MÜ’MİNÛN SÛRESİ

 

-1-

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

Kad eflehal muminun

Kad efleha : felah, kurtuluş, özü anlama, halk zevki, başarmak
el müminun : müminler, emin olanlar,

 

1- Müminler felah bulanlardır.

 

-2-

الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn

Ellezîne hum : o kimseler, onlar
fî salâti-him : salât, bağlılık, her an hakka bağlı olma durumu,
haşiun : huşu, huzur, manevi haz,

 

2- O kimseler; huşu içinde, her an Hakk’a bağlı olma şuurundadırlar.

 

-3-

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

Vellezîne hum anil lagvi muridûn

ve ellezîne hum : o kimseler, onlar
an el lagvi : boş söz, batıl olan, aslı olmayan söz,
muridun : yüz çevirmek, dönen,

 

3- O kimseler; aslı olmayan sözlerden dönmüşlerdir.

 

-4-

 وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ

Vellezîne hum liz zekâti fâilûn

ve ellezîne hum : o kimseler, onlar
li ez zekati : zekât, firasetle temizlenmek, kendindekini paylaşmak
failun : fail olan, yapan, işleyen,

 

4- O kimseler; fâil olanı bilirler, temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşanlardır.

 

-5-

وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ

Vellezîne hum li furûcihim hâfizûn

ve ellezîne hum : o kimseler, onlar
li furûci-him : ikilik, yarılma, iffet,
hafizun : muhafaza eden, koruyan,

 

5- O kimseler; ikiliğe düşmekten korunmuşlardır.

 

-6-

إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum fe innehum gayru melûmîn

İlla ala ezvaci him : ancak, aynı yolda olan, eş, tür, birlik üzere, onlar
Ev ma meleket eymanuhum : yada, değil, sahib, elleri, güçleri, hareket, onlar
fe inne-hum gayru : muhakkak onlar, değil, başkası,
melumin : Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran.

6- Onlar, ancak birlik üzeredirler ve onlar kendilerindeki gücün sahibi olmadıklarını bilirler. Muhakkak ki onlar Melâmî’lerden başkası değildir.

 

-7-

فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاء ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ

Fe menibtegâ verâe zâlike fe ulâike humul âdûn

Fe men ibtega : artık, kim, isterse, arar, amaç, arzular,
verae zalike : arkası, gerisi, eski cehaletleri, bu,
fe ulâike hum adun : işte onlar, haddi aşanlar, saldırgan, dönen, adetler

 

7- Bundan sonra kim hakikatlerden geri döner, eski cehalet bilişlerini ararsa, işte onlar adetlerde kalıp haddi aşanlardır.

 

-8-

  وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ

Vellezîne hum li emânâtihim ve ahdihim râûn

ve ellezîne hum : o kimseler, onlar, müminler,
li emanathim : emanetlerine
ve ahdi-him : ahd, sözlerine, onlar,
raun : riayet, uyan, duran, sadık olan

 

8- Müminler; emanetlere ve verdikleri sözlere uyanlardır.

 

-9-

وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ

Vellezîne hum alâ salavâtihim yuhâfızûn

ve ellezîne hum : o kimseler, onlar
Ala salavat him : dua, saygı, her an hakka bağlı olma, her şeyiyle yönelme
yuhafızun : korur, muhafaza eder, hep o şuurda durur, öyle hareket eder

 

9- Müminler; her an, her şeyleriyle Hakk’a bağlılık üzere hareket ederler, o şuurlarını muhafaza ederler.

 

-10-

أُوْلَئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ

Ulâike humul vârisûn

Ulâike hum : işte onlar,
el varisun : varis, miras, hakikatlerin sırları, tevhit ilmi

 

10- İşte onlar Tevhid ilminin varisleridirler.

 

-11-

الَّذِينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Ellezîne yerisûnel firdevs hum fîhâ hâlidûn

Ellezîne yerisun : o kimseler, varisçi, teslim alan,
el firdevs : halk da hak zevki, tecellileri idrak etme huzuru,
Hum fiha halidun : onlar, orada, o halde, ebedi, devamlı

 

11- Halkta Hakk zevki o kimseleri teslim almıştır. Onlar devamlı o haldedirler.

 

-12-

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن سُلَالَةٍ مِّن طِينٍ

Ve lekad halaknal insâne min sulâletin min tîn

ve lekad halakna : andolsun, gerçek olan şu ki, varettik, yarattık
el insan : insan, öz taşıyan,
min sulâlet : soy, soydan gelen, akıp gelen, meni akıntısı,
min tinin : balçık, toprak, bir öz,

 

12- Gerçek olan şu ki, insanı akıp gelen bir özden varettik.

 

-13-

 ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ

Summe cealnâhu nutfeten fî karârin mekîn

Summe cealna hu : sonra, kıldık, düzenledik, tuttuk, onu,
nutfe : iki hücrenin birleşimi, meni, duru su, zigot,
fî karârin : kararında, sağlam, sabit, ölçülü, karargâh, mesken,
mekin : kuvvetli, güçlü, yerleşmiş, oturmuş, sakin, sağlam,

 

13- Sonra onu sağlam bir meskende nutfe olarak düzenledik.

 

-14-

 ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

Summe halaknen nutfete alakaten fe halaknel alakate mudgaten fe halaknel mudgate ızâmen fe kesevnel izâme lahmen summe enşenâhu halkan âhar fe tebârekallâhu ahsenul hâlikîn

Summe halakna el nutfete : sonra, halk ettik, yarattık, nutfe, damla,
alakaten : bağlanan, alaka, iliştirdik
fe halaknâ : sonra, yarattık, halk ettik,
el alakat mudgate : alaka, bağlanan, embriyo, cenin
fe halaknâ : sonra, yarattık, oluşturduk, halk ettik,
el mudgat izamen : cenin, embriyo, kemik
fe kesevnâ : sonra, giydirdik,
el izame lahmen : kemik, et
Summe enşena hu : sonra, inşa ettik, şekil verdik, onu vucutlandırdık
Halkan ahara : halkıyat, insan, varoluş, varlık, başka, diğer, son
Fe tebâreke Allah : işte, kutlu, verimli, mübarek, zatıyla yüce olan, Allah
Ahsenu el halikin : en güzel, halk edici, var eden,

 

14- Sonra da halkettiğimiz nutfeyi bağlayıp iliştirdik. Sonra bağlayıp iliştirdiğimizi embriyo halinde geliştirdik. Sonra embriyodan kemikler oluşturduk. Sonra da kemiklere etler giydirdik. Sonra da onu vücudlandırdık. Sonunda onu halk olarak çıkardık. İşte Allah en güzel biçimde halkeden, tüm varlığı Zatıyla tutandır.

 

-15-

ثُمَّ إِنَّكُمْ بَعْدَ ذَلِكَ لَمَيِّتُونَ

Summe innekum bade zâlike le meyyitûn

Summe inne kum : sonra, muhakkak, doğrusu, siz
bade zâlike : bundan sonra, belli bir süre sonra
le meyyitun : elbette, ölümlü olan

 

15- Sonra muhakkak ki siz, belli bir süre sonra elbette ölümü anlayacaksınız.

 

-16-

ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ

Summe innekum yevmel kıyâmeti tubasûn

Summe inne kum : sonra, muhakkak, doğrusu, siz
yevme el kıyâmeti : ölüm vakti, diriliş, ayağa kalkış,
tubasun : açığa çıkarmak, diriliş, gönderilme, cem etmek, hak zahir

 

16- Sonra muhakkak ki siz, ölüm vakti size gelinceye kadar açığa çıkarılan varlığı anlama içinde olacaksınız.

 

-17-

 وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ

Ve lekad halaknâ fevkakum seb’a tarâika ve mâ kunnâ anil halkı gâfilîn

ve lekad halakna : Doğrusu, oluşturduk, halkettik, yaratma, varoluş,
Fevka kum : üzerinizde, bedeniniz, üst taraf, saltanatın sahibi, size,
Seba taraika : yedi yol, makam, yüce makam, ilmi tevhidin 7 makamı
ve mâ kunnâ an el halkı : biz değiliz, halkeden, yaratan, var eden,
Gafilin : boş, gafil

 

17- Doğrusu kendi bedeninizi nasıl yarattığımızı anlayabilmeniz için yedi makam üzere bakın. Biz boş bir şey yaratan değiliz.

 

-18-

وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ

Ve enzelnâ mines semâi mâen bi kaderin fe eskennâhu fîl ardı ve innâ alâ zehâbin bihî le kâdirûn

ve enzel-nâ min el semai : indirdik, sunduk, semadan
Mâen bi kaderin : su, bir ölçü ile
Fe eskennâ-hu : sonra, böylece, iskân, durma, yerleşme,
fi el ardı : yeryüzü
ve innâ ala zehabin : muhakkak, gitmek, yönelmek, gidermek,
Bi hi le kâdirûne : onu, elbette, kudret, güç,

 

18- Semadan bir ölçü ile suyu indirdik. Böylece yeryüzünde onu tuttuk ve bir yerden bir yere onu yönlendiriyoruz. Elbette bütün her şeydeki kudret Biziz.

 

-19-

فَأَنشَأْنَا لَكُم بِهِ جَنَّاتٍ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ لَّكُمْ فِيهَا فَوَاكِهُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ

Fe enşenâ lekum bihî cennâtin min nahîlin ve anâb lekum fîhâ fevâkihu kesîretun ve minhâ tekulûn

Fe enşena lekum bihi : böylece, inşa ettik, oluşturduk, onunla
Cennâtin min nahilin : cennetler, bahçeler, hurmalıklar
ve anâbin lekum : üzümlerden, bağlardan, siz yararlanın
Fiha fevaki hu kesîretun : orada, içinde, onun meyveleri, çoktur, bol, kesret
ve min-hâ tekulun : onlardan, beslenirsiniz

 

19- Böylece onunla bahçeler, hurmalar ve üzümler oluşturduk. Orada meyvelerden bolca yararlanırsınız ve onlardan beslenirsiniz.

