen |
Fe lâ yagrur-ke | : öyleyse, seni aldatmasın, kandırmasın, |
tekallubu-hum | : onların dönüp dolaşması, |
fi el biladi | : şehir, ülke, topluluklar, |
4- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini anlamak için mücadele etmezler. Öyleyse onların topluluklar arasında dönüp dolaşması seni kandırmasın.
-5-
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَالْأَحْزَابُ مِن بَعْدِهِمْ وَهَمَّتْ كُلُّ أُمَّةٍ بِرَسُولِهِمْ لِيَأْخُذُوهُ وَجَادَلُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ فَأَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ
Kezzebet kablehum kavmu nûhın vel ahzâbu min badıhım ve hemmet kullu ummetin bi resûlihim li yehuzûhu ve câdelû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka fe ehaztuhum fe keyfe kâne ıkâb
Kezzebet kable hum | : yalanladı, hakikatleri yalanladı, onlardan önce, |
kavmu nuh | : Nuh’un kavmi |
ve el ahzâbu min badı hım | : hizipler, fırkalar, taifeler, onlardan sonra |
ve hemmet | : hücum etme, |
kullu ummetin | : hepsi, bütün, atalarının inancında gidenler |
bi resûli-him | : resul, onlar, hakikatleri anlatan, |
li yezuhu hu | : anlattıklarını kabul etmedi, sarıldılar, |
ve câdelû | : mücadele ettiler, münakaşa, kavga, tartışmak, |
bi el batılı | : asılsız, boş, temelsiz, anlamsız, ilim ifade etmeyen, |
li yudhıdû bi hi el hakka | : gidermek için, onunla hakkı, hakikatler |
Fe ehaztu-hum | : sonra, cehalete sarılmak, çekmek, yakalama, onlar |
Fe keyfe kane akabe | : böylece, sonra, hali, nasıl oldu, zorluklar, güçlükler |
5- Onlardan önce Nuh’un kavmi de hakikatleri yalanladı ve onlardan sonrakiler de fırkalara ayrıldılar. Atalarının inancından gidenlerin hepsi, onlara gelen Resullerin anlattıklarını kabul etmeyip, onlara hücum ettiler. Hakikatleri çürütmek için, asılsız, temelsiz şeylere inanıp münakaşalara girdiler. Sonra onlar kendi cehaletlerine sarıldılar, sonra da halleri zorluklarda kalmak oldu.
-6-
وَكَذَلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّهُمْ أَصْحَابُ النَّارِ
Ve kezâlike hakkat kelimetu rabbike alellezîne keferû ennehum ashâbun nâr
ve kezâlike hakkat | : işte böylece, böyle, hakikat, gerçek, |
kelimetu | : sözü, kelimeleri, tecelli, hakikatlerin sözleri, |
rabbi-ke | : rabbin, kendini vücudlandıran, |
alâ ellezîne keferu | : onların üzerlerindeki, hakikatleri görmemezlikten geldi |
enne-hum asbahu | : oldu, onlar, ulaşmak, ehli, halkı, sahip, |
el nar | : ateş, yakıp yıkma |
6- İşte böylece kendilerini vücudlandıranın tecellilerini, hakikatlerini görmemezlikten gelip örtenler, şüphesiz onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler.
-7-
الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَّحْمَةً وَعِلْمًا فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ
Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yuminûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesite kulle şeyin rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke vekıhim azâbel cahîm
Ellezine yahmilûne | : ki o, nedir, onlar, tutuyorlar, taşıyorlar, taşıyan, |
el arşa | : bütün alem, sonsuz alem, ulvi alem, |
ve men havle hu | : kim, ne, etrafındakiler, çevresinde, var olan her şey, o |
Yusebbihûne | : her şey onunla, efal sıfat zat tecellileri, tesbih eden, |
bi hamd rabbihim | : tecelliler, tüm nitelikler, rab, vücudlandıran, onlar |
ve yûminûne bihi | : iman edin, inanırlar, ona, |
ve yestagfirun | : bağışlanma, mağfiret bulan, mağfirete ulaşan, |
li ellezîne amenu | : iman edenler için, |
Rabbe na | : rabbimiz, |
vesite kulle şeyin | : sen kuşattın, sardın, bütün her şeyi, |
Rahmeten ve ilmen | : rahmetinle ve ilminle, |
fe ıgfır | : mağfiret, temizlenmek, bağışlanma, |
li ellezine tabu | : o kimseler, tövbe, hatadan pişmanlık duyup dönen, |
ve ittebeû sebile ke | : hakikatin yolunu takip eden, senin yoluna |
vekı-him azabe | : onlar korunur, azap, sıkıntı, |
el cahim | : sıfatları kendine nisbet eden, cehalet ateşi, |
7- Ki O’dur bütün âlemi tutan. Her şey O’nun tecellileriyle varolur. Kendilerini vücudlandıranın niteliklerini anlayanlar, O’na inanırlar ve iman edenlerin mağfirete ulaştıklarını bilirler ve derler ki: Rabbimiz! Bütün her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşatan sensin, yaptığı yanlışlardan pişmanlık duyup dönenler için sen mağfiret edensin, senin yoluna tâbi olduk. İşte onlar, sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletinin sıkıntısından korunurlar.
-8-
رَبَّنَا وَأَدْخِلْهُمْ جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتِي وَعَدتَّهُم وَمَن صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ إِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Rabbenâ ve edhilhum cennâti adninilletî vaadtehum ve men salaha min âbâihim ve ezvâcihim ve zurriyyâtihim inneke entel azîzul hakîm
Rabbe na | : Rabbimiz, bizi vücudlandıran |
Ve edhilhum | : dâhil, girer, onlar, dahil olanlar, |
cennâti adnin | : adn cennetleri, tüm tecellilerin idrakinin huzuru |
Elleti vaadte hum | : ki o, söz vermek, çalışmak, bahsedilen, sen, hak, onlar, |
ve men salaha | : kimse, kurtuluş, düzelme, iyileşme, sulh, |
Min abai him | : onların ataları, atalarının, aileleri, |
ve ezvâcihim | : aynı yolda olanlar, eş, tür, denk, birlikte olan, |
ve zurriyyâti him | : onların zürriyet, nesilleri, izleyen, soy, onlar, |
İnneke ente el aziz | : sen, tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : hâkim olan, bütün her şeye hâkim olan, |
8- Atalarının yolunda iken hakikatlere dönüp kurtuluşa eren kimseler ve onlarla birlikte hareket edenler ve onları izleyenler; onlara bahsedilen hakikatleri anlayıp, tüm tecellilerin sahibini anlamanın huzuruna ulaşırlar. Derler ki: Rabbimiz, muhakkak ki sen tüm değerlerin yüce sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.
-9-
وَقِهِمُ السَّيِّئَاتِ وَمَن تَقِ السَّيِّئَاتِ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمْتَهُ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Vekıhimus seyyiât ve men tekıs seyyiâti yevme izin fe kad rahimteh ve zâlike huvel fevzul azîm
Ve kahim el seyyiat | : onları korunma, sakınma, fena haller, günahlar |
Ve men teki elseyyiât | : kim, sakınma, sen korudun, fena haller, |
Yevme izin | : gün, vakit, zaman, her zaman, an, yetkili, icazet, |
fe kad rahimte hu | : böylece, özünden var eden, o |
Ve zalike huve | : işte odur |
el fevz el azîm | : büyük kurtuluş, zafer, |
9- Onlar fena hallerden sakınırlar. Kim fena hallerden her zaman sakınmaya devam ederse, böylece o, her şeyin Allah’ın özünden var olduğunu anlar. İşte büyük kurtuluş budur.
-10-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنَادَوْنَ لَمَقْتُ اللَّهِ أَكْبَرُ مِن مَّقْتِكُمْ أَنفُسَكُمْ إِذْ تُدْعَوْنَ إِلَى الْإِيمَانِ فَتَكْفُرُونَ
İnnellezîne keferû yunâdevne le maktullâhi ekberu min maktikum enfusekum iz tudavne ilel îmâni fe tekfurûn
İnne ellezine keferu | : şüphesiz, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere |
yunâdevne | : nida edilir, seslenilir, bildirilir, davet edilir, |
Le maktu | : sevmeme, kaçınma, nefret, anlamaktan kaçınmak |
Allâhi ekberu | : Allah, büyük, yüce, tüm varlıkta yüceliğini gösteren |
min makti-kum | : kaçınma, isteksizlik, sizin kaçınmanız, |
enfuse kum | : kendinizi, nefsinizi, |
iz tudavne ila el imanı | : davet edildiğiniz zaman, iman için, inanmak |
fe tekfurune | : artık, hakikatleri görmemezlikten gelmeyin, |
10- Şüphesiz hakikatleri görmemezlikten gelenlere bildirilir: Tüm varlıkta yüceliğini gösteren Allah’ı anlamaktan kaçınmayın, O’nu anlamaktan kaçınmanız kendinizi anlamaktan kaçınmanızdır. İman etmeniz için davet edildiğinizde, artık hakikatleri görmemezlikten gelmeyin.
-11-
قَالُوا رَبَّنَا أَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَأَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ إِلَى خُرُوجٍ مِّن سَبِيلٍ
Kâlû rabbenâ emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyni faterefnâ bi zunûbinâ fe hel ilâ hurûcin min sebîl
Kâlû rabbe na | : dediler, rabbimiz |
Emet te nâ isneteyni | : müddet, ölmek, sen, biz, iki kere, ölümün sırrı |
Ve ahyey te nâ | : diriltmek, hay, canlı, sen, biz, |
isneteyni | : iki kere, diriliğin sırrı |
fe ıterefnâ | : böylece itiraf ettik, anlamak, |
bi zunubi na | : günahlarımızı, fenalarımızı, |
Fe hel ila hurucin | : böylece, var mı, çıkış için, |
min sebil | : bir yol |
11- Derler ki: Rabbimiz! Sen bize hayat verensin, Hayy sırrını bağışla ve sen bize ölümü sunansın, ölmeden ölümün sırrını bağışla. Biz fenalarda kaldığımızı anladık. Bundan sonra hakikatlerin yolunda olmak için var mı bir çıkış yolu?
