ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

-1-

الم

Elif lâm mîm

Elif lam mim : zat, hak- halk- nokta, Allah,

 

1- Elif, Lam, Mim

 

-2-

اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ

Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm

Allâh la ilahe illa huve : Allah, ilah, yok, ancak, o vardır
El hayyu : diri olan,
el kayyum : diriliği ile sürüp giden, diriliğiyle tutan,

 

2- Allah’tan başka güç yoktur, O’ndan gayrısı yoktur, diri olandır, varlığı diri tutan sürüp gidendir.

 

-3-

نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنزَلَ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ

Nezzele aleykel kitâbe bil hakkı musaddikan limâ beyne yedeyhi ve enzelet tevrâte vel incil

Nezele aleyke : indirdi, sundu, sana, sen, üzerinde,
El kitab : kitab, varlık kitabı, ilahi sözler,
bi el hak : gerçek, hak ile, hakikat,
musaddikan : tastik eden, doğrulayan, gerçek olan,
Lima beyne yedeyni : arasında, elleri, güç, önlerinde, onlardaki güç
ve enzele : ortaya koyan, indirdi, sundu,
el Tevrat : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
ve el incil : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh,

 

3- Hakikatleri tüm varlık kitabından sana sunandır. Gerçek olduğunu tüm varlıktaki gücü ile gösterendir. Yasaları ve huzur veren bilgileri sunandır.

 

-4-

   مِن قَبْلُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَأَنزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ ذُو انتِقَامٍ

Min kablu huden lin nâsi ve enzelel furkân innellezîne keferû bi âyâtillâhi lehum azâbun şedîd vallâhu azîzun zu ıntikâm

min kablu : önceden, daha önce, geçmişte,
huden li el nas : yol gösteren, her varlıktan yol gösteren, insanlara
ve enzele : indirdi, sundu, ortaya koydu,
el furkan : hak ile batılı ayıran, fark ettiren,
inne ellezine keferu : muhakkak, hakikatler, görmemezlikten gelip örten,
bi âyâti allâhi : işaret, delil, Allah’ın ayetlerini
Lehum azabun şedid : onlar için, azap, sıkıntı, daha fazla,
ve Allâh aziz : Allah, yüce, nitelikleriyle yüce olan,
zu ıntikam : sahib, nimetleriyle gücünü gösteren, tam karşılık,

 

4- Önceden beri insanlara yol gösterendir, hakk ile batılı fark edecek şuuru sunandır. Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örtenler, daha fazla sıkıntılarda kalırlar. Allah, tüm varlıktaki niteliklerin yüce sahibidir, her varlıktaki gücün sahibidir.

 

-5-

  إِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَىَ عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء

İnnallâhe lâ yahfâ aleyhi şeyun fîl ardı ve lâ fîs semâ

inne Allâh : muhakkak, Allah,
la yahfa : yok, gizli, saklı, görünmeyen, ayrı değil,
Aleyhi şeyun : ona, bir şey
Fi el ard : yerde, yeryüzü
ve lâ fi es semâi : yok, semada, gökte

 

5- Yerde ve gökte bir şey yoktur ki Allah’tan ayrı olsun.

 

-6-

  هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Huvellezî yusavvirukum fîl erhâmi keyfe yeşâ lâ ilâhe illâ huvel azîzul hakîm

huve ellezi : O ki, Ki o,
yusavviru-kum : şekil veren, dizayn eden, suretlendiren, tasarım
fi el erhami : rahimlerde, rahimler içinde,
keyfe yeşau : nasıl, nice, istediği şekilde, irade, ister, isteyen,
la ilahe illa huve : yok, ilah, var, o,
el azîzu : yüce, ulu, nitelikleriyle yüce olan,
el hakim : tüm varlığa hâkim olan, hâkim olan, kontrol eden,

 

6- Ki O’dur rahimlerde sizi şekillendirip vücudlandıran. Nasıl irade ederse öyle şekil verir. O’dan başka güç yoktur. Tüm varlıktaki niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-7-

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe tevîlihi ve mâ ya’lemu tevîlehû illâllâh ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî kullun min indi rabbinâ ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb

huve ellezi enzele aleyke : O ki, sundu, indirdi, sana,
el kitâbe : kitap, her şeydeki yazılı levhalar, hakikatlerin sözleri
minhu ayet : ondan, ayet, işaret,
muhkemat : noksansız, delilleriyle sapasağlam, kuvvetli,  sıkı sıkıya
Hunne ummu el kitâbi : onlar, ana kitab,
ve uharu : diğer, sonraki, diğer şeyler, görünen her varlık, ahir olan,
muteşâbihâtun : birbirine benzeyen, zahirde farklı özde aynı olan
fe emmâ ellezine : fakat onlar
fî kulûbi-him : kalplerinde, anlayışlarında, onlar
zeygun : kalplerinde, sapma, dalalet, batıla meyil, eğrilik
Fe yettebiune : artık, tabi olurlar, uymak
mâ teşâbehe : değil, şey, birbirine benzeyen,
minhu ibtigae : ondan, amaç, arzu, istek, meyil,
el fitnet : fitne, ikilik, deneme, kargaşalık,
ve ibtigae : arzu, amaç edindi, istedi, meyil,
tevili hi : yorum, açıklama, o
ve ma yalemu tevil hu : bilemezler, bilmez, yorum, açıklama, o
illa allah : ancak, sadece, vardır, Allah
ve er râsihûne : ilimde kâmil olanlar, temeli kuvvetli, doğruluğa ulaşmış
fi el ilmi : ilimde, bilgide,
yekûlûne âmennâ bihi : derler, söyler, inandık, iman ettik, ona
Kullun min indi rabbi-nâ : hepsi, tümü, Rabbimizin katından, sana ait,
ve ma yezzekkeru : şey, ne, değil, tezekkür, var oluşu düşünüp anlama,
illâ ulû el elbâbi : ancak, yüce akıl sahipleri, aklını hak üzere işleten,

 

7- Ki O’dur tüm varlığı bir kitap olarak sana sunan, ondaki işaretler sapasağlamdır. O işaretler ana kitaptandır. Ayrı gibi görünen şeyler zahirde farklı gibi görünse de özde aynıdır. Fakat kalblerinde hakikatlerden sapmaya meyilli olanlar, öze değil zahire tâbi olurlar. Onların halleri ikiliğe isteklidir ve onların yorumları ikilik üzeredir ve onlar Allah’ın hakikatlerinin o açıklamalarını bilemezler. Ancak onu ilimde kemalat sahipleri bilir ve derler ki: Rabbimiz! Bütün hakikatler sana aittir, biz ona inandık. Ancak aklını hakk üzere işletenlerden başkası varlığın varoluşunu düşünmezler.

 

-8-

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ

Rabbenâ lâ tuziğ kulûbenâ bade iz hedeytenâ veheb lenâ min ledunke rahmeh inneke entel vehhâb

Rabbena : Rabbimiz,
la tuzig kulub na : sapmak, kaydırma, dönmek, kalplerimiz, idrakimiz,
Bade iz hedeyte na : sonra, yol gösterme, hidayet verme, biz
veheb lenâ : merkez, lütuf, yetenek, bize
min ledun-ke rahmeten : senin katından, sana ait, rahmet
İnne ke ente : muhakkak ki, sen, senden, senin,
el vehhab : ihsan eden, tüm nitelikleri sunan, tüm lütuflar senden

 

8- Derler ki: Rabbimiz! Biz sana yol bulduktan sonra kalblerimiz seni anlamaktan dönmesin. Bize rahmetinle sana ait olan tecellileri anlamamızı sağla. Muhakkak ki tüm lütuflar sendendir.

-9-

رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ

Rabbenâ inneke câmiun nâsi li yevmin lâ raybe fîh innallâhe lâ yuhliful mîâd

rabbena : Rabbimiz,
inneke camiu el nas : muhakkak, sen, cem, birlik, insanlar
Li yevmin : için, gün, vakit, zaman,
la reybe fihi : yok, şüphe, yanlış, tereddüd, onda, onun içinde
inne Allâh la yuhlifu : muhakkak ki Allah, yok, ardı, halef, yerine geçen,
el miad : zaman, müddet, vaad, son, hiçbir zaman

 

9- Rabbimiz! Muhakkak ki sen, tüm varlığın niteliklerini insanda cem edensin. O hakikatlerinde hiçbir zaman şüphe yoktur. Muhakkak ki hiçbir zaman Allah’ın yerine geçecek yoktur.

 

-10-

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَن تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلاَ أَوْلاَدُهُم مِّنَ اللّهِ شَيْئًا وَأُولَئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِ

İnnellezîne keferû len tuğniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şeyâ ve ûlâike hum vekûdun nâr

inne ellezîne keferû : doğrusu, hakikatleri görmemezlikten gelip örten,
len tugniye anhum : değil, asla fayda etmez, onlardan,
emval hum : mallar, değer, onlar
ve lâ evlâdu-hum : yok, veremez, evlat, doğuş, onlar,
Min Allah şeyen : Allah’tan, Allah hakkında, bir şey
ve ulaike hum vakadu : işte onlar, yakılacak, yanmak, yanıp duran, tutuşan
el nar : yakıp yıkıcı olan, cehaletin ateşi

 

10- Doğrusu, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin edindikleri şeylerin onlara asla bir faydası yoktur ve onlar evlatlarına Allah hakkında bir şey veremezler. İşte onlar cehaletin, dalaletin ateşindedirler.

 

-11-

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا فَأَخَذَهُمُ اللّهُ بِذُنُوبِهِمْ وَاللّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Ke debi âli firavne, vellezîne min kablihim kezzebû bi âyâtinâ fe ehazehumullâhu bi zunûbihim vallâhu şedîdul ıkâb

ke debi el firavne : gibi, benzer, durumu gibi, firavun, kibirli,
ve ellezîne min kalbi him : o kimseler, onlardan önce
Kezzebu : yalanlamak, yalanda kalmak,
bi âyâti-nâ : ayetlerimizi, işaret, delil
fe ehaze-hum Allâh : öyle ki, edinmek, sarılmak, o halde kalmak, onlar, Allah
bi zunûbi-him : günahları ile, fenaları, hataları
ve Allâh : Allah,
şedid el akebe : daha fazla, müşkil, zorluk, zorlanma, azab

 

11- Onların durumu firavuna benzer. Onlardan önceki, onlar gibi olan kimseler de ayetlerimizi yalanladılar. Öyle ki onlar cehaletlerine sarılıp Allah’ı anlayamadılar, onlar fenalarında kaldılar. Allah’ı anlayamayanların zorlukları daha fazladır.

 

-12-

قُل لِّلَّذِينَ كَفَرُواْ سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ إِلَى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ

Kul lillezîne keferû se tuglebûne ve tuhşerûne ilâ cehennem ve bisel mihâd

kul li ellezine keferû : de, anlat, hakikatleri görmemezlikten gelip örten
se tuglebûne : yakında yenileceksiniz, başarılı olamama
ve tuhşerûne : bir arada olma, toplanacaksınız,
ila cehennem : cehaletin ateşi, yakıp yıkıcı haller, derin kuyu,
ve bise el mihadu : ne kötü, döşek, yer, bulundukları yer,

 

12- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için anlat: Bu hallerinizle elbette hakikatleri anlamada başarılı olamazsınız, toplandığınız yer cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir yerdir.

 

-13-

 قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ فِي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَأُخْرَى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُم مِّثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ وَاللّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَن يَشَاء إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لَّأُوْلِي الأَبْصَارِ

Kad kâne lekum âyetun fî fieteynil tekatâ fietun tukâtilu fî sebîlillâhi ve uhrâ kâfiratun yeravnehum misleyhim rayel ayn vallâhu yûeyyidu bi nasrihî men yeşâ inne fî zâlike le ibreten li ulîl ebsâr

kad kâne lekum ayetun : olmuştu, oldu, size, ayet, işaret, delil,
fî fieteyni : içinde, iki topluluk, gurup,
el tekata : çatışma, kesişme, farklı bakma
Fietun tukatilu : bir topluluk, biri, mücadele, gayret, savaş
fî sebîli Allah : Allah yolunda, Allah yolunda hakikatleri anlama
Ve uhra kafiratun : diğeri, hakikatleri örtüp önemsememe, kabul etmeme
yeravne-hum : görüyor, bakın, görün, onlara
misley-him : iki misli, benzer, eş, eş koşma, büyük görme, onlar
raye el ayni : görüş, görür, aynılık, benzer, gözler, bakış, tıpkısı, ayniyyet
ve Allah yueyyidu : Allah, kuvvet, güç, destek, onay, el, her varlıktaki gücü
bi nasri-hi : bir yardım, yardımını, o,
men yeşau : kim isterse, isteyen kimse,
İnne fi zalike : elbette, bunda, bunların içinde,
le ibreten : elbette, ibret, düşünüp ders çıkarma,
li uli el ebsari : basiret sahipleri için, anlayanlar için,

 

13- Size deliller sunulmuştu. İki topluluk buna farklı baktı. Bir topluluk Allah yolunda o delillerle hakikatleri anlamak için gayret gösterdi, diğeri hakikatleri örtüp kabul etmedi.  Kendilerini büyük görenleri görün, bakışlarını hakikatlere çevirenleri görün. İsteyen kimse O’nun yardımını bulur, Allah’ın kendindeki kuvvet olduğunu anlar. Muhakkak ki bunların içinde basiret sahipleri için düşünüp ders çıkarma vardır.

 

-14-

 زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِ

Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel enâmi vel hars zâlike metâul hayâtid dunyâ vallâhu indehu husnu meâbi

Zuyyine li el nas : süs, sıfatlar, değerler, insanlar,
hubbu : sevgi, muhabbet, aşk
El şehevat : şehvet, tutku, arzulu, istekli,
min en nisai : kadınlar, nefsini bilme yolunda olan
ve el benine : çocuk, evlat, oğullara, akıllı, temkinli,
ve el kanatiri : kantar kantar, çok fazla mal, birçok şey,
el mukantarati : biriktirilmiş, birçok şeyi elde etmek,
min ez zehebi : altından, altın, öz,
ve el fıddati : gümüş,
ve el hayli el musevvemet : işaretli atlar, sahipli, damgalı, seçkin, sahibini belli eden
ve el enami : varlık, yaratılmış olan, hareket eden, davarlar,
ve el harsi : kültür, tarla sürme, ekinler, yetiştirmek, yiyecek, pulluk
Zalike metau : bunlar, fayda, yarar, menfaat
El hayat el dunya : dünya hayatı,
ve Allah inde hu : Allah, katında, yanında, ona ait,
husnu el meab : en güzel, iyi, sığınak, ulaşmak, varılacak yer,

 

14- Sevgiyle davranış insanların süsüdür. Kadınlar; çocuğu olmasının isteğinde, altın ve gümüş gibi mal biriktirmeye ve sahiplenmede ve yaratılmış olanla ilgilenmede ve yiyecek elde etmede daha arzuludur. Bunlar dünya hayatının faydalarıdır. Allah’a ait olan hakikatlere ulaşmak daha güzeldir.

 

-15-

قُلْ أَؤُنَبِّئُكُم بِخَيْرٍ مِّن ذَلِكُمْ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَأَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhel enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh vallâhu basîrun bi el abıd

kul e unebbiu-kum : de, söyle, anlat, haber verme, siz
Bi hayrın min zalikum : hayırlısı, iyi olan, bundan
li ellezine ittekav : için, o kimseler, fenalardan sakınan, ortak koşmayan
inde rabbi-him : katında, yanında, ona ait olan, Rab, onlar
Cennâtun : cennetler, huzur,
tecri mintahtina : vardır, akar, makamlarında,
El enhar halidine fiha : nehir, akıp giden ilim, devamlı, orada
ve ezvâcun : aynı yolda olan, denk, cins, tür, eş,
mutahharatun : temiz, arınmış,
ve Rıdvan min allah : rıza, hoşnutluk, Allah’tan
ve Allâh basir : Allah, gören, gösteren, görüp anlama yeteneği,
bi el abıd : bir kul, kullarına,

 

15- Bunlardan daha hayırlı olanı size bildireyim mi diyerek anlat: Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayan kimseler için, Allah’a ait olan hakikatlere ulaşmak vardır. Makamlarında huzur vardır, akıp giden bir ilim vardır, devamlı o hâlin içindedirler ve varlığın çeşitliliğinin geldiği yeri tertemiz bir hâlde anlama vardır ve Allah’ı anlamakla mutluluk vardır. Allah, kullarına görüp anlama yeteneğini verendir.

 

-16-

الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا إِنَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Ellezîne yekûlune rabbenâ innenâ âmennâ fagfir lenâ zunûbenâ ve kınâ azâben nâr

Ellezine yekulune rabbe na : onlar, o kimseler, derler,  rabbimiz
inne-nâ amenna : elbette, şüphesiz, biz iman ettik, inandık
fagfir lenâ : mağfiret, tertemiz lütuflar, bize,
zunubena : fenalarımız, günah
Veki na : korunmak, biz, korunmamız, oldu,
azâbe en nâri : koru, oldu, sıkıntı, azap, ateş, yakıcı olan

 

16- O kimseler: Rabbimize şüphesiz iman ettik, fenalarımızı, bize sunulan tertemiz lütufları, ateşin azabından nasıl korunacağımızı anladık, derler.

-17-

 الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَارِ

Es sâbirîne ves sâdıkîne vel kânitîne vel munfikîne vel mustagfirîne bil eshâr

el sabirin : sabredenler,
ve el sadıkin : sadık olan, doğru olanlar, bağlı olan, samimi olan,
ve el kânitîne : hakkın tüm tecellilerini anlamış hakka bağlı olan, itaat
ve el munfikîne : infak, tüm varlığının haktan olduğunu anlayıp teslim olan
ve el mustagfirîne : mağfireti anlayan
bi el eshâri : seher vakit, doğuş vakti, açığa çıkan

 

17- O kimseler; sabredenlerdir, sadık olanlardır, tüm tecellileri anlayıp her an Hakk’a bağlılık içinde hareket edenlerdir, tüm varlığının Hakk’tan olduğunu bilip teslim olanlardır, mağfireti, doğuşu anlayanlardır.

 

-18-

شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Şehid allâhu ennehû lâ ilâhe illâ huve, vel melâiketu ve ulûl ilmi kâimen bil kıst lâ ilâhe illâ huvel azîzul hakîm

şehide Allâh : her an her yerde hazır olan, Allah,
enne hu : muhakkak, şüphesiz, gerçek, o
la ilahe illa huve : ilah yoktur, o vardır
ve el melâiketu : güç, kuvvet, her varlıktaki güç, melekler
ve ulû el ilmi : sahip, yüce, ilim, bilgi
kâimen : daimi, diri olan, mevcut olan, bâki
bi el kıstı : pay, adalet, doğru, kısım kısım, açığa çıkan her varlık
lâ ilâhe ila huve : ilah yoktur
el azizu el hakim : varlığın tüm niteliklerinin yüce sahibi, hâkim olan

 

18- Allah, her an her yerde hazır olandır. O gerçektir. O’dan başka güç yoktur. Her varlıktaki güç O’dur ve ilmiyle yüce olandır, açığa çıkan her varlıkta mevcut olandır. O’dan başka güç yoktur. Tüm varlıktaki niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.

-19-

    إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَن يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهِ سَرِيعُ الْحِسَابِ

İnned dîne indâllâhil İslâm ve mahtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min badi mâ câehumulılmu bagyen beynehum ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb

inne el dine : muhakkak ki, din, var oluş yasaları,
inde Allah  : ona ait, onun katında, Allah
el islamu : barış, huzur, selamet, huzura ulaşmak, İslam
ve ma ihtelefe ellezine : şey, ne, değil, fark, ihtilafa, ayrılık,  o kimseler
utu el kitabe : verilen, sunulan, hakikatlerin sözleri, kitap verilenler
illâ min badi : ancak, ondan sonra
mâ câe-hum : değil, geldi, sunuldu, gelmedi, eğilmediler, onlar,
el ılmu : ilim,
Bagyen beyne-hum : haset, isyan, zulüm, kendi aralarında
ve men yekfur : kim, görmemezlikten gelip örter, kabul etmez,
bi âyâti allâhi : Allah’ın ayetlerini, işaret, delil
fe inne Allâh : o zaman, muhakkak ki Allah
seriu el hısabı : seri, çabuk, hızlı, hesap, alma verme, nicelik, değer,

 

19- Muhakkak ki, dinin Allah’a ait olduğunu anlayan selamete ulaşır. Hakikatler sunulduktan sonra farkın ne olduğunu anlayamayan o kimseler ise, kendi aralarındaki hasetlikler yüzünden ilmi anlamaya eğilmediler ve Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örten kimselerden oldular. Muhakkak ki, Allah’ın hesabı seridir.

 

-20-

فَإنْ حَآجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ وَقُل لِّلَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ وَالأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُواْ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg vallâhu basîrun bil ibâd

fe in : bundan sonra, eğer, şayet,
haccu ke : yolcu, gidip gelmek, kendi inancı için giden , sen
fe kul eslemtu : o zaman de ki, söyle, ben teslim oldum,
Vechiye li allâhi : yönümü, yüzümü, her şeyimle, Allah’a
ve men ittebea-ni : kim, tabi olmak, uymak, bana,
ve kul li ellezine : de, söyle, anlat, o kimselere,
utu el kitab : verilen, sunulan, kitap, hakikatlerin sözleri
ve el ummiyyine : aslı, annesi, annesinden doğduğu saflıkta,
e eslemtum : siz teslim oldunuz mu?
fe in eslemû : artık, eğer, teslim oldularsa, slam, barış,
fe kad ihtedev : artık, o taktirde, oldu, yol bulma, yol bulurlar
ve in tevellev : eğer yüz çevirirlerse, kendi cehaletlerine dönerlerse
Fe innemâ aleyke : artık, ancak, sadece, senin üzerinde, sen,
el belaga : tebliğ, bildirme
ve allâh basır : Allah, basiret, görüp anlama yeteneği,
bi el abıd : kullarına, kuluyla,

 

20- Bundan sonra eğer sana kendi inançları için gelirlerse, o zaman de ki: Ben bütün her şeyimle, varlığı varedenin Allah olduğunu bilip teslim oldum. Benimle birlikte tâbi olacak olan kimdir? Hakikatlerin sözleri sunulan o kimselere de ki: Aslınızın geldiği yere teslim oldunuz mu? Bundan sonra eğer teslim olurlarsa, artık onlar yol bulanlardan olurlar. Artık kim kendi cehaletine dönerse, sen sadece hakikatleri tebliğ edensin. Allah kullarına görüp anlama yeteneği verendir.

 

-21-

  إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الِّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

İnnellezîne yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayri hakkın ve yaktulûnellezîne yemurûne bil kıstı minen nâsi fe beşşirhum bi azâbin elîm

inne ellezine yekfurune : muhakkak ki onlar, o kimseler, hakikatleri örten,
bi ayati Allâh : Allah’ın ayetlerini, işaret, delil
ve yaktulûne : öldürüyorlar, yazık ediyorlar,
el nebiyyin : nebilerini, haber verenler, hakikati bildiren,
bi gayri hakkın : hakikatten başka bir şey söylemeyen, haksızca, zalimce
ve yaktulûne ellezine : öldürüyorlar, o kimseler
Yemurûne : hükümleri bildiren, işleyiş,
bi el kıst : bir ölçü, adalet, doğruluk üzere
min en nâsi : insanlardan
fe beşşir hum : artık, müjde, bildirmek, haber vermek, onlar,
bi azab elim : azap, sıkıntı, elim, acı

 

21- Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örten o kimselere ve hakikatlerden başka bir şey söylemeyen nebileri öldürenlere ve insanlara adalet ile hakikatlerin hükümlerini bildiren o kimseleri öldürenlere, artık elim bir sıkıntıyı onlara bildir.

 

-22-

 أُولَئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ

Ulâikellezîne habitat amâluhum fîd dunyâ vel âhirah ve mâ lehum min nâsırîn

Ulaike ellezine : işte o kimseler,
habitat : nafile, beyhude, heba, boşa gitme
Amalu hum : onların amelleri, çalışmaları,
fi el dünya : yaşamlarında, dünyada
ve el âhirati : sonunda, ahiret
ve mâ lehum min nasirin : değil, yok, ne, şey onlar, bir yardımcı

 

22- İşte o kimselerin yaşamlarında amelleri boşa gitmiştir ve sonları da boştur ve onlara bir yardımcı da yoktur.

-23-

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوْتُواْ نَصِيبًا مِّنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ إِلَى كِتَابِ اللّهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِّنْهُمْ وَهُم مُّعْرِضُونَ

E lem tera ilellezîne ûtû nasîben minel kitâbi yudavne ilâ kitâbillâhi li yahkume beynehum summe yetevellâ ferîkun minhum ve hum muridûn

e lem tera ila ellezine : görmedin mi, gördün değil mi? o kimseleri
utu nasiben : verildi, sunuldu, nasip, pay, fayda,
min el kitab : kitap, hakikatin sözü, yazılı olanlar,
Yudavne : davet, aramak, yönelme, mutaala etme, konuşmak
ilâ kitâbi allâhi : Allah’ın kitabı, her varlık Allah’ın bir kitabıdır
li yahkume beyne hum : için, hüküm, aralarında
Summe yetevellâ : sonra, kendi cehaletine dönme, yüz çevirirler, dönerler
Ferikun min-hum : fırka, gurup, topluluk, onlardan
ve hum muridun : onlar, isteyen, dönen, açıkta kalan, reddeden

 

23- Kitaptan fayda bulacağı sözlerin sunulduğu o kimseleri gördün değil mi? Onlar kendi aralarında Allah’ın kitabının hükümleri için konuşurlar. Sonra onlardan bazıları kendi cehaletlerine dönerler ve onların istedikleri kendi cehaletleridir.

 

-24-

ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ

Zâlike bi ennehum kâlû len temessenen nâru illâ eyyâmen ma’dûdât ve garrahum fî dînihim mâ kânû yefterûn

Zalike bi enne hum : bu, işte bu, çünkü, sebebiyle, onlar
Kalu len temesse-nâ : dediler, derler, değil, asla, dokunmak, temas, biz,
en naru : ateş, nur, aydınlık, yakıcı, dert, tasa,
İlla eyyamen madûdâtin : başka, sadece, ancak, günler, zaman, vakit, birkaç, sayılı
ve garra-hum : aldattı, aldanma, acemi, onlar, din hakkında, onlar
Fi din him : din hakkında, onlar,
ma kanu yefterûn : değil, şey, ne, oldu, yalan, iftira, uydurulan,

 

24- İşte onlar o hallerde kaldılar. Az bir zamanın dışında o nur bize dokunmadı dediler. Onlar aldandılar, onlar din hakkında yalanlardan başka şeylerde olmadılar.

