AHKÂF SURESİ
-1-
حم
Hâ mîm
Ha, mim | : zat, Hu, cemül cem, nokta, kemalat, mümin, emin |
1- Ha, Mim
-2-
تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm
Tenzilu | : indirilme, çokluk, sunulma, bölüm bölüm, ortaya çıkan |
el kitabi min Allah | : kitap, bilgilerin yazılı olduğu yer, her varlık bir kitaptır, Allah |
el azizi | : tüm değerlerin sahibi, değerli, üstün, yüce, |
el hakimi | : tüm varlığa hâkim olan |
2- Ortaya çıkan her varlık, tüm değerlerin yüce sahibi, tüm varlığa hâkim olan Allah’ın bir kitabıdır.
-3-
مَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُّسَمًّى وَالَّذِينَ كَفَرُوا عَمَّا أُنذِرُوا مُعْرِضُونَ
Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beyne humâ illâ bil hakkı ve ecelin musemmâ vellezîne keferû ammâ unzirû mu’ridûn
mâ halak nâ | : halketmedik, yaratmadık, varetmedik, |
es semâvâti ve el arda | : semalar, gökler ulvi alem ve yeryüzü, toprak, |
ve mâ beyne huma | : arasındakileri, onlarda olan her şey, |
İlla bi el hakkı | : başka, ancak, sadece, bir gerçek, hak, hakikat |
ve ecelin musemmen | : ecel, belirli, bilinen zaman, belirlermiş |
ve ellezîne keferu | : onlar hakikati görmemezlikten gelenler |
ammâ unzire | : şey, açıklayıp uyarma, açıklamak |
muridune | : yüz çeviren, eski bilişine dönen |
3- Gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi, sadece hakikatleri göstermesinden başka bir şey için yaratmadık. Onların belirlenmiş bir zamanları vardır. Hakikatleri görmemezlikten gelenler, hakikatler açıklanıp uyarılmalarına rağmen yüz çevirip eski bilişlerine dönerler.
-4-
قُلْ أَرَأَيْتُم مَّا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ أَرُونِي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَاوَاتِ اِئْتُونِي بِكِتَابٍ مِّن قَبْلِ هَذَا أَوْ أَثَارَةٍ مِّنْ عِلْمٍ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Kul ereeytum mâ ted’ûne min dûnillâhi erûnî mâzâ halakû minel ardı em lehum şirkun fîs semâvât îtûnî bi kitâbin min kabli hâzâ ev esâretin min ilmin in kuntum sâdikîn
Kul e reeytum | : Anlat, de, gördünüz mü? Anladınız mı? |
ma tedune | : şey, ne, dua, tapma, zannı şeylere yönelmek, |
Min duni Allah | : ondan başka, Allah |
Eruni maza halak | : gösterin, ne, hangi, yaratıyorlar, halk etmek |
min el ard | : yeryüzü, |
Em lehum şirk | : yoksa, onların, şirk, ortak, |
fi el semavat | : ulvi alem, gökler, |
itu ni bi kitabi | : getirin, sunun, verin, bana getirin, kitap, |
min kabli haza | : daha önceden, evvel, bunda, onda olan, |
ev esaretin | : veya, eserler, deliller, izler, |
min ilmin | : bir ilim, bilgi, ilimden, |
in kuntum sadikin | : eğer siz, doğru olan, doğru söylediklerini söyleyenler, |
4- De ki: Allah’ı bırakıp da zannınıza göre yöneldiğiniz şeyler yeryüzünde ne yaratıyorlar gösterebilir misiniz? Yoksa Ulvi Âlem’de onların ortakları mı var? Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız, bana ilmi delilleri olan bir kitap sunun.
-5-
وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّن يَدْعُو مِن دُونِ اللَّهِ مَن لَّا يَسْتَجِيبُ لَهُ إِلَى يَومِ الْقِيَامَةِ وَهُمْ عَن دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ
Ve men edallu mimmen yedû min dûnillâhi men lâ yestecîbu lehu ilâ yevmil kıyâmeti ve hum an duâihim gâfilûn
ve men edallu | : kim, delalette olan, hakikatleri dışına çıkan, cehalet |
Minmen yedu | : kimseden, yönelme, dua, |
min duni Allah | : ondan başka, bir başkası, Allah |
Men lâ yestecîbu lehu | : kim, icabet etmez, yapılan çağrıya uymamak, ona, |
ilâ yevm el kıyâmet | : zaman, kıyamet, diri duran, ölüm vakti, |
Ve hum an duâi-him | : onlar, dua, davet, yönelmek, istek, birleşmek, onlar, |
gafilune | : gafil, bilinçsiz, bilmeyen, düşünmeyen, |
5- Kim; hakikatleri bırakır, kendi cehaletinde kalır, Allah’ı bırakır da zannına göre şeylere yönelirse, o ölüm vaktine kadar hakikatlere icabet etmeyenlerden olur ve onlar yöneldiği şeylerin ne olduğunu da bilmeyenlerdir.
-6-
وَإِذَا حُشِرَ النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ أَعْدَاء وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِرِينَ
Ve izâ huşiren nâsu kânû lehum adâen ve kânû bi ibâdetihim kâfirîn
ve izâ huşire | : toplanma, birlik, cem etmek, |
en nasu | : insanlar |
Kanu lehum adaen | : oldu, onlar, düşman, tiksinen, hasım |
ve kanu bi ibadeti him | : oldu, kulluk, onlar, |
kafirin | : hakikati göremeyen, hakikatleri örten, |
6- Ve onlar birlik idrakiyle hareket eden insanlara düşmanlık ederler ve onlar kulluk ettikleri şeyin hakikatini göremeyenlerdir.