-12-
ذَلِكُم بِأَنَّهُ إِذَا دُعِيَ اللَّهُ وَحْدَهُ كَفَرْتُمْ وَإِن يُشْرَكْ بِهِ تُؤْمِنُوا فَالْحُكْمُ لِلَّهِ الْعَلِيِّ الْكَبِيرِ
Zâlikum bi ennehû izâ duiyallâhu vahdehu kefertum ve in yuşrek bihî tu’minû fel hukmu lillâhil aliyyil kebîr
Zâlikum bi enne hu | : işte bu, şu, haldeydiniz, |
iza duiy Allah | : davet edildiğinizde, Allah |
vahde hu | : tek, bir, onun birliği, Tevhid, |
kefertum | : hakikati göremiyor örtüyordunuz, |
Ve in yuşrek bihî tuminû | : ortak koşmak, inancınız, |
Fe el hukmu li Allah | : artık, işte, böylece, hüküm sahibi, Allah |
el aliyyi el kebir | : ilmiyle yücedir |
12- Allah’ı idrak etmek için Tevhide davet edildiğinizde, işte şöyleydiniz: Hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyordunuz ve inancınız ortak koşma üzerineydi. İşte böylece tüm varlığa hâkim olan, tüm varlıkta ilmiyle yüce olan Allah’ı bilemiyordunuz.
-13-
هُوَ الَّذِي يُرِيكُمْ آيَاتِهِ وَيُنَزِّلُ لَكُم مِّنَ السَّمَاء رِزْقًا وَمَا يَتَذَكَّرُ إِلَّا مَن يُنِيبُ
Huvellezî yurîkum âyâtihî ve yunezzilu lekum mines semâi rızkâ ve mâ yetezekkeru illâ men yunîb
Huve ellezi | : ki o, ne, |
yurikum ayatihi | : gösteren, gösterip duran, ayetler, delilleri |
ve yunezzilu lekum | : indirir, verir, sunar, size, sizdeki |
min es semâi | : ulvi âlemin, gökler, |
rızkan | : rızık, fayda, yaşam için verilen sıfatlar, nitelik, |
ve mâ yetezekkeru | : tezekkür etmez, varlığın yaratılışını düşünmez |
İllâ men yunibu | : ancak, ona yönelenden başkası |
13- Ki O’dur size ayetlerini her an gösteren. Ulvi Âlem’den yaşam için gerekli olan sıfatları size sunan. O’na yönelenden başkası varlığın yaratılış inceliklerini düşünmez.
-14-
فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Fed’ûllâhe muhlisîne lehud dîne ve lev kerihel kâfirûn
Fe udû allâhe | : dua, yönelme, isteme, davet, Allah, |
muhlisine | : içten, samimi olarak, ihlâsla, katıksız, |
Lehu el dine | : ona, din, varlığın yaratma yasaları, incelikleri, |
ve lev kerihe | : eğer, kerih görmek, kaçınmak, nefret, küçük görmek |
el kafirune | : hakikati görmemezlikte gelmek, örtmek, |
14- Eğer hakikatleri görmemezlikten gelme hallerinizden kaçınmak istiyorsanız, bundan sonra tüm içtenliğinizle Allah’a yönelin, dinin O’na ait olduğunu anlayın.
-15-
رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ لِيُنذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِ
Refîud derecâti zul arş yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk
refîu | : yükselme, yüceliş, ilmi yülseliş, manevi yükselme |
el derecâti | : yükselme, derece, makam, zat, |
zu el arşi | : zat, sahip, bütün her yer, ulvi âlemin yüceliği, |
Yulkîel ruha | : ilka, telkin etme, ulaştırır, ruha, |
min emri hi | : işleyiş, tüm varlıktaki işleyiş, hüküm, o |
alâ men yeşau | : kim, kimse, ister, arzu eder, hakikati anlamak, |
min ibadihi | : kulluk, o |
Li yunzire | : açıklayıp uyarmak için, |
yevme el telâk | : vakit, an, her an, yakınlaşmak, anlamak |
15- O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen kimse için; tüm varlıktaki işleyişin ruhuna ulaşmak vardır. Bütün her yerin sahibini anlama içinde olup makamlarda manevi yükseliş vardır. Açıklanan hakikatler için her an yakınlaşmak vardır.
-16-
يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Yevme hum bârizûn lâ yahfâ alâllâhi min hum şeyun li menil mulkul yevm lillâhil vâhidil kahhâr
Yevme hum | : gün, her zaman, onlar, o halde olan, o idrakte olanlar |
barizune | : gerçekler, açık olarak, apaçık görünen, |
la yahfa | : yok, gizli, saklı, |
Alâ allâhi minhum | : hakkında, için, hakikatleri, Allah, onlardan |
şeyun | : bütün her şey, eşya, varlık |
li men el mulku | : kim için, kimin, mülkün hükümranı, yöneten, |
el yevme | : o vakit, zaman, her an, |
li Allâh el vahid | : Allah, teklik, birlik, bir olan, |
el kahhar | : mutlak galip olan, sımsıkı tutan, |
16- İşte o idrakte olanlara her zaman bütün gerçekler apaçıktır. Bütün varlıkta Allah’ın hakikatleri ve her an mülkü idare edenin kim olduğu ve bir olanın ve tüm varlığı tecellileriyle sımsıkı tutanın Allah olduğunun hakikati hakkında onlara gizli bir şey yoktur.
-17-
الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
El yevme tuczâ kullu nefsin bimâ kesebet, lâ zulmel yevm innallâhe serîul hisâb
el yevme tucza | : gün, zaman, vakit, karşılık, |
kullu nefsin | : bütün nefisler, herkes, her insan, her kişi, |
Bimâ kesebet | : sebeb, şeyler, kazanç, yaptığı şeyler, edindikleri, |
la zulme el yevm | : yok, zulüm, haksızlık yok, vakit, gün, zaman, |
inne allâhe | : muhakkak ki Allah |
seriu el hisab | : çabuk, hesab, durum, vermek |
17- Her insan yaptığı şeylerin karşılığını her zaman bulur. Hiçbir zaman haksızlık yapılmaz. Muhakkak ki Allah’ın hesabı seridir.
-18-
وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْآزِفَةِ إِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِمِينَ مَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ حَمِيمٍ وَلَا شَفِيعٍ يُطَاعُ
Ve enzirhum yevmel âzifeti izil kulûbu ledel hanâciri kâzımîn mâ liz zâlimîne min hamîmin ve lâ şefîin yutâu
ve enzirhum yevm | : onları uyar, zaman, gün, vakit, |
el azifet | : yakınlık, yaklaşmak, anlamak, yakın oluncaya kadar, |
İz el kulûbu leda | : olduğu zaman, kalpler, ile, olan, yanında, sahip |
el hanâciri kazmine | : boğaz, yutma, öfkesini yenen, öfkesini yutan |
Ma li el zâlimîne | : olmaz, değil, yoktur, zalimler için, kötülük, |
min hamim | : içten dost, samimi dost, sıcaklık, |
ve lâ şefiin | : yoktur, birlik, teklik, şefaat, |
yutau | : tabi olan, itaat eden |
18- Yakınlığı anlayıncaya, kalbler hakikatlere sahip oluncaya kadar, onlara her zaman hakikatleri açıklayıp uyar. Onlar öfkelerini yenip yutsunlar. Zalimlerin samimiyeti olmaz ve birliğe itaatleri de yoktur.
-19-
يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ
Yalemu hâinetel ayuni ve mâ tuhfîs sudûr
Yalemu | : bilir, bilinir, |
hâinete | : hile, ihanet eden, hainlik |
el ayuni | : göz, eş, benzer, ayniyet, bakış, gözleri, |
Ve ma tuhfi | : şey, ne, değil, gizli, saklı, |
el sudur | : gönüller, sadır, |
19- Onların hainlikleri gözlerinden bilinir ve gönüllerinde gizledikleri hakikatler değildir.
-20-
وَاللَّهُ يَقْضِي بِالْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍ إِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
Vallâhu yakdî bil hakk vellezîne yedûne min dûnihî lâ yakdûne bi şeyin innallâhe huves semîul basîr
ve Allâh | : Allah, el lah, görünmeyen kudret |
yakdi | : sunan, meydana getiren, hükmeden, takdir, kada |
bi el hakk | : hak ile, gerçek, hakikatleri gösterir bir şekilde |
ve ellezîne yedune min duni | : onlar, istemek, yönelmek, ondan başkasına |
lâ yakdûne bi şeyin | : hiçbir şey meydana getiremeyen |
İnne Allah | : muhakkak, Allah, |
huve el semi el basir | : o, işitmek, görmek |
20- Tüm varlığı hakikatleri gösterir bir şekilde meydana getiren Allah’tır. O’nu bırakıp ta zanna dayalı yöneldikleri şeyler, hiçbir şey meydana getiremezler. Muhakkak ki Allah, işittirendir, gördürendir.
-21-
أَوَ لَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ كَانُوا مِن قَبْلِهِمْ كَانُوا هُمْ أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَآثَارًا فِي الْأَرْضِ فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ وَمَا كَانَ لَهُم مِّنَ اللَّهِ مِن وَاقٍ
E ve lem yesîrû fîl ardı fe yenzurû keyfe kâne âkibetullezîne kânû min kablihim kânû hum eşedde min hum kuvveten ve âsâran fîl ardı fe ehazehumullâhu bi zunûbihim ve mâ kâne lehum minallâhi min vâk
E ve lem yesîrû | : dolaşmıyorlar mı? |
fi el ardı | : yeryüzünde, |
Fe yenzurû | : artık baksınlar, bakıp görsünler, |
keyfe kane akibetu | : nasıl oldu, akibet, işin sonuç |
Ellezîne kanu | : ki onlar oldular, |
min kabli him | : onlardan öncekiler |
kânû-hum eşedde | : oldu, onlar idiler, güçlü, daha fazla |
min hum kuvvet | : onların, kuvvet, güç, |
ve âsâran fi el ard | : eserler, yapıt, izler, yeryüzünde |
Fe ehazehum | : fakat, böylece, sarıldı, edindi, yakalandı, onlar |
Allâh bi zunubi him | : Allah, kendi benlik fenalarında |
ve mâ kâne lehum | : şey, ne, değil, olmadı, onlar, anlamadılar |
Min Allah min vakın | : Allah, koruyucu, savan, uzaklaştıran, |
21- Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl olmuş bakıp ta görmezler mi? Onlardan daha güçlü, daha fazla olanlar da oldu ve yeryüzünde eserler bıraktılar. Fakat onlar Allah’ın hakikatlerini bırakıp kendi fenalarına sarıldılar ve onlar Allah’ın koruyuculuğunuda anlayamadılar.