 

-20-

وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِن طُورِ سَيْنَاء تَنبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِّلْآكِلِينَ

Ve şecereten tahrucu min tûri seynâe tenbutu bid duhni ve sıbgın lil âkilîn

ve şecereten : öz, soy, gelen, ağaç, asliyet,
tahrucu : çıkar, dışarı çıkmak, ortaya çıkmak, taşımak,
min tûri seynâe : vücudlanmış, gönül, bereketli olan, nitelikler taşıyan
Tenbutu : biter, büyür, yetişir, gelişen,
bi ed duhni : darı, tane, tohum tanesi, yağı,
ve sıbgın : boya, katık, yemek, yiyecek,
li el akıline : beslenme, zevk, fayda için, yararlanmak,

 

20- Ağaçlarda tohumlar gelişir, o vücudlanmış tohumlar bereket taşır ve onlardan beslenmek için katık elde edersiniz.

 

-21-

وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهَا وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ

Ve inne lekum fil en’âmi le ibreh nuskîkum mimmâ fî butûnihâ ve lekum fîhâ menâfiu kesîretun ve minhâ tekulûn

ve inne lekum : muhakkak, size,
fi elenam : hareketli, hayvanlar,
le ibret : elbette, ibret, ders
nuskî-kum minma : içmek, beslenmek, siz, şeyden, sütten,
fi butuni ha : karınlarında, içlerinden, onlardan gelen,
Ve lekum fiha : size, sizin için, orada,
menafiu kesîretun : fayda, yarar, çok, birçok
ve min-ha tekulun : ondan, beslenme,

 

21- Muhakkak ki hayvanlarda da sizin için dersler vardır. Onlardan gelen sütlerden içersiniz ve onlardan birçok faydalar bulursunuz ve onlardan beslenirsiniz.

 

-22-

وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ

Ve aleyhâ ve alel fulki tuhmelûn

ve aleyhâ : ve onun üzerinde
ve alâ el fulki tuhmelun : yol almak, uzağa gitmek, taşınmak, gitmek

 

22- Onların üzerinde yol alır taşınırsınız.

 

-23-

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ

Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî fe kâle yâ kavmi budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh e fe lâ tettekûn

ve lekad erselna Nuh : andolsun, gönderdik, açığa çıktı, biz, Nuh
ilâ kavmi-hi : onun kavmine
Fe kale ya kavmi : böylece, dedi, ey kavmim
abudu Allah : kul, kulluk, Allah
mâ lekum : sizin için yoktur,
min ilah gayru hu : bir ilah, gayrı, başka, o, hu, hak
e fe la tettekûne : takva, hâlâ fenalardan sakınma, ortak koşmama

 

23- Doğrusu Nuh da kavmine Bizi anlatmak için açığa çıktı. Böylece dedi ki: Ey kavmim! Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, sizin için ondan başka bir ilah yoktur, hâlâ fenalardan sakınmaz mısınız?

 

-24-

  فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِن قَوْمِهِ مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُرِيدُ أَن يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاء اللَّهُ لَأَنزَلَ مَلَائِكَةً مَّا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ

Fe kâlel meleullezîne keferû min kavmihî mâ hâzâ illâ beşerun mıslukum yurîdu en yetefaddale aleykum ve lev şâallâhu le enzele melâikeh mâ semi’nâ bi hâzâ fî âbâinel evvelîn

fe kâle el meleu : dediler ki, ileri gelenler, din adamları,
ellezine kefr : hakikatler örtenler, görmemezlikten gelen,
min kavmi-hi : kavminden
Mâ haza illa beşer : bu değil, ancak, başka, beşer, insan,
mıslu kum : sizin gibi
Yuridu : istiyor, ister
en yetefaddale aleykum : üstün olmak, hükmetmek, size
Ve lev şâe Allâh : eğer, isteseydi, Allah,
Le enzele : elbette, gönderirdi, sunardı, açığa çıkarırdı,
Melâiketen : melekler, kuvve, güç,
ma semina : işitmedik
Bi haza fi âbâine : bu konu hakkında, babalarımız, atalarımız
el evvelîne : önceki,

 

24- Kavminden hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden ileri gelenler dediler ki: Bu sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir, o size hükmetmek istiyor, Allah isteseydi elbette melekler indirirdi, biz önceki atalarımızdan bu konuda bir şey işitmedik.

 

-25-

إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ بِهِ جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِهِ حَتَّى حِينٍ

İn huve illâ raculun bihî cinnetun fe terabbasû bihî hattâ hîn

in huve illa raculun : o ancak olur, o, bir adam, biri, bir kişi,
bi-hi cinnetun : deli, çılgın, aklını kaybetmiş, ne dediğini bilmeyen
Fe terabbasû bihi : bundan sonra, bekleyin, pusu, gözlemleyin, onu,
hatta hinin : hatta, her zaman, her an

 

25- O ancak aklını kaybetmiş bir kişi, bundan sonra onu her an gözlemleyin.

 

-26-

قَالَ رَبِّ انصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ

Kâle rabbinsurnî bimâ kezzebûn

Kâle rabbi unsur ni : dedi, rabbim, bana yardım et
Bima kezzebû-ni : beni yalanlamaları sebebiyle

 

26- Dedi ki: Rabbim beni yalanlamaları sebebiyle bana yardım et.

 

-27-

فَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ أَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَإِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ فَاسْلُكْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْ وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ

Fe evhaynâ ileyhi enısnaıl fulke bi ayuninâ ve vahyinâ fe izâ câe emrunâ ve fâret tennûru fesluk fîhâ min kullin zevceynisneyni ve ehleke illâ men sebeka aleyhil kavlu minhum ve lâ tuhâtıbnî fîllezîne zalemû innehum mugrakûn

Fe evhay na ileyhi : böylece, vahyettik, bildirdik, ona, kendinde,
en ısnai : olun, edin, yapın,
el fulke : yol alma, sonsuzluk, gemi, kayık, akıp gitmek, hareket
bi ayuni na : bakış, benzer, aynılık, ayniyet, biz
ve vahyi-nâ : vahyimizle, bildirdiklerimizle hareket etmek,
Fe iza cae : böylece, geldiğinde, ulaşmak, sunmak, anlamak,
emr na : iş, işleyiş, tüm varlıktaki işleyiş, biz,
ve fare : yüce nesne, şerefli olan, ışık, parlaklık
et tennûru : aydınlık, berrak olan, kazan, ışık veren, kaynayan
fe usluk fiha : böylece, almak, çekmek, atmak, koy, gir oraya, içine
Min kulli zevceyn : hepsi, bütün, her bir, eş, birlik, eşlik eden,
isneyni : iki, çift, ikilik,
ve ehle ke : halk, ehil olan, bilen, senin ailen,
illa men sebeka : ancak, kim, geçti, ileri geçme, ilerleme, bilmek
Aleyhi : onda, kendinde,
el kavlu minhum : söz, tarif, hakikatlerin sözleri, onlardan, kendilerinde,
ve la tuhâtıb-nî : yok, hitap etme, konuşma, söz söyleme, seslenme, ben
Fi ellezîne zalemû : kötülük yapanlar, zalimlikler içinde olanlar
inne-hum : muhakkak onlar,
mugrakun : boğulan, cehaletinde, kibrinde boğulan, gark olan

 

27- Böylece ona: Tüm varlıktaki Bize ait olan tecellilere bakmasını ve bildirdiklerimizle hareket etmesini ve tüm varlığın işleyişin Bize ait olduğunu anlayanlardan olup ve bir yücelik içinde aydınlığa ulaşmasını, böylece ikilikten geçip bütün varlığın birlik içinde olduğunu anlamasını vahyettik. Onlardan hakikatlerin sözlerine uyup, hakikatlerin idrakinde ilerleyenler senin ailendir. Tüm varlıktaki Benim hitabımı yok sayıp zalimlikler içinde olanlar ise, muhakkak ki onlar kendi cehaletlerinde boğulup giderler, diye bildirdik.

 

-28-

  فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنتَ وَمَن مَّعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Fe izesteveyte ente ve men meake alel fulki fe kulil hamdu lillâhillezî neccânâ minel kavmiz zâlimîn

fe iza esteveyte : düzelme, istikamet, yönelme, hakka yönelme
Ente ve men mea ke : sen ve seninle beraber beraber olan kimseler,
ala el fulki : yol alma, sonsuzluk, akıp gitme
fe kul el hamd li Allah : böylece de, hamd, niteliklerin sahibi, Allah’a ait
Ellezi necce na : ki odur, bize necat veren
Min el kavmi ez zâlimîne : kavim, kimseler, zalim, kötülük,

 

28- Sen ve seninle birlikte Hakk’a yönelip yol alan kimseler derler ki: Varlıktaki tüm niteliklerin sahibi Allah’tır.  Ki O’dur bizi, zalim kimselerden iken kurtuluşa ulaştıran.

 

-29-

  وَقُل رَّبِّ أَنزِلْنِي مُنزَلًا مُّبَارَكًا وَأَنتَ خَيْرُ الْمُنزِلِينَ

Ve kul rabbi enzilnî munzelen mubâreken ve ente hayrul munzilîn

ve kul rabbi enzil ni : de, anlat, rabbim, beni ulaştır, indir,
Munzelen : durak, varılacak yer, iniş, menzil, hedef,
mubâreken : mübarek, kutsal, değerli, faydalı,
ve ente hayru : sen, hayırlı olan, iyi olan,
el munzilîn : konak, varılan yer, durulan yer

 

29- De ki: Rabbim varılacak yerin kutsallığına beni ulaştır ve sen durulan yerin en hayırlısısın.