 

-25-

فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ

Fe keyfe izâ cemanâhum li yevmin lâ raybe fîhi ve vuffiyet kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn

Fe keyfe : artık, o halde, nasıl,
iza cema na hum : olduğunda, birlik, toplanma, biz, onlar
Li yevmin : için, gün, vakit, zaman,
lâ raybe fî-hi : yok, şüphe, hata, onun hakkında
ve vuffiyet : vefa, karşılığı verildi,
kullu nefsin : bütün, her, nefsin, herkes
mâ kesebet : kazandığı şey, yaptığı
ve hum lâ yuzlemûne : onlar, yok, zulüm, haksızlık

 

25- Artık onlar bizim birliğimizi nasıl anlayacaklar? O hakikatler hakkında hiçbir zaman şüphe yoktur. Herkes ne yaptıysa karşılığını bulur ve onlara haksızlık edilmez.

 

-26-

   قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Kulillâhumme mâlikel mulki tûtil mulke men teşâu ve tenziul mulke mimmen teşâ ve tuizzu men teşâu ve tuzillu men teşâu bi yedikel hayr inneke alâ kulli şeyin kadîr

Kul allahumme : de, söyle, anlat, Allah’ım
mâlike el mulki : sahip, malik, mülkün sahibi,
tûti el mulke : veren, sunan, mülk, hüküm, sahip, olunan,
men teşau : kimse, kimse, isteyen, seni anlamayı isteyen,
ve tenziu el mulke : nitelik, organ, mülk
mimmen teşâu : kimseden, dilediğin, istediğiniz, isteyen,
ve tuizzu men teşau : aziz, yüce, kimse, kim, isteyen
Ve tuzillu : gölge, gaflet, hakir, kaybetmiş,
men teşâu : kim, kimse, istediğiniz, seni anlamak isteyen,
bi yedi ke : güç, kuvvet, yardım, vasıta, sen,
el hayru : hayırlı olan, iyi olan
İnne ke : muhakkak, sen,
ala kul şey kadir : bütün her şeydeki kudret

 

26- De ki: Allah’ım! Sensin mülkün sahibi. Kim seni anlamayı isterse sunduğun hükümleri anlar ve kim seni anlamayı isterse sunduğun niteliklerini anlar ve seni anlamak isteyen kimse senin yüceliğini anlar ve seni anlayamayan gaflette kalır. Seni anlamak isteyen kimse; bütün her şeydeki gücün, hayırların sahibinin Sen olduğunu anlar. Muhakkak ki Sen bütün her şeydeki kudretsin.

 

-27-

  تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَن تَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ

Tûlicul leyle fîy el nehâri ve tûlicun nehâra fîl leyl ve tuhricul hayya minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy ve terzuku men teşâu bi gayri hısâb

tûlicu el leyle : giriş, birleştirir, sarar, sokar, geceyi,
fi el nehar : gündüz, gündüzün içinde,
ve tûlicu en nehâra : giriş, birleştirir, sarar, sokar, gündüz,
fi el leyl : gece, gecenin içine,
ve tuhricu el hayya : çıkarırsın, canlı
min el meyyiti : ölü, idraksiz, ölü gibi olan, hakikatten uzak olan
ve tuhricu el meyyite : ölüyü çıkarırsın
min el hayyi : canlıdan, diri olan, diriliğe kavuşan,
ve terzuku : rızıklandırır, fayda, yarar,
men teşau : kim, isterse, isteyen kimse
bi gayri hısâbin : hesapsız, bir hesabın olmadan, bir şey beklemeden

 

27- Geceyi gündüz ile birleştirensin ve gündüzü gece ile birleştirensin ve ölüden diri çıkaransın ve diriden ölü çıkaransın ve seni anlamak isteyen kimseyi, hiçbir şey beklemeden faydalandıransın.

 

-28-

لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ

Lâ yettehizil muminûnel kâfirîne evliyâe min dûnil muminîn ve men yefal zâlike fe leyse minallâhi fî şeyin illâ en tettekû minhum tukâta ve yuhazzirukumullâhu nefseh ve ilallâhil masîr

lâ yettehiz el muminun : edinmesinler, sarılmak, müminler, emin olan,
El kafirine : hakikatleri örten, önemsemeyen, kabul etmeyen,
evliyâe : dostlar
min dûni el muminîne : başka, ona ait, müminler
ve men yefal zalike : kim yaparsa, böyle, bunu, işte böyle, işte bu,
Fe leyse min Allâh fi şey : artık, o zaman, değil, Allah’tan, bir şey, hakikatlerde
illâ en tettekû : ancak, sadece, fenalardan sakınmak, ortak koşmamak
min-hum tukâten : onlardan korunmak, sakınmak,
ve yuhazziru-kumu allâh : uyarmak, onlar öğüt, sizleri, Allah
nefse-hu : onun kendisi, nefsini,
ve ilâ allâhi : ancak, Allah,
el masiru : sürüp giden, varılacak yer, kararğah, kaynak

 

28- Müminler, müminleri bırakıp hakikatleri görmemezlikten gelip örtenleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’ın hakikatlerini anlayamaz. Ancak fenalardan sakınsınlar, ortak koşmasınlar ve onların o hallerinden sakınsınlar. Allah nefsinizi anlamanız için sizi her an uyarır ve hepinizin kaynağı ancak Allah’tır

 

-29-

قُلْ إِن تُخْفُواْ مَا فِي صُدُورِكُمْ أَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأرْضِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Kul in tuhfû mâ fî sudûrikum ev tubdûhu yalem hu allâh ve yalemu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard vallâhu alâ kulli şeyin kadîr

kul in tuhfû : de, söyle, eğer, gizli, gizlemek,
mâ fî sudûri-kum : gönüllerde, sinelerinizde olan
ev tubdû-hu : veya, ya da, ortaya, açıklama, onu açıklarsınız
Yalem hu Allâh : ilmin sahibi, bilgisi, Allah
ve yalemu : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, bilir
ma fî es semavâti : ne, değil, şey, göklerde ne varsa
ve mâ fî el ardı : ne, şey, değil, yerde ne varsa
ve allâhu : Allah,
ala kulli şeyin kadir : bütün her şeydeki kudret

 

29- De ki: Siz, gönüllerinizde olanı gizleseniz de ya da açığa çıkarsanız da ilmin sahibi olan Allah’tır. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa ilmiyle varedendir ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-30-

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَّا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُّحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِن سُوَءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَاللّهُ رَؤُوفُ بِالْعِبَادِ

Yevme tecidu kullu nefsin mâ amilet min hayrin muhdâran ve mâ amilet min sûin teveddu lev enne beynehâ ve beynehû emeden baîdâ ve yuhazzirukumullâhu nefseh ve allâhu raûfun bil ıbâd

yevme tecidu : gün, vakit, karşılığını her zaman bulur, yapar,
kull nefsin : her kişi, bütün herkes,
ma amilet min hayrin : ne yaptı ise, yaptığı şeyler, hayır olan, iyi
muhdaran : hazırlanmış, bulunmak, hazır, kendini öne çıkarma,
ve ma amilet min suin : ne yaptı ise, yaptığı şeyler, kötü, fena
teveddu : temenni, ister, sevgi, dostluk, pişman olmak, dua,
lev enne beyne ha : keşke, eğer, ise, şayet, olsa, olmasını, arasında, onların
ve beyne-hû : arasında, onun, onda, o
emeden baiden : son, nihayet, bitim, mesafe, daha uzun, uzak,
ve yuhazziru kum Allâh : uyarmak, korumak, sakındırmak, siz, Allah
nefse-hu : nefsinden, kendisi, bedeni, kendinden, o
ve allâh raûfun : Allah, rauf, şefkat, incelik, zerafet, nitelik, şekil, biçim,
bi el abid : kul, köle, her şeyiyle ona bağlı olan,

 

30- Her kişi, hayırlı olan çalışmalarda ne yaparsa ya da kötü çalışmalarda ne yaparsa onun karşılığını her zaman bulur. Yaptığı kötü çalışmalara karşı, keşke onları yapsaydım diye temenni eder ya da keşke bunlardan uzak dursaydım, der. Allah nefsinizden sizi uyarır durur ve Allah kullarına zarafeti sunandır.

 

-31-

    قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum vallâhu gafûrun rahîm

Kul in kuntum : de, söyle, anlat, eğer, sizler
tuhibbûne Allâh : sevmek, seviyorsunuz, Allah
fe ittebiû-nî : artık, o takdirde, bana tabi olun, uyun, takip edin
yuhbib-kum allâh : sever, sevgi, siz, Allah
ve yagfir lekum : mağfiret, tertemiz lütufları sunan, bağışlama, size
zunûbe-kum : günah, fena, hata, yanlış, siz
ve Allâh gafûrun : Allah, mağfiret, tertemiz lutufları sunan, temizleyen,
rahim : özünden vareden

 

31- De ki: Eğer siz Allah sevgisine ulaşmak istiyorsanız, artık Allah’ın sizdeki sevgisini anlamak için sunduğum hakikatleri takip edin, hatalarınızı anlayıp döndüğünüzde tertemiz lütufların sunulacağını bilin. Allah varlığı özünden varedendir, tertemiz lütufları sunandır.

 

-32-

قُلْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ فإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْكَافِرِينَ

Kul etîûllâhe ver resûl fe in tevellev fe innallâhe lâ yuhibbul kâfirîn

Kul etiu Allah : de, söyle, anlat, itaat, uymak, anlamak, Allah
ve el resûle : resule, hakikati gösteren,
fe in tevellev : artık, bundan sonra, eğer, kendi cehaletine dönerse
fe inne allâhe : artık, muhakkak, Allah
lâ yuhibbu : yok, sevgi, sevgisi yoktur,
el kâfirîne : hakikati görmemezlikten gelmek, örten, önemsemeyen

 

32- De ki: Allah’a itaat edin ve resulü de anlayın. Bundan sonra, eğer kendi cehaletlerine dönerlerse, muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerde Allah sevgisi yoktur.

 

-33-

  إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى آدَمَ وَنُوحًا وَآلَ إِبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ

İnnallâhestafâ âdeme ve nûhan ve âle ibrâhîme ve âle imrâne alel âlemîn

inne Allâh : muhakkak, şüphesiz, Allah
istafâ : seçmek, tercih, seçip ayıklamak, özü anlamak,
âdeme ve nûhan : Âdem ve Nuh
ve âle ibrâhîme : ibrahim ailesini
ve ale imrane : İmran ailesi,
ala el alemin : yüce olan, âlemler, tüm kâinat, tüm varlık,

 

33- Âdem ve Nuh ve İbrahim ailesi ve İmran ailesi âlemlerin yüceliğini anlayan, Allah’ın kendi özleri olduğunu bilenlerdendi.

 

-34-

 ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِن بَعْضٍ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Zurriyyeten baduhâ min bad vallâhu semîun alîm

zurriyyeten : zürriyet, nesil, soy,
badu-ha min badın : onun bazıları, bazıları birbirlerinin
ve allâh semîun : Allah, işitme,
alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

34- Onlar birbirlerinin neslidir. Allah işittirendir, ilmiyle varedendir.

 

-35-

إِذْ قَالَتِ امْرَأَةُ عِمْرَانَ رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

İz kâlet imraetu ımrâne rabbi innî nezertu leke mâ fî batnî muharraran fe tekabbel minnî inneke entes semîul alîm

iz kâlet : demişti, dediği zaman,
emr etu ımrâne : iş, işleyiş, hüküm, kadın, eşi, İmran
rabbi : Rabbim,
inni nezertu leke : ben, adamak, yönelmek, niyet, senin
mâ fî batnî : şey, ne, değil, içinde, iç alem, karın, batın olan
muharraran : tamamen özgür bırakılmış, halis olan, yazılı,  hür,
fe tekabbel min-nî : artık, kabul et, benim, benden,
inne-ke : muhakkak ki sen
ente el semiu : sensin, işitme,
el alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

35- İmran’ın eşi demişti ki: Rabbim! Ben içimdekini tamamen halis olarak sana bıraktım, benim bu niyetimi kabul et. Muhakkak ki sen işittirensin, ilmin sahibisin.

-36-

فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنثَى وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالأُنثَى وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وِإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

Fe lemmâ vadaathâ kâlet rabbi innî vada’tuhâ unsâ vallâhu alemu bi mâ vadaat ve leysez zekeru kel unsâ ve innî semmeytuhâ meryeme ve innî uîzuhâ bike ve zurriyyetehâ mineş şeytânir racîm

fe lemmâ : böylece, olunca,
vadaat-hâ : ortaya koymak, dünyaya getirmek, doğum, onu
kâlet rabbi : dedi, rabbim, vücudlandıran,
İnni vada tu-hâ : ben, doğurdum, ortaya koyma, onu,
unsâ : kadın, kız, özü taşıyan, ünsiyet,
ve allâh alemu : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden
bi mâ vadaat : doğan şeyler, ortaya çıkan,
ve leyse el zekeru : değil, erkek, er olan, kâmil, tamam olan,
ke el unsâ : kız gibi,
ve inni semmeytuha meryem : ben, isimlendirme, ad, onu, meryem
ve inni uizu ha bike : ben, emanet, sığındırmak, onu, sana
ve zurriyyete-hâ : zürriyetini, neslini, onu
min eş şeytani : şeytani haller, haktan uzaklaşma,
el racimi : taşlamak, uzaklaştırmak, uzak olmak

 

36- Böylece onu doğurduğunda dedi ki: Benim kız olarak dünyaya getirdiğimi vücudlandıran sensin. Allah ortaya çıkan şeyleri ilmiyle varedendir. Erkek, kız gibi değildir, ben onu Meryem diye isimlendirdim ve ben onu sana emanet ettim ve onun neslinden gelenler şeytani hallerden uzak olsunlar

 

-37-

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِندَهَا رِزْقاً قَالَ يَا مَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ إنَّ اللّهَ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ

Fe tekabbelehâ rabbuhâ bi kabûlin hasenin ve enbetehâ nebâten hasenen ve keffelehâ zekeriyyâ kullemâ dehale aleyhâ zekeriyyal mihrâbe vecede indehâ rızkâ kâle yâ meryemu ennâ leki hâzâ kâlet huve min indillâh innallâhe yerzuku men yeşâu bi gayri hısâb

fe tekabbele-hâ : artık, böylece, kabul etti, onu
rabbu-hâ : Rabbi
bi kabûlin hasenin : kabul, güzel, iyi çalışma, hayırlı iş
ve enbete-hâ : yetiştirdi, geliştirdi, yaymak, onu
nebâten hasenen : yetiştirme, geliştirme, güzel bir şekilde
ve keffele-hâ Zekeriya : kefil, mükellef, sorumlu, bakmak, onu, Zekeriya
kullemâ dehale aleyha : her, girişinde, dahil olma, onun yanına,
zekeriyyâ : Zekeriya
el mihrâbe : hakka yönelme, her yerde hakka yönelme durumu
vecede inde-hâ rızkan : buldu, yanında, ona ait, rızk, nimet, fayda
kâle yâ meryemu : ey Meryem dedi
ennâ leki hâzâ : bu sana nasıl, nereden
Kalet huve min indillâhi : dedi, o, ona ait, katından, Allah’ın katından
inne Allâh : muhakkak, şüphesiz, Allah,
yerzuku : nimet, rızık, fayda
men yeşâu : kim, dilerse, isteyen kimse,
bi gayri hısâbın : hesapsız, sonsuz, karşılıksız

 

37- Böylece o Rabbinin hakikatlerini kabul ederek hayırlı çalışmalarda bulundu ve o güzel bir hâlde yetişerek gelişti. Zekeriya ona bakmakla sorumluydu. Zekeriya onu her seferinde Hakk’a yönelir bir halde, onu Hakk’ın nimetlerini anlayanlardan olarak buldu. Dedi ki: Ey Meryem! Bunları nasıl biliyorsun? O da: O hakikatler Allah’a aittir, dedi. Muhakkak ki Allah, bir karşılık beklemeden hakikatleri anlamak isteyen kimseyi faydalandırandır.

 

-38-

هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُ قَالَ رَبِّ هَبْ لِي مِن لَّدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاء

Hunâlike deâ zekeriyyâ rabbehu kâle rabbi heblî min ledunke zurriyyeten tayyibeh inneke semîud duâi

hunâlike deâ : orada, işte orada, dua, aramak, yönelmek, çağrı,
Zekeriya rabbe-hu : Zekeriya, Rabbine
kâle rabbi : Rabbim dedi
Heb li min ledun ke : bağışla, hibe, merkez, katından, sana ait,
Zurriyyeten : zürriyet, nesil,
tayyibeten : temiz, güzel, hoş, iyi olan
inne-ke semiu : muhakkak ki sen, işitme,
ed duai : dua, istek, yönelme, çağrı, aramak

 

38- Zekeriya orada Rabbine yöneldi ve dedi ki: Rabbim! Sana ait olan hakikatleri anlayan güzel bir nesli bana bağışla, muhakkak ki sen işittirensin, yönelinensin.

 

-39-

فَنَادَتْهُ الْمَلآئِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي الْمِحْرَابِ أَنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيَى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِّنَ الصَّالِحِينَ

Fe nâdethul melâiketu ve huve kâimun yusallî fîl mihrâbi ennallâhe yubeşşiruke bi yahyâ musaddikan bi kelimetin minallâhi ve seyyiden ve hasûran ve nebiyyen mines sâlihîn

fe nâdet-hu : artık, böylece, nida, seslenme, duydu, o,
el melâiketu : güç, kuvvet, her varlıktaki güç,
ve huve kâimun : o, kıyam, diri olan, dirilik, diri tutan, ayakta tutan,
yusalli : kutsanmak, temizlenmek, dua, yönelmek,
fî el mihrâbi : içinde, hakka yönelme, her yerde hakka yönelme durumu
enne allâhe : olduğu, gerçek, Allah
yubeşşiru-ke bi yahyâ : müjde, sevindirici haber, umut veren, sen, Yahya
musaddikan : doğrulayıcı, sadık olan, dosdoğru hareket eden,
bi kelimetin min Allâh : bir kelime ile, tecelli, Allah’tan
ve seyyiden : seyyid, efendi, bey, ileri gelen, bilgili,
ve hasûran : kısıtlama, sınırlama, manevi gayrette, fenadan sakınan
ve nebiyyen : nebi, haber getiren, bildiren,
min el salihîn : salih, iyi kimseler

 

39- Böylece o, her varlıktaki gücün nidasını duydu ve o, kendini diri tutan Hakk’a yönelip arındı. Allah’ı anladı. Allah’ın kelimelerini anlayıp sadıklardan olan, bilgili olan, manevi yolda gayretli olan, Salihlerden bir nebi olan Yahya sana müjdelendi.

 

-40-

قَالَ رَبِّ أَنَّىَ يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاء

Kâle rabbi ennâ yekûnu lî gulâmun ve kad beleganiyel kiberu vemraetî âkir kâle kezâlikellâhu yefalu mâ yeşâ

Kale rabbi enna : dedi, rabbim, ben, nasıl,
yekûnu li gulamin : olur, oğul, evlat, doğan, doğuş,
ve kad belagtu : olmuştu, oldu, yaşlanma,
minel kiber : büyütmek, çoğaltmak
ve emr eti : işleyiş, işi, kadını,
akıran : çorak, verimsiz, kısır
kâle kezâlike : dedi, işte böyle, belirtildi, bildirildi,
Allâh yefalu : Allah, fail, olan, yapar,
mâ yeşâu : ne, şey, değil, isteyen

 

40- Dedi ki: Rabbim! Ben işleyişimde verimsizleşmişken ve yaşlanıp ihtiyarlamışken benden bir doğuş olur mu? Fail olan Allah’tır, her şey O’nun isteğindendir, diye bildirildi.

 

-41-

قَالَ رَبِّ اجْعَل لِّيَ آيَةً قَالَ آيَتُكَ أَلاَّ تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلاَثَةَ أَيَّامٍ إِلاَّ رَمْزًا وَاذْكُر رَّبَّكَ كَثِيرًا وَسَبِّحْ بِالْعَشِيِّ وَالإِبْكَارِ

Kâle rabbi ecal lî âyet kâle âyetuke ellâ tukellimen nâse selâsete eyyâmin illâ remzâ vezkur rabbeke kesîran ve sebbih bil aşiyyi vel ibkâr

Kâle rabbi ecal : dedi, rabbim, kıl, sun, ver,
li ayeten : ayet, işaret, delil,
Kale âyetu-ke : dedik, bildirdik, delil, işaret, ayet, sen
ellâ tukellime en nâse : değil, konuşma, kelam etme, insanlar
selâsete eyyâmin : sözün akıcı olması, anlaşılır, üç gün, güzel, hâkimiyet
illâ remzan : ancak, rumuz, remz, işaret, kapalı, manası, anlamı
ve uzkur : an, zikret, anla,
rabbe-ke kesir : seni vücudlandıran, rabbini, çok,
ve sebbih : tesbih et, fiil, sıfat, zatın tecellilerini idrak etmek
bi el aşiyyi ve el ibkâr : akşam ve sabah, her zaman,

 

41- Dedi ki: Rabbim! Bana bir ayet sun. Bildirdik: Sen ayetsin. İnsanlarla, hakikatlerin manalarını anlatacak bir şekilde, güzelce anlaşılır bir lisanın dışında konuşma ve Rabbini çok an ve sabah akşam fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak et.

 

-42-

وَإِذْ قَالَتِ الْمَلاَئِكَةُ يَا مَرْيَمُ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاء الْعَالَمِينَ

Ve iz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhastafâki ve tahhareki vestafâki alâ nisâil âlemîn

ve iz kâlet el melâiketu : demişti, bildirdi, dediğinde, güç, kuvvet
yâ meryemu : ey Meryem
inne Allâh estafâ-ki : muhakkak, Allah, seçicilik, seçkin, fark eden, sen
ve tahhare-ki : temizlenmek, arınmak, shak ile batılı ayırmak, sen
ve estafâ-ki : seçicilik, seçkin, has, fark eden, süzülmüş, sen
alâ nisâi : kadın, nefsini anlama yolunda olan,
el âlemîne : âlemler, topluluk, tüm herkes,

 

42- Güçlü olan bildirdi: Ey Meryem! Allah şüphesiz sana seçicilik verdi. Sen, hakk ile batılı seçerek temizlen ve senin hakk ile batıldaki seçiciliğin tüm kadınlara örnek olsun.

 

-43-

يَا مَرْيَمُ اقْنُتِي لِرَبِّكِ وَاسْجُدِي وَارْكَعِي مَعَ الرَّاكِعِينَ

Yâ meryemuknutî li rabbiki vescudî verkai mear râkiîn

yâ Meryem uknuyi : ey Meryem, kanitin, içten samimi uyan, itaat eden, uyan
li rabbi-ki : Rabbin için
ve esecede : secde et, teslim ol, varlığını anlayıp teslim olmak
ve irkai : rüku, sıfatların sahibine teslim olmak,
mea el râkiîne : ile, birlikte, grup, tüm, rüku, sıfatları teslim eden

 

43- Ey Meryem! Rabbini anlayıp itaat edenlerden ol ve tüm sıfatlarını, sıfatların sahibine teslim et ve tüm varlığını, varlığın sahibine teslim et.

-44-

 ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيكَ وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يُلْقُون أَقْلاَمَهُمْ أَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يَخْتَصِمُونَ

Zâlike min enbâil gaybi nûhîhi ileyk ve mâ kunte ledeyhim iz yulkûne eklâmehum eyyuhum yekfulu meryeme ve mâ kunte ledeyhim iz yahtesımûn

Zâlike min enbai : işte bu, haber, bilgiler,
gayb : bilinmeyen, bilemediğin
nûhî-hi ileyke : vahyediyoruz, bildiriyoruz, sana
ve mâ kunte ledey him : değil, şey, ne, sen, yanında, orada, onlar
iz yulkûne eklame hum : konuştuklarında, attıkları zaman, kalem, yazan, söz, onlar
eyyu-hum : onların hangisi
yekfulu meryeme : kefil, sorumlu, Meryem
ve mâ kunte ledey him : değil, şey, ne, sen, yanında, orada, onlar
iz yahtesımûne : olduğu zaman, tartışma, çekişme,

 

44- İşte bilmediğin bilgileri sana bildiriyoruz. Onlar, Meryem’e kim kefil olacak diye konuşurlarken, sen onların yanında değildin ve onlar, o konuda tartıştıklarında orada değildin.

 

-45-

إِذْ قَالَتِ الْمَلآئِكَةُ يَا مَرْيَمُ إِنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِّنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ

İz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minhu ismuhul mesîhu îsebnu meryeme vecîhan fîd dunyâ vel âhıreti ve minel mukarrebîn

ve iz kâlet : demişti, dediğinde,
el melâiketu : güç, kuvvet, her varlıktaki güç, temiz olan,
yâ meryemu : ey Meryem
inne allâhe yubeşşiruki : muhakkak, Allah, müjde, sevindirici haber, seni
bi kelimetin minhu : bir kelime ile, söz, tecelli, kendinden, ondan
ismu-hu : onun ismi, adı, işareti,
el mesîh : Mesih, temizlemek, mübarek, el yürütmek, mesh,
isebnumeryem : Meryem oğlu İsa
Vecihan : şef, ileri gelen, bilgili, yüzünü varlığın sahibine döndüren
fî ed dunyâ : dünyada, hayat, yaşam
ve el âhıreti : sonunda, son anına kadar
ve min el mukarrebîne : yakın olanlardan, yakınlığı anlayanlardan

 

45- Güçlü olan bildirdi: Ey Meryem! Muhakkak ki Allah kendinden bir tecelliyi sana müjdeler. Onun işareti kirliliği temizleyendir, o Meryem oğlu İsa’dır. O yaşamının son anına kadar yüzünü varlığın sahibine döndürüp teslim olmuştur ve o yakınlığı anlayanlardandır.

 

-46-

وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَمِنَ الصَّالِحِينَ

Ve yukellimun nâse fîl mehdi ve kehlen ve mines sâlihîn

ve yukellimu en nâse : kelime, konuşma, anlatma, insanlar
fî el mehdi : içinde, doğuş, yayılan, yeryüzü, doğru yolu anlatan, beşik,
ve kehlen : er kişi, olgun, kâmil, yetişkinlik çağı, kuvvetini toplayan
ve min es sâlihîne : salihlerden, iyi çalışmalarda olan

 

46- O insanlara doğuşu ve kemalatı anlatırdı ve o Salihlerdendi.

