AHZÂB SURESİ
-1-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
Yâ eyyuhen nebiyyuttekillâhe ve lâ tutıil kâfirîne vel munâfikîn innallâhe kâne alîmen hakîmâ
ya eyyuha el nebiy | : ey, nebi, haberci, haber getiren, hakikati bildiren, |
itteka Allah | : takva, fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah |
ve la tutıi | : yok, itaat etme, uyma, takip etme, |
el kafirine | : hakikatleri görmemezlikten gelmek, örtme hali |
ve el munafikîne | : münafıklık, içi başka dışı başka, iki yüzlülük |
inne Allâh kane alim | : muhakkak ki Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi |
hakim | : hâkim olan, her şeyi kontrol eden, idare eden, |
1- Ey hakikatleri bildiren! Fenalara düşmekten sakın, Allah’a ortak koşma. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin hallerine ve içi başka dışı başka hallerde olanlara itaat etme.
-2-
وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Vettebi mâ yûhâ ileyke min rabbik innallâhe kâne bimâ tamelûne habîrâ
Vettebi | : tabi ol, itaat et, uy |
ma yuha ileyke | : şey, ne, vahy, bildirilen, sunulan, ilham, haydan gelen, |
min rabbi ke | : Rabbinden, seni vücudlandıran, |
inne Allah kane | : muhakkak ki Allah, oldu |
Bima tamelun habir | : yaptığınız şeylerden, haber veren, bildiren |
2- Seni vücudlandıranın sana sunduğu şeylere tâbi ol. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-3-
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا
Ve tevekkel alâllâh ve kefâ billâhi vekîlâ
ve tevekkel Ala Allah | : tevekkül et, Allah, varlığın sahibini bilip teslim olma |
Ve kefa Allah | : kâfidir, yeterli, güven, Allah, |
vekil | : vekil, yetkili olan, |
3- Varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip, tüm varlığınla teslim ol ve her şeyde yetkili olan Allah’a güven.
-4-
مَّا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِّن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءكُمْ أَبْنَاءكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُم بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ
Mâ cealallâhu li raculin min kalbeyni fî cevfih ve mâ ceale ezvâcekumullâî tuzâhırûne min hunne ummehâtikum ve mâ ceale edıyâekum ebnâekum zâlikum kavlukum bi efvâhikum vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl
ma ceale allah | : kılmadı, yapmadı, düzenlemedi, Allah |
li raculin | : bir kişi, adam, ileri gelen, |
min kalbeyni | : iki kalp, kapler, idrakler, |
fi cevfi hi | : içinde, göğüs boşluğu, içine, |
ve ma ceale | : yapmadı, düzenlemedi, kılmadı, |
ezvac kum | : eş, çift, sınıf, tür, çeşit, denk, aynı yolda olan, benzer, |
Ellai tuzahırune | : onlar, zahir olan, iki şey arasındaki münasebet, görünen, |
min hunne | : onlarda, tüm varlık, |
ummehati kum | : anneleriniz, asliyetiniz, aslınızın geldiği yer, siz, |
ve ma ceale | : yapmadı, düzenlemedi, kılmadı, |
edıya kum | : evladı gibi olan, çağrılan çocuk, az, eksik olan, siz, |
ebnae-kum | : oğullarınız, evlatlarınız, siz, |
Zalikum kavlu kum | : işte bu, böyle, bu, bu gibi, sizin sözünüz, konuşma |
bi efvahi-kum | : ağızlarınızda, agzınızdan çıkan sözler, |
ve Allah yekulu hakka | : Allah, demek, sunar, söylemek, sözleri, hak, hakikat |
ve huve yehdi | : o, yol gösteren, ulaştıran, |
el sebil | : yok, hak yolu, dosdoğru yol, gerçek yol, hakikatlere, |
4- Allah bir kişinin içine iki kalb koymadı. Sizi benzer özelliklerin dışında düzenlemedi. Siz aslınızın geldiği yeri, tüm varlığın birbiriyle olan münasebetini anlayın. Sizi ve evlatlarınızı eksik bir halde düzenlemedi. İşte siz, ağzınızdan çıkan sözlerde Allah’ın hakikatlerini söylemek için gayret gösterin ve O’nun dosdoğru yola ulaştıran olduğunu bilin.
-5-
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِندَ اللَّهِ فَإِن لَّمْ تَعْلَمُوا آبَاءهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُم بِهِ وَلَكِن مَّا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Udûhum li âbâihim huve aksatu indallâh fe in lem talemû âbâehum fe ıhvânukum fîd dîni ve mevâlîkum ve leyse aleykum cunâhun fîmâ ahtatum bihî ve lâkin mâ taammedet kulûbukum ve kânallâhu gafûren rahîmâ
udu-hum | : çağırın, davet, onlar, |
li abai him | : atalarının, babalarının, ebeveyn, aile fetleri, |
Huve aksatu inde Allah | : o, adil, adaletli, katında, ona ait, Allah |
Fe in lem talemu | : öyleyse, eğer, bilmiyorsanız, |
abae hum | : ataları, babaları, onlar |
Fe ıhvan-kum | : böylece, sizin kardeşiniz, sadık dostlar, eş, arkadaş, |
fi el dini | : yaratılış yasaları, hükümleri, din, |
ve mevali-kum | : dostlarınız, efendi, sadakatınız, ilimde görevli olan, |
ve leyse aleykum cunahun | : değil, yok, size, günah, vebal, sıkıntı, |
Fima ahtatum bihi | : o şey, yanlış, hata ettiniz, bilmeden yapılan hata, |
Ve lakin ma taammedet | : ancak, fakat, taammüden olmasın, kasıt olmasın |
kulubu-kum | : kalpleriniz, idrakleriniz, |
ve kane Allah gafur | : Allah’dır, mağfiret, temizleyen, tertemiz lütuflar sunan |
rahim | : rahim, özünden vareden, |
5- Hakikatlere davet edenlere uyun. Onların ataları da davet edilmişti. Allah’ın adaleti üzere hareket eden o kimselerden olun. Eğer atalarınız gibi hakikatleri bilemiyorsanız, artık dinin hakikatlerini bilen kardeşlerinizden ve ilimde görevli olan kişilerden yararlanın. Bilmeden yapılan hatalarda bir vebal yoktur ve lâkin kalblerinizde bir kasıt olmasın. Allah tertemiz lütufları sunandır, varlığı özünden varedendir.
-6-
النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُوْلُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَن تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُم مَّعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا
En nebiyyu evlâ bil muminîne min enfusihim ve ezvâcuhu ummehatuhum ve ûlûl erhâmi baduhum evlâ bi badın fî kitâbillâhi minel muminîne vel muhâcirîne illâ en tefalû ilâ evliyâikum marûfâ kâne zâlike fîl kitâbi mestûra
el nebiy | : haberci, haber veren, hakikati bildiren, |
evla bi el muminin | : düşünür, yeğ, tercih, mümin, inanan |
min enfusi-him | : nefislerinden, enfus, kendilerinden, onlar, |
ve ezvacu-hu | : eşleri, birlik, sınıf, denk, bir, aynı yolda giden, |
ummehat hum | : anneleri, özleri, asılları, asliyyetlerini anlamak, |
ve ulul erhami | : yüce, rahmet sahipleri, akrabalar, merhametli, |
baduhum | : bir kısmı, bazıları, onlardan bazıları, |
Evla bi badın | : yeğ, daha yakın, bir kısmı, bazıları, onların bazıları |
Fi kitab Allah | : içinde, kitap, her varlık bir kitap, Allah |
minel müminin | : müminler, emin olanlar, |
ve el muhacirin | : muhacir, hakikat için gelen, arayışta olan, göç eden |
illa en tefalu | : yapmak, işleyiş sahibi, sizin yapmanız, |
ila evliyai kum | : dostlarınız, koruyucu, yardımcı, |
maruf | : bilinen, tanınan, ariflik, oldu, |
kane zalike fi el kitab | : oldu, işte bu, kitabın içinde, |
mestura | : satır satır yazılı, yazılı olan hakikatler, |
6- Hakikatlerin haberlerini bildirenler, inananları kendilerinden daha çok düşünürler ve onlara asliyetlerinin geldiği yeri, birliği anlatırlar. Çok şefkatli olanlardan bazıları, bazılarını daha çok düşünür. Müminler için her varlık Allah’ın bir kitabıdır. Hakikatlerin arayışında olanlara, onların hakikatleri bilmeleri için dostluğunuzu eksik etmeyin. İşte bu kâinat kitabının içinde hakikatler satır satır yazılıdır.
-7-
وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنكَ وَمِن نُّوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُم مِّيثَاقًا غَلِيظًا
Ve iz ehaznâ minen nebîyyîne mîsâkahum ve minke ve min nûhın ve ibrâhîme ve mûsâ ve îsebni meryeme ve ehaznâ minhum mîsâkan galîzâ
ve iz ehaz na | : sarılmak, almak, edinmek, biz, |
min el nebiyyin | : nebiler, hakikatlerin haberlerini bildiren, |
Misaka hum | : verilen söz, anlaşma, karşılıklı sözleşme, onlar |
ve min ke | : sende |
Ve min nuh ve ibrahime | : nuh ve İbrahim |
Ve musa ve isebni meryeme | : Musa ve Meryem oğlu İsa |
ve ehazna | : sarılmak, almak, biz, |
minhum misak | : onlarda, sözleşme, verilen söz, |
galiz | : sağlam, kalın, kesin, yoğun, |
7- Hakikatlerin haberlerini bildirenler Bize sarılırlar. Onlar sözlerine uyarlar. Sen de ve Nuh da ve İbrahim de ve Musa da ve Meryem oğlu İsa da, onlar da sağlam bir şekilde sözlerine uydular, Bize sarıldılar.
-8-
لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَن صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا
Li yeseles sâdikîne an sıdkıhim ve eadde lil kâfirîne azâben elîmâ
li yesele | : sorması için, sorgulamak, araştırma içinde olan, |
el sadıkin | : doğruluk, sadık, dosdoğru olanlar |
An sıdkı him | : doğru olanlar, sadıklar |
ve eadde | : hazır, vardır, kaldılar, o halde kaldılar, |
li el kafirin | : hazır, vardır, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için |
Azaben elim | : azab, sıkıntı, acı, kötü, acı bir azap |
8- Onlar doğruluk üzere oldular, doğruluğu araştırma içinde oldular. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise acı sıkıntılarda kaldılar.
-9-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا
Yâ eyyuhellezîne âmenûzkurû ni’metallâhi aleykum iz câetkum cunûdun fe erselnâ aleyhim rîhan ve cunûden lem terevhâ ve kânallâhu bimâ tamelûne basîrâ
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
Uzkuru nimet | : hatırlayın, anın, anlayın, zikredin, nimetlerini, sıfat, |
Allah aleykum | : Allah, üzerinizdeki, sizdeki, |
iz caetkum | : size gelmişti, sunuldu, |
cunudun | : tüm varlık, asker, güç, kuvvet, varlıktaki güç, |
Fe erselna aleyhim | : gönderdik, sunduk, açığa çıkardık, kendilerinde, |
rihan | : rüzgâr, esip giden, ses, hissiyat, |
ve cunuden | : ordu, güç, tüm varlık, varlığın içindeki güç, |
lem terev-ha | : göremediniz, onu, |
ve kane Allah | : oldu, Allah’tır |
Bima tamelun basiren | : yaptığınız şeyler, basiret, gösteren, |
9- Ey iman edenler! Allah’ın sizin üzerinizdeki sıfatlarını anlayın. Size gelen bilgilerle varlığın hakikatlerini anlamaya çalışın. Kendinizden açığa çıkardığımız o sesi anlayın. Oysa siz varlığın siret yönünü göremiyordunuz. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
-10-
إِذْ جَاؤُوكُم مِّن فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنكُمْ وَإِذْ زَاغَتْ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا
İz câukum min fevkıkum ve min esfele minkum ve iz zâgatil ebsâru ve belegatil kulûbul hanâcire ve tezunnûne billâhiz zunûnâ
iz caukum | : gelmişlerdi, sunuldu, siz, |
min fevkı kum | : üst makamlar, yukarısı, siz |
ve min esfele min kum | : aşağıdan, alt tabaka, sizin dünyanıza, size |
ve iz zagati | : meyletti, onlara dönme, |
el ebsar | : gözler, görüp anlamak, |
ve belegat | : ulaştı, açıklama, güzelce açıklanıp izah edilme, |
el kulub | : kalbler, idrak, |
el hanacir | : boğaz, geçmek, geçip yerleşmek, |
ve tezunnun | : zannediyorsunuz, sanıyordunuz, |
bi Allah el zunun | : Allah, zanlarla, sanmak, |
10- Sizler idrakte en alt tabakada bulunurken, sizin üstünüzdeki makamlardan size hakikatler sunuldu ve hakikatleri görüp anlamak için meylettiğinizde, kalblerinize yerleşmesi için hakikatler güzelce açıklanıp izah edilmişti. Oysa sizler, Allah’ı kendi zanlarınıza göre zannediyordunuz.
-11-
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا
Hunâlikebtuliyel muminûne ve zulzilû zilzâlen şedîdâ
Hunalike ebtulie | : orada, her zaman, imtihan, araştırma, cesur, |
el müminin | : emin olan, inanan, müminler, |
ve zulzilu zilzalen | : sarsılma, sarsıntı, deprem, kendine getirme, |
şediden | : kuvvetli, şiddetli, daha fazla |
11- Müminler her zaman hakikatleri anlamak için araştırma içinde oldular ve hakikatleri anladıkça daha fazla sarsıldıkça sarsıldılar.
-12-
وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ مَّا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا
Ve iz yekûlul munâfikûne vellezîne fî kulûbihim maradun mâ vaadenallâhu ve resûluhû illâ gurûrâ
ve iz yekulu el münafikun | : söylüyorlardı, diyorlardı, münafık, içi başka dışı başka |
ve ellezine fi kulub him | : o kimseler, onlar, kalblerinde, |
Maradun | : hastalık, maraz, |
ma vaden Allah | : şey, vaad, gerçekleşme, açığa çıkmak, yapma, söz, Allah |
ve resulu-hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
illa gurur | : ancak, vardır, aldatma, kuruntu, yanılgı, ego, |
12- İçi başka dışı başka ve kalblerinde cehalet hastalığı olanlar ise, Allah’tan açığa çıkan şeyleri anlayamadılar ve o resul yanılgı içindedir, dediler.
-13-
وَإِذْ قَالَت طَّائِفَةٌ مِّنْهُمْ يَا أَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِّنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِن يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا
Ve iz kâlet tâifetun minhum yâ ehle yesribe lâ mukâme lekum ferciû ve yestezinu ferîkun minhumun nebiyye yekûlûne inne buyûtenâ avretun ve mâ hiye bi avreh in yurîdûne illâ firârâ
ve iz kalet | : demişti, söylemişti, bildirmişti, |
taifetun minhum | : bir gurup, taife, onlardan |
Ya ehli yesrib | : ey, halk, yesrib, kınanan yer, nahoş olan yer, |
la mukame lekum | : yok, yer, ikamet yeri, size, |
fe ırciu | : artık, bundan sonra, dönün, |
ve yestezinu | : izin istiyor, müsaade, icazet, |
ferikun minhum | : bir gurup, onlardan |
El nebiye yekulune | : ey haberci, ey nebiy, derler |
İnne buyutena | : muhakkak, evlerimiz, |
avretun | : açık, korumasız, eksik, kadın, zevce, |
ve ma hiye avretin | : değil, o, açık, eksik, gedik, kadın, zevce, |
İn yuridun | : eğer, istemek, isteyen, istedikleri, |
illa firar | : ancak, sadece, vardır, kaçış, sığınmak, firar |
13- Onlardan bir gurup şöyle demişti: Ey Yesrip halkı! Sizin için ikamet yeri yoktur, öyleyse dönün. Onlardan bir gurup, hakikatleri bildirene: Muhakkak ki evlerimiz korumasız, diyerek izin istediler. Fakat onlar korumasız değildi, onların istedikleri sadece kaçmaktı.
-14-
وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِم مِّنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا
Ve lev duhılet aleyhim min aktârihâ summe suilûl fitnete le âtevhâ ve mâ telebbesû bihâ illâ yesîrâ
ve lev duhilet aleyhim | : şayet, eğer, dahil, içinde, girilme, onların üzerine |
min aktari-ha | : çap, her taraf, kenar, yan taraf, her yönden, |
summe suilu | : sonra, istendi, soruldu, araştırdı, |
El fitnete | : denemek, iyiyi kötüyü ayırma, imtihan, |
le atev-ha | : ona geldiler |
ve ma telebes | : kalmaz, kalmadılar, çabuk, hemen, |
biha illa yesir | : orada, var, az, basit, kolay |
14- Eğer onlar her yönden bir araştırma içinde olsalardı, elbette o hakikatlere gelirler ve hakk ile batılı ayırırlardı. Ama onlar kolaylarına gelen şeyi yaptılar, hakikatleri anlamak için kalmadılar.
-15-
وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِن قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْؤُولًا
Ve lekad kânû âhedûllâhe min kablu lâ yuvellûnel edbâr ve kâne ahdullâhi mesûlâ
ve lekad kanu ahed Allah | : andolsun, doğrusu, oldu, söz verme, Allah |
Min kablu | : daha önceden, |
la yuvellun | : yok, dönmek, dönmeyecekler, |
el edbar | : arkası, geçmişi, geçmiş cehaletleri, |
Ve kane ahd Allah | : oldu, söz verme, Allah, |
mesulen | : mesuliyet, sorumluluk sahibi, |
15- Doğrusu onlar, daha önceden geçmiş cehaletlerine dönmeyeceklerine dair Allah adına söz vermişlerdi. Allah adına söz verenler sorumluluk sahibidirler.
-16-
قُل لَّن يَنفَعَكُمُ الْفِرَارُ إِن فَرَرْتُم مِّنَ الْمَوْتِ أَوِ الْقَتْلِ وَإِذًا لَّا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا
Kul len yenfeakumul firâru in ferertum minel mevti evil katli ve izen lâ tumetteûne illâ kalîlâ
Kul len yenfea kum | : de, anlat, fayda yarar olmaz, size, |
el firar | : kaçmak, uzaklaşmak, |
İn ferertum | : eğer, siz kaçtınız, |
min el mevt | : nutfe, ölüm, idraksizlik, |
Ev el katli | : yada, kesme, yok etme, öldürme, mahv olma |
ve izen la tumetteun | : o zaman, yok, mal, faydalanma, metalanma |
İlla kalilen | : ancak, vardır, az bir zaman, belli bir zaman |
16- De ki: Hakikatlerden kaçmanın size bir faydası yoktur. Eğer siz idraksizlik içinde olur, hakikatlerden kaçarsanız ya da bağlarınızı keserseniz, o zaman siz az da olsa hakikatlerden faydalanamazsınız.
-17-
قُلْ مَن ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُم مِّنَ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
Kul men zellezî ya’sımukum minallâhi in erâde bikum sûen ev erâdebikum rahmeh ve lâ yecidûne lehum min dûnillâhi veliyyen ve lâ nasîrâ
Kul men ze ellezi | : anlat, de ki, kim, kimse, sahip, ki o, |
Yasımu kum min Allah | : çekinen, savan, koruyacak, siz, Allah’tır |
İn erada | : eğer, şayet, isteme, uğrama, gelme, başa gelen |
bikum suen | : siz, size, kötülük hali, fenalık, sıkıntı hali, |
Ev erade bikum | : veya, ya da, istedi, verildi, uğrama, başa gelme, siz, |
rahmeten | : rahmet, iyi olan, faydalı, esirgemek, |
Ve la yecidun lehum | : bulamazlar, onlar, insanlar, |
min dûni Allah veliyyen | : Allah’tan başka, dost, |
Ve la nasiren | : yok, yardımcı |
17- De ki: Sizin sahibiniz kimdir? Eğer size bir sıkıntı gelse, sizi koruyacak olan Allah’tır ve size gelen rahmet O’ndandır. Onlara Allah’tan başka bir dost yoktur ve yardımcı da yoktur.
-18-
قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا
Kad yalemullâhul muavvikîne minkum vel kâilîne li ıhvânihim helumme ileynâ ve lâ yetûnel be’se illâ kalîlâ
Kad yalemu Allah | : oldu, ilmiyle vareden, ilmiyle bilen |
El muavvikine min-kum | : engelleyen, yardıma mani olanlar, sizden |
ve el kailine | : söyleyenler, diyenler, |
li ihvani him | : kardeşleri için, dost, arkadaş, |
Helumme ileyna | : gelin, buyurun, bize |
ve la yetune | : gelmezler, uymazlar, |
el bese | : kötülük, şiddet, zorluk, yaymak, |
illa kalil | : var, ancak, az, biraz |
18- Sizin Allah’ı bilenlerden olmanızı engellemek isteyenler olur ve onlar, gelin bize uyun diyerek arkadaşlık içinde seslenirler. Fakat onlar az da olsa kötülük hallerinden vazgeçip hakikatleri anlamak için gelmezler.
-19-
أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاء الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُم بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُوْلَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا
Eşıhhaten aleykum fe izâ câel havfu reeytehum yenzurûne ileyke tedûru ayunuhum kellezî yugşâ aleyhi minel mevt fe izâ zehebel havfu selekûkum bi elsinetin hıdâdin eşıhhaten alel hayr ulâike lem yu’minû fe ahbetallâhu amâlehum ve kâne zâlike alallâhi yesîrâ
Eşehte aleykum | : bencil, cimri, kıt, az, hasis, kıskan, size karşı |
Fe iza cae | : o zaman, geldiğinde, |
el havfu | : korku, tedirginlik, |
Raeyte hum | : onları gördün, görürsün, |
yenzurune ileyke | : bakmak, araştırmak, sana bakarlar, |
Teduru ayunu hum | : döner, onların gözleri |
kellezi yugşa | : onun gibi, baygınlık, yalvarır gibi, |
aleyhi min el mevt | : onlarda, bir ölü, idraksiz, nutfe, |
Fe iza zehebe el havfu | : sonra, gittiği zaman, korku |
seleku-kum | : incittiler, sokma, iğneleme, sizi, |
bi el sinetin hıdad | : dilleri, kırıcı, keskin |
Eşıhhaten | : daha cimri, çok cimri, bencil, vermeyen, |
ala el hayrı | : hayra karşı, iyilik |
Ulaike lem yuminû | : işte onlar, inanmazlar, iman, |
Fe ahbete | : böylece, heba, hayal kırıklığı, istediğini bulamama, |
Allah amale-hum | : Allah, çalışmaları, amelleri |
ve kane zalik | : oldu, işte bu, |
ala Allah yesir | : Allah için, kolay, basit, önemsemeyen |
19- Gelseler bile size karşı bencil davranırlar. Onlara bir korku geldiği zaman, onları görürsün ki; ölü gibidirler, yalvarır gibi sana bakarlar. Sonra o korku kaybolduğu zaman seni dilleriyle iğnelerler. İyiliklere karşı bencildirler. İşte onların imanları yoktur. Böylece onlar Allah yolundaki çalışmalarında istediklerini bulamazlar ve böylece Allah’ı önemsemeyenlerden olurlar.
-20-
يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِن يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُم بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُم مَّا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا
Yahsebûnel ahzâbe lem yezhebû ve in yetil ahzâbu yeveddû lev ennehum bâdûne fîl arâbi yes’elûne an enbâikum ve lev kânû fîkum mâ kâtelû illâ kalîlâ
Yahsebûne | : zannediyorlar, sanıyorlar, hesap ediyorlar, |
el ahzabe | : taraf, birlikler, grup, taife, insan gurubu |
lem yezhebû | : değil, yok, gitmek, gitmedi, gitmediler |
Ve in yeti | : eğer, gelir, |
el ahzab yeved | : hizipler, gruplar, birlikler, taraf, arzu, istek, |
Lev enne-hum badun | : eğer, onların olduğu, bazısı, yeni gelen, bazısı |
fî el Arabi | : içinde, arab, göcebe, arayışta olan, |
yeselune | : sorarlar, araştırmak, |
an enbâi-kum | : sizin haberlerinizden, bildirdiğniz hakikatler |
ve lev kanu fi kum | : eğer, şayet olsalardı, size |
Ma katelu | : değil, mahv olmak, öldürme, yazık etmezlerdi, |
illa kalilen | : azda olsa, biraz |
20- Onlar zannediyorlar ki insanlar kendi guruplarını bırakıp gitmezler ve eğer gelirlerse kendi arzularının guruplarında olurlar. Onlardan araştırma içinde olanlardan bazıları, sizin bildirdiğiniz hakikatleri soruyorlardı ve eğer onlar size uyanlardan olsalardı, onlar az da olsa kendilerine yazık etmezlerdi.
-21-
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasenetun limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhıre ve zekerallâhe kesîrâ
Lekad kane lekum | : andolsun, oldu, sizin için |
fî resûli Allah | : resul, hakikati gösteren, Allah |
Usvetun hasenetun | : örnek, güzel, güzel haller, |
li men kane yercu Allah | : için, kimse, oldu, dönüş, anlamak, idrak, Allah |
ve el yevme el ahıre | : vaktin sonu, gün, zaman, ölüm vakti, sonuna inanmak, |
ve zeker Allah kesiran | : anmak, hatırlamak, zikir, Allah, çok |
21- Şüphesiz Allah resulünde; Allah’ı anlamak isteyenler, ölüm vaktine inananlar, Allah’ı çok hatırlayanlar için, sizlere güzel örnekler vardır.
-22-
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا
Ve lemmâ real muminûnel ahzâbe kâlû hâzâ mâ vaadenallâhu ve resûluhu ve sadakallâhu ve resûluhu ve mâ zâdehum illâ îmânen ve teslîmâ
ve lemma ree el müminin | : gördükleri zaman, mümin, inanan |
El ahzabe | : insanlardan bir gurup, topluluk, kısım, |
kalu haza | : der, bu, işte bu, |
ma vaade Allah | : vaad ettiği şey, açığa çıkan, söz, tecelli, Allah |
ve resul hu | : resulü, hakikati gösteren, |
ve sadak Allah | : sadık, bağlılık, doğru, Allah |
ve resul hu | : resulü, hakikati gösteren, |
ve ma zade hum | : artan, vücudun zahiri ihtiyaçları, artmadı, mal, |
İlla imanen | : sadece, ancak, imanları |
ve teslimen | : teslimiyetleri |
22- Müminlerden bir gurup gördükleri zaman, derler ki: İşte bunlar Allah’ın vaat ettiği şeyler üzere hareket ederler ve o resule uyarlar ve Allah’a ve resulüne sadıktırlar. Onların imanları ve teslimiyetlerinden başka bir şeyleri artmaz.
-23-
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُم مَّن قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُم مَّن يَنتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا
Minel muminîne ricâlun sadakû mâ âhedûllahe aleyh fe minhum men kadâ nahbehu ve minhum men yentezırû ve mâ beddelû tebdîlâ
min el muminin ricalun | : mümin kişilerden, ehil kimse, ileri gelen, |
sadak | : sadık olan, doğru sözlü, söz, |
ma ahed Allah aleyhi | : şey, ne, değil, antlaşma, söz, Allah, ona, |
Fe minhum men | : böylece, onlar, kim, |
kada nahbehu | : yerine getirdi, o sözünü, sevgi, o |
ve minhum men yentezır | : onlardan, kim, bekliyor, sabretmek, |
ve ma beddelu | : değiştirmediler, dönmediler, |
tebdilen | : değişim, değiştirme |
23- Mümin kişiler verdikleri sözleri unutmazlar, Allah’a sadakatle bağlıdırlar. Sonra da bir sevgi içinde sözlerini yerine getiren ve sabırla bekleyen kimselerdir ve onlar cehaletlerini hakikatlerle değiştirdikten sonra hakikatlerden dönmezler.
-24-
لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِن شَاء أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا
Li yecziyallâhus sâdıkîne bi sıdkıhım ve yuazzibel munâfıkîne in şâe ev yetûbe aleyhim innallâhe kâne gafûren rahîmâ
Li yeczi Allah | : için, karşılık, Allah, |
el sadıkin | : sadık olanlar, dosdoğru hareket eden, |
bi sıdkı-hım | : doğruluklarından dolayı, sadakatleri ile |
ve yuazzibe | : azap, sıkıntı, |
el munafık | : münafık, içi başka dışı başka |
İn şae | : eğer, ister, istemek, arzulamak, |
ev yetube aleyhim | : pişman olur tövbe eder, onlar |
inne Allah | : muhakkak, şüphesiz, Allah, |
kane gafur | : oldu, bağışlayandır, tertemiz lütuflar sunan |
rahim | : rahim olan, özünden vareden, |
24- Allah, dosdoğru hareket edenlerin doğruluklarından dolayı karşılığını verir. Eğer münafıklar sıkıntılarından kurtulmak isterse ve pişman olur hatalarını anlar dönerlerse, onlara da karşılıklar vardır. Muhakkak ki Allah tertemiz lütufları sunandır, varlığı özünden varedendir.
-25-
وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا
Ve reddallâhullezîne keferû bi gayzıhim lem yenâlû hayrâ ve kefallâhul muminînel kıtâl, ve kânallâhu kaviyyen azîzâ
ve red Allah | : ret, kabul etmeme, Allah, |
ellezine keferu | : hakikatleri görmeyip örten kimseler, |
bi gayzıhim | : öfkelerine, dindiremediler, |
lem yenal hayr | : iyilik üzere olmadılar, güzel şeyler üzere değiller, |
ve kefa allah | : kâfi, yeterli, Allah |
el müminin | : mümin, emin olanlar, |
el kıtal | : yok etme, mücadele, gayret, savaş, |
ve kane Allah kaviy | : oldu, Allah, kaviy, güçlü, zatıyla sapasağlam tutan, |
aziz | : yüce, tüm varlığın yüce sahibi, tüm sıfatların sahibi |
25- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler; öfkelerini dindiremeyip iyiliklere dönemediklerinden dolayı, Allah’ın hakikatlerini kabul edemediler. Müminlere cehaletle olan mücadelelerinde Allah’ın hakikatleri kâfidir. Allah tüm sıfatların yüce sahibidir, tüm varlığı sapasağlam tutandır.
-26-
وَأَنزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُم مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِن صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا
Ve enzelellezîne zâherûhum min ehlil kitâbi min sayâsîhım ve kazefe fî kulûbihimur rube feriykan taktulûne ve tesirûne ferîkâ
ve enzele ellezine | : indirdi, sundu, o kimseler, |
zaher hum | : yardım, açık belli, bariz, zahir olan, onlar, |
min ehli el kitab | : aktarılan söylentilerde kalan, kendi anlayışında |
min sayasi hım | : kendi kaleleri, muhkem, sağlam, bir şeyin aslı |
ve kazefe | : düşürdü, sardı, |
fi kulubi hum | : kalblerine, kalplerinin içine, anlayışlarına, |
El rube ferikan | : korku, bir kısım, takım, |
taktulune | : öldürmek, yazık etmek, mahv olmak, |
ve tesirun | : esir olmak, esaret, tesir etmek, |
feriken | : topluluk, bir kısım, topluluk, |
26- Aktarılan söylentilerde kalanlara da yardım edildi, hakikatler sunuldu. Onlar ise kendi bildiklerini asıl kabul ettiler. O halde olan topluklar kendilerine yazık ettiler, kalblerine korku düşürdüler ve o topluluklar kendi cehaletlerine esir oldular.
-27-
وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَّمْ تَطَؤُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا
Ve evresekum ardahum ve diyârehum ve emvâlehum ve ardan lem tetauhâ ve kânallâhu alâ kulli şeyin kadîrâ
ve evrese-kum | : varis, mirascı, sunulan, öğüt bırakılan,siz, |
arda hum | : yeryüzü, toprak, onlar, |
ve diyare-hum | : onların yurtları, memleket, |
ve emval hum | : mal, mülk, değer, onlar, |
ve ardan | : arz, yeryüzü, toprak, |
lem tetau ha | : gittiği her yer, ayak basmadınız, ona |
Ve kane allah | : oldu, Allah, Allah’tır, |
ala kulli şey kadir | : bütün her şeydeki kudret |
27- O halde olanlara; yurtlarında, mülklerinde ve yeryüzünde nerede olurlarsa olsun, siz hakikatleri öğütleyin ve hakikatler için yeryüzünde ayak basmadık yer bırakmayın ve Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu bilin, diye bildirildi.
-28-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ إِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا
Yâ eyyuhen nebiyyu kul li ezvâcike in kuntunne turidnel hayâted dunyâ ve ziynetehâ fe teâleyne umettikunne ve userrihkunne serâhan cemîlâ
ya eyyuha el nebiy | : ey nebi, haber getiren |
Kul li ezvaci ke | : anlat, seninle aynı yolda olan, zevce, eş, tür, |
in kuntunne turidne | : eğer siz iseniz, istiyorsanız |
el hayat el dunya | : dünya hayatı, yaşamı, çıkarı, menfaati |
ve zinet ha | : süs, zinet, o |
Fe tealeyne | : artık, gelin, özgürsünüz, |
umetti kunne | : eğlenme, hoş vakit, keyif, meta, çıkar, menfeat, |
ve userrihkunne | : sizi bırakayım, |
serah cemil | : bırakmak, ayrılmak, güzel, iyilikle, |
28- Ey hakikatleri bildiren! Seninle aynı yolda olanlara de ki: Eğer dünya hayatının süsünü istiyorsanız, gelin güzel bir şekilde güzellikle ayrılalım. Bundan sonra siz özgürsünüz, kendi menfaatlerinize dönebilirsiniz.
-29-
وَإِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا
Ve in kuntunne turidnallâhe ve resûlehu veddârel âhırete fe innallâhe eadde lil muhsinâti minkunne ecren azîmâ
ve in kuntunne turidne | : eğer, ise, sizler, istiyorsanız, |
Allah ve resule hu | : Allah ve resulü, hakikati gösteren, |
ve el dare | : mesken, ona ulaşmak, yurt, rahatlık, huzur bulunan yer, |
el ahiret | : sonunda |
Fe inne Allah eadde | : muhakkak Allah, hazır, vardır |
li el muhsinati | : iyilik etme, iyi davranış yolunda olanlar için, iyi haller, |
min kunne ecren azim | : sizden, sizin içinizden, karşılık, yüce |
29- Ve eğer siz, Allah’ı ve o resulü anlamak ve sonunda huzur bulmak istiyorsanız, muhakkak ki iyi haller içinde olanlara Allah’tan yüce karşılıklar vardır.
-30-
يَا نِسَاء النَّبِيِّ مَن يَأْتِ مِنكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا
Yâ nisâen nebiyyi men yeti min kunne bi fâhışetin mubeyyinetin yudâaf lehelazâbu dıfeyn ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ
Ya nisae | : ey nefsini tanıma yolunda olanlar, |
el nebiyi | : haberci, haber veren, hakikati bildiren, |
men yeti | : kim, kimse, geldi, gelen, |
min kunne bi fahişet | : sizden, ben benim demek, kendini üstün görme |
Mubeyyinetin yudaaf | : açık, açıkça, artar |
Leha el azab dıfeyni | : ona, azap, sıkıntı, iki misli |
ve kane zalik ala Allah | : oldu, işte, böylece, Allah, |
yesir | : basite alan, önemsememe, kolay, |
30- Ey nefsini tanıma yolunda olanlar! Sizlerden kime hakikatlerin haberi geldikten sonra, siz hâlâ apaçık, ben benim, deyip kendinizi üstün görüyorsanız, sıkıntılarınız kat kat artar ve işte böylece Allah’ı önemsemeyenlerden olursunuz.
-31-
وَمَن يَقْنُتْ مِنكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُّؤْتِهَا أَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ وَأَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَرِيمًا
Ve men yaknut min kunne lillâhi ve resûlihi ve ta’mel sâlihan nu’tihâ ecrehâ merreteyni ve atednâ lehâ rızkan kerîmâ
ve men yaknut min kunne | : kim, itaat eden, boyun eğen, sizlerden |
li Allah ve resul hi | : Allah ve resül, hakikati gösteren, o, |
ve tamel salihan | : Salih amellerde, dosdoğru hak yolunda |
Nuti ha ecr ha | : ona veririz, ecrini, karşılığını, |
merreteyn | : iki kat, kat kat, |
ve ated na leha | : hazır, sunduk, biz, ona, kendinde, |
rızk | : rızk, nitelik, sıfat, faydalı olan, |
kerim | : asil olan, yüce, fazilet, değerli, |
31- Ve sizlerden kim, Allah’a itaat eder ve o resulü anlar ve dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, ona kat kat karşılıklar veririz ve o kendindeki sunduğumuz değerli sıfatları anlar.
-32-
يَا نِسَاء النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِّنَ النِّسَاء إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَّعْرُوفًا
Yâ nisâen nebiyyi lestunne ke ehadin minen nisai inittekaytunne fe lâ tahdane bil kavli fe yatmaallezî fî kalbihî maradun ve kulne kavlen marûfâ
Ya nisa | : ey nefsini tanıma yolunda olanlar, |
el nebiy | : haber veren, bildiren, haberci, |
lestunne | : siz değilsiniz, siz olmayın, yok saymayın |
ke ehadin min el nisai | : birisi gibi, nefsini tanıma yolunda olan, |
en ittekaytunne | : takva, fenalara düşmekten sakınan ortak koşmayan |
Fe la tahdane | : bundan sonra, yok yumuşak, çekici, çalımlı, beğenmiş, |
bi el kavli | : bir söz, söylenen söz, |
Fe yatma ellezi | : sonra, hırsa isteme, çok isteme, tamah, aç gözlü |
fi kalbihi | : ki o, onun içinde, kalbinin, anlayışı, idraki, |
maradun | : maraz, cehalet hastalığı |
ve kulne kavlen maruf | : söyleyin, söz, belli, hakka ait güzel sözler, iyi sözler |
32- Ey nefsini tanıma yolunda olanlar! Hakikatleri bildireni yok saymayın. Fenalara düşmekten sakınan, Allah’a ortak koşmayan, o nefsini tanıma yolunda olanlar gibi davranın. Bundan sonra konuşurken kendini beğendirme hallerinden uzak durun. Ki aç gözlü olan o kimselerin kalblerinde cehalet hastalığı vardır. Artık hep iyilik getirecek sözler söyleyin.
-33-
وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا
Ve karne fî buyûtikunne ve lâ teberrecne teberrucel câhiliyyetil ûlâ ve ekımnes salâte ve âtînez zekâte ve atı’nallâhe ve resûleh innemâ yurîdullâhu li yuzhibe ankumur ricse ehlel beyti ve yutahhirekum tathîrâ
ve karne | : yakın, dengeli, kararlılık, oturmak, asır, hayat, |
fi buyut kunne | : evleriniz, gönülleriniz, iç alem, bulunduğunuz yer |
ve la teberrecne teberruc | : yok, hava atmak, gösteriş yapmak, büyüklenmek |
el cahiliyeti el ula | : cahillik, önceki hal, evvelki |
ve ekımne es salate | : her an sâlat üzere olun, hakka bağlılık şuuru, |
ve atine el zekate | : zekâtı verin, temizlenme içinde olup paylaşmak, |
ve atıne Allah | : Allah’a itaat edin, anlayın, uyun, |
ve resul hu | : resulü, hakikati gösteren, |
İnnema yuridu allah | : muhakkak, irade, istemek, ister, Allah’tan |
la yuzhibe | : gidermek, yok etmek, |
an kum el ricse | : sizden, fenalar, günah, nefret, kirlilik, |
ehle el beyti | : ehli beyt, ev halkı, hakk ehli, |
ve yutahhire kum tathiren | : sizi temizliyor, temizlenme, tertemiz |
33- Ve bulunduğunuz yerlerde kararlılık içinde olun ve önceki cahil hallerinizdeki gibi büyüklenip gösteriş yapmayın ve her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve Allah’a itaat edin ve resulünü anlayın. Muhakkak ki Allah, sizlerin fena hallerinizi yok etmenizi, hakk ehli olmanızı ve sizin hakikatlerle tertemiz temizlenmenizi ister.
-34-
وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا
Vezkurne mâ yutlâ fî buyûtikunne min âyâtillâhi vel hikmeh innallâhe kâne latîfen habîrâ
ve uzkurne | : zikredin, hatırlayın, unutmayın, anın, anlayın, |
ma yutla | : okunan şeyler, takip etmek, |
Fi buyuti kunne | : evlerinizin içinde, bulunduğunuz yerde, |
min ayati Allah | : Allah’ın ayetleri, işaretleri, delil, |
ve el hikmet | : hikmet, derin düşünme, özlü düşünme, varlıktaki ilim, |
inne Allah kane | : muhakkak ki Allah, oldu, |
latif habir | : güzel, ince bir şekilde, lütuf, zarif, bildiren |
34- Bulunduğunuz yerlerde Allah’ın ayetlerinden okunan şeyleri anlayın ve özlü düşünün. Muhakkak ki Allah, hakikatlerini her varlıktan en ince bir şekilde bildirendir.
-35-
إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللَّهُ لَهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
İnnel muslimîne vel muslimâti vel muminîne vel muminâti vel kânitîne vel kânitâti ves sâdikîne ves sâdikâti ves sâbirîne ves sâbirâti vel hâşiîne vel hâşiâti vel mutesaddikîne vel mutesaddikâti ves sâimîne ves sâimâti vel hâfızîne furûcehum vel hâfızâti vez zâkirînallâhe kesîren vez zâkirâti eaddallâhu lehum magfireten ve ecren azîmâ
İnne el muslimin | : muhakkak ki, şüphesiz, teslim olanlar, barış, |
ve el muslimat | : teslim olma yolunda olanlar, barış huzur, |
ve el muminin ve el müminat | : mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlar |
ve el kanitin ve el kanitat | : itaat eden, boyun eğen ve itaat etme yolunda olan |
ve el sadikin ve el sadikat | : dosdoğru olanlar ve doğruluk yolunda olanlar |
ve el sabirin ve el sabirat | : sabırlı olan ve sabretme yolunda olanlar |
ve el haşiin | : huzur, huşu, saygı, tevazuu, |
ve el haşiat | : huzur, huşu, huzur yolunda olanlar |
ve el mutesaddikin | : sadakatla bağlananlar |
ve el mutesaddikat | : sadakat yolunda olanlar |
ve es saimine | : fenalara düşmekten sakınmış, uzak durma |
ve el saimat | : sakınma, sakınma yolunda olan, uzak durma, |
ve el hafızin | : korunmuş, koruyanlar, koruma, |
furuce hum | : yarık, ikilik, namus, ferc, ayrılık, |
ve el hafızat | : korunma yolunda olan |
ve el zakirine Allah | : zikrin Allah’a ait olduğunu anlayanlar, hatırlama, |
kesiran | : çok, çokça |
ve ez zakirat | : zikrin sahibini anlama yolunda olanlar, |
Eadde Allah lehum | : hazırladı, vardır, Allah, onlar, |
magfiret | : bağışlanma, temiz olanı almak, |
Ve ecren azimen | : karşılık, ücret, ecir, yüce, büyük |
35- Şüphesiz barışa ve huzura teslim olanlar, barışa ve huzura teslim olma yolunda olanlar, mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlar, hakikatlere itaat edenler ve hakikatlere itaat etme yolunda olanlar, dosdoğru olanlar ve dosdoğru olma yolunda olanlar, sabrın erdemine ulaşanlar ve sabrın erdemliliği yolunda olanlar, tevazuya ulaşanlar ve tevazu yolunda olanlar, sadakatle bağlananlar ve sadakat yolunda olanlar, sakınanlar ve sakınma yolunda olanlar, ikilikten korunmuş olanlar ve ikilikten korunma yolunda olanlar, hep Allah’ın zikrinde olanlar ve zikrin sahibini anlama yolunda olanlar, bütün bu halde olanlar için Allah’ın mağfireti ve yüce karşılıkları vardır.
-36-
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا
Ve mâ kâne li muminin ve lâ muminetin izâ kadallâhu ve resûluhu emren en yekûne lehumul hıyeretu min emrihim ve men yasıllâhe ve resûlehu fe kad dalle dalâlen mubînâ
ve ma kane li muminin | : olmadı, olmaz, mümin olanlar için |
ve la muminet | : yoktur, mümin olma yolunda olanlar |
iza kada Allah | : işleyiş, yerine getirme, hükümleri, Allah |
ve resul hu | : resulü, hakikati gösteren, |
emren | : iş, işleyiş, varlıktaki işleyiş, |
El yekune lehum | : olması, olan şey, onlar, olurlar, |
el hıyeret | : tercih, fark etmek, anlama, |
min emr him | : iş, işleyiş, varlıktaki işleyiş, onların |
Ve men yasıl Allah | : kim, asi olan, karşı çıkan, Allah |
ve resul hu | : o resul, resulü, hakikati gösteren, |
Fe kad dalle | : artık, oldu, dalalet, |
dalal mübin | : kendi cehaletine sapan, açıkça, apaçık |
36- Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlar, Allah’ın hükümlerinin dışına çıkmazlar. O hakikati gösteren de tüm varlıktaki işleyişi anlatır. Onlar hakk ile batılı fark etme, varlıktaki işleyişin hakikatini anlama üzere olurlar. Kim Allah’a asi olursa ve o resulü anlamazsa, böylece o kimseler apaçık kendi cehaletlerine sapanlardan olurlar.
-37-
وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِي أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللَّهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللَّهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللَّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِّنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا
Ve iz tekûlu lillezî enamallâhu aleyhi ve enamte aleyhi emsik aleyke zevceke vettekıllâh ve tuhfî fî nefsike mallâhu mubdîhi ve tahşen nâs vallâhu ehakku en tahşâh fe lemmâ kadâ zeydun minhâ vetaran zevvecnâ kehâ likey lâ yekûne alel muminîne haracun fî ezvâci edıyâihim izâ kadav min hunne vetarâ ve kâne emrullâhi mefûlâ
ve iztekulu lillezi | : anlattığında, söylemiştin, açıkladın, onlara, |
enam Allah aleyh | : nimet, sıfat, halk, hareketli olan, Allah, üzerlerinde |
ve enam te aleyhi | : nimet, sıfat, hak, mahlûkat, hareketli, lütuf, sen, onu, |
emsik | : sımsıkı tutmak, kavramak, kavranmak, sarılmak |
Aleyke zevce ke | : sana, seninle aynı yolda yolan, sana eşlik eden, zevc |
Ve itteki Allah | : takva, fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama |
ve tuhfi fi nefsike | : gizleme, saklı olan, nefsinde, beden, kendinde, |
ma Allah mubdih | : şey, ne, değil, tecelliler, Allah, açıklama, ifade |
ve tahşe el nas | : çekin, sakınma, kork, insan |
ve allah e hakk | : Allah, hak, hakikat, gerçek, |
en tahşa hu | : çekinmek, sakınmak, o |
Fe lemma kada | : böylece, takdir, tavsiye, istedi, haber vermek, |
zeyd | : artsın, çok olsun, ziyade, oğul vermek, batılı reddeden |
minha | : ondan, onun hakkında, o hakikatler |
Vetaren | : istek, iş, arzu, alaka, ilgi, |
zevvec na | : aynı yolda olanlar, eş, tür, cins, biz, |
keha likey | : sen, o, amaçları, gayret, |
la yekune | : yok, olmaz, |
Ala el müminin | : müminlerde, emin olanların üzerinde, |
harac | : zorluk, güçlük, şek, tereddüd |
Fi ezvaci | : aynı yolda olan için, cins, tür, benzer, |
ediyai-him | : övgü, yücelik, evlatlık, eksik, onlar |
iza kadav min hunne | : olduğunda, işleyiş, takdir, onlar, |
ve tare | : istek, ilgi, oluş, diri duruş, defa, kere |
ve kane emr | : oldu, iş, hüküm, işleyiş |
Allah mefulen | : Allah, yapılan, işleyen, fail olan, efal |
37- Sen o kimselere; onların üzerinde Allah’ın sıfatları olduğunu, onların o sıfatlarla kavrandığını, seninle aynı yolda olanlara fenalara düşmekten sakınmayı ve Allah’a ortak koşmamayı açıklamıştın. Sen Allah’ın hakikatlerini açıklayamıyor içinde saklıyor ve insanlardan çekiniyordun ve böylece onlara çekinerek de olsa Allah’ın hakikatlerini anlamalarını, o anlayışlarını arttırmalarını onlara tavsiye etmiştin. Bizi anlamak için seninle aynı yolda olanlar, hakikatleri anlamak için gayretlidirler, isteklidirler. Müminlerde tereddüt yoktur. Aynı yolda olanlar, onlar varlığın işleyiş ve oluşunu anlama hakkında bir yücelik içindedirler ve hakikatleri anlamak için isteklidirler. Tüm varlığın işleyişinde fâil olan Allah’tır.
-38-
مَّا كَانَ عَلَى النَّبِيِّ مِنْ حَرَجٍ فِيمَا فَرَضَ اللَّهُ لَهُ سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلُ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَّقْدُورًا
Mâ kâne alen nebiyyi min harecin fîmâ faradallâhu leh sunnetallâhi fîllezîne halev min kabl ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ
ma kane ala el nebiy | : yoktur, olmadı, haberci, nebiy, hakikati bildiren, |
Min harecin | : şek, şüphe, tereddüd, ikilikte kalma |
Fima farada Allah | : o halde, içinde, şey, ne, Allah farz kıldı, gerekli, |
Lehu sunnet Allah | : ona, varlığın işleyiş yasaları, kanunları, Allah |
fî ellezîne halev | : o kimseler içinde, arasında, gelip geçen, |
min kablu | : önceden |
ve kane emr Allah | : oldu, emir, işleyiş, Allah, |
kader makdur | : ölçü, takdir, ölçülü, düzen, belirlenmiş, idare |
38- Nebilerde tereddütte, ikilikte kalma olmaz. Onlar da, onlardan önce gelip geçen kimseler gibi, Allah’ın varlıktaki işleyiş yasalarına uyma, hep Allah’a icabet etme hâli üzeredirler ve onlar tüm varlıktaki Allah’ın işleyişinin belirlenmiş bir ölçü ile olduğunu bilirler.
-39-
الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا
Ellezîne yubelligûne risâlâtillâhi ve yahşevnehu ve lâ yahşevne ehaden illallâh ve kefâ billâhi hasîbâ
Ellezîne yubelligune | : onlar, tebliğ ederler, apaçık açıklarlar, |
risalati allah | : Allah’ın risaleti, görevli, ileti, hakikatleri ileten |
ve yahşevne-hu | : ona huşu, korku, sakınma, alçakgönüllü, boyun bükme |
ve la yahşevne | : teslim olmaz, boyun bükmez |
ehad illa allah | : bir, tek, ancak, vardır, Allah |
ve kefa bi Allah | : kâfidir, yeterli, Allah, |
hasiben | : değerler, hesabın sahibi, |
39- Onlar Allah’ın hakikatlerini iletirler, apaçık açıklarlar ve O’na karşı hep teslimiyet içindedirler ve Allah’ın birliği dışında teslimiyetleri yoktur ve varlıktaki tüm değerleri anlamada Allah’ın kâfi olduğunu bilirler.
-40-
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin ve kânallâhu bi kulli şeyin alîmâ
ma kane muhammedun | : başka bir şey değil, olmadı, değildir, Muhammed |
Eba ehad | : ata, baba, anne baba, kaçınan, bir, tek, bir ata, |
min ricali kum | : bir kimse, ehil kimse, ileri gelen, devlet adamı, siz, |
ve lakin resulu Allah | : lakin, ancak, resul, hakikati gösteren, Allah |
Ve hatemen | : en son, nihayet, varlıktaki mühür, belgelendiren, |
nebiyyine | : nebî, haber getiren, bildiren haber veren, bilgi veren |
ve kane Allah | : oldu, Allah, |
bi kulli şey alim | : bütün her şey, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
40- Muhammed’inde bir anne bir babası vardı, o da sizin gibi bir kimseydi, başka bir şey değildi. Ancak Allah’ın hakikatlerini gösteren ve belgeleriyle hakikatleri bildirendi ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bildirendi.
-41-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ
ya eyyuha ellezi amenu | : ey iman edenler |
Uzkuru Allah | : zikredin, anlayın, anın, Allah, |
zikren kesir | : anın, anlatın, çok çok, bol, devamlı, hep |
41- Ey iman edenler! Allah’ı anlayın, O’nu çok anın.
-42-
وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
Ve sebbihûhu bukreten ve asîlâ
ve sebbihhu | : tesbih, fiil, sıfat, zat tecelli idraki, yüzmek, her şey onunla |
bukreten ve asile | : sabah ve akşam, hiç durmadan, her zaman, |
42- Ve O’na ait olan fiil, sıfat, zatının tecellilerini sabah akşam idrak edin.
-43-
هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا
Huvellezî yusallî aleykum ve melâiketuhu li yuhricekum minez zulumâti ilen nûr ve kâne bil muminîne rahîmâ
Huve ellezi | : o ki, ki o |
yusalli aleykum | : yönelme, ayrı değil, bağlılık, kutsanma, üzerinizde |
ve melaiketu-hu | : kuvveleri, güç, kudret, her varlıktaki güç, |
li yuhrice-kum | : çıkaran, siz, |
Min el zulumat | : karanlıklardan, cehalatin karanlığı, |
ila en nuri | : aydınlık, irfaniyet, |
ve kane bi el müminin | : oldu, müminler, |
rahim | : halkı haktır tutan, özünden vareden, |
43- Ki O sizden ayrı değildir ve O tüm kuvvelerin sahibidir. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarandır. Müminler, tüm varlığı tutanın Hakk olduğu idrakiyle hareket ederler
-44-
تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلَامٌ وَأَعَدَّ لَهُمْ أَجْرًا كَرِيمًا
Tehiyyetuhum yevme yelkavnehu selâm ve eadde lehum ecren kerîmâ
tehiyyetu-hum | : karşılama, bekadan halka bakış, hak ile halkı seyretmek, |
yevme | : gün, vakit, her an, |
Yelkavne hu | : atma, gitme, varma, kavuşmak, o |
selamun | : selam, barış, selamet, |
ve eadde lehum | : hazır, vardır, onlara, |
ecre kerim | : ecir, karşılık, yüce, asil, asliyet |
44- Onlar her an Hakk zevkiyle Halkı seyrederler. O hakikatler üzere hareket ederler, selamete kavuşmuşlardır ve onlara yüce karşılıklar vardır.
-45-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
Yâ eyyuhen nebiyyu innâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiren ve nezîrâ
ya eyyuha el nebiy | : ey nebi, hakikatleri bildiren, haber veren, |
İnna erselna-ke | : muhakkak, biz, gönderdik, açığa çıktın, biz, sen, |
şahiden | : her an her yerde hazır olan, bilen, gören, tanık, |
ve mubeşşiren | : sevindirici haber veren, umut veren, sevindiren, |
ve neziren | : hakikatlere çağrı yapan, uyaran |
45- Ey hakikatleri bildiren! Muhakkak ki sen, her an her yerde hazır olan Bizi anlatman ve ümit verip sevindirmen ve hakikatleri açıklayıp uyarmak için açığa çıktın.
-46-
وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُّنِيرًا
Ve dâîyen ilâllâhi bi iznihî ve sirâcen munîrâ
ve daiyen | : davet eden, çağrı yapan, hakikate davet eden, |
ila Allah bi izni hi | : ancak, Allah’a, yetkili olan, icazet, |
ve siracen munir | : kandil, ışıldayan, yansıtan, ışık saçan, nurlandıran |
46- Ve tüm varlığın işleyişinde yetkili olan ve her yerden nurunu yansıtan Allah’a davet etmen için açığa çıktın.
-47-
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُم مِّنَ اللَّهِ فَضْلًا كَبِيرًا
Ve beşşiril muminîne bi enne lehum minallâhi fadlen kebîrâ
ve beşşir | : müjdele, sevindir, ümit ver, beşer, |
el muminin | : müminlere |
Bi enne lehum | : onlar için, olduğunu, sahip oldukları, |
min Allah fadlen kebir | : Allah’tan, fazilet, erdemlilik, incelik, lütuf, yüce |
47- Müminlere Allah’ın yüce lütufları üzere olduğunu müjdele.
-48-
وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ وَدَعْ أَذَاهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا
Ve lâ tutııl kâfirîne vel munâfikîne veda ezâhum ve tevekkel alâllâh ve kefâ billâhi vekîlâ
ve la tutıı | : yok, itaat, uymayın, itaat etme, |
el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelmek |
ve el munafikine | : münafıklar, içi başka dışı başka, |
Ve dae eza-hum | : davet, ayrıl, onların eziyetleri |
Ve tevekkül ala Allah | : tevekkül, varlığın sahibini bilip teslim olma, Allah |
ve kefa bi Allah | : kâfidir, yeterli, güven, Allah, |
vekilen | : vekil, yetkili, sorumlu, |
48- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere ve içi başka dışı başka olanlara itaat etme. Onların eziyetlerine rağmen onları hakikatlere davet et. Varlığın sahibinin Allah olduğunu idrak edip teslim ol ve bütün her şeyde yetkili olan Allah’a güven
-49-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نَكَحْتُمُ الْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ فَمَا لَكُمْ عَلَيْهِنَّ مِنْ عِدَّةٍ تَعْتَدُّونَهَا فَمَتِّعُوهُنَّ وَسَرِّحُوهُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا
Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nekahtumul muminâti summe tallaktumûhunne min kabli en temessûhunne fe mâ lekum aleyhinne min iddetin ta’teddûnehâ fe mettiûhunne ve serrihûhunne serâhan cemîlâ
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
iza nekahtum | : nikah, bağlanma, uyan, uygun olan, katmak, siz, |
el müminat | : inanma, müminlik yolunda olan |
Summe tallaktumu-hunne | : sonra, ayrılma, bırakma, onlar sizden ayrılma |
Min kabl en temessu-hunne | : daha önce, sizin dokunma, hissetme, temas etmeniz |
Fe ma lekum aleyhinne | : böylece, siz değilsiniz, onlara |
Min adet tateddune ha | : çeşit, adet, gelenek, müddet, bekleme, geçmişine |
Fe mettiû-hunne | : artık, böylece, meta, çıkar, dünya çıkarı, onlar |
ve serihu-hunne | : onları serbest bırakın, gönderin |
serah cemil | : güzellikle bırakın, iyilikle, iyi davranın, |
49- Ey iman edenler! İnanma yolunda olup size uyduktan sonra, sizden ayrılanlarla hakikatler konusunda onlarla temas halinde bulunacak değilsiniz. Artık onlar dünya çıkarlarına yöneldiklerinden dolayı onları bırakın, güzellikle gönderin.
-50-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ وَامْرَأَةً مُّؤْمِنَةً إِن وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ إِنْ أَرَادَ النَّبِيُّ أَن يَسْتَنكِحَهَا خَالِصَةً لَّكَ مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ قَدْ عَلِمْنَا مَا فَرَضْنَا عَلَيْهِمْ فِي أَزْوَاجِهِمْ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ لِكَيْلَا يَكُونَ عَلَيْكَ حَرَجٌ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Yâ eyyuhen nebiyyu innâ ahlelnâ leke ezvâcekelletî âteyte ucûrehunne ve mâ meleket yemînuke mimmâ efâallâhu aleyke ve benâti ammike ve benâti ammâtike ve benâti hâlike ve benâti halâtikellâtî hâcerne meâk vemreeten mumineten in vehebet nefsehâ lin nebiyyi in erâden nebiyyu en yestenkihahâ hâlisaten leke min dûnil muminîn kad alimnâ mâ faradnâ aleyhim fî ezvâcihim ve mâ meleket eymânuhum li keylâ yekûne aleyke harac ve kânallâhu gafûran rahîmâ
ya eyyuha el nebiy | : ey nebi, haberci, hakikatleri bildiren, |
inna ahlelna | : muhakkak, helal, uygun kıldık, uyumlu, faydalı, |
Leke ezvace ke | : sana, aynı yolda olan, eş, cins, tür, yoldaş, sen |
Elleti ateyna | : ki o, sana verdik, sunduğumuz, |
ecir hunne | : ecirleri, karşılık, onlar |
Ve ma meleket yeminke | : şey, değil, kuvveler, noksansız, sen, |
Mimma efae Allah aleyke | : varlık, şey, bahşetti, ihsan, ganimet, Allah, sana |
ve benâti ammi ke | : çocuk, bebek, kızları, amcan |
ve benâti ammati ke | : kızlar, çoçuk, evlat, halan |
ve benâti halike | : kızlar, çoçuk, evlat, dayın |
ve benâti halati ke | : kızlar, çocuk, evlat, teyzen |
Elleti hacerne meake | : ki o, taşınan, göç eden, hareket, seninle beraber |
ve imreeten | : kadın, hanım, işleyiş, |
mümineten | : müminlik yolunda olan |
İn vehebet nefse ha | : eğer, hibe etti, sunma, kendini, |
li el nebiy | : için, nebinin yolunda, haber getiren, |
İn erade | : eğer, irade, isterse, |
el nebiy | : nebi, hakikatleri bildiren, haber getiren, |
en yestenkihha | : kabul etmek, uygun |
Halisat leke | : has, öz, halis, sana, |
min duni el müminin | : ona ait, müminlerden başka |
Kad alimna | : oldu, ilmiyle vareden biziz, ilmin sahibi, |
ma faradna aleyhim | : gerekli, farz, onlara |
Fi ezvâci-him | : içinde, aynı yolda olanlar, eş, tür, benzer, cins, |
ve ma meleket eymanu hum | : güçlerinin sahibi değil, ellerinin gücü, onlar |
li keyla yekûne | : olmaması için, |
aleyke harac | : sana, tereddüd, şüphe, zorluk, ikilik, |
ve kane Allah gafur | : oldu, Allah, bağışlayandır, mağfiret, |
rahim | : varlığı özünden var eden, rahim olan, |
50- Ey hakikatleri bildiren! Seninle aynı yolda olmak isteyenleri sana uygun kıldık. Sana sunduğumuz hakikatlerden, onların karşılığı olanı onlara ver. Sen gücünün sahibi değilsin. Nesnelerin hakikatlerini sana bahşettik. Amcanın çocuklarından ve halanın çocuklarından ve dayının çocuklarından ve teyzenin çocuklarından; onlardan seninle beraber aynı yolda hareket edenler, müminlik yolunda işleyişi idrak etmek için gayret gösterirler. Eğer Nebi gibi hakikatleri anlamada istekli olursa, Nebi’nin isteğine uygun davranmış olurlar. Müminlerden başkası senin anlattıklarına has olarak uymaz. İlmin sahibinin Biz olduğumuzu anlamalarını onlara farz kıldık. Onlar birlik içinde olsunlar. Onlar güçlerinin sahibi değildirler, bu konuda tereddüte düşmemek için ellerini hareket ettiren güce baksınlar. Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-51-
تُرْجِي مَن تَشَاء مِنْهُنَّ وَتُؤْوِي إِلَيْكَ مَن تَشَاء وَمَنِ ابْتَغَيْتَ مِمَّنْ عَزَلْتَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكَ ذَلِكَ أَدْنَى أَن تَقَرَّ أَعْيُنُهُنَّ وَلَا يَحْزَنَّ وَيَرْضَيْنَ بِمَا آتَيْتَهُنَّ كُلُّهُنَّ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي قُلُوبِكُمْ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَلِيمًا
Turcî men teşâu minhunne ve tuvî ileyke men teşâu ve menibtegayte mimmen azelte fe lâ cunâha aleyk zâlike ednâ en tekarre ayunuhunne ve lâ yahzenne ve yerdayne bimâ âteytehunne kulluhunn vallâhu yalemu mâ fî kulûbikum ve kânallâhu alîmen
Turci men | : rucu, dönmek, erteleme, kim, |
teşau min hunne | : isteme, istersin, onlardan |
ve tuvi ileyke | : yakın olmak, liman, yanına alırsın, sana |
men teşau | : kim, kimse, istersin, isteyen, |
ve men ibtegayte | : kim, kimse, istedin, |
Mimmen azelte | : kimselerden, sen azlettin, uzaklaştırmak, bıraktın |
Fe la cunaha aleyke | : artık, yok, günah, vebal, sorumluluk, senin üzerine |
Zalike ednâ | : işte bu, daha yakın, uygun, aşağı, |
en tekarre | : tanımak, idrak etme, |
ayunu hunne | : bakış, gözler, gözlemleme, onlardan, |
ve la yahzenne | : mahzun olmazlar, hüzün, üzgün, gam, keder |
ve yerdayne bima | : razı olurlar, şeyler |
Ateyye hunne kullu-hunne | : onlara verdiğin, onların hepsi |
Ve Allah yalem | : Allah, ilmin, bilginin sahibidir, |
mafi kulub kum | : kalplerinizdeki, |
ve kane Allah alimen | : Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi |
halim | : halim olan, güzel haller |
51- Sen onlardan geri dönmek isteyen kimseleri gönderirsin. Sana yakın olmak isteyen kimseleri tutarsın. Sana uymayan kimseleri tutmaz bırakırsın. Böylece onlar için sana sorumluluk yoktur. İşte bakıp ta gözlemleyenler, idrak edenler, onlar daha yakın olanlardır ve onlarda mahzunluk yoktur. Onların hepsi onlara verilen şeylerden razıdırlar. Allah kalblerinizdeki ilmin sahibidir, Allah ilmiyle varedendir, güzel halleri sunandır.
-52-
لَا يَحِلُّ لَكَ النِّسَاء مِن بَعْدُ وَلَا أَن تَبَدَّلَ بِهِنَّ مِنْ أَزْوَاجٍ وَلَوْ أَعْجَبَكَ حُسْنُهُنَّ إِلَّا مَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ رَّقِيبًا
Lâ yahıllu leken nisâu min badu ve lâ en tebeddele bihinne min ezvâcin ve lev acebeke husnuhunne illâ mâ meleket yemînuk ve kânallâhu alâ kulli şeyin rakîbâ
la yahıllu leke | : yok, uygun, çözüm, caiz, sen, |
el nisa | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, |
min badu | : uzak, sonra, başka, ondan sonra, |
ve la en tebeddel | : yok, bedel, değiştirme, |
bihinne min ezvac | : onlar ile, eş, aynı yolda olan, tür, cins, |
ve lev acebe ke | : velev, ise, merak, etkilenen, hayret, sen, |
husnu hunne | : güzellik, iyilik, hoş, onlar |
İlla ma meleket yeminu ke | : ancak, sahibi değil, noksansız, ellerin, güç, sen |
ve kane Allah | : oldu, Allah, Allah’dır |
ala kulli şey | : bütün her şey, |
rakib | : koruyan, tutan, gözeten, tecellileri ile tutan |
52- Nefsini tanıma yolundan uzak olanlar sana uygun değildir ve onlar gittiği yolu da değiştirmezler. Senin anlattığın hakikatlerden etkilenenler ise, iyilik yolunda olanlardır. Sahip olduğunuz şeylerin sahibi siz değilsiniz. Allah’dır bütün her şeyi tecellileriyle tutan.
-53-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ إِلَّا أَن يُؤْذَنَ لَكُمْ إِلَى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِرِينَ إِنَاهُ وَلَكِنْ إِذَا دُعِيتُمْ فَادْخُلُوا فَإِذَا طَعِمْتُمْ فَانتَشِرُوا وَلَا مُسْتَأْنِسِينَ لِحَدِيثٍ إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ يُؤْذِي النَّبِيَّ فَيَسْتَحْيِي مِنكُمْ وَاللَّهُ لَا يَسْتَحْيِي مِنَ الْحَقِّ وَإِذَا سَأَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَاسْأَلُوهُنَّ مِن وَرَاء حِجَابٍ ذَلِكُمْ أَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ وَمَا كَانَ لَكُمْ أَن تُؤْذُوا رَسُولَ اللَّهِ وَلَا أَن تَنكِحُوا أَزْوَاجَهُ مِن بَعْدِهِ أَبَدًا إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمًا
Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tedhulû buyûten nebiyyi illâ en yuzene lekum ilâ taâmin gayre nâzırîne inâhu ve lâkin izâ duîtum fedhulû fe izâ taimtum fenteşirû ve lâ mustenisîne li hadîs inne zâlikum kâne yuzîn nebiyye fe yestahyî minkum vallâhu lâ yestahyî minel hakk ve izâ seeltumûhunne metâan feselûhunne min verâi hıcâb zâlikum atharu li kulûbikum ve kulûbihinn ve mâ kâne lekum en tuzû resûlallâhi ve lâ en tenkihû ezvâcehu min badihî ebedâ inne zâlikum kâne indallâhi azîmâ
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar, |
la tedhulû buyute | : yok, dahil, girmeyin, ev, huzuru, makamı, |
el nebiy | : hakikati bildiren, haber veren, |
İlla en yuzen lekum | : ancak, izin verilmek, izin, yetki, ruhsat, icazet, size |
İla taamin | : gıda, kalbin gıdası, hak ilmi, taam |
gayrı nazır inahu | : başka, bekleme, onun vakti |
ve lakin iza duitum | : lakin, davet dildiğinizde, |
fe udhul | : o zaman girin, dahil olun, icabet |
Fe iza taimtum | : böylece, size yüce gıda, verildiğinde |
fe inteşir | : sonra dağılın, yayılın |
ve la mustenisine li hadis | : yok, konuşmayın, başka söz için, olay, konuşma |
İnne zalik kane yuzi | : doğrusu, işte bu, oldu, zarar, kayıp, eziyet, |
el nebi | : hakikati bildiren, haber veren, |
fe yestahyi minkum | : böylece tevazu, çekiniyor, utangaç, sizden |
Ve allah la yestahyi | : Allah, yok, tevazu, haya duymaz, çekinmez |
min el hak | : haktan, bir gerçek, |
ve iza seeltum- | : sorduğunuz zaman, |
hunne metaa | : onlara, meta, varlık ile ilgili |
fe eseluhunne | : artık, o zaman, onlara sorun, |
minverai hicab | : geçmiş, eski, arka, perde, suret in sireti |
Zâlikum atharu | : işte bu, daha temiz, uygun, |
li kulubi him | : kalpleriniz için |
ve kulûbi-hinne | : idrakleri, onların kalpleri |
ve ma kane lekum en tuzu | : olmaz, sizin için, eziyet, sıkıntı, müşkül, verme, |
Resule Allah | : resul, hakikati gösteren, Allah, |
ve la en tenkihu | : yok, ayrılmayın, uymak, |
ezvacı hu | : birlik, aynı yolda olan, eş, cins, tür, o |
Min badi hi ebeden | : ondan sonra, ebediyen, devamlı, |
İnne zalike kane | : muhakkak, işte bu, oldu, |
indallah azim | : katında, ona ait, Allah, yüceliktir |
53- Ey iman edenler! Size icazet verilmeden hakikatleri bildirenin huzuruna dahil olmayın. Ancak size Hakk ilminden icazet verilmesi için onun vaktini bekleyin ve davet edildikten sonra icabet edin. Böylece yüce olan o Hakk ilminden size telkin edildikten sonra dağılın ve hakikatin dışındaki sözlerden konuşmayın. Muhakkak ki işte böylece kayıpta olmazsınız. Hakikatleri bildirene karşı tevazulu olun ve Allah’a karşı tevazuunuzu yok etmeyin, Hakk üzere olun. Varlığın hakikatlerini anlamak için sorduğunuzda, o zaman suretlerin ardında olanı anlamak için sorun. İşte bu sizin kalbleriniz için ve onların kalbleri içinde daha temiz olandır. Allah resulünden size bir sıkıntı gelmez. Bundan sonra devamlı o hakikatlerle hareket edin, o birliğe uymaktan ayrılmayın. Muhakkak ki Allah’ın katında olan yücelik işte budur.
-54-
إِن تُبْدُوا شَيْئًا أَوْ تُخْفُوهُ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
İn tubdû şeyen ev tuhfûhu fe innallâhe kâne bi kulli şeyin alîmâ.
İn tubdu şeyen | : eğer, olsa, açıklama, görünmek, bir şey, hakikat, |
ev tuhfu hu | : veya gizli olan, o, görünmeyen, saklamak, |
Fe inna Allah kane | : muhakkak, Allah’tır |
bi kulli şeyin alim | : bütün her şey, ilmin sahibi |
54- Eğer bir hakikati açıklasanız da ya da onu gizleseniz de, muhakkak ki bütün her şeydeki ilmin sahibi Allah’tır.
-55-
لَّا جُنَاحَ عَلَيْهِنَّ فِي آبَائِهِنَّ وَلَا أَبْنَائِهِنَّ وَلَا إِخْوَانِهِنَّ وَلَا أَبْنَاء إِخْوَانِهِنَّ وَلَا أَبْنَاء أَخَوَاتِهِنَّ وَلَا نِسَائِهِنَّ وَلَا مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ وَاتَّقِينَ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا
Lâ cunâha aleyhinne fî âbâihinne ve lâ ebnâihinne ve lâ ihvânihinne ve lâ ebnâi ihvânihinne ve lâ ebnâi ehavâtihinne ve lâ nisâihinne ve lâ mâ meleket eymânuhun vettekînallâh innallâhe kâne alâ kulli şeyin şehîdâ
la cunaha aleyhinne | : yok, günah, sorumsuzluk, vebal, hata, sıkıntı, onlara |
Fi abai-hinne | : için, konusunda, ataları, babaları, ebeveyn, onlar |
Ve la ebnai-hinne | : yok, onların evlatları, oğul, çocuk, |
Ve ihvani-hinne | : yok, kardeş, ihvan, arkadaş, dost, onların, |
Ve la ebnai ihvani hinne | : yok, evlatları, oğullar, arkadaş, kardeşlerinin |
Ve la ebnai havati-hinne | : yok, kardeşleri, arkadaşları, |
ve la nisai hinne | : yoktur, değildir, nefsini tanıma yolunda olan, kadınları |
Ve la ma meleket | : yok değil, sahip, sahip olmayan, istidat, yetenek, kabiliyet |
eymanu-hunne | : inançları, onların elleri, onların inançları, yönelmeleri |
ve ittekine allah | : Allah’tan sakının, fenalara düşmekten sakınma, |
inne Allah kane | : muhakkak ki Allah’tır |
Ala kulli şey şehiden | : bütün her şey, her an her yerde hazır olan |
55- O Hakk ilmini bildiren; ebeveynlerine, evlatlarına, arkadaşlarına, arkadaşlarının evlatlarına, kendi kardeşlerinin evlatlarına, nefsini tanıma yolunda olanlara karşı sorumsuzluk içinde olmazlar. Onlar sahip oldukları gücün sahibi değildirler. Fenalara düşmekten sakının Allah’a ortak koşmayın. Bütün her şeyde, her an her yerde hazır olan muhakkak ki Allah’tır.
-56-
إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ
inne Allah | : muhakkak ki Allah, Allah’a |
ve melaikete hu | : kuvveler, her varlıktaki güç, |
Yusallune | : bağlıdırlar, temizlik, birlikte, bir bağlılıkta, |
ala el nebiy | : haber veren, bildiren, nebiler, hakikati bildiren, |
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, |
Sallu aleyhi | : bağlanın, temizlenmek, birleşin, birlik içinde, ona |
Ve sellimu | : selamet, barış, huzur, teslimiyetle gelen kurtuluş, |
teslimen | : teslim olmak, bütün varlığıyla teslimiyet içinde olmak |
56- Nebiler, muhakkak ki Allah’a ve O’nun tüm varlıktaki gücüne tertemiz bağlıdırlar. Ey iman edenler! Siz de O’na tertemiz bağlanın ve bütün varlığınızla teslim olup, selamet içinde olun.
-57-
إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا مُّهِينًا
İnnellezîne yuzûnallâhe ve resûlehu leanehumullâhu fîd dunyâ vel âhıreti ve eadde lehum azâben muhînâ
İnne ellezine | : muhakkak o kimseler, |
Yuzune Allah | : eziyet, rahatsız, karşı olan, Allah |
ve resul-hu | : hakikati gösteren, resul, o, |
leane hum Allah | : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma, düşme, |
Fi el dünya | : dünyada, yaşamlarında |
ve el ahıreti | : sonunda, son anlarına kadar |
ve eadde lehum | : hazır, vardır, onlar için, onlara |
azab muhin | : sıkıntı, azap, alçaltıcı, hakir, mahrum kalan |
57- Muhakkak ki Allah ve resulüne karşı olanlar, yaşamlarında ve son vakitlerine kadar Allah’ı idrak edemeyip O’nun rahmetinden uzaklaşanlardır ve onlar için hakir bırakan sıkıntılar vardır.
-58-
وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُّبِينًا
Vellezîne yuzûnel muminîne vel muminâti bi gayri mektesebû fe kadihtemelû buhtânen ve ismen mubînâ
ve ellezine yuzune | : o kimseler, eziyet, karşı olan, |
el muminin | : mümin olanlar, emin olanlar, |
ve el müminat | : müminlik yolunda olanlar |
Bi gayri ma ikteseb | : başka, olmadığı halde, kazandıkları şey, elde ettikleri |
Fe kad ihtemel | : böylece, oldu, yüklenme, dayanma, |
buhtanen | : bühtan, iftira, yalanlar |
Ve ismen mübin | : günah, ayıp, hata, apaçık |
58- Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlara da karşı çıkan kimseler bir şey elde edemezler. Böylece yalanların içinde ve apaçık günahta kalırlar.
-59-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاء الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِن جَلَابِيبِهِنَّ ذَلِكَ أَدْنَى أَن يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Yâ eyyuhen nebîyyu kul li ezvâcike ve benâtike ve nisâil muminîne yudnîne aleyhinne min celâbîbihinn zâlike ednâ en yurefne fe lâ yuzeyn ve kânallâhu gafûren rahîmâ
ya eyyuha el nebiy | : ey nebiy, haberci, haber veren |
Kul li ezvâci-ke | : söyle, seninle aynı yolda olanlara, sana eş olanlara |
ve benatike | : kızların, evlatların |
ve nisai | : kadın, nefsini tanıma yolunda olan, |
el müminin | : müminler, emin olanlar, inanan, |
Yudnine aleyhinne | : sarılma, korunma, uğultu, onlarda, kendilerinde, |
min celabibi hinne | : cilbab, bürünülen, gizlenen, örtünen, çarşaf, |
Zalike edna | : işte bu, daha uygun, |
en yurefne | : tanınmaları, bilen, ariflik, |
Fe la yuzeyn | : böylece, yok, eziyet, sıkıntı, karşı çıkma, sıkıntı veren |
ve kanallahu gafur | : Allah, magfiret, temizleyen, tertemiz lütuf sunan |
rahim | : rahim olandır, özünden vareden, |
59- Ey hakikatleri bildiren! Seninle aynı yolda olanlara, evlatlarına, nefsini tanıma yolunda olanlara, müminlere anlat: Onlar gizledikleri değerleri açmasınlar, korunsunlar, işte bu onların arifliği açısından daha uygundur. Böylece onlar sıkıntıya uğramazlar. Allah lütuflarını tertemiz sunandır, varlığı özünden varedendir.
-60-
لَئِن لَّمْ يَنتَهِ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْمُرْجِفُونَ فِي الْمَدِينَةِ لَنُغْرِيَنَّكَ بِهِمْ ثُمَّ لَا يُجَاوِرُونَكَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلًا
Le in lem yentehil munâfikûne vellezîne fî kulûbihim maradun vel murcifûne fîl medîneti le nugriyenneke bihim summe lâ yucâvirûneke fîhâ illâ kalîlâ
Le in lem yentehil | : iken, ederken, vazgeçmez, bitirmez, son vermez, |
munafikun | : içi başka dışı başka olanlar, münafık, ikilikte kalan, |
ve ellezin fi kulubihim | : onlar, o kimseler, onların kalplerinde, idraklerinde, |
marad | : hastalık, cehalet hastalığı, |
ve el murcifun | : cife, yalan haber yayan, |
fi el medine | : bulunduğun şehirde, medeni, medeniyet, |
Le nugriyenne ke bi him | : elbette, mutlaka engelleyeme çalışmak, onlara |
Summe la yucavirune-ke | : sonra, yok, bitişik, yakın, komşu olamaz, anlayamaz, sen |
fî hâ illa kalilen | : orada, ancak, biraz, az da olsa, bir miktar kalmak |
60- Kalblerinde cehalet hastalığı olanlar, içi başka dışı başka olanlar, bulunduğun şehirde yalan haber yayanlar; bu hallerini bitirmedikleri müddetçe, elbette seni engellemeye çalışırlar, az da olsa hakikatleri anlayamadıklarından dolayı sana yakın olmazlar.
-61-
مَلْعُونِينَ أَيْنَمَا ثُقِفُوا أُخِذُوا وَقُتِّلُوا تَقْتِيلًا
Melûnîn eyne mâ sukıfû uhızû ve kuttılû taktîlâ
Melunin eyna | : lanetli, rahmetten uzaklaşan, nerede, o yerde |
ma sukıf | : akıllılık, akıl etmemek, nisbet, soy, bulunmak, |
ehaz | : sarılmak, kavranma, çekmek |
ve kuttılu | : öldürme, mahvetme, yok etmek, yazık etmek, zarar, |
taktilen | : vahşice, şiddetli, acımasızsa, kesim, yazık etmek, |
61- Akıl etmeyip hakikatlere sarılmayanların ve acımasızca etrafına zarar verenlerin olduğu yerde rahmetten uzaklaşmak vardır.
-62-
سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلُ وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا
Sunnetallâhi fîllezîne halev min kabl ve len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ
sunnete Allah | : sünnet, kanun, varlığın işleyiş yasaları, Allah, |
fi ellezi halev | : o kimseler, gelip geçenler, yoksun, |
min kablu | : önceden |
ve len tecide | : asla, değildir, yoktur, asla bulamazsın, |
li sunneti allah | : sünnet, kanun, varlığın işleyiş yasaları, Allah |
tebdilen | : değişiklik, farklılık, bozukluk, |
62- Allah’ın varlıktaki işleyiş yasalarında asla bir değişiklik bulamazsın. Önceden gelip geçenler de Allah’ın işleyiş yasaları ile yaşayıp gitmişlerdir.
-63-
يَسْأَلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِ قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ اللَّهِ وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَرِيبًا
Yeseluken nâsu anis sâah kul innemâ ilmuhâ indallâh ve mâ yudrîke lealles sâate tekûnu karîbâ
Yeselu ke | : sana sorarlar, araştırırlar, |
el nas an el saat | : sana sorarlar, insanlar, o vakti, o zamanı, |
Kul innema ilmu ha | : de, sadece, yalnız onun ilmi |
inde Allah | : Allah’ın katında |
ve ma yudri ke | : sen de bilmiyorsun, sen bilemezsin, ben de bilmiyorum |
Lealle el saat | : umulurki, o vakit, zaman, |
tekunu karibe | : olur, yakın olurlar, |
63- İnsanlar sana o vakti soruyorlar. De ki: O ilim sadece Allah’ın katındadır. Sen de bilmiyorsun. Umulur ki o vakte kadar yakınlığı idrak edenlerden olurlar.
-64-
إِنَّ اللَّهَ لَعَنَ الْكَافِرِينَ وَأَعَدَّ لَهُمْ سَعِيرًا
İnnallâhe leanel kâfirîne ve eadde lehum saîrâ
inne Allah leane | : doğrusu, şüphesiz, Allah, rahmetten uzaklaşan, |
el kafirin | : hakikatleri örteni görmemezlikten gelen, |
ve eadde lehum | : hazırdır, vardır, bulunur, onlar |
sairen | : ötekileştirme, öbürü görme, ikilikte kalma cehaleti |
64- Şüphesiz hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ın rahmetinden uzaklaşırlar ve onlar ötekileştirmenin cehaletinde kalırlar.
-65-
خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا لَّا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
Hâlidîne fîhâ ebedâ lâ yecidûne veliyyen ve lâ nasîrâ
Halidine fiha ebeden | : o halde devamlı kalırlar |
La yecidune veliy | : yok, bulmak, dostları yoktur |
ve la nasır | : yok, yardımcı, yardımcılarıda yoktur |
65- Devamlı o hâllerle hareket ederler, dostları da yoktur ve yardımcıları da olmaz.
-66-
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
Yevme tukallebu vucûhuhum fîn nâri yekûlûne yâ leytenâ etanâllâhe ve etaner resûlâ
Yevme tukallebu | : vakit, zaman, dönüş, çevrilme, değişim, anlamak, |
vucuh hum | : yüzleri, yüz, gerçek, yön, onlar, |
Fi el nar | : içinde, ateş, yakıp yıkıcı haller, |
Yekulune ya leytena | : diyecekler, derler, yazıklar olsun bize, keşke biz, |
etana Allah | : itaat, uymak, Allah |
Ve etana Allah | : itaat, uymak, dinlemek, biz, Allah, |
el resül | : resul, hakikati gösteren |
66- Onlar yakıp yakıcı hâller içinde kalıp gerçekleri anladıkları zaman: Keşke bizde Allah’a itaat etseydik ve Allah’ın resulüne uysaydık, derler.
-67-
وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا
Ve kâlû rabbenâ innâ atanâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnes sebîl
ve kalu Rabbena | : dediler, rabbimiz |
İnna etana | : doğrusu, biz itaat ettik, |
sadete na | : usta, dini liderlerimiz, seyyidlerimiz |
ve kuberae na | : büyüklerimiz, şeflerimiz, ileri gelenler, lider, |
Fe edallune | : böylece, hakikatlerden saptırdılar, |
el sebil | : hakikatin yolu, doğru yol, ilmin yolu, |
67- Dediler ki: Rabbimiz! Doğrusu biz, dini liderlerimize ve büyüklerimize uyduk, böylece bizi doğru yoldan saptırdılar.
-68-
رَبَّنَا آتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْنًا كَبِيرًا
Rabbenâ âtihim dıfeyni minel azâbi vel anhum lanen kebîrâ
Rabbe na ati him | : Rabbimiz, ver, var, onlarda olduğu, |
difeyni | : kat kat, büyük, fazla, |
Min el azabi | : sıkıntılar, azap |
ve el anhum | : onların, |
lanen kebir | : yüce rahmetten uzaklaşmak, |
68- Rabbimiz! Onlarda daha fazla sıkıntılar olduğunu ve onların yüce rahmetinden uzaklaştığını bilemedik.
-69-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ آذَوْا مُوسَى فَبَرَّأَهُ اللَّهُ مِمَّا قَالُوا وَكَانَ عِندَ اللَّهِ وَجِيهًا
Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tekûnû kellezîne âzev mûsâ fe berreehullâhu mimmâ kâlû ve kâne indallâhi vecîhâ
ya eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
la tekunu ke ellezine | : siz olmayın, o kimseler |
Azev Musa | : eziyet, iftira, sıkıntılar, musa, |
fe berree hu | : sonra, beri kıldı, kurtuldu, o |
Allah min ma kalu | : Allah, şeylerden, onların dediği şeyler |
ve kâne inde Allah | : oldu, Allah’a, ona ait, |
vecihe | : yüz, yönünü, gerçeği, hakikati, |
69- Ey iman edenler! Siz o kimseler gibi olmayın. Musa da eziyetlere uğramıştı. Onların dediği şeylerden Allah’a sığınarak kurtuldu ve yüzünü Allah’a döndürdü.
-70-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا
Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe ve kûlû kavlen sedîdâ
ya eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
İtteku Allah | : fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın |
Ve kulu kavlen sediden | : söyleyin, söz, her zaman doğru olan |
70- Ey iman edenler! Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve her zaman doğru sözlülerden olun.
-71-
يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَن يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
Yuslıh lekum amâlekum ve yagfir lekum zunûbekum ve men yutıillâhe ve resûlehu fe kad fâze fevzen azîmâ
Yuslıh lekum amelekum | : ıslah, düzeltme, iyileşme, uygun, siz, amelleriniz |
ve yagfir lekum | : mağfiret bağışlanma, temizlenme, sizi, |
zunube kum | : günah, kötü haller, fenalar, siz, |
Ve men yutıi Allah | : kim, Allah’a itaat ederse, uyarsa, |
ve resul hu | : resul, hakikati gösteren, o |
Fe kad faze fevzen azim | : böylece olur, kurtulma, kurtuluş, büyük, yüce |
71- Siz; fenalarınızdan kurtulun, mağfirete ulaşın ve siz amellerinizde ıslah edici olun. Kim Allah’a itaat eder ve resulünü anlarsa, böylece o yüce kurtuluş ile kurtulmuş olur.
-72-
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân innehu kâne zalûmen cehûlâ
İnna aradne | : muhakkak biz, sunduk, teklif ettik |
el emanet | : emanet, hakikat bilgisi, ilmi tevhid, |
ala el semavat | : yüce olan, yücelik halinde olan, gök, ulviyet, ulvi alem |
ve el ard | : yerdekiler, yeryüzünde büyüklük taslayanlar, |
ve el cibali | : dağlar, büyüklük halinde olanlar, kibirlilik, |
Fe ebeyne | : böylece, çekindiler, istemediler, sakındılar, |
en yahmilne-ha | : yüklendi, taşıdı, o |
ve eşfekne min-hâ | : şevkatli, alçakgönüllü, koruyucu, o hal, olan |
ve hamele-ha el insan | : onu yüklendi, taşıdı, aldı, insan |
İnne hu kane | : muhakkak, doğrusu, o, oldu, |
zall | : meyletmek, yönelmek, gitmek, eğilmek, |
ma cehule | : cahilliği bitti, cahillerden olmadı, |
72- Biz emaneti; kendini ulvi âlemin yüceliği içinde olduğunu sananlara, yeryüzünde hâkimlik taslayanlara, kendini büyük görenlere teklif ettik. Fakat onlar onu yüklenmekten çekindiler. Şefkatli olan insan ise onu yüklendi, doğrusu o hakikatlere meyletti, cahillerden olmadı.
-73-
لِيُعَذِّبَ اللَّهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكِينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Li yuazziballâhul munâfikîne vel munâfikâti vel muşrikîne vel muşrikâti ve yetûballâhu alel muminîne vel muminât ve kânallâhu gafûren rahîmâ
Li yuazzibi Allah | : için, azab, sıkıntı, Allah |
el munafikin | : münafık olanlar, ikiyüzlü olan, |
ve el munafıkat | : münafıklığa meyledenler |
ve el muşrikin | : müşrikler, müşrik olan, |
ve el müşrikat | : müşrikliğe meyledenler |
ve yetûbe ala Allah | : tövbe eden, hatasını anlayıp dönen, Allah |
Ala el müminin | : müminler, |
vel muminat | : müminlik yolunda olanlar |
ve kane Allah gafur | : Allah’tır, temizleyen, mağfiret, |
rahim | : rahim, varlığı özünden vareden, |
73- Münafıklar ve münafıklığa meyledenler, müşrikler ve müşrikliğe meyledenler, onlar Allah’ı idrak edemediklerinden dolayı sıkıntılar içindedirler. Allah’a karşı düştüğü hataları anlayıp dönenler ise, mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlardır. Allah lütuflarını tertemiz sunandır, varlığı özünden varedendir.