MÜLK SÛRESİ

 

-1-

تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Tebârekellezî bi yedihil mulku ve huve alâ kulli şeyin kadîr

Tebâreke ellezi : bereket, kutlu, kutsanmış, yüce, zatıyla yüce olan, ki o
bi yedi hi : onun kudretinde, elinde, yönetimde, idaresinde, tecelli,
El mulku : idare, mülk, yöneten, hükümdar, kâinat, mal, yer,
ve huve ala kulli şeyin : o, bütün her şey,
kadirun : kudret, güçlü olan,

 

1- O Zatıyla yüce olandır, tüm kâinat O’nun yönetimindedir ve O bütün her şeydeki kudrettir

 

-2-

الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ

Ellezî halakal mevte vel hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ ve huvel azî zul gafûr

Ellezî halaka : ki o yaratan, var eden, halkeden,
El mevt : ölüm, nutfe, idraksizlik, sınırlayan,
ve el hayate : hayat veren, diri olan,
li yebluve-kum : yaratılışı anlamak, imtihan, hakikatleri anlamak, siz,
eyyu kum : nasıl, hanginiz, siz,
ahsenu amelen : daha güzel, güzelce, iş, çalışma, amel
ve huve el aziz : o aziz olan, sevgi sahibi, saygı değer, sevgili, yüce olan
el gafuru : bağışlayan, mağfiret eden,

 

2- Ki O’dur halkeden, hayat veren ve sınırlayan. Siz hakikatleri anlama içinde olun. Sizden hanginiz hakikatleri anlarsa güzel amellerde olur. O tüm değerlerin yüce sahibidir, mağfiret edendir.

 

-3-

الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَّا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِن تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ

Ellezî halaka seb’a semâvâtin tibâkâ mâ terâ fî halkı el rahmâni min tefâvut ferciı el basara hel terâ min futûr

Ellezî halaka : ki o yarattı
Seba semavatin : yedi ulvi, gökleri, kişinin üzerinizdeki yücelikler, ulviyet
tibakan : makam, kat, merhale, tabaka, birbirini tamamlayan
Ma tera fiy halki : içinde göremezsin, halk, var oluş,
El rahmani : rahman, rahmetiyle, nuruyla her yeri saran,
Min tefavutin : eşitsizlik, aykırılık, uyumsuzluk, düzensizlik
Fe irciı el basara : öyleyse, haydi, çevir döndür, bakış, bakmak,
Hel tera futurin, fatır : görüyor musun, bir yarık çatlak, noksan, eksik, yaratma,

 

3- Ki O’dur sizleri belli merhalelerle bir yücelik içinde halkeden. Rahmetiyle yaratmasında bir eşitsizlik göremezsin. Haydi, çevir döndür bakışlarını, bir yarık bir çatlak görüyor musun?

 

-4-

ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِأً وَهُوَ حَسِيرٌ

Summerciıl basara kerreteyni yenkalib lieykel basaru hâsien ve huve hasîr

Summe irciı el basara : sonra, yine çevir dön bakışlarını
Kerreteyni : iki kere, defalarca, tekrar tekrar
Yenkalib ileyke : çevir, döndür, incele, kendine, sana
el basara : bakışlarını
Hâsien : acizlik, bitkinlik, kendini kaybetmek, kovulmuş, hakir
ve huve hasirun : zayıf, hüsran, çaresiz, eli boş, varlığından geçmiş

 

4- Sonra tekrar tekrar bakışlarını döndür, incele, bakışlarını kendine çevir, acizliğini ve hiçbir şeyin sahibinin sen olmadığını anla.

 

-5-

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِّلشَّيَاطِينِ وَأَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّعِيرِ

Ve lekad zeyyennes semâed dunyâ bi mesâbîha ve cealnâhâ rucûmen liş şeyâtîni ve atednâ lehum azâbes saîr

ve lekad zeyyenna : andolsun, biz, süsledik, zinet, sıfatlandırdık,
el semâe el dünya : sema, ulvi alem, gök, dünya, yer
bi mesâbîha : lâmbalar, kandil, ışık saçan, yansıyan, nur, tecellilerle
ve cealnâ-hâ : onu kıldık, yaptık düzenledik, o, var olan her şey
Rucûmen : taşlanmış, atılmış, kovulmuş, uzaklaştırılmış
li el şeyatani : şeytani haller içinde olan, kötülükler içinde,
ve ated nâ lehum azabe : hazır, vardır, biz, onlar, azap, sıkıntı,
El sairi : ötekileştirme, öbürü, ikilikte kalma, ateş,