 

-47-

قَالَتْ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاء إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ

Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun ve lem yemsesnî beşer kâle kezâlikillâhu yahluku mâ yeşâ izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn

kâlet rabbi : dedi, Rabbim,
enna yekunu : nasıl,   olur,
lî veledun : benim çocuğum, evlat, döl, doğuş, yavru,
ve lem yemses-nî beşer : değil, bana dokunmadı, beşer, insan,
Kale kezâliki : dedi, bildirildi, işte böyle, bunun gibi
Allâh yahluku : Allah, halk eder, yaratır
mâ yeşâu : ne, şey, değil, ister, dilediği şey
izâ kadâ emren : olduğu zaman, takdir, istedi, iş, hüküm,
fe innemâ : böylece, sadece
yekûlu lehu kun : der, denir, ona, ol, hemen, olur,
fe yekun : böylece, hemen, olur,

 

47- Dedi ki: Rabbim! Bir beşer bana temas etmiş değilken, benim evladım nasıl olur? Bildirdik: Yaratılış Allah’ın isteğiyledir. İşleyiş takdir edildiğinde, artık ona ol der, o böylece olur.

 

-48-

   وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ

Ve yuallimuhul kitâbe vel hikmete vet tevrâte vel incîl

ve yuallimu-hu el kitab : öğretecek, o, kitabı, hakikatlerin sözlerini
ve el hikmete : hikmet, görme anlama yeteneği, ilahi düşünce, hüküm,
ve el Tevrat : yasalar, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
ve el incil : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh,

 

48- Ona kitabı ve hikmeti ve yasaları ve huzur veren bilgileri öğretendir

 

 

-49-

وَرَسُولاً إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُم بِآيَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُم مِّنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللّهِ وَأُبْرِئُ الأكْمَهَ والأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتَى بِإِذْنِ اللّهِ وَأُنَبِّئُكُم بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Ve resûlen ilâ benî isrâîle ennî kad citukum bi âyetin min rabbikum, ennî ehluku lekum minet tîni ke heyetit tayri fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh ve unebbiukum bi mâ tekulûne ve mâ teddehırûne fî buyûtikum inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum muminîn

ve resûlen : resul, hakikatleri gösteren,
ilâ benî israil : İsrail oğullarına, yakubun oğlulları, hak yolunda olan
Enni kad citu-kum bi : ben, oldu, geldi, size getirdim, bildiriyorum,
Ayetin min rabbi-kum : ayeti, işaret, delil, rabbinizden, vücudlandıran,
enni ehluku lekum : ben, yapmak, ortaya koymak, çıkarmak, var oluş, size
min et tini : özden, öze ait, nemli topraktan
Ke heyeti : gibi, vücud, heykel, suret,
el tayr : kuş, uçmak, yücelik, yetkili
fe enfuhu fiha : sonra, uçurmak, üflemek, onun içinde
fe yekûnu tayran : sonra, artık, böylece, olmak, kuş, uçmak, yücelik
bi izni allâhi : yetkili olan, yetki, Allah
ve ubriu el ekmehe : aklamak, temize çıkarmak, boş, kör, göremeyen
ve el ebrasa : alaca tenli, lekeli, baras,
ve uhyî el mevtâ : diri, hayat, nutfe, ölüm, öz
bi izni allâhi : yetkili olan, yetki, Allah
ve unebbiu-kum : haber vermek, bildirmek, siz
bi mâ tekulûne : beslenmek, faydalanmak, yediğiniz şeyleri
ve mâ teddehırûne : ne, şey, değil, saklamak, biriktirmek, gizlemek, korumak
fî buyûti-kum : içinde, mesken, ev, vücut evi,
İnne fi zalike le ayeten : muhakkak, bunların içinde, elbette, ayet, işaret
Lekum in kuntum muminin : size, eğer, siz, mümin, emin olmak istiyorsanız

 

49- O, İsrailoğullarına hakikatleri gösterendi. Dedi ki: Ben, sizi vücudlandıranın işaretlerini size bildiriyorum. Ben sizlere; varlığın varoluşunun bir özden olduğunu, o vücutlardaki yüceliği, onların içine üfleyeni, sonra o yücelikte Allah’ın yetkili olduğunu bildiriyorum. Hakikatleri göremeyenlere gerçekleri tertemiz bildirdim ve vücutlarını cehalet kirliliğiyle kendine nisbet edenlere hakikatleri bildirdim ve nutfedeki dirilikte Allah’ın yetkili olduğunu bildirdim. Sizlere faydalı olan şeyleri ve sizin vücudunuzun içindeki tecellileri anlamanız gerektiğini size bildirdim. Muhakkak ki bunların içinde emin olmak isteyenler için elbette işaretler vardır.

 

 

-50-

وَمُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَلِأُحِلَّ لَكُم بَعْضَ الَّذِي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ وَجِئْتُكُم بِآيَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَطِيعُونِ

Ve musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve li uhılle lekum badallezî hurrime aleykum ve citukum bi âyetin min rabbikum fettekûllâhe ve etîûn

ve musaddikan : doğrulayıcı, sımsıkı bağlı olan, sadık olan, tasdik eden
Li ma beyne yedeyye : şeyleri, arasında, her şeyde, önümde, eli, gücü,
min et tevrâti : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
ve li uhılle lekum : için, helal, uygun, size
bada ellezî : bazı, o kimse, şeyleri ki
Hurime aleykum : haram, yasak, uygun değil, üzerinize, size
ve citu-kum : geldim, getirdim, bildirdim, sundum, siz
bi ayetin : ayet, işaret, delil
min rabbi-kum : Rabbinizin, sizi vucudlandıran,
fe ittekû Allah : fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın
ve etiu ni : itaat, uymak, benim bildirdiğim şekilde itaat edin

 

50- Tüm varlıktaki yasalara sımsıkı bağlıyım. Sizlere uygun olan şeyleri ve sizlere uygun olmayan şeyleri bildirdim ve sizi vücudlandıranın sizdeki işaretlerini size bildirdim. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve benim bildirdiğim şekilde itaat edin.

 

-51-

إِنَّ اللّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

İnnallâhe rabbî ve rabbikum fabudûh hâzâ sırâtun mustakîm

inne Allâh Rabbi : muhakkak, Allah, rabbim, vücudlandıran,
ve rabbu-kum : Rabbiniz, vücudlandıran, siz,
Fe abudû-hu : artık, bundan böyle, o halde O’na kul olun
Haza sırâtun mustakîmun : bu, dosdoğru yol, gerçek olan, hakikat olan,

 

51- Muhakkak ki beni de vücudlandıran ve sizi de vücudlandıran Allah’tır. Bundan böyle O’na kul olun, işte dosdoğru yol budur.

-52-

  فَلَمَّا أَحَسَّ عِيسَى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ أَنصَارِي إِلَى اللّهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنصَارُ اللّهِ آمَنَّا بِاللّهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ

Fe lemmâ ehassa îsâ min humul kufre kâle men ensârî ilâllâh kâlel havâriyyûne nahnu ensârullâh âmennâ billâh veşhed bi ennâ muslimûn

fe lemmâ ehassa îsâ : fakat, artık, daha sonra, olduğunda, hissetmek, İsa
Min hum el kufre : onlarda, hakikatleri görmeyip örtmek, reddetmek,
Kâle men ensari ila Allah : dedi, kim, yardımcı, ancak, Allah’ın hakikatleri için
kâle el havâriyyûne : havariler dedi, gel git halinde olanlar,
Nahnu ensar Allah : biz, yardımcı, Allah’ın hakikatleri için
âmennâ bi allâhi : inandık, iman ettik, Allah
ve eşhed : bil, gör, şahit ol
Bi enna muslimûne : bizim, olduğu, barış huzur üzere olan, teslim olanlar

 

52- Sonra da İsa, onlarda hakikatleri reddetme hallerini hissettiğinde dedi ki: Kim Allah’ın hakikatleri için bana yardımcı olacak. Havariler dedi ki: Biz, Allah’ın hakikatleri için sana yardımcıyız, Allah’a iman ettik, bizim barış ve huzur üzere olduğumuzu bil.

 

-53-

رَبَّنَا آمَنَّا بِمَا أَنزَلَتْ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ

Rabbenâ âmennâ bi mâ enzelte vettebanâr resûle fektubnâ meaş şâhidîn

rabbe-nâ amenna : Rabbimiz, inandık, iman ettik
Bima enzelte : şeye, hakikatlere, sen indirdin, sundun, gelen
ve ittebana resul : biz tabî olduk, uyduk, resul, hakikati gösteren,
fe uktubnâ : artık, yazılı olan, biz
mea eş şâhidîne : beraber, birlikte, her an her yerde hazır olan, anladık

 

53- Rabbimiz! Biz senden gelen hakikatlere inandık ve Resul’e uyduk, bizim vücudlarımızda hakikatlerinin yazılı olduğunu, senin hep bizimle birlikte olduğunu anladık.

 

-54-

وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

Ve mekerû ve mekarallâh vallâhu hayrul mâkirîn

ve mekerû : karanlık, gizli, hile, çare, tuzak, düzen, kurtulma,
ve meker allah : karanlık, gizli, hile, çare, tuzak, düzen, kurtulma, Allah
Ve Allah hayru : Allah, hayırlı, faydalı, yararlı,
el makirine : karanlık, gizli, düzen, plan, çare, tuzak,

 

54- Çareye ve çarenin Allah’ta olduğuna ve Allah’ın çaresinde hayr olduğuna inandık.

 

-55-

إِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ

İz kâlellâhu yâ îsâ innî muteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke minellezîne keferû ve câilullezînettebeûke fevkallezîne keferû ilâ yevmil kıyâmeh summe ileyye merciukum fe ahkumu beynekum fîmâ kuntum fîhi tahtelifûn

iz kâle Allâh ya isa : bildirdi, Allah, ey İsa
İnni muteveffî-ke : ben, teslim, sevgiyle bağlılık, vefa, içtenlik
ve râfiu-ke ileyye : yükselmek, yücelik, sen, bana, kendime
ve mutahhiru-ke : arınmak, temizlenmek, sen
min ellezîne keferu : o kimselerden, onlardan, hakikatleri örtenler
ve câilu ellezine : kılacak, yapacak, sunacak, anlatacak, o kimseler, onlar
ittebeû-ke : tabi olan, senin anlattıklarına uyan,
fevka : üstünde, yüce, ulvi olan, yukarı,
Ellezine keferû : hakikatleri görmemezlikten gelmek, önemsememek,
ilâ yevmil kıyâmeti : hakikatlerin ortaya çıkışına, ölüm vakti,
Summe ileyye merci kum : sonra, bana, dönüş, kaynak, öz, siz
fe ahkumu : öyle ki, o zaman, hüküm, nizam, sağlam, gerçek olan,
beyne kum : sizin aranızda, kendi aranızda
fîmâ kuntum : içinde, olduğunuz şeyde,
fihi tahtelifun : hakikatler hakkında, o şeyler hakkında, ihtilaf, ayrılık

 

55- Allah bildirdi: Ey İsa! Sen Bana her şeyinle bağlan ve Benim yüceliğimi anla, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin o hallerinden temizlen ve o kimselere, senin O yüce olana tâbi olduğun gibi onların da olmalarını anlat. O kimseler ölünceye kadar hakikatleri önemsemezler. Sizin geldiğiniz kaynak Benim. Kendi aranızda ihtilafa düştüğünüz şeylerin gerçeği Bendedir.

-56-

  فَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَأُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ

Fe emmellezîne keferû fe uazzibuhum azâben şedîden fîd dunyâ vel âhıreti ve mâ lehum min nâsirîn

fe emma ellezine keferu : lakin, ama, ise, o kimseler, hakikatleri örten
fe uazzibu-hum : artık, azap, sıkıntı, ben, onlar
azâben şedîden : azap, sıkıntı, daha fazla, şiddetli, tesirli
Fi el dunya : dünyada, yaşam
ve el ahıreti : sonunda, son anlarına kadar, ahiret
ve mâ lehum min nasirin : değil, şey, ne, onlar, yardımcı

 

56- Fakat hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, artık onlar Beni anlamamanın sıkıntısında kalırlar. Onlar yaşarken ve son anlarına kadar daha fazla sıkıntılarda kalırlar ve onların yardımcıları da yoktur.

 

-57-

 وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ

Ve emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe yuveffîhim ucûrehum vallâhu lâ yuhibbuz zâlimîn

ve emmâ ellezine amenu : lakin, fakat, ise, iman edenler, inananlar
ve amilû es sâlihâti : Salih amel, iyi çalışmalarda, yararlı amellerde
Fe yuveffî-him : artık, sevgi, ödenir, vefa,
ecr hum : vardır, ecir, karşılık, onlara
ve Allâh la yuhib : Allah, yok, sevgi, aşk, muhabbet,
el zalimin : zalimler, zulüm içinde olan, kötülük içinde olan,

 

57- İman edenler ve salih amellerde olanların karşılığı ise; sevginin, dostluğun davranışlarında olmaktır. Zalimlerde ise Allah sevgisi yoktur.

 

-58-

ذَلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الآيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَكِيمِ

Zâlike netlûhu aleyke minel âyâti vez zikril hakîm hakîmi

Zâlike : işte, işte bu, tüm, varlık, tüm kâinat,
netlu hu aleyke : tilavet, okuma, açıklama, gösterme, sende
min el ayati : ayetler, kanıtlar, deliller, işaret,
ve el zikri : zikir, anma,
el hakim : hâkim olan, bütün heryere hâkim olan

 

58- İşte tüm varlıktan sana ayetlerimizi her an okuyoruz ve tüm varlığa hâkim olan zikrimizi gösteriyoruz.

 

-59-

 إِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِندَ اللّهِ كَمَثَلِ آدَمَ خَلَقَهُ مِن تُرَابٍ ثِمَّ قَالَ لَهُ كُن فَيَكُونُ

İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn

İnne mesele : muhakkak, doğrusu, misal, durum,
isa inde Allah : İsa, katında, ona ait olan, Allah
ke meseli ademe : gibi, misal, durum, Âdem
halaka-hu : yarattı, halk etti,
min turabin : topraktan,
Summe kale lehu kun : sonra, dedi, der, ona, ol
fe yekûnu : o zaman, böylece, olur

 

59- Muhakkak ki Allah’ın katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onun yaratılışı topraktan, sonra ona ol der, böylece olur.

-60-

الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُن مِّن الْمُمْتَرِينَ

El hakku min rabbike fe lâ tekun minel mumterîn

el hakku : hak, gerçek, hakikat,
min rabbi ke : rabbin, seni vücudlandıran,
fe lâ tekun : öyleyse, artık, yok, olmak, sen olma
min el mumterîne : şüphe eden, kuşku, tereddüt

 

60- Gerçek olan seni vücudlandırandır, artık şüphelerini yok et.

 

-61-

فَمَنْ حَآجَّكَ فِيهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْاْ نَدْعُ أَبْنَاءنَا وَأَبْنَاءكُمْ وَنِسَاءنَا وَنِسَاءكُمْ وَأَنفُسَنَا وأَنفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَل لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ

Fe men hâcceke fîhi min ba’di mâ câeke minel ilmi fe kul teâlev nedu ebnâenâ ve ebnâekum ve nisâenâ ve nisâekum ve enfusenâ ve enfusekum summe nebtehil fe necal lanetallâhi alel kâzibîn

fe men hâcce-ke fihi : artık, kim, tartışma, gelme, sen, hakikatler için
min badi ma cae ke : sonradan, sonra, şey, ne, değil, gelen, ulaşan, sen,
el ilm : ilim, bilgi, hakikat,
fe kul tealev nedu : o zaman de, söyle, anlat, gelin, uyun, nida, davet, çağrı
Ebnae na ve ebnâe-kum : evlat, biz ve evlat, çocuk, siz
ve nisâe-nâ : kadın, nefsini tanıma yolunda olan, biz
ve nisâe-kum : kadın, nefsini tanıma yolunda olan, siz
ve enfuse-nâ : kendimiz, bizler
ve enfuse-kum : sizler
Summe nebtehil : sonra, böylece, dua, yönelme, davet, meydana gelme,
fe necal : o zaman, böylece, kılmak, yapmak,
lanete allâhi : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma,
alâ el kâzibîne : için, çünkü, üzerine, yalanlarda kalmak, yalancı

 

61- Sen ilmin hakikatlerine ulaştıktan sonra, seninle hakikatler için tartışırlarsa, o zaman de ki: Gelin hakikatlere uyun, evlatlarımız ve evlatlarınız, kadınlarınız ve kadınlarımız, sizler ve bizler böylece Hakk’a yönelelim, çünkü yalanlarda kalanlar Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşırlar.

 

-62-

   إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلاَّ اللّهُ وَإِنَّ اللّهَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

İnne hâzâ le huvel kasasul hakk ve mâ min ilâhin illâllâh ve innellâhe le huvel azîzul hakîm

İnne haza le huve : muhakkak, bu, işte bu, elbette, gerçek, o
el kasasu : kısas, bildirme, anlatma, gerçek olay,
el hakku : hak, hakikat, gerçek,
ve mâ min ilah illa Allah : değil, şey, ne, yok, bir ilah, ancak, vardır, Allah
ve inne allâhe : muhakkak ki Allah
le huve el aziz : elbette, o, tüm değerlerin yüce sahibi,
el hakim : hâkim olan

 

62- Muhakkak ki işte bunlar, hakikatlerin anlatılmasıdır. Allah’tan başka güç yoktur.

Muhakkak ki Allah, elbette tüm varlıktaki niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-63-

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِالْمُفْسِدِينَ

Fe in tevellev fe innallâhe alîmun bil mufsidîn

fe in tevellev : artık, bundan sonra, eğer, kendi cehaletine dönerse
fe inne Allâh alimun : o zaman, muhakkak, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden
bi el mufsidîne : ikilikte kalan, bozguncular, fesadlık,

 

63- Bundan sonra kendi cehaletlerine dönenler, ilmin sahibi olan Allah’ı idrak etme konusunda ikilikte kalırlar.

 

-64-

 قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ

Kul yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ nabude illâllâhe ve lâ nuşrike bihî şeyen ve lâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillâh fe in tevellev fe kûlûşhedû bi ennâ muslimûn

kul yâ ehle el kitâbi : de ki, aktarılan söylentilerde kalan, eski biliş
teâlev : gelin
ilâ kelimetin sevean : bir kelimeye, bir söze, eşit kılan, bir kılan
Beyne na ve beyne-kum : bizleri ve sizleri, aramızda,
ellâ nabude illa Allah : değil, kul olmayalım, ancak, Allahtan başka
ve lâ nuşrike bihi şeyen : yok, şirk, ortak koşmak, ona, bir şey
ve lâ yettehize : yok, edinmek, sarılmak
Badu nâ baden : bazınız, bazınızı, bir başkasını, birbirinizi
erbaben : rabler, sahip, efendi, başkan, tüm varlığı vücudlandıran
min dûni allâhi : Allah’tan başka
fe in tevellev : artık, bundan sonra, eğer, kendi cehaletine dönerse
fe kûlû eşhedu : artık, yinede, söyle, tanık, bilen gören, bilin, şahit olun,
Bi enna muslimûne : biz, teslim olanlar, barış huzur üzere olan

 

64- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Sizleri ve bizleri eşit kılan o sözlere gelin. Allah’tan başka şeye kul olmayalım ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’tan başka bir sahip edinmeyelim. Bundan sonra onlar, eğer kendi cehaletlerine dönerlerse, yinede de ki: Biz tüm varlığımızla teslim olup barış ve huzur üzere olanlardan olduk, siz de hakikatlere şahit olun.

 

-65-

   يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَآجُّونَ فِي إِبْرَاهِيمَ وَمَا أُنزِلَتِ التَّورَاةُ وَالإنجِيلُ إِلاَّ مِن بَعْدِهِ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Yâ ehlel kitâbi lime tuhâccûne fî ibrâhîme ve mâ unziletit tevrâtu vel incîlu illâ min badih e fe lâ takılûn

yâ ehle el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte
lime tuhâccûne : niçin, nasıl, neden, tartışma, çekişme,
fî ibrâhîme : için, hakkında, İbrahim hakkında
ve mâ unzilet : değil, şey, ne, indirmek, bildirmek, sunmak
et tevrâtu : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
ve el incîlu : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh,
İllâ min badihi : ancak, başka, den başka, ondan sonra, sonra
e fe lâ takılûne : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?

 

65- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! İbrahim için neden çekişiyorsunuz. Ona yasalardan ve huzur veren bilgilerden başka bir şey sunulmadı. Hâlâ akıl etmez misiniz?

 

-66-

هَاأَنتُمْ هَؤُلاء حَاجَجْتُمْ فِيمَا لَكُم بِهِ عِلمٌ فَلِمَ تُحَآجُّونَ فِيمَا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

Hâ entum hâulâi hâcectum fî mâ lekum bihî ilmun fe lime tuhâccûne fî mâ leyse lekum bihî ilm vallâhu ya’lemu ve entum lâ talemûn

hâ entum haulai : işte, bu, siz, bunlar, bu, şu
hâcectum : iddia, tartışma, çekişme, kendi inancını savunma
fî mâ lekum bihî ilmun : için, hahkında, için, onun hakkında, ilim, bilgi
fe lime tuhâccûne : artık, nasıl, neden, tartışıyorsunuz, iddia
fî mâ leyse lekum : için, hakkında, değil, yoktur, sizin,
Bihi ilmin : için, onun hakkında, ilim, bilgi
ve allâh yalemu : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
ve entum la talemun : siz, yok, bilmek, ilmin sahibi,

 

66- Sizler, bilgili olmadığınız şeyler hakkında tartışıyorsunuz, bilginiz olmayan şeyler hakkında nasıl tartışırsınız? Allah ilmin sahibidir ve sizler ilmin sahibi değilsiniz.

 

-67-

مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلاَ نَصْرَانِيًّا وَلَكِن كَانَ حَنِيفًا مُّسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Mâ kâne ibrâhîmu yahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfen muslimâ ve mâ kâne minel muşrikîn

mâ kâne ibrahim : olmadı, değildi, İbrahim
Ya haduyyen : yalnız biz yol gösteririz diyen
ve lâ nasrâniyyen : yok, yardımcı olan,
ve lâkin kâne hanif : lakin, oldu, hanif, tevhit üzere, varlığın birliğine inanan
muslimen : teslim olan, barış huzur üzere olan
ve mâ kâne : olmadı, etmedi,
min el muşrikîne : ortak koşan, Allah’ın niteliklerini kendine isnat eden,

 

67- İbrahim; yalnız biz yol gösteririz diyenlerden de, bizden başka yardımcı olacak yoktur diyenlerden de olmadı. Fakat o; Tevhid üzere oldu, tüm varlığıyla teslim olup barış ve huzur üzereydi ve o, Allah’ın niteliklerini kendine isnat eden olmadı.

 

-68-

إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ

İnne evlen nâsi bi ibrâhîme lellezînettebeûhu ve hâzan nebiyyu vellezîne âmenû vallâhu veliyyul muminîn

inne evlâ en nâsi : muhakkak, uygun, layık, yakın, daha iyi, birincisi, insan
bi ibrâhîme : İbrahim, rahim üzere olan, öz üzere olan,
Le ellezine ittebeû-hu : elbette, onlar, o kimseler, tabi olmak, uymak, takip
ve hâza en nebiyyu : bu nebi, haber sunan, hakikatleri bildiren
ve ellezine âmenû : onlar, o kimseler, iman eden, inanan
ve allâh veliyy : Allah, dost,
muminun : müminler, emin olanlar,

 

68- Muhakkak ki İbrahim’e en yakın olan insanlar; elbette onun bildirdiği hakikatleri takip edenler, nebimiz budur diyenler, iman eden kimseler ve Allah’ı dost edinen müminlerdir.

 

-69-

وَدَّت طَّآئِفَةٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ إِلاَّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ

Veddet tâifetun min ehlil kitâbi lev yudillûnekum ve mâ yudıllûne illâ enfusehum ve mâ yeşurûn

veddet tâifetun : diledi, isterler, taife, grup, topluluk
min ehli el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte
Lev yudillûne-kum : eğer, şayet, ise, dalalet, hakikatlerden sapmak, siz
ve mâ yudıllûne : değil, şey, ne, dalalet, sapmak, düşüremezler
illâ enfuse-hum : ancak, sadece, kendilerinin, onlar
ve mâ yeşurûne : değil, şey, ne, yok, şuur, kendinin çevresinin farkında

 

69- Aktarılan söylentilerde kalanlar, sizi hakikatlerden kendi cehaletlerine saptırmak isterler. Fakat onlar, ancak kendi cehaletlerine saparlar ve onlar, kendilerinin ve çevrelerinin farkında değildirler.

-70-

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ

Yâ ehlel kitâbi lime tekfurûne bi âyâtillâhi ve entum teşhedûn

yâ ehle el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte
lime tekfurûne : niçin, nasıl, hakikatleri örtme, kabul etmeme
bi âyâti allâhi : Allah’ın ayetlerini
ve entum teşhedun : siz kendinizi, bilmek, tanık, görüp duruyorsunuz,

 

70- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Allah’ın ayetlerini nasıl olur da görmemezlikten gelirsiniz? Hâlbuki sizler kendinizi görüyorsunuz.

-71-

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ya ehlel kitâbi lime telbisûnel hakka bil bâtılı ve tektumûnel hakka ve entum talemûn

yâ ehle el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte
lime telbisûne : niçin, nasıl, hile, oyun, aldanma, karıştırıyorsunuz
el hakka bi el bâtılı : hakkı, gerçek, batıl, boş olan, asılsız olan
ve tektumûne el hakk : gizliyorsunuz, görmezsiniz, gizli olan, gerçek, hakikat
ve entum talemun : siz, kendiniz, biliyorsunuz

 

71- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Nasıl olur da gerçek olanla, asılsız olan şeyleri karıştırıyorsunuz ve gerçeği göremiyorsunuz ve kendinizin de gerçek olduğunuzu biliyorken.