-22-
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانَت تَّأْتِيهِمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَكَفَرُوا فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ إِنَّهُ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Zâlike bi ennehum kânet tetîhim rusuluhum bil beyyinâti fe keferû fe ehazehumullâh innehu kaviyyun şedîdul ikâb
Zâlike bi enne hum kanet | : işte bu, halbuki, onlar oldu |
tetî-him resulu hum | : onlarda geldi, onlardan resuller, |
bi el beyyinâti | : apaçık, açıklama, delillerle |
Fe keferû | : sonrada, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler |
Fe ehaze-hum allâhu | : böylece, sarıldılar, edindiler, onlar, Allah |
innehu kaviy | : doğrusu, o, kuvvet, |
şedid el akabe | : daha fazla, zorluklar, müşkül, |
22- Hâlbuki onlara, hakikatleri apaçık delillerle açıklayan, onlardan resuller gelmişti. Fakat onlar hakikatleri görmemezlikten geldiler. Böylece Allah’ın hakikatlerini bırakıp, kendi fenalarına sarıldılar. Doğrusu O’nun bütün her şeyi tutan güç olduğunu anlayamadılar, daha fazla müşküllerde kaldılar.
-23-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ
Ve lekad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ ve sultânin mubîn
ve lekad | : andolsun, doğrusu, |
ersel na Musa | : açığa çıktı, gönderdik, irsal, biz, Musa |
bi âyâtinâ | : ayetlerimizle, delil |
ve sultan mubin | : âlemin sahibi, hükümdar, delil, açık olan, apaçık, |
23- Doğrusu Musa delillerimizle Bizi anlatmak ve bütün âlemin sahibini açıklamak için açığa çıkmıştı.
-24-
إِلَى فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
İlâ firavne ve hâmâne ve kârûne fe kâlû sâhirun kezzâb
ilâ firavn | : firavun, kibirli olan, |
ve haman ve karun | : hamana ve karuna |
Fe kalu sahirun | : fakat, dedi, etkileyen, maskaradır, aldatmaca, |
kezzabun | : yalancı, yalanlarla hareket eden, |
24- Firavun’a da ve Haman’a da ve Karun’a da. Fakat onlar ona: Yalanlarıyla etkili olandır, dediler.
-25-
فَلَمَّا جَاءهُم بِالْحَقِّ مِنْ عِندِنَا قَالُوا اقْتُلُوا أَبْنَاء الَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ وَاسْتَحْيُوا نِسَاءهُمْ وَمَا كَيْدُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ
Fe lemmâ câehum bil hakkı min indinâ kâlûktulû ebnâellezîne âmenû meahu vestahyû nisâehum ve mâ keydul kâfirîne illâ fî dalâl
Fe lemma cae hum | : böylece, artık, onlara geldiği zaman, |
bi el hak | : hak ile, gerçek, hakikat |
min indi-nâ | : bizim katımızdan, bize ait olan, |
Kâlû utkulu ebnae | : dediler, öldürün, erkek çoçuklar, oğullarını |
Ellezîne amenu mea hu | : onlar, iman edenler, onunla beraber |
ve istahyû nisae hum | : canlı, sağ bırakın, kadınlarını |
ve mâ keydu | : değil, olmadı, hile, tuzak, plan, engelleme |
el kâfirîne | : hakikatleri görmeyip örtenler, |
illa fi dalalin | : cehalete sapan, kendi anlayışına çıkan |
25- Böylece Musa, Bize ait olan hakikatlerle onlara geldiği zaman, dediler ki: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün ve kadınlarını sağ bırakın. Fakat kendi cehaletlerine sapıp, hakikatleri görmemezlikten gelenlerin planları boşunadır.
-26-
وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسَى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَن يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَن يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ
Ve kâle firavnu zerûnî aktul mûsâ vel yedu rabbeh innî ehâfu en yubeddile dînekum ev en yuzhire fîl ardıl fesâd
ve kâle firavn | : dedi, firavun, kibirli olan, |
zeruni | : bırakın beni, |
aktul musa | : öldüreyim musayı |
ve el yedu rabbe hu | : yönelme, dua, o rabbine |
inni ehafu | : doğrusu korkuyorum, ben çekiniyorum |
en yubeddile | : değiştirmesi, |
dine kum | : sizin dininiz, hükümleriniz, bağlandığınız yasalar, |
Ev en yuzhire | : ya da, ortaya çıkması |
fi el ard el fesade | : yeryüzünde, kargaşa, karışıklık, fesatlık, |
26- Firavun dedi ki: Bırakın beni Musa’yı öldüreyim, yöneldiği Rabbi onu kurtarsın. Doğrusu ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden, sonra da yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum.
-27-
وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُم مِّن كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَّا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ
Ve kâle mûsâ innî uztu bi rabbî ve rabbikum min kulli mutekebbirin lâ yûminu bi yevmil hisâb
ve kâle musa | : dedi, Musa |
inni uztu | : ben sıgınırım, |
Bi rabbi | : benimde rabbim, vücudlandıran, |
ve rabbi-kum | : sizin Rabbiniz, vücudlandıran, |
Min kulli mutekebbir | : hepsinden, bütün hallerden, kibirlenen |
lâ yûminu | : yok, iman eden, inanmayan, |
bi yevm | : vakit, zaman, her an, |
el hisab | : hesap, araştıran, verilenin karşılığını verme |
27- Musa dedi ki: Ben kibirli olmanın bütün hallerinden, her an bir hesap içinde olmaya ve inanmayanların o hallerinden, sizi de vücudlandıran ve beni de vücudlandırana sığınırım.
-28-
وَقَالَ رَجُلٌ مُّؤْمِنٌ مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ إِيمَانَهُ أَتَقْتُلُونَ رَجُلًا أَن يَقُولَ رَبِّيَ اللَّهُ وَقَدْ جَاءكُم بِالْبَيِّنَاتِ مِن رَّبِّكُمْ وَإِن يَكُ كَاذِبًا فَعَلَيْهِ كَذِبُهُ وَإِن يَكُ صَادِقًا يُصِبْكُم بَعْضُ الَّذِي يَعِدُكُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ
Ve kâle raculun mûminun min âli firavne yektumu îmânehû e taktulûne raculen en yekûle rabbiyallâhu ve kad câekum bil beyyinâti min rabbikum ve in yeku kâziben fe aleyhi kezibuh ve in yeku sâdikan yusibkum badullezî yeidukum innallâhe lâ yehdî men huve musrifun kezzâb
ve kâle raculun mumin | : dedi, bir adam, ileri gelen, kâmil biri, iman eden |
Min âli firavn | : firavun ailesinden, |
yektum iman hu | : imanını gizli tutan |
E taktulûne raculen | : öldürüyorsunuz, bir adamı |
en yekûle rabbi Allah | : demesi, rabbim, beni vücudlandıran, Allah |
ve kad caekum | : oldu, size gelen, |
bi el beyyinat | : apaçık açıklayan |
Min rabbi-kum | : sizin Rabbinizden, vücudlandıran, |
ve in yeku kaziben | : eğer, yalan söyleseydi, |
Fe aleyhi kezibu-hu | : böylece, kendi zararına, aleyhine, onun yalanı |
ve in yeku sadikan yusibkum | : eğer, dosdoğru söylüyorsa sizin yararınıza |
Badu ellezi yeidu kum | : bir kısmı ki o, size vaadeder |
inne allâhe la yehdi | : doğrusu, muhakkak, Allah, yol bulamaz |
Men huve | : o kimseler, |
müsrif kezzab | : taşkınlık yapan, yalanlarda kalan |
28- Firavun ailesinden imanını gizli tutan, inanmış kâmil bir kişi dedi ki: Beni vücudlandıran Allah’tır, diyen bir adamı öldürecek misiniz? O size hakikatleri apaçık açıklıyor, sizi de vücudlandıran diyor ve eğer yalan söylüyorsa, kendi zararınadır ve eğer doğru söylüyorsa, sizin yararınızadır. Ki o size bazı vaatlerde bulunuyor. Muhakkak ki taşkınlık içinde olan, yalanlarda kalan o kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-29-
يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرِينَ فِي الْأَرْضِ فَمَن يَنصُرُنَا مِن بَأْسِ اللَّهِ إِنْ جَاءنَا قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلَّا مَا أَرَى وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلَّا سَبِيلَ الرَّشَادِ
Yâ kavmi lekumul mulkul yevme zâhirîne fîl ardı fe men yensurunâ min besillâhi in câenâ kâle firavnu mâ urîkum illâ mâ erâ ve mâ ehdîkum illâ sebîler reşâd
Yâ kavmi lekum | : ey kavmim, insanlar, sizin, |
el mulku el yevm | : mülk, bugün, vakit, gün, zaman, an, |
Zâhirîne fi el ard | : görünen, apaçık ortada olan, yeryüzünde |
Fe men yensuru na | : eğer, böylece, kim yardımcı olacak bize |
Min besi Allah | : zorluk, sıkıntı, meşakket, Allah, |
in cae na | : eğer, bize sunulan, verilen, |
Kâle firavn | : dedi, firavn, kibirli olan, |
ma urikum illa ma era | : kendi görüşümden başka görüş kabul etmem |
ve mâ ehdî kum | : başka yola ulaştırmam, siz |
illa sebil el reşad | : ancak, sadece, doğru yola götürme |
29- İnanmış kişi dedi ki: Ey insanlar! Sizlere, her an mülkün sahibinin kim olduğu yeryüzünde apaçık gösteriliyor. Eğer bize sunulan Allah’ın hakikatlerini anlayamayıp sıkıntılarda kalırsak, bize kim yardımcı olacak. Firavun da dedi ki: Kendi görüşümden başka görüş kabul etmem, sizleri kendi bildiğim doğru yola götürürüm başka yola götürmem.
-30-
وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَا قَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُم مِّثْلَ يَوْمِ الْأَحْزَابِ
Ve kâlellezî âmene yâ kavmi innî ehâfu aleykum misle yevmil ahzâb
ve kâle ellezi | : dedi, o kimse, inanmış kimse, |
amenu ya kavmi | : iman edin, ey kavmim, ey insanlar, |
İnnî ehafu aleykum | : ben çekiniyorum, sizin üzerinize |
Misle yevmi | : benzer, gibi, zaman, o vakit, gün, |
el ahzabi | : fırkalaşmış, bölünmüş, ayrılık |
30- İnanmış kişi dedi ki: Ey insanlar! Ben sizlerin de, daha önce benzerleri görülen, bölük bölük olacağınız o vakitten çekiniyorum.
-31-
مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِن بَعْدِهِمْ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِّلْعِبَادِ
Misle debi kavmi nuhın ve adin ve semûde vellezîne min badihim ve mâllâhu yurîdu zulmen lil ibâd
Misle debi kavmi nuhun | : benzeri durumlar, nuh kavmi |
ve âdin ve semud | : Ad kavmi ve semud kavmi |
ve ellezîne min badi him | : onlardan sonrakiler de, |
ve mâ allâhu yurîdu | : Allah değildir, dilemez, irade eden, istek, |
zulmen | : zulüm, kötülük, |
li el ibadi | : kulları için |
31- Nuh kavmi ve Ad kavmi ve Semud kavmi de ve onlardan sonrakiler de benzeri durumlarda kaldılar. Allah kulları için kötülüğü irade eden değildir.
-32-
وَيَا قَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ يَوْمَ التَّنَادِ
Ve yâ kavmi innî ehâfu aleykum yevmet tenâd
Ve ya kavmi inni ehafu | : ey insanlar, ben çekiniyorum |
Aleykum yevme | : sizin, vakit, gün, |
el tenadi | : birbirine girmek, dağılma |
32- Ey insanlar! Ben sizin birbirinize girip darmadağın olacağınız o vakitten çekiniyorum.
-33-
يَوْمَ تُوَلُّونَ مُدْبِرِينَ مَا لَكُم مِّنَ اللَّهِ مِنْ عَاصِمٍ وَمَن يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
Yevme tuvellûne mudbirîn mâ lekum minallâhi min âsım ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd
Yevme tuvellune | : o vakit, dönmek, yüz çevirme, cehaletine sapmak, |
mudbirin | : arka, eski biliş, cehalet bilişi, eski haller |
Ma lekum | : olmaz sizin, |
min Allâh | : Allah’ın, |
min asım | : koruyucu, himaye, kirletmeyen, |
Ve men yudlili Allâh | : kim, uzaklaşır, sapmak, Allah, |
Fe ma lehum min hadin | : böylece, olmaz, ona, yol gösteren, yol bulamaz |
33- O vakit geçmişteki eski cehaletlerinize dönmenizden çekiniyorum. Sizin için Allah’tan başka bir koruyucu da olmaz ve kim Allah’ın hakikatlerini bırakır kendi cehaletine saparsa, bundan sonra ona bir yol gösteren de olmaz.
-34-
وَلَقَدْ جَاءكُمْ يُوسُفُ مِن قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِّمَّا جَاءكُم بِهِ حَتَّى إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَن يَبْعَثَ اللَّهُ مِن بَعْدِهِ رَسُولًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُّرْتَابٌ
Ve lekad câekum yûsufu min kablu bil beyyinâti fe mâ ziltum fî şekkin mimmâ câekum bih hattâ izâ heleke kultum len yebas allâhu min badihî resûlâ kezâlike yudıllullâhu men huve musrifun murtâb
ve lekad cae kum Yusuf | : andolsun, doğrusu, geldi, sundu, Yusuf |
Min kablu bi el beyyinâti | : daha öncede, önceden, |
bi el beyyinâti | : apaçık açıklamalarla |
Fe mâ ziltum fi şekkin | : böylece, şüpheden kurtulamadınız, |
Mimma câekum bihi | : size sunduğu şey, getirdi, sundu, |
hatta iza helek | : hatta, helak olduğunda, öldüğünde, |
Kultum len yebase allâhu | : dediniz, asla açığa çıkmaz, beas, Allah |
Min badi hi resulen | : ondan sonra, resul, hakikati gösteren, |
Kezalike Yudıllu allahu | : işte Allah’tan uzaklaşan, sapan, dalalette olan, |
Men huve musrif | : o kimseler, taşkınlık yapan, |
murtab | : mertebe, rütbe, kuşku, şüphe, |
34- Doğrusu daha önce de size apaçık açıklamalarla Yusuf gelmişti. Sonra da sizler, onun sunduğu hakikatler hakkında şüphelerden kurtulamadınız. O öldüğü zaman dediniz ki: Bundan sonra Allah’ın hakikatlerini anlatan bir resul asla açığa çıkmaz. İşte taşkınlık içinde olup, şüpheler içinde olan o kimseler Allah’ın hakikatlerinden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine saparlar.
-35-
الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ وَعِندَ الَّذِينَ آمَنُوا كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
Ellezîne yucâdilûne fî âyâtillâhi bi gayri sultânin etâhum kebure makten indallâhi ve indellezîne âmenû kezâlike yatbaullâhu alâ kulli kalbi mutekebbirin cebbâr
Ellezîne yucadilun | : ki onlar, çekişme, kavga, tartışma, mücadele |
fî âyâti allâhi | : Allah’ın ayetleri hakkında |
bi gayri sultan | : olmaksızın, yetkili, delil, kudret sahibi, |
eta hum | : onlara geldi, sunuldu, |
Kebure makten | : büyüklenme, kibir, isteksizlik, öfke, |
inde Allah | : ona ait, onda, Allah hakkında |
Ve inde ellezi amenu | : hakkında, iman edenler |
Kezâlike yatbau | : işte böyle, mühürler, kapalıdır |
Allahu alâ kulli kalbi | : Allah’a karşı, hepsinin kalbleri |
Mutekebbirin cebbarin | : büyüklenen, kibirlenen, zorbalık halinde olanlar |
35- Onlar; bir delil olmaksızın Allah’ın ayetleri hakkında tartışmaya giren kimselerdir. Allah’a ait olan hakikatler hakkında ve iman eden kimseler hakkında bir öfke içindedirler, kibirlidirler. İşte Allah’a karşı büyüklenenlerin, zorbalık halinde olanların hepsinin kalbleri hakikatlere kapalıdır.
-36-
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَّعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ
Ve kâle firavnu yâ hâmân ubni lî sarhan leallî eblugul esbâb
ve kâle firavn ya haman | : dedi, firavun, ya haman |
Ebni li sarhan | : inşa et, bana, kule, yüksek kule |
Leallî eblugu | : beklide, erişirim |
el esbabe | : vesile, yollar, sebeb, vasıta, |
36- Firavun dedi ki: Ey haman! Bana yüksek bir bina inşa et, belki de ben o sebeple erişirim.
-37-
أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَى إِلَهِ مُوسَى وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ كَاذِبًا وَكَذَلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُوءُ عَمَلِهِ وَصُدَّ عَنِ السَّبِيلِ وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ إِلَّا فِي تَبَابٍ
Esbâbes semâvâti fe attalia ilâ ilâhi mûsâ ve innî le ezunnuhu kâzibâ ve kezâlike zuyyine li firavne sûu amelihî ve sudde anis sebîl ve mâ keydu fir’avne illâ fî tebâb
Esbâbe el semavat | : sebep, yol, ulvi aleme, gök, |
fe attalia | : böylece, sonra, ulaşırım, |
ilâ ilâhi Musa | : Musa’nın ilahına |
ve inni le ezunnu hu kâziben | : ben zannederim, o yalancı |
ve kezâlike zuyyine li firavn | : işte böylece, firavun büyüklendi, süslendi |
Sûu emali hi | : onun kötü amelleri |
ve sudde an el sebil | : o yolda başarılı olamadı |
ve mâ keydu firavn | : değil, olmadı, hile, tuzak, firavun, |
illa fi tebabin | : ancak, sadece, kayıp içinde |
37- Ulvi Âlem’e yol bulurum, böylece Musa’nın ilahına ulaşırım ve ben zannederim ki o bir yalancı. İşte böylece firavun kötü amelleriyle büyüklendi ve o yolda başarılı olamadı ve firavunun hileleri tutmadı, ancak hüsran içinde kaldı.
-38-
وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُونِ أَهْدِكُمْ سَبِيلَ الرَّشَادِ
Ve kâlellezî âmene yâ kavmittebiûni ehdikum sebîler reşâd
ve kâle ellezi amene | : dedi, iman edenlere |
Ya kavmi ittebiûni | : ey kavmim, insanlar, bana uyun |
ehdi-kum | : sizi ulaştırayım, yol göstereyim, |
sebile el reşat | : irşat etme, irşat yolu, doğru yola ulaştırma |
38- İman eden o kimse dedi ki: Ey insanlar! Bana uyun ki sizi irşat yoluna ulaştırayım.
-39-
يَا قَوْمِ إِنَّمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَإِنَّ الْآخِرَةَ هِيَ دَارُ الْقَرَارِ
Yâ kavmi innemâ hâzihil hayâtud dunyâ metâun ve innel âhirete hiye dârul karâr
Yâ kavmi innema hazihi | : ey kavmim, sadece, bu, o |
el hayâtu ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
metaun | : metalanma, faydalanma, yarar, |
ve inne el ahiret | : muhakkak, sonunda, sonuçta, ahiret |
hiye dar | : o, ev, mekân, yurt, yer, her yer, |
el karar | : devamlı, ölçülülük, sabit, değişmez, |
39- Ey kavmim! Dünya hayatı sadece faydalanma yeridir ve muhakkak ki sonuçta bütün mekânların değişmez sahibi O’dur.
-40-
مَنْ عَمِلَ سَيِّئَةً فَلَا يُجْزَى إِلَّا مِثْلَهَا وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ يُرْزَقُونَ فِيهَا بِغَيْرِ حِسَابٍ
Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve muminun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb
Men amile seyyieten | : kim, amel, çaılma, günah, kötü şeyler yaptı |
Fe lâ yuczâ | : böylece, ceza, karşılık, |
illa misle ha | : ancak onun misli kadar |
Ve men amile salihan | : kim yapar, dosdoğru iyi çalışma |
Min zekerin ev unsa | : erkek veya kadın |
ve huve müminun | : o müminlerden |
fe ulâike | : işte onlar, |
yedhulune el cennet | : dâhil olur, girer, huzur, cennet, |
Yurzekûne fiha | : faydalanır, rızıklanır, o hakikatler hakkında, |
bi gayri hisab | : hesapsız, sonsuz, |
40- Kim kötü şeyler yaparsa, böylece misli kadar karşılık görür. Erkek ve kadınlardan kim dosdoğru iyi çalışmalarda olursa, o müminlerdendir. Böylece işte onlar huzur içinde olurlar, o hakikatlerden sonsuz bir şekilde faydalanırlar.
-41-
وَيَا قَوْمِ مَا لِي أَدْعُوكُمْ إِلَى النَّجَاةِ وَتَدْعُونَنِي إِلَى النَّارِ
Ve yâ kavmi mâ lî edûkum ilen necâti ve tedûnenî ilen nâr
Ve ya kavmi | : ey kavmim, insanlar, |
ma li edu kum | : ne, şey, değil, kendim için değil, sizi davet ediyorum |
ilâ el necâti | : ancak kurtuluşa |
ve tedûne nî | : siz beni çağırıyorsunuz, davet ediyorsunuz, |
ila en nar | : ancak ateşe, yakıp yıkıcı hallere, |
41- Ey kavmim! Sizi kurtuluştan başka bir şey için davet etmiyorum. Siz ise beni ancak ateşe davet ediyorsunuz.
-42-
تَدْعُونَنِي لِأَكْفُرَ بِاللَّهِ وَأُشْرِكَ بِهِ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَأَنَا أَدْعُوكُمْ إِلَى الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ
Tedûnenî li ekfure billâhi ve uşrike bihî mâ leyse lî bihî ilmun ve ene edûkum ilel azîzil gaffâr
tedûne-nî | : siz beni çağırıyorsunuz, davet ediyorsunuz, |
li ekferu bi Allah | : Allah’ın hakikatlerini örtmeye, kabul etmemeye, |
ve uşrike bihi | : şirk koşmaya, ortak koşmaya, ona, |
Ma leyse li bihî ilmun | : bir ilme dayalı olmayan şey |
Ve ene edû-kum | : ben sizi çağırıyorum, davet etme |
ilâ el azîzi el gaffar | : ancak, tüm değerlerin sahibinin yüceliğine, bağışlayan, |
42- Siz beni; Allah’ın hakikatlerini görmemezlikten gelip örtmeye ve bir ilme dayalı olmayan şeylerle, O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben sizi ise; ancak tüm değerlerin yüce sahibine, mağfiret sahibine davet ediyorum.
-43-
لَا جَرَمَ أَنَّمَا تَدْعُونَنِي إِلَيْهِ لَيْسَ لَهُ دَعْوَةٌ فِي الدُّنْيَا وَلَا فِي الْآخِرَةِ وَأَنَّ مَرَدَّنَا إِلَى اللَّهِ وَأَنَّ الْمُسْرِفِينَ هُمْ أَصْحَابُ النَّارِ
Lâ cereme ennemâ tedûnenî ileyhi leyse lehu davetun fîd dunyâ ve lâ fîl âhireti ve enne mereddenâ ilâllâhi ve ennel musrifîne hum ashâbun nâr
lâ cereme | : bir zararı bir faydası yok, |
enne ma teduneni | : doğrusu, çağırdığınız şeyler, |
İleyhi leyse lehu davetun | : ona, değil, onun hiçbir çağrısı olmaz, davet, |
Fi el dünya | : dünya için, yaşamında, |
ve lâ fi el ahiret | : yoktur, ahiret için, sonunuz |
ve enne mereddena | : sadece, dönüp yönelmek, red, biz |
ila Allah | : Allah’a, Allah için, |
Ve enne el musrifîne | : muhakkak müsrifler, taşkınlık yapan |
Hum ashabun nar | : onlar, sahib, ateş, yakıp yıkıcı olan, |
43- Sizin beni çağırdığınız şeylerin bir zararı da bir faydası da yoktur. O şeylerin dünya için ve sonunuz için hakikatler hakkında bir davetleri yoktur. Biz sadece Allah’a yöneliyoruz. Muhakkak ki taşkınlık içinde olanlar, yakıp yıkıcı hallere sahip olanlardır.
-44-
فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ
Fe se tezkurûne mâ ekûlu lekum ve ufevvidu emrî ilâllâh innallâhe basîrun bil ibâd
Fe se tezkurûn | : bundan sonra hatırlamak, |
ma ekulu lekum | : şeyler, size söylenen, |
ve ufevvidu | : yetki, havale, |
emri ila Allah | : iş, işleyiş, hüküm, var oluş, Allah |
inne Allâh | : muhakkak, Allah |
basirun | : gösteren, basiret, içteki dıştaki işin sırrın sahibi |
bi el ibad | : kullarına |
44- Bundan sonra size söylediğim şeyleri hatırlayın, ibret alın. Bütün varlığın işleyişi ancak Allah’ın yetkisindedir. Muhakkak ki Allah kullarına her an hakikatleri gösterir.
-45-
فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ
Fe vekâhullâhu seyyiâti mâ mekerû ve hâka bi âli firavne sûul azâb
Fe veka hu Allah | : böylece, korudu, onu, Allah, |
Seyyiat | : fena haller, günahlar, |
mâ mekerû | : şey, ne, değil, hile, tuzak, kurnazlık, aldatma, |
ve hâka bi ali firavne | : yakalamak, sarmak, kalmak firavun ailesini |
sûu el azâbi | : kötü, sıkıntı, azap |
45- Böylece o iman eden kimse, Allah’a karşı fena hallere düşmekten, hileli şeylerden korundu. Firavun ailesi de kötü sıkıntılarda kaldı.
-46-
النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُوا آلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ
En nâru yuradûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ ve yevme tekûmus sâah edhılû âle firavne eşeddel azâb
en nâru | : ateş, yakıcı olan, yakıp yıkıcı haller, |
yuradune aleyha | : sunma, vermek, arz olunma, onlara, onların, |
Guduvven ve aşiyen | : sabah ve akşam, her zaman |
ve yevme tekumu | : gün, zaman, vakit, her zaman, vuku bulur, olur, |
el sâatu edhılu | : saat, her vakit, girmek, dâhil olur |
âle firavne | : firavunun ailesi, |
eşedde el azabi | : daha fazla sıkıntılarda |
46- Onların istedikleri, sabah akşam yakıp yıkıcı hallerde olmaktır. Firavun ailesi günlerini, vakitlerini hep o hallerle geçirip daha fazla sıkıntılarda kaldılar.
-47-
وَإِذْ يَتَحَاجُّونَ فِي النَّارِ فَيَقُولُ الضُّعَفَاء لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ أَنتُم مُّغْنُونَ عَنَّا نَصِيبًا مِّنَ النَّارِ
Ve iz yetehâccûne fîn nâri fe yekûlud duafâu lillezînestekberû innâ kunnâ lekum tebean fe hel entum mugnûne annâ nasîben minen nâr
Ve iz yetehâccûne | : tartışırlar, uyuşmazlık, |
fi el nar | : yakıp yıkıcı haller içinde, ateş içinde, |
Fe yekûlu el duafu | : böylece derler, söylerler, zayıf olan |
li ellezîne istekberû | : kibirlenenlere |
İnnâ kunna lekum tebean | : doğrusu biz olduk, size uyduk, tâbi olduk |
Fe hel entum mugnune | : artık, siz, uzaklaştırabilir misiniz? |
annâ nasiben | : bizden, nasib, pay, o haller, |
min el nar | : bizden pay, nasip, düşen, ateş, yakıp yıkıcı, |
47- Yakıp yıkıcı haller içinde olanlar birbirleriyle tartıştıkları zaman, zayıf olanlar büyüklenenlere derler ki: Doğrusu biz size uyduk, artık siz yakıp yıkıcı hallerde olmaktan bizi uzaklaştırabilir misiniz?
-48-
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُلٌّ فِيهَا إِنَّ اللَّهَ قَدْ حَكَمَ بَيْنَ الْعِبَادِ
Kâlellezî nestekberû innâ kullun fîhâ innallâhe kad hakeme beynel ibâd
Kâle ellezine istekberu | : dedi, onlar, büyüklenenler, kibirlenen |
İnnâ kullun fiha | : doğrusu, hepimiz, orada, burada, o hallerde |
inne allâhe kad hakem | : muhakkak Allah, hükmün sahibi, hakim olan, |
Beyne el ibadi | : arasında, kulları |
48- Büyüklenen o kimseler: Hepimiz o hallerdeyiz, derler. Muhakkak ki Allah kulları arasında hükmün sahibidir.
-49-
وَقَالَ الَّذِينَ فِي النَّارِ لِخَزَنَةِ جَهَنَّمَ ادْعُوا رَبَّكُمْ يُخَفِّفْ عَنَّا يَوْمًا مِّنَ الْعَذَابِ
Ve kâlellezîne fîn nâri li hazeneti cehennemedû rabbekum yuhaffif annâ yevmen minel azâb
ve kâle ellezine | : dedi, ki onlar, o kimseler, |
fi el nar | : yakıp yıkıcı haller içinde, ateş içinde |
li hazeneti | : için, değerler, bekçiler, koruyanlar, muhafız, güvenli, |
cehenneme | : cehaletin cehennemi |
Udû rabbe kum | : isteyin, dua edin, yalvarın, rabbinize, |
yuhaffif | : hafifletsin, kaldırsın, |
annâ yevmen min el azab | : bizden, vakit, zaman, an, gün, sıkıntıyı, azabı |
49- Cehaletin o hallerini değer görmüş, yakıp yıkıcı haller içinde olan o kimseler derler ki: Rabbinize dua edin, o vakit sıkıntıları bizden kaldırsın.
-50-
قَالُوا أَوَلَمْ تَكُ تَأْتِيكُمْ رُسُلُكُم بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا بَلَى قَالُوا فَادْعُوا وَمَا دُعَاء الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ
Kâlû e ve lem teku tetîkum rusulukum bil beyyinât kâlû belâ kâlû fedû ve mâ duâul kafirîne illâ fî dalal
Kâlû e ve lem teku | : dediler, olmadı mı? |
teti kum | : size gelen, |
resulu-kum | : resul, siz, |
bi el beyyinat | : apaçık açıklamak, |
Kâlû bela | : dediler, evet, geldi, |
kalu fe udu | : dediler öyleyse davet, dua edin, yardım, yönelin, |
ve ma duâu | : yönelmez, dua etmez, istemez, |
el kâfirîne | : olmaz, istemek, hakikatleri görmeyip örtenlerin |
İllâ fi dalalin | : ancak onlar dalalet, cehaletine sapmak, |
50- Dediler ki: Size hakikatleri apaçık açıklayan Resul gelmedi mi? Geldi, dediler. Onlar da: Öyleyse neden yönelmediniz, dediler. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelenler yönelmezler, onlar ancak hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine saparlar.
-51-
إِنَّا لَنَنصُرُ رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ يَقُومُ الْأَشْهَادُ
İnnâ le nensuru rusulenâ vellezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ ve yevme yekûmul eşhâd
İnnâ le nensuru | : biz, elbette, yardım ederiz, yardımımız, |
resule na | : hakikatleri gösterenler, anlatanlar, biz, hakikatlerimiz |
ve ellezîne âmenû | : iman edenlere |
Fi el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı içinde, yaşantılarında, |
Ve yevme yekume | : gün, zaman, varolan, mevcut, ister, |
el eşhad | : arıyan, şahit, bilmek, tanık, |
51- Hakikatlerimizi apaçık anlatanlar ve yaşantılarında iman içinde olan kimseler, elbette Bizim yardımımızı anlarlar ve her zaman hakikatleri bilmek isterler.
-52-
يَوْمَ لَا يَنفَعُ الظَّالِمِينَ مَعْذِرَتُهُمْ وَلَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ
Yevme lâ yenfeuz zâlimîne maziretuhum ve lehumullânetu ve lehum sûud dâr
Yevme la yenfeu | : gün, zaman, vakit, fayda yok, yarar, |
el zalimin | : zalim, kötülük eden, zülüm edenler |
maziretu-hum | : mazeret, kabahat, özürleri, bahane, yardım, onlar |
ve lehum el lânetu | : onlar, Allah’ın rahmetinden uzaklaşma |
ve lehum suu el dar | : onlar, kötülüğü yurt edinirler |
52- Zalimlerin mazeret üretmelerinin hiçbir zaman onlara bir faydası yoktur ve onlar Allah’ı idrak edemeyip, rahmetten uzaklaşırlar ve onlar kötülüğü yurt edinirler.
-53-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْهُدَى وَأَوْرَثْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ الْكِتَابَ
Ve lekad âteynâ mûsel hudâ ve evresnâ benî isrâîlel kitâb
Ve lekad ateyna | : doğrusu, andolsun, verdik, sunduk, |
Musa el huda | : Musa, yol gösterme, doğru yolu bulmak, tevhid, hidayet |
ve evresna | : varis, bıraktık, miras bıraktık |
beni israil | : israiloğulları, yakubun oğulları, hak yolunda gidenler |
el kitab | : kitab, hakikatlerin sözleri |
53- Doğrusu Musa sunduğumuz hakikatleri anlayanlardandı, doğru yol üzereydi. İsrail oğullarına da hakikatlerin sözlerini miras bıraktık.
-54-
هُدًى وَذِكْرَى لِأُولِي الْأَلْبَابِ
Huden ve zikrâ li ulîl elbâb
Huden | : yol gösterme, doğru yola iletme, |
ve zikra | : zikr, anmak, hatırlatmak, öğüt, |
Li ulî el elbâbi | : akıl sahipleri için, hakk üzere aklını işletenler |
54- Hakikatlerin sözleri, hakk üzere aklını işletenler için yol göstermedir ve öğüttür.
-55-
فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنبِكَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِبْكَارِ
Fasbir inne vadallâhi hakkun vestagfir li zenbike ve sebbih bi hamdi rabbike bil aşiyyi vel ibkâr
fe ısbir | : bundan sonra sabret, |
inne vade Allah hakk | : muhakkak, vaad, açığa çıkan, sözleri, Allah, hak, gerçek, |
ve istagfir li zenbi ke | : hatasını anlama, bir daha yapmamak için uğraşmak |
Ve sebbih | : tesbih et, fiil, sıfat, zat tecelli idrak et, yüzen, |
bi Hamdi rabbike | : hamd, tüm niteliklerin sahibi, rabbin, vücudlandıran, |
bi el aşiyyi ve ibkari | : akşam ve sabah, her zaman |
55- Bundan sonra sabret. Muhakkak ki Allah’ın vaadi hakktır. Düştüğün hataları anla, bir daha yapmamak için gayret göster. Her zaman, seni vücudlandıranın tüm niteliklerin sahibi olduğunu anla, fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak et.
-56-
إِنَّ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ إِن فِي صُدُورِهِمْ إِلَّا كِبْرٌ مَّا هُم بِبَالِغِيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
İnnellezîne yucâdilûne fî âyâtillâhi bi gayri sultânin etâhum in fî sudûrihim illâ kibrun mâ hum bi bâligîh festeiz billâh innehu huves semîul basîr
İnne ellezine | : muhakkak onlar, o kimseler |
yucadilune | : kavga, tartışma, cedelleşme |
Fi âyâti allâhi | : için, hakkında, Allah’ın ayetleri, işaretleri |
bi gayri sultanin | : delil, yetki, hüccet, kuvvet, delil olmaksızın, |
eta hum | : gelen, sunulan, verilen, onlara gelen |
İn fi sudûri-him | : onlarda, içinde, onların gönüllerinin içinde, |
illa kibrun | : vardır, ancak, sadece, kibir, büyüklenme, küçük görmek |
Ma hum bi bâligî-hi | : onlar değil, ona ulaşacak olan |
Fe isteiz bi allâhi | : bundan sonra, Allah’a sığın, sarıl, |
innehu huve | : muhakkak ki ondandır |
el semi el basir | : işitmek, basiret, gördüren, |
56- Bir delil olmaksızın, Allah’ın ayetleri hakkında tartışmaya giren kimseler ise, onların gönüllerinde kibir vardır. Onlar hakikatlere ulaşacak olanlar değildir. Bu hallerden Allah’a sığının. Muhakkak ki O işittirendir, gördürendir.
-57-
لَخَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَكْبَرُ مِنْ خَلْقِ النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Le halkus semâvâti vel ardı ekberu min halkın nâsi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Le halku | : elbette, halk edilen, var oluş, |
el semavat ve el ard | : gökler ve yer |
Ekberu | : yücelik vardır, |
min halkı el nasi | : insanların halkiyetinde, var oluşunda |
Velakin ekser el nas | : lakin insanların çoğu |
la yalemun | : bilemiyorlar, |
57- Elbette göklerin ve yerin halk edilmesinde de, insanların halk edilmesinde de yücelikler vardır. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-58-
وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَلَا الْمُسِيءُ قَلِيلًا مَّا تَتَذَكَّرُونَ
Ve mâ yestevîl amâ vel basîru vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve lel musîu kalîlen mâ tetezekkerûn
Ve ma yestevi el ama | : bir değil, hakikati göremeyen , |
ve el basir | : hakikatleri gören, |
ve ellezîne âmenû | : iman edenler |
Ve amilu el sâlihâti | : hak yolunda dosdoğru çalışanlar |
ve lâ el musiu | : yok, değil, kötülük, kötü halleri yok edemeyen |
Kalilen ma tetezekkerûne | : az da olsa, hakikatleri düşünüp hakikatlerle bakma |
58- Hakikatleri gören ile hakikatleri görmeyen ve iman eden, iyi çalışmalar içinde olan ile kötülük yapan bir değildir. Az da olsa hakikatleri düşünüp o hakikatlerle bakmaz mısınız?
-59-
إِنَّ السَّاعَةَ لَآتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
İnnes sâate le âtiyetun lâ reybe fîhâ ve lâkinne ekseren nâsi lâ yûminûn
İnne el saat le atiyetun | : muhakkak, vakit, zaman, ölüm vakti, gelecek, |
lâ reybe fiha | : kuşku, şüphe yoktur, yanlış yoktur, ondan, bunda, |
ve lâkinne eksere | : lakin, fakat, çoğu |
El nas lâ yûminûne | : insan, inanmazlar, idrak edemez, |
59- O ölüm vakti muhakkak ki gelecektir, bunda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bunu idrak edemiyorlar.
-60-
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
Ve kâle rabbu kum udûnî estecib lekum, innellezîne yestekbirûne an ibâdetî se yedhulûne cehenneme dâhırîn
ve kale rabbu kum | : der, seslenir, söyler, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
uduni | : yönelin, davet edin, çağrı, beni arayın, |
Estecib lekum | : icabet, yönelmek, karşılık, size, kendinizde |
İnne ellezine yestekbirûne | : muhakkak onlar kibirlenirler |
an ibâdetî | : kulluk, kul olmak, bana kul olmak, |
se yedhulune | : dahil olma, girme, kalmak, |
Cehenneme | : cehaletin cehennemi, |
dahırine | : hakir, zelil, kaybetmiş, |
60- Sizi vücudlandıran, her an tüm varlığınızdan size: Kendinize yönelin, kendinizde Beni arayın, diye seslenir. Muhakkak ki kendilerini büyük görenler Bana olan kulluklarını anlayamazlar, hakir bir halde cehaletin cehenneminde kalırlar.
-61-
اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Allâhullezî ceale lekumul leyle li teskunû fîhi ven nehâre mubsırâ innallâhe le zû fadlin alen nâsi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yeşkurûn
Allâhu ellezi | : Allah, ki o, |
ceale lekum | : düzenledi, yaptı, kıldı, sundu, size |
el leyle li teskunu fihi | : geceyi sükûn, sessizlik, dinlenme, onda |
ve el Nehar mubsıren | : gündüzü gösterici, aydınlatıcı |
İnne Allah le zu fadl | : muhakkak Allah, sıfatların sahibi, |
ala el nas | : insandaki, |
ve lâkin ekser | : lakin çoğu, |
el nas la yeşrukun | : insanlar, yok, teslim etmez, minnettar olmaz |
61- Allah, ki O’dur içinde sükûnet olan geceyi ve aydınlık olan gündüzü size sunan. İnsandaki sıfatların sahibi muhakkak ki Allah’tır. Fakat insanların çoğu, kendilerinde olan sıfatların sahibinin Allah olduğunu bilip teslim etmezler.
-62-
ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ لَّا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ
Zâlikumullâhu rabbukum hâliku kulli şeyin lâ ilâhe illâ huve fe ennâ tufekûn
Zâlikum Allah | : işte Allah, |
rabbu kum | : sizin rabbinizdir, sizi vucudlandıran, |
Haliku kulli şey’in | : halk edendir, bütün her şeyi |
lâ ilâhe illa huve | : ilâh yoktur, o vardır |
Fe enna tufekune | : artık, cehalete dönmek, ayrılık, kesmek |
62- İşte Allah, sizi vücudlandırandır. Bütün her şeyi halk edendir. O’ndan başka güç yoktur. Artık hakikatleri bırakıp eski cehalet bilişlerinize dönecek misiniz?
-63-
كَذَلِكَ يُؤْفَكُ الَّذِينَ كَانُوا بِآيَاتِ اللَّهِ يَجْحَدُونَ
Kezâlike yufekullezîne kânû bi âyâtillâhi yechadûn
Kezâlike yufeku | : işte böyle, eski bilişlerine dönmek, |
ellezine kanu | : o kimseler, oldu, ayrılıkta kalan oldu, |
bi âyâti allâhi | : Allah’ın ayetleri, |
yechadune | : kabul etmeyen, idrak edemiyen, |
63- Allah’ın ayetlerini idrak edemeyip kabul etmeyenler, işte onlar hakikatleri bırakıp eski cehalet bilişlerine dönenlerdir.
-64-
اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ قَرَارًا وَالسَّمَاء بِنَاء وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَرَزَقَكُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ فَتَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
Allâhullezî ceale lekumul arda karâren ves semâe binâen ve savverekum fe ahsene suverekum ve razakakum minet tayyibât zâlikumullâhu rabbukum fe tebârekallâhu rabbul âlemîn
Allâhu ellezi ceale lekum | : Allah ki o düzenledi, sundu, yaptı, kıldı, sizi |
el arda | : yeryüzü, |
kararen | : düzen, kalınacak yer, sabit, ölçü, yaşam yeri |
ve el sema bina | : gökyüzü, inşa eden, kuran, düzenleyen, bina |
ve savvere-kum | : sizi şekil verdi, |
Fe ahsene suvere-kum | : böylece, güzelce, sizin suretleriniz |
ve razaka-kum | : sizi rızıklandırdı, fayda, yarar, tecelliler, |
Min el tayyibat | : tertemiz olarak, iyi şeyler |
Zâlikum Allah | : işte bu, Allah, |
rabbu kum | : rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Fe tebâreke Allah | : işte, sıfatlarıyla, zatıyla yüce olan Allah, |
rab el alemin | : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran, |
64- Allah, ki O’dur yeryüzünü kalınacak bir yaşam yeri olarak size sunan. Gökyüzünü oluşturan. Sizi sûretlendiren, böylece siz güzelce sûretlendiniz. Size tertemiz rızıklar verdi. İşte Allah, sizi vücudlandırandır, tüm varlığı da vücudlandırandır, Allah, sıfatlarıyla, zâtıyla yüce olandır.
-65-
هُوَ الْحَيُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Huvel hayyu lâ ilâhe illâ huve fedûhu muhlisîne lehud dîn el hamdu lillâhi rabbil âlemîn
Huve el hayy | : Diri olan odur, |
la ihale illa huve | : ilah yoktur, o vardır, |
Fe udû-hu muhlisine | : öyleyse, ona yönelik, içten samimi olarak |
Lehu el dine | : onun, din, varlığın yaradılış yasaları, sahibi |
el hamdu li Allah | : bütün nitelikler, tecelliler, Allah, |
rab el alemin | : âlemlerin rabbi, bütün varlığı vücudlandıran, |
65- Diri olan O’dur, O’ndan başka güç yoktur. Bundan sonra tüm içtenliğinizle O’na yönelin. Din O’na aittir. Bütün tecelliler, bütün varlığı vücudlandıran Allah’a mahsustur.
-66-
قُلْ إِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ لَمَّا جَاءنِيَ الْبَيِّنَاتُ مِن رَّبِّي وَأُمِرْتُ أَنْ أُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Kul innî nuhîtu en abudellezîne tedûne min dûnillâhi lemmâ câeniyel beyyinâtu min rabbî ve umirtu en uslime li rabbil âlemîn
Kul inni nuhitu | : anlat, de ki, ben, men edildim, uzak durdum, |
en el abudu | : kul olmak |
Ellezîne tedune | : ki onlar, tapmak, yönelmek, |
min duni Allah | : Allah’ tan başka |
Lemma caeniy | : geldiğim zaman, anladığım zaman, |
el beyyinâtu | : apaçık deliller |
min rabbî | : Rabbimden, beni vücudlandıran |
ve umirtu en uslime | : emrolundum, işleyişine teslim olmak, |
li rabbi el âlemîne | : âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücudlandıran, |
66- De ki: Beni vücudlandıranın apaçık delillerini anladığım zaman, şüphesiz ben Allah’tan başkasına yönelenlerin kulluk ettiği şeylerden uzak durdum ve ben tüm varlığı vücudlandıranın, tüm varlıktaki işleyişine teslim oldum.
-67-
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ يُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ ثُمَّ لِتَكُونُوا شُيُوخًا وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى مِن قَبْلُ وَلِتَبْلُغُوا أَجَلًا مُّسَمًّى وَلَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Huvellezî halakakum min turâbin summe min nutfetin summe min alakatin summe yuhricukum tıflen summe li teblugû eşuddekum summe li tekûnû şuyûhâ ve minkum men yuteveffâ min kablu ve li teblugû ecelen musemmen ve leallekum takılûn
Huve ellezi halaka kum | : ki o sizi yaratan, halk eden, var eden, |
min turab | : topraktan, suret vererek, |
summe min nutfet | : sonra nutfe den, yumurta, zigottan, |
Summe min alakatin | : sonra, alaka, bir damla embriyo |
Summe yuhricu kum tıflen | : sonra, siz çıkarılırsınız, bebek |
Summe li teblugû | : sonra, olgunluk içinde büyümek, erişmek, |
eşuddekum | : güçlenmek, kuvvetlenirsiniz |
Summe li tekunu şuyuha | : sonra, siz olursunuz, yaşlılık içinde |
ve minkum men | : sizden, kim |
yuteveffa minkablu | : kim vefat eder, vefalı, önceden |
ve li teblugu | : ulaşırsınız, varmak, |
ecel musemmen | : beli bir süre içinde ulaşırsınız, kiminiz, |
ve lealle-kum takılune | : umulur ki siz akıl edersiniz, düşünmek, |
67- Ki O sizi topraktan var edendir. Sonra bir nutfeden, sonra bir damla bağlanmış hücreden, sonra siz bebek olarak çıkarılırsınız. Sonra siz bir olgunluk içinde büyür güçlenirsiniz. Sonra bir yaşlılık içinde olursunuz ve sizden kiminiz önceden vefat eder ve kiminiz belli bir süreye kadar ulaşırsınız. Artık siz umulur ki düşünür, hakikatleri anlarsınız.
-68-
هُوَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ فَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Huvellezî yuhyî ve yumît fe izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn
Huve ellezi yuhyi | : ki o hayat verendir |
ve yumitu | : ölümü sunandır, sınırlayan |
Fe iza kada emren | : böylece olacağı zaman bir iş, o zaman sadece |
fe innema | : böylece, öyle ki, sadece, |
Yekûlu lehu kun | : der, ona ol, |
fe yekunu | : böylece olur |
68- Ki O hayat verendir ve ölümü sunandır. Böylece bir iş olacağı zaman sadece ona ol der, böylece olur.
-69-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ أَنَّى يُصْرَفُونَ
E lem tere ilellezîne yucâdilûne fî âyâtillâh ennâ yusrafûn
Elem tere ila ellezine | : görmedin mi? O kimseleri, |
Yucadilun | : tartışan, kavga eden, cedelleşmek, |
fi ayeti Allah | : ayetler hakkında, Allah |
enna yusrafun | : nasılda, israf, savurgan, gereksiz |
69- Allah’ın ayetleri hakkında tartışanları görmedin mi? Nasıl da hakikatlerin dışına çıkıp gereksiz konuşuyorlar.
-70-
الَّذِينَ كَذَّبُوا بِالْكِتَابِ وَبِمَا أَرْسَلْنَا بِهِ رُسُلَنَا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Ellezîne kezzebû bil kitâbi ve bimâ erselnâ bihî rusulenâ, fe sevfe yalemûn
Ellezîne kezzebu | : ki onlar, o kimseler, yalanladılar, |
bi el kitab | : kitabı, hakikatlerin sözleri, tüm varlık kitabı, |
Ve bima erselnâ | : şeyler, gönderdik, bildirdik, sunduk, açığa çıkardık |
bihi resul na | : onu, hakikatleri gösteren, resul, biz, hakikatlerimiz, |
Fe sevfe yalemûne | : bundan sonra, belkide, yakında bilirler |
70- İşte o kimseler hakikatlerin sözlerini yalanladılar ve açığa çıkardığımız şeyleri, hakikatlerimizi gösterenlerin söyledikleri sözleri anlayamadılar. Belki de onlar yakında bilirler.
-71-
إِذِ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَالسَّلَاسِلُ يُسْحَبُونَ
İzil aglâlu fî anâkıhim ves selâsil yushabûn
İz el aglalu | : o zaman, olarak, pranga, zahmet, zarif, |
fi anakı him | : boyun, benlik, yönelmek, tutunmak, |
Ve el selasilu yushabune | : zincir, bağlı, sürüklenmek, dolanmak, hareket etmek |
71- Onlar kendi benlik prangalarına bağlı olarak hareket ederler.
-72-
فِي الْحَمِيمِ ثُمَّ فِي النَّارِ يُسْجَرُونَ
Fîl hamîmi summe fîn nâri yuscerûn
Fi el hamim | : içlerinde, kaynama, yakınlık, akraba, dost |
Summe fi el nar yuscerune | : sonra, ateş, yakıp yıkıcı hallerle hareket etmek |
72- İçlerinde kaynayan öfke halleri, sonra da yakıp yıkıcı olan halleriyle hareket ederler.
-73-
ثُمَّ قِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تُشْرِكُونَ
Summe kîle lehum eyne mâ kuntum tuşrikûn
Summe kile lehum | : sonra, denildi, söylendi, soruldu, onlara |
Eyne ma kuntum tuşrikune | : nerede, nasıl, sizin ortak koştuğunuz şeyler |
73- Sonra da onlara, ortak koştuğunuz şeyler nerede, denir.
-74-
مِن دُونِ اللَّهِ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا بَل لَّمْ نَكُن نَّدْعُو مِن قَبْلُ شَيْئًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ الْكَافِرِينَ
Min dûnillâh kâlû dallû annâ bel lem nekun ned’û min kablu şeyâ kezâlike yudıllullâhul kâfirîn
Min duni Allah | : başka, zanna dayalı şeyler, Allah |
kalu dallu anna | : derler, uzaklaşmak, sapmak, bizden, kendimizden, |
Bel lem nekun | : hayır, bilakis, biz olamadık, değiliz, |
nedu | : yöneldiğimiz, taptığımız, |
min kablu şey | : daha önceden, şeyler |
Kezalike yudıllu Allah | : işte böyle, uzaklaşan, sapan, Allah |
el kafirine | : hakikati görmeyen örten, kabul etmeyen, |
74- Derler ki: Allah’ı bırakıp, zanna dayalı şeylere yöneldik, kendimizden uzaklaştık. Bilakis önceden yöneldiğimiz şeylerin ne olduğunu bilemedik. İşte böylece hakikatleri görmemezlikten gelenler Allah’ı anlamaktan uzaklaşırlar.
-75-
ذَلِكُم بِمَا كُنتُمْ تَفْرَحُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنتُمْ تَمْرَحُونَ
Zâlikum bimâ kuntum tefrehûne fîl ardı bi gayril hakkı ve bimâ kuntum temrehûn
Zâlikum | : işte bu, bundan dolayı, hallerden dolayı, |
bima kuntum | : sebebiyle, şeylerden, siz oldunuz, |
tefrehun | : şımarma, sevinç, önemsememe, aslından ayrılma |
fî el ardı bi gayrı | : yeryüzünde, dışına çıkan, başka, |
el hakk | : hak, gerçek, hakikat, |
Ve bima kuntum temrehune | : sebebiyle, üstünlük taslama, benlik, taşkınlık, |
75- İşte bu sebeple siz; yeryüzünde hakikatlerden başka şeylere yöneldiniz, hakikatleri önemsemediniz ve bu sebeple de siz bir benlik içinde kalıp taşkınlık ettiniz, diye bildirilir.
-76-
ادْخُلُوا أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ
Udhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ fe bise mesvel mutekebbirîn
Udhulû ebvabe | : dahil, girmek, bulunmak, kapılar, kısım, dolaşmak, |
cehennem | : cehalet cehennemi, yakıcı haller, |
Hâlidîne fiha | : devamlı, orada, o hallerde, |
Fe bise mesva | : böylece, ne kötü yer, halleri, |
el mutekebbir | : kibirlenenler, büyüklenen |
76- O halde olanlar, devamlı cehaletin cehenneminde bulunurlar. Bu hallerde olanların o kibirlilik halleri ne kötüdür.
-77-
فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ
Fasbir inne vadallâhi hakk fe immâ nuriyenneke badallezî neıduhum ev neteveffeyenneke fe ileynâ yurceûn
fe ısbir | : bundan sonra, artık, sabret, |
inne vade | : muhakkak, verilen söz, vaad, açığa çıkmak, tecelliler, |
Allah hak | : Allah, haktır, gerçek, |
Fe imma nuriyenne-ke | : böylece, sana, gösteririz, sana, hakikatleri gösteririz, |
bada ellezi | : bazı, bir kısım, biraz, bazı kimseler, ki o, |
neıdu hum | : açığa çıkardığımız, sözlerimiz, vaad, tecelliler, onlar, |
Ev neteveffeyenne-ke | : ya da bağlantı, sevgi bağı, vefat, vefa, teslimiyet, sen |
Fe ileyna yurceune | : böylece, aslınız olan bize dönmek, |
77- Bundan sonra sabret. Muhakkak ki gerçek olan, tüm varlıktan açığa çıkan Allah’ın tecellileridir. Sana her an her varlıktan hakikatleri gösteriyoruz. Bazı kimseler açığa çıkardığımız hakikatleri anlamaya çalışırlar ya da senin gibi Bize sevgiyle teslimiyet içinde olurlar. İşte böylece aslınız olan Bize dönersiniz.
-78-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِّن قَبْلِكَ مِنْهُم مَّن قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَمِنْهُم مَّن لَّمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ فَإِذَا جَاء أَمْرُ اللَّهِ قُضِيَ بِالْحَقِّ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْمُبْطِلُونَ
Ve lekad erselnâ rusulen min kablike minhum men kasasnâ aleyke ve minhum men lem naksus aleyk ve mâ kâne li resûlin en yetiye bi âyetin illâ bi iznillâh fe izâ câe emrullâhi kudıye bil hakkı ve hasire hunâlikel mubtılûn
ve lekad ersel na | : doğrusu, irsal, açığa çıktı, biz, |
resulen | : resuller, hakikati gösterenler, |
min kabli ke min hum | : senden önce, |
Minhum men kassana aleyke | : onlardan, bildiğin, kıssa, anlatan, sen |
ve minhum men | : onlardan, kim, |
lem naksus aleyk | : değil, kıssa, anlatmadık, bilmediğin, sen |
ve mâ kâne li resulin | : değildir, olmadı, resuller, hakikati gösteren |
en yetiye bi ayetin | : getirmesi, sunması, ayeti, delili, işaret |
İlla bi izni allâhi | : ancak, yetkili, icazet, Allah |
fe izâ cae emru Allah | : olduğunda, o zaman, geldi, sundu, işleyiş, Allah |
Kudiye | : takdir, tamamlamak, anlamak, varoluş, |
bi el hakkı | : hak, gerçek, |
ve hasire hunalike | : kaybederler, anlayamazlar, orada, |
el mubtılun | : boş olan, asılsız, olan, batıl olan, |
78- Doğrusu senden önce de Bizi anlatan resuller açığa çıktı. Onlardan senin bildiklerin de var, senin bilmediklerin de var. Her şeyde yetkili olan Allah’ın ayetlerinden başka bir şeyi resuller sunmadı. İşte kim, her varlıkta Allah’ın işleyişini anladığı zaman, tüm hakikatleri ile varoluşu anlayacaktır. Asılsız olan şeyler içinde olanlar ise anlayamazlar.
-79-
اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَنْعَامَ لِتَرْكَبُوا مِنْهَا وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ
Allâhullezî ceale lekumul enâme li terkebû minhâ ve minhâ tekulûn
Allâhu ellezi ceale lekum | : Allah, ki o, yaptı, düzenledi, sundu, kıldı, size, |
el enâme | : hareketli olan, varlık, tüm varlık, hayvanlar, |
li terkebu min ha | : binmek, yararlanmak, rakib, kontrol, inceleme, ondan |
Ve min ha tekulûne | : kiminden, onlardan, beslenmek, faydalanmak, |
79- Allah size hayvanları sundu, onların kimini incelersiniz ve kiminden de beslenirsiniz.
-80-
وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَلِتَبْلُغُوا عَلَيْهَا حَاجَةً فِي صُدُورِكُمْ وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ
Ve lekum fîhâ menâfiu ve li teblugû aleyhâ hâceten fî sudûrikum ve aleyhâ ve alel fulki tuhmelûn
ve lekum fiha menfiu | : sizin için, onda faydalar vardır, yararlar, |
Ve li teblugû | : için, ulaşırsınız, |
aleyha haceten | : onun üstünde ihtiyaç, onların, |
Fi sudûri-kum ve aleyha | : Gönülleriniz içinde onlara yer verin |
ve alâ el fulki tuhlemune | : üzerinde, uzağa, yük taşımak |
80- Sizin için onlarda faydalar vardır ve bir yere ulaşmak için onların üstünde yolculuk yaparsınız ve onlarla uzağa yük taşırsınız. Gönüllerinizin içinde onlara yer verin.
-81-
وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَأَيَّ آيَاتِ اللَّهِ تُنكِرُونَ
Ve yurîkum âyâtihî fe eyye âyâtillâhi tunkirûn
Ve yuri kum ayati hi | : gösteriyor, size, deliller, ayetler, o, Allah |
Fe eyye | : bundan sonra, artık, hangisi, nasıl, |
ayati Allah tunkirun | : ayet, delil, Allah, inkâr edebilirsiniz? |
81- Allah size ayetlerini tüm varlıktan her an gösteriyor. Bundan sonra Allah’ın ayetlerinin hangisini inkâr edebilirsiniz?
-82-
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَانُوا أَكْثَرَ مِنْهُمْ وَأَشَدَّ قُوَّةً وَآثَارًا فِي الْأَرْضِ فَمَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُوا يَكْسِبُونَ
E fe lem yesîrû fîl ardı fe yenzurû keyfe kâne akıbetullezîne min kablihim kânû eksere minhum ve eşedde kuvveten ve âsâren fîl ardı femâ agnâ anhum mâ kânû yeksibûn
E ve lem yesîrû | : dolaşmıyorlar mı? Gezip dolaşmazlar mı? |
fi el ardı | : yeryüzünde, |
Fe yenzurû | : artık baksınlar, bakıp görsünler, |
keyfe kane akibetu | : nasıl oldu, akibet, işin sonuç |
Ellezîne kanu | : ki onlar oldular, |
min kabli him | : onlardan öncekiler |
Kânû eksere minhum | : oldu, idi, çoğu, çokluk, kalabalık, onların, |
Ve eşdedde kuvveten | : daha fazla, kuvvet, güç, |
ve âsâran fi el ard | : eserler, yapıt, izler, yeryüzünde |
Fe ma agna anhum | : fakat, fayda vermedi, onlardan |
Ma kanu yeksibun | : olmadı, kazananlardan |
82- Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl olmuş bakıp ta görmezler mi? Onlardan daha güçlü, daha kalabalık olanlar oldu ve yeryüzünde eserler bıraktılar. Fakat onların kazandıkları şeylerin onlara bir faydası olmadı.
-83-
فَلَمَّا جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَرِحُوا بِمَا عِندَهُم مِّنَ الْعِلْمِ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Fe lemmâ câethum rusuluhum bil beyyinâti ferihû bimâ indehum minel ilmi ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn
Fe lemma caet hum | : böylece onlara, geldiği zaman, |
resulu hum | : resul, hakikati gösteren, onlardan |
bi el beyyinâti | : apaçık beyyinelerle, belgelerle, |
ferihu | : şımarma, alaycı davranma, ferahlama, |
Bima inde-hum | : o şey, yanlarında, ilimden |
min el ilmi | : bir ilim, bilgi, |
Ve haka bi-him | : sardı, sarılı, onları |
Mâ kanu bihi yestehziune | : şey, oldu, onunla, alay etmek, önemsememek, |
83- Onlara; onların kendinden, hakikatleri apaçık açıklayan Resuller geldiği zaman, kendilerindeki bilgiyi bir şey sanıp alaycı davrandılar. Onlar alay ettikleri şeylerle sarılıydılar.
-84-
فَلَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا قَالُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِهِ مُشْرِكِينَ
فَلَمْ يَكُ يَنفَعُهُمْ إِيمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا
Fe lemmâ reev besenâ kâlû âmennâ billâhi vahdehu ve kefernâ bimâ kunnâ bihî muşrikîn fe lem yeku yenfeuhum îmânuhum lemmâ reev besenâ
Fe lemma reev | : böylece, olduğu zaman, gördüklerinde, |
besena | : acı, sıkıntı, zorluk, biz, |
Kâlû amenna bi Allah | : dediler, inandık, Allah |
Vahde hu | : birlik, teklik, onun, |
ve kefernâ | : inkâr ettik, kabul etmedik, |
bima kunna | : o şeyi, biz olduk |
Bi hi muşrikîne | : ona müşriklik, şirk koşmak, ortak koşmak |
fe lem yeku yenfeu hum | : işte, olmadı, olmaz, yoktur, fayda, yarar, onlar |
îmânu-hum | : onların imanı, inanmaları, |
Lemmâ reev | : görmek, gördükleri zaman, |
Bese na | : acı, sıkıntı, zorluk, biz, |
84- Böylece onlar bir zorluk gördükleri zaman: Allah’a ve O’nun tek olduğunu inandık, O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik, dediler. İşte, bir zorluk gördüklerinde, o zorluktan dolayı iman edenlerin imanları, onlara bir fayda vermez.
-85-
سُنَّتَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ فِي عِبَادِهِ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ
Sunnetâllahilletî kad halet fî ibâdih ve hasire hunâlikel kâfirûn
sunnete | : varlığın işleyiş yasaları, yaratma incelikleri, kanunları, |
allâhi elleti | : Allah’ın, ki o, |
kad halet | : gelip geçti, geçmişten geleceğe, |
fi ibadi hi | : içinde, ayrı değil, hakkında, kulluk, kul olan, o |
ve hasire hunalike | : hüsran, kayıptadırlar, orada, vardır, |
el kafirun | : hakikatleri görmeyip örten, kabul etmeyen, |
85- Geçmişten geleceğe varlığın işleyişindeki yasalar Allah’a aittir. O kullarından ayrı değildir. İşte hakikatleri görmemezlikten gelenler, bunları anlayamadıklarından dolayı hüsrandadırlar.