 

5- Yerde ve gökte ne varsa, Nurumuzu yansıtır bir halde sıfatlandırdık ve varolan her şeyi Biz düzenledik. Şeytani hâller içinde olan kimse, o hakikatleri anlamaktan uzaktır. Bizi anlayamayıp ötekileştirmenin cehaletinde kalanlara sıkıntılar vardır.

 

-6-

وَلِلَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

Ve lillezîne keferû bi rabbihim azâbu cehennem ve bi’sel masîr

ve li ellezîne keferü : hakikati görmemezlikten gelenler için
Bi rabbi him : rab, vücudlandıran, onlar, kendileri,
Azâbu cehenneme : azap sıkıntı, cehennem, cehalet, derin kuyu,
Ve bise el masiru : ne kötü, o halde kalmak, dönülecek, kalınan yer, karargâh,

 

6- Kendilerini vücudlandıranı görmemezlikten gelenler için, cehaletin cehenneminin sıkıntıları vardır ve o hâlde kalmak ne kötüdür.

 

-7-

إِذَا أُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِيَ تَفُورُ

İzâ ulkû fîhâ semiû lehâ şehîkan ve hiye tefûr

İzâ ulku fiy ha : ise, olduklarında, cehalet karanlığı, atılma, kalma, içinde
Semiun leha : işittiler, duydukları, onu,
Şehikan : sıkıntılı nefes alıp verme, bağırma, eşeğin anırması, ego
Ve hiye tefuru : kaynayan, öfkeli haller, kötülüğün halleri

 

7- O hâllerde kaldıklarından dolayı duydukları şey, cehaletin benlik hâlleri ve kötülük hâlleridir.

 

-8-

تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ كُلَّمَا أُلْقِيَ فِيهَا فَوْجٌ سَأَلَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَذِيرٌ

Tekâdu temeyyezu minel gayz kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr

Tekâdu temeyyezu : neredeyse, ayrım, parçalamak,
min el gayzi : öfkeden, hiddetli haller
kullemâ : her ne zaman, her durumda, olduğunda, defasında
Ulkiye fiy ha fevcun : atılır, kalır, içinde, dalga, bölük, alay, bütün haller
Seele hum hazenetu ha : sordu, onlar, koruyup gözeten, saklayanlar, bekçi
E lem yeti-kum : size gelme dimi?
nezîrun : nezir, uyarıcı, haberci, müjdeci, öğüt veren

 

8- Bütün bu hâllerin içine düştüklerinden dolayı, neredeyse hiddetli hâllerinden parçalanacaklar. Hakikatleri koruyup gözetenler sordular: Hakikatleri açıklayıp uyaran biri size gelmedi mi?

 

-9-

قَالُوا بَلَى قَدْ جَاءنَا نَذِيرٌ فَكَذَّبْنَا وَقُلْنَا مَا نَزَّلَ اللَّهُ مِن شَيْءٍ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ كَبِيرٍ

Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey’in entum illâ fî dalâlin kebîr

Kâlû bela kad cae na : dediler evet bize gelenler oldu.
Nezîrun : bir nezir, uyarıcı, hakikatleri açıklayıp uyaran
fe kezzebnâ : fakat biz yalanladık
ve kulnâ ma nezzele : dedik, indirmedi, gelmedi, sunulmadı, akmadı
Allâhu min şeyin : Allah, bir şey
Entum illa : siz ancak
Fîy dalalin kebir : içinde, dalalet, sapmak, dışına çıkmak, büyük

 

9- Dediler ki: Evet, bize hakikatleri açıklayıp uyaranlar geldi. Fakat biz yalanladık, Allah’tan bir şey gelmedi, siz ancak büyük dalalet içindesiniz, dedik.

 

-10-

وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ

Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na’kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr

ve kâlû lev kunna nesmeu : dediler, eğer, şayet, keşke, işitenlerden olsaydık
Ev nakılı ma kunna : düşünüp akıl edenlerde de olmadık,
Fîy ashabı el sairi : içinde, sahip, ötekileştirme, öteki görme

 

10- Ve dediler ki: Keşke hakikatleri işitenlerden olsaydık, düşünüp akledenlerden de olmadık. Ötekileştirmenin cehaletinde kalanlardan olduk.

 

-11-

 فَاعْتَرَفُوا بِذَنبِهِمْ فَسُحْقًا لِّأَصْحَابِ السَّعِيرِ

Fa’terefû bi zenbihim fe suhkan li ashâbis saîr

fe iterefû : böylece, sonra, itiraf ettiler, kabul ettiler, anlayan,
bi zenbi-him : kendi hatalarını, suçlarını, fenaları
Fe suhkan : o zaman, artık uzaklaşma, ırak olma, uzak durma
Li ashabi el sair : hali, sahip, ehli, o halde olan, ötekileştirme

 

11- Böylece kendi hatalarını anlayanlar, ötekileştirmenin cehalet hâlinden uzaklaşırlar.

 

-12-

إِنَّ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالْغَيْبِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ

İnnellezîne yahşevne rabbehum bil gaybi lehum magfiretun ve ecrun kebîr

inne ellezîne yahşevne : muhakkak ki onlar sakınma, huşu, saygılı, tevazu
rabbe-hum : Rab, onlar, olanlar,
bi el gaybi : gizli, görünmeyen, bilinmeyen, sır, saklı,
Lehum magfiretun : onlar bağışlanma
Ve ecrun kebir : büyük, yüce, ecir, mükâfat, karşılık

 

12- Muhakkak ki görünmeyen bilinmeyene inanan, Rabbine karşı tevazulu olanlar için, mağfirete ulaşma ve büyük mükâfat vardır.

 

-13-

وَأَسِرُّوا قَوْلَكُمْ أَوِ اجْهَرُوا بِهِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

Ve esirrû kavlekum evicherû bihi innehu alîmun bi zâtis sudûr

ve esirrû : gizli, görünmeyen, sır olan, perdenin ardı, bilinmeyen
kavle kum : söz, itikat, anlaşma, sözleşme, sözler, tarif, siz,
Ev icheru bihi : veya, cehr, görünmek, zahir, yüksek ses, bilinen, onu
inne hu alimun : muhakkak, o, ilmin, bilginin, ilmin sahibi,
bi zâti es suduri : gönüllerin sahibi,

 

13- Siz hakikatlerin sözlerini bilseniz de ya da bilemeseniz de, muhakkak ki ilmin sahibi olan, gönüllerin sahibi olan O’dur.

 

-14-

أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

Elâ ya’lemu men halak ve huvel latîful habîr

e lâ yalemu : yok, değil mi? İlmin sahibi,
men halaka : yaratan, halkeden, var eden,
Ve huve el latifu : o, latif, güzel olan, ince, zarif, lütufkâr, sıfatlandıran
El habiru : haber veren, tüm varlıktan ilmi bildiren

 

14- Halkeden, ilmin sahibi olan ve tüm varlıktan en güzel şekilde bildirip duran O değil midir?

 

-15-

هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِن رِّزْقِهِ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ

Huvellezî ceale lekumul arda zelûlen femşû fî menâkibihâ ve kulû min rızkıh ve ileyhin nuşûr

huve ellezî ceale lekum : o, ki o, yaptı, kıldı, sundu, düzenledi, size
El arda : arzı, yeryüzünü
Zelûlen femşu : uysal, tevazulu, alçak gönüllü yürümek, alıştırılmış
fîy menâkibi- hâ : onun yürüyüşü, kenar, köşeler, duruş, ayaktan boyuna
ve kulû min rızkı hi : yiyin, faydalanın, yararlanın, onun rızkından, nimet,
ve ileyhi el nuşuru : ona, diriliş, yayılma, hayat buluş, dağılma, açığa çıkma

 

15- Ki O’dur yeryüzünü size sunan. Orada tevazulu bir yürüyüş içinde yürüyün ve oradaki nimetlerden faydalanın ve açığa çıkışın O’ndan olduğunu anlayın.

 

-16-

أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يَخْسِفَ بِكُمُ الأَرْضَ فَإِذَا هِيَ تَمُورُ

E emintum men fîs semâi en yahsife bikumul arda fe izâ hiye temûr

e emintum : güvenilen, emin olmak, emniyetli, koruyan, sığınılan yer
Men fîy es semâi : kim, ne, içinde, semada, gökyüzü, ulvi alem den, ulviyet
en yahsife : batmak, dalmak, girmek, yok olma, kendinden geçmek
Bikumu el arda : sen, siz, arz, dünya, yeryüzü, kişinin bedeni, dünyası
Fe iza hiye temuru : sarsılmak, ilerlemek, etkilenme, zaman, kadar, tarih,

 

16- Ulvi Âlem’in hakikatlerinden emin olmak mı istiyorsunuz? Kendi dünyanızdan geçinceye kadar, hakikatleri anlayıncaya kadar sarsılıp ilerleyin.

 

-17-

أَمْ أَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ

Em emintum men fîs semâi en yursile aleykum hâsıbâ fe se ta’lemûne keyfe nezîr

Em emintum : yoksa emin mi oldunuz, güven, koruyan, inanılan
Men fîy es semâi : semada, gökyüzü, ulvi alem, ulviyet
en yursile aleykum : verilen, sunulan, gönderilen, size,
Hasıban : şiddetli rüzgar, hesap, kendini hesaptan geçirme
Fe se talemûne : bileceksiniz, belki bilirsiniz,
Keyfe neziri : nasıl, niçin, uyarı, uyarıcı, hakikatleri haber veren

 

17- Ulvi Âlem’in hakikatlerinden emin olmak mı istiyorsunuz? Size verilen sıfatları anlamak için gayret gösterin. O zaman nasıl hakikatlerle uyarıldığınızı bileceksiniz.

 

-18-

وَلَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ

Ve lekad kezzebellezîne min kablihim fe keyfe kâne nekîr

ve lekad kezzebe ellezine : doğrusu, yalanladı onlar, o yalan söyleyenler
Min kabli him : bunlar tarafından, bunlardan, onlardan öncekiler
Fe keyfe kane : nasıl, hâl, oldu,
nekiri : bilinmemiş, belirsiz, ufak tefek, kabuk

 

18- Doğrusu kendilerinden öncekiler gibi, o kimseler de hakikatleri yalanladılar. Böylece hakikatleri bilemeyen bir hâl içinde oldular.

 

-19-

أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلَّا الرَّحْمَنُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ

E ve lem yerev ilet tayri fevkahum sâffâtin ve yakbıdn mâ yumsikuhunne iller rahmân innehu bi kulli şeyin basîr

e ve lem yerev : onlar görmedi mi?
İla et tayri : kuşlar,
fevka-hum : üstlerinde, gökyüzünde,
sâffâtin : dizilen, saf yapan, sıra sıra, süzülenler uçan
ve yakbıdne : kavrama, açıp kapayan, kanat çırpan
mâ yumsiku-hunne : onları tutan nedir, kavrayan,
illâ er rahmânu : ancak, sadece, Rahman, tüm varlığı zatıyla tutan,
inne-hu bi kulli şeyin : muhakkak ki o, bütün her şey
basirun : delil sahibi, basiret, hakikati gösteren,

 

19- Onlar, gökyüzünde süzülüp uçup giden kuşları ve onların kanat çırpışlarını görmezler mi? Onları tutan nedir? Ancak tüm varlığı Zatıyla tutandır. Muhakkak ki O bütün her şeyden hakikati gösterendir.

 

-20-

أَمَّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ جُندٌ لَّكُمْ يَنصُرُكُم مِّن دُونِ الرَّحْمَنِ إِنِ الْكَافِرُونَ إِلَّا فِي غُرُورٍ

Emmen hâzellezî huve cundun lekum yensurukum min dûnir rahmân inil kâfirûne illâ fî gurûr

Em men haza ellezi : yahut, veya, kim, kimse, bu, o, ki o,
Huve cundun : o asker, ordu, zafer, zafere amaca ulaşma
Lekum yansuru-kum : siz, yardım edecek, destekleyecek, desteklenirsiniz.
min dûni er rahmâni : Rahmandan başka, rahman olmadan
in el kafirine : hakikati görmemezlikten gelenler için
İllâ fiy gururin : sadece ego içinde, benlik, gurur içinde

 

20- Rahmanın yardımı olmadan zafere ulaşan kimdir? Hakikati görmemezlikten gelip örtenler sadece bir ego içindedirler.

 

-21-

أَمَّنْ هَذَا الَّذِي يَرْزُقُكُمْ إِنْ أَمْسَكَ رِزْقَهُ بَل لَّجُّوا فِي عُتُوٍّ وَنُفُورٍ

Emmen hâzellezî yerzukukum in emseke rızkah bel leccû fî utuvvin ve nufûr.

Em men haza ellezi : yahut, veya, kim, bu, o kimse, kimdir, gelmez
yerzuku-kum : verilen, sağlanan, yardım edilen, sunulan, rızkınızı
İn emseke : eğer, tuttu, tutulma, ihtiyacı olmak,
rizka-hu : onun rızkı, rızkını, yaşamı, geçimi,
Bel leccu : doğrusu onlar, evet ısrarla
Fi utuvvin : gurur içinde, kibirli, taşkınlık, haddi aşma
ve nufûrin : ve uzak durma, nefret, hoşlanmama, sevgisizlik

 

21- Bir rızka ihtiyacınız olduğunda, size rızkı sunan kimdir? Doğrusu onlar bir kibir ve bir sevgisizlik içindedirler.

 

-22-

 أَفَمَن يَمْشِي مُكِبًّا عَلَى وَجْهِهِ أَهْدَى أَمَّن يَمْشِي سَوِيًّا عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

E fe men yemşî mukibben alâ vechihî ehdâ emmen yemşî seviyyen alâ sırâtın mustekîm

Efe men yemşi : yoksa, öyleyse, kimse mi yürür, yürüyen mi?
mukibben : tökezleyen, sürünen, depolama, düşen, inat eden,
Alâ vechi hi : üzere, gerçek, yüz, yüz üstü, kendi cehalet bildikleriyle,
Ehdâ em men : doğru olan kimse,
Yemşî seviyyen : yürür seviyeli, düzgün, normal,
Ala sırâtın mustekîmin : sıratı mustakîm üzere, hakikatin dosdoğru yolu üzere

 

22- Hakikatin dosdoğru yolu üzere, seviyeli yürüyen kimse mi doğru yoldadır, yoksa hakikatlerden sapmış bir halde, kendi cehalet bildikleriyle hareket eden kimse mi?

 

-23-

قُلْ هُوَ الَّذِي أَنشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ

Kul huvellezî enşeekum ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh kalîlen mâ teşkurûn

Kul huve ellezî : de, anlat, o olan, ki o,
ensee-kum : varetti, düzenledi, inşa etti, bir bütün olarak monte
ve ceale lekum : ve kıldı, yaptı, verdi, sizin için, yaptığınız
El sem’a : işitme
ve el ebsâre : görme, basiret,
ve el efidete : kalbler, idrak etme, gönül
Kalîlen ma teşkurune : ne kadar az şükrediyorsunuz, teşekkür, minnettar

 

23- De ki: Sizi varedip ortaya koyan, size işitmeyi ve görmeyi ve idrak etmeyi veren O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz.

 

-24-

قُلْ هُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Kul huvellezî zereekum fîl ardı ve ileyhi tuhşerûn

Kul huve ellezi : de, anlat, o olan hangi, onlara
zeree-kum : sizi halk etti, var etti, çoğaltıp yaydı
fîy el ardı : topraktan, arzda, yeryüzünde
ve ileyhi tehşerune : onda toplanacaksınız, birliğinde, bir arada, cem etmek,

 

24- De ki: Sizi topraktan varedip çoğaltan O’dur ve hepiniz O’nun birliğindesiniz.

 

-25-

وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn

ve yekûlûne : derler ki, söylerler,
Metâ : ne zaman,
Haza el vadu : bu, vaad, söz
in kuntum sadikine : eğer, doğrulardansanız, sadık, doğru söyleyen,

 

26- Derler ki: Eğer doğru söyleyenlerdenseniz, o vaat edilenler ne zaman gerçekleşir.

 

-26-

قُلْ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِندَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُّبِينٌ

Kul innemel ilmu indallâhi ve innemâ ene nezîrun mubînun

Kul innema el ilmi : de, anlat, ancak, sadece, o ilim
İnde Allahi : katında, ona ait, Allah
Ve innema ene : ancak, sadece, ben
nezirun mubinun : uyarıcıyım, apaçık açıklayan tebliğ eden, bildiren

 

26- De ki: İlim sadece Allah’a aittir ve ben sadece hakikatleri bildirip uyaranım.

 

-27-

فَلَمَّا رَأَوْهُ زُلْفَةً سِيئَتْ وُجُوهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقِيلَ هَذَا الَّذِي كُنتُم بِهِ تَدَّعُونَ

Fe lemmâ reevhu zulfeten sîet vucûhullezîne keferû ve kîle hâzellezî kuntum bihî teddeûn

Fe lemma reev hu : dendiği zaman, anlamak, görmek, idrak, o, hak, Hu
zulfeten : yakın, yakın olarak
sîet : karardı, asıldı, değişti,
vucûhu : vechler, yüzler, gerçekler,
Ellezîne keferu : hakikati görmemezlikten gelenler
ve kîle haza ellezi : denildi, bu, şu, ne, o ki, işte budur
Kuntum bi hi teddeune : siz onu aramak, davet etmek, istemek, talep etmek

 

27- Onlara, Hakk’ı anlamak için yakın olun denildiği zaman, hakikati görmemezlikten gelenlerin yüzleri değişti. Onlara, aradığınız, istediğiniz şey buydu, denildi.

 

-28-

قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَهْلَكَنِيَ اللَّهُ وَمَن مَّعِيَ أَوْ رَحِمَنَا فَمَن يُجِيرُ الْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ

Kul ereeytum in ehlekeniyallâhu ve men maıye ev rahımenâ fe men yucîrul kâfirîne min azâbin elîm

Kul e reeytum : anlat, de ki, siz görmüyorsunuz.
İn ehleke-niye Allah : imha etmek, yok etmek, helak, yazık etmek, Allah
ve men maiye : kim, kimse, ne, beraberdir, birlikte,
Ev rahime-nâ : merhamet, özünden var eden, biz,
Fe men yucîru : o zaman, kim koruyacak kim kurtarır
el kâfirîne : hakikati örtenler, görmemezlikten gelenler
min azabın elim : acı sıkıntılar, acı bir azap

 

28- De ki: Allah’ı anlamayıp kendinize yazık ettiğinizi niye görmüyorsunuz? O bizi özünden var edendir ve her an bizimle beraberdir. Hakikati görmemezlikten gelip örtenleri acı sıkıntılardan koruyacak olan kimdir?

 

-29-

قُلْ هُوَ الرَّحْمَنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ

Kul huver rahmânu âmennâ bihî ve aleyhi tevekkelnâ, fe se ta’lemûne men huve fî dalâlin mubîn

Kul huve el rahman : deki, o, rahman, nuruyla saran,
Âmennâ bihi : biz iman ettik, inandık, ona
ve aleyhi tevekkelna : ve ona tevekkül ettik, dayanma, güvenme,
Fe se-talemûne : artık yakında bileceksiniz
Men huve : kim, kimse, o
fiy dalalin mubin : dalalet içinde, sapan, apaçık dalalette kalan,

 

29- De ki: Tüm varlığı nuruyla saran O’dur. Biz O’na iman ettik ve tüm varlığımızla O’na teslim olduk. Artık apaçık dalalet içinde kalan o kimseler belki yakında bilirler.

 

-30-

قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَصْبَحَ مَاؤُكُمْ غَوْرًا فَمَن يَأْتِيكُم بِمَاء مَّعِينٍ

Kul e reeytum in asbaha mâukum gavren fe men yetîkum bi maîn maîn

Kul e reeytum : anlat, siz niye görmüyorsunuz
İn asbaha : o oldu, o olmuştur.
mâu-kum gavren : sizin suyunuz, ilminiz, vadiden, geçitten, yerin altından
Fe men yeti kum : o zaman, artık, kim, kimse, getirir, sunar, siz,
bi mâin mainin : akan suyu, akarsuyu, akıp giden su

 

30- De ki: Siz bir vadiden akıp giden suyu görmez misiniz? Akıp giden suyu size sunan kimdir?