-7-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ هَذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne keferû lil hakkı lemmâ câehum hâzâ sihrun mubîn
ve izâ tutla aleyhim | : okunduğunda, açıklandığında, anlatılmak, onlara |
Ayatuna beyyinâtin | : ayetlerimiz, işaret, delil, apaçık sunulup |
Kale ellezîne keferû | : dedi, hakikati görmemezlikten gelen kimseler |
Li el hakkı | : hak için, hakikatler, |
lemmâ câe hum | : gidildiğinde, sunulduğunda, yapmak, onlar, |
Hâzâ sihrun | : bu, büyü, maskaralık, aldatmaca, etkileyen, |
mubinun | : açıkça, apaçık, gösterilen, |
7- Onlara ayetlerimiz apaçık belgelerle okunduğun da, hakikatleri kabul etmeyen kimseler, onlara sunulan hakikatler için, bu açıkça aldatmacadır, derler.
-8-
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلَا تَمْلِكُونَ لِي مِنَ اللَّهِ شَيْئًا هُوَ أَعْلَمُ بِمَا تُفِيضُونَ فِيهِ كَفَى بِهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Em yekûlûnefterâh kul iniftereytuhu fe lâ temlikûne lî minallahi şeyâ huve a’lemu bi mâ tufîdûne fîh kefâ bihî şehîden beynî ve beynekum ve huvel gafûrur rahîm
Em yekulune | : yoksa, yada, derler, |
ifterâ-hu | : iftira, uydurmak, o |
Kul in iftereytu-hu | : de, anlat, eğer onu uydursaydım, iftira, |
Fe lâ temlikûne | : yok, sahip olmak, mülk olarak verme, malik olmak, |
Li min Allah şeyen | : Allah’tan gelen, Allaha ait, şey, verilenler, sıfatlar, |
Huve alemu | : o, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
bima tufi dune | : şeyler, sizde bulunan şeyler, |
fî-hi kefa | : onda, onun içinde, birlikte, yeterli, kafi, tamam, |
bi hi şehiden | : ona, onun içinde, her an her yerde hazır olan |
beynî ve beyne-kum | : benimle sizin aranızda, bende ve sizlerde |
ve huve el gafur | : o, gafur, mağfiret, lütuflarıyla temizleyen, |
el rahim | : rahimdir, varlığı özünden vareden, |
8-Ya da onu uydurdu diyorlar. De ki: Eğer ben o anlattığım hakikatleri uydurduysam, sahip olmadığınız varlığınız, Allah’a ait olan o sizdeki sıfatlar hakkında ne diyeceksiniz. Sizde bulunan her şeyi ilmiyle vareden O’dur. Bende ve sizlerde ve her yerde her an hazır olandır, bütün her şeye yetendir ve O lütuflarıyla temizleyendir, varlığı özünden varedendir.
-9-
قُلْ مَا كُنتُ بِدْعًا مِّنْ الرُّسُلِ وَمَا أَدْرِي مَا يُفْعَلُ بِي وَلَا بِكُمْ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ وَمَا أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Kul mâ kuntu bidan miner rusuli ve mâ edrî mâ yufalu bî ve lâ bikum in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye ve mâ ene illâ nezîrun mubîn
Kul ma kuntu | : Anlat, de ki, ben değilim |
bidan | : kendinden katan, uyduran, bidat, adetler icat eden |
min el resul | : bir resul, hakikatleri gösteren, anlatan, |
ve mâ edrî | : bilmiyorum, bilemem, |
ma yufalu bi | : şey, ne, değil, yapan, fail olan, olan, bana |
ve lâ bi kum in ettebiu | : yok, size, tabi olun, uyun, |
İlla mâ yuha ileyye | : başka, şey, ne, değil, vahy, bildirilen, bana |
ve mâ ene illa | : değil, şey, ne, ben, başka, ancak, sadece |
nezirin mubin | : apaçık hakikatler çağıran |
9- De ki: Hakikatleri gösteren biriyim, bir şeyler uydurup adetler icat etmiyorum. Bana ne olur onu da bilemem. Size bana tâbi olun da demiyorum. Sadece bildirilen şeylere uyarım ve ben sadece hakikatlere apaçık çağrı yapıp uyarandan başka bir şey değilim.
-10-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن كَانَ مِنْ عِندِ اللَّهِ وَكَفَرْتُم بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِّن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Kul e reeytum in kâne min indillâhi ve kefertum bihî ve şehide şâhidun min benî isrâîle alâ mislihî fe âmene vestekbertum innallahe lâ yehdîl kavmez zâlimîn
Kul e reeytum | : Anlat, deki, bakıp ta düşünmez misiniz? |
İn kane min indi Allâh | : eğer, ise, ancak, oldu, katında, ona ait, Allah |
ve kefertum bi hi | : görmemezlikten gelirsiniz, kabul etmez, onu, varlığı, |
ve şehide şahidun | : şahitlik etti, tanık, şahit oldu, tanık oldu, bildi, |
Min beni israile | : İsrail oğullarından, Allah’ın kulu, hakk yolunda giden, |
ala misli hi | : üzerinde, vardır, yüce, onun gibi, misline, benzer, |
Fe amene | : böylece, sonrada, iman etti |
ve estekbertum | : kibirli olan, gururlu olanlar, ego içinde olan, |
İnna Allah | : muhakkak ki, Allah’a |
La yehdi | : yok, doğru yol, yol gösteren, hidayet, |
kavme el zalimin | : kavim, kimse, topluluk, zalimler, zulüm eden, |
10- De ki: Görünen varlığa bakıp da düşünmez misiniz? Onlar ancak Allah’a ait olan şeylerdir. Siz onu görmemezlikten gelirsiniz. Hakk yolunda giden biri ise; o benzer yüceliklere tanık olur, hakikatleri bilir, böylece iman eder. Fakat sizlerden kibirli olanlar, zalimlik yapan kimseler; muhakkak ki Allah’ı bilemezler, doğru yolu bulamazlar.
-11-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَّا سَبَقُونَا إِلَيْهِ وَإِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِهِ فَسَيَقُولُونَ هَذَا إِفْكٌ قَدِيمٌ
Ve kâlellezîne keferû lillezîne âmenûlev kâne hayren mâ sebekûnâ ileyhi ve iz lem yehtedû bihî fe seyekûlûne hâzâ ifkun kadîm
ve kâle ellezine keferu | : dedi, derler, hakikati görmemezlikten gelen kimseler |
li ellezîne amenu | : iman eden kimseler için |
Lev kane hayran | : eğer, şayet, oldu, hayır, iyilik, daha iyi olsaydı |
mâ sebekû-nâ ileyhi | : bizi, geçemezler, ileri, yukarı, ona |
Ve iz lem yehtedû bi hi | : değil, hidayet, doğru yol, onunla |
Fe se-yekûlûne | : böylece, diye söylerler, derler, diyecekler, demeleridir, |
Hâzâ ifkun kadimun | : bu, bu anlatılanlar, yalan, eskilerin yalanları |
11- Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler, iman edenler için: Eğer bir iyilik de olsa onlar bizden daha ileride olamazlar ve onlar hakikat yolunda değillerdir, derler. Böylece onlar, bu anlatılanlar eskilerin yalanlarıdır, diye söylerler.
-12-
وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً وَهَذَا كِتَابٌ مُّصَدِّقٌ لِّسَانًا عَرَبِيًّا لِّيُنذِرَ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَبُشْرَى لِلْمُحْسِنِينَ
Ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh ve hâzâ kitabun musaddikun lisânen arabiyyen li yunzirellezîne zalemû ve buşrâ lil muhsinîn
ve min kabli-hi | : bundan önce, daha önce, |
kitabu | : yazılı olan, yazılı hakikatler, varlık kitabı, |
Musa imâmen | : Musa, önder, rehber |
ve rahmeten | : rahmet, iyi olan, yararlı olan, |
ve hâzâ kitabun | : bu, o, kitap, varlık kitabı, yazılı olan |
musaddikun | : tasdik, doğrulayan, dosdoğru anlatan, |
Lisânen arabiyyen | : anlaşılır olan, anlaşılır bir dille |
li yunzire | : uyarmak, hakikatleri açıklayıp uyarmak, |
ellezine zalemu | : zalim kimseler, |
ve buşrâ li | : müjde, sevinç, |
el muhsinine | : iyi davranışta olan, içtenlikle bağlı olan, iyi insan |
12- Daha önce de Musa bir önder olarak, her varlığın hakikatleri gösteren bir kitap olduğunu ve rahmet olduğunu bildirdi. Anlaşılır bir dille o kitaptaki hakikatleri dosdoğru bir şekilde açıkladı. Zalim kimselere hakikatleri açıklayıp uyardı ve iyi davranışlar içinde olanlara müjdeler verdi.
-13-
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
İnnellezîne kâlû rabbunallâhu summestekâmû fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
İnne ellezine kalu | : muhakkak, doğrusu, o kimseler, diyenler, |
rabbuna Allah | : rab, vücudlandıran, biz, Allah |
Summe istekamu | : sonra, istikamet üzere, dosdoğru yolda |
Fe la havfun aleyhim | : bundan sonra, artık, onlara korku yoktur |
Ve la hum yahzenune | : yok, onlar, mahzun, üzgün, kederli, tasalı, ümitsiz |
13- Muhakkak ki bizi vücudlandıran Allah’tır diyenlere ve böylece dosdoğru hareket edenlere, artık onlara korku yoktur ve onlara ümitsizliğe düşmek yoktur.
-14-
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ulâike ashâbul cenneti hâlidîne fîhâ cezâen bimâ kânû yamelûn
Ulaike | : işte onlar, |
ashâbu el cenneti | : sahip, halk, kimse, cennet, huzur, |
Hâlidîne fi ha cezaen | : ebedî, sürekli, orada, içinde, karşılık |
Bima kanu yamelune | : yapmış oldukları şeylere |
14- İşte onlar huzur içinde olan kimselerdir, yapmış oldukları şeylere karşılık olarak devamlı o hâlin içindedirler.