 

-30-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ وَإِن كُنَّا لَمُبْتَلِينَ

İnne fî zâlike le âyâtin ve in kunnâ le mubtelîn

İnne fi zalike le ayetin : muhakkak, bunda, elbette, ayetler
ve in kunnâ : biz oluruz, yaparız, sunduk,
le mubtelin : deneme, dertli, etkilenme, imtihanda, araştırma,

 

30- Muhakkak ki bunların içinde elbette işaretler vardır. Her varlığı, araştırılıp hakikatlere ulaşılacak bir halde sunduk.

 

-31-

   ثُمَّ أَنشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

Summe enşenâ min badihim karnen âharîn

Summe enşe na : sonra, inşa, suret vücudu, beden, kurulan, biz
min badi-him : onlardan sonra, sonraki
karnen : yakınlık, nesil,
aharin : başka, diğer, gelecek,

 

31- Önceki ve sonraki tüm nesilleri bedenlendiren Biziz.

 

-32-

  فَأَرْسَلْنَا فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ

Fe erselnâ fîhim resûlen minhum enibudûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh e fe lâ tettekûn

fe erselnâ fihim : böylece gönderdik, açığa çıkmak, biz, onların içinden,
resul minhum : hakikatleri gösteren, yerine getiren, onlardan
en abudû Allah : kulluk, Allah,
Mâ lekum : değil, yok, size yoktur,
min ilah gayru hu : bir ilah, ondan başka,
e fe lâ tettekûne : hâlâ fenalardan sakınmaz mısınız?

 

32- Böylece onların içinden onlara, Bizi anlatan, hakikatleri gösterenler açığa çıktı. Dediler ki: Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, size O’ndan başka bir ilah yoktur, hâlâ fenalardan sakınmaz mısınız?

 

-33-

وَقَالَ الْمَلَأُ مِن قَوْمِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاء الْآخِرَةِ وَأَتْرَفْنَاهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يَأْكُلُ مِمَّا تَأْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ

Ve kâlel meleu min kavmihillezîne keferû ve kezzebû bi likâil âhıreti ve etrafnâhum fîl hayâtid dunyâ mâ hâzâ illâ beşerun mislukum yekulu mimmâ tekulûne minhu yeşrebu mimmâ teşrabûn

ve kâle el meleu : dedi, ileri gelenler, din adamları,
min kavmihi : kavim, kimse,
ellezine kefer : hakikatleri görmemezlikten gelip örten
ve kezzebû : yalanlamak, yalanlarla hareket eden,
bi likai : birlik, bir olan, kavuşma, buluşmak, tevhid,
el ahiret : son, sonunda
ve etrafnâ-hum : taraf, yan, zarif şey, refah, biçim, görünüş, biz, onlar
fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, yaşamında,
mâ hâzâ illa beşer : bu değildir, beşerden başka bir şey,
mislikum : sizin gibi
Yekulu minma : yer, yiyen, beslenen, şeyler,
tekulun minhu : sizin yediğiniz şeyler
ve yeşrebu : içen,
minma teşrabun : içtiğiniz şeyler, nesne, siz içiyorsunuz

 

33- Hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerden ileri gelenler ve sonlarına inanmayıp, Hakk ile bir olduğunu yalanlayanlar, dünya hayatında onları şekillendirip suretlendirdiğimiz halde derler ki: Bu yediğinizden yiyen, sizin içtiğinizden içen, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir.

 

-34-

 وَلَئِنْ أَطَعْتُم بَشَرًا مِثْلَكُمْ إِنَّكُمْ إِذًا لَّخَاسِرُونَ

Ve lein etatum beşeren mislekum innekum izen le hâsirûn

ve le in etatum : eğer, siz itaat ederseniz, uyarsanız,
beşer misle kum : beşer, sizin gibi,
inne-kum izen le hasirun : muhakkak siz, o zaman, elbette, hüsran, kaybeden

 

34- Eğer siz sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, muhakkak ki siz elbette hüsrana uğrarsınız.

 

-35-

أَيَعِدُكُمْ أَنَّكُمْ إِذَا مِتُّمْ وَكُنتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا أَنَّكُم مُّخْرَجُونَ

E yaıdukum ennekum izâ mittum ve kuntum turâben ve izâmen ennekum muhracûn

E yaıdukum : size vaad mi ediyor, söylüyor,
Ennekum iza mitum : siz, öldükten sonra
ve kuntum turaben : siz oldunuz, toprak, toz
ve ızâmen : kemik,
Enne kum muhracun : siz, ortaya çıkış, diriliş, dirilen, toplanma, yönetim

 

35- Siz öldüğünüzde, toprak ve kemik olduktan sonra, bir diriliğin içinde olacağınızı mı size söylüyor?

 

-36-

هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ

Heyhâte heyhâte limâ tûadûn

Heyhâte heyhate : heyhat, yazık, yazık,
Lima tuadune : şey için, siz vaad, söz, söyleme

 

36- Yazık, ne yazık şeyler size söylüyor.

 

-37-

إِنْ هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ

İn hiye illâ hayâtuned dunyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ nahnu bi mebûsîn

in hiye illa hayatun el dünya : o sadece, dünya hayatında, yaşam,
Nemutu ve nahyâ : ölürüz ve yaşarız
ve mâ nahnu : biz değiliz,
bi mebusin : dirilecek, bir dirilikte olacak, yerinden oynama

 

37- Sadece dünya hayatında yaşarız ve ölürüz ve bir diriliğin içinde olacak da değiliz.

 

-38-

إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا وَمَا نَحْنُ لَهُ بِمُؤْمِنِينَ

İn huve illâ raculunifterâ alâllâhi keziben ve mâ nahnu lehu bi muminîn

in huve illa raculın : o ancak, adam, kişi,
iftera : iftira, asılsız, uydurma, bir şeyler uyduran
alâ allâhi keziben : Allah’a karşı, hakkında, yalan söyleme
ve mâ nahnu lehu bi müminin : biz değiliz, ona mümin, inanan

 

38- O sadece Allah hakkında bir şeyler uydurandan başka bir kişi değildir ve biz ona inanacak da değiliz, dediler.

 

-39-

قَالَ رَبِّ انصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ

Kâle rabbinsurnî bimâ kezzebûn

Kâle rabbi unsur ni : dedi, rabbim, bana yardım et
Bima kezzebû-ni : beni yalanlamaları sebebiyle

 

39- Hakikatleri açıklayan dedi ki: Rabbim beni yalanlamaları sebebiyle bana yardım et.

 

-40-

قَالَ عَمَّا قَلِيلٍ لَيُصْبِحُنَّ نَادِمِينَ

Kâle ammâ kalîlin le yusbihunne nâdimîn

Kâle ama kalilin : dedi, kısa zaman, az zaman sonra,
le yusbihunne nadimin : mutlaka olacaklar, pişman, pişmanlık duyan

 

40- Muhakkak ki kısa bir zaman sonra pişmanlık duyanlardan olacaklar, diye bildirildi.

 

-41-

فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ بِالْحَقِّ فَجَعَلْنَاهُمْ غُثَاء فَبُعْدًا لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Fe ehazethumus sayhatu bil hakkı fe cealnâhum gusâen fe buden lil kavmiz zâlimîn

fe ehazet-hum : böylece, işte onlar, sardı, yakaladı, sarıldı,
El sayhatu : kudretli ses, çığlık, feryat,
bi el hakkı : hak ile, gerçek, hakkın,
fe cealnâ-hum : artık, öyle ki, kıldık, yaptık, sunduğumuz,
gusaen : dağılıp gitmek, sürüklenip gitmek,
Fe buden : böylece, uzak, hakikatleri anlamaktan uzaklaşan
li el kavmi el zâlimîn : kavim, topluluk, kimseler, zalim

 

41- İşte onlar kendi cehaletlerine sarıldılar, her varlıkta olan Hakk’ın o kudretli sesini anlayamadılar. Öyle ki sunduğumuz hakikatleri anlayamayanlar, bir cehaletin bataklığında sürüklenir giderler, böylece zalim kimseler hakikatleri anlamaktan uzaklaşırlar.

 

-42-

ثُمَّ أَنشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قُرُونًا آخَرِينَ

Summe enşenâ min badihim kurûnen âharîn

Summe enşe na : sonra, inşa, vücut, suret vücudu, kurulan, biz
min badi-him : onlardan sonra,
karnen aharin : yakınlık, nesil, başka, diğer

 

42- Önceki, sonraki tüm nesilleri vücudlandıran biziz.