 

-72-

وَقَالَت طَّآئِفَةٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمِنُواْ بِالَّذِيَ أُنزِلَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُواْ آخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

Ve kâlet tâifetun min ehlil kitâbi âminû billezî unzile alellezîne âmenû vechen nehâri vekfurû âhirahu leallehum yerciûn

ve kâlet tâifetun : dedi, bir gurup, topluluk, kimseler,
min ehli el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte
Âminû bi ellezi unzile : iman edin, inanın, o kimseler, sunulan, bildirilen,
alâ ellezîne amenu : göre, için, onlar, o kimseler, inanan, iman eden
veche en nehâri : yüz, yön, gündüz, aydınlık, gün,
ve ekfurû ahira hu : kabul etmeyin, hakikatleri örter, sonra, sonunda, o
lealle-hum yerciun : umulur ki böylece onlar

 

72- Aktarılan söylentilerde kalanlardan bazıları bazılarına derler ki: İman eden kimselere bildirilenlere, siz de onlarla birlikte, aydınlık bir yüzle inanıyor gibi görünün ve sonra da kabul etmeyin dönün, umulur ki onlarda dönerler.

-73-

وَلاَ تُؤْمِنُواْ إِلاَّ لِمَن تَبِعَ دِينَكُمْ قُلْ إِنَّ الْهُدَى هُدَى اللّهِ أَن يُؤْتَى أَحَدٌ مِّثْلَ مَا أُوتِيتُمْ أَوْ يُحَآجُّوكُمْ عِندَ رَبِّكُمْ قُلْ إِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Ve lâ tuminû illâ li men tebia dînekum kul innel hudâ hudallâhi en yutâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum kul innel fadla bi yedillâh yutîhi men yeşâu vallâhu vâsiun alîm

ve lâ tuminû illa li men : inanmayın, ancak, sadece, kimseden başka
tebia : uydu, tabi oldu,
dine-kum : din, varoluş yasaları, siz
kul inne el hudâ : anlat, söyle, muhakkak, yol gösteren, sahip, doğru yol
hudâ allâh : doğru yol, sahip, efendi, Allah
en yutâ ehadun : verilmesi, sunulması, bildirmek, bir, tek,
Misle mâ ûtîtum : benzer, gibi, şey, ne, değil, verilen, sunulan, siz
ev yuhâccû-kum : yoksa, ya da, çekişme, çatışma, iddia, siz
inde rabbi-kum : katında, ona ait, hakkında, Rabbiniz
Kul inne el fadla : anlat, söyle, muhakkak, fazilet, nitelik, lütuf,
bi yedi allâhi : güç, el, veren, Allah
Yutî hi men yeşau : verir, sunar, bildirir, ihsan edilir, ulaşır, onu, kim, isterse
ve allâh vâsiun alim : Allah, vâsi, ilmi geniş, kaplar, sonsuz, ilmin sahibi

 

73- Siz, dine uyan kimselerden başkasına inanmayın. De ki: Muhakkak ki doğru yol, Allah’a giden yoldur. Sizlere bildirilen şeyler bir olandan bildirilir. Sizinle Rabbin hakikatleri hakkında tartışırlarsa, de ki: Muhakkak ki lütufları veren Allah’tır. İsteyen kimse o sunulan hakikatleri anlar ve Allah’ın ilmi sonsuzdur.

 

-74-

يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ vallâhu zul fadlil azîm

yahtassu : tahsis eder, has kılma, anlar, ayırma,
bi rahmeti-hî : rahmet, o
men yeşâu : kim isterse, isteyen kimse,
ve Allâh zu el fadl : Allah, sahip, lütuf, fazilet, erdem, değer,
el azim : yüce, ulu, karar sahibi,

 

74- Kim isterse O’nun rahmetini anlar. Allah lütufların sahibidir, işleyişteki karar sahibidir.

 

-75-

وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِن تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُم مَّنْ إِن تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لاَّ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ إِلاَّ مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَآئِمًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الأُمِّيِّينَ سَبِيلٌ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Ve min ehlil kitâbi men in temenhu bi kıntârin yueddihî ileyke ve minhum men in te’menhu bi dînârin lâ yueddihî ileyke illâ mâ dumte aleyhi kâimâ zâlike bi ennehum kâlû leyse aleynâ fîl ummiyyîne sebîl ve yekûlûne alâllâhil kezibe ve hum yalemûn

ve min ehli el kitâbi : aktarılan söylentilerde kalan, eski bilişte, ehli kitap,
Men in temenhu : kim, kimse, eğer, şayet, güvenli, teminat, emanet, o
bi kıntârin : tartı ile, ölçü ile, fazla
Yueddihî ileyke : onu iade eder, geri verir, sana
ve minhum : ve onlardan
men in temenhu : kim, kimse, eğer, şayet, güvenli, teminat, emanet, o
bi dînârin : bir dinar
lâ yueddihî ileyke : iade etmez, geri vermez, onu, sana
illâ mâ dumte : ancak, değil, yok, şey, ne, uzun, devamlı değil
aleyhi kâimen : onun üzerine, diri olan, ayakta, diri tutan
Zalike bi ennehum : işte bu, elbette, şüphesiz, onlar
Kalu leyse aleynâ : dediler, değil, bizim üzerimize, bize
fî el ummiyyine sebil : aslından gelen, doğduğu saflıkta olan, yol, hakkın yolu
ve yekûlûne ala Allah : diyorlar, derler, için, üzerine, Allah
el kezibe : yalanlarda kalmak, yalan söyledi
ve hum yalemun : onlar, biliyorlar, bilinir,

 

75- Aktarılan söylentilerde kalan öyle kimseler vardır ki, ne kadar mal emanet etsen de onu sahibine iade eder. Onlardan öyle kimseler de vardır ki, bir dinar versen, sen ısrarla istemedikçe onu geri vermez. İşte bu onların halleridir. Derler ki: Biz o saflık içinde olanlardan değiliz. Söyledikleri Allah’a karşı yalanlarda kalmaktır ve onlar halleriyle bilinirler.

 

-76-

بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ

Belâ men evfâ bi ahdihî vettekâ fe innallâhe yuhibbul muttekîn

Belâ men evfa : hayır, öyle değil, kim vefa, yerine geitdi, uydu,
bi ahdi-hî : sözüne ahdini, yeminini
ve ittekâ : fenalardan sakındı, ortak koşmadı
fe inne allâh : o zaman, o takdirde, muhakkak ki Allah
Yuhibbu : sever, sevgi vardır,
el muttekîne : dürüst, doğru olan, sakınan, dosdoğru hareket eden,

 

76- Bilakis sözünü yerine getiren kimselerde ve fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlarda, o dosdoğru hareket edenlerde, Allah sevgisi vardır.

 

-77-

إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَأَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَئِكَ لاَ خَلاَقَ لَهُمْ فِي الآخِرَةِ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ وَلاَ يَنظُرُ إِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

İnnellezîne yeşterûne bi ahdillâhi ve eymânihim semenen kalîlen ulâike lâ halaka lehum fîl âhırati ve lâ yukellimuhumullâhu ve lâ yenzuru ileyhim yevmel kıyâmeti ve lâ yuzekkîhim ve lehum azâbun elîm

inne ellezîne : muhakkak, doğrusu, o kimseler
yeşterûne : satın almak, satarlar, az bir çıkara değişirler,
bi ahdi allâhi : ahd, sözlerini, anlaşma, Allah
ve eymâni-him : yeminlerini, sağ, diri olan
semenen kalîlen : az bir değer, çıkar
Ulâike la halaka : işte onlar, yok, varoluş, yaratılış
Lehum fî el âhırati : onlar için, sonunda, sonları, ahirette
ve lâ yukellim hum allah : yok, kelam, söyleme, tecelli, onlar, Allah
ve lâ yenzuru ileyhim : göremezler, dönüp bakmazlar, onlara, kendilerine,
yevme el kıyamet : gün, vakit, an, zaman, diriliş, ölüm vakti,
ve lâ yuzekkî-him : yok, anlama, kavrama, temizlenme, zeka, onlar
ve lehum azâbun elîmun : onlar, azap, sıkıntı, acı, elim,

 

77- Doğrusu Allah’a verdiği sözlerini tutmayan kimseler vardır ve onlar yeminlerini az bir çıkara değişirler. İşte onlar, son anlarına kadar varoluşu anlayamazlar ve onlar Allah’ın tecellilerini anlayamazlar ve onlar ölünceye kadar kendilerine dönüp bakmazlar ve onlar hakikatleri kavrayamazlar ve onlar acı sıkıntılardadırlar.

 

-78-

وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُم بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Ve inne minhum le ferîkan yelvûne elsinetehum bil kitâbi li tahsebûhu minel kitâbi ve mâ huve minel kitâb ve yekûlûne huve min indillâhi ve mâ huve min indillâh ve yekûlûne alâllâhil kezibe ve hum yalemûn

ve inne minhum le ferika : muhakkak, onlardan, bir gurup, bazı kimseler
Yelvune : eğip bükme, eğri, yanlış konuşma,
elsinete-hum : dillerini, konuşmalarını, onlar,
bi el kitâbi : Kitab, hakikatlerin sözlerini
li tahsebu hu : için, sizin, zannetme, hesap etme, onu,
min el kitab : kitab, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
ve ma huve min el kitâbi : değil, o, bir kitap, yazılı olan, hakikatlerin sözü
ve yekûlûne : derler, söylerler,
Huve min indi allâhi : o, ait, katından, Allah
ve mâ huve min indi allah : değil, şey, ne, o, ona ait, katından, Allah
ve yekûlûne ala Allah : diyorlar, derler, için, üzerine, Allah
el kezibe : yalanlarda kalmak, yalan söyledi
ve hum yalemun : onlar, bilirler, bilinir, halleriyle bilinir,

 

78- Onlardan bazıları da hakikatlerin sözlerini değiştirerek konuşurlar. Sizler de o anlatılanları, hakikatlerin sözleri zannedersiniz ve o anlatılanlar kitaptan değildir ve derler ki: bunlar Allah’a ait olan hakikatlerdir. Oysa o anlatılanlar Allah’a ait hakikatler değildir ve söyledikleri Allah’a karşı yalanlarda kalmaktır ve onlar yalanları bilirler.

 

-79-

مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُؤْتِيَهُ اللّهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُواْ عِبَادًا لِّي مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِن كُونُواْ رَبَّانِيِّينَ بِمَا كُنتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنتُمْ تَدْرُسُونَ

Mâ kâne li beşerin en yutiyehullâhul kitâbe vel hukme ven nubuvvete summe yekûle lin nâsi kûnû ıbâden lî min dûnillâhi ve lâkin kûnû rabbâniyyîne bi mâ kuntum tuallimûnel kitâbe ve bimâ kuntum tedrusûn

mâ kâne li beşer : değil, demez, olmadı, olmaz, beşer için, insan
en yutiye-hu allâh : vermesi, sunması, ulaşılması, ona Allah
el kitâbe : kitap, hakikatlerin sözleri
ve el hukme : hükümler, nizam, hikmet, kural, hâkim
ve en nubuvvete : nebilik, hakikatleri bildiren
Summe yekulu li el nas : sonra, der, söyler, insanlar için
Kunu abıden : olun, kul
min dûni allâhi : Allah’tan başka
ve lâkin kunu rabbaniyin : fakat, olun, rabbe bağlı, kendini adamış, vücudlandıran
Bima kuntum : sebebiyle, dolayı, siz oldunuz
tuallimûne el kitâbe : bilirsiniz, öğretiyorsunuz, öğreniyorsunuz, kitap
ve bimâ kuntum tedrusun : sebebiyle, dolayı, siz oldunuz, öğrenmek, öğretim, eğitim

 

79- Allah’ın sunduğu kitabın hakikatlerine ulaşanlar ve hikmet sahipleri ve hakikatleri bildirenlerden hiçbir beşer, insanlara: Allah’tan başkasına kul olun, demez. Fakat onlar: Sizi vücudlandıran Allah’a bağlanın, sizler kitabın öğrettiği gibi olun ve öğrenme, öğretme yolunda olun, derler.

 

-80-

وَلاَ يَأْمُرَكُمْ أَن تَتَّخِذُواْ الْمَلاَئِكَةَ وَالنِّبِيِّيْنَ أَرْبَابًا أَيَأْمُرُكُم بِالْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنتُم مُّسْلِمُونَ

Ve lâ yemurekum en tettehizûl melâikete ven nebiyyîne erbâbâ e yemurukum bil kufri bade iz entum muslimûn

ve la yemure-kum : yok, iş, işleyiş, emir, hüküm, siz
en tettehizû : edinmenizi, sarılmanız,
el melaiket : güç, kuvve, melek, mutlak güç
ve en nebiyyîne : nebiler, hakikatleri bildiren, haber verenler
erbâben : ulu, yüce olan, başkan, efendi, ehil, kâmil kimse, rab
e yemuru-kum : iş, hüküm, işleyiş, siz
bi el kufri : hakikatleri görmemezlikten gelmek, örtmeyi,
Bade iz entum muslimun : sonra, olduğunuzda, slam, barış, teslim olan,

 

80- Ve siz varlığın işleyişini anlamayı terk etmeyin, varlıktaki gücü anlayın, hakikatlere sımsıkı sarılın ve hakikatleri bildirin ve kâmil kimseler olun, varlıktaki işleyişin sahibi siz misiniz? Siz tüm varlığınızla teslim olup, barış ve huzur üzere olduktan sonra, bir küfür içinde olmayın, derler.

 

-81-

  وَإِذْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّيْنَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُواْ أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُواْ وَأَنَاْ مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ

Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tuminunne bihî ve le tensurunnehu kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî kâlû akrarnâ kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn

ve iz ehaze Allah : aldığında, edindi, anladığında, sarılmak, Allah,
misak : anlaşma, sözleşme, söz vermek, bağlanmak,
nebiyyine : nebiler, hakikatleri bildirenler, haber veren,
Lema âteytu-kum : ne, olduğunda, neler, vermek, sunmak, siz,
min kitâbin : kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
ve hikmet : hikmet, tüm varlıktaki incelikler,
Summe cae kum : sonra, geldi, sundu, bildirdi, siz
resul : resul, hakikati gösteren,
musaddikun : tasdik eden, doğru olan, onaylayan, sadık olan
Lima mea-kum : o şeyi, hakikatleri, beraber, birlikte, siz,
le tuminunne bi-hî : elbette, mutlaka, inanacaksınız, inanın, ona
ve le tensurunne-hu : elbette, mutlaka, yardım etmek, ona
kâle e akrartum : dedi, der, ikrar, kabul etmek, siz
ve ehaztum : aldınız, edinmek, sarılmak,
ala zalikum ısri : bunun üzerine, zor, ağır,
Kalu akrarnâ : dediler, ikrar ettik, kabul ettik,
Kâle fe eşhedu : dedi, artık, tanık, bilmek, görmek, şahit
ve ene mea-kum : ben, beraber, birlikte, siz,
min el şahidin : heran her yerde hazır olan, şahit, bilen, gören,

 

81- Nebiler söz vermişlerdi: Allah’ın hakikatlerine sarılacaklarına, kendilerine sunulan kitabın hakikatleri üzere olacaklarına ve hikmet üzere olacaklarına dair. Sonra kendilerine gelen Resullere sadık olacaklarına, ona inanıp aynı yolda birlikte hareket edeceklerine ve ona yardım edeceklerine dair. Bildirdik: Bu hallerde olmayı kabul ettiniz mi ve bu zor göreve sarıldınız mı? Dediler ki: Kabul ettik. Onlara bildirildi: Artık görüp bilin ve Ben her an her yerde sizinle beraberim.

 

-82-

فَمَن تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

Fe men tevellâ bade zâlike fe ulâike humul fâsikûn

Fe men tevalla : artık, kim, cehalete dönerse, yüz çevirirse,
bade zalike : bundan sonra
fe ulâike hum : artık, bundan sonra, işte onlar,
el fasikin : fasık, ikilikte kalan, kötülükte kalan, çıkmak

 

82- Bundan sonra kim; hakikatlerden yüz çevirip cehaletlere dönerse, artık işte onlar, ikilikte kalıp, kötülük içinde olanlardır.

 

-83-

أَفَغَيْرَ دِينِ اللّهِ يَبْغُونَ وَلَهُ أَسْلَمَ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ

E fe gayre dînillâhi yebgûne ve lehû esleme men fîs semâvâti vel ardı tavan ve kerhen ve ileyhi yurceûn

e fe gayre : hala, başka, başka bir şey mi?
dini Allah : din, yaratılış yasaları, Allah,
yebgûne : arıyorlar, istiyorlar, arzu, istek
ve lehû esleme : ona, teslim olma,
Men fî el semâvât ve el ard : kim, ne, semalarda, göklerde ve yerde
Tavan ve kerhen : istese de ve istemeyerek, istemese de,
ve ileyhi yerceun : ona, aslına dönecek, aslı,

 

83- Allah’ın dininden başka bir şey mi arıyorlar? Göklerde ve yerde ne varsa istese de istemese de O’na teslim olmuştur ve O’na dönecektir.

 

-84-

قُلْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَالنَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Kul âmennâ billâhi ve mâ unzile aleynâ ve mâ unzile alâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ven nebiyyûne min rabbihim lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn

Kul amenna bi Allah : anlat, söyle, iman ettik, inandık, Allah
ve mâ unzile aleyna : şey, ne, değil, sunulan, indirilen şeye, bizdeki, bize
ve mâ unzile ala İbrahim : şey, ne, değil, indirilen şey, hakikatler, İbrahim
ve İsmâîl ve ishak : İsmail ve ishak
ve yakûbe ve el esbatı : Yakub ve evlatları, torunları,
ve mâ ûtiye Musa : şey, ne, değil, verilen, sunulan, ulaştığı
Musa ve İsâ : Musa ve İsa
ve en nebiyyûne : nebiler, hakikatlerin haberlerini bildirenler
min rabbi-him : Rablerinin
lâ nuferriku : yok, ayrı, ayırdetmeyiz
beyne ehadin minhum : aralarından birini diğerinden, onlardan
ve nahnu lehu muslimin : biz, ona, teslim olan, barış huzur üzere olan

 

84- De ki: Allah’a iman ettik. Bize sunulan hakikatlere ve İbrahim’den sunulan hakikatlere, İsmail’den, İshak’dan, Yakub’dan ve onun evlatlarından, Musa’dan ve İsa’dan sunulan hakikatlere inandık. Rabbin hakikatlerini bildirenlere inandık. Onlardan birini diğerinden ayrı görmeyiz ve onlar gibi biz de tüm varlığımızla teslim olup barış ve huzur üzere olanlarız.

 

-85-

وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ

Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minhu ve huve fîl âhireti minel hâsirîn

ve men yebtegi : kim, ister, arar, maksat, gaye, amaç
gayre el islam : başka, gayrı, barış huzur, selamet,
dinen : din, Allah’ın dini, yaratılış yasaları,
fe len yukbele min hu : artık, değil, asla, kabul, makbul, ondan
Ve huve fi el ahireti : o, sonunda, ahirette
min el hâsirîne : kaybedenlerden, hüsran

 

85- Kim; Allah’ın dininden, barış ve huzurdan başka bir şeye yönelirse, artık onun o arayışı makbul değildir ve o sonunda kaybedenlerden olur.

-86-

كَيْفَ يَهْدِي اللّهُ قَوْمًا كَفَرُواْ بَعْدَ إِيمَانِهِمْ وَشَهِدُواْ أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاءهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

Keyfe yehdillâhu kavmen keferû ba’de îmânihim ve şehidû enner resûle hakkun ve câehumul beyyinât vallâhu lâ yehdil kavmez zâlimîn

Keyfe yehdi Allah : nasıl, yol bulmak, hidayet, Allah
Kavmen keferû : kavim, kimseler, hakikatleri örten, kabul etmeyen
bade imani-him : sonra, iman, inandıktan, onlar
ve şehidû : şahit, bilen gören, her an her yerde hazır olan
enne el resule hakk : olduğuna, resul, hak, gerçek, doğru
ve câe-hum : geldi, sunuldu, onlar,
el beyyinat : apaçık deliller, belgeler
ve Allâh la yehdi : Allah, yok, yol bulmak, hidayet
el kavme ez zâlimîne : kavim, kimseler, zalimleri zülümlerde olan

 

86- Onlar; inandık dedikten sonra, hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler olurlarsa, Allah’a nasıl yol bulacaklar. Oysaki onlara; hakikatleri bilip gören, hakk üzere olan, apaçık delillerle hakikatleri açıklayan resuller geldi. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.

 

-87-

أُوْلَئِكَ جَزَآؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

Ulâike cezâuhum enne aleyhim lanetallâhi vel melâiketi ven nâsi ecmaîn

ulâike cezâu-hum : işte onlar, karşılık, ceza
enne aleyhim : olduğunda, üzerlerinde, onlar
lanete allâh : Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaşma
ve el melâiketi : her varlıktaki güç, tüm varlıktaki güç
ve en nâsi ecmanin : insanlar, birliği, hepsi, bütün

 

87- İşte onların karşılığı; Allah’ı ve O’nun her varlıktaki gücünü ve insanların birliğini anlayamadıklarından dolayı, rahmetten uzaklaşmalarıdır.

 

-88-

خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ

Hâlidîne fîhâ lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunzarûn

hâlidîne fîhâ : devamlı, sürekli, orada, o halde,
lâ yuhaffef anhum : yok, azalma, hafiflemez, onların,
el azab : azap, sıkıntı
ve lâ hum yunzarûne : yok, onlar, bakıp görmek, anlamak,

 

88- Onlar devamlı o hâlin içindedirler, onlardaki sıkıntılar azalmaz ve onlar bakıp ta göremeyenlerdir.

 

-89-

إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ مِن بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُواْ فَإِنَّ الله غَفُورٌ رَّحِيمٌ

İllellezîne tâbû min badi zâlike ve aslehû fe innallâhe gafûrun rahîm

illâ ellezîne tabu : başka, hariç, o kimseler, tövbe, pişman olup dönme
min badi zâlike : bundan sonra
ve aslehû : ıslah olma, temizlenme, arınma, düzelme
fe inne Allâh gafur : muhakkak, Allah, mağfiret eden, temizlenmek,
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden

 

89- Bundan sonra yaptıkları hatalardan pişmanlık duyup bir daha yapmayanlar ve ıslah olanlar başka. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

 

-90-

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بَعْدَ إِيمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُواْ كُفْرًا لَّن تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الضَّآلُّونَ

İnnellezîne keferû ba’de îmânihim summezdâdû kufran len tukbele tevbetuhum, ve ulâike humud dâllûn

inne ellezîne keferu : muhakkak, o kimseler, hakikatleri örten, kabul etmeyen
bade imani-him : sonra, iman, inandıktan, onlar
Summe ezdadu : sonra, artmak, ileri giden,
kufran : hakikatleri örtme halleri, inkâr,
len tukbele : değil, kabul olunmaz, makbul değil, uymazlar,
tevbetu-hum : tövbe, pişmanlık duyup dönen, onlar
ve ulâike hum el dallun : işte onlar, hakikatlerden sapan, dalalet

 

90- İnandık dedikten sonra, hakikatleri görmemezlikten gelen o kimselerin, daha sonra da inkârda ileri gittiklerinden dolayı pişman olup dönmeleri, hakikatlere uymaları olmaz. İşte onlar hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine sapanlardır.

 

-91-

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَن يُقْبَلَ مِنْ أَحَدِهِم مِّلْءُ الأرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدَى بِهِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ

İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun fe len yukbele min ehadihim milul ardı zeheben ve leviftedâ bihî ulâike lehum azâbun elîmun ve mâ lehum min nâsırîn

inne ellezîne keferu : doğrusu, o kimseler, hakikatleri örten, kabul etmeyen
ve mâtû : öldüler, ölmek, kaybetmek
ve hum kuffarun : onlar, hakikatleri örtme, kabul etmeme,
fe len yukbele : artık, değil, kabul olunmaz, makbul değil
min ehadi-him : biri, birinin, onlar
milu el ardı : doldurmak, dolu, yeryüzü, toprak, dünya
zeheben : altın, değer,
ve lev iftedâ bihi : eğer şayet, ise, kurtarmak, fidye, bedel, onu
Ulaike lehum azâb elim : işte onlar, azap, sıkıntı, elim, acı,
ve mâ lehum min nasirin : değil, şey, ne, onlar, yardımcı

 

91- İşte o kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir ve kaybedenlerdir. Artık onlardan birinin dünyalar dolusu altını olsa ve onu bedel olarak verse, onların hakikatleri görmemezlikten gelip örtme halleri yok olmaz. İşte onlar acı sıkıntılardadır ve onların bir yardımcıları da olmaz.

 

-92-

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

Len tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn ve mâ tunfikû min şeyin fe innallâhe bihî alîm

len tenâlû : değil, ulaşmak, erişmek, nail olmak
el birre : bol hayır, iyilik, sıfatların sahibini anlamak
hattâ tunfikû : hatta, vermek, infak, infak etmedikçe
mimma tuhibbûne : şeyler, nesneler, sevdiğiniz
ve mâ tunfikû min şey : değil, şey, ne, infak, vermek, bir şey
fe inne Allah : muhakkak, doğrusu, Allah,
bihi alimun : onu, ilmiyle vareden, ilmin sahibi,

 

92- Sevdiğiniz şeylerin asıl sahibini bilip teslim etmedikçe ve bütün her şeyinizi sahibine vermedikçe, sıfatların sahibini anlayamazsınız. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.

 

-93-

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلاًّ لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلاَّ مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَى نَفْسِهِ مِن قَبْلِ أَن تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ قُلْ فَأْتُواْ بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Kullut taâmi kâne hillen li benî isrâile illâ mâ harrame isrâîlu alâ nefsihî min kabli en tunezzelet tevrât kul fe’tû bit tevrâti fetlûhâ in kuntum sâdıkîn

kullu el taâmi : bütün, her, hepsi, yiyecek, beslenme, fayda, yarar
kâne hillen : oldu, uygun, helal, çözüm,
li beni israile : İsrailoğulları için
İllâ ma haram : başka, değil, şey, yasak, kutsal,
İsrail : İsrail, Yakup, Allahın kulu
alâ nefsi-hî min kabl : kendisine, nefsine, önceden
en tunezzele : sunulması, bildirilmesi, açığa çıkarılması,
el tevrat : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
Kul fetu : söyle, o halde, getirmek, sunmak,
bi el tevrat : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
fe utlu ha : artık, öyleyse, okuyun, açıklayın, onu
in kuntum sadıkin : eğer, siz, iseniz, sadık, doğru olan, içten samimi olan

 

93- Hakikatlerin öğretileri onlara sunulmadan önce, İsrail oğullarının kendilerine haram kılındığı şeylerin dışındaki bütün şeyler İsrail oğullarına helaldi, dediler. De ki: Eğer doğruyu söylediğinizi iddia ediyorsanız haydi öğretileri sunun onları açıklayın.

