NECM SÛRESİ
-1-
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
Ven necmi izâ hevâ.
ve el necmi | : yıldız, var olanın her bir parçası, yansıyan nur, ışık, |
iza haviy | : düşen, kaydı, inen, hüviyet, yer ile gök arası, boşluk, aslı, |
1- Varolan her şeyden yansıyan nur O’nu gösterir.
-2-
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.
ma dalle | : sapmadı, dalalete düşmedi, |
sahip kum | : arkadaşınız, sahip, gözeten, siz, |
ve mâ gavâ | : azmadı, baştan çıkmadı, ayartılmadı, aklı bozan |
2- Arkadaşınız hakikatleri bırakıp kendi anlayışına sapmadı ve ayartılmadı.
-3-
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
Ve mâ yentıku anil hevâ.
ve ma yentiku | : konuşmaz, konuşmadı, |
an el heva | : heva, haviy, boş, boşluk, aslı, kişinin kendi arzusu, egodan gelen, zannı |
3- Ve boş bir şey konuşmadı.
-4-
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
İn huve illâ vahyun yûhâ.
en huve illa | : o, ancak, sadece, |
ve hay yuha | : hay olan, diri olan, bilgileri alır, vahyolunur, |
4- O, sadece hakikatleri konuştu ve konuştuğu hakikatler diri olana ait olan bilgilerdir.
-5-
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى
Allemehu şedîdul kuvâ.
Alleme hu | : öğretti, ilmin sahibi, o, |
şedid | : daha fazla, sıkı, kuvvetli, kudretiyle saran |
el kaviy | : sapasağlam tutan, kudretli, tecellileriyle tutan |
5- Bütün varlığı kudretiyle saran, bütün varlığı tecellileriyle tutan, ilmin sahibi olan O’dur.
-6-
ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى
Zû mirreh festevâ.
Zû mirt | : sahip, zat, ayna, azamet, elbise, kendini göstermek, |
fe istiva | : istikamet, istikrar, aynı, eşit, kapladı, yöneldi, göründü, |
6- Bütün her şeyde kendini gösteren Zat’tır, bütün her şeyi sonsuz nitelikleri ile kaplayandır.
-7-
وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى
Ve huve bil ufukil a’lâ.
ve huve bi el afak | : o, afak, bütün her yer, |
el ala | : yüce olan, üst, ulvi |
7- Ve o, bütün her yerdeki ulviliğe yöneldi.
-8-
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
Summe denâ fe tedellâ.
Summe dena | : sonra, yaklaştı, |
fe tedella | : daha da, sarktı, uzandı, düştü, daha yakın oldu |
8- Sonra yaklaştı, daha da yakınlaştı
-9-
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ.
fe kane kabe kavseyni | : öyleki, oldu, mesafe, derece, iki yay, benzer, aynılık, eşit |
Ev edna | : yahut, hatta, daha da yakın, bir, |
9- Öyle ki aynılık derecesinde, hatta daha yakın
-10-
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
Fe evhâ ilâ abdihî mâ evhâ.
fe evhâ | : böylece, vahy, ilahi düşünce, haydan gelen, |
ila abdi hi | : kulluğunun, |
ma evha | : vahy, ilahi düşünce, haydan gelen, |
10- Böylece o ilahi düşüncenin ne olduğunu anladı, kulluğun ilahi düşüncesine ulaştı.
-11-
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
ma kezebe | : yalanlamadı, reddetmedi, |
el fuad | : kalbi, idraki, gönlü, |
ma rea | : görmek, gördüğü şeyi |
11- Gördüğü şeyi kalbi yalanlamadı.
-12-
أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى
E fe tumâr rûnehu alâ mâ yerâ.
E fe tumarun hu | : öyleyse, hala, tereddüt, tartışma, o |
Ala ma yera | : için, yüce, gördüğü şey |
12- Gördüğü şeyler için o tereddüde düşmedi.
-13-
وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
Ve lekad reâhu nezleten uhrâ.
ve lekad rea hu | : gördü, anladı, o, |
nezleten uhra | : iniş, tenezzül, konak, başka, diğer |
13- Doğrusu o bir tenezzül içinde bütün her yerde hakikatleri gördü.
-14-
عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
İnde sidretil muntehâ
İnde | : yanında, katında, orada, |
sidreti el muntehâ | : hakk halk birliği, âmâ buutu, halkiyetin kaynağı |
14- Sidretü’l-Müntehâ’da.
-15-
عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى
İndehâ cennetul mevâ.
inde-ha cennet | : yanında, katında, ona ait, o, cennet, huzur, bahçe |
el meva | : barınak, halk sırrı, mekân, varılacak yer, aslı, kaynağı, her nesnenin evveli. |
15- Varılacak yer olan huzur O’nun katında.
-16-
إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
İz yagşes sidrete mâ yagşâ.
İz yagşe | : büründüğünde, örttüğünde, |
el sidret | : sonsuzluk, sidre, her yerin nur ile kaplanması |
ma yagşa | : şey, ne, saran, ihata, örten, bürüyen, kaplayan, |
16- Bütün her şeyi nuruyla kaplayanı, tüm tecellilerin geldiği o yeri anladığında,
-17-
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ.
ma zaga el basar | : kaymadı, bakış, basiret |
ve ma taga | : ikiliğe düşmedi, hakim, egemen, haddi aşmadı |
16- basireti kaymadı ve ikiliğe düşmedi.
-18-
لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
Lekad reâ min âyâti rabbihil kubrâ.
Lekad rea | : andolsun, doğrusu, gördü, anladı, |
min ayeti | : ayet, işaret, delil, |
rabbi-hi el kubra | : Rabbinin, büyük, yüce, ulu |
18- Doğrusu o Rabbinin yüceliğini delilleriyle gördü.
-19-
أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى
E fe reeytumul lâte vel uzzâ.
E fe reeytum | : gördünüz mü, anladınız mı? |
el lat | : lat, güzel yemek yapan birinin adı, el luh |
ve el uzza | : Aziz denilen bir put, Arapların saygı duyduğu biri |
19- Lat ve uzzanın ne olduğunu anladınız mı?
-20-
وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى
Ve menâtes sâlisetel uhrâ.
ve menât | : dönecek yer, merci, ölüm, Huzeyl, Huzaa kabilesinin putu |
el saliset el uhra | : üçüncü, diğeri olan, başka |
20- Diğeri, üçüncüsü olan menatı.
-21-
أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى
E lekumuz zekeru ve lehul unsâ
e lekum el zeker | : sizin mi, erkek, tamamlanmış olan, |
ve lehu el unsa | : onun, dişi, tamamlanmamış, |
21- Neden erkekleri kendinize ve kızları O’na isnat edersiniz?
-22-
تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى
Tilke izen kısmetun dîzâ.
Tilke izen | : bu, eğer, öyleyse, olduğunda, |
kısmet diza | : paylaşma, haksız, cahilce yaklaşım, |
22- Bu cahilce bir yaklaşımdır.
-23-
إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
İn hiye illâ esmâun semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ enzelallâhu bihâ min sultân in yettebiûne illez zanne ve mâ tehvel enfus ve lekad câehum min rabbihimul hudâ
en hiye illa esmaun | : sadece, ancak, o, ancak, başka, vardır, isimler |
semmeytumû-hâ | : isimlendirdiniz |
Entum ve âbâu-kum | : siz ve atalarınız |
mâ enzele Allah biha | : indirmedi, sunmadı, Allah, ona |
min sultânin | : sultan, bir delil |
En yettebiûne | : tâbi oluyorlar, uyuyorlar, |
el zann | : zanlarına, çıkarlarına, atalarından gelen inançlarına |
ve ma tehve | : şey, ne, hevaları, keyf, düşme, arzu ettiği şey, |
el enfus | : nefs, kendisi |
ve lekad ceahum | : doğrusu, geldi, düzenledi, yaptı, sundu, geldi, onlar |
min rabbi-him | : Rab’lerinden, |
el huda | : yol gösterme, kılavuz, hidayet, yol gösteren |
23- Bu sadece sizin ve atalarınızın isimler takmasından başka bir şey değildir. Allah onlara bu konuda bir delil sunmadı. Onlar sadece zanlarına ve kendi hevalarına tâbi oluyorlar. Doğrusu, yol gösteren onlara Rabbin hakikatlerini sundu.
-24-
أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى
em lil insâni mâ temennâ.
Em li el insan | : yoksa, için, insan, |
ma temenna | : istemez mi, temenni, istek, dilek |
24- Yoksa insan hakikatleri anlamayı istemez mi?
-25-
فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى
Fe lillâhil âhiretu vel ûlâ.
Fe li Allah el ahiret | : fakat, oysa, Allah, son |
ve el ula | : ilk, öncesi, |
25- Allah, öncesi ve sonu olmayandır. .
-26-
وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى
Ve kem min melekin fîs semâvâti lâ tugnî şefâatuhum şeyen illâ min badi en yezenallâhu limen yeşâu ve yerdâ
ve kem min melek | : nice, melek, güç, kuvve, |
fi es semavati | : semalarda, göklerde, ulvi alem |
la tugni | : yok, fayda, zengin, başarılı olamaz |
şefaatu hum | : eşlik, birlikte, refakat, himaye, anlamak, onlar |
Şeyen | : bir şey, suret, varlık, eşya boyutu, |
illa min badi | : ancak, sadece, vardır, den sonra, ardından, |
en yezene Allah | : izin, yetkili olan, her şeyde yetkili olan, hüküm, Allah, |
li men yeşau | : için, kimse, isteyen, |
ve yerda | : razı olmak, memnun, arzu, mutlu, |
26- Ulvi Âlem’in nice kuvveleri vardır ki, suretlerde kalanlar onları anlamada başarılı olamazlar. Ancak her şeyde yetkili olan Allah’ı anlamak isteyen kimse, hakikatleri anlar ve huzur bulur.
-27-
إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى
İnnellezîne lâ yuminûne bil âhireti le yusemmûnel melâikete tesmiyetel unsâ.
İnne ellezine la yuminun | : muhakkak ki, o kimseler, iman etmeyen |
bi el ahireti | : ahiret, sonları, sonunda, |
le yusemmûne | : isimlendirme, ad koyma, sözde, belirleme, |
el melaiket | : güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
Tesmiyete | : isimlerle, adlandırma, |
el unsa | : dişi, kadın, ünsiyet, |
27- Sonunda iman etmeyen kimseler, o kuvvelere dişilik isnat ettiler.
-28-
وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا
Ve mâ lehum bihî min ilm in yettebiûne illez zann ve innez zanne lâ yugnî minel hakkı şeyâ
ve mâ lehum bihi min ilm | : yoktur, onların, bu konuda bir bilgileri |
in yettebiûne | : uymak, tabi olmak, |
ille el zann | : zanlarına, keyfe göre yorum, çıkarlarına |
ve inne el zann | : doğrusu, zan, keyfine göre yorum, çıkarlarına göre |
La yugni | : yok, fayda, yarar, gani, değeri yoktur, zenginlik, |
minel hakk şeyen | : hakikatler, bir şeye |
28- Onların bu konuda bir bilgileri yoktur. Onlar yalnızca çıkarlarına, keyiflerine göre olan yorumlara tâbi olurlar. Doğrusu çıkarlarına, keyiflerine göre olan yorumların hakikatler karşısında hiçbir değeri yoktur.
-29-
فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Fe arıd an men tevellâ an zikrinâ ve lem yurid illel hayâted dunyâ.
Fe arid | : artık, yüz çevir, uzak dur, |
en men | : kim, kimseden, |
tevella | : hakikati anlamaktan yüz çeviren, dönen, |
an zikrinâ | : zikrimizden, bizi anmaktan, biz, hakikatlerimiz |
ve lem yurid | : istemeyen, arzu etmeyenden, |
İlle le hayat el dünya | : sadece, başka, dünya hayatından |
29- Bundan sonda bizi anmaktan, hakikatlerimizi anlamaktan yüz çeviren kimseden ve dünya hayatının çıkarından başka bir şey istemeyen kimseden uzak dur.
-30-
ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى
Zâlike mebleguhum minel ilm inne rabbeke huve alemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bi menihtedâ
Zâlike mebleguhum | : işte o, bu, ulaşmak, erişmek, onlar, |
min el ilm | : ilim, bilgileri |
İnne rabbe ke | : muhakkak ki Rabbin, seni vücudlandıran, |
huve alim | : o, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
Bi men dalle | : kimseler, hakikatlerden sapan, |
an sebili hi | : hakikatlerin yolundan, o yoldan, |
ve huve alim | : o, ilmiyle var eder, ilmin sahibi |
bi men ihteda | : yol bulmak isteyen kimseler |
30- İşte o hâlde olanların ilim hakkında ulaştıkları şey dünya çıkarlarıdır. Muhakkak ki seni vücudlandıran, ilmin sahibi olan O’dur. O hakikatlerin yolundan kendi anlayışlarına sapan kimselere de ve hakikatlere yol bulmak isteyen kimselere de, ilmiyle yol gösteren O’dur.
-31-
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى
Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı li yecziyellezîne esâû bimâ amilû ve yeczîyellezîne ahsenû bil husnâ
ve lillâhi | : için, aittir, Allah |
ma fi el semavat | : göklerde olanlar |
ve mâ fi el ard | : yerde olanlar |
li yecziye ellezine | : karşılık, o kimseler |
Esau bimâ amilû | : kötülükler, yaptıklarından dolayı |
ve yeczîye ellezine | : karşılık, mükâfat, o kimseler |
Ahsenu | : iyiliklerde, güzelliklerde olan, |
bi el husnâ | : güzel, iyi olan |
31- Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’a aittir. Yaptıkları şeylerle kötülükler içinde olan kimselere, yaptıklarının karşılığı vardır. İyilikler, güzel haller içinde olan kimselere de yaptıklarının karşılığı vardır.
-32-
الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى
Ellezîne yectenibûne kebâirel ismi vel fevâhışe illâl lemem inne rabbeke vâsiul magfireh huve alemu bikum iz enşeekum minel ardı ve iz entum e cinnetun fî butûni ummehâtikum fe lâ tuzekkû enfusekum, huve alemu bi menittekâ.
Ellezîne yectenibun | : o kimseler ki, kaçınmak, sakınmak, |
Kebair el ismi | : büyük, günah |
Ve el fevahişe | : benlik, gurur, kötü şeyler, kendini üstün görmek |
illa el lemem | : küçük günah, hata, |
İnne rabb ke | : muhakkak ki Rabbin, |
vasiu magfiret | : mağfireti geniştir |
Huve alemu bi kum | : o, ilmiyle var eden sizi |
İz enşee kum min el ardi | : inşa, meydana getiren, topraktan |
ve iz entum ecinnetun | : o zaman, siz, bir cenin |
Fi butun ummehâti kum | : karınlarının içinde, annelerinizin |
Fe la tuzekku | : artık, yok, anlama, bilme, temizlenme, zeka, |
enfuse kum | : nefsleri, kendilerin, |
Huve alemu | : o, ilmiyle var eden, |
bi men itteka | : kimse, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan |
32- O kimseler; büyük günahlardan, benlik, gurur, kendini üstün görme gibi hallerden ve küçük hatalar bile olsa hepsinden kaçınırlar. Muhakkak ki Rabbinin mağfireti geniştir ve sizi ilmiyle var eden O’dur. Topraktan meydana getiren, annenizin karnında cenin halinde büyütendir. Artık anlamaktan vazgeçmeyin. Fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan kimseler, ilmiyle var edenin O olduğunu bilirler.
-33-
أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى
E fe reeytellezî tevellâ.
E fe reeyte | : gördün mü, anladın mı? |
ellezi tevalla | : yüz çeviren kimse, kendi bildiklerine dönen kimse |
33- Hakikatlerden yüz çeviren kimseyi gördün mü?
-34-
وَأَعْطَى قَلِيلًا وَأَكْدَى
Ve atâ kalîlen ve ekdâ.
ve ata kalile | : verdi, bıraktı, az, |
ve ekda | : tam vermeyen, tam teslim olmayan |
34- Ve az verip, tam vermeyeni.
-35-
أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى
E indehu ilmul gaybi fe huve yerâ.
E ande hu | : yanında, ait, o, ona ait, |
ilmi el gaybi | : ilim, hakikat, görünmeyen bilinmeyen |
Fe huve yerâ | : böylece, yoksa, o, görüyor, biliyor, |
35- Bilinmeyen görünmeyen âlemin hakikatleri ona mı ait, yoksa o bildiğini mi sanıyor.
-36-
أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى
Em lem yunebbe bimâ fî suhufi mûsâ.
Em lem yunebe bima | : yoksa, kendisine haber gelmedi mi? |
fî suhufi musa | : sayfalarından, sözleri, Musa |
36- Yoksa Musa’nın söylediği o hakikatlerin sözlerinden ona bir haber gelmedi mi?
-37-
وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى
Ve ibrâhîmellezî veffâ.
ve İbrâhim | : İbrahim, Rahimiyete bağlı, Öze bağlı, |
ellezi veffa | : ki o, kimse, vefalı, dost, içten, samimi |
37- Ve İbrahim’den, o vefalı bir kimseydi.
-38-
أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى
Ellâ teziru vâziretun vizre uhrâ.
Ellâ la teziru vaziretun | : doğrusu, yok, taşıma, yüklenme, günahkâr |
Vizre uhra | : vebal, sorumsuzluk, günah yükü, başkası, diğer |
38- Doğrusu bir başkasının vebalini başka biri yüklenerek taşımaz.
-39-
وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى
Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
ve en leyse li el insan | : şüphesiz, değil, yok, insan için |
İlla mâ seâ | : ancak, sadece, başka, şey, çalışmasının karşılığı |
39- Ve insan için çalışmasının karşılığından başka bir şey yoktur.
-40-
وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
Ve enne sayehu sevfe yurâ
ve enne sayehu | : muhakkak ki, o emeğinin karşılığını |
sevfe | : yakında, elbette, gelecek zaman, |
yura | : görecektir |
40- Ve muhakkak ki o emeğinin karşılığını elbette görecektir.
-41-
ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى
Summe yuczâhul cezâel evfâ.
Summe yuczahu | : sonra, karşılık bulacak |
el cezae | : karşılık, ceza, |
el evfa | : tam olarak, hak etmek, |
41- Sonra neyi hak etmişse karşılığını tam olarak bulacaktır.
-42-
وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى
Ve enne ilâ rabbikel muntehâ.
ve enne ila rab ke | : muhakkak, rabbine, vücudlandıran, sen |
el munteha | : son, nihai, son kapı, nihayet, en son yer, |
42- Ve sonunda varılacak yer Rabbindir.
-43-
وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
Ve ennehu huve adhake ve ebkâ.
ve enne hu | : muhakkak ki o, |
huve adhake | : onun, o, gülme, yaş, uzak, |
ve ebka | : ağlama, bakileştirmek, sonsuzluk, |
43- Muhakkak ki O’ndandır gülme ve ağlama hissiyatları.
-44-
وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا
Ve ennehu huve emâte ve ahyâ.
ve enehu huve emate | : muhakkak, o, donuk, ölüm, sınır, müddet, |
ve ahya | : hayat, diri, diri olan, |
44- Muhakkak ki O’ndandır ölüm ve hayat.
-45-
وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى
Ve ennehu halakaz zevceyniz zekere vel unsâ.
ve enehu halaka | : muhakkak ki o, halkiyat, yaratılış, |
el zevceyn | : eşler, çiftler, tür, aynı yolda olanlar, |
el zekere ve el unsa | : erkek ve dişilik |
45- Muhakkak O’ndandır erkek ve dişi olarak çiftlerin yaratılışı.
-46-
مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى
Min nutfetin izâ tumnâ
min nutfetin | : damla, su, nutfe, meni, yumurta, dökülme, gelme, |
iza tumma | : arzu, istek, |
46- Bir arzu sonrası damlanın gelişi.
-47-
وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى
Ve enne aleyhin neşetel uhrâ.
ve ene aleyhi el neşet | : muhakkak, ona ait, doğuş, |
el uhra | : başka, diğer bir doğuş, |
47- Muhakkak ki doğuş içindeki doğuş O’na aittir.
-48-
وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى
Ve ennehu huve agnâ ve aknâ.
ve enehu huve agna | : muhakkak ki o, varlığın sahibi, zengin, değerler |
ve akna | : kanaat, mukni, hırslı olmamak, |
48- Muhakkak ki tüm değerlerin sahibi olan ve kanaat veren O’dur.
-49-
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى
Ve ennehu huve rabbuş şırâ
ve enne hu huve rabb | : muhakkak ki o, rab, vücudlandıran, |
el şira | : şiar, yönelme, duyuş, işaret, varlıktaki işaretler |
49- Muhakkak ki vücudlandıran O’dur, varlıktaki bütün işaretler O’nu gösterir.
-50-
وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى
Ve ennehû ehleke âdenil ûlâ.
ve enehu ehleke | : muhakkak ki o, helak, oldu, yazık oldu, |
ad el ula | : Âd kavmi, önce, evvel, geçmiş |
50- Doğrusu geçmişte Ad kavmi onu anlamadı, helak oldu.
-51-
وَثَمُودَ فَمَا أَبْقَى
Ve semûde femâ ebkâ
ve semude | : Semud, |
fe ma ebka, bakiy | : böylece baki olmadı, tutulmadı, sarılmadı, |
51- Semud da hakikatlere sarılmadı.
-52-
وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى
Ve kavme nûhın min kabl innehum kânû hum azleme ve atgâ.
ve kavme Nuh min kablu | : Nuh’un kavmi, daha önce |
inne-hum kanu hum | : doğrusu, onlar, oldu, onlar |
Azleme | : zulümde olan, haksızlık eden, zalimlik |
ve atgâ | : daha azgın, taşkınlık, haddi aşmak |
52- Daha önce de Nuh’un kavmi, doğrusu onlarda zulümde ve taşkınlık içinde kaldılar.
-53-
وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى
Vel mûtefikete ehvâ.
ve el mutefikete | : yalanlarda olma, dolanıp durma, alt üst olma, |
ehva | : heva, nefsi istek arzular, çıkarları, verimsiz, kararmış |
53- Kendi çıkarları için dolanıp durdular.
-54-
فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى
Fe gaşşâhâ mâ gaşşâ.
Fe gaşşa ha ma gaşşa | : böylece, artık, trans, salgın, bulaşan, sarılan |
54- Hep o hallere sarıldıkça sarıldılar
-55-
فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى
Fe bi eyyi âlâi rabbike tetemârâ.
Fe bi eyyi alai | : öyleyse, hangi, nasıl, ajan, etken, delil, yücelik, nimet |
rabbi-ke | : Rabbin, seni vücudlandıran, |
tetemara | : şüphe, şek, mücadele |
55- Bundan sonra seni vücudlandıranın hangi delillerinden şüphe edebilirsin?
-56-
هَذَا نَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى
Hâzâ nezîrun minen nuzuril ûlâ.
Hâzâ nezirun | : bu, çağrı, hakikatlere çağrı, uyarma, öğüt, adak, müjde |
min en nuzuri el ula | : nezir, çağrı, önceki, evvel |
56- İşte bu hakikatlere yapılan bir çağrıdır. Öncekilere de bu hakikatlerin çağrısı yapıldı.
-57-
أَزِفَتْ الْآزِفَةُ
Ezifetil âzifeh
Ezifet el azifet | : yaklaştı, koşmak, yaklaşmakta olan |
57- Hakikatler yolunda koştukça koşun.
-58-
لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ
Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh
Leyse leha | : yoktur, değil, onu, ondan, her şeyi, var olan |
min dûni Allah | : başka, ona ait, Allah, |
kaşifet | : kâşif, meydana çıkaran, açıklayan, |
58- Ortaya çıkan her şey Allah’tandır, O’ndan gayrısı yoktur.
-59-
أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
E fe min hâzel hadîsi tacebûn
E fe min haza el hadis | : yoksa, bu, sözler, bilgiler |
tacebûne | : size acayip geldi, farklı, değişik, |
59- Yoksa bu sözler size acayip mi gelir?
-60-
وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ
Ve tedhakûne ve lâ tebkûn
ve tedhakûne | : siz gülüyorsunuz, kahkaha, eğlenme, önemsememe |
ve la tebkûne | : yok, gerçeği, aramadınız, aslınız, yok ağlamak |
60- Önemsemiyorsunuz ve gerçeği aramıyorsunuz.
-61-
وَأَنتُمْ سَامِدُونَ
Ve entum sâmidûn
ve entum samidun | : siz, gafletten, eğlenceye daldınız, önemsememe, gafil |
61- Ve siz bir gaflet içinde dolanıp duruyorsunuz.
-62-
فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا
Fescudû lillâhi vabudû
Fe esced li Allah | : artık, tüm varlığıyla teslim olmak, secde, Allah, |
ve abudu | : kul, kulluk, |
62- Artık tüm varlığınızla Allah’a teslim olun ve O’nun kulu olduğunuzu bilin.