-15-
وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ إِحْسَانًا حَمَلَتْهُ أُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًا وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلَاثُونَ شَهْرًا حَتَّى إِذَا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَبَلَغَ أَرْبَعِينَ سَنَةً قَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَصْلِحْ لِي فِي ذُرِّيَّتِي إِنِّي تُبْتُ إِلَيْكَ وَإِنِّي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Ve vassaynel insâne bi vâlideyhi ihsânâ hamelethu ummuhu kurhen ve vadaathu kurhâ ve hamluhu ve fisâluhu selâsûne şehrâ hattâ izâ belega eşuddehu ve belega erbaîne seneten kâle rabbi evzınî en eşkure nimetekelletî enamte aleyye ve alâ vâlideyye ve en amele sâlihan terdâhu ve aslıh lî fî zurriyyetî innî tubtu ileyke ve innî minel muslimîn
ve vassaynâ el insane | : vasiyet, tavsiye ettik, öğüt, bildirdik, insan |
bi valideyhi ihsanen | : anne babası, iyi davranmak, güzel, hoş |
hamelet hu ummu hu | : taşıdı, onu, annesi, |
Kurhen | : güçlük, zorluk, meşakkat, |
ve vadaat hu kurhen | : doğurdu, koyma, o, güçlük, zorluk, meşakkat, |
ve hamlu-hu | : taşınması, o |
ve fisalu hu | : sütten kesilme, o |
Selâsûne şehren | : otuz ay, |
hattâ izâ belaga eşudde hu | : hatta, eriştiği zaman, kemâlat, kuvvetlenme |
Ve belega erbaine seneten | : erişti, kırk yıl, yaş, erdemli, olgunluğa erişmek |
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
evzı ni en eşkure | : yönelt, muvaffak kıl, ben, şükür eden, |
nimeteke | : nimetlerin, sıfatların, |
elleti enamte aleyye | : ki o, nimetlerinle, sıfatlarınla, beni, |
ve alâ vâlideye | : üzerine, karşı, için, anne baba |
ve en amele saliha | : iyi amel, iyi çalışma, |
Terdâ hu | : razı, memnun, hoşnut, o |
ve aslıh li | : ıslah, temiz, düzgün, |
fi zurriyeti | : için, soy, nesil, |
İnni tubtu ileyke | : ben, tövbe eden, dönen, hatasını anlayan, sana |
ve innî min el muslimine | : ben, barışa ve huzur üzere olan |
15- İnsana; annesine, babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu belli zorluklarla taşıdı ve belli zorluklarla dünyaya getirdi ve otuz ay o sütten kesilinceye kadar, hatta daha fazla gelişip büyüyünceye kadar onu taşıyıp, emzirdi. O olgunluğa erişince dedi ki: Rabbim! Seni anlamamı muvaffak kıl, sıfatlarınla beni sıfatlandırdın, şükreden olayım. Anneme, babama iyi amelde bulunayım, rızasını alayım ve benim neslimi düzgün kıl. Beni, hep sana dönenlerden ve beni, barış ve huzur üzere olanlardan eyle.
-16-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجاوَزُ عَن سَيِّئَاتِهِمْ فِي أَصْحَابِ الْجَنَّةِ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذِي كَانُوا يُوعَدُونَ
Ulâikellezîne netekabbelu anhum ahsene mâ amilû ve netecâvezu an seyyiâtihim fî ashâbil cenneh vades sıdkıllezî kânû yûadûn
ulâike ellezîne | : işte onlar, o kimseler, |
netekabbelu | : biz, hakikatlerimiz, kabul etmek, uymak |
An hum ahsene ma amilu | : onlardan, güzel şeyler, iyi, yaptıkları şeyler |
ve netecâvezu | : uzaklaşma, vazgeçme, silinir, örtülür |
an seyyiâti-him | : günahlarından, fena hallerinden, onlar |
fî ashâbi el cenneti | : içinde, sahip, ehli, halk, kimse, huzur, cennet |
Vade es sıdkı | : vaad, doğru sözlü, gerçek, dürüstlük |
Ellezî kanu yuadune | : ki o oldular, vaad olunurlar |
16- İşte o halde olan kimseler, hakikatlerimizi kabul edenlerdir. Onlar güzel şeyler yaparlar ve onlar fena hallerden uzaklaşırlar. Doğru sözlü olduklarından, sözlerinde durduklarından dolayı, huzur içinde olan kimselerdir.
-17-
وَالَّذِي قَالَ لِوَالِدَيْهِ أُفٍّ لَّكُمَا أَتَعِدَانِنِي أَنْ أُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتْ الْقُرُونُ مِن قَبْلِي وَهُمَا يَسْتَغِيثَانِ اللَّهَ وَيْلَكَ آمِنْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَيَقُولُ مَا هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
Vellezî kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke âmin inne vadallâhi hakk fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn
ve ellezî kale li validey hi | : kimse, kim, dedi, der, anne babasına, o |
Uffın lekuma | : uf, öf, bıktım, ikinize, sizler |
e teidani ni | : vaat, hazırlanma, yapmak, bana, |
En uhrece | : çıkarılacak, dışarıda, dışlar |
ve kad haleti | : gelip geçmiş |
el kurûnu min kabli | : nesiller, kimseler, daha önceki |
Ve huma yestegîsân Allâh | : onlar, yardım istemek, Allah, |
veyle-ke amin | : yazık, esen, kendine, iman et, inan, |
İnne vade Allâh hakkun | : muhakkak, vaadi, söz, Allah, gerçek, hakikat, |
Fe yekulu ma haza | : o zaman, dedi bunlar |
İllâ esatiru el evveline | : başka, sadece, yalnız, masalları, öncekilerin |
17- Kim, annesine babasına: Öf be size, benim için siz ne yaptınız, deyip onları dışlarsa, daha önceki cehalet hallerinde olan kimseler gibi olur. Yine de anne babası: Kendine yazık etme, iman et, Allah’tan yardım iste, muhakkak ki Allah’ın vaadi gerçektir, derler. O yine de: Bunlar daha öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, der.
-18-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِم مِّنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِرِينَ
Ulâikellezîne hakka aleyhimul kavlu fî umemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins innehum kânû hâsirîn
ulâike ellezîne | : işte onlar, o halde olan kimseler |
hakka aleyhim | : hak, hakikat, doğru, gerçek, onlarda, üzerlerinde, |
El kavlu | : söz, hakikatlerin sözleri, açıklamalar, |
fi umemin | : söz, ümmetler içinde, soy, aşiret, kavim, topluluklar |
Kad halet min kabli-him | : gelip geçmiş, onlardan önce |
min el cinni | : bilinmeyen, tanımlanamayan, |
ve el insi | : insanlar, bilinen, tanınan |
İnne hum kanu | : muhakkak, fakat, onlar, oldu, , |
hasirine | : hüsranda olan, kaybeden, hakikati anlayamayan, |
18- İşte o hallerde olan kimseler kendilerinde olan hakikatleri göremeyenlerdir. Onlardan önceki gelip geçmiş olan, bildiğiniz ve bilemediğiniz topluluklara da hakikatlerin sözleri sunuldu, fakat onlar hakikatleri anlayamayıp kaybedenlerden oldular.
-19-
وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِّمَّا عَمِلُوا وَلِيُوَفِّيَهُمْ أَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Ve li kullin derecâtun mimmâ amilû, ve li yuveffiyehum amâlehum ve hum lâ yuzlemûn
ve li kullin derecatun | : bütün hepsine, herkese, dereceler, miktar, rütbe |
Mimmâ amilu | : şeyden, yaptıkları |
ve li yuveffiye hum | : ödensin, verilir, eda edilsin, onlar |
hum amalehum | : amel, çalışma, gayret, onlar |
Ve hum la yuzlemune | : onlar haksızlık yok, karşılığını alırlar |
19- Bütün herkes için yaptıkları şeylere karşılık dereceler vardır ve onlara amellerinin karşılığı verilir ve onlar hakk ettiklerinin karşılığını alırlar.
-20-
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُم بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنتُمْ تَفْسُقُونَ
Ve yevme yuradullezîne keferû alen nâr ezhebtum tayyibâtikum fî hayâtikumud dunyâ vestemta’tum bihâ fel yevme tuczevne azâbel hûni bi mâ kuntum testekbirûne fîl ardı bi gayril hakkı ve bi mâ kuntum tefsukûn
ve yevme yuradu | : gün, zaman, göstermek, anlatmak, sunulma, arz, izah |
ellezine keferu | : hakikatleri kabul etmeyen, örten, |
alâ en nâri | : için, üzerinde, ateş, |
Ezheptum | : bitirmek, giderdiniz, tahrip etmek, |
tayyibatikum | : güzel, iyi, temiz, değerli, siz, |
Fi hayat kum el dunya | : içinde, dünya hayatı, yaşam, |
Vestemtatum bi ha | : metalanma, faydalanma, safa sürdünüz, çıkar, orada |
Fe el yevme tuczevne | : böylece, gün, vakit, zaman, cezalandırma, karşılık |
azap el huni | : azap, zillet, sıkıntı, horluk, kan dökmeye meyilli |
bi mâ kuntum testekbirune | : şey, ne, sebebiyle, siz oldunuz kibirlilerden |
Fi el ardı | : yeryüzü, |
bi gayri el hakkı | : hakikatin dışına, başka, diğer, hakikatler, gerçek, |
ve bi mâ kuntum | : sebebiyle, siz oldunuz, |
tefsukune | : fasık, bölen, bozucu, ikilik, kargaşalık çıkaran, |
20- Hakikatleri görmemezlikten gelenlere, her an yakıp yıkıcı hallerde oldukları anlatılır. Siz; yaşamınızda güzel şeyleri tahrip ettiniz, çıkarlarınız üzere hareket ettiniz, böylece vaktinizi zarar vermek, sıkıntılar vermek içinde geçirdiniz, kibirlilerden oldunuz, yeryüzünde hakikatleri bırakıp başka şeylere yöneldiniz ve kargaşalık çıkaranlardan oldunuz, denir.
-21-
وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنذَرَ قَوْمَهُ بِالْأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتْ النُّذُرُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Vezkur ehâ âd iz enzere kavmehu bil ahkâfi ve kad haletin nuzuru min beyni yedeyhi ve min halfihî ellâ tabudû illâllâh innî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm
Vezkur eha Adin | : zikret, hatırla, kardeş, arkadaş, Ad, |
İz enzere kavme hu | : uyarmıştı, hakikati açıklayıp uyarmak, kavmini o, |
bi el Ahkafi | : eğri büğrü kum tepeleri, verimsiz, doğru olmayan |
ve kad haletin | : gelip geçmiş, |
en unzuru | : hakikati gösteren, |
min beyni yedeyhi | : onun önünden, ondan önce |
ve min halfi-hi | : onun ardından, ondan sonra |
ellâ tabudû illallahe | : kulluk etmeyin, kul olmayın, Allah’tan başka |
İnni ehafu | : ben, korkuyorum, çekiniyorum, |
Aleykum azabe | : üzerinizde, sizde, azap, sıkıntı, |
yevmin azim | : gün, zaman, büyük, yüce güzel, harika, karar sahibi |
21- Ad kavminin kardeşini de hatırla. O, doğruluk içinde olmayan kavmine hakikatleri açıklayıp uyarmıştı. Ondan önce gelip geçmiş ve ondan sonraki hakikatler için çağrı yapan o uyarıcılar gibi, o da hakikatleri bildirip demişti ki: Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, ben büyük bir günün sıkıntısında kalmanızdan korkarım.
-22-
قَالُوا أَجِئْتَنَا لِتَأْفِكَنَا عَنْ آلِهَتِنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Kâlû ecitenâ li tefikenâ an âlihetinâ fetinâ bi mâ teıdunâ in kunte mines sâdikîn
Kâlû ecitena | : dediler, geldin, biz, |
li tefike na | : çevirmek, geri döndürmek, biz, |
an âliheti-nâ | : ilâhlarımızdan, tanrılarımızdan |
feti-nâ | : getir, göster, sun, |
bima teudu na | : şeyler, vaat ettiğin, bize |
İn kunt emin el sadikine | : eğer, doğru söyleyenlerden isen |
22- Dediler ki: Bizi ilahlarımızdan geri döndürmeye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen bize vaat ettiğin şeyi getir o zaman.
-23-
قَالَ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِندَ اللَّهِ وَأُبَلِّغُكُم مَّا أُرْسِلْتُ بِهِ وَلَكِنِّي أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ
Kâle innemel ilmu indallâhi ve ubelligukum mâ ursiltu bihî ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn
Kâle inneme | : dedi, ancak, sadace |
el ilmu indallah | : ilim, ona ait, katında, yanında, Allah |
ve ubelligu kum | : tebliğ ediyorum, bildiriyorum, siz, |
ma ursiltu bi hi | : şey, ne, değil, bildiren, ulaşılan, yerine getirmek, onunla, |
ve lâkinnî erakum | : lakin, ben, görüyorum, biliyorum, |
kavmen techelu | : bir kavim, kimseler, bilmeyen, cahil, |
23- Dedi ki: İlim ancak Allah’a aittir. Ben hangi bilgilere ulaşmışsam, size onu bildiriyorum, fakat görüyorum ki cahil kimselersiniz.
-24-
فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُّسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُّمْطِرُنَا بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُم بِهِ رِيحٌ فِيهَا عَذَابٌ أَلِيمٌ
Fe lemmâ reevhu âridan mustakbile evdiyetihim kâlû hâzâ âridun mumtırunâ, bel huve mesta’celtum bih rîhun fîhâ azâbun elîm
fe lemmâ reev-hu | : böylece, sonra, onu gördükleri zaman |
Âridan | : görünen, katılımcı, izleyici, ufukta görünen bulut |
mustakbile | : gelecek, yönelip gelen, |
Evdiyeti him | : vadilerine, dere, oturdukları yer, onlar |
Kâlû haza aridun | : dediler, bu, o, nasıl, yönelip gelen, katılımcı, |
mumtiru na | : yağmurlu, bereket, kapılıp giden, şüpheli, biz, |
Bel huve ma estaceltum | : hayır, o, şey, ne, istemek, aramak, çabuk, acele, |
Bi hi rihun | : onda, onunla, rüzgâr, esinti, esip giden, ses, etki, |
fi ha azabun elim | : onda, orada, onun içinde acı bir sıkıntı |
24- Böylece onlar, kendi yerleşim yerlerinde ona yönelenleri gördükleri zaman: Bu yönelip gidenler bizi bırakanlardır, dediler. Bilakis sizler acele edip o hakikatleri aramadınız, onlar ise cehaletin acı sıkıntılarının etkisinde kalmak istemeyenlerdir.
-25-
تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِأَمْرِ رَبِّهَا فَأَصْبَحُوا لَا يُرَى إِلَّا مَسَاكِنُهُمْ كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ
Tudemmiru kulle şeyin bi emri rabbihâ fe asbehû lâ yurâ illâ mesâkinuhum kezâlike neczîl kavmel mucrimîn
Tudemmiru | : kaybeden, körelmek, dağıtma, dumur, anlayamayan |
kulle şeyin | : bütün her şey, bütün varlık, |
Bi emri rabbiha | : iş, hüküm, işleyiş, Rab, o |
fe asbehû | : artık, sabah, doğuş vakti, aydınlanma, |
la yura | : göremezler, anlayamazlar, ulaşamazlar, |
İlla mesâkinu-hum | : ancak, dışında, onların meskenleri, makam, ev, gövde |
Kezâlike neczi | : böyle, onun gibi, cezalandırma, bitip tükenme, |
el kavme el mucrimine | : kavmi, kimseler, fenalarda kalan, günahlarda |
25- Bütün varlıktaki Rabbin işleyişini anlayamayanlar kaybedenlerdir. Artık onlar bulundukları yerlerde aydınlanmanın hakikatine ulaşamazlar. İşte fenalarda kalan kimselerin karşılıkları budur.
-26-
وَلَقَدْ مَكَّنَّاهُمْ فِيمَا إِن مَّكَّنَّاكُمْ فِيهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا وَأَبْصَارًا وَأَفْئِدَةً فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَا أَبْصَارُهُمْ وَلَا أَفْئِدَتُهُم مِّن شَيْءٍ إِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Ve lekad mekkennâ hum fî mâ in mekkennâkum fîhi ve cealnâ lehum seman ve ebsâren ve efideten fe mâ agnâ anhum semuhum ve lâ ebsâruhum ve lâ efidetuhum min şeyin iz kânû yechadûne bi âyâtillâhi ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn
ve lekad mekken na hum | : doğrusu, imkân, mekan, beden, sevgi, biz, onlar |
Fi ma in mekken | : şeyin içinde, eğer, ise, gibi, imkân, beden, sevgi, |
nâ kum fihi | : biz, siz, orada, onun içinde, hakikatler, |
ve cealnâ lehum | : kıldık, verdik, sunduk, onlara, |
seman | : işitme hassasiyeti, duygusu |
ve ebsâren | : görme duygusu, bakıp görmek, anlama hassasiyeti |
ve efideten | : fuad, gönül, kalp, idrak duygusu, |
fe mâ agnâ an hum | : fakat, zengin olamadı, müstağni kılmadı, varlıklı, onlar |
Semu hum | : işitme, onlar, |
ve lâ ebsâru-hum | : yok, görme hassasiyeti, göremediler, |
ve lâ efidetu-hum | : yok, fuad, gönül sahibi, idrak sahibi olamadılar, |
min şeyin iz kanu | : bir şey oldukları zaman, nasıl bir şey oldukları |
Yechadune | : inkâr, ret ettiler, |
bi âyâti allâhi | : Allah’ın âyetlerini, işaret, delil |
ve hâka bi him | : kuşattı, sardı, sarıldı, yakaladı, isabet etti, onları |
Ma kanu bi hi yestehziune | : şey, oldu, alay ettiler, taklit etmek, önemseme |
26- Doğrusu sizleri tüm niteliklerimizle bedenlendirdiğimiz gibi, onları da bedenlendiren Biziz. Onlara; işitme, bakıp görebilme, idrak edebilme gücü verdik. Fakat onlar; işitmenin zenginliğine ulaşamadılar, onlar bakıp da göremediler, idrak sahibi olamadılar, nasıl var olduklarını bilemediler, Allah’ın delillerini inkâr ettiler ve onlar taklit ettikleri şeylere sarıldılar.
-27-
وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا مَا حَوْلَكُم مِّنَ الْقُرَى وَصَرَّفْنَا الْآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve lekad ehleknâ mâ havlekum minel kurâ ve sarrafnel âyâti leallehum yerciûn
ve lekad ehlek na | : andolsun, helak etmek, yazık etmek, biz, |
mâ havle-kum | : etrafında dönüp durma, o halde hareket etmek, sizin, |
min el kura | : köy, eski anlayış, |
ve sarraf-na | : yönelttik, açıkladık, sarf eden, |
el ayati | : ayetler, işaret, delil |
lealle-hum yerciune | : umulur ki onlar, dönerler, aslına dönerler |
27- Doğrusu eski cehalet anlayışlarında dönüp duranlar, Bizi anlayamayıp helak olurlar. Onlara deliller gönderdik, umulur ki onlar cehaletlerini bırakıp hakikatlere dönerler.
-28-
فَلَوْلَا نَصَرَهُمُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ قُرْبَانًا آلِهَةً بَلْ ضَلُّوا عَنْهُمْ وَذَلِكَ إِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Fe lev lâ nasare humullezînettehâzu min dûnillâhi kurbânen âliheh bel dallû anhum ve zâlike ifkuhum ve mâ kânû yefterûn
Fe lev la nasare | : olmaz mıydı, onlara yardım etseydi, |
humullezîn ettehazû | : onların, edindikler, sarıldıkları, yöneldikleri, |
min dûnillâhi | : Allah’tan başka, |
kurbanen | : yakınlık, dostluk, yakın olmak, |
aliheten | : ilahlar, çıkar için yöneldikleri, |
Bel dallu an hum | : hayır, başıboş, sapmış, kayıptadırlar, onlar |
Ve zalike ifkuhum | : işte bu, böyle, yalanları, kendilerini aldatmaları |
ve ma kanu yefterun | : uydurulan şeyler, |
28- Allah’ı bırakıp da yakın olmak için edindikleri ilahlar onlara yardım edebilirler mi? Bilakis onlar bir dalalet içindedirler ve işte böylece onlar, yalanlarda kalanlardır ve uydurdukları şeylerde kalanlardır.
-29-
وَإِذْ صَرَفْنَا إِلَيْكَ نَفَرًا مِّنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْآنَ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُوا أَنصِتُوا فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا إِلَى قَوْمِهِم مُّنذِرِينَ
Ve iz sarefnâ ileyke neferen minel cinni yestemiûnel kurân fe lemmâ hadarûhu kâlû ensıtû fe lemmâ kudıye vellev ilâ kavmihim munzirîn
ve iz saref nâ ileyke | : değerlerimiz, yöneltmiştik, açıkladık, biz, sana |
Neferen | : bir gurup, |
min el cinni | : bilinmeyen, tanımlanamayanlardan, tanınmayan |
Yestemiûne | : dinlemeleri, işitmeleri, |
el kurane | : okunan şeyler, kuran, hakikatlerin sözleri |
fe lemmâ hadaru hu | : böylece, olduğunda, oturma, huzur, katılmak, o |
Kalu ensıtû | : dediler, susun dinleyin. |
fe lemma | : böylece, sonra, olduğunda, |
kudıye vellev | : bitirip tamamlama yerine getirme, döndüler |
İla kavmi-him munzirine | : ancak, onlar kavimleri, hakikatleri açıklayıp uyarma, |
29- Tanımadıklarından bir gurup, Bizim değerlerimizi anlamak için sana gelmişlerdi. Okunan şeyleri dinlemişler, böylece o huzurda bulunmuşlardı. Belli bir zaman onu dinlediler, anlatılanları anladıklarında, onlar kavimlerine hakikatleri açıklayıp uyarmak için dönmüşlerdi.
-30-
قَالُوا يَا قَوْمَنَا إِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا أُنزِلَ مِن بَعْدِ مُوسَى مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ وَإِلَى طَرِيقٍ مُّسْتَقِيمٍ
Kâlû yâ kavmenâ innâ semînâ kitâben unzile min ba’di mûsâ musaddikan li mâ beyne yedeyhi yehdî ilel hakkı ve ilâ tarîkın mustekîm
Kalu yâ kavme-nâ | : ey kavmimiz, |
inna semina | : biz, işittik, dinledik, |
Kitaben unzile | : kitab, hakikatler, indirilen, sunulan, verilen, gelen |
Min badi Musa musaddikan | : sonra, Musa, doğrulayan, tasdik eden |
Li ma beyne yedey-hi | : önceden gelenleri |
Yehdi ilâ el hakkı | : ulaştıran, yol gösteren, hakikatler, |
ve ilâ tarîkin mustekimin | : ve yola, dosdoğru, istikamet üzere olan |
30- Dediler ki: Ey kavmimiz! Biz hakikatlere yol gösteren ve dosdoğru yol üzere olan, Musa’dan önceki ve sonrakilerinin söylediklerini de tasdik eden birinden hakikatlerin sözlerini dinledik.
-31-
يَا قَوْمَنَا أَجِيبُوا دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ
Yâ kavmenâ ecîbû dâiyallâhi ve âminû bihî yagfir lekum min zunûbikum ve yucirkum min azâbin elîm
yâ kavme-nâ | : ey kavmimiz, |
ecibu | : icabet edin, uyun, |
daiye Allah | : davet, yönelme, Allah |
ve âminû bi hi | : inanın, iman edin, o hakikatlere, ona |
yagfir lekum | : mağfiret eden, bağışlayan, size |
Min zunûbi-kum | : günahlarınız, fena haller |
ve yucir-kum | : boş, korunmak, temizlenmek, siz, |
min azabin elim | : elim bir azaptan, acı bir azap, |
31- Ey kavmimiz! Allah’a davet edene uyun ve size mağfiret edecek ve fena hallerden kurtaracak ve sizi acı sıkıntılardan koruyacak olan o hakikatlere inanın.