-94-

فَمَنِ افْتَرَىَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ مِن بَعْدِ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Fe menifterâ alâllâhil kezibe min badi zâlike fe ulâike humuz zâlimûn

fe men iftera ala Allah : artık, kim, uydurma, iftira, karşı, Allah
el kezibe : yalan, yalanlarda kalma
min badi zâlike : bundan sonra, bundan böyle
fe ulâike hum el zalimin : artık, işte onlar, zalimlerdir

 

94- Bundan sonra kim; Allah hakkında bir şey uydurur ve o yalanları aktarırsa, işte onlar zalimlerdir.

 

-95-

قُلْ صَدَقَ اللّهُ فَاتَّبِعُواْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Kul sadakallâhu fettebiû millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn

kul sadaka Allâh : de, söyle, anlat, bağlılık, içtenlik, doğru, gerçek, Allah
fe ittebiû : artık, bundan böyle, tabi olun, uyun, takip edin,
milleti : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan,
ibrâhîme : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere
hanîfen : tevhit üzere olan, birlik üzere olan,
ve mâ kâne : olmadı, değildi,
min el muşrikin : ortak koşan, kendine varlık isnat eden,

 

95- De ki: Gerçek olan Allah’tır. Bundan böyle İbrahim’in düzenlediği ilkelere tâbi olun, onun hakikati aradığı gibi arayın, Tevhid üzere olun. İbrahim, Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat eden değildi.

 

-96-

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ

İnne evvele beytin vudia lin nâsi lellezî bi bekkete mubâreken ve huden lil âlemîn

inne evvele beytin : muhakkak, önce, evvel, ilk, ev,
vudia li en nâsi : kurmak, koymak, yapmak, anlatmak, insanlar için
le ellezi bi bekkete : elbette ki o, bekke, toplanma, bir yerde toplama
mubâreken : mübarek, kutsal, bereketli olan, değerli,
ve huden : yol gösterme, hidayet,
li el alemin : herkez için, topluluklar, tüm varlık, tüm kainat,

 

96- Doğrusu o, evini öncelikle insanlara hakikatleri anlatmak için yaptı. Elbette ki o, onları bir yerde toplayıp, kutsal olanı anlattı ve o tüm herkes için doğru yolu gösterdi.

97-

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

Fîhi âyâtun beyyinâtun makâmu ibrâhîm ve men dahalehu kâne âminâ ve lillâhi alen nâsi hiccul beyti menistetâa ileyhi sebîlâ ve men kefere fe innallâhe ganiyyun anil âlemîn

fîhi âyâtun beyyinâtun : orada, delil, işaret, ayeti, apaçık delillerle açıklamak
makâmu ibrâhîme : makam, İbrahim
ve men dahale hu : kim, dahil olma, girme, o hakikatlere anlama
Kane âminen : oldu, olur, güven içinde, emniyette, emin
ve li Allâh ala el nas : için, Allah, üzerine, için, göre, hazır, insanlar
hiccu : özel maksat, kutsal olanı aramak, ziyaret, bakmak,
el beyti : ev, vücut evi,
men istetâa ileyhi : kim, kabiliyet, yetenek, akıllılık, anlayış, güç, ona,
sebil : yol, hakka giden yolun, hakikatin yolu,
Ve men kefere : kim, hakikatleri görmeyip örtesede
fe inne Allâh ganiyyun : muhakkak, Allah, gani olan, varlığın sahibi, değerlerin
an el âlemîne : âlemlerden, tüm varlık, tüm kâinat, her şey,

 

97- İbrahim, makamında Allah’ın işaretlerini apaçık delillerle açıkladı. Kim, o hakikatleri anlarsa, emin olanlardan olur. İnsanlar, Allah’ı anlamak için kendi vücut evlerini ziyaret etsinler, O’na yol bulmak isteyen kendindeki güce baksın. Hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimse de bilsin ki, muhakkak ki Allah kâinattaki tüm değerlerin sahibidir

 

-98-

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَاللّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا تَعْمَلُونَ

Kul yâ ehlel kitâbi lime tekfurûne bi âyâtillâhi vallâhu şehîdun alâ mâ tamelûn

kul yâ ehle el kitâbi : anlat, söyle, ey ehli kitap, aktarılan söylentilerde kalan
Lime tekfurûne : nasıl, niçin, neden, hakikatleri örtmek
bi âyâti allâhi : işaret, delil, ayet, Allah
ve allâh şehîdun : Allah, heran heryer hazır olan
alâ : lütuf, yücelik, üzerinde, her şeyde olan, şeref, şan,
ma tamelun : yapmıyorsunuz, çalışmıyorsunuz, yaptığınız şeyler,

 

98- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Allah’ın delillerini nasıl oluyor da görmemezlikten geliyorsunuz. Allah her an her yerde hazır olandır, O’nun her şeyde olduğunu neden anlamaya çalışmıyorsunuz?

 

-99-

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Kul yâ ehlel kitâbi lime tesuddûne an sebîlillâhi men âmene tebgûnehâ ivecen ve entum şuhedâu ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

kul yâ ehle el kitâbi : anlat, söyle, ey aktarılan söylentilerde kalanlar
Lime tesuddûne : nasıl, neden, niçin, men, geri çevirmek, döndürmek
an sebîli allâhi : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden,
Men amene : kim, iman eden, inanan
tebgûne-hâ : istemek, gaye, arzu, onu,
evecen : eğri, çarpık, ayrılmak, kandırma
Ve entum şuhedâu : siz, bilen, gören, şahit
ve mâ Allâh bi gafil : değil, şey, ne, unutmak, Allah, gafil, boş, asılsız,
ammâ tamelûne : şeyler, nesneler, yaptığınız

 

99- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Allah yolundan neden dönüyorsunuz? İman eden kimseleri de neden kandırıyorsunuz? Sizler görüp bilenlerden olmuyorsunuz ve yaptığınız şeylerde bir gaflet içinde olup Allah’ı unutuyorsunuz.

 

-100-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tutîû ferîkan minellezîne ûtûl kitâbe yeruddûkum bade îmânikum kâfirîn

yâ eyyuhâ ellezîne âmenû : ey iman edenler, inananlar
in tutiu ferikan : eğer, itaat ederseniz, uymak, fırka, grup,
min ellezîne utu el kitab : onlardan, kendi cehalet anlayışlarında kalan
yeruddû-kum : red, dönersiniz, siz, cehalet hallerine dönmek,
bade imani kum : sonra, iman, inanmak, siz,
kafirin : hakikatleri örten, küfür,

 

100- Ey iman edenler! Eğer kendi cehalet anlayışlarında kalanlara uyarsanız, siz cehalet hallerine dönersiniz ve siz inandıktan sonra bir küfrün içinde kalırsınız.

 

-101-

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Ve keyfe tekfurûne ve entum tutlâ aleykum âyâtullâhi ve fîkum resûluh ve men yatesim billâhi fe kad hudiye ilâ sırâtın mustakîm

ve keyfe tekfurûne : nasıl, peki, hakikatleri görmeyip örtme, kabul etmeme
Ve entum tutlâ aleykum : size, okunuyor, sergileniyor, sizin üzerinizde
âyâtu allâhi : ayet, işaret, delil, Allah
ve fîkum resul hu : sizin içinizde, resul, hakikati gösteren, o
Ve men yatesim bi allâhi : kim, sarılmak, sıkıcı tutmak, sağlam, Allah’a
fe kad hudiye : artık, oldu, yol bulmak, hidayet, rehber
ilâ sırâtın mustakîmin : dosdoğru hakkın yolu

 

101- Allah’ın işaretleri sizin üzerinizde her an sergileniyorken ve o resul içinizdeyken, nasıl oluyor da hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyorsunuz? Kim, Allah’a bütün her şeyiyle teslim olur sımsıkı sarılırsa, artık o dosdoğru yolda hidayet üzeredir.

-102-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn

ya eyyuha ellezine amenû : ey iman edenler, inananlar
ittekû allâh : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak
hakka tukati hi : gerçek, hakikat, hakikatle hareket etmek, takva
ve lâ temûtunne illa : yok, ölmek, ölmemek, ölümsüz, ancak, ama, fakat
ve entum muslimûne : siz, barış ve huzur üzere olan, teslimiyet

 

102- Ey iman edenler! Hakikatlerle hareket edin, fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve ölümsüzlüğü anlayın ve sizler tüm varlığınızla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan olun.

-103-

وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Ve atasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum adâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi nimetihî ihvânâ ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn

ve ıtasımû : sarılmak, sıkıcı tutmak,
bi habli allâh : ip, vücuddaki organlar, damarlar, Allah’ın tecellileri
cemian : birlik, topluca, hepiniz
ve lâ teferrekû : ikiliğe düşmeyin, dağılmayın, fırkalara ayrılmayın
ve uzkurû : anın, hatırlayın, anlayın,
Nimet Allah aleykum : nimet, Allah, sizin üzerinizde
iz kuntum adaen : olduğunuzda, siz oldunuz, düşman, eski adetlerde, zulüm
fe ellefe : sonra, artık, kurdu, düzenledi, birleştirdi,
beyne kulub kum : kalblerinizi, idraklerinizi,
fe asbahtum : böylece, artık, oldunuz, o hâle girdiniz
bi nimeti hi ihvan : nimeti, lütuf, o, kardeş, sadık, yoldaş,
ve kuntum ala şefa : siz oldunuz, idiniz, karşı, meyletmek, eşiğinde,
Hufretin : çukur, delik, boşluk,
min en nâri : ateşten
fe enkaze-kum minha : artık, kalıntı, kaydedilen, kurtardı, sizi, o halden
Kezalike yubeyyinu : işte böyle, delillerle açıklamak,
Allâh lekum ayeti hi : Allah, size, ayet, işaret, delil, o
lealle-kum tehtedun : umulur ki, siz, doğru yolu bulursunuz, hidayet

 

103- Allah’ın sizdeki tecellilerine bir birlik içinde sımsıkı sarılın. İkiliğe düşüp fırkalara ayrılmayın. Sizin üzerinizdeki Allah’ın nimetlerini anlayın. Siz bir düşmanlık içindeyken kalbleriniz hakikatlerle birleştirildi. O’nun lütuflarıyla kardeş olduğunuzu anladınız. Sizler bir cehalet ateşinin boşluğunda iken, siz o hakikatlerle o halden kurtuldunuz. İşte sizdeki o işaretler Allah’ın apaçık delilleridir. Umulur ki siz dosdoğru yolu bulursunuz.

 

-104-

وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Veltekun minkum ummetun yedûne ilel hayri ve yemurûne bil marûfi ve yenhevne anil munker ve ulâike humul muflihûn

ve li tekun minkum : olsun, vardır, sizden
Ummet yedune : topluluk, kimseler, davet, çağrı, tavsiye,
ila el hayr : ancak, sadece, iyi olan, hayra, hayırlı olan, faydalı,
ve yemurûne : emr, iş, hüküm, tavsiye, emretme,
bi el maruf : irfaniyet, bilmek, iyilik, hakikati bilmek,
ve yenhevne : men eder, engeller, nehy eder, uzak durmak,
an el munker : kötülük, inkâr eden,
ve ulaike hum : işte onlar,
el muflihûne : kurtuluş, felaha eren, başarılı olan, öze ulaşan,

 

104- Sizlerden bazı kimseler; hayırlı olan şeylere davet ederler, onlar hakikatlere arif olmak için çalışırlar, kötülüklerden uzak dururlar. İşte onlar felaha erenlerdir.

 

-105-

وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ تَفَرَّقُواْ وَاخْتَلَفُواْ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Ve lâ tekûnû kellezîne teferrakû vahtelefû min badi mâ câehumul beyyinât ve ulâike lehum azâbun azîm

ve lâ tekûnû ke : yok, olmak, olmayın, gibi,
Ellezine teferrakû : o kimseler, dağınık, ikiliğe düşen, ayrıldılar
ve ihtelefû min badi : ihtilafa, ayrılık, anlaşmazlık, sonradan, sonra,
ma cae hum : şey, ne, değil, gelen, sunulan, onlar
beyyinâtu : apaçık deliller,
Ve ulaike lehum azâb azîm : işte onlar, sıkıntı, azap, büyük,

 

105- Kendilerine apaçık delillerle hakikatler açıklandıktan sonra, ikilikte kalıp ve ayrılığa düşüp fırkalara bölünen o kimseler gibi olmayın. İşte onlar büyük sıkıntılardadır.

 

-106-

يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ فَأَمَّا الَّذِينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ أَكْفَرْتُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ فَذُوقُواْ الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ

Yevme tebyaddu vucûhun ve tesveddu vucûh fe emmellezînesveddet vucûhuhum e kefertum bade îmânikum fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn

Yevme : gün, vakit, zaman, her zaman,
tebyaddu vucuhu : beyaz, huzurlu, mutlu, yüzler
ve tesveddu : siyah, karanlık, karartı, kaybeden, huzursuz,
vucûhun : yüzler
fe emmâ ellezine : o zaman, ama, fakat, işte, onlar, o kimseler
Esveddet : karardı, kaybetti, anlamadı, huzursuzluk içinde,
vucûhu-hum : onların yüzleri, o halde olanların yüzleri,
e kefertum : hakikatleri örttünüzmü, görmemezlikten gelirseniz,
bade imani kum : sonra, iman, inanmak, siz
fe zûkû el azap : o zaman, his, tat, o halde kalmak,
Bima kuntum : dolayısıyla, oldunuz,
tekfurûne : hakikatleri görmemezlikten gelen, hakikatleri örten

 

106- Hakikatleri anlamış yüzler her zaman mutludur, huzurludur. Huzursuz yüzler de vardır. İşte hakikatleri anlamamış olanların yüzleri huzursuzluk içindedir. Siz iman ettikten sonra hakikatleri görmemezlikten gelirseniz, artık hakikatleri görmemezlikten gelmenizden dolayı sıkıntılı hallerde kalırsınız.

 

-107-

وَأَمَّا الَّذِينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفِي رَحْمَةِ اللّهِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Ve emmellezînebyaddat vucûhuhum fe fî rahmetillâh hum fîhâ hâlidûn

ve emmâ ellezine : amma, fakat, o kimseler,
ebyaddat : beyaz, mutlu, sevinçli, huzurlu,
vucûhu-hum : onların yüzleri
Fe fi rahmeti allâhi hum : artık, Allah’ın rahmeti, onlar
Hum fî-hâ halidin : onlar, onun içinde, o halin içinde, ebedi, devamlı

 

107- Hakikatleri anlamış olanların yüzlerinde huzur vardır. Öyle ki onlar Allah’ın rahmetini içlerinde hissederler, onlar devamlı o halde hareket ederler.

 

-108-

تِلْكَ آيَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَمَا اللّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِّلْعَالَمِينَ

Tilke âyâtullâhi netlûhâ aleyke bil hakk ve mâllâhu yurîdu zulmen lil âlemîn

tilke âyâtu allâhi : bu, işte, bunlar, ayet, işaret, delil, Allah
Netlu ha aleyke : okuma, bildirme, sergilenme, onu, üzerinde, sana
bi el hak : hak, gerçek, hakikat, doğru,
ve mâ allâhu yuridu : değil, şey, ne, Allah, diler, isteyen, irade eden,
zulmen : zulüm, kötülük, haksızlık,
li el âlemîne : âlemler için, kimseler için, topluluk,

 

108- İşte, Allah’ın işaretleri sizin üzerinizde tüm gerçekliğiyle her an sergileniyor. Allah hiçbir kimse için kötülüğü isteyen değildir.

-109-

وَلِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأُمُورُ

Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve ilâllâhi turceul umûr

ve li allâhi : Allah için, Allah’ın
mâ fî es semâvâti : şey, ne, değil, göklerde
ve mâ fî el ardı : yerde olan ne varsa
ve ilâ Allâh turceu : ancak, sacede, Allah, döndürülür, iade,
el emr : işler, hükümler, varlığın işleyişi,

 

109- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa Allah’ındır. Varlığın işleyişini her an döndüren Allah’tır.

-110-

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi temurûne bil marûfi ve tenhevne anil munkeri ve tuminûne billâh ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul muminûne ve ekseruhumul fâsikûn

kuntum hayra ummetin : siz oldunuz, hayırlı, iyi, topluluk, kimseler
Uhricet li el nas : çıkarıldınız, üretme, ortaya çıkmak, insanlar içinde
Temurun bi el marûfi : iş, emr, hüküm, tavsiye, irfaniyet, bilmek, arif olmak,
ve tenhevne : nehyedersiniz, men, engel olmak, uzak durmak,
anil münker : nehyedersiniz, men, engel olmak, inkâr, kötülük
ve tuminûne bi allâh : iman edersiniz, inanırsınız, Allah
ve lev âmene : eğer, şayet, iman, inanmak,
ehlu el kitab : kendi anlayışlarında kalanlar
le kâne hayren lehum : elbette, olurdu, hayırlı, iyi, onlar için
Minhum el muminûne : onlardan, müminler, emin olan, güvenen, inanan,
ve ekseru-hum : çoğu, onlar,
el fasıkun : fasık, çıkmak, hakikatden kendi cehaletine sapmak,

 

110- Hakikatlere arif olmayı ve kötülükten, inkârdan uzak durmayı ve Allah’a iman etmenizi tavsiye edenler, insanlar içinde sizden iyilik üzere ortaya çıkan kimselerdir. Eğer kendi cehalet anlayışlarında kalanlar iman etselerdi, elbette onlar için hayırlı olurdu, mümin olan kimselerden olurlardı. Fakat onlardan çoğu hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine saparlar.

-111-

لَن يَضُرُّوكُمْ إِلاَّ أَذًى وَإِن يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الأَدُبَارَ ثُمَّ لاَ يُنصَرُونَ

Len yedurrûkum illâ ezâ ve in yukâtilûkum yuvellûkumul edbâr summe lâ yunsarûn

len yedurrû-kum : değil, sıkıntı, sıkıntıya düşüremez, zarar, siz,
illa ezen : ancak, eza, eziyet,
ve in yukâtilû-kum : eğer, mücadele, gayret, yazık etmek, zarar, siz
yuvellû-kum : uymaz, gerçmişine döner, gerçi, de olsa, siz,
el ebdare : arka, geçmiş, eski bildiğine dönmek
Summe lâ yunsarûne : sonra, yok, yardım, yardımcı

 

111- O hâlde olan kimseler, hakikatler konusunda size bir sıkıntı veremezler, onlar ancak kendilerine eziyet ederler ve eğer sizinle hakikatler için bir mücadeleye girseler, size uymazlar, eski bildikleri şeylere dönerler, sonra onlara bir yardımcı da yoktur.

 

-112-

ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ أَيْنَ مَا ثُقِفُواْ إِلاَّ بِحَبْلٍ مِّنْ اللّهِ وَحَبْلٍ مِّنَ النَّاسِ وَبَآؤُوا بِغَضَبٍ مِّنَ اللّهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَيَقْتُلُونَ الأَنبِيَاء بِغَيْرِ حَقٍّ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ

Duribet aleyhimuz zilletu eyne mâ sukıfû illâ bi hablin minallâhi ve hablin minen nâsi ve bâû bi gadabin minallâhi ve duribet aleyhimul meskeneh zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnel enbiyâe bi gayri hakk zâlike bimâ asav ve kânû yatedûn

Duribet aleyhim : darbe, vurgu, vurmak, üzerlerine,
el zillet : zillet, hor, kaybetmişlik, sıkıntıya düşme, hakirlik,
eyne mâ sukıfu : nerede olursa, bulunurlar,
İlla bi hablin min allâhi : ancak, sadece, ip, vücuddaki organlar, tecelliler, Allah
ve hablin min el nas : vücuddaki organlar, tecelliler, ip, insanlar
ve bau : uğramak, kalmak, o halde kalmak,
bi gadab min allah : öfke, hiddet, Allah
ve duribet aleyhim : vurgu, vuruldu, darbe, üzerlerinde,
el meskenetu : fakirlik, boyun eğmek, aciz, yoksul, beceriksiz, idraksiz,
Zalike bi enne-hum : bu, olmaları, onların
Kanu yekfurûne : oldu, hakikatleri örtmek, kabul etmemek
bi âyâti allâhi : ayet, işaret, delil, Allah
ve yaktulûne : öldürüyorlar, zarar vermek, yazık ediyorlar
el enbiya : hakikatleri bildirenleri, haber veren, nebileri,
bi gayri hakkın : hakikatlerden başka şeyleri anlatmayan, haksız yere
zâlike bimâ asav : işte bu, sebebiyle, dolasıyla, isyan, ikilik, karşı çıkma
ve kânû yatedun : oldular, haddi aşma, aşırılık, saldırganlık

 

112- Onlar nerede olurlarsa olsunlar, o hallerde oldukları müddetçe onların üzerlerinde hoş olmayan davranışlar vardır. Ancak Allah’ın tecellilerine sarılanlar başka. O tecelliler insanın kendi üzerindedir. Allah’a karşı hiddet hallerinde kalanlar ve bir idraksizlik içinde olanlar, işte onlar Allah’ın ayetlerini görmemezlikten geldiklerinden dolayı bu hallerdedirler. Hakikatlerden başka bir şey anlatmayan nebileri öldürenler, işte onlar da hakikatlere karşı çıktılar ve saldırganlık içinde oldular.

 

-113-

لَيْسُواْ سَوَاء مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَآئِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللّهِ آنَاء اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ

Leysû sevâen min ehlil kitâbi ummetun kâimetun yetlûne âyâtillâhi ânâel leyli ve hum yescudûn

Leysû sevaen : değil, eşit, bir, aynı,
min ehli el kitâbi : eski bilişlerde kalan, aktarılan söylentilerde kalan
Ummetun : kimseler, bir ümmet, bir topluluk,
kaimetun : tüm varlığı tutan, ayakta, arayan, diri
Yetlune âyâti allâh : okuyan, araştıran, ayet, işaret, delil, Allah
ânâ el leyli : gaflet, karanlık, gafletten uyanış,
ve hum yescudun : onlar, teslim olma, secde eden,

 

113- Aktarılan söylentilerde kalanların hepsi aynı değildir. Onlardan Allah’ın ayetlerini araştıran, gafletten kurtulmaya çalışan, diriliği anlamaya çalışan kimseler de vardır ve onlar bir teslimiyet içindedirler.

 

-114-

يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَأُوْلَئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ

Yuminûne billâhi vel yevmil âhiri ve yemurûne bil marûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât ve ulâike mines sâlihîn

yuminûne bi allâhi : inanan, iman eden, Allah, tüm kainattaki kudret
ve el yevmi el âhiri : sonlarına, ölüm günü, öleceğine,
ve yemurûne : emr, iş, hüküm, tavsiye, emretme, çalışma,
bi el maruf : irfaniyet, bilmek, iyilik, hakikati bilmek,
ve yenhevne : men eder, nehy, uzak duran,
an el munker : kötülük, inkâr eden,
ve yusâriûne : koşarlar, gayret ederler,
fi el hayrat : iyi çalışmalar, hayırlarda
Ve ulaike min el sâlihîne : işte onlar, Salihler, iyi kimseler

 

114- Allah’a iman edenler ve öleceği güne inananlar ve hakikatlere arif olmak için çalışanlar ve kötülükten uzak duranlar ve iyi çalışmalarda koşanlar, işte onlar iyi kimselerdir.

 

-115-

وَمَا يَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلَن يُكْفَرُوْهُ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ

Ve mâ yefalû min hayrin fe len yukferûh ve allâhu alîmun bil muttekîn

ve mâ yefalû min hayrin : değil, şey, ne, yaptıkları, hayır, iyi çalışmalar
fe len yukferû-hu : artık, öyle ki, değil, asla, hakikatleri örtemezler, o
ve Allâh alimun : Allah, bilen, ilmin sahibi,
bi el muttekîne : fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar, takva

 

115- Onlar iyi çalışmalardan başka bir şey yapmazlar, öyle ki onlar asla hakikatleri görmemezlikten gelip örtmezler ve onlar Allah’ı bilenlerdir, fenalardan sakınan ortak koşmayanlardır.

 

-116-

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَن تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلاَ أَوْلاَدُهُم مِّنَ اللّهِ شَيْئًا وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

İnnellezîne keferû len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şeyâ ve ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

inne ellezîne keferû : şüphesiz, hakikatler, görmemezlikten gelip örten,
len tugniye anhum : değil, asla fayda etmez, onlardan,
emval hum : malları, değerleri, onlar,
ve lâ evlâdu-hum : yok, evlat, doğuş, irfianiyet, onlar,
Min Allah şeyen : Allah’tan, Allah hakkında, bir şey
ve ulaike : işte onlar,
ashâbu en nâri : ehli, sahip, ateş, yakıp yıkıcı haller,
hum fî-hâ halidun : onlar, orada, o halin içinde, devamlı

 

116- Şüphesiz hakikatleri görmemezlikten gelenlerin edindikleri şeylerin onlara asla faydası yoktur ve onlar evlatlarına Allah hakkında bir şey veremezler. İşte onlar yakıp yakıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hallerle hareket ederler.

 

-117-

مَثَلُ مَا يُنفِقُونَ فِي هِذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رِيحٍ فِيهَا صِرٌّ أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ فَأَهْلَكَتْهُ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّهُ وَلَكِنْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Meselu mâ yunfikûne fî hâzihil hayâtid dunyâ ke meseli rîhin fîhâ sırrun esâbet harse kavmin zalemû enfusehum fe ehlekethu ve mâ zaleme hum allâhu ve lâkin enfusehum yazlımûn

meselu : misal, durum, örnek,
mâ yunfikûne : infak etmeyen, vermeyen, sahibine teslim etmeyen
Fi hâzihi el hayât el dunyâ : içinde, bu, dünya hayatı, dünya yaşamı,
ke meseli rihin fiha : gibi, misal, durum, rüzgâr, kavurucu, orada, onda,
Sırrun : sert, dondurucu soğuk,
esabet : etki, temas, etkileyen,
harse : ekinler, kültür, tarla sürmek, ekin toplamak,
Kavmin zalemu : kavim, kimseler, zulüm, kötülük yapan,
enfus hum : kendilerine, onlar
fe ehleket-hu : böylece, helak, yazık olmak, yok, o
ve mâ zaleme-hum allah : değil, şey, ne, zulüm, kötülük, onlar, Allah
enfuse-hum : kendilerine, onlar,
yazlumun : kötülük eden, zulmederler

 

117- Kendi varlığının sahibini bilemeyip teslim edemeyenlerin durumu, dünya hayatında söküp koparan sert bir rüzgârın etkisinde kalan ekinlerin durumu gibidir. Onlar kendilerine zulmeden kimselerdir ve onlar kendilerine yazık edenlerdir. Allah onlara zulmeden değildir, fakat onlar kendilerine zulmederler.

 

-118-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّواْ مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الآيَاتِ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızû bitâneten min dûnikum lâ yelûnekum habâlâ veddû mâ anittum kad bedetil bagdâu min efvâhihim ve mâ tuhfî sudûruhum ekber kad beyyennâ lekumul âyâti in kuntum takılûn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler, inananlar
lâ tettehızû bitaneten : yok, edinmek, sarılmak, edinmeyin, sırdaş, güvenmek
min duni-kum : sizlerden başka, kendinizden
lâ yelûne-kum : yok, yapmaktan geri kalmazlar, size
Habâlen veddu : sıkıntı, keder, düzensizlik, ikilik, temenni, isteme,
mâ anittum : helak, yazık, zarar, size sıkıntı verecek şeyler
kad bedet el bagdau : oldu, belli, açıkça, kin, öfke, haset, nefret, kin
min efvâhi-him : söylediklerinden, ağızlarından çıkan sözlerden
ve mâ tuhfî : sakladıkları, gizledikleri şey
sudûru-hum : içlerinde, göğüsleri, sineleri,
ekber : büyük, daha fazla
kad beyyennâ lekum : oldu, açıklamıştık, apaçık göstermek, size
el âyâti : ayet, işaret, delil,
in kuntum takılun : eğer siz, olsaydınız, akıl eden, düşünen

 

118- Ey iman edenler! Kendiniz gibi olandan başkasına güvenmeyin. Halleriyle size zarar vermekten, sizi ikiliğe düşürmekten geri kalmayanlar olacaktır. Nefret, kin hâlinde olanlar ağızlarından çıkan sözlerle belli olurlar ve onlar daha fazlasını içlerinde saklarlar. Eğer düşünürseniz, size apaçık gösterdiğimiz ayetlerimizi anlarsınız.

 

-119-

هَاأَنتُمْ أُوْلاء تُحِبُّونَهُمْ وَلاَ يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ وَإِذَا لَقُوكُمْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ عَضُّواْ عَلَيْكُمُ الأَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِ قُلْ مُوتُواْ بِغَيْظِكُمْ إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tûminûne bil kitâbi kullih ve izâ lekûkum kâlû âmennâ ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz kul mûtû bi gayzikum innallâhe alîmun bi zâtis sudûr

hâ entum ulâi : işte, bu, siz, yüce, şerefli, ilk
tuhıbbûne-hum : seversiniz, muhabbet, aşk, onlar
ve lâ yuhıbbûne-kum : yok, sevgi, muhabbet, aşk, siz,
ve tuminune : iman edersiniz, inanırsınız,
bi el kitâbi kulli hi : kitaba, hakikatlere, hepsine, tamamına, her şey
Ve iza lekû-kum : olduğunda, sizinle karşılaştılar
Kalu âmennâ : dediler, inandık, biz iman ettik
ve izâ halev addu aleykum : yoksun, yalnız kaldıklarında, adet, sanma, sizleri
el enâmile : parmak uçları, izleri, takip ettikleri,
min el gayz : öfke, hiddet
Kul mutu : söyle, anlat, de, yok edin, yenin,
bi gayzi-kum : yok edin, yenin, öfke, hiddet, siz
inne Allâh alimun : muhakkak, Allah, ilmin sahibi,
bi zâti es sudûri : sahip, gönüllerde olan

 

119- Siz onlara sevgiyle yaklaşırsınız. Fakat onlarda size karşı sevgi yoktur. Siz her varlığın bir kitap olduğuna inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında inandık derler, yalnız kaldıklarında sizleri aldattıklarını düşünüp, kendi takip ettikleri öfke, kin dolu adetlerine dönerler. De ki: Siz öfke, kin dolu hallerinizi yok edin. Muhakkak ki gönüllerdeki ilmin sahibi Allah’tır.

 

-120-

إِن تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُواْ بِهَا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ

İn temseskum hasenetun tesûhum ve in tusibkum seyyietun yefrahû bihâ ve in tasbirû ve tettekû lâ yadurrukum keyduhum şeya innallâhe bi mâ ya’melûne muhît

in temses-kum : eğer, dokunursa, isabet, değme, temas,
hasenet : iyilik, güzellik, faydalı,
Tesû hum : tasa, hüzün, keder, onları
ve in tusib-kum : eğer, temas, isabet, dokunma, siz,
seyyiet : kötülük, sıkıntı
yefrahû bi-hâ : ferahlanma, sevinirler, ondan dolayı
ve in tasbirû : eğer sabrederseniz,
ve tetteku : fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmama, takva
lâ yadurr kum : yok, zarar, sıkıntı, yolunuzdan döndürmez,
keydu-hum şeyen : hile, tuzak, dolap, oyun, onlar, şeyler
inne Allâh : muhakkak, Allah
Bima yamelun muhit : şeyler, nesne, yapılan, kuşatan, ihata eden, saran

 

120- Eğer size bir güzellik isabet etse, onlar kederlenirler ve eğer size bir kötülük isabet etse, ondan dolayı sevinirler. Eğer sabrederseniz ve fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsanız, onların hileleri sizi yolunuzdan döndüremez. Muhakkak ki Allah bütün her şeyi ihata edendir.

 

-121-

وَإِذْ غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنِينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ve iz gadavte min ehlike tubevviul muminîne makâide lil kıtâl vallâhu semîun alîm

ve iz gadavte : olduğunda, sabah, uyanış, aydınlık,
min ehli-ke : ehli, sahip, bilgili, yabancı olmayan, aile, dost, sen,
Tubevviu : üstlenmek, yerleştirme, ikrar, lâyık, liyakat, kulaçlama,
el müminin : müminlik, inanan
makâide : oturma, mekân, makam, bulunulan yer, durulucak yer
li el kıtâli : için, mücadele, gayret, yazık etmek, mahvetmek, öldürme
ve Allâh semıun alim : Allah, işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

121- Sen dostlarının; aydınlığa kavuşmaları, liyakat sahibi olmaları, müminlerden olmaları için, makamlarında bir gayret içinde oldun ve ilmiyle işittirenin Allah olduğunu anlattın.

-122-

إِذْ هَمَّت طَّآئِفَتَانِ مِنكُمْ أَن تَفْشَلاَ وَاللّهُ وَلِيُّهُمَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

İz hemmet tâifetâni minkum en tefşelâ vallâhu veliyyuhumâ ve alâllâhi fel yetevekkelil muminûn

iz hemmet : ne zaman, olduğunda, meyletti, kapıldı,
Tâifetâni minkum : taife, bölük, fırka, iki grup, sizden bazılarınız
en tefşelâ : başarısızlık, hata, anlayamama
ve Allâh veliy huma : Allah, dost, onların
ve alâ allâh : Allah’a, üzere, için, hakkında,
fe li yetevekkeli : artık, varlığın sahibini bilip teslim olmak,
el muminûne : müminler, inananlar

 

122- Sizlerden bazılarınız başarısızlık korkusuna kapıldı. Allah’ı dost edinenlerden olun. Müminler, varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip bir teslimiyet içindedirler.

 

-123-

وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ بِبَدْرٍ وَأَنتُمْ أَذِلَّةٌ فَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Ve lekad nasarakumullâhu bi bedrin ve entum ezilleh fettekûllâhe leallekum teşkurûn

ve lekad nasara kum Allâh : andolsun, yardım, yardım eden, siz, Allah
bi bedrin : dolunay, tamamlanma, ışık vermek, dolu, bedir, parlak
Ve entum ezilletun : siz, itaatkâr, boyun eğen, aşağı, zayıf, uymak
fe ittekû allâhe : artık, fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın
lealle-kum teşkurune : umulur ki, siz, nimetlerin sahibini bilir teslim edersiniz

 

123- Doğrusu sizler, zayıflıklarınızı Allah’ın hakikatleriyle yardım bularak tamamladınız. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Umulur ki sizler, varlığınızın sahibini bilip teslim edersiniz.

 

-124-

إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ أَلَن يَكْفِيكُمْ أَن يُمِدَّكُمْ رَبُّكُم بِثَلاَثَةِ آلاَفٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُنزَلِينَ

İz tekûlu lil muminîne e len yekfiyekum en yumiddekum rabbukum bi selâseti âlâfin minel melâiketi munzelîn

iz tekûlu li el muminîne : diyordun, demiştin, söylediğinde, muminler için
e len yekfiye-kum : değil mi, yeter, kâfi, siz
en yumidde kum : uzattı, genişletti, yardım etmesi, siz,
rabb kum : rabbiniz, vücudlandıran,
bi selaset : sözün akıcı anlaşılır olması, net anlatım, kolay, akıcı
âlâfin : çokluk, binler, sonsuz, bölüm bölüm, dostlar,
min el melâiketi : kuvve, her varlıktaki güç, meleke,
munzelin : sunulan, verilen, gönderilen

 

124- Müminlere demiştin: Sizi vücudlandıranı yeterince anladığınızda, kuvvelerden sunulan hakikatleri, bölüm bölüm anlaşılır bir şekilde anlatın.

 

-125-

بَلَى إِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ وَيَأْتُوكُم مِّن فَوْرِهِمْ هَذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُم بِخَمْسَةِ آلافٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُسَوِّمِينَ

Belâ in tasbirû ve tettekû ve ye’tûkum min fevrihim hâzâ yumdidkum rabbukum bi hamseti âlâfin minel melâiketi musevvimîn

belâ in tasbirû : evet, bilakis, öyle ki, hayır, eğer, sabırlı olursanız
ve tettekû : fenalardan sakınıp ortak koşmayın
ve yetû kum : gelmek, gelir, ulaşmak, siz,
min fevri-him : fevri, öfkeli, ansızın, sıkıntılı, kaynamak, telaş, onlar
hâzâ yumdid-kum : bu, uzattı, genişletti, yardım etmesi, kurtarmak, siz
rabbu-kum : Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
bi hamseti : beş bölüm, cesaret, aşk ile anlatmak, gayret, önem,
âlâfin : çokluk, binler, bölüm bölüm, kısım kısım,
min el melâiketi : güç, kuvve, kuvvet sahibi
musevvimîne : belirlenmiş, alâmet, işaretlenmiş, nişanlı, ortaya çıkan

 

125- Evet, artık sabırlı olun ve fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmayın. Size fevri haller içinde gelenlere, Rabbinizin hakikatleri ile yardım edin. Her varlıktaki gücü, o varlıktaki işaretlerle, bölüm bölüm bir önem içinde açıklayın.

 

-126-

وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُم بِهِ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

Ve mâ cealehullâhu illâ buşrâ lekum ve li tatmeinne kulûbukum bihî ve men nasru illâ min indillâhil azîzil hakîm

ve mâ ceale-hu allâh : değil, şey, ne, yapmak, sunmak, o, Allah
illâ buşrâ lekum : başka, ancak, müjde, mutlu, sevindirici, size
ve li tatmeinne : için, mutlu, emin, tatmin olması,
kulûbu-kum bi-hî : kalblerinizin onunla, o hakikatlerle
ve mâ en nasru : değil, şey, ne, yardım, zafer
illâ min indi allâhi : ancak, sadece, katından, ona ait, Allah
el azîzi : tüm değerlerin yüce sahibi
el hakim : hâkim olan

 

126- Allah, hakikatleri size huzur vermek ve kalblerinizin mutmain olmasından başka bir şey için sunmadı. Yardım, ancak tüm değerlerin yüce sahibi, tüm varlığa hâkim olan Allah’a aittir.

 

-127-

لِيَقْطَعَ طَرَفًا مِّنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنقَلِبُواْ خَآئِبِينَ

Li yaktaa tarafen minellezîne keferû ev yekbitehum fe yenkalibû hâibîn

li yaktaa : kesmek için, ayırmak, uzaklaşmak,
tarafen : taraf olmak, parti, ikilik, diğeri görmek, ayrımcılık
Min ellezîne keferû : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
ev yekbite-hum : yada, engelleme, bastırmak, hâkimiyet, bitirmek, onlar
fe yenkalibû haibin : bundan sonra, dönerler, kaybetmişlik, hayal kırıklığı

 

127- Artık hakikatleri görmemezlikten gelenlerin, o ayrımcılık hallerinden uzaklaşın ya da onların o hallerini engelleyin. Bundan sonra o halde olanlar, bir kaybetmişlik içinde olurlar.

 

-128-

لَيْسَ لَكَ مِنَ الأَمْرِ شَيْءٌ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أَوْ يُعَذَّبَهُمْ فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ

Leyse leke minel emri şeyun ev yetûbe aleyhim ev yuazzibehum fe innehum zâlimûn

leyse leke : yoktur, değildir, olmadı, senin için, değilsin,
min el emri şeyin : işten, emir, hüküm, iş, bir şey,
ev yetûbe aleyhim : veya, ya da, tövbe, pişman olup dönen, onlara
ev yuazzibe-hum : veya, sıkıntıdadırlar, azap, onlar
fe inne-hum zalimin : muhakkak, onlar, zalimler, zulüm eden, kötülük,

 

128- Onların yaptıklarından pişmanlık duyup dönmelerinde ya da onların kendilerini bir sıkıntıya sokmalarında senin bir hükmün yoktur. İşte onlar zalimlerdir.

 

-129-

وَلِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard yagfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâ vallâhu gafûrun rahîm

ve li allâhi : Allah’ın, Allah için
ma fî el semâvâti : göklerde ne varsa
ve mâ fî el ardı : yeryüzünde, yerde ne varsa
Yagfiru li men yeşau : mağfiret, tertemiz lütuflar, için, kim, ister
ve yuazzibu men yeşau : azap, sıkıntı, müşkil, kim, kimse, ister, isteyen,
ve allâh gafûr : Allah gafur, bağışlayan, tertemiz lütufları sunan
rahim : rahim, varlığı özünden vareden

 

129- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa Allah’ındır. İsteyen kimse için O’nun tertemiz lütuflarına ulaşmak vardır ve isteyen kimse de kendi cehaletiyle kendini sıkıntılara sokar. Allah tertemiz lütuflar sunandır, varlığı özünden varedendir.

-130-

 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ الرِّبَا أَضْعَافًا مُّضَاعَفَةً وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekulur ribâ adâfen mudâafeh ve ıttekû allâhe leallekum tuflihûn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler
lâ tekulu : yok, beslenmek, fayda, olmayın,
el riba : şahsi menfaet peşinde olmak,
Adafen mudâafeten : katlanmış, artırılmış, çoğaltılmış, abartmak
ve ittekû Allâh : fenalardan sakının Allaha ortak koşmayın
lealle-kum tuflihun : umulur ki, siz, felah bulma, kurtulma, başarılı olma

 

130- Ey iman edenler! Şahsi menfaat peşinde olmayın, hakkınızı abartıp katlamayın ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Umulur ki siz başarılı olursunuz.

 

-131-

 وَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

Vettekûn nârelletî uiddet lil kâfirîn

ve ittekû : fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın
nâre elletî uiddet : ateş, yakıp yıkıcı haller, ki o, hazır, ateş vardır,
li el kâfirîne : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

131- Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için ateş vardır.

 

-132-

 وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn

ve etîû allâhe : itaat edin, uyun, Allah
ve el resûle : resul,
lealle-kum turhamun : umulur ki, siz, rahmet bulursunuz, anlarsınız.

 

132- Allah’a itaat edin ve resul’ü anlayın. Umulur ki siz rahmeti anlarsınız.

 

-133-

وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ

Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu uiddet lil muttekîn

ve sâriû : hızlı, koşun, gayret gösteren, seri,
ila magfiretin : mağfiret, temizleyen, tertemiz lütuflar sunan
min rabbi-kum : Rabbinizden, sizi vücudlandıran,
ve cennetin : cennet, huzur, mutluluk,
ardu-hâ : genişliği, her yerde, görüntü, gösterilen, akan, sonsuz,
el semavatu ve el ard : semalar, gökler ve yer
Uiddet : vardır, hazırdır,
li el muttekîne : fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan

 

133- Sizi vücudlandıranın tertemiz lütuflarını anlamak için gayret gösterin. Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlar için gökte ve yerde, huzur veren sonsuz hakikatler vardır.

 

-134-

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs vallâhu yuhibbul muhsinîn

ellezine yunfikûne : onlar, infak, varlığın sahibini bilip teslim eden
fî el serrâi : büyük konak, vücut varlığı, bolluk içinde, genişlik, rahat
ve el darrâi : sıkıntı, güçlük, müşkil, darlık
ve el kazımine : bastıran, tutan, yutanlar,
el gayza : öfke, kin,
ve el âfîne an el nas : affedenler, af edici olan, insanlar
ve Allâh yuhib : Allah, sevgi,  aşk,
el muhsinin : iyi çalışmalarda olan, içten samimi olan, özüyle bağlı olan

 

134- Sıkıntılı ya da rahat zamanlarında infak eden o kimseler, öfkelerini bastırırlar ve affeden insanlardan olurlar. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanlarda Allah sevgisi vardır.

 

-135-

وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim ve men yagfiruz zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum yalemûn 

Ve ellezîne iza fealu : o kimseler, yaptıklarında, olduklarında
fâhişeten : kötülük, haddini aşmışlık, edep dışı, ben benim diyen
ev zalemû : veya zulmettiler, haksızlık,
enfus hum : kendileri, nefsine, onlar
zekerû allâh : anmak, hatırlamak, Allah
fe estagferû : hemen, istiğfar, yaptığı hatayı anlayıp dönen,
li zunub him : hata, günah, fenalar, onlar
Ve men yagfiru : kim, mağfiret, bağışlayan, temizleyen, lütuflar sunan
el zunûbe : fenalar, günahlar, hata
illâ allâh : ancak, başka, Allah
ve lem yusırrû : değil, ısrar etmezler, inat, dikkat,
alâ mâ fealû : ancak, karşı, şey, ne, değil, yaptıkları şeyler üzerinde
ve hum yalemun : onlar, bilen,

 

135- O kimseler; haddini aşmışlık içine düştüklerinde ya da kendileri bir zulüm içinde olduklarında, hemen Allah’ı hatırlarlar, böylece yaptıkları hataları anlayıp bir daha yapmamak üzere dönerler ve Allah’tan başka günahları bağışlayanın olmadığını bilirler ve onlar bir şey yapmada inat etmezler ve onlar bilenlerdir.

-136-

أُوْلَئِكَ جَزَآؤُهُم مَّغْفِرَةٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ

Ulâike cezâuhum magfiretun min rabbihim ve cennâtun tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve nime ecrul âmilîn

ulâike cezâu-hum : işte onlar, karşılığı, onlar,
magfiretun : mağfiret, tertemiz lütuflar, bağışlama
min rabbi-him : Rabbinden, onlar, kendlerini vücudlandıran,
ve cennâtun : cennetler, huzur,
Terci min tahtina el enhar : vardır, akar, makamlarında, akıp giden bir ilim, nehir,
hâlidîne fiha : devamlı, orada, o halde
ve nime ecr el amilin : ne güzel, ecr, karşılık, amel eden, çalışan

 

136- İşte onların karşılığı, kendilerini vücudlandıranın tertemiz lütuflarıdır ve onların makamlarında akıp giden bir ilim ve huzur vardır, devamlı o hâlin içindedirler. İşte hakikat yolunda çalışanların karşılıkları ne güzeldir.

 

-137-

قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَانْظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذَّبِينَ

Kad halet min kablikum sunenun fe sîrû fîl ardı fenzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn

kad halet min kabli-kum : oldu, önce, gelip geçmiş, sizden önce
sunenun : sünnet, hükümler, kanunlar, söz, hadis, olay, yaşayış
fe siru fi el ard : artık gezin, görün, yeryüzünde
fe unzurû : böylece bakın, ibret alın
Keyfe kane akibet : nasıl oldu, akıbet, sonları, sonuç
el mukezzibîne : yalanlarda kalanlar, yalancılar

 

137- Sizden önce de nice yaşantılar geldi geçti. Yeryüzünü gezip dolaşın, hakikatleri anlamak için bakıp görün. Yalanlarda kalanların akıbetleri nasıl olur anlayın.

 

-138-

هَذَا بَيَانٌ لِّلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِّلْمُتَّقِينَ

Hâzâ beyânun lin nâsi ve huden ve mevızatun lil muttekîn

Hâzâ beyanun li el nas : bu, açıklama, beyan, bildirme, insanlar için
ve huden : yol gösterme, hidayet
ve mevızatun : tavsiye, vaaz, öğüt
li el muttekîne : fanalardan sakınan Allah ortak koşmayan, iyi kişi

 

138- Bu insanlar için bir açıklamadır ve yol göstermedir ve fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlar için bir öğüttür.

 

-139-

وَلاَ تَهِنُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Ve lâ tehinû ve lâ tahzenû ve entumul alevne in kuntum muminîn

ve lâ tehinû : yok, gevşemek, boşlamak, önemsememek
ve lâ tahzenû : mahzun, keder, üzülmek,
ve entum el alevne : siz, yüce olan, ulu, yüksek, şeref
in kuntum müminin : eğer, iseniz, siz, mümin, emin olan, inanan

 

139- Önemsememezlik yapmayın ve mahzun olmayın ve eğer müminlerden iseniz yüce olanı bilirsiniz.

 

-140-

إِن يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِّثْلُهُ وَتِلْكَ الأيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ وَيَتَّخِذَ مِنكُمْ شُهَدَاء وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ

İn yemseskum karhun fe kad messel kavme karhun misluh ve tilkel eyyâmu nudâviluhâ beynen nâs ve li yalemallâhullezîne âmenû ve yettehize minkum şuhedâe vallâhu lâ yuhibbuz zâlimîn

in yemses-kum : eğer, ise, dokunursa, temas, değme, siz,
kerhun : kerih, kötü, küçük görmek, zarar, fena bir şey,
fe kad messe : artık, öyle ki, oldu, dokundu, temas,
el kavme : kimseler, kavim, topluluk,
Kerhun : kerih, kötü, küçük görmek, sıkıntı, zarar, fena bir şey,
mislu-hu : misli, benzer, eş, aynı, o, bunun gibi
ve tilke el eyyamu : o, bu, günler, vakit, devir, güç, iktidar, hâkimiyet
nudâvilu-hâ : dönme, dolaşma, o
beyne en nâsi : arasında, insanlar, insanlarda
ve li yaleme Allâh : için, bilmek, ilmin sahibi, Allah
Ellezine amenu : onlar, o kimseler, inanan, iman eden,
ve yettehize : edinir, sarılır, almak, çekmek
Minkum şuhedae : hakikati bilenler, heran her yerde hazır olan, şahit olan
ve allâh lâ yuhibbu : Allah, yok, sevgi, aşk, muhabbet
el zâlimîne : zalimler, zulümlerde olanlar

 

140- Eğer siz fena bir hâle temas ederseniz, o fena hallere temas eden kimselerle aynı duruma düşersiniz. İşte bu haller insanlar arasında her zaman dolaşır durur. İman eden kimseler Allah’ı bilme içinde olurlar ve hakikatleri bilenlere sarılırlar. Zalimlerde ise Allah sevgisi yoktur.

 

-141-

  وَلِيُمَحِّصَ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ

Ve li yumahhis Allâh ellezîne âmenû ve yemhakal kâfirîn

ve li yumahhisa : elemek, incelemek, kurtulma yeri, arınma, temizlenme
Allâhu ellezine amenu : Allah, o kimseler, iman eden, inanan
ve yemhaka : yıkım, kayıp, yazık olma,
el kafirin : hakikatleri görmemezlikten gelme, örtenler

 

141- Allah’a iman eden kimseler, cehaletten temizlenme içinde olurlar. Hakikatleri görmemezlikten gelenler ise kendilerine yazık ederler.

-142-

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ yalemillâhullezîne câhedû minkum ve yalemes sâbirîn

em hasibtum : yoksa, hesab etmek, zannetmek, sanmak, siz
en tedhulû el cennet : girmek, dâhil olmak, bulmak, cennet, huzur bulmak,
ve lemmâ yalemi Allah : ancak, olmadıkça, bilmeden, Allah
Ellezine cahedu : kimseler, gayret, hakikati anlamak için mücadele eden
minkum : sizdeki, kendinizdeki hakikatler
ve yaleme : bilir, anlarlar,
el sabirin : sabredenler, anlamak için beklemek

 

142- Yoksa siz; Allah’ı bilmeden, kendinizdeki hakikatleri anlamak için gayret edenlerden olmadan, hakikatleri bilmek için sabredenlerden olmadan, huzur bulacağınızı mı zannediyorsunuz?

 

-143-

وَلَقَدْ كُنتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِن قَبْلِ أَن تَلْقَوْهُ فَقَدْ رَأَيْتُمُوهُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ

Ve lekad kuntum temennevnel mevte min kabli en telkavhu fe kad raeytumûhu ve entum tenzurûn

ve lekad kuntum temennevne : doğrusu, temenni ederdiniz, arzu, gaye, isteme
El mevte min kabli : ölüm, önceden, daha önce
en telkav-hu : gelmeden, alınan, almış, onunla karşılaşmak
Fe kad raeytumû-hu : artık, oldu, gördünüz, baktınız, onu
ve entum tenzurûne : siz, görüyorsunuz, düşünün, bakıp inceleyin

 

143- Doğrusu ölüm size gelmeden önce onu anlamayı temenni ediyordunuz. Artık bakın görün ve sizler görüp, iyice düşünüp anlayın.

 

-144-

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىَ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللّهُ الشَّاكِرِينَ

Ve mâ muhammedun illâ resûl kad halet min kablihir resûl e fein mâte ev kutilenkalebtum alâ akâbikum ve men yenkalib alâ akıbeyhi fe len yadurrallâhe şeyâ ve se yeczîllâhuş şâkirîn

ve ma muhammedun : ne, şey, değil, Muhammed
illâ resul : ancak, sadece, başka, resul, hakikati gösteren,
kad halet min kabl hi : gelip geçmiştir, ondan önce,
resul : resul, hakikati gösteren
e fe in mate ev kutile : öldüğünde veya öldürülürse
inkalebtum : geriye döndünüz, eski cehaletine dönmek,
alâ akâbi-kum : izleyen, takip, geçmiş eski bildikleri, topukları üzerinde
Ve men yenkalib : kim, dönüyor
alâ akıbeyhi : izleyen, takip, geçmiş eski bildikleri, topukları üzerinde
fe len yadurre Allah şeyen : artık, değil, asla, sıkıntı, ev, tutan, müşkil, Allah, şey,
ve se yeczi allâh : elbette, vardır, karşılık, cizye, armağan, lütuf, Allah
ei şâkirîne : nimetlerin sahibini bilip teslim eden

 

144- Muhammed, ondan önceki gelip geçen Resuller gibi bir Resulden başka bir şey değildir. O öldüğünde ya da öldürüldüğünde geçmiş cehalet hallerinize geri mi döneceksiniz? Kim; geçmiş cehalet hallerine geri dönerse, artık o Allah’ın ne olduğunu anlayamaz, sıkıntılardan kurtulamaz. Nimetlerin sahibini bilip teslim edene Allah’tan karşılıklar vardır.

-145-

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلاَّ بِإِذْنِ الله كِتَابًا مُّؤَجَّلاً وَمَن يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَن يُرِدْ ثَوَابَ الآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ

Ve mâ kâne li nefsin en temûte illâ bi iznillâhi kitâben mueccelâ ve men yurid sevâbed dunyâ nutihî minhâ ve men yurid sevâbel âhirati nutihî minhâ ve se neczîş şâkirîn

ve mâ kâne li nefsin : olmadı, nefs, kişi, kendi, kimse,
en temûte : ölmek, ölmesi, sınırlı,
illâ bi izni allâh : ancak, yetkili, ruhsat, takdir, Allah
kitâben mueccelen : kitapta, belirli süre, zaman,
Ve men yurid : kim, ister, diler, murad eder, arzu
sevâbe ed dunyâ : iyi çalışma, karşılık, dünya
Nuti hi minha : sunulur, kavuşur, ulaşır, verilir, o,
Ve men yurid : kim, ister, diler, arzu
sevâbe el âhirati : iyi çalışma, karşılık, sonunda, ahiret
Nuti hi minha : sunulur, kavuşur, ulaşır, verilir, o, dünya
ve se neczî el şakirin : karşılık, nimetlerin sahibini bilip teslim eden

 

145- Bir kimseye gelen ölüm, ancak Allah’ın yetkisindedir. Süresi onun vücud kitabındadır. Kim dünyada hayırlı çalışmalarda olmayı isterse, orada ona ulaşır ve kim sonunu anlamak için hayırlı çalışmalarda bulunursa, o da ona ulaşır. Nimetlerin sahibini bilip teslim edene karşılıklar vardır

 

-146-

وَكَأَيِّن مِّن نَّبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُواْ لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَمَا ضَعُفُواْ وَمَا اسْتَكَانُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ

Ve keeyyin min nebiyyin kâtele meahu rıbbiyyûne kesîr fe mâ vehenû li mâ asâbehum fî sebîlillâhi ve mâ daufû ve mestekânû ve allâhu yuhibbus sâbirîn

ve keeyyin min nebiyyin : niceleri, birçoğu, nebiler, hakkın haberlerini bildirenler
Katele mea-hu : mücadele, gayret, savaş, onunla beraber
Rıbbiyyûne kesirun : efendi, malik, rabbi, kendini rabbine adamış, çok, fazla
fe mâ vehenû : fakat, öyleki, yılmadılar, gevşeklik göstermediler
li mâ asabe hum : şeyler için, isabet, temas, onlar
fî sebîli allâhi : Allah’ın yolunda, o yolda hakikatleri anlatmak
ve mâ daufû : bilgisiz, zayıflık göstermediler
ve ma estekânû : yollarından dönmediler, istikamet, boyun eğmediler
Ve Allah yuhib : Allah, sevgi, aşk,
el sâbirîn : sabredenler

 

146- Niceleri, nebilerle birlikte kendilerini vücudlandıranın hakikatlerini anlatmak için gayret gösterdiler. Öyle ki, Allah hakikatlerini anlatma yolunda onların başına sıkıntılar gelse de yılmadılar ve zayıflık göstermediler ve yollarından dönmediler. Sabredenlerde Allah sevgisi vardır.

 

-147-

وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ ربَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

Ve mâ kâne kavlehum illâ en kâlû rabbenagfir lenâ zunûbenâ ve isrâfenâ fî emrinâ ve sebbit akdâmenâ vensurnâ alel kavmil kâfirîn

ve mâ kâne kavle hum : olmadı, söz, söylemek, onlar
illâ en kâlû : ancak, sadece, başka, demek, söylemek
rabbe-nâ ıgfir lena : Rabbimiz, bağışla, bize
zunûbe-nâ : hata, yalış, yanılgı, yanlış davranış, günahlarımız
ve israfe-nâ : israfımız, aşırık, taşkınlık, biz,
fi emr na : için, emir, hüküm, çalışmalarımızda, biz
Ve sebbit : sağlam, sabit, güçlü kıl,
akdâme-nâ : gittiğimiz yolda, ayaklarımızı
ve unsur-nâ : yardım et, biz,
alâ el kavmi : karşı, için, kimseler, topluluk,
el kafirin : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

147- Onların sözleri: Rabbimiz! Yanlış davranışlarımızdan dolayı bize mağfiret et ve çalışmalarımızda bizi aşırılıktan koru ve gittiğimiz yolda bizi güçlü kıl ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin hallerine düşmekten bizi koru, demekten başka bir şey değildir.

-148-

فَآتَاهُمُ اللّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الآخِرَةِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

Fe âtâhumullâhu sevâbed dunyâ ve husne sevâbil âhiret ve allâhu yuhibbul muhsinîn

fe ata-humu Allâh : böylece, artık, verdi, sundu, onlara, Allah
sevâbe ed dunyâ : iyi olan, güzel iş, güzel karşılık, dünya, yaşam,
ve husne sevâbi : güzel, iyi, hoş, güzel karşılık,
el âhireti : sonunda
ve allâh yuhib : Allah, sevgi, aşk,
el muhsinin : içten samimi olan, tüm özüyle bağlı olan

 

148- Allah’ın sunduğu sıfatlarla yaşamlarında güzel davranışlarda bulunanlar, sonunda güzel karşılıklar bulurlar. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanlarda Allah sevgisi vardır.

-149-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ الَّذِينَ كَفَرُواْ يَرُدُّوكُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ فَتَنقَلِبُواْ خَاسِرِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tutîûllezîne keferû yeruddûkum alâ akâbikum fe tenkalibû hâsirîn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler
in tutiu : eğer, itaat, uymak, o kimseler, hakikatleri örten
ellezine keferu : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler,
yeruddû-kum : red, çevrilme, dönmek, sizi çevirirler
alâ akâbi-kum : geçmiş cehaletinize, sert, katı, topuklarınız üzerine
fe tenkalibû hasirin : artık, böylece, geri çevrilmek, dönmek, hüsran, kaybeden

 

149- Ey iman edenler! Eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin hallerine uyarsanız, artık siz geçmişteki o sert, kaba, cehalet hallerinize dönersiniz. Böylece kaybedenlerden olursunuz.

-150-

بَلِ اللّهُ مَوْلاَكُمْ وَهُوَ خَيْرُ النَّاصِرِينَ

Bel allâhu mevlâkum ve huve hayrun nâsırîn

beli Allâh : hayır, evet, bilakis, Allah,
Mevla kum : sahip, mevla, dost, sahip, edendi, siz
ve huve hayru : o, hayırlı, iyi, güzel,
el nasirin : yardımcı, fayda veren, destek

 

150- Bilakis sizin sahibiniz Allah’tır ve O’nun yardımında hayr vardır.

 

-151-

 سَنُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُواْ الرُّعْبَ بِمَا أَشْرَكُواْ بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَمَأْوَاهُمُ النَّارُ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِمِينَ

Se nulkî fî kulûbillezîne keferûr rube bimâ eşrakû billâhi mâ lem yunezzil bihî sultân ve me’vâhumun nâr ve bise mesvez zâlimîn

se nulki fi kulubi : biz, salmak, vardır, bulmak, o halde kalmak, kalplerinde
ellezine keferû : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, kâfirler,
er rube : korku, dehşet, tereddüt
bi-mâ eşrakû bi Allah : şeyler, ortak koşmaları sebebiyle, Allah
mâ lem yunezzil bi-hî : şey, değil, ne, indirmek, sunmak, içinde, hakikatler,
sultânen : sultan, delil, hükümdar, hâkimiyet
ve mevâ hum : sığınağı, barınağı, bulunduğu yer, halleri, onlar,
el nar : nur, ateş, yakıcılık, yakıp yıkıcı haller,
ve bise mesve : ne kötü, bir hal, bir yer,
el zalimin : zalimler, kötülük yapanlar,

 

151- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin kalblerinde, bizi anlayamadıklarından dolayı bir korku vardır. Sunulan hakikatler ile ilgili delillere ulaşmaları olmaz, yöneldikleri şeylerle Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnad ederler ve onların bulunduğu yer ateştir ve zalimler için ne kötü bir hâldir.

-152-

وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّهُ وَعْدَهُ إِذْ تَحُسُّونَهُم بِإِذْنِهِ حَتَّى إِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الأَمْرِ وَعَصَيْتُم مِّن بَعْدِ مَا أَرَاكُم مَّا تُحِبُّونَ مِنكُم مَّن يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنكُم مَّن يُرِيدُ الآخِرَةَ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْ وَلَقَدْ عَفَا عَنكُمْ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

Ve lekad sadakakumullâhu vadehû iz tehussûnehum bi iznih hattâ izâ feşiltum ve tenâzatum fîl emri ve asaytum min badi mâ erâkum mâ tuhıbbûn minkum men yurîdud dunyâ ve minkum men yurîdul âhireh summe sarafekum anhum li yebteliyekum ve lekad afâ ankum vallâhu zû fadlin alel muminîn

ve lekad sadak kum allâh : doğru, gerçek, içten, samimi, sadık, doğru, siz, Allah
Vade hu : vaad, söz, gerçekleştiren, tecelli, o
iz tehussûne-hum : olduğunda, kayıp, yıkılma, bozulmak, dağılmak, güzel
bi izni-hi : yetki, ruhsat, onun
Hatta izâ feşiltum : hatta, öyle ki, olduğunda, başarısız, gevşek, tembel, siz
ve tenâzatum : farklılık, anlaşmazlık, ihtilaf, siz
fi el emr : emr, iş, işleyiş, hüküm
ve asaytum : karşı çıkma, inat, isyan, itaatsizlik, siz,
Min badi mâ erâ-kum : den sonra, uzak, şey, ne, değil, görmek, anlamak, siz
mâ tuhıbbûne minkum : şey, ne, değil, sevdiğiniz, sizden, kendinizdeki
Men yuridu el dunyâ : kim, ister, diler, dünya, yaşam,
ve min-kum men yudiru : sizden, kim, kimse, ister, diler, gaye, arzu
el âhirete : sonu, ahreti, sonunda
Summe saraf kum anhum : sonra, değişim, geri çevirme, dönüşüm, siz, onlardan
li yebteliye-kum : için, test, imtihan, dikkatlice düşünmek, anlamak, siz
ve lekad afa ankum : andolsun, af etme, sizler
Ve Allah zû : Allah, sahip,
fadlin : lütuf, sıfatlar, nitelikler, fazlın sahibi
alâ el muminîne : ancak, karşı, için, müminler, inanan, emin olan

 

152- Siz, Allah’a tüm içtenliğinizle bağlanın. O tecelli edendir. Hakikatleri anlamada başarısız olursanız ve işleyiş hakkında ihtilafa düşerseniz, o konuda yetkili olanı bulun, dağılıp gidenlerden olmayın. Siz hakikatlere karşı çıkarsanız, hakikatleri anlayamaz, uzaklaşırsınız ve kendinizdeki sevgiyi anlayamazsınız. Dünya çıkarlarında olan kimseler de vardır ve sizlerden sonunu anlamak isteyen kimseler de vardır. Sonra sizler dikkatli düşünceler içinde olun, kendinizi bilgiyle değiştirenlerden olun. Sizler affedici olun ve lütufların sahibinin Allah olduğunu bilip müminlerden olun.

 

-153-

إِذْ تُصْعِدُونَ وَلاَ تَلْوُونَ عَلَى أحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فِي أُخْرَاكُمْ فَأَثَابَكُمْ غُمَّاً بِغَمٍّ لِّكَيْلاَ تَحْزَنُواْ عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلاَ مَا أَصَابَكُمْ وَاللّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

İz tusidûne ve lâ telvûne alâ ehadin ver resûlu yedûkum fî uhrâkum fe esâbekum gammen bi gammin li keylâ tahzenû alâ mâ fâtekum ve lâ mâ asâbekum vallâhu habîrun bimâ tamelûn

iz tusidûne : olduğunda, uzaklaşma, yükselme, artış,
ve lâ telvûne : yok, çevresine bakmayan,
ala ehad : karşı, göre, için, birlik, tek,
ve el resûlu : resul, hakikati gösteren,
yedu kum : davet, çağrı, siz
fî uhrâ-kum : içinde, başka, sonra, diğer, öteki, sizin
fe esâbe-kum : artık sonra, isabet, o halde olmak,
gammen : gam, keder, hüsran, hüzün, üzüntü,
bi gammin : gam, keder, hüzün, üzüntü, hüsran,
Li keyla tahzenû : olmaması için, mahzun, üzülmek, kaygılı
alâ mâ fâte-kum : ancak, sadece, değil, şey, ne, çıkmak, siz
ve lâ mâ asebe kum : yok, değil, şey, ne, isabet, temas, değmek, yazık, siz
Ve Allah habîrun : Allah, birdiren, haber veren,
bimâ tamelûne : yaptığınız şeylerden

 

153- Eğer hakikatlerden uzaklaşırsanız, çevrenize bakıp birliği anlayamazsanız ve Resulün sizi davet ettiği hakikatlere bakmazsanız, siz başka şeyler içinde olursunuz. Sonra da siz bir sıkıntı içinde, hüsran içinde kalırsınız. Siz kaygılarda olmamak için, size sunulan hakikatlerin dışına çıkmayın ve kendinize yazık etmeyin. Allah yaptığınız şeylerden size hakikatleri her an bildirir.

 

-154-

ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ وَطَآئِفَةٌ قَدْ أَهَمَّتْهُمْ أَنفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِ يَقُولُونَ هَل لَّنَا مِنَ الأَمْرِ مِن شَيْءٍ قُلْ إِنَّ الأَمْرَ كُلَّهُ لِلَّهِ يُخْفُونَ فِي أَنفُسِهِم مَّا لاَ يُبْدُونَ لَكَ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الأَمْرِ شَيْءٌ مَّا قُتِلْنَا هَاهُنَا قُل لَّوْ كُنتُمْ فِي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذِينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ إِلَى مَضَاجِعِهِمْ وَلِيَبْتَلِيَ اللّهُ مَا فِي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحَّصَ مَا فِي قُلُوبِكُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

Summe enzele aleykum min badil gammi emeneten nuâsen yagşâ tâifeten minkum ve tâifetun kad ehemmethum enfusuhum yezunnûne billâhi gayral hakkı zannel câhiliyyet yekûlûne hel lenâ minel emri min şey kul innel emre kullehu lillâh yuhfûne fî enfusihim mâ lâ yubdûne leke yekûlûne lev kâne lenâ minel emri şeyun mâ kutilnâ hâhunâ, kul lev kuntum fî buyûtikum le berezellezîne kutibe aleyhimul katlu ilâ medâciihim ve li yebteliyallâhu mâ fî sudûrikum ve li yumahhısa mâ fî kulûbikum vallâhu alîmun bi zâtis sudûr

Summe enzele aleykum : sonra, sundu, bildirdi, indirdi, üzerinize
min badi el gammi : sonradan, uzak, gam, keder, üzüntü, kaygı,
Emeneten : güven, emniyet, emin,
nuâsen : uyku hali, gaflet, sukünet,
Yagşâ : saran, kaplayan,
taifetun minkum : taife, bazısı, gurup, hepinizi, kimseler, sizden, sizleri
ve tâifetun : bir gurup, topluluk, cemaat
kad ehemmet-hum : onlar kendilerine ehemmiyet vermişlerdi, önemsemişti
enfusu-hum yezunnun : kendilerini, canlarını, nefsli için, zanda, keyfine göre yorum
Bi Allah gayre el hakkı : Allah için, haksız, doğru olmayan, gerçek olmayan
zanne el câhiliyyeti : zan, bilgisizce, cahiliye, bilmemezlik, cehalet
Yekûlûne hel lena : diyorlar, derler, bize varmı, nasıl,
minel emri min şey : işten, emirden, bir şey, şeyden, her varlık, eşya
Kul inne el emre : anlat, söyle, muhakkak ki emir, işleyiş, hüküm
kulle-hu li Allah : onun hepsi, bütün, Allah’ın
Yuhfune fi enfusi-him : gizi, saklı, bilinmeyen, nefslerinde, içlerinde, kendilerinde
mâ lâ yubdûne leke : değil, şey, ne, yok, göremedikleri, açıklanamayan, sana
Yekulune lev kâne lenâ : diyorlar, derler, bizim için olsaydı
minel emri şeyun : emirden, işten, bir şey
mâ kutilnâ ha huna : değil, yazık etmek, mahv olmak, biz, burada, bu halde
Kul lev kuntum : anlat, söyle, eğer, siz olsaydınız
fî buyûti-kum : içinde, ev, bulunduğunuz yerde, vücud evlerinizde
le bereze : elbette, bariz, ortada, çıkardı
Ellezîne kutibe aleyhim : onlar, kitab, yazılı, takdir, onlarda, üzerlerinde
El katlu : yazık etmek, zarar vermek, mahv, ölüm,
ilâ medâcii-him : için, uyumak, gaflet hali, yatakları, onlar
ve li yebteliye allâh : için, imtihan, dikkatlice düşünmek, sınamak, Allah
mâ fî sudûri-kum : gönül, sine,  düşüncelerimizde olan
ve li yumahhısa : için, incelemek, irdelemek, temize çıkarmak
mâ fî kulûbi-kum : kalplerinizde olandan, idrak, düşünce, b
ve Allâh alimun : Allah, ilmin sahibi
Bi zati sudur : sahip, gönül,

 

154- Üzerinizdeki nitelikleri sunanı, hepinizi tecellileri ile saranı bilirseniz, gafletten kurtulur, bir eminlik içinde kaygılardan uzaklaşırsınız. Onlardan kimileri önemseyenlerden oldular. Onlardan kimileri de zanlarda kaldılar, Allah hakkında gerçek olmayan, cehaletin zanlarına uydular. Derler ki: Bize işleyiş hakkında bir bilgi var mı? De ki: Muhakkak ki bütün varlıktaki işleyiş, kendi içinizdeki gizli âlem, sizin göremediklerinizdeki her şey Allah’ındır. Derler ki: Eğer biz bütün varlıktaki işleyişi anlasaydık, kendimize yazık etmezdik. De ki: Eğer sizler; vücudlarınızdaki tecellileri anlasaydınız, elbette apaçık ortada olanı anlardınız, kendi üzerinizdeki kitabı anlayan kimselerden olurdunuz, kendinizi gafletten kurtarır, kendinize yazık etmezdiniz ve Allah’ı anlamak için dikkatlice düşünür, gönüllerinizde olanı anlardınız ve bir bilişten bir bilişe geçip inceleme içinde olurdunuz ve gönüllerdeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilirdiniz.

 

-155-

إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْاْ مِنكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُواْ وَلَقَدْ عَفَا اللّهُ عَنْهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ

İnnellezîne tevellev minkum yevmel tekal cemâni inne mestezellehumuş şeytânu bi badi mâ kesebû ve lekad afâllâhu anhum innallâhe gafûrun halîm

inne ellezîne tevellev : muhakkak, o kimseler, yüz çeviren, cehalete dönen
minkum : sizden, içinizden
yevme : gün, vakit, an, her zaman,
ilteka : karşılaşma, görüşmek, tanışmak, bir arada tutan güç
el cemani : bütün topluluklar, birlik içinde,
İnnema istezelle-hum : ancak, zillet, kaybeden, onlar, kendileri,
el şeytânu : şeytani haller, kötülük halleri,
Bi badi ma kesebû : bazı şey, kazandıkları şey, edinilen, nisbet,
ve lekad afa Allah anhum : doğrusu, af, hatasını anlayıp vazgeçen, Allah, onları,
inne Allâh gafur : muhakkak, Allah, mağfiret, tertemiz lütufları sunan
halim : incelikler, güzel halleri sunan, yumuşak huylu, hoş olan,

 

155- Sizlerden, bütün toplulukları her an bir arada tutan O gücü anlamaktan yüz çevirip cehalete dönen kimseler; şeytani hallerinden dolayı, kendilerine nisbet ettikleri şeyler yüzünden kaybedenlerden oldular. Doğrusu Allah’a karşı hatalarını anlayanlar ise o hallerinden vazgeçerler. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, güzel halleri sunandır.

-156-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ كَفَرُواْ وَقَالُواْ لإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُواْ فِي الأَرْضِ أَوْ كَانُواْ غُزًّى لَّوْ كَانُواْ عِندَنَا مَا مَاتُواْ وَمَا قُتِلُواْ لِيَجْعَلَ اللّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللّهُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekûnû kellezîne keferû ve kâlû li ıhvânihim izâ darabû fîl ardı ev kânû guzzen lev kânû indenâ mâ mâtû ve mâ kutilû li yecalallâhu zâlike hasreten fî kulûbihim vallâhu yuhyî ve yumît vallâhu bi mâ tamelûne basîr

yâ eyyuhâ ellezîne âmenû : ey iman edenler
lâ tekûnû : yok, olmak, olmayın
Ke ellezîne keferû : gibi, hakikatleri görmeyip örten, önemsemeyen
ve kâlû li ıhvâni-him : derler, söyleyin, kardeşleri için, arkadaş, yoldaş, onlar
izâ darabû fi el ard : olduğunda, vurgu, darbe, güç, yeryüzünde
Ev kanu guzzen : yada, veya, oldu, işgal, istila, heryere bakmak, olmak
lev kânû indi na : eğer, olsaydı, biz ait, yanımızda,
ma matu : kaybetmezler, ölmek, idraksizlik içinde olmak,
ve mâ kutilû : değil, şey, ne, ölmek, yazık olmak, kaybetmek,
li yecale allâh : için, kılmak, yapmak, düzen, allah
Zâlike hasreten : bunu, işte bu, ayrılık, özlem, üzüntü
fî kulûbi-him : kalpleri içinde, kalplerinde
ve allâhu yuhyi : Allah, hayat veren
ve yumîtu : sınırlıyan, öldürür
ve Allâh bi mâ tamelûne : Allah, yaptığınız şeylerden
basîrun : gösteren, bildiren, iyi gören

 

156- Ey iman edenler! Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler gibi olmayın ve sizinle aynı yolda kardeş olanlara, yeryüzündeki vurgulara iyi bakmalarını ve her şeye iyi bakıp anlamalarını söyleyin. Eğer söylediklerimize uyarsanız bir idraksizlik içinde kalmazsınız, diye söyleyin. Allah’ın düzenini anlayanlar kendilerine yazık etmezler. İşte böylece onların kalbleri bir ayrılık içinde olmaz. Allah hayat verendir ve sınırlayandır ve Allah yaptığınız şeylerden size hakikatleri her an gösterir.

-157-

 وَلَئِن قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللّهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ

Ve lein kutiltum fî sebîlillâhi ev muttum le magfiretun minallâhi ve rahmetun hayrun mimmâ yecmeûn

ve le in kutiltum : eğer, olursaniz, öldürülen, size zarar veren,
fî sebîli Allâh : Allah’ın yolunda
ev muttum : veya öldünüz
le magfiretun min Allah : elbette, mağfiret vardır, Allah’ın
ve rahmetun : rahmet
Hayrun mimma yecmeun : hayırlı, iyi olan, şeyler, toplanma, birlik

 

157- Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, elbette bunlar; Allah’ın mağfiretini, rahmetini, iyi olan şeyleri, bütün her şeyin bir birlikten ibaret olduğunu anlama, anlatma gayretinizden dolayıdır.

-158-

وَلَئِن مُّتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ لإِلَى الله تُحْشَرُونَ

Ve lein muttum ev kutiltum le ilâllâhi tuhşerûn

ve le in muttum : elbette, eğer, ölseniz
ev kutiltum : veya öldürülseniz
le ilâ allâhi tehşerun : elbette, ancak, için, karşı, Allah, bir arada, birlik

 

158- Eğer ölseniz de ya da öldürülseniz de elbette Allah’ın birliği içindesiniz.

 

-159-

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum ve lev kunte fazzan galîzal kalbi lenfaddû min havlik fafu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fîl emr fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh innallâhe yuhibbul mutevekkilîn

fe bimâ rahmet bi Allah : artık, o zaman, sebebiyle, rahmet, Allah
Linte lehum : mülayim, yumuşak davrandın, onlar
ve lev kunte fazzan : eğer, olsaydın, kaba, edep dışı,
galîza el kalbi : katı kalpli
le infaddû : mutlaka, elbette, dağılırlardı,
min havli ke : etrafından
fe afu an hum : artık, affet, pişman olup dönen, onlar
ve istagfir lehum : mağfiret dile, onlar
ve şâvir-hum : muşavere, karşılıklı danışmak, istişare,
fi el emr : işleyiş hakkında, varlığın işleyişi, hüküm,
fe izâ azamte : artık, olduğunda, kararlılık, belirleme, karar verme,
fe tevekkel ala Allah : artık, tevekkül, varlığın sahibini bilip teslim etme, Allah
İnne Allah yuhibbu : muhakkak, Allah, sevgi, sever
el mutevekkilîne : tevekkül edenler, varlığının sahibini bilip teslim olan

 

159- Allah’ın rahmetini anlatmak için onlara yumuşak davran. Eğer onlara kaba, katı kalbli davranırsan, elbette etrafından dağılırlar. Onlara karşı affedici ol ve onlara mağfireti anlamalarını söyle ve onlarla varlığın işleyişi hakkında karşılıklı istişare yap. Böylece kararlı ol. Varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip teslimiyet içinde ol. Muhakkak ki varlığın sahibini bilip teslim olanlarda Allah sevgisi vardır.

 

-160-

إِن يَنصُرْكُمُ اللّهُ فَلاَ غَالِبَ لَكُمْ وَإِن يَخْذُلْكُمْ فَمَن ذَا الَّذِي يَنصُرُكُم مِّن بَعْدِهِ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكِّلِ الْمُؤْمِنُونَ

İn yansurkumullâhu fe lâ gâlibe lekum ve in yahzulkum fe men zellezî yansurukum min badihi ve alâllâhi fel yetevekkelil muminûn

in yansur-kumu allâh : eğer, yardım, siz, Allah
fe lâ gâlibe lekum : artık, böylece, yok, galip, sizi
ve in yahzul-kum : ve eğer size yardımı keserse
fe men zâ ellezi : artık, kim, sahip, o kimse, ki o,
yansuru-kum min badi hi : yardım, yardımcı, siz, ondan sonra
ve alâ allâhi : Allah’a
fe li yetevekkel : o zaman, için, tevekkül, her şeyiyle teslim olan,
el muminun : müminler, emin olanlar,

 

160- Eğer siz; Allah’ın yardımını anlarsanız, artık size hükmedecek yoktur. Eğer siz; O’nun yardımını anlamayı bırakırsanız, bundan sonra hakikatler için size yardım edecek olan kimdir? Müminler varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip bir teslimiyet içindedirler.

-161-

وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَن يَغُلَّ وَمَن يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ

Ve mâ kâne li nebiyyin en yagull ve men yaglul yeti bimâ galle yevmel kıyâmeh summe tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn

ve mâ kâne li nebiyyin : olmadı, olamaz, nebiler, haberci,
en yagulle : köstek, engel, uzak tutmak, saklamak,
ve men yaglul : kim, engel, köstek, uzak, tutar,
Yeti bi-mâ galle : gelir, olur, şeyle, değil, ne, engel, uzak, ırak, bilgisizlikte,
yevme el kıyâmeti : diriliş günü, hakikatlerin ortaya çıktığı zaman, ölüm vakti
Summe tuveffâ : sonra, vefa edilir, ödenir, karşılığını bulur,
kullu nefsin : her kişi, herkes,
ma kesebet : şey, ne, edindiği, kazandığı
Ve hum lâ yuzlemûne : onlar, yok, zulmedilmezler, haksızlık yapılmaz

161- Nebilerden hakikatleri saklayan olmadı. Kim hakikatlerden uzak durursa, ölünceye kadar bir bilgisizlik içinde olur. Herkes kazandığının karşılığını bulur ve onlara haksızlık edilmez.

-162-

أَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللّهِ كَمَن بَاء بِسَخْطٍ مِّنَ اللّهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

E femenittebea rıdvânallâhi ke men bâe bi sehatin minallâhi ve mevâhu cehennem ve bisel masîr

e fe men ittebea : öylemidir, artık, kim, kimse, tabi olan, uymak,
rıdvâne allâhi : razı, hoşnutluk, Allah
ke men : gibi, kim, kimse,
bae : erişme, yetme, uğrama, kalma, kendi cehaletinde kalma
bi sehatin min Allah : kızgın, karşı çıkan, protesto, öfkeli, gazab, Allah
ve mevâ hu : barınak, sığınak, bulunduğu yer, bulunduğu hal,
cehennem : cehennem, cehaletin cehennemi, ykıp yıkıcı olan,
ve bise el masîru : kötü, yer, gittikler, yer, kötü bir hâl,

 

162- Allah’ın rızasına uyan kimse, kendi cehaletinde kalıp Allah’a karşı çıkan kimse gibi midir? Onun bulunduğu hâl cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir hâldir.

-163-

هُمْ دَرَجَاتٌ عِندَ اللّهِ واللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ

Hum derecâtun indallâh vallâhu basîrun bi mâ yamelûn

Hum derecet : onlar, derece, makam, mertebe, yükseklik,
inde Allah : katında, Allah’a ait,
ve Allâh basirun : Allah, gösteren, bildiren,
bi mâ yamelûne : yaptıkları şeyler,

 

163- Allah’a ait hakikatleri anlamak isteyenlere makamlar vardır ve Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri her an gösterir.

-164-

لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُواْ مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُّبِينٍ

Le kad mennallâhu alel muminîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn

lekad men Allâh : andolsun, kim, kimse, Allah,
alâ el muminîne : için, göre, karşı, müminler, emin olan,
iz bease fihim : olduğunda, diriliş, ortaya çıkış, onların içinde,
resul : resul, hakikati gösteren,
min enfusi-him : onların kendilerinden
Yetlu aleyhim ayati hi : okur, açıklanır, onlara, işaret, delil, ayet, o
ve yuzekkî-him : tezkiye eder, arındırır, cehaletten temizlemek
ve yuallimu-hum : öğretir, bildirilir,
el kitâbe : kitap, hakikatlerin sözleri, her varlık bir kitap,
ve el hikmet : hikmet, yaratılışın incelikleri, şuurlu düşünme,
ve in kânû min kabl : eğer, ise, oldu, önceden
le fî dalâlin mubin : elbette, dalalet içinde, sapmak, apaçık

 

164- Allah’ı anlamak, emin olmak isteyen kimseler için, onların kendi içlerinden bir Resul ortaya çıktı. Onlardaki delilleri onlara açıkladı ve onları cehaletten temizledi ve onlara her varlığın bir kitap olduğunu ve hikmet üzere düşünmeleri gerektiğini bildirdi. Onlar daha önceden apaçık bir dalalet içinde idiler.

 

-165-

أَوَلَمَّا أَصَابَتْكُم مُّصِيبَةٌ قَدْ أَصَبْتُم مِّثْلَيْهَا قُلْتُمْ أَنَّى هَذَا قُلْ هُوَ مِنْ عِندِ أَنْفُسِكُمْ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

E ve lemmâ asâbetkum musîbetun kad asabtum misleyhâ kultum ennâ hâzâ kul huve min indi enfusikum innallâhe alâ kulli şeyin kadîr

e ve lemmâ asâbet-kum : olduğu zaman, isabet, temas, siz
musîbetun : sıkıntı, dert, felaket, musibet, bela, kötülük
kad asabtum misley ha : oldu, isabet, temas, misli, iki katı, onun
Kultum ennâ hâzâ : dediniz, bu nasıl, neden, nerden
Kul huve min indi enfus kum : anlat, söyle, o, nefsinizden, kendinizden
inne allâhe : muhakkak, Allah
alâ kulli şeyin kadir : bütün her şey, kudret

 

165- Size bir musibet isabet ettiğinde; bu bize neden isabet etti, dersiniz. De ki: O sizin kendinizdendir. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.

-166-

وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ

Ve mâ asâbekum yevmel tekal cemâni fe bi iznillâhi ve li yalemel muminîn

ve mâ asâbe-kum : şey, değil, ne, isabet, temas, siz
yevme : gün, vakit, an, her zaman,
ilteka : karşılaşma, görüşmek, tanışmak, bir arada tutan güç
el cemani : bütün topluluklar, birlik içinde, bütün varlık,
fe bi izni allâhi : artık, böylece, yetkili, ruhsat, Allah
ve li yaleme el muminin : bilmesi için, öğrenme, müminler, emin olan,

 

166- Bütün toplulukları bir arada tutan O gücü anladığınızda, böylece bütün varlığın işleyişinde Allah’ın yetkili olduğunu idrak ettiğinizde, size bir sıkıntı isabet etmez. Müminler her an öğrenme, öğretme içindedirler.

-167-

 وَلْيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُواْ وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ قَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَوِ ادْفَعُواْ قَالُواْ لَوْ نَعْلَمُ قِتَالاً لاَّتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلإِيمَانِ يَقُولُونَ بِأَفْوَاهِهِم مَّا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ

Ve li yalemellezîne nâfekû ve kîle lehum teâlev kâtilû fî sebîlillâhi evidfeû kâlû lev nalemu kıtâlen lettebanâkum hum lil kufri yevmeizin akrabu minhum lil îmân yekûlûne bi efvâhihim mâ leyse fî kulûbihim vallâhu a’lemu bi mâ yektumûn

ve li yaleme : için, öğrenmesi, bilmesi, hakikatleri bilme içinde,
ellezîne nâfekû : o kimseler, nifak, ikilik
ve kîle lehum : denildi, bildirildi, onlara,
tealev katilu : gelin, gayret, mücadele, gayret,
fî sebîli allâhi : Allah’ın yolunda, hakikatleri anlamak için
ev idfeû : veya defedin, uzaklaştırmak, savunun,
Kalu lev nalemu : derler, eğer, şayet, bilseydik, anlasaydık,
kıtalen : gayret, mücadele, bir çaba içinde olmak,
le ittebana kum : elbette, tabi olurduk, uyardık, sizin gibi
hum li el kufri : onlar, için, hakikatleri örtme, kabul etmeme
yevme izin : o vakit, izin günü
Akrabu minhum li el iman : yakınlık, onlardan, inanmak, iman
Yekulune bi efvâhi-him : diyorlar, derler, kendi ağızları ile, sözleri ile
Ma leyse fi kulubi-him : değil, şey, ne, olmayan, onların kalplerinde, idrak
ve allâh alemu : Allah, ilmin sahibi,
bi mâ yektumûne : şeyler, gizli, saklı, bilinmeyen, görünmeyen

 

167- İkilikte olan kimselere: Hakikatleri bilme içinde olun, Allah yolunda hakikatleri öğrenmek için gayret gösterin ve o hallerinizden uzak durun dendiğinde, derler ki: Eğer biz gayret edip bilseydik, elbette sizin gibi tâbi olurduk. O vakit onlar inanmaktan çok, hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerine daha yakın olurlar. Onlar kendi ağızlarıyla bir idrak içinde olmadıklarını söylerler. Allah görünmeyen bilinmeyen şeylerdeki ilmin sahibidir.

 

-168-

الَّذِينَ قَالُواْ لإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُواْ لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَؤُوا عَنْ أَنفُسِكُمُ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ellezîne kâlû li ihvânihim ve kaadû lev atâûnâ mâ kutil kul fedreû an enfusikumul mevte in kuntum sâdıkîn

Ellezine kalu li ihvan him : o kimseler, derler, için, kardeş, arkadaş, yoldaş, onlar
ve kaadû : oturmak, o halde olmak, kural
lev atâû-nâ : eğer, itaat, uymak, biz,
ma kutile : değil, yazık etmemek, zarar, mahv etmemek,
Kul fe idreû : de ki, artık, öyleyse, bildirme, ulaşma, anlama, savma,
an enfusi-kum : kendinizde, nefsinizde,
el mevt : ölüm, nutfe, öz, tevhidden sapmış
in kuntum sadikin : eğer siz, iseniz, doğru söyleyen

168- O kimseler arkadaşları için derler ki: Eğer bize uymaya devam etselerdi, kendilerine yazık etmeyeceklerdi. De ki: Eğer doğruyu söylediğinizi iddia ediyorsanız, öyleyse kendinizde olan özü bildirin.

 

-169-

وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ

Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn

ve lâ tahsebenne : yok, zannetmeyin, sanmayın, düşünmeyin,
ellezîne kutilû : o kimseler, öldürülmek, mahv, fanilik, yazık etmek,
fî sebîli Allâh : yolunda, hakikatler için, Allah,
emvaten : ölü, fani,
bel ahyâun : hayır, bilakis, diridirler, diriliği anlamışlardır
inde rabbi-him : ona ait, katında, Rab, vücudlandıran, kendileri,
yurzekun : rızk, lütuf, fayda, yarar, nimet, manevi haz,

 

169- Allah’ın hakikatlerini anlatmak için, o yolda ölen, öldürülen kimseleri ölüp gitti sanmayın. Bilakis onlar diriliğe kavuşmuşlardır. Onlar kendilerini vücudlandırana ait olan manevi hazza ulaşmışlardır.

-170-

فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

ferihîne : huzur içinde, ferah, rahatlık, sevinç duyarlar
Bima âtâ hum allâh : şeyler, ulaştığı hakikatler, verilen, sunulan, onlar, Allah
min fadlı-hî : lütuf, nitelik, kendi fazlından
ve yestebşirûne bi ellezi : sevindirmek, mutlu etmek, müjdelemek, o kimseler
lem yelhakû bihim : değil, katılmayanlar, onlara
min halfi-him : ardından gelen, öğrenmek isteyen, onların arkalarından
Ella havfun aleyhim : değil, yoktur, korku, onlara
ve lâ hum yahzenun : yok, onlar, mahzun, üzgün,

 

170- Onlar; Allah’ın sunduğu hakikatlere ulaşmanın, O’nun lütuflarını anlamanın rahatlığı içindedirler. Onlar; onları takip edecek olan ve o hakikatleri anlamayı isteyenler için, sevindirici bilgiler verirler. Onlara korku yoktur ve onlar mahzunda olmazlar.

-171-

 يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ

Yestebşirûne bi nimetin minallâhi ve fadlin ve ennallâhe lâ yudîu ecrel muminîn

Yestebşirûne bi nimet : sevindirmek, müjdelemek, mutluluk, nimet, varlık
min allâhi : Allah’tan
ve fadlin : lütuf, fazl
ve enne allâhe : olduğunu, Allah’ın
lâ yudîu : yok, kayıp, zayi etmez, ziyan, kaybolmaz,
ecr el muminin : karşılık, lütuf, mükâfat, mümin

 

171- Onlar, Allah’ın tüm varlıktaki sıfatlarını ve lütuflarını anlamanın mutluluğundadırlar ve onlar, müminlerin karşılığını zayi etmeyenin Allah olduğunu bilirler.

 

-172-

 الَّذِينَ اسْتَجَابُواْ لِلّهِ وَالرَّسُولِ مِن بَعْدِ مَآ أَصَابَهُمُ الْقَرْحُ لِلَّذِينَ أَحْسَنُواْ مِنْهُمْ وَاتَّقَواْ أَجْرٌ عَظِيمٌ

Ellezinestecâbû lillâhi ver resûli min badi mâ asâbehumul karh lillezîne ahsenû minhum vettekav ecrun azîm

ellezine : onlar, müminler,
estecâbu li allah : cevap verme, icabet etme, uymak, Allah
ve el resûli : resule, hakikati gösteren,
min badi ma asabe hum : sonra, uzak, değil, şey, ne, isabet, temas, onlar,
el karhu : hasta olma, yalan yanlış sözler sözleme, yara,
li ellezi : o kimseler, müminler,
Ahsenu minhum : güzel olan, iyi olan, onlardan
ve ettekav : takva sahibi, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan,
ecr azim : karşılık, ecr, yüce

 

172- O kimseler, Allah’a uyarlar ve resulü de anlarlar. Onlar, hakikatleri yalan yanlış sözlerle değiştirenlerin hallerinden uzaktırlar. Onlarda hep bir güzellik içinde olma vardır. Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlara yüce karşılıklar vardır.

 

-173-

 الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Ellezîne kâle lehumun nâsu innen nâse kad cemeû lekum fahşevhum fe zâdehum îmânâ ve kâlû hasbunâllâhu ve nimel vekîl

Ellezîne kale lehum el nas : o kimseler, dedi, onlara, onlar için, insanlar
inne el nâse : muhakkak ki insanlar
kad cemeû lekum : oldu, birlik, toplanma, sizin, toplanmışlardı
fe ahşev-hum : artık onlardan korkun
fe zâde-hum : öyle ki, artık, arttı, çoğaldı, yüksek,
iman : onlar, iman, inanç
ve kalu hasbunâ allâhu : derler, yeterli, kâfidir, bize, Allah
ve nime el vekîlu : tüm her şeyde yetkili olan, ne güzel vekil

 

173- İnsanlardan bazı kimseler, o kimselere: İnsanlar bir topluluk halinde size karşı çıkıyor, artık onlardan çekinin dese, öyle ki onların inançları yüksek olduğundan derler ki: Allah; bize kâfidir, güzellikleri sunandır, bütün her şeyde her an yetkili olandır.

 

-174-

فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُواْ رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ

Fenkalebû bi nimetin minallâhi ve fadlin lem yemseshum sûun vettebeû rıdvânallâh vallâhu zû fadlin azîm

fe inkalebû : artık, böylece, işte, değişim, dönüşüm, döndüler
bi nimetin min Allah : bir nimet, Allahtan
ve fadlin : fazl, lütuf, nitelik, fazilet, sıfatlar,
lem yemses-hum : değil, yok, dokunmadı, temas, etki, onlar,
suun : kötü, fena haller,
Ve ettebeu : tabi olun, uyun, takip edin,
rıdvâne allâh : rıza, hoşnut, Allah
ve Allâh zu fadlin : Allah, sahip, lütuf, nitelik, sıfatlar
azim : kararlı olan, azamet, yüce

 

174- İşte onlar, Allah’ın nimetlerini anlamakla bir değişim içinde oldular ve onlar varlıktaki nitelikleri anlamakla fena hallerin etkisinden kurtuldular ve Allah’ın rızasına tâbi oldular ve bütün varlığın işleyişinde karar sahibinin, bütün varlıktaki sıfatların sahibinin Allah olduğunu anladılar.

 

-175-

إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

İnnemâ zâlikumuş şeytânu yuhavvifu evliyâe hu fe lâ tehâfûhum ve hâfûni in kuntum muminîn

İnnemâ zalikum el şeytan : ancak, sadece, fakat, böylece, şeytani haller
Yuhavvifu : korkutur,
evliyâe hu : dostlar, o, kendi
fe lâ tehâfû-hum : artık, yok, korkmak, korkmayın, onlar
ve hâfû-ni : korkmak, çekinmek, beni,
in kuntum müminin : eğer, sizler, iseniz, müminler, inanan,

 

175- Şeytani hallerde olanlar ancak kendi dostlarını korkuturlar. Artık o hallerde olanların korkutmalarına kanmayın ve eğer inananlardan iseniz Beni anlamamaktan korkun.

-176-

وَلاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئاً يُرِيدُ اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Ve lâ yahzunkellezîne yusâriûne fîl kufri innehum len yadurrûllâhe şeyâ yurîdullâhu ellâ yecale lehum hazzan fîl âhiret ve lehum azâbun azîm

ve lâ yahzun-ke ellezine : yok, mahzun, üzülme, keder, sen, o kimseler
Yusariun : koşmak, o halde hareket etmek,
fî el kufri : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek
inne-hum : muhakkak, doğrusu, onlar
len yadurrû Allâh şeyan : değil, asla, zarar, sıkıntı, müşkil, Allah, şey, bir şey
yurîdu allâhu : irade, Allah
ellâ yecale : değil, asla, yapmak, kılmak, ulaşmak
Lehum hazz : onlar, haz, zevk, manevi his,
fi el ahireti : sonunda,
ve lehum azabun azim : onlar, azap, sıkıntı, dert, büyük

 

176- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin o hallerde hareket etmeleri seni üzmesin. Doğrusu onlar; Allah’ın iradesi konusunda, Allah hakkında bir şey bilemezler, müşkillerden kurtulamazlar. Onlar sonunda manevi hazza ulaşamazlar ve onlar büyük sıkıntıların içindedirler.

 

-177-

إِنَّ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئًا وَلهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

İnnellezîneşteravul kufra bil îmâni len yedurrûllâhe şeyâ ve lehum azâbun elîm

inne ellezîne eşteravu : muhakkak, doğrusu, o kimseler, satın aldılar, seçtiler,
El kufra : hakikatleri örtmek, kabul etmemek,
bi el îmâni : iman, inanç
len yadurrû Allâh şeyan : değil, asla, zarar, sıkıntı, müşkil, Allah, şey, bir şey
ve lehum azabun elim : onlar, azap, sıkıntı, dert, acı

 

177- Doğrusu o hâlde olan kimseler; iman etmeye karşı, hakikatleri görmemezlikten gelip kabul etmemeyi seçtiler, Allah hakkında bir şey bilemeyip müşkillerden kurtulamadılar ve onlar acı sıkıntıların içinde kaldılar.

 

-178-

وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِّأَنفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ لِيَزْدَادُواْ إِثْمًا وَلَهْمُ عَذَابٌ مُّهِينٌ

Ve lâ yahsebennellezîne keferû ennemâ numlî lehum hayrun li enfusihim innemâ numlî lehum li yezdâdû isme ve lehum azâbun muhîn

ve lâ yahseben : yok, zannetme, hesap etme, düşünme,
ellezîne keferû : o kimseler, hakikatleri örtmek, kabul etmemek
ennemâ numli lehum : ancak, sadece, mühlet, ara, zaman, onlar
Hayrun li enfusi-him : hayırlı olan, iyi olan, kendileri için
İnnemâ numli lehum : ancak, sadece, çünkü, mühlet, ara, zaman, onlar
Li yezdadu : için, artmak, çoğalmak,
ismen : günah, isim, hata, varlığın süreti
ve lehum azabun muhin : onlar, azap, sıkıntı, dert, alçaltıcı, hain, ihanet, hor hakir

 

178- Hakikatleri görmemezlikten gelip kabul etmeyenler, zamanın onlara hayr getireceğini düşünmesinler, çünkü onlar zamanlarını hatalarını arttırarak geçirirler ve onları hakir bırakan sıkıntılar vardır.

-179-

مَّا كَانَ اللّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَآ أَنتُمْ عَلَيْهِ حَتَّىَ يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللّهَ يَجْتَبِي مِن رُّسُلِهِ مَن يَشَاء فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَإِن تُؤْمِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ

Mâ kânallâhu li yezerel muminîne alâ mâ entum aleyhi hattâ yemîzel habîse minet tayyib ve mâ kânallâhu li yutliakum alel gaybi ve lâkinnallâhe yectebî min rusulihî men yeşâu fe âminû billâhi ve resulih ve in tuminû ve tettekû fe lekum ecrun azîm

mâ kâne Allah : olmadı, değildir, olmaz, Allah,
Li yezere : bırakmak, terk etmek, ayrı,
el muminîne : müminler, emin olanlar,
alâ mâ entum aleyhi : için, karşı, şey, değil, ne, siz, onun üzerine, kendi
Hatta yemize : hatta, ayıran, fark eden, ayırt eden,
el habise : kötü, zararlı olan, habis olan,
min et tayyibi : temizden, güzel, iyi olan
ve mâ kâne Allah : olmadı, değildir, Allah
li yutlia-kum : için, bildirme, açıklama, siz,
alâ el gaybi : bilinmeyen, görünmeyen, bilinmeyenler
ve lakin Allâh yectebi : lakin, fakat, Allah, seçiçilik, fark edicilik,  şuurlu olma
min resuli hi : resul, hakikati gösteren, o
Men yeşau : kim, ister,
fe âminû bi Allah : artık, böylece, iman etmek, inanmak, Allah
ve resuli-hî : resul, hakikati gösteren, o
ve in tuminû : eğer iman ederseniz, inanmak
ve tettekû : fenalardan sakınırsanız, takva sahibi olursanız
fe lekum ecrun azim : artık, o zaman, sizin, size, karşılık, yüce

 

179- Allah sizden ayrı değildir. Müminler; kendilerinin ne olduğunu bilirler, iyi olan nedir, zararlı olan nedir ayırt ederler. Allah, bilinmeyenleri size bildirmemezlik yapmaz. Allah; o resul’lere de, sizlere de hak ile batılı fark edecek o şuuru verdi. Kim; Allah’a iman etmeyi isterse, o resul’e uyarsa, inanma yolunda olursa ve fenalardan sakınır Allah’a ortak koşmazsa, artık onlara yüce karşılıklar vardır.

 

-180-

وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَّهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَّهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُواْ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

Ve lâ yahsebennellezîne yebhalûne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî huve hayran lehum bel huve şerrun lehum se yutavvekûne mâ bahilû bihî yevmel kıyâmeh ve lillâhi mîrâsus semâvâti vel ard vallâhu bi mâ tamelûne habîr

ve lâ yahseben : yok, zannetme, hesap etme, düşünme
Ellezîne yebhalun : o kimseler, istif, stok, biriktiren, cimri, vermeyen,
bi mâ âtâ-humu allâhu : verdiği şeyler, nitelikler, onlar, Allah
min fadlı-hi : sıfatları, kendi fazlından, lütuf,
Huve hayrun lehum : o, hayırlı olan, onlar
bel huve şerrun lehum : hayır, bilakis, o, şer, kötü olan, onlar
se yutavvekûne : elbette, kuşatma, saran, dolanan
mâ bahilû bi-hî : şey, ne, değil, , istif, stok, biriktiren, cimri
yevme el kıyâmeti : ölüm günü, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, diriliş,
ve li allâh mirasu : Allahın, miras, her şey onun,
el semâvâti ve el ard : göklerde ve yerde
ve Allâh bi mâ tamelûne : Allah, yaptığınız şeylerden
habîrun : bildiren, haber veren,

 

180- Allah’ın onlara bahşettiği sıfatları, kendilerine isnat edip, onu sahibine vermeyenler bir hayırda olduğunu sanmasınlar, bilakis onların o halleri fenalarda kalmaktır. Elbette sıfatları kendine nisbet edenler, ölünceye kadar o hallerle kuşatılmışlardır. Göklerde ve yerde olan her şeyin sahibi Allah’tır ve Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri her an bildirir.

 

-181-

لَّقَدْ سَمِعَ اللّهُ قَوْلَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ فَقِيرٌ وَنَحْنُ أَغْنِيَاء سَنَكْتُبُ مَا قَالُواْ وَقَتْلَهُمُ الأَنبِيَاء بِغَيْرِ حَقٍّ وَنَقُولُ ذُوقُواْ عَذَابَ الْحَرِيقِ

Lekad semiallâhu kavlellezîne kâlû innallâhe fakîrun ve nahnu agniyâu se nektubu mâ kâlû ve katlehumul enbiyâe bi gayri hakkın ve nekûlu zûkû azâbel harîk

lekad semia allâhu : andolsun, gerçek şu ki, işitmek, Allah
kavle ellezîne : sözler, söylenenler, konuşmak, o kimseler, her insan,
Kâlû inne Allah : dediler, muhakkak, Allah,
fakir : fakir, bir şeyi yok, yoksul, ihtiyacı olan,
ve nahnu agniyâu : biz, zengin, varlıklı
Se nektubu mâ kâlû : yakında, elbette, yazmak, bildirmek, şey, ne, değil, dedi
ve katle-hum : öldürme, yazık etmek, ortadan kaldırmak, onlar
el enbiyâe : nebileri, haber getiren, bildiren,
bi gayri hakk : hakikatlerden başka, haksızca,
ve nekulu zûkû : demek, söylemek, his, zevk, o halde kalmak, tadın
azâbe el harîki : azap, sıkıntı, yakıcı

 

181- Gerçek olan şu ki; duydukları sözleri işittiren Allah’tır. Dediler ki: Allah fakirdir, biz varlıklı olanız. Elbette onlar kendi bedenlerinde yazılı olan hakikatleri bilemediler ve onlar hakikatlerden başka bir şey bildirmeyen o nebileri öldürdüler ve onlar söyledikleri şeyler yüzünden yakıcı sıkