NEML SURESİ
-1-
طس تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ وَكِتَابٍ مُّبِينٍ
Tâ sîn tilke âyâtul kurâni ve kitâbin mubîn
tâ sîn | : Ta Sin, hakliyet, ins, kâmil insan |
Tikle ayatu | : bu, bunlar, işte bu, tüm varlık, ayetler, işaret, delil, |
el kuran | : okunan şey, varlık kitabı, kâinat kitabı |
ve kitabin mubin | : apaçık kitap, görünen, delilleriyle apaçık kitab, |
1- Ta, Sin. Tüm varlık işaretleriyle okunabilen bir kitaptır ve bütün kâinat apaçık bir kitaptır.
-2-
هُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Huden ve buşrâ lil muminîn
Huden | : yol gösterici, hidayete erdirme, doğruya ulaştırıcı |
ve buşra | : müjdeleyici, hakikatlerle sevindirme, huzur veren bilgi |
li el mümin | : müminler için |
2- O apaçık kitap; doğruya ulaştırıcıdır ve müminler için huzur veren hakikatleri bildirir.
-3-
الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Ellezîne yukîmûnes salâte ve yutûnez zekâte ve hum bil âhıreti hum yûkınûn
Ellezîne | : ki onlar, bu hakikati anlayanlar, |
yukimune el salat | : hep salât üzeredirler, her an hakka bağlılık, |
ve yutune el zekate | : zekat, temizlenme içinde olup kendindekini paylaş |
ve hum bi el âhıreti | : onlar sonunda, ahirete |
hum yûkınûne | : onlar yakin olurlar, hakkel yakin, kesin bilmek, sağlam, |
3- Ki bu hakikati anlayanlar; her an Hakk’a bağlılık şuuru üzeredirler ve temizlenme içinde olup kendinde olanı paylaşırlar ve onlar sonunda Hakka’l yakîn olurlar.
-4-
إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ أَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَ
İnnellezîne lâ yuminûne bil âhireti zeyyennâ lehum amâlehum fe hum yamehûn
inne ellezine | : muhakkak ki onlar, o kimseler, |
la yuminune | : iman etmezler, inanmayanlar |
bi el ahireti | : ahiret, son, sonlarına |
Zeyn na lehum | : süs, sıfatlar, ziynet, değer, biz, onlar, |
amale hum | : amel, çalışma, amel, yaptıkları, onlar, |
Fe hum yamehûne | : böylece, onlar, oyalanırlar, bocalarlar, basiretsizlik |
4- İman etmeyen kimseler ise; sonlarını bilmezler, onlardaki sıfatların bize ait olduğunu bilmezler, amellerinin farkında değildirler. İşte onlar bir basiretsizlik içindedirler.
-5-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَهُمْ سُوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْأَخْسَرُونَ
Ulâikellezîne lehum sûul azâbi ve hum fîl âhıreti humul ahserûn
Ulaike ellezine lehum | : işte o kimseler, onlar |
sûu el azâbi | : kötü, sıkıntı, azabın kötüsü |
ve hum fi el ahiret | : onlar, ahiret, sonlarına, |
Hum el ahserûne | : onlar, kayıpta olanlar, en çok hüsrana uğrayanlar |
5- İşte o kimseler kötü sıkıntılardadır ve onlar sonunda kayıpta olanlardır.
-6-
وَإِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْآنَ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ عَلِيمٍ
Ve inneke le tulekkal kurâne minledun hakîmin alîm
ve inne ke | : muhakkak, şüphesiz, sen, |
le tulekka | : elbette, ulaştırılır, almak, verilmek, ilka edilir |
el kuran | : kâinat kitabı, okunan şey, bütünlük içinde okumak, |
min ledun | : katından, ona ait, varlığı, |
hakim | : her şeye hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
alim | : ilmin sahibi |
6- Şüphesiz kâinat kitabından sana ulaşan şeyler, ilmiyle bütün her şeye hâkim olana aittir.
-7-
إِذْ قَالَ مُوسَى لِأَهْلِهِ إِنِّي آنَسْتُ نَارًا سَآتِيكُم مِّنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ آتِيكُم بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَّعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ
İz kâle mûsâ li ehlihî innî ânestu nârâ se âtîkum minhâ bi haberin ev âtîkum bi şihâbin kabesin leallekum tastalûn
İz kale musa li ehlihi | : olduğu zaman, dedi, musa, ailesine, ehline |
İnni anestu | : ben, fark etmek, görmek, anlamak, |
nâren | : bir ateş, nur, ışık, aydınlık, hakikatin aydınlığı |
se ati kum minha | : size getireyim, oradan, ondan, |
bi haber | : bir haber, bir bilgi, |
Ev atikum | : veya, yada, size getireceğim, |
bi şihab kabes | : kor, kıvılcım, ateş, öğretmek, öğrenmek |
lealle-kum testalune | : umulur, siz, ısınma, rahatlık, mutlu, yarar, nur saçan |
7- Hani Musa bir yücelik taşıyan bir nur gördüğünde ailesine demişti ki: Umarım ki ondan size bir bilgi getiririm, ya da o nurdan bir şey öğrenirim, umulur ki gönlünüz rahatlar.
-8-
فَلَمَّا جَاءهَا نُودِيَ أَن بُورِكَ مَن فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَا وَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Fe lemmâ câehâ nûdiye en bûrike men fîn nâri ve men havlehâ ve subhânallâhi rabbil âlemîn
Fe lemma cae ha | : artık, böylece, oraya geldiğinde, |
nudiye | : nida edildi, işitti, o nidayı duydu, |
en burike men | : mübarek, kutsal, bereket, kimse, kim |
fi el nar | : nurun içinde, ateş, aydınlanma, |
ve men havle ha | : kimse, onun etrafında, ilgili, her yer, yaklaşık, hakkında |
ve subhâne allâhi | : noksan sıfatlardan münezzeh, her şey onunla, Allah |
rabbi el âlemîne | : âlemlerin Rabbi, bütün her şeyi vücudlandıran, |
8- Böylece oraya geldiğinde o nidayı duydu: Aydınlanma içinde olan kimselere ve bütün her yeri o nurun sardığını anlayan kimselere mübarek olsun. Bütün varlığı vücudlandıran Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.
-9-
يَا مُوسَى إِنَّهُ أَنَا اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Yâ mûsâ innehû enallâhul azîzul hakîm
Yâ musa | : ey, ya musa, |
inne hu ene Allah | : muhakkak ki, şüphesiz, ben, Allah |
el azîzu | : tüm niteliklerin yüce sahibi, sıfatların, |
el hakim | : tüm varlığı hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
9- Ya Musa! Tüm sıfatların yüce sahibi olan, tüm varlığa hâkim olan şüphesiz O Allah benim.
-10-
وَأَلْقِ عَصَاكَ فَلَمَّا رَآهَا تَهْتَزُّ كَأَنَّهَا جَانٌّ وَلَّى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْ يَا مُوسَى لَا تَخَفْ إِنِّي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَ
Ve elkı asâk fe lemmâ reâhâ tehtezzu ke ennehâ cânnun vellâ mudbiren ve lem yuakkıb, yâ mûsâ lâ tehaf innî lâ yehâfu ledeyyel murselûn
ve elkı | : at, bırak, terk et, |
asa ke | : kendi taşıdığın bilgiler, baston, kuru olan, dayanağın, |
Fe lemma rea ha | : böylece, onu gördüğünde, anladı, |
tehtezzu | : titreşen, hareket, debelenen, sürüklenen |
keenne-ha | : gibi, nasıl, sanki, |
cannun | : cann, cin, bilinmeyen, değişik kötü haller, cehalete, |
ve la mudbiren | : döndü, çekip çevrildi, arkasını dönerek, anlayışına dönen |
ve lem yuakkıb | : dönmedi, yorum yapmadı, zorlandı, |
Ya musa la tehaf | : ey Musa, korkma, çekinme, |
İnnî la yehafu | : muhakkak ben, korku yok, |
leddeye | : benim katımda, bana ait, |
murselin | : resuller, mesaj, açığa çıkaran, hakikate ulaşanlar |
10- Kendi dayanağın olan bildiklerini, taşıdıklarını bırak. Böylece o, kendi bildiklerinin, taşıdıklarının onu nasıl kötü hallere sürüklediğini anladı ve kendi anlayışlarına döndü baktı ve zorlandı, yorum yapmadı. Ya Musa! Korkma, muhakkak ki benim katımda hakikate ulaşanlara korku yoktur.
-11-
إِلَّا مَن ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُوءٍ فَإِنِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İllâ men zaleme summe beddele husnen bade sûin fe innî gafûrun rahîm
İlla men zaleme | : kim anlar, zalim, haksızlık, |
Summe beddele | : sonra, değişme, yerine, dönme |
Husnen bade suin | : iyilik, sonra, kötülük |
fe inni gafur | : böylece, ben, mağfiret eden, kirletmeyeni almak, |
rahim | : varlığı özünden vareden, |
11- Kim zalim olduğunu anlar, sonra kötü hallerden iyi hallere dönerse, bilsin ki Ben mağfiret edenim, tüm varlığı özümden varedenim.
-12-
وَأَدْخِلْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاء مِنْ غَيْرِ سُوءٍ فِي تِسْعِ آيَاتٍ إِلَى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِهِ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ
Ve edhıl yedeke fî ceybike tahruc beydâe min gayri sûin fî tisı âyâtin ilâ firavne ve kavmih innehum kânû kavmen fâsikîn
ve edhıl yedeke | : dahil ol, girme, anla, gücüne, elini, |
fi ceybike | : cep, kendi içine, koynuna |
Tahruc | : çıkar, dışarı, anla, manasına ulaş, |
beydae | : beyaz, tertemiz, anlam, mana, |
min gayri suin | : gayri, fenalar, fenalardan geçmek, |
Fi tisı ayatin | : dokuz delille, yüce delil, hakikatlerle, ayet, delil, |
ila firavne | : firavuna, kibirli olan, |
ve kavmi-hi | : onun kavmi |
innehum kanu | : doğrusu onlar, oldu, |
kavm fasikin | : kavim, kimseler, hakikatlerden sapan |
12- İçindeki seni vareden güce dahil ol. O gücü fenalardan geçerek tertemiz ortaya çıkar. Firavuna ve onun kavmine o yüce delillerle git. Onlar hakikatlerden sapan bir kavim oldular.
-13-
فَلَمَّا جَاءتْهُمْ آيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ
Fe lemmâ câethum âyâtunâ mubsıraten kâlû hâzâ sihrun mubîn
Fe lemma caet hum | : böylece, olduğunda, onlar geldi, sunuldu, |
ayatu-na | : ayetlerimiz, delil, işaret, |
mubsıraten | : görünür halde, görüp anlayacağı şekilde |
Kalu haza | : dediler, bu, |
sihrun mubin | : sihir, maskaralık, aldatmaca, apaçık |
13- Böylece delillerimiz, onların görüp anlayacağı bir şekilde sunulduğunda, bu apaçık bir aldatmadır, dediler.
-14-
وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ
Ve cehadû bihâ vesteykanethâ enfusuhum zulmen ve uluvvâ fenzur keyfe kâne âkıbetul mufsidîn
ve cehadu biha | : anlamaya gayret göstermeden reddettiler, onu |
Ve esteykanet ha | : onu, ikna, bilme yakın olarak bildiler, |
enfus hum | : kendilerinde, kendi vücudlarında, |
Zulmen ve uluvven | : zalimlik ve büyüklenmek, kibirlenmek, |
fe unzur keyfe kane | : öyleyse, böylece, bak, anla, nasıl, oldu |
Akıbetu | : akıbet, sonuç, sonunda, |
el mufsidîne | : müfsid, fesat çıkaran, bozguncu, fenalık çıkaran |
14- Onlar kendilerinde olan delillerimizi bildikleri hâlde, onu anlamaya gayret göstermeden reddettiler, zalimlerden oldular ve büyüklendiler. Böylece bozgunculuk çıkaranların akıbetleri nasıl olur bakıp görün.
-15-
وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ عِلْمًا وَقَالَا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي فَضَّلَنَا عَلَى كَثِيرٍ مِّنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lekad âteynâ dâvûde ve suleymâne ilmâ ve kâlal hamdu lillâhillezî faddalenâ alâ kesîrin min ibâdihil muminîn
ve lekad ateyna | : andolsun, doğrusu, verdik, sunduk |
Davud ve suleyman ilm | : Davut ve Süleyman, ilim |
Ve kala el hamdu li Allah | : dediler, hamd, tüm niteliklerin sahibi, Allah |
Ellezi faddale na | : ki o, tercih, lütuf, değer, idrak, anlamaya kabiliyeti, biz, |
ala kesir | : için, kesret, çok, kesret hakkında, |
min abid hi | : kullarından, kullarına, |
el muminin | : güvenen, inanan, emin olan, |
15- Doğrusu Davut ve Süleyman da sunduğumuz ilmi anlayanlardandı. Dediler ki: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır, O bize kesreti anlamak için idrak verdi, o kullarına emin olmayı verdi.
-16-
وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ وَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِن كُلِّ شَيْءٍ إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ
Ve varise suleymânu dâvûde ve kâle yâ eyyuhen nâsu ullimnâ mentıkat tayrı ve ûtînâ min kulli şey inne hâzâ le huvel fadlul mubîn
ve varise | : varis oldu, mirasçı oldu, |
suleyman davud | : Süleyman, Davut |
ve kale ya eyyuha el nas | : dedi, ey insanlar |
Alim-na | : bize öğretildi, |
Mentika el tayr | : Tevhîd ilmi, lisan, dil, ses, mantık, kuş, yücelik, kuşdili, |
ve uti na | : bize sunuldu, verildi, |
min kulli şeyin | : bütün her şeyden seslenip duran, işleyip duran, |
İnne haza le huve | : doğrusu, bu, bunlar, şu, bu görünen, elbette o, |
El fadlu | : fazilet, lütuf, yaratılışın incelikleri, |
el mubinu | : apaçık, her şeyden apaçık kendini gösteren, |
16- Süleyman Davut’a varis oldu. Dedi ki: Ey insanlar! Bize Tevhid ilminin lisanı öğretildi ve bütün her şeyden seslenenin, işleyenin kim olduğu bildirildi. Doğrusu bunlar elbette apaçık O’nun lütuflarıdır.
-17-
وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ
Ve huşire li suleymâne cunûduhu minel cinni vel insi vet tayrı fe hum yûzeûn
ve haşır li Süleyman | : açığa çıkmak, toplandı, birlik, Süleyman için, |
cunud hu | : varlık, güç, asker, ordu, o, halk |
Min el cin | : bilinmeyen, tanımlanamayan, |
ve el insi | : bilinen, insan, ünsiyeti belli, |
ve el tayr | : kuşlar, yücelik içinde olan, ulvi bir yol üzere olan |
Fe hum yuzeune | : böylece, onlar, düzen, idare, sistem, düşünce, dağıtıldı, |
17- Süleyman, bilinen ve bilinmeyen tüm varlığın nereden açığa çıktığını ve ulvi bir yol üzere olanların gittiği sistemi anlamak istedi.
-18-
حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِي النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Hattâ izâ etev alâ vâdin nemli kâlet nemletun yâ eyyuhen nemludhulû mesâkinekum lâ yahtımennekum suleymânu ve cunûduhu ve hum lâ yeşurûn
Hatta iza etev | : sonunda, olduğunda, geldi, rastladı, |
ala vadi | : vadi, yolu üzere, düzen, usül, tarz, |
neml | : karınca, araştıran, düşünceye dalan, birliğin sırrında |
Kalet nemletun | : dedi, karınca, araştıran tefekkür, bir hakikat ehli |
ya eyyuha el neml | : ey karıncalar, ey nimetlerin sırrını arayanlar |
Udhulu | : girin, dahil olun, durun, |
mesakine-kum | : meskenleriniz, yuvalarınız, makamlarınız, |
la yahtımennekum suleyman | : sizi ezmesin, kırmak, zarar, Süleyman |
ve cunudu-hu | : onun orduları, güçleri, varlığı, kuvveleri |
ve hum la yeşerune | : onlar, farkında olmadan, hissetmeden |
18- Hakikatin arayışı yolu üzere olanlara geldiğinde, bir hakikat ehli: Ey hakikatin yolu üzere olanlar! Makamlarınızda durun, Süleyman ve onun güçleri farkında olmadan size zarar vermesin, dedi.
-19-
فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِّن قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ
Fe tebesseme dâhıken min kavlihâ ve kâle rabbi evzınî en eşkure nimetekelletî enamte aleyye ve alâ vâlideyye ve en amele salihan terdâhu ve edhılnî bi rahmetike fî ibâdikes sâlihîn
Fe tebessem dahıken | : o zaman, bunun üzerine, tebessüm, gülmek, mutluluk |
min kavli-hâ | : onun sözüne |
ve kale rabbi evzıni | : dedi, rabbim, ilham et, nasib et, beni başarılı kıl, |
en eşkure nimete ke | : şükür, senin nimetin, |
Elleti enamte aleyye | : ki o, nimetlendirdin, sıfat, beni |
Ve ala valideyye | : anne, babam |
ve en amel Salih | : iyi çalışmalar, dosdoğru çalışanlardan, |
terda hu | : memnun, tatmin, razı, o |
ve edhıl-nî bi rahmeti ke | : beni dahil et, senin rahmetine |
Fi ibadi-ke | : senin kulların içine, |
el Salihin | : Salihlerden, dosdoğru olanlardan, iyi olanlardan |
19- Onun sözüne tebessüm etti, gülümsedi. Dedi ki: Rabbim! Senin nimetlerini anlayıp, sana teslim etmemde bana ilahi düşünceyi nasip et. Benim üzerimde olan, anne ve babamın üzerinde olan nimetler senindir. İyi çalışmalarda olmam için, senin rızan üzere hareket etmem için senin rahmetine beni dahil et. İyi kimselerden olup, her an sana kulluk edenlerden olayım.
-20-
وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ أَمْ كَانَ مِنَ الْغَائِبِينَ
Ve tefekkadat tayra fe kâle mâliye lâ eral hudhude em kâne minel gâibîn
ve tefekkada | : kaybetmek, yoklama, araştırmak, baktı gözlemledi, |
el tayr | : kuşlar, uçmak, yükselme, yücelik, |
Fe kale ma liye | : sonra dedi, niçin ben, |
la era | : göremüyorum |
el hudhude | : Hüdhüd, nağmeli, ahenk, makamdan sesleniş, tefekkür |
Em kane min el gaibine | : yoksa, oldu, gaib, bilinmeyen, kaybolan, görünmeyen |
20- Bir yücelik içinde olanlara baktı, gözlemledi. Sonra dedi ki: Ben bir ahenk içinde sesleneni niçin göremiyorum, yoksa o kayıp mı oldu?
-21-
لَأُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَدِيدًا أَوْ لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ لَيَأْتِيَنِّي بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ
Le uazzibennehu azâben şedîden ev le ezbehannehû ev le yetiyennî bi sultânin mubîn
Le eazzibenne-hu | : elbette, ona azap edeceğim, |
azab şedid | : azap, sıkıntı, daha fazla |
Ev le ezbehanne-hu | : boğazlama, kesme, son verme, |
Ev le yetiyenni bi | : yoksa, yada, bana getirmeli, gelmeli |
Sultanin mubin | : mülkün sultanı, âlemlerin sultanı, delil, apaçık |
21- Elbette ona daha fazla sıkıntılar sunacağım, ya da onu boğazlarım, ya da bana apaçık bir delille gelmeli.
-22-
فَمَكَثَ غَيْرَ بَعِيدٍ فَقَالَ أَحَطتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِهِ وَجِئْتُكَ مِن سَبَإٍ بِنَبَإٍ يَقِينٍ
Fe mekese gayre baîdin fe kâle ehattu bi mâ lem tuhıt bihî ve cituke min sebein bi nebein yakîn
Fe mekese | : böylece, kalmak, bekledi, geldi, |
gayre baidin | : uzak olmadan, uzaklaşmadan, kısa süre, |
Fe kale ehattu bima | : böylece, dedi, öğrendim, ihata, kavrayış, anlayış, şeyi |
lem tuhıt bihi | : sen ihata etmedin, kavrayamadığın, onu |
ve citu ke | : sana getirdim, |
min sebein | : sebe den, |
bi nebein | : bir haber, bilgi, |
yakin | : yakınlık, kesin, sağlam, şüphesiz, kati |
22- Böylece kısa sürede geldi. Sonra dedi ki: Senin kavrayamadığın şeyi kavraman için, Sebe’nin yakınlık duyduğu şeyin haberini getirdim sana.
-23-
إِنِّي وَجَدتُّ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِن كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ
İnnî vecedtumreeten temlikuhum ve ûtiyet min kulli şeyin ve lehâ arşun azîm
İnni vecedtu | : ben, buldum, gördüm, |
emr etu | : onun işleyişi, hüküm, kadın |
temliku-hum | : onlara melik olan, iktidar olan, hükümdarlık yapan |
Ve utiyet min kulli şey’in | : verildi, toplanma, bütün her şeyden |
ve leha arşun azim | : onun, arş, büyük taht, bulunduğu makam, yüce, ulu |
23- Ben onlara hükümdarlık edeni, hükümlerin sahibi olanı ve bütün her şeyin ona sunulduğunu gördüm ve onun büyük bir tahtı var.
-24-
وَجَدتُّهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِن دُونِ اللَّهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ
Vecedtuhâ ve kavmehâ yescudûne liş şemsi min dûnillâhi ve zeyyene lehümuş şeytânu amâlehum fe saddehum anis sebîli fe hum lâ yehtedûn
vecedtu-ha | : onu buldum, gördüm |
ve kavme ha | : onun kavmini |
Yescudune li el şemsi | : secde ediyorlar, güneşe |
min duni Allah | : Allah’tan başka, Allah’ın yerine |
ve zeyyene lehum | : süsledi, gösteriş, onları |
El şeytanu amale hum | : şeytan, şeytani haller, amelleri, çalışmaları, onlar |
Fe saddehum | : sonra, men etti, alıkoydu, uzaklaştı, onlar, |
an el sebil | : hakk yolundan, o yoldan, |
Fe hum la yehtedûne | : böylece, onlar, yol bulamıyorlar, |
24- Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp güneşe secde ediyorlar gördüm ve onların gösteriş içinde olduğunu, amelleriyle şeytanlaştığını, sonra da hakk yolundan uzaklaştığını, böylece onların hakikatlere yol bulamadığını gördüm.
-25-
أَلَّا يَسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ
Ellâ yescudû lillâhillezî yuhriculhab’e fîs semâvâti vel ardı ve yalemu mâ tuhfûne ve mâ tulinûn
ella yescudû li Allah | : değil, yok, nasıl, secde etmezler, teslim, Allah |
ellezi yuhricu | : ki o, ortaya çıkarandır, |
el habe | : dane, tohum, saklı olan, gizli, görünmezken açığa çıkan |
fî es semâvâti ve el ard | : göklerde olanları ve yerde olanları |
ve yalemu | : ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir, |
ma tuhfun | : bilmediğiniz, sakladığınız şey, görünmeyen, |
ve ma tulinune | : açık olan, bildiğiniz, gördüğünüz, açıkladığınız şeyi |
25- Allah’a nasıl secde etmezler? Ki O göklerde ve yerde olan her şeyi, bir tohumdan çıkarır gibi açığa çıkarandır. Görünen ve görünmeyeni ilmiyle varedendir.
-26-
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Allâhu lâ ilâhe illâ huve rabbul arşil azîm
Allâh la ilahe illa huve | : Allah; ilah yoktur, o vardır |
Rabbu | : Rab, vücudlandıran, |
el arş | : bütün her yer, bütün her şeyi, |
el azim | : yüce olan, ulu, kararlı olan, karar sahibi, |
26- Allah’tan başka güç yoktur. Bütün her şeyi vücudlandırandır, işleyişteki karar sahibidir.
-27-
قَالَ سَنَنظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ
Kâle se nenzuru e sadakte em kunte minel kâzibîn
Kale se nenzuru | : dedi, bakacağız, göreceğiz, |
e sadakte | : sadık, doğru sözlülerden misin? Doğru söyleyen |
Em kunte min el kazibine | : yoksa, sen, yalancılardan, yalanda kalan |
27- Dedi ki: Doğru sözlülerden misin, yoksa yalanlarda kalanlardan mısın, göreceğiz.
-28-
اذْهَب بِّكِتَابِي هَذَا فَأَلْقِهْ إِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ
İzheb bi kitâbî hâzâ fe elkıh ileyhim summe tevelle anhum fenzur mâzâ yerciûn
izheb | : götür, git, |
bi kitab haza | : kitap, hakikatlerin sözleri, bu, |
Fe elkıh ileyhim | : sonra bırak, teslim et, sun, onlara |
Summe tevelle an hum | : sonra, geri dön, uzaklaş, onlardan |
fe unzur | : sonra bak, gözlemle, |
maza yerciun | : ne, nereye, neye, ne yöne, dönecekler |
28- Hakikatlerin sözleriyle git, sonra onlara sun, sonra onlardan uzak dur, böylece bak ne yöne dönecekler.
-29-
قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ
Kâlet yâ eyyuhel meleu innî ulkıye ileyye kitâbun kerîm
Kalet ya eyyuha el meleu | : dedi, ey ileri gelenler, halk, irfan sahipleri, bilgili olan |
İnni ulkiye ileyye | : ben, bırakıldı, sunuldu, teslim edildi, bana, |
kitab kerim | : hakikatlerin sözleri, ilahi sözler, asil olan, değerli, |
29- Sebe hükümdarı dedi ki: Ey ileri gelenler! Bana asil olandan ilahi sözler sunuldu.
-30-
إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
İnnehu min suleymâne ve innehu bismillâhir rahmânir rahîm
inne-hu min suleymane | : muhakkak o, Süleyman’dan |
ve inne-hu bi ismi Allah | : muhakkak o, Allah’ın adıyla |
el rahman | : rahman olan, tüm varlığı nuruyla saran, |
el rahim | : rahim olan, tüm varlığı özünden vareden, |
30- Doğrusu o Süleyman’dan geliyor ve muhakkak ki o Rahman olan Rahim olan Allah’ın adıyladır.
-31-
أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ
Ellâ talû aleyye vetûnî muslimîn
ella talu aleyye | : kibir, büyüklük taslamayın |
ve etu ni | : bana gelin, yönelin, |
muslimin | : selamet, teslim olun, barış ve huzura gelin, |
31- Büyüklük taslamayın, bana gelip, selamet üzere olun, diyor.
-32-
قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّى تَشْهَدُونِ
Kâlet yâ eyyuhel meleu eftûnî fî emrî mâ kuntu kâtıaten emren hattâ teşhedûn
Kalet ya eyyuha el meleu | : dedi, ey ileri gelenler, halk, irfan sahipleri, bilgili olan |
eftu-ni | : fikir, bilgi, fetva, ben, |
fi emr | : iş, hüküm, işimde, işin içinde, yapmak, |
ma kuntu | : olmadım, bilemedim, |
Katıat emre | : kati, kesinlikle, dosdoğru, iş, hüküm, |
hatta teşhedun | : tanık, şahit, sizin bildikleriniz, bana |
32- Dedi ki: Ey bilgili olanlar! Ne yapacağımı bilemedim, bana bilgi verin, sizin bildiklerinizle hükümlerin doğrusuna ulaşayım.
-33-
قَالُوا نَحْنُ أُوْلُوا قُوَّةٍ وَأُولُوا بَأْسٍ شَدِيدٍ وَالْأَمْرُ إِلَيْكِ فَانظُرِي مَاذَا تَأْمُرِينَ
Kâlû nahnu ûlû kuvvetin ve ûlû besin şedîdin vel emru ileyki fenzurî mâzâ temurîn
Kalu nahnu ulu kuvvetin | : dediler, biz, sahip, yüce, büyük, kuvvet |
ve ulu besin şedidin | : sahip, büyük, daha güçlü olan, |
ve el emru ileyki | : emir, iş, emret, bildir, yapmak, sen |
Fe unzuri | : sonra, bak gör, |
maza temurine | : ne yapıyoruz, emir, işleyiş |
33- Dediler ki: Biz büyük bir güç sahibiyiz ve büyüklüğümüzle daha güçlü olanız ve sen yapacağını bildir, sonra ne yapıyoruz bak gör.
-34-
قَالَتْ إِنَّ الْمُلُوكَ إِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً أَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا أَعِزَّةَ أَهْلِهَا أَذِلَّةً وَكَذَلِكَ يَفْعَلُونَ
Kâlet innel mulûke izâ dehalû karyeten efsedûhâ ve cealû eizzete ehlihâ ezilleh ve kezâlike yefalûn
Kalet inne el mulk | : dedi, muhakkak, mülkün sahibi, hükümdar, |
iza dahil karyete | : dahil olduğu, girdiği zaman, belde, cemiyet, topluluk, |
efsedu-ha | : karışıklık, ifsat, bozgun, dağılmak, onu |
ve cealu eizzete | : yaptı, sundu, kıldı, izzet, yüce, |
ehlih ezilet | : halk, zillet, boyun eğen, teslim |
ve kezalike yefalun | : işte böyle, işleyen, yapan |
34- Dedi ki: Doğrusu hükümdar bir beldeye girdiği zaman orası dağılır ve bütün halk onun yüceliğine teslim olur ve işte yapan böyle yapar.
-35-
وَإِنِّي مُرْسِلَةٌ إِلَيْهِم بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ
Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn
ve inni mursilet ileyhim | : ben, görevli, gönderilen, onlar |
Bi hediyet | : hediye ile, armağan, ikram, |
fe nazırat | : sonra, bakmak, sorumlu olan, gözlemlemek, |
Bime yerciu | : ne ile, döner, geri döner, |
el murselûne | : görevliler, gönderilenler, |
35- Ben onlara bir armağan göndereceğim, sonra bakacağım görevliler ne ile dönecekler.
-36-
فَلَمَّا جَاء سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِّمَّا آتَاكُم بَلْ أَنتُم بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ
Fe lemmâ câe suleymâne kâle e tumiddûneni bi mâlin fe mâ âtâniyallâhu hayrun mimmâ âtâkum bel entum bi hediyyetikum tefrahûn
Fe lemma cae süleyman | : böylece, geldiğinde, Süleyman’a |
Kale e tumiddun ni | : dedi, yardım, madde, kendine nisbet edilen, |
bi mal | : mal, varlık ile, değer |
Fe ma ataniy Allah | : sonra, şey, Allah bana verdi |
Hayrun | : daha hayırlı, fararlı, |
min ma ata kum | : şey, nesne, sizin verdiğiniz, sunduğunuz, |
Bel entum bi hediyyet kum | : hayır, sizler, hediyeleriniz |
tefrahûne | : seviniyorsunuz, övünüyorsunuz |
36- Böylece Süleyman’a geldiklerinde Süleyman dedi ki: Bana kendinize nisbet ettiğiniz değerlerle mi geliyorsunuz. Sonra da dedi ki: Allah’ın bana verdiği şeyler sizin sunduğunuz şeylerden daha hayırlıdır. Bilakis siz hediyelerinizle övünüyorsunuz.
-37-
ارْجِعْ إِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَّا قِبَلَ لَهُم بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُم مِّنْهَا أَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ
İrcı ileyhim fe le netiyennehum bi cunûdin lâ kıbele lehum bihâ ve le nuhricennehum minhâ ezilleten ve hum sâgırûn
İrcı ileyhim | : dön, bak, onlara |
Fe le netiyenne-hum | : elbet, geleceğiz, verdiğimiz, onlar |
Bi cunud | : ile, ordu, varlık, güç, |
la kıbele | : yok, kabul, karşı koyma, anlayamadılar, |
lehum biha | : onlar, ona, orada, |
Ve le nuhricenne-hum | : elbette, dışarı çıkma, ihraç, onları sürüp çıkaracağız |
Min ha ezilleten | : oradan, zilletle, boyun eğmiş, teslim olmuş |
ve hum sagırun | : onlar, bastırılmış, küçük düşen, durgun, |
37- Onlara bak, onlara verdiğimiz gücü onlar orada anlayamadılar. Elbette onlar bir zillet halinde hakikatleri anlamanın dışında kaldılar ve onlar geldikleri yere döndüler.
-38-
قَالَ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَن يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ
Kâle yâ eyyuhel meleu eyyekum yetînî bi arşihâ kable en yetûnî muslimîn
Kâle ya eyyuha el meleu | : dedi, ey ileri gelenler, halk, irfan sahipleri, bilgili olan |
eyyukum yetini | : sizin hanginiz, bana getirir, |
bi arşi ha | : onun tahtını, makamını, bulunduğu yer, yükseklik |
Kable en yetu-ni | : önce, bana gelmeleri, |
muslimin | : teslim olan, selamete ulaşan, |
38- Dedi ki: Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce, hanginiz onun tahtını bana getirir.
-39-
قَالَ عِفْريتٌ مِّنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن تَقُومَ مِن مَّقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ
Kâle ıfrîtun minel cinni ene âtîke bihî kable en tekûme min makâmik ve innî aleyhi le kaviyyun emîn
Kale afer tu | : dedi, toprağa ait, zahiri güçlü olan, becerikli, arz, |
Min el cinni | : tanımlanamayan, bilinmeyen, tanınmayan, |
Ene ati ke bihi kabl | : ben, sana getiririm, onu, önce |
En tekume min makami ke | : makamından, makamıyla beraber, yerinden kalkmadan |
ve inni aleyhi | : ben, ona, |
le kaviy emin | : elbette, kuvvetli güçlü, emin, güvenli |
39- Tanımadıklardan kendini güçlü sanan biri dedi ki: Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve ben ona karşı güçlü, emin olanım.
-40-
قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ
Kâlellezî indehu ilmun minel kitâbi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfuk fe lemmâ reâhu mustekırran indehu kâle hâzâ min fadlı rabbî li yebluvenî e eşkur em ekfur ve men şekere fe innemâ yeşkuru li nefsih ve men kefere fe inne rabbî ganiyyun kerîm
Kale ellezi inde hu | : dedi, ki o, onun katında, ona ait, |
İlmin min el kitabi | : bilgi, ilim, kitaptan, hakikatlerin sözleri, |
Ene atike bihi kabl | : ben, sana getiririm, onu, önce |
en yertedde ileyke tarfuke | : gözün açılıp kapanması, |
Fe lemma rea hu mustekır | : sonra, olduğu zaman, onu gören, dururken |
inde-hu | : onun önünde, ynında, katında, |
Kâle haza min fadl rabbi | : dedi, bu, rabbimin, yaratılış incelikleri, fazilet, erdem |
li yebluv ni | : deneme, sınama, anlama, çeşitlilik, renk, beni, |
e eşkur | : şükür, teslim etme, |
em ekfur | : görmemezlikten gelen, hakikati örten |
Ve men şekere | : kim, şükretti, teslim etti |
Fe innema yeşkur | : böylece, muhakkak, şükür, teslim etme, |
li nefs hi | : kendisi için |
Ve men kefere | : kim, hakikatleri örterse |
Fe inne rabb | : muhakkak ki rabbim |
ganiy kerim | : ganiy olan, tüm varlığın sahibi, asil, yüce |
40- Kitaptan bir bilgiye sahip olan bir kimse dedi ki: Ben onu sana, senin göz kapağının açılıp kapanmasından önce getiririm. Böylece onu önünde duruyor görürken dedi ki: Bu Rabbimin, yaratılış inceliklerinin sırlarıdır. Benim hakikatleri anlamam içindir. Ya şükredenlerden olurum ya da hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden olurum ve kim ona verilen nimetlerin sahibini bilir teslim ederse, muhakkak ki o teslimiyet kendisi içindir ve kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, böylece bilsin ki Rabbim muhakkak ki tüm varlığın yüce sahibidir.
-41-
قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنظُرْ أَتَهْتَدِي أَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذِينَ لَا يَهْتَدُونَ
Kâle nekkirû lehâ arşehâ nenzur e tehtedî em tekûnu minellezîne lâ yehtedûn
Kâle nekkiru leha | : dedi, reddetmek, bilememiş olan, inkâr, onu, |
arşe ha | : taht, her yer, yücelik, onun, her yerin sahibi, |
Nenzur e tehtedi | : bakalım, görelim, yol bulur |
Em tekunu | : yada, yoksa, olur, olmak, olacak |
Min ellezine la yehtedûne | : onlardan, yol bulamayanlar |
41- Dedi, bütün her yerin sahibini bilemeyen o kimse bakalım nasıl yol bulacak. Yoksa yol bulamayanlardan mı olacak.
-42-
فَلَمَّا جَاءتْ قِيلَ أَهَكَذَا عَرْشُكِ قَالَتْ كَأَنَّهُ هُوَ وَأُوتِينَا الْعِلْمَ مِن قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِمِينَ
Fe lemmâ câet kîle e hâkezâ arşuk kâlet ke ennehu huve ve ûtînel ilme min kablihâ ve kunnâ muslimîn
Fe lemma caet | : böylece, olduğunda, geldi, |
Kîle e hakeza arşu ki | : denildi, böylemi, bunun gibi, tahtın, yücelik, her yer |
Kalet ke enne hu huve | : dedi, onun gibi, o, |
ve uti-na el ilmi | : bize verildi, sunuldu, ilim, |
min kabl ha | : ondan önce, önceden, |
ve kunna muslimin | : biz olduk, teslim olanlardan, barış üzere olan |
42- Böylece o geldiği zaman: Sen yüce makam sahibi olan mısın? denildi. Dedi ki: O bize ilim verilmeden önceydi. Artık biz teslim olanlardan olduk.
-43-
وَصَدَّهَا مَا كَانَت تَّعْبُدُ مِن دُونِ اللَّهِ إِنَّهَا كَانَتْ مِن قَوْمٍ كَافِرِينَ
Ve saddehâ mâ kânet tabudu min dûnillâh innehâ kânet min kavmin kâfirîn
ve sad ha | : onu engelledi, yüz çevirdi, mani oldu, |
ma kanet tabud | : taptığı şeyler, kulluk ettiği şeyler, |
min duni Allah | : Allah’tan başka |
inne-ha kanet | : muhakkak ki o, oldu |
min kavmin kafirin | : kavimden, kimse, hakikatleri örten |
43- Böylece o Allah’tan başka kulluk ettiği şeylerden yüz çevirdi. Elbette o hakikatleri görmemezlikten gelen bir kimseydi.
-44-
قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَن سَاقَيْهَا قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُّمَرَّدٌ مِّن قَوَارِيرَ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Kîle lehadhulîs sarh fe lemmâ raethu hasibethu lucceten ve keşefet an sâkayhâ, kâle innehu sarhun mumerradun min kavârîr kâlet rabbi innî zalemtu nefsî ve eslemtu mea suleymâne lillâhi rabbil âlemîn
Kîle leha udhuli | : denildi, ona, dahil ol, gir, |
el sarha | : köşk, saray, yüce makam |
Fe lemma raet hu | : böylece, gördüğü zaman, onu |
hasibet-hu lucceten | : hasib, soylu, asillik, o, derinlik, uçurum, sonsuzluk |
ve keşefet | : açtı, keşfetti, fark etti, |
an sakay ha | : meydanda, ilerleme, gitme, bacak, giden |
Kâle inne hu sarhun | : dedi, muhakkak ki o saray, |
Mumeradun min kavarir | : tertemiz, parlak, nur, billur camdan, göz bebeği, |
Kâlet rabbi | : dedi, rabbim, beni vücudlandıran, |
inni zalemtu nefs | : ben, zulmettim, nefsime, kendime, |
ve eslemtu mea suleyman | : teslim oldum, selamet, Süleyman ile beraber |
li Allah | : Allah’a, tüm varlığın kudreti, |
rabbi el alemin | : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran |
44- Ona: Gir yüce olan saraya, denildi. Böylece onu gördüğünde, bir sonsuzluk içinde sürüp giden asilliği fark etti. Dedi ki: Muhakkak ki o saray tertemiz bir nurdur. Dedi ki: Beni vücudlandıranı bilememişim, nefsime zulmetmişim. Artık, Süleyman’la birlikte tüm varlığı vücudlandıran Allah’a teslim oldum.
-45-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ
Ve lekad erselnâ ilâ semûde ehâhum sâlihan enibudûllâhe fe izâhum ferîkâni yahtesımûn
ve lekad | : doğrusu, andolsun, gerçek olan şu ki, |
ersel na | : açığa çıkma, gönderme, irsal, biz, hakikatlerimiz |
ila semud | : semuda |
eha-hum Salih | : onların kardeşi, Salih, kulluk, Allah |
en abudu Allah | : kulluk, Allah, |
Fe iza hum ferikan | : o zaman, onlar, ayrılık, ikilik, gruplaşma, |
yahtesımun | : çekişme, kavga, inat |
45- Doğrusu Semud kavmine, onların kardeşi olan Salih de hakikatlerimizi açıklamak için açığa çıktı. Onlara Allah’ın kulu olduklarını anlattı. O zaman onlar ayrılıklarda, kavgalar içinde idiler.
-46-
قَالَ يَا قَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ لَوْلَا تَسْتَغْفِرُونَ اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Kâle yâ kavmi lime testacilûne bîs seyyieti kablel haseneh lev lâ testagfirûnallâhe leallekum turhamûn
Kale ya kavim | : dedi, ey kavmim, |
lime testacilun | : neden, acele ediyorsunuz |
bi es seyyiet | : kötülükler, fena haller, |
kable el hasenat | : önce iyilikler, öncelikle iyi olmak, yararlı olmak |
Lev la testagfirûn Allah | : olmaz mı, Allah’tan mağfiret isteyin, |
lealle-kum turhamun | : umulur ki siz, merhamete ulaşırsınız, rahmet |
46- Salih dedi ki: Ey kavmim! İyi hallerde olmak varken, neden fena hallerde olmak için acele ediyorsunuz. Allah’tan mağfiret isteseniz olmaz mı? Umulur ki siz merhamete ulaşırsınız.
-47-
قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَن مَّعَكَ قَالَ طَائِرُكُمْ عِندَ اللَّهِ بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ
Kâlût tayyernâ bike ve bi men meak kâle tâirukum indallâhi bel entum kavmun tuftenûn
Kalu el tayyer na bi ke | : dediler, kuş, kehanet, bize uğursuzluk, seninle |
Ve bi men mea ke | : seninle beraber olan kimse, |
Kale tairu-kum | : dedi, kuş, uğursuz, sen, siz, |
inde Allah | : Allah’ı, Allah’a ait hakikatler, |
Bel entum kavm | : bilakis, hayır, siz, kavim, kimseler, topluluk, |
tuftenun | : imtihan, varlığın sahibini bilme |
47- Dediler ki: Senden bize uğursuzluk gelir ve seninle beraber olan kimseye de. Salih dedi ki: Bilakis sizler varlığın asıl sahibi olan Allah’ı anlayan bir kavim olmuyor, uğursuzluğu siz ortaya çıkarıyorsunuz.
-48-
وَكَانَ فِي الْمَدِينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ
Ve kâne fîl medîneti tis’atu rahtın yufsidûne fîl ardı ve lâ yuslihûn
Ve kane fi el medinet | : oldu, içinde, şehirde, |
Tisatu rahtın yufsidune | : dokuz, gurup, fesat, |
Yufsidun fi el ard | : bozgunculuk, ikilik çıkaran, yeryüzünde |
ve la yuslihûne | : yeryüzünde, yok, ıslah, uygun |
48- Ve şehirde dokuz gurup vardı. Bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve hakikatlere uymuyorlardı.
-49-
قَالُوا تَقَاسَمُوا بِاللَّهِ لَنُبَيِّتَنَّهُ وَأَهْلَهُ ثُمَّ لَنَقُولَنَّ لِوَلِيِّهِ مَا شَهِدْنَا مَهْلِكَ أَهْلِهِ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ
Kâlû tekâsemû billâhi le nubeyyitennehu ve ehlehu summe le nekûlenne li veliyyihî mâ şehidnâ mehlike ehlihî ve innâ le sâdikûn
Kalu tekasemu bi Allah | : dediler, noksansız, kasem, ahd, Allah |
Le nubeyyitenne-hu | : mutlaka, evlerinde, bulundukları yerde, gece baskını |
ve ehle-hu | : onun ehli, ailesi, sahip oldukları, |
Summe le nekulenne | : sonra, elbette, söyleyelim, deriz, |
li veliyi hi | : veli, dost, baba, o |
ma şehidna | : şahit olmadık, görmedik, bilmiyoruz, |
mehlik ehli hi | : helak, yok olma, halk, ehli, aile, o |
ve inna le sadıkun | : muhakkak biz, elbette, sadık olan, doğru olanlar, samimi |
49- Allah’a yemin ederek dediler ki: Ona ve ailesine bulundukları yerde baskın düzenleyelim.
Sonra onun dostlarına: Biz onun ailesinin yok edilişini görmedik ve biz elbette doğru söylüyoruz, deriz.
-50-
وَمَكَرُوا مَكْرًا وَمَكَرْنَا مَكْرًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve mekerû mekran ve mekernâ mekran ve hum lâ yeşurûn
ve mekeru mekran | : hile, tuzak, karanlık, aldatma, gizli, çare, düzen |
ve meker-na mekran | : gizli, karanlık, biz, hile, çare, karanlık |
Ve hum la yeşurûne | : onlar, yok, fark, şuur, hissetme, anlama yok |
50- Ve onlar kendi cehalet karanlıklarında kaldılar ve kendi cehalet karanlıklarında kaldıklarından Bizi idrak edemediler. Onlar kendilerini ve çevrelerini anlayamadılar.
-51-
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ مَكْرِهِمْ أَنَّا دَمَّرْنَاهُمْ وَقَوْمَهُمْ أَجْمَعِينَ
Fenzur keyfe kâne âkıbetu mekrihim ennâ demmernâhum ve kavmehum ecmeîn
fe unzur keyfe kane | : bundan sonra bak, gör, nasıl oldu, |
Akıbet mekri-him | : akıbet, sonları, karanlık, gizli, hile, çare, onlar |
Enna demmer na | : nasıl, anlamama, geriye gitme, körelme, yıkılma, biz |
hum | : onlar |
ve kavme-hum ecmein | : onların kavmi, kimse, topluluk, hepsi, |
51- Bundan sonra bak gör, cehaletin karanlıklarında kalanların akıbetleri nasıl olur. Onlar ve onlar gibi olanların hepsi, Bizi anlamamanın halinde nasıl körelip giderler.
-52-
فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُوا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Fe tilke buyûtuhum hâviyeten bimâ zalemû inne fî zâlike le âyeten li kavmin yalemûn
fe tilke buyu tuhum | : işte bu, onların evler, kaldıkları yer, hal |
Haviyeten | : uçurum, boşluk, sebebiyle, |
bima zalemu | : zalimlik, zulümde olan |
İnne fi zalike le ayeten | : elbette, bunda vardır, ayetler, işaret, delil, |
Li kavmin yalemun | : kavim için, kimse, bilen, bilmek iteyen, |
52- İşte onlar bulundukları yerde zulümde olmaları sebebiyle, bir boşluk içinde kalırlar. Elbette bunların içinde hakikatleri bilmek isteyen kimseler için ayetler vardır.
-53-
وَأَنجَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ
Ve enceynellezîne âmenû ve kânû yettekûn
ve enceyna | : kurtuluş, necat, selamet, nurumuz, biz, |
ellezine amenu | : iman edenler |
ve kanu yettekune | : oldular, takva, fenalardan sakınan ortak koşmayan |
53- İman edenler ve fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar ise Bizde selamete ulaşırlar.
-54-
وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُونَ
Ve lûtan iz kâle li kavmihî etetûnel fâhışete ve entum tubsırûn
ve lutan iz kale | : Lut, demişti, |
li kavm hi | : kavmine |
E tetune | : geliyorsunuz, |
el fahişet | : kötülük, benlik, kötü haller, haddi aşan, |
ve entum tubsırun | : siz, bile, bile, görmek, bakıp görme |
54- Lut, kavmine demişti ki: Siz bile bile haddi aşan, kötü haller, benlik için mi geliyorsunuz?
-55-
أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
E innekum le tetûner ricâle şehveten min dûnin nisâi, bel entum kavmun techelûn
E inne kum le tetune | : siz geliyorsunuz |
el ricale | : erkek, ileri gelen, kaim kimseler, |
şehveten | : arzu, şehvet, fazla istek, heva |
min duni en nisai | : kadınlardan başka, |
bel entum kavmun | : bilakis siz, kavim, topluluk, imseler |
techelun | : cahil, bilgisiz, habersiz |
55- Kadınlardan başka erkekler için de hevanız için geliyorsunuz. Bilakis siz hakikatlerden haberi olmayan bir kavimsiniz.
-56-
فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَن قَالُوا أَخْرِجُوا آلَ لُوطٍ مِّن قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ
Fe mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en kâlû ahricû âle lûtın min karyetikum innehum unâsun yetetahherûn
Fe ma kane cevab kavmi hi | : böylece, olmadı, cevap, onun kavmi |
İlla en kalu ahricu | : hariç, den başka, demeleri, çıkarın, |
ale lut | : aile, lut |
Min karyeti-kum | : ülkenizden, köy, bulundu yer, belde |
İnne hum enas | : doğrusu, onlar, insanlar, |
yetetaherun | : temiz, saf kalan, iyi olan, tertemiz |
56- Böylece onun kavminin bir cevabı olmadı. Ancak şöyle dediler: Lut ve ailesini beldenizden çıkarın, doğrusu onlar tertemiz insanlardan.
-57-
فَأَنجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِرِينَ
Fe enceyna hu ve ehlehû illemreetehu kaddernâhâ minel gâbirîn
Fe encey na hu | : böylece, kurtuluş, selamet, necat bulmak, biz, o |
ve ehl hu | : onun halkı, ailesi, |
illa emr ete-hu | : ancak, hanımı, iş, işleyişi, |
kaderna ha | : takdir, ölçümüz |
min el gabirine | : geride kalan, cehalette, fenada kalan, idraksiz, |
57- O ve onun ailesi Bizi anladı, selamete ulaştı. Ancak varlıktaki ölçümüzü, onlardaki işleyişi anlayamayıp eski cehalet hallerinde kalanlar başka.
-58-
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا فَسَاء مَطَرُ الْمُنذَرِينَ
Ve emtarnâ aleyhim matarâ fe sâe matarul munzerîn
ve emtarna aleyhim | : yağmur, rahmetimiz, kendi üzerlerinde, kendilerinde |
marata | : yağmur, rahmet, |
Fe sae mataru | : böylece, kötü, fena, yağmur, rahmet, |
el munzerine | : uyarılanlar, çağrı yapılan |
58- Onlar kendi üzerlerindeki Bizim rahmetimizi rahmetleri saydılar. Böylece hakikatlere çağrı yapılıp uyarılanlar, rahmeti kötülüklerde kullandılar.
-59-
قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ وَسَلَامٌ عَلَى عِبَادِهِ الَّذِينَ اصْطَفَى آللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ
Kulil hamdu lillâhi ve selâmun alâ ibâdihillezînastafâ âllâhu hayrun emmâ yuşrikûn
Kul el hamd li Allah | : de ki, hamd, tüm niteliklerin sahibi, Allah |
ve selamun | : selam, barış, selamet, |
ala abid hi | : kulluk üzere, o, Allah |
Ellezine astafa | : o kimseler, seçmek, seçkin, saygın, süzülen, |
Allah hayr | : Allah, iyilik, faydalı |
Emma yuşrikune | : fakat, yoksa, şirk, ortak koşma, kendine varlık isnat etme |
59- De ki: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır. Allah’a kulluk üzere olanlar selamete ulaşmışlardır, o kimseler hakk ile batılı seçerler, onlar Allah yolunda hep iyilik üzeredirler. Fakat bazıları Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat ederler.
-60-
أَمَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنزَلَ لَكُم مِّنَ السَّمَاء مَاء فَأَنبَتْنَا بِهِ حَدَائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍ مَّا كَانَ لَكُمْ أَن تُنبِتُوا شَجَرَهَا أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَ
Emmen halakas semâvâti vel arda ve enzele lekum mines semâi mâe fe enbetnâ bihî hadâika zâte behceh mâ kâne lekum en tunbitû şecerehâ, e ilâhun meallâh bel hum kavmun yadilûn
Em men halaka | : yoksa, veya, kim, yarattı, halk etti |
el semâvâti ve el ard | : semalar, gökler ve yeryüzü yer |
ve enzele lekum | : indirdi, sundu, verdi, size |
min es semai maen | : semadan, gökten, su, rahmet |
Fe enbetna bihi | : sonra, bitirdik, yetiştirdik, onunla, |
hadaika | : bahçeler, |
Zate behcetin | : sahip, zatı, ile, birlikte, güzel olan, güler yüzlü, |
Ma kane lekum | : olmadı, siz, olamadınız, |
en tunbit | : yetiştirmeniz, anlamanız, ortaya çıkış, |
şecereha | : ağaç, soy, gelen, soydan gelen, geldiği yer, |
E ilah mea Allah | : bir ilah mı, Allah’la beraber |
bel hum kavmun | : hayır, bilakis, onlar, kavim, kimse, |
yadilun | : denk, eşit, ortak, adil, |
60- Gökleri ve yeri halk eden ve gökten yağmuru size indiren, sonra onunla güzelliklere sahip olan bahçeler bitiren kimdir? Siz bu ortaya çıkışın nereden geldiğini anlayan olamadınız. Allah ile beraber ilahlar edindiniz, O’na ortak koşan kimseler oldunuz.
-61-
أَمَّن جَعَلَ الْأَرْضَ قَرَارًا وَجَعَلَ خِلَالَهَا أَنْهَارًا وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ وَجَعَلَ بَيْنَ الْبَحْرَيْنِ حَاجِزًا أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Emmen cealel arda karâren ve ceale hılâlehâ enhâren ve ceale lehâ revâsiye ve ceale beynel bahreyni hâcizâ e ilâhun meallâh bel ekseruhum lâ yalemûn
Em men ceale | : yoksa, veya, kim, yaptı, düzenledi, |
elard karar | : yeryüzü, mekân, kalınan yer, karar kılınan yer, |
ve ceale hılale ha enhar | : kıldı, yaptı, düzenledi, akıp giden nehirler, |
ve ceale leha revasiye | : kıldı, yaptı, düzenledi, onun, sabit dağlar |
ve ceale beyne | : kıldı, yaptı, yarattı, arasında |
el bahreyni | : iki deniz, denizler, bilge kimseler, |
haciz | : perde, engel, ayıran, bölen |
E ilah mea Allah | : ilah, Allah ile beraber |
Bel ekserhum la yalemun | : hayır, onların çoğu, ilmiyle varedeni bilmiyorlar |
61- Yeryüzünü bir mekân halinde düzenleyen ve orada akıp giden nehirleri ve orada sabit dağları ve iki deniz arasına perde koyan kimdir? Allah ile beraber ilahlar edinmek mi? Bilakis onların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
-62-
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ
Emmen yucîbul mudtarra izâ deâhu ve yekşifus sûe ve yec’alukum hulefâel ard e ilâhun meallâh kalîlen mâ tezekkerûn
Em men yucibu | : yoksa, veya, kim, kimse, icabet, cevap, karşılık, |
El mudtar | : sıkıntı, ihtiyaç, müşkil, |
iza dea hu | : olduğu zaman, ona yönelme |
ve yekşifu el sue | : açar, giderir, dağıtır, kötülük, fenalar |
ve yecal kum | : sizi kılar, yapar, düzenler, |
halife el ard | : ardından gelen, nesiller, yeryüzünde |
E ilah mea Allah | : bir ilah, ilah mı? Allah ile beraber |
kalilen ma tezekkerun | : az da olsa, tezekkür, derin düşünmüyorsunuz, |
62- Bir müşkil olduğunda O’na yöneldiğiniz zaman size karşılık veren ve sizdeki sıkıntıları gideren ve sizleri yeryüzünde nesiller oluşturacak şekilde düzenleyen kimdir? Allah ile beraber ilahlar mı ediniyorsunuz? Az da olsa varoluşun hakikatlerini anlamak için derin düşünmüyorsunuz.
-63-
أَمَّن يَهْدِيكُمْ فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَن يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ تَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Emmen yehdîkum fî zulumâtil berri vel bahri ve men yursilur riyâha buşren beyne yedey rahmetih e ilâhun meallâh teâlallâhu ammâ yuşrikûn
Em men yehdi kum | : yoksa, veya, kim, yol gösteren, hidayet |
Fi zulumat el berr | : karanlıktan aydınlığa, |
El berr ve el bahr | : kara, suret ve deniz, sonsuzluk, |
ve men yursilu | : kim, gönderen, irsal eden, açığa çıkaran |
el riyaha buşr | : rüzgâr, müjde, sevinç, mutlu, umut, |
beyne yedey | : önünde, her yer, heryerdeki gücü, |
rahmeti hi | : onun rahmeti |
E ilah mea allâhi | : bir ilah, Allah ile beraber |
teala Allah | : Allah yücedir, zatıyla sıfatlarıyla yüce olan, |
amma yuşrikun | : şirk, kendine varlık isnat etme |
63- Karanlıklardan aydınlığa çıkaran, karada ve denizde size yol gösteren kimdir? Rüzgârı bir müjde olarak açığa çıkaran, her yeri rahmetiyle saran kimdir? Allah ile beraber ilahlar ediniyorsunuz, Allah’ın yüceliğinin yanında kendinize varlık isnat ediyorsunuz.
-64-
أَمَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَمَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Emmen yebdeul halka summe yuîduhu ve men yerzukukum mines semâi vel ard e ilâhun meallâh kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn
Em men yebdeu el halk | : yoksa, kim, ilk, ilk başlangıç, halk, yaratılış, var oluş |
Summe yuidu hu | : sonra, onu döndüren, iade, çevrilme, varedip duran |
Ve men yerzuku-kum | : kim, sizi rızık, nimet, sıfat |
min es semai ve el ard | : göklerde ve yerde |
E ilah mea Allah | : bir ilah, Allah ile beraber |
Kul hatu burhane-kum | : anlat, de, getirin, burhan, delillerinizi, kanıt |
in kuntum sadıkin | : eğer siz iseniz, doğru söyleyen |
64- Varoluşun başlangıcı kimdendir, sonra varedip duran kimdir? Göklerde olanları ve yerde olanları, sizleri sıfatlandıran kimdir? Allah ile beraber ilahlar mı ediniyorsunuz? De ki: Doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız getirin delillerinizi.
-65-
قُل لَّا يَعْلَمُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ
Kul lâ yalemu men fîs semâvâti vel ardıl gaybe illallâh ve mâ yeşurûne eyyâne yubasûn
Kul la yalemu men | : de, anlat, yok, bilme, ilmiyle vareden, kim |
fî es semavati ve el ard | : göklerde ve yerde |
el gaybe illa Allah | : bilinmeyen görünmeyen, ancak, Allah |
ve ma yeşurun | : artık, şuur, fark, bilinç, hissiyat, şuurusuz, |
eyan | : ne zaman, |
yubasun | : diriliş, beas, ortaya çıkmak, varoluş, |
65- Anlat: Göklerde ve yerde olanları, bilinmeyen görünmeyenleri Allah’tan başka ilmiyle vareden yoktur. Artık ne zaman şuursuzluklarını bırakacaklar, varoluşu anlayacaklar.
-66-
بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْآخِرَةِ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّنْهَا بَلْ هُم مِّنْهَا عَمِونَ
Beliddâreke ilmuhum fîl âhıreh bel hum fî şekkin minhâ, bel hum minhâ amûn
Bel eddareke | : hayır, bikalis, yetişti, anlama, idrak, |
ilmu hum | : ilim, onlar |
fi el ahıreti | : ahiret, sonunda |
Bel hum fi şek min ha | : hayır, onlar, şek, şüphe, ondan, orada |
Bel hum min ha | : hayır, onlar, ondan, orada, |
amun | : âmâ, hakikati göremeyen |
66- Bilakis onlar ilmi idrak edemediler, sonlarını da anlayamadılar, bilakis onlar şüphelerde kaldılar, bilakis onlar hakikatleri göremediler.
-67-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا وَآبَاؤُنَا أَئِنَّا لَمُخْرَجُونَ
Ve kâlellezîne keferû e izâ kunnâ turâben ve âbâunâ e innâ le muhracûn
Ve kale ellezin keferu | : dedi, hakikatleri örten kimseler |
E iza kunna turaben | : biz olduğumuzda, toprak |
Ve abauna | : atalarımız, |
e inna le muhracun | : biz, çıkartılan, diriliğe ulaşan, |
67- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler dediler ki: Biz ve atalarımız toprak olduğumuzda diriliğe kavuşacak mıyız?
-68-
لَقَدْ وُعِدْنَا هَذَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا مِن قَبْلُ إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
Lekad vuıdnâ hâzâ nahnu ve âbâunâ min kablu in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn
Lekad vuıd na | : andolsun, bize vaad olundu, |
haza nahnu | : bu, bu durum, biz |
ve abau-na | : anne babalarımız, atalarımız |
min kablu in haza | : daha önceden, eğer, bu |
İlla esatir el evvelîne | : ancak, efsane, masal, evvelkiler |
68- Doğrusu bize ve atalarımıza bu durum vaad edildi. Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.
-69-
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ
Kul sîrû fîl ardı fenzurû keyfe kâne âkibetul mucrimîn
Kul siru fi el ard | : de, anlat, gezin dolaşın, yeryüzünde |
fe unzur keyfe kane | : sonra, böylece bakın, görün, nasıl oldu |
Akibet | : akıbet, sonuç, |
el mucrimîne | : fenalarda kalanlar, suçlular, günahkârlar |
69- De ki: Yeryüzünde gezin dolaşın, böylece bakın görün fenalarda kalanların akıbetleri nasıl oldu.
-70-
وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُن فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
Ve lâ tahzen aleyhim ve lâ tekun fî daykın mimmâ yemkurûn
ve la tahzen aleyhim | : mahzun olma, üzülme, onlara |
ve lâ tekun fi daykın | : sen olma, yok sende, içinde darlık, sıkıntı, |
Mim ma yemkurûne | : şeyler, hile, karanlık, gizli, tuzak, şeytanlık, |
70- Onların yaptıklarına üzülme ve onların yaptıkları şeytanlıklara karşı içinde bir darlık olmasın.
-71-
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel vadu in kuntum sâdikîn
ve yekulun meta | : diyorlar, derler, ne zaman, |
haza el vad | : bu, vaat, söylenilenler |
İn kuntum sadıkın | : eğer, siz oldunuz, doğru söyleyen, sadıklar |
71- Derler ki: Eğer sizler doğru söyleyenlerden iseniz bu vaad ne zaman.
-72-
قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ رَدِفَ لَكُم بَعْضُ الَّذِي تَسْتَعْجِلُونَ
Kul asâ en yekûne radife lekum badullezî testacilûn
Kul asa | : de ki, anlat, belki, |
en yekune radif | : olur, arkada, yakın, peşinde, |
Lekum badu ellezi | : size, bazınız, bir kısmı, |
testacilun | : acele ediyorsunuz |
72- De ki: Sizlerden bazılarınızın acele olmasını istediği şey belki sizi takip ediyordur.
-73-
وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ
Ve inne rabbeke le zû fadlın alen nâsi ve lâkinne ekserehum lâ yeşkurûn
Ve inne rabbike | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
le zu fadl | : elbette, sahip, nitelik, lütuf, değer, |
ve lakin ekser hum | : lakin, onların çoğu, |
la yeşrukun | : yok, şükür, teslim etme, sahibine teslim etmek |
73- Muhakkak ki seni vücudlandıran, elbette tüm değerlerin sahibidir. Fakat onların çoğu kendilerine verilen nimetlerin sahibini bilip teslim etmiyorlar.
-74-
وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
Ve inne rabbeke le ya’lemu mâ tukinnu sudûruhum ve mâ yulinûn
Ve inne rabbike | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
le yalemu | : elbette, ilmin sahibidir |
ma tukinnu | : görünmeyen, bilinmeyen, aleni olmayan, apaçık, |
suduru hum | : gönül, kalp, sadır, idrak, ön, evveli, baş, reis, başkan, |
ve ma yulinûne | : aleni olan, görünen, açıkta olan her şey, gizlenmeyen |
74- Muhakkak ki seni vücudlandıran, elbette ilmin sahibi olandır. Fakat onların çoğu görünen ya da görünmeyeni anlamak için bir idrak içinde olmuyorlar.
-75-
وَمَا مِنْ غَائِبَةٍ فِي السَّمَاء وَالْأَرْضِ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Ve mâ min gâibetin fîs semâi vel ardı illâ fî kitâbin mubîn
Ve ma min gaibet | : bilinmeyen ne varsa, gizli ne varsa, cevabı bilinmeyen |
fî es semâi ve el ard | : göklerde ve yerde |
İlla fi kitab mubinin | : vardır, kitapta, apaçık kâinat kitabı, açıklanmış |
75- Göklerde ve yerde, cevabını bulamadığınız her şeyin cevabı, apaçık kâinat kitabının içinde vardır.
-76-
إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ يَقُصُّ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَكْثَرَ الَّذِي هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
İnne hâzel kurâne yakussu alâ benî isrâîle ekserellezî hum fîhi yahtelifûn
İnne haze el kuran | : muhakkak, bu, kuran, okunan şey, kâinat kitabı, |
yakus | : açıklar, konuşur, anlatır, |
Ala beni israile | : İsrailoğulları, Allah’ın kulları, hakka yönelen, yakuboğulları |
Ekser ellezi hum | : çoğu, o kimseler, |
fihi yahtelifun | : onun hakkında, onun içinde, ihtilaf, ayrılık |
76- Muhakkak ki Kâinat kitabı, Hakk’a yönelenlerin hakikatler hakkında ihtilafa düştüğü konuları açıklar.
-77-
وَإِنَّهُ لَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
Ve innehu le huden ve rahmetun lil muminîn
ve inne-hu le huden | : muhakkak ki o, elbette, yol gösteren, hidayet |
ve rahmet li el muminin | : rahmet, müminler için |
77- Muhakkak ki o elbette yol gösterendir ve müminler için rahmettir.
-78-
إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُم بِحُكْمِهِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ
İnne rabbeke yakdî beynehum bi hukmihî ve huvel azîzul alîm
İnne rabbe ke | : muhakkak ki, rabbin, seni vücudlandıran, |
yakdi | : takdir, ortaya koyan, hüküm veren |
beyne-hum | : onların arasında, bütün her şey, onlarda |
bi hukmi hi | : ile, onun hükmü |
ve huve el aziz | : o tüm değerlerin yüce sahibi, karar sahibi, |
el alim | : ilmiyle vareden, ilmin sahibi |
78- Muhakkak ki bütün her şeyi hükmüyle ortaya koyan seni vücudlandırandır ve O, işleyişteki karar sahibidir, ilmin sahibidir.
-79-
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُبِينِ
Fe tevekkel alâllâh inneke alel hakkıl mubîn
Fe tevekkel ala Allah | : bundan sonra, tüm varlığıyla teslim olmak, Allah |
İnne ke ala | : muhakkak ki sen, üzere, üzeresin, |
el hak el mübin | : hak, hakikat, apaçık hakikatler |
79- Bundan sonra tüm varlığın sahibinin Allah olduğunu bil teslim ol. Muhakkak ki sen apaçık hakikatler üzeresin.
-80-
إِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاء إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ
İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn
inne ke la tusmiu | : muhakkak, sen, yok, işitme, |
el mevt | : nutfe, ölü, idraksizlik içinde olan, |
ve la tusmiu | : yok duyma, sağır, |
el summ el duae | : işitme, sağır, davet, çağrı |
izâ velev mudbirine | : döndükleri zaman, arkaları, geçmiş bilişleri, cehaletleri |
80- Muhakkak ki sen; bir idraksizlik içinde olanlara duyuramazsın ve kendi cehaletlerine dönüp gidenleri davet etsen de, hakikatlere sağır olanlara duyuramazsın.
-81-
وَمَا أَنتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَن ضَلَالَتِهِمْ إِن تُسْمِعُ إِلَّا مَن يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُم مُّسْلِمُونَ
Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim in tusmiu illâ men yuminu bi âyâtinâ fe hum muslimûn
ve mâ ente bi hadi | : değil, sen, hidayeti, yol gösteren, |
el amy | : görmeyen, anlayamayan, kör, hakikat körü |
an dalaleti-him | : dalâletde olanlar, kendi anlayışına sapanlar, |
in tusmiu | : eğer işittirebilirsen, duyurma, |
illa men yuminu | : ancak, iman eden, inanan |
bi âyâti-nâ | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Fe hum muslimûne | : böylece, teslim olanlar, barış huzur üzere olanlar, |
81- Sen; hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlara, hakikatleri görmeyenlere yol gösteremezsin. Ancak ayetlerimize inanan kimselere duyurabilirsin. İşte onlar barış ve huzur üzere olanlardır.
-82-
وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِّنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ
Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn
ve iza vaka | : olduğunda, vaka, vuku bulur, olgu, iş, |
el kavlu aleyhim | : söz, hüküm, tecelli, söylemek, onlara, kendilerinde, |
Ahracna lehum | : çıkardık, var olan her şey, onları, |
Dabbeten min el ardı | : hareketli olan, debelenme, yürüyen, arzdan, yeryüzü |
tukellimu-hum | : söyleyecek, konuşacak, kelime, konuşan, onlar, insan, |
Enne el nase | : muhakkak, doğrusu, olduğu, bunları, insanlar, |
kanu bi ayati na | : oldu, olan, ayetlerimizi, işaretlerimizi, delil, |
la yukınun | : idrak edemediler, anlayamadılar, yakınlık |
82- Onları yeryüzünde konuşan hareketli bir varlık olarak ortaya çıkardık, kendilerinde her an tecellilerimiz vuku bulur. Doğrusu insanlar kendilerindeki işaretlerimizi idrak edemediler.
-83-
وَيَوْمَ نَحْشُرُ مِن كُلِّ أُمَّةٍ فَوْجًا مِّمَّن يُكَذِّبُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ يُوزَعُونَ
Ve yevme nahşuru min kulli ummetin fevcen mimmen yukezzibu bi âyâtinâ fe hum yûzeûn
ve yevme nahşuru | : gün, vakit, her an, toplama, birliğimiz, bütünlük, |
min kulli ummetin | : bütün ümmetler, topluluk, |
fevcen | : gurup gurup, alay alay |
mimmen yukezzib | : kimselerden, yalanlayan, yalanlarda kalanlar, |
bi ayatina | : ayetlerimiz, delillerimiz, işaret, |
Fe hum yûzeûne | : böylece, onlar, toplanır, dağılma, sürülme |
83- Gurup gurup gibi görünen bütün topluluklar her an bizim birliğimiz içindedirler. Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimseler, bir cehalet içinde dağılır giderler.
-84-
حَتَّى إِذَا جَاؤُوا قَالَ أَكَذَّبْتُم بِآيَاتِي وَلَمْ تُحِيطُوا بِهَا عِلْمًا أَمَّاذَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Hattâ izâ câû kâle e kezzebtum bi âyâtî ve lem tuhîtû bihâ ılmen em mâzâ kuntum tamelûn
hatta iza cau kale | : hatta, o zaman, geldi, dedi |
Kezzebtum bi ayati | : yalanladınız, yalanlarda kaldınız, ayetler |
ve lem tuhitu biha | : ihata edemediniz, kavrama, anlama, onu, |
ilmen | : ilmen, ilmi olarak |
Em maza kuntum tamelun | : ya da, ne, siz, oldunuz, yaptığınız şeyler |
84- Böylece ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimselere: Sizler yaptığınız şeyler sebebiyle hakikatleri ilmen kavrayamadınız, diye bildirilir.
-85-
وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِم بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنطِقُونَ
Ve vakaal kavlu aleyhim bimâ zalemû fe hum lâ yentıkûn
ve vaka el kavlu aleyhim | : vuku bulma, açığa çıkma, söz, konuşma, onlarda |
Bima zalemû | : sebebiyle, zulmettiler |
Fe hum la yentıkun | : artık, onlar, konuşamazlar, hakikatleri dile getiremez |
85- Onlara söylenenler vuku bulacak. Onlar zalim olmaları sebebiyle, artık onlar hakikatleri konuşamazlar.
-86-
أَلَمْ يَرَوْا أَنَّا جَعَلْنَا اللَّيْلَ لِيَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
E lem yerev ennâ cealnel leyle li yeskunû fîhî ven nehâra mubsırâ inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yuminûn
E lem yerev | : bakıp ta görmezler mi? |
enna cealna | : Nasıl, düzenledik, kıldık |
El leyl | : gece, karanlık, |
li yeskun fi hi | : sükûn bulsunlar, dinlensinler, sükûnet, orada |
ve en nehâra mubsıren | : gündüz, görünen, aydınlık |
İnne fi zalike | : muhakkak ki, işte bunda vardır |
Le ayatin | : elbette, ayetler, işaretler, deliller, |
li kavm yuminun | : kavim için, mümin olan, inananlar |
86- Geceleri sükûnet ve gündüzleri aydınlık için düzenlediğimizi bakıp ta görmezler mi? Muhakkak ki işte bunların içinde inanan kimseler için ayetler vardır.
-87-
وَيَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ فَفَزِعَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَن شَاء اللَّهُ وَكُلٌّ أَتَوْهُ دَاخِرِينَ
Ve yevme yunfehu fîs sûri fe fezia men fis semâvâti ve men fîl ardı illâ men şâallâh ve kullun etevhu dâhırîn
ve yevme | : gün, vakit, zaman, an, |
yunfehu fi el sur | : üfürülme, sura, bedenlerden nefes alıp vermek, |
Fe fezia | : artık, panik, tedirgin, ürkek, müşkilli hâl |
Men fi es semavat | : göklerde olanlar, |
ve men fi el ard | : yerde olanlar |
İlla men şae Allah | : ancak, kim, kimse, dilek, istek, Allah |
ve kullun | : herkes, her şey, |
etev hu dahırin | : ona gelir, boyun eğmiş, teslim olarak |
87- Her an bedenlerde üfleyen O’dur. Ancak Allah’ı anlamak isteyen kimse, göklerde olanları ve yerde olanları inceler, böylece müşkillerinden kurtulur ve bütün her şeyin O’na teslimiyet içinde olduğunu anlar.
-88-
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ صُنْعَ اللَّهِ الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ إِنَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ
Ve terel cibâle tahsebuhâ câmideten ve hiye temurru merres sehâb sunallâhillezî etkane kulle şey innehu habîrun bimâ tefalûn
ve tera el cibalu | : görürsün, dağları, yüksek olan, yüce olan, |
Tahsebu ha | : onu sanırsın, |
camideten | : cansız, hareketsiz, katı cisim, bütünlük içinde duran |
ve hiye temurru | : o hareket eder, işleyiş, |
Merre es sehabi | : hareket eder, bulut, karanlık, |
suna Allah | : Allah’ın sanatıdır, üretim, imal, yapmak |
Ellezi etkane | : ki o, sağlam, düzen, yaptı, |
kulle şeyin | : bütün her şey, tüm varlık, tüm eşya, |
innehu habir | : muhakkak ki o, bildiren, hakikati haber veren, |
bima tefalun | : yaptığınız şeylerden |
88- Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın ve onlar da bir hareket içindedir, bulutların hareket edişi gibi. Bütün her şey bir düzen içinde Allah’ın sanatını gösterir. Muhakkak ki O, yaptığınız şeylerden size her an hakikatleri bildirir.
-89-
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِّنْهَا وَهُم مِّن فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ آمِنُونَ
Men câe bil haseneti fe lehu hayrun minhâ ve hum min fezein yevmeizin âminûn
Men cae bi el hasenet | : kim, kimse, geldi, yararlı, iyi güzel işler, güzel, hayırlı, |
Fe lehu hayrun min ha | : böylece onun, hayr, hayrlar, ondan |
Ve hum min fezeın | : onlar, o halde olanlar, dehşetten, sıkıntılardan kurtulmak, |
yevme izin aminun | : yetkili olan, izin günü, o gün, emindirler, |
89- Kim iyi çalışmalar içinde olursa, işte o çalışmalarından ona güzellikler gelir ve o hâlde olanlar sıkıntılardan kurtulur, her an güven içinde olurlar.
-90-
وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve men câe bis seyyieti fe kubbet vucûhuhum fîn nâr hel tuczevne illâ mâ kuntum tamelûn
ve men cae | : kim, geldi, oldu, |
bi el seyiat | : kötülükler, fenalar, |
Fe kubbet vucuhu hum | : böylece, atıldı, baskı, yüzlerine, karşılaşma, onlar |
fi en nari | : ateş içine, ateşe |
Hel tuczevne | : karşılık, |
İlla ma kuntum tamelune | : ancak yaptıkları şeyler sebebiyle |
90- Kim fenalıklar yolunda olursa, böylece onlar bir ateşle karşılaşırlar. Ancak yaptıkları şeyler sebebiyle karşılıkları böyledir.
-91-
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
İnnemâ umirtu en abude rabbe hâzihil beldetillezî harremehâ ve lehu kullu şeyin ve umırtu en ekûne minel muslimîn
İnnema umirtu | : ancak, sadece, emrolundum, iş, hüküm, |
en abud rabb | : kulluk, rabb, beni vücudlandıran, |
Hâzihi el beldeti | : bu, şu, o, belde, her yer, bu belde, bu yer, |
Ellezi harreme-hâ | : ki o, onu hürmet, kutsal yer, |
Ve lehu kullu şeyin | : onun, bütün her şey, tüm varlık, |
ve umırtu en ekune | : ben emrolundum, olmam |
min el muslimîne | : teslim olan, barış ve huzur üzere olan, |
91- De ki: Ben, ancak beni vücudlandırana kulluk etmek için emrolundum. Ki O’nun kutsal mekânı bütün her yerdir ve bütün her şey O’nundur. Ben barış ve huzur üzere olmakla emrolundum.
-92-
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنذِرِينَ
Ve en etluvel kurân fe menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihi ve men dalle fe kul innemâ ene minel munzirîn
ve en etluve | : benim okumam, incelemem, anlamam, |
el kuran | : okunan şey, kâinat kitabı, |
Fe men ihtedâ | : böylece, kim yol bulursa |
Fe innema yehtedi | : böylece, ancak, yol bulur |
li nefs hi | : kendisi için, nefsi için, |
ve men dalle | : kim, dalalet, hakikatlerden saparsa, |
fe kul innema | : artık, sonra, de, sadece, |
Ene min el munzirîne | : ben, hakikatlere çağrı yapan uyaran |
92- Kâinat kitabını inceleyip anlamam emredildi. Bundan sonra kim hakikatlere yol bulursa, artık kendisi için yol bulmuş olur. Kim hakikatleri bırakır kendi anlayışına saparsa, bundan sonra de ki: Ben sadece hakikatlere çağrı yapan bir uyarıcıyım.
-93-
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ve kulil hamdu lillâhi seyurîkum âyâtihî fe tarifûnehâ ve mâ rabbuke bi gâfilin ammâ tamelûn
ve kuli | : de, anlat, |
el hamd li Allah | : hamd, tecelliler, nitelikler, Allah, |
seyuri-kum | : gösterecek, seyredecek, inceleme, siz, |
ayati hi | : ayetler, delil, işaret, o |
Fe tarifune-ha | : artık, tanırsınız, arif olursunuz, O’na |
Ve ma rabbu-ke | : değil, anlamaz, Rabbini, kendini vücudlandıran |
bi gafilin | : bir gaflet içinde, boş, habersiz, farkında olmayan, |
amma tamelun | : yaptığınız şeyler |
93- Anlat: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır. Siz O’nun ayetlerini inceler, böylece O’na arif olursunuz. Fakat yaptıkları şeylerle bir gaflet içinde olanlar, kendilerini vücudlandıranı anlayacak değillerdir.