-32-
وَمَن لَّا يُجِبْ دَاعِيَ اللَّهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِي الْأَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِن دُونِهِ أَولِيَاء أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mucizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu ulâike fî dalâlin mubîn
ve men la yucib | : kim, kimse, icabet etmezse, uymaz, |
daiye Allah | : davet, çağrı yapan, hakikate çağıran, Allah |
fe leyse bi mucizin | : artık, değil, acizlik, gücü yetmez, kabiliyetsiz, güçsüz |
fi el ardı | : yeryüzünde, yaşamında, toprak, |
ve leyse lehu | : değil, yoktur, ona |
Min duni hi evliyâu | : ondan başka, o, dostları |
Ulâike fi dalalin | : işte onlar, cehalete sapan, dalalette olan, |
mubine | : apaçık hakikatler, |
32- Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o yeryüzünde nasıl bir acziyet içinde olduğunu anlayacak değildir ve onun O’ndan başka hiçbir dostu da yoktur. İşte onlar apaçık hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine sapanlardır.
-33-
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَمْ يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتَى بَلَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
E ve lem yerev ennallâhellezî halakas semâvâti vel arda ve lem yaye bi halkıhinne bi kâdirin alâ en yuhyiyel mevtâ belâ innehu alâ kulli şeyin kadîr
e ve lem yerev | : bakıp ta görmezler mi? |
enne Allah ellezi | : muhakkak, olduğu, Allah, ki o, |
Halaka | : yaratılan, halk edilen, var edilen |
El semavat ve el ardı | : gökler ve yer, toprak, yeryüzü, beden, |
ve lem yaye bi halkı hinne | : değil, var edip duran, her an |
Bi kadirin alâ | : kudret, için, vardır, üzerinde, |
en yuhyiye | : hayat veren, |
el mevta | : sınırlayan, ölüm, |
Bela inne-hu | : evet, bilakis, doğru, muhakkak, o |
ala kulli şeyin kadırun | : bütün her şey, kudret |
33- Göklerde ve yerde varedilenlerin Allah’a ait olduğunu bakıp da görmezler mi? Her an vareden O’ndan başkası değildir. O bütün her şeydeki kudrettir, hayat verendir ve sınırlayandır. Evet, muhakkak ki O bütün her şeydeki kudrettir.
-34-
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُوا بَلَى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
Ve yevme yuredullezîne keferû alen nâre leyse hâzâ bil hakk kâlû belâ ve rabbinâ kâle fe zûkûl azâbe bi mâ kuntum tekfurûn
Ve yevme yuredu | : gün, vakit, zaman, an, gösterir, sunulur, arz olunur |
Ellezine keferû | : o kimseler, hakikati görmemezlikten gelip örtenler |
alen nari | : ateş, yakıcılık, yanıyor, yakıp yıkıcı |
E leyse haza bil hakkı | : değil mi, öyle değil mi, bu hak, gerçek, hakikat |
Kâlû bela | : derler ki evet |
ve Rabbina | : rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
Kâle fe zuku | : denir, işte, tat, hissetmek, o halde kalmak, |
el azabe | : azap, sıkıntı, |
Bi ma kuntum tekfurune | : hakikatleri kabul etmediğinizden dolayı, inanmayan, |
34- Hakikatleri görmemezlikten gelenlere, her an yakıp yıkıcı hallerde oldukları anlatılır. Bu anlatılanlar gerçek değil midir, denir. Derler ki: Evet, bizi vücudlandıranı anlayamamışız. Denir ki: İşte hakikatleri kabul etmediğinizden dolayı sıkıntıları hissettiniz.
-35-
فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِل لَّهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِّن نَّهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ
Fasbir kemâ sabere ulûl azmi miner rusuli ve lâ testacil lehum, ke ennehum yevme yerevne mâ yûadûne lem yelbesû illâ sâaten min nehâr belâg fe hel yuhleku illel kavmul fâsikûn
Fasbir kema sabere | : artık, öyleyse, gibi, sabret, sabretmeleri gibi, |
ulul azmi | : kemalât sahipleri, kamil kişiler, yüce makam sahipleri |
min er resul | : resullerden, bir resul, hakikati gösetern, |
ve lâ testacil lehum | : acele etmeyin, onlar gibi, için, |
Ke enne hum | : gibi, sanki onlar gibi, |
Yevme yerevne | : gün, zaman, vakit, her an, görürler, baktıkları, |
Ma yûadûne | : şey, değil, vaad, söz veren, verdiğiniz sözü unutmayın |
lem yelbesû illa saaten | : yakında, kısa bir süre, ancak, zaman, kısa zaman |
min nehârin belagun | : günleriniz bir tebliğdir, hakikate uyan güzel ifadeler |
fe hel yuhleku | : artık, helâk, yok olur, kendilerine yazık ederler |
illa el kavmu el fasikune | : ancak, başka, hakikatleri bırakıp cehalette kalanlar |
35- Bundan sonra yüce makam sahiplerinin sabrettiği gibi sabredin. Resulü anlayın ve acele edenler gibi olmayın. Her an hakikatleri görüp anlayanlar gibi olun. Verdiğiniz sözü unutmayın. Zamanınız ancak kısa bir süredir. Günlerinizi hakikatlere uyan güzel ifadeler söylemekle geçirin. Bundan sonra hakikatleri bırakıp, kendi cehaletinde kalandan başkası kendine yazık eder mi?