 

-43-

مَا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ

Mâ tesbiku min ummetin ecelehâ ve mâ yestehırûn

mâ tesbiku : öne geçmez, erkene alamaz,
min ummetin : bir ümmet, kavim, taife, topluluk, millet,
ecele-hâ : vaktin sonu, onun eceli, onun süresi
ve mâ yestehırûne : ertelemez, tehir edemez, sonraya bırakma

 

43- Bir ümmet ecelini erkene alamaz ve sonraya da bırakamaz

 

-44-

ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا كُلَّ مَا جَاء أُمَّةً رَّسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَأَتْبَعْنَا بَعْضَهُم بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ فَبُعْدًا لِّقَوْمٍ لَّا يُؤْمِنُونَ

Summe erselnâ rusulenâ tetrâ kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbânâ badahum badan ve cealnâhum ehâdîs fe buden li kavmin lâ yuminûn

Summe ersel na   : sonra, gönderdik, sunduk, açığa çıktı, biz
resul na : hakikati gösteren, resul, biz, hakikatlerimiz,
Tetrâ : ardından, ardı ardına,
Kullema cae ummeten : her seferinde, ümmet, millet, toplıluk,
Resul ha : hakikati gösteren, resul, onu
kezzebû-hu : onu yalanladılar
Fe etbâ nâ : sonra, biz tabi olmak, izlemek, takip
badahum badan : onların bir kısmını bir kısmına, birbirine
ve cealnâ-hum : kıldık, yaptık, aktardık, onlar,
ehadis : konuşma, sözler, olay
Fe buden : böylece, boyut, uzak olsun, uzaklaşan,
li kavm la yuminun : kavim için, yok, mümin, inanmayan,

 

44- Sonra da ardı ardına hakikatlerimizi gösterenler, Bizi anlatanlar açığa çıktı. Her ümmete hakikatlerimizi gösteren biri geldiğinde onu yalanladılar. Öyle ki Bize tâbi olamadılar, bazısı bazısına tâbi oldu. İnanmayan kavimlerin hakikatlerden nasıl uzaklaştıkları bilinsin diye   onların hadiselerini aktardık.

 

-45-

ثُمَّ أَرْسَلْنَا مُوسَى وَأَخَاهُ هَارُونَ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ

Summe erselnâ mûsâ ve ehâhu hârûne bi âyâtinâ ve sultânin mubîn

Summe ersel na : sonra, gönderdik, açığa çıktı, biz,
Musa ve ehâ-hu Harun : Musa ve kardeşi Harun
bi ayetina : delillerimiz, işaret,
ve sultânin mubin : kesin delil, apaçık delillerle açıklamak,

 

45- Sonra Musa ve kardeşi Harun da delillerimizle Bizi açıklamak için açığa çıktılar ve apaçık delillerle açıkladılar.

 

-46-

إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا عَالِينَ

İlâ firavne ve meleihî festekberû ve kânû kavmen âlîn

ilâ firavne : firavun, kibirli olan,
ve melei hi : onun ileri gelenleri, din adamları
fe istekberû : böylece, fakat büyüklendiler, kibirlenen
ve kânû kavmen aline : oldular, kavim, kimse, zorba, despot,

 

46- Firavuna ve onun din adamlarına hakikatleri açıkladılar. Fakat onlar kibirlilerdendi ve zorba bir kavimdi.

 

-47-

فَقَالُوا أَنُؤْمِنُ لِبَشَرَيْنِ مِثْلِنَا وَقَوْمُهُمَا لَنَا عَابِدُونَ

Fe kâlû e numinu li beşereyni mislinâ ve kavmuhumâ lenâ âbidûn

Fe kalu e numinu : böylece, dediler, inanalım mı?
li beşereyni misli na : iki beşere, insanlar, bizim gibi
ve kavmu-humâ : kavim, millet, onların
lena abidun : bize, bizim, kul, köle

 

47- Böylece dediler ki: Bizim gibi olan iki beşere mi inanalım ve onların kavmi bizim kölelerimiz.

 

-48-

 فَكَذَّبُوهُمَا فَكَانُوا مِنَ الْمُهْلَكِينَ

Fe kezzebûhumâ fe kânû minel muhlekîn

Fe kezzebu huma : böylece, onları yalanladılar
Fe kanu min el muhlekîne : sonrada oldu, helâk edilenlerden, yazık edenler

 

48- Böylece onları yalanladılar, sonra kendilerine yazık edenlerden oldular.

 

-49-

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ

Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe leallehum yehtedûn

ve lekad ateyna : doğrusu, verdik, sunduk,
Musa el kitab : Musa, kitab, ilahi sözler, yazılı olan varlık kitabı
lealle-hum yehtedune : umulur ki onlar, onunla yol bulurlar, ulaşırlar

 

49- Musa tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu, hakikatlere yol bulmaları umuduyla onlara açıkladı.

 

-50-

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ آيَةً وَآوَيْنَاهُمَا إِلَى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ

Ve cealnebne meryeme ve ummehû âyeten ve âveynâhumâ ilâ rabvetin zâti karârin ve maîn

ve cealnâ : kıldık, sunduk,
İbn Meryem ve umme hu : Meryem oğlu ve annesi
ayetan : ayet, delil, işaret
ve âvey nâ-humâ : gittiler, vardı, barındırma, konaklama, biz, onlar
ilâ rabvetin : yüce, yüksek yer, rububiyet,
Zâti kararin : sahip, Zat, mesken, makam, mekân,
ve mainin : su, ilim, derya, öz, cennet zevki, akıp giden, kaynak

 

50- Meryemoğlu ve annesi de sunduğumuz ayetleri anlayanlardandı ve onlar Zat makamının yüceliğinin şuuruna vardılar ve öze teslim oldular.

 

-51-

يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ

Yâ eyyuher rusulu kulû minet tayyibâti vamelû sâlihâ innî bimâ tamelûne alîm

yâ eyyuhâ er rusulu : ey resüller, hakikati gösteren, açıklayan,
Kulu : beslenme, faydalanmak faydalandırmak
min et tayyibâti : tertemiz olan, güzel haller,
ve amelû salihan : salih amel, dosdoğru hak yolunda çalışma
inni bima tamelun : ben, yaptığınız şeyler, çalışmalarınız,
alim : ilmin sahibi,

 

51- Ey hakikatleri açıklayanlar! Tertemiz haller üzere olun, hakikatlerden faydalanın, faydalandırın ve dosdoğru hakk yolunda çalışın, çalışmalarınızda ki ilmin sahibinin ben olduğumu anlayın.

 

-52-

وَإِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ

Ve inne hâzihî ummetukum ummeten vâhıdeten ve ene rabbukum fettekûn

ve inne hazihi ummetu kum : muhakkak bu, diğer, ümmet, millet, topluluk, siz
Ummeten vahideten : bir ümmet, millet, topluluk, tek, bir
ve ene rabbukum : ben, rabbinizim, vücudlandıran,
fe ittekuni : bana karşı fenalardan sakın ortak koşmayın,

 

52- Muhakkak ki siz de o varlıktaki topluluklar gibi bir topluluksunuz. Sizi vücudlandıran Benim. Bundan sonra bana karşı fenalardan sakının ortak koşmayın.

 

-53-

فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn

Fe tekattau : fakat, parçalandılar, bölündüler, ayrıldılar,
emr hum : işleyiş, hüküm, husus, hakikatler, onlar,
beyne hum : aralarında,
zuburan : kısım kısım, parça, mezhepler tarikatlar cemaatler
Kullu hızbin bimâ : hepsi, gurup, fırka, her zümre, şeyle, şeyi
ledey-him : kendi inançları, kendilerindeki, kendi yolları,
ferihun : ferah, övünme, şımarla, avunup övünmek,

 

53- Fakat onlar aralarında hakikatler hakkında bölündüler. Mezheplere, tarikatlara, cemaatlere ayrıldılar. Her zümre kendi inançlarıyla avunup övündü.

 

-54-

 فَذَرْهُمْ فِي غَمْرَتِهِمْ حَتَّى حِينٍ

Fe zerhum fî gamratihim hattâ hîn

Fe zer hum : böylece, onları bırak, uzak dur,
Fi gamrati-him : cehalet, gafletleri, derinlik, onlar,
hatta hinin : hatta, her zaman,

 

54- Artık böyle hallerde olanları bırak. Onlar her zaman cehalet, gaflet içindedirler.

 

-55-

أَيَحْسَبُونَ أَنَّمَا نُمِدُّهُم بِهِ مِن مَّالٍ وَبَنِينَ

E yahsebûne ennemâ numidduhum bihî min mâlin ve benîn

e yahsebûne ennema : onlar sanıyorlar mı, sadece, ancak,
numiddu-hum : genişletmek, destekleme, yardım, onlar
bi-hi min malin : onunla, mallar, değerler,
ve benin : evlatlar, çocuklar

 

55- Onlar mallarıyla ve çocuklarıyla destekleneceklerini, yardım bulacaklarını mı sanıyorlar?

 

-56-

نُسَارِعُ لَهُمْ فِي الْخَيْرَاتِ بَل لَّا يَشْعُرُونَ

Nusâriu lehum fîl hayrât bel lâ yeşurûn

Nusâriu lehum : yardım, yararlanmak, onlar
fi el hayrat : hayır yapma, hayırlar içinde, faydalanmak, çıkar
Bel lâ yeşurûne :fakat, yok, farkında, bilinç, kendini çevresini tanımak

 

56- Onlar her şeyden bir faydalanma içinde olurlar. Fakat onlar kendilerini ve çevrelerini tanıma içinde olmazlar.

 

-57-

إِنَّ الَّذِينَ هُم مِّنْ خَشْيَةِ رَبِّهِم مُّشْفِقُونَ

İnnellezîne hum min haşyeti rabbihim muşfikûn

inne ellezîne hum : muhakkak o kimseler,
min haşyet : saygı, korku, çekinme
rabbi-him : Rab, vücudlandıran, onlar,
müşfikin : şefkat, sevgi, her varlıktaki sevgisi

 

57- Muhakkak bir saygı içinde olan kimseler, onları vücudlandıranın sevgisiyle hareket ederler.

 

-58-

وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ

Vellezîne hum bi âyâti rabbihim yuminûn

ve ellezîne hum bi ayeti : o kimseler, ayetler, işaretler, deliller,
rabbi-him yuminun : Rab, vücudlandıran, onlar, inanırlar

 

58- O kimseler, onları vücudlandıranın işaretlerine inanırlar.

 

-59-

وَالَّذِينَ هُم بِرَبِّهِمْ لَا يُشْرِكُونَ

Vellezîne hum bi rabbihim lâ yuşrikûn

ve ellezîne hum : o kimseler,
bi rabbi-him : rabbi, vücudlandıran, onlar,
la yuşrikun : ortak koşmazlar, vücud isnat etmezler,

 

59- O kimseler, onları vücudlandırana karşı, kendilerine vücud isnat etmezler.

 

-60-

وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوا وَّقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ

Vellezîne yutûne mâ âtev ve kulûbuhum veciletun ennehum ilâ rabbihim râciûn

ve ellezîne yutune : o kimseler, verirler, teslim ederler,
ma atev : verecekleri şey, ödeme
ve kulûbu-hum veciletun : onların kalpleri, titreme, heyecan, ürkek,
enne-hum : muhakkak ki onlar,
ila rabb him : sadece, ancak, rab, vücudlandıran, onlar
racian : rucu eder, aslına döner, dönerler, teslim olur.

 

60- O kimseler, vereceklerini her an verirler ve onların kalbleri hep bir heyecan içindedir. Muhakkak ki onlar, ancak onları vücudlandırana teslim olmuşlardır.

 

-61-

أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

Ulâike yusâriûne fîl hayrâti ve hum lehâ sâbikûn

Ulâike yusarıun : işte onlar, çabalama, yarışma, mücadele, koşma,
fi el hayrat : hayırlar için, faydalı, yararlı,
Ve hum leha sabikun : onlar, önde olan, ileride olan, gayretli, başarılı

 

61- İşte onlar, hep faydalı olmak için koşarlar ve onlar, o hallerde hep önde olanlardır.

 

-62-

 وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنطِقُ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

Ve lâ nukellifu nefsen illâ vusahâ ve ledeynâ kitâbun yantıku bil hakkı ve hum lâ yuzlemûn

ve lâ nukellifu : yok, biz, yükümlü, mükellef, sorumlu, vazifeli, eksiksiz
nefsen : nefs, kişi, kişinin öz varlığı, kendi bedeni, kendisi,
İlla vusa-hâ : başka, ancak, sadece, var, onun gücü, kapasitesi,
ve ledeynâ : katımızda, bize ait,
kitabun yantıku : kitap, konuşan kitap, söyleyen, natık,
bi el hakkı : hakkı, hak ile, doğru, hakikat,
ve hum la yuzlemun : onlar, yok, zulümde olmaz, kötülük, haksızlık,

 

62- Ve onlar, kendi bedenlerini eksiksiz bir şekilde tutanın Bizden başkası olmadığını bilirler. Ancak kapasitelerince hareket ederler. Bize ait olan hakikatleri konuşan bir kitaptırlar. Onlar hiç kimseye kötülük etmezler.

 

-63-

بَلْ قُلُوبُهُمْ فِي غَمْرَةٍ مِّنْ هَذَا وَلَهُمْ أَعْمَالٌ مِن دُونِ ذَلِكَ هُمْ لَهَا عَامِلُونَ

Bel kulûbuhum fî gamratin min hâzâ ve lehum amâlun min dûni zâlike hum lehâ âmilûn

Bel kulubuhum : bilakis, hayır, onların kalpleri
Fi gamratin min hâzâ : gaflet, fenalığa dalmak, şiddet, bundan, bulunmaktadır
ve lehum amalun : onların amelleri, çalışmaları,
min dûni zâlike : bundan başka,
Hum leha amilun : onlar, onun, amel edenler, çalışmak,

 

63- Bilakis bir gaflet, cehalet içinde olanların kalbleri bunları anlayamaz ve onlar amellerinde bir çıkar olmadan çalışmazlar.

 

-64-

حَتَّى إِذَا أَخَذْنَا مُتْرَفِيهِم بِالْعَذَابِ إِذَا هُمْ يَجْأَرُونَ

Hattâ izâ ehaznâ mutrafîhim bil âzâbi izâ hum yecerûn

hattâ izâ ehazna : olunca, sarılı, kuşatılmış, kuşattık, biz,
mutrafihim : refahta olanlar, süs, nimet, onlar
bi el âzâbi : azap ile, sıkıntı,
iza hum yecerun : onlar olduğunda, yalvarıp bağırıp yardım istemek,

 

64- Hatta onlar nimetlerimizle sarılı oldukları halde, bir sıkıntıda yalvarıp bağırarak yardım isterler.

 

-65-

لَا تَجْأَرُوا الْيَوْمَ إِنَّكُم مِّنَّا لَا تُنصَرُونَ

Lâ tec’erûl yevme innekum minnâ lâ tunsarûn

lâ tecerû : yok, yalvarıp bağırıp yardım istemek,
el yevm : vakit, zaman, an, her zaman,
İnne kum minna : muhakkak siz, bizden,
la tunsarun : yok, yardım, yardımı anlayamayan,

 

65- Muhakkak ki Bizim yardımımızı anlayamayanların, hiçbir zaman yalvarıp bağırmalarının bir anlamı yoktur.

 

-66-

قَدْ كَانَتْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ تَنكِصُونَ

Kad kânet âyâtî tutlâ aleykum fe kuntum alâ akâbikum tenkisûn

Kad kanet ayati : olmuştu, oldu, idi, ayetler, işaret, delil,
tutla aleykum : okunan, açıklanan, size
Fe kuntum : fakat, siz oldunuz,
ala akabi kum : ardını bakmadan dönmek, topuk, bildiğine dönme

 

66- Sizlere hakikatlerimiz delilleriyle açıklanmıştı, fakat siz kendi bildiklerinize dönüp gittiniz.

 

-67-

مُسْتَكْبِرِينَ بِهِ سَامِرًا تَهْجُرُونَ

Mustekbirîne bihî sâmiran tehcurûn

Mustekbirîne bihi : kibirlenenler, büyüklenmek, ile, tarafından, onunla
Samiran tehcurun : gecede kalan, gaflette olan, ayrılma

 

67- Gaflette kalıp ayrılığa düştünüz, o hallerle kibirlendiniz.

 

-68-

أَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ أَمْ جَاءهُم مَّا لَمْ يَأْتِ آبَاءهُمُ الْأَوَّلِينَ

E fe lem yeddebberûl kavle em câehum mâ lem yeti âbâehumul evvelîn

e fe lem yeddebberû : hâlâ düşünmez ler mi? Ardında olan, tedebbür
kavl : söz, bilgi, hakikatlerin sözleri
Em câe-hum : yoksa, geldi, sunuldu, onlar
ma lem yeti : şey, aslı olmayan şey, değil, gelen, sunulan,
âbâe-hum el evvelin : babaları, ataları, önceki, evvelki

 

68- Onlar hakikatlerin sözlerini hala düşünmezler mi? Yoksa onlara sunulan, önceki atalarından gelen aslı olmayan şeyleri yeterli mi görürler?

 

 -69-

أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنكِرُونَ

Em lem yarifû resûlehum fe hum lehu munkirûn

Em lem yarifu : yoksa, değil, arif, tanımak, bilmek, anlamak,
resul hum : hakikatleri gösteren, yerine getiren, onlar
Fe hum lehu munkirûne : böylece onlar, inkâr eden, reddeden, kötülük

 

69- Yoksa onlar hakikatleri gösterenleri anlayamadılar mı? Bundan dolayı mı onlar inkâr ettiler?

 

-70-

 أَمْ يَقُولُونَ بِهِ جِنَّةٌ بَلْ جَاءهُم بِالْحَقِّ وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ

Em yekûlûne bihî cinneh bel câehum bil hakkı ve ekseruhum lil hakkı kârihûn

Em yekulune : yada, söylemek, demek, düşünmek
bihi cinnet : onda, delilik, cinnet, akılsızlık
Bel cae hum : bilakis, onlara geldi, sunuldu,
bi el hakk : hakikatler, hak ile
ve ekserhum : onların çoğu,
li el hakk : hakikatleri,
karihun : küçük görmek, kerih, çirkin, beğenmediler

 

70- Ya da onda bir delilik mi var diye düşünüyorlar? Bilakis onlara hakikatler sunuldu ve onların çoğu hakikatleri kerih gördüler.

 

-71-

وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ بَلْ أَتَيْنَاهُم بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَن ذِكْرِهِم مُّعْرِضُونَ

Ve levittebeal hakku ehvâehum le fesedetis semâvâtu vel ardu ve men fî hinn bel eteynâhum bi zikrihim fe hum an zikrihim muridûn

ve lev ittebea el hakk : uysaydı, tâbi olsaydı, hakk, hakikatler
ehvâe-hum : hevaları, çıkarları, asılsız biliş, dayanaksız olan, onlar,
le fesedet : fesat, bozulma, dağılma
El semavat ve el ardu : semalar, gök ve arz, yeryüzü
ve men fî hinne : kim, kimse, onların içinde olanlar, onlara,
Bel ateyna hum : bilakis, sunduk, verdik, onlara,
bi zikri-him : onlarda olan zikri, anmak, hatırlamak,
Fe hum an zikr him : fakat, böylece, onlar, onlarda olan zikir, anmak,
muridun : döndüler, yüz çevirme, bir şeyden bir şeye dönen,

 

71- Eğer hakikatlere tâbi olsalardı; elbette gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi varedeni anlarlar, onların asılsız bilişleri dağılıp giderdi. Bilakis onlara zikrin ne olduğunu sunduk. Fakat onlar kendilerindeki zikirden yüz çevirdiler.

 

-72-

أَمْ تَسْأَلُهُمْ خَرْجًا فَخَرَاجُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ

Em teseluhum harcen fe haracu rabbike hayrun ve huve hayrur râzikîn

Em teselu hum : yoksa, sormak, istemek, onlar,
harcen : karşılık, ecir, ücret, çıkmak, zorluk
Fe harac : sonra, karşılık, beklenti,
rabbike hayrun : rabbin, seni vücudlandıran, hayırlı, iyi, yararlı,
ve huve hayru el razikin : o, hayırlı, rızıklandıran, fayda, nimet, sıfatlar,

 

72- Yoksa onlardan bir karşılık istediğini mi sanıyorlar? Seni vücudlandıranın karşılığı daha hayırlıdır ve O hayırlısıyla rızıklandırandır.

 

-73-

  وَإِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Ve inneke le tedûhum ilâ sırâtın mustakîm

ve inne-ke : muhakkak ki sen,
le tedu hum : şüphesiz, elbette, davet, yönlendirme, onlar
ilâ sırâtın mustakîmin : dosdoğru hakkın yolu

 

73- Muhakkak ki sen, elbette onları dosdoğru hakkın yoluna davet ediyorsun.

 

-74-

وَإِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ

Ve innellezîne lâ yuminûne bil âhıreti anis sırâtı le nâkibûn

ve inne ellezîne la yuminun : muhakkak o kimseler, inanmazlar
bi el âhıreti : sonlarına, sonunda
ani es sırâtı : yoldan, hakikatin yolu,
le nakibun : hakikatleri bilen kâmil insanlar, mürşit, yönetici

 

74- Doğrusu o kimseler sonlarına inanmazlar, hakikatlerin yolunu gösteren kâmil insanlara inanmazlar

 

-75-

وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِم مِّن ضُرٍّ لَّلَجُّوا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

Ve lev rahımnâhum ve keşefnâ mâ bihim min durrin le leccû fî tugyânihim yamehûn

ve lev rahımna hum : her ne kadar, özümüzden var ettik, onlar
ve keşefnâ : giderdik, ortaya çıkardık,
ma bihim : onlarda olan şeyler,
min durrin : oda, darlık,
le leccu : o halde bulunma, devam etme, ısrar
Fi tugyanihim : onların azgınlıkları, öfke,
yamehun : şaşkın, boş boş dolaşma, oyalanma

 

75- Her ne kadar onları özümüzden var etsek de ve tüm niteliklerle onları ortaya çıkarsak ta, onlar bu hakikatleri görmezler. Onlar azgınlıklar içinde oyalanırlar ve elbette o hallerde bulunmada ısrar ederler.

 

-76-

وَلَقَدْ أَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ فَمَا اسْتَكَانُوا لِرَبِّهِمْ وَمَا يَتَضَرَّعُونَ

Ve lekad ehaznâhum bil azâbi fe mestekânû li rabbihim ve mâ yetedarreûn

ve lekad ehazna hum : andolsun, sardık, kalmak, biz,
biel azab : azap, sıkıntı
Fi mâ istekânû : boyun eğmediler, eğilim yok, çalışmazlar,
li rabbihim : vücudlandıran, onlar
ve mâ yetedarreûne : mütevazı olmadılar, alçak gönüllü, yalvarmak,

 

76- Ve alçakgönüllü olmazlar, kendilerini vücudlandıranı anlamaya çalışmazlar. Doğrusu Bizi anlayamayanlar sıkıntılarda kalırlar.

 

-77-

حَتَّى إِذَا فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَابًا ذَا عَذَابٍ شَدِيدٍ إِذَا هُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ

Hattâ izâ fetahnâ aleyhim bâben zâ azâbin şedîdin izâ hum fîhi mublisûn

Hattâ iza fetehna : hatta, açtık, ortaya çıkardık,
aleyhim bab : onlara, kapılar, gerçekler
zâ azâbin şedide : azap sahibi, daha fazla, kuvvetli, şiddetli
İza hum fihi mublisûne : olduğunda, onlar, ümitsizlik içinde

 

77- Hatta şiddetli sıkıntılara sahip iken kurtulmaları için onlara kapılar açtığımız hâlde, yinede onlar ümitsizlik içinde olurlar.

 

-78-

 وَهُوَ الَّذِي أَنشَأَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ

Ve huvellezî enşee lekumus sema vel ebsâra vel efideh kalîlen mâ teşkurûn

ve huve ellezi enşee lekum : ki o, vücudlandırdı, inşa etti, açığa çıkardı, sizi
el sema ve el ebsar : işitme hassasiyeti ve görme
ve el efidete : kalbler, idrak şuuru, anlama,
kalilen : az da olsa, zayıf
mâ teşkurune : size verilen sıfatları sahibini bilmezsiniz, teşekkür

 

78- Sizi vücudlandıran, işitme ve görme ve idrak şuuru veren ki O’dur. Sizdeki sıfatların sahibini bilip teslim etmede ne kadar da zayıf davranıyorsunuz.

 

-79-

وَهُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Ve huvellezî zereekum fîl ardı ve ileyhi tuhşerûn

ve huve ellezi zeree kum : ki o, sizi çoğaltıp yaydı,
fî el ardı : arzda, yeryüzünde
ve ileyhi tuhşerun : onda, toplanmak, birliğinde olmak, bütünlük,

 

79- Ki O sizi yeryüzünde çoğaltıp yayandır ve her an O’nun birliğindesiniz

 

-80-

وَهُوَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

Ve huvellezî yuhyî ve yumîtu ve lehuhtilâful leyli ven nehâr e fe lâ takılûn

ve huve ellezi yuhyi : ki o, hayat veren,
ve yumîtu : öldürür, sınırlandıran
ve lehu ihtilâfu : ihtilâf, farklılık, çeşit, ayrılık, farklı kılan
El leyli ve en nehâri : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık
E fe lâ takılûne : hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz?

 

80- Ki O hayat verendir ve sınırlandırandır. Geceyi ve gündüzü farklı kılandır. Hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz?

 

-81-

بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْأَوَّلُونَ

Bel kâlû misle mâ kâlel evvelûn

Bel kalu misle : bilakis, yinede, dediler, aynı, benzer, gibi,
mâ kâle el evvelin : söyledikler şey, öncekiler

 

81- Bilakis onlar, öncekilerin söyledikleri şeylerin benzerini söylüyorlar.

 

-82-

قَالُوا أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ

Kâlû e izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le mebûsûn

Kalu e iza mitna : dediler, biz öldükten sonra, yolun sonu,
ve kunna turab : olduk, toprak,
ve izâmen : kemik, dağılıp gitmek,
e inna le mebus : muhakkak, elbette, diriltilen, gönderilmiş olan

 

82- Dediler ki: Öldüğümüz zaman ve toz toprak olduktan ve dağılıp gittikten sonra mı dirilik içinde olacağız?

 

-83-

لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا هَذَا مِن قَبْلُ إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ

Lekad vuıdnâ nahnu ve âbâunâ hâzâ min kablu in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn

Lekad vuıdna nahnu : andolsun, doğrusu, vaad, söylenen, biz
ve âbâunâ haza min kablu : babalarımız, atalarımız, önceki,
in hâzâ : bu ancak, bunlar,
illâ esatiru el evvel : efsane, masal, eser, önceki, evvelki

 

83- Doğrusu bize ve bizden önceki atalarımıza da bunlar söylendi. Bunlar ancak öncekilerin efsaneleridir, dediler.

 

-84-

قُل لِّمَنِ الْأَرْضُ وَمَن فِيهَا إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Kul li menil ardu ve men fîhâ in kuntum talemûn

Kul li men el ardu : de, kimin, kim, yeryüzü
ve men fiha : orada olanlar, bütün her şey
İn kuntum talemun : eğer, biliyorsanız,

 

84- De ki: Eğer biliyorsanız söyleyin, yeryüzü kimindir ve orada olan her şey kimindir?

 

-85-

سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ

Seyekûlûne lillâh kul e fe lâ tezekkerûn

se-yekûlûne li Allah : diyecekler, söylerler, Allah’ın
Kul : anlat, deki, açıkla,
e fe lâ tezekkerûne : bakmaz mısınız? Düşünüp ulaştığı hakikatlerle bakmak

 

85- Onlar derler ki: Allah’ındır. De ki: O hâlde varoluşu derin düşünüp o hakikatlerle bu âleme bakmaz mısınız?

 

-86-

 قُلْ مَن رَّبُّ السَّمَاوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

Kul men rabbus semâvâtis sebı ve rabbul arşil azîm

Kul men rabbu : de, anlat, kim, rabbinin, vücudlandıran,
El semavat el sebı : ulvi âlem, yedi ulvi makam, genişletmek, tüm makam
ve rabbu : Rabbi, efendisi, sahibi, vücudlandıranı,
el arş el azim : bütün her yeri yüceliği ile kaplayan

 

86- De ki: Vücudlandıran kimdir, yedi ulvi makamın sahibi kimdir ve bütün her yeri yüceliği ile kaplayan kimdir?

 

-87-

سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَتَّقُونَ

Seyekûlûne lillâh kul e fe lâ tettekûn

se-yekûlûne li Allah : diyecekler, derler ki, Allah
Kul e fe lâ tettekûne : o halde, takva, fenalardan sakınma ortak koşmama

 

87- Onlar derler ki: Allah’tır. De ki: O hâlde fenalardan sakınmaz mısınız?

 

-88-

قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Kul men bi yedihî melekûtu kulli şeyin ve huve yucîru ve lâ yucâru aleyhi in kuntum talemûn

Kul men bi yedi hi : anlat, kim, elinde, gücün sahibi, tasarrufunda,
Melekûtu kulli şeyin : yönetim, idare, sahip olan, bütün her şeyin
ve huve yuciru : o, korur, himaye
ve lâ yucâru aleyhi : korunmaya ihtiyacı olmaz, onun
İn kuntum talemûne : eğer, siz biliyorsunuz

 

88- De ki: Eğer biliyorsanız söyleyin: Bütün her şeyi idare eden güç ve bütün her şeyi himaye eden ve himayeye muhtaç olmayan kimdir?

 

-89-

 سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ فَأَنَّى تُسْحَرُونَ

Seyekûlûne lillâh kul fe ennâ tusharûn

se-yekûlûne li Allah : diyecekler, derler ki, Allah
Kul : anlat, de, de ki,
fe enna tusharun : öyleyse, o zaman, nasıl, cazibe, aldatılma,

 

89- Onlar derler ki: Allah’tır. De ki: Öyleyse nasıl olur da aldatılırsınız?

 

-90-

بَلْ أَتَيْنَاهُم بِالْحَقِّ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

Bel eteynâhum bil hakkı ve innehum le kâzibûn

Bel eteyna hum : doğrusu, hayır, bilakis, onlara sunduk, getirdik,
bi el hakk : hakikat, hak
ve inne-hum le kazibun : ancak onlar, yalanlarda kalanlardır

 

90- Doğrusu onlara hakikatleri sunduk, ancak onlar yalanlarda kaldılar.

 

-91-

مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ

Mettehazallâhu min veledin ve mâ kâne meahu min ilâhin izen le zehebe kullu ilâhin bimâ halaka ve le alâ baduhum alâ bad subhânallâhi ammâ yasıfûn

Ma ettehaz Allah : Allah edinmemiştir,
min veled : bir çocuk
ve mâ kâne : olmadı
meahu min ilah : onuna beraber bir ilah
İzen le zehebe : öyle olsaydı, o takdirde, olurdu giderdi
kullu ilâhin : bütün ilâhlar,
bima halaka : şeyler, nesneler, varlık, yaratılan, halkedilen
ve le ala : elbette, yüce, üstün,
badu-hum alâ badın : bazısı bazısına, birbirlerine,
subhâne Allâh : noksan sıfattan münezzeh, her şey onunla, Allah
amma yasifun : şeylerden, hiçbir şekilde vasfedilemez, anlatılamaz

 

91- Allah çocuk edinmemiştir ve onunla beraber bir ilah olmadı. Öyle olsaydı, bütün ilahlar birbirlerine yaratılan varlık hakkında yücelik taslarlardı. Allah; noksan sıfattan münezzehtir, hiçbir şekilde vasfedilemez.

 

-92-

عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

Âlimil gaybi veş şehâdeti fe teâlâ ammâ yuşrikûn

Âlimi el gaybi : görünmeyen bilinmeyen âlemi ilmiyle var eden
ve el şehâdeti : her an her yerde hazır olan
fe teâlâ : çok yüce, sıfatları ve zatı ile yüce olan,
amma yuşrikun : şeyler, şirk koştukları, ortak koştukları

 

92- Görünmeyen bilinmeyen âlemi varedendir ve her an her yerde hazır olandır. Ortak koştukları şeylerden yüce olandır.

 

-93-

 قُل رَّبِّ إِمَّا تُرِيَنِّي مَا يُوعَدُونَ

Kul rabbi immâ turiyennî mâ yûadûn

Kul rabbi imma : de, anlat, rabbim, eğer, veya, sonra
turiyen-nî : bana göster, anlamamı sağla,
ma yuadune : vaad olunan, açığa çıkan,

 

93- De ki: Rabbim! Açığa çıkan şeylerin hakikatlerini bana göster.

 

-94-

رَبِّ فَلَا تَجْعَلْنِي فِي الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Rabbi fe lâ tecalnî fil kavmiz zâlimîn

Rabbi : Rabbim, efendim, sahibim, beni vücudlandıran
fe la tecal ni : yok, beni kılma, yapma, olmayayım
Fi el kavmi el zâlimîne : zalimler kavmi, kimse, zalim kimseler

 

94- Rabbim! Zalim kimselerin hallerinde kalanlardan olmayayım.

 

-95-

وَإِنَّا عَلَى أَن نُّرِيَكَ مَا نَعِدُهُمْ لَقَادِرُونَ

Ve innâ alâ en nuriyeke mâ neıduhum le kâdirûn

ve innâ ala en nuriye ke : biz, yüce, üzerine, senin nurun, aydınlığın
Ma neidu-hum : değil, şey, ne vaad, işi düzenleme, ortaya çıkan her şey,
le kadirun : elbette, kudret, güç, tüm varlıktaki kudret

 

95- Sen bize ortaya çıkan her şeyde nurunu gösterensin. Elbette tüm varlıktaki kudret sensin.

 

-96-

  ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

İdfa billetî hiye ahsenus seyyieh nahnu alemu bi mâ yasıfûn

İdfa bi elleti hiye : uzaklaştır, yok etmek, değiştir, ki onunla,
ahsen : iyilik, güzellik, hayırlı olan,
es seyyiete : seyyiat, kötülük, fenalıklar, suç
Nahnu alemu : biz, ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
bima yasıfun : vasıf, nitelik, tanımlamak, tarif

 

96- Kötülüklerimizi güzelliklerinde yok etmemizi sağla. Bize ilminle varlığı anlamamızı sağla.

 

-97-

وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ

Ve kul rabbi eûzu bike min hemezâtiş şeyâtîn

ve kul rabbim : de, Rabbim,
euzu bike : sığınırım, sana
min hemezâti el şeytan : vesvese, şeytani haller

 

97- De ki: Rabbim! Şeytani hallerin vesvesesinden sana sığınırım.

 

-98-

وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ

Ve eûzu bike rabbi en yahdurûn

ve eûzu bike rabbi : sana sığınırım, rabbim
en yahdurû-ni : katılma, devam eden, o hallerde bulunma

 

98- Rabbim! O hallerde bulunmaktan da sana sığınırım.

 

 

-99-

 حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ

Hattâ izâ câe ehadehumul mevtu kâle rabbirciûn

hattâ izâ cae ehad hum : hatta, geldiğinde, o hallerden bir şey geldiğinde
el mevtu : ortaya çıkmamış olan, ölüm, içte olan, nutfe
Kale rabbi irciû-ni : dedi, Rabbim beni geri döndür, hemen döndür

 

99- Hatta o hallerden bir şey içimden bile geçerse, Rabbim beni hemen döndür.

 

-100-

لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

Leallî amelu sâlihan fîmâ terektu kellâ innehâ kelimetun huve kâiluhâ ve min verâihim berzahun ilâ yevmi yubasûn

leal-lî amelu salihan : böylece ben, dosdoğru hak yolunda olan olayım
Fîmâ terektu : o şeyde, hakkında, o haller, terk, bırakmak, uzak olmak
Kellâ inneha kelimet huve : hayır, asla, muhakkak o kelime, hak sözü, o
Kâiluhâ : onun söylediği, kim diyor,
ve min veraihim : ardı, gerisi, geriye dönen, geçmiş cehaletine dönen, onlar
berzah : perde, had, hudud, iki şey arasındaki engel, ayrılık
ilâ yevmi yubasun : gün, zaman, an, ortaya çıkma, dirilme, birlik,

 

100- Böylece ben; tüm o hallerden uzak olayım, dosdoğru hakk yolunda çalışanlardan olayım. Muhakkak ki o söylenen hakikatlerin sözleri üzere olayım. Ayrılıkla berzahta kalıp geçmiş cehalet hallerine dönenlerden olmayayım. Sadece her an birlik üzere olayım.

 

-101-

فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَا أَنسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَاءلُونَ

Fe izâ nufiha fis sûri fe lâ ensâbe beynehum yevme izin ve lâ yetesâelûn

fe izâ nufiha : böylece, üflenildiği zaman,
fi el suri : suretlerden gönüllere
Fe lâ ensâbe : yok, olmaz, soy, neseb, hısım, akrabalık bağı, sülale
beyne hum : onların aralarında
yevme izin : o vakit, o gün
ve la yetesâelûne : birbirlerini sormazlar, sorulmazlar, sorgulamazlar,

 

101- Suretlerden gönüllere üflenildiğinde, onların aralarında o vakit bir neseb kalmaz ve birbirlerini sorgulamazlar.

 

-102-

   فَمَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn

Fe men sukulet : Bundan sonra, kim, ağır, hakikatleri taşıyan,
mevazınuhu : mizan, ölçü, tartı, o
Fe ulaike hum el muflihûne : işte onlar, felâh, kurtuluşa eren, öze ulaşan,

 

102- Bundan sonra kim hakikatleri anlamada bir ölçüye ulaşmışsa, işte onlar felaha erenlerdir.

 

-103-

 وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ فِي جَهَنَّمَ خَالِدُونَ

Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn

ve men haffet : kim, hafif, zayıf,
mevazinu hu : ölçüsü, o ölçü
Fe ulâike ellezine hasiru : işte o kimseler, hüsran, kayıp
enfuse-hum : onların nefsleri, kendilerini, kendi öz varlığını
fî cehenneme : içinde, cehalet, cehaletin cehennemi,
halidun : ebediyen, devamlı, hep,

 

103- Ve kim hakikatleri anlamada o ölçüde zayıf kalmışsa, işte o kimseler nefislerini anlamada hüsrana uğramışlardır ve hep içlerinde cehaletin cehennemi vardır.

 

-104-

تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ فِيهَا كَالِحُونَ

Telfehu vucûhehumun nâru ve hum fîhâ kâlihûn

Telfehu vucuhe hum : çarpar, yüzlerini, yüzlerinden belli olur,
en nar : ateş, yakıcılık, sıkıntının hissiyatı
Ve hum fiha kâlihûne : onlar, o halde kalmak, orada, ızdırap, asık,

 

104- Sıkıntılı halleri yüzlerinden belli olur ve onlar bir ızdırap içinde o hallerde kalırlar.

 

-105-

أَلَمْ تَكُنْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ

E lem tekun âyâtî tutlâ aleykum fe kuntum bihâ tukezzibûn

E lem tekun ayati : olmadı mı, okunmadı mı? Ayetler,
tutla aleykum : okunmak, sizler,
Fe kuntum biha tukezzibun : yalanda kalıyorsunuz, hakikatleri yalanlama

 

105- Ayetlerimiz size her an her varlıktan okunmuyor mu? Fakat siz o hakikatlere karşı yalanlarda kalıyorsunuz.

 

-106-

قَالُوا رَبَّنَا غَلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا ضَالِّينَ

Kâlû rabbenâ galebet aleynâ şıkvetunâ ve kunnâ kavmen dâllîn

Kâlû rabbe na : dediler, rabbimiz,
galebet : galebe, üstünlük, büyüklük,
Aleynâ şıkvetuna : bize, şaki, şakiliğimiz, eşkıya, isyankârlık, zorbalık
ve kunnâ kavmen dalline : biz olduk, dalalet, kendi anlayışına, çıkarına sapan

 

106- Dediler ki: Rabbimiz! Şakiliğimiz bize galebe çaldı ve biz hakikatlerden sapan kimselerden olduk.

 

-107-

رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْهَا فَإِنْ عُدْنَا فَإِنَّا ظَالِمُونَ

Rabbenâ ahricnâ minhâ fe in udnâ fe innâ zâlimûn

rabbe-nâ ahric na minha : Rabbimiz, bizi çıkar o hallerden, oradan
Fe in udnâ : adetler, sözler, biz döndük, arka, geri
Fe inna zalimun : böylece, zalimlerden olduk,

 

107- Rabbimiz! Bizi o hallerden çıkar. Öyle ki biz cehalet hallerimizde kaldık, böylece zalimlerden olduk.

 

-108-

قَالَ اخْسَؤُوا فِيهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ

Kâlahseû fîhâ ve lâ tukellimûn

kâle ıhseû fiha : dendi, bildirildi, o hallerde kalan, orada,
ve lâ tukellimû-ni : yok, konuşma, beni, yok söyleme

 

108- O hallerde kalanların, hakikatlerimizin kelimelerini söylemeleri olamaz, diye bildirildi.

 

-109-

إِنَّهُ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْ عِبَادِي يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ

İnnehu kâne ferîkun min ibâdî yekûlûne rabbenâ âmennâ fagfir lenâ verhamnâ ve ente hayrur râhımîn

innehu kane ferik : doğrusu, o, oldu, takım, ekip, gurup, fırka
min abid : kullarım
Yekûlûne Rabbena : derler, rabbimiz
amenna : iman ettik, inandık
fe ıgfir lena : artık mağfiret et, bağışla, bize,
ve erham na : rahmet et, merhamet
ve ente hayru el rahimin : sen, rahmetinle hayırlı olansın

 

109- Doğrusu fırkalarda kalan kullarım derlerki: Rabbimiz! İman ettik. Bundan sonra bize mağfiret et ve merhamet eyle ve sen rahmetinle hayırlı olansın.

 

-110-

فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتَّى أَنسَوْكُمْ ذِكْرِي وَكُنتُم مِّنْهُمْ تَضْحَكُونَ

Fettehaztumûhum sıhriyyen hattâ ensevkum zikrî ve kuntum minhum tadhakûn

Fe ettehaztumû-hum : edindiniz, sarıldınız, o halde kaldınız,
sıhrıyyen : alay etmek, önemsememek,
Hatta ensev kum : hatta, siz unuttunuz
zikrî : anmak, zikrim, beni anmak,
ve kuntum minhum tedahaken : siz oldunuz, önemsememe, gülmek, alay etmek,

 

110- Fakat onlar hakikatleri önemsememe hallerine sarıldılar. Öyle ki o halleriniz, sizin Beni anmanızı unutturdu ve siz önemsemeyenlerden oldunuz

 

-111-

إِنِّي جَزَيْتُهُمُ الْيَوْمَ بِمَا صَبَرُوا أَنَّهُمْ هُمُ الْفَائِزُونَ

İnnî cezeytuhumul yevme bimâ saberû ennehum humul fâizûn

enni cezeytuhum : muhakkak ben, karşılık, onlar, mükâfat
el yevme bima saberu : bugün, vakit, zaman, sabırlı olmaları sebebiyle
enne-hum : muhakkak ki onlar,
hum el faizun : başarılı olan, kazananlar, galip olanlar, arttıran

 

111- Muhakkak ki sabırlı olanlara her zaman karşılıklar vardır. Muhakkak ki onlar kazananlardır.

 

-112-

 قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ

Kâle kem lebistum fil ardı adede sinîn

Kâle kem lebistum : dedi, nasıl, ne kadar, kaç, sukun, kalmak
fî el ardı : arzda, yeryüzünde, yaşam
adede sinin : adet, sayı, sene, kaç yıl, yaş, ömür,

 

112- Yeryüzünde kaç yıl kalırsınız, denildi.

 

-113-

قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلْ الْعَادِّينَ

Kâlû lebisnâ yevmen ev bada yevmin feselil âddîn

Kâlû lebisna yevmen : dediler, biz kaldık, kalırız, vakit, gün, zaman,
Ev bada yevmin : ya da, bir kısmı, zaman, az bir zaman, gün
fe isel : artık, sor, araştır, iste,
el addin : adet, sayan, miktar, yıl, kaç yıl, yaşamın yılı

 

113- Belli bir zaman ya da daha az bir zaman kalırız, dediler. Artık kaç yıl yaşarsanız yaşayın hakikatleri sorup araştırın.

 

-114-

قَالَ إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا لَّوْ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Kâle in lebistum illâ kalîlen lev ennekum kuntum talemûn

Kâle in lebistum : dendi, bildirildi, eğer, kalma, siz,
illa kalil : sadece, biraz, az bir zaman, belli bir zaman,
Lev enne kum : eğer, şayet, keşke, olsa bile, gerçekten siz,
kuntum talemun : bilenlerden, yaşamın değerini idrak edenlerden,

 

114- Eğer siz az bir zaman kaldığınızı anlayabilseydiniz, gerçekten siz yaşamın değerini bilenlerden olurdunuz, diye bildirildi.

 

-115-

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ

E fe hasibtum ennemâ halaknâkum abesen ve ennekum ileynâ lâ turceûn

E fe hasibtum : sandınız, siz hesap ettiniz
Ennema halaknâ-kum : sizi yarattık, halk ettik, var ettik,
abasen : abes, boş, lüzumsuz, boşuna
ve ennekum ileyna : muhakkak siz, oldunuz, bize,
la turceun : yok, rucu etmek, ayrı olmak, dönmek,

 

115- Sizi boş yere halkettiğimizi ve sizin Bizden ayrı olduğunuzu mu sandınız?

 

-116-

فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ

Fe teâlallâhul melikul hakk lâ ilâhe illâ hû rabbul arşil kerîm

Fe teale Allah : öyleyse, işte, yücedir, gerçektir, Allah,
el melik : melik, hükümdar, tüm varlığın sahibi
El hakk : hak olan, hakikat, tecelliler,
la ilâhe illa huve : ilâh yoktur, o vardır
Rabbu : Rabbi, vücudlandıran,
el arşi : tüm her yeri kaplayan,
el kerim : asil, asliyyet, heryerde asaletini gösteren, cömert,

 

116- İşte Allah; gerçek olandır, hakikatleriyle tüm varlığın sahibi olandır. O’ndan başka güç yoktur, her şeyi vücudlandırandır, bütün her yeri kaplayandır, tüm varlıktan asaletini gösterendir

 

-117-

وَمَن يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِندَ رَبِّهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ

Ve men yedu maallâhi ilâhen âhare lâ burhâne lehu bihî fe innemâ hısâbuhu inde rabbih innehu lâ yuflihul kâfirûn

ve men yedu : kim, yönelir, çağırır, dua eder,
mea Allah : Allah ile beraber
İlahen ahara : ilahlar, başka, kendi zannettiği başka ilah
La burhan lehu bihî : yok, kanıt, delil, onun, ona
Fe innema hısabu hu : işte, artık, sadece, ancak, onun hesabı, düşünmek,
İnde rabbi-hi : katında, ona ait, onun Rabbi
innehu la yuflihu : muhakkak, o, hak, yok, felah, başarılı, huzur, kurtuluş,
el kafirin : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen,

 

117- Kim Allah ile beraber, kendi zannına göre hiçbir delili olmayan başka ilahlara yönelirse, işte o kimse, onu vücudlandırana ait olan hakikatleri anlamada bir düşünce içinde olamaz. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelenler felah bulamazlar.

 

-118-

وَقُل رَّبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ

Ve kul rabbigfir verham ve ente hayrur râhımîn

Ve kul rabbi : de ki, rabbim, beni vücudlandıran,
ıgfir : mağfiret et, rahmet et, merhamet
ve erham : rahmet, tüm varlığı rahmetinle saransın, nurunla,
ve ente hayru : sen, hayırlı olan,
el rahimin : varlığı özünden var eden, rahim olan,

 

118- De ki: Mağfiretinle beni vücudlandıransın ve tüm varlığı rahmetinle saransın ve sen tüm varlığı özünden hayırlısı ile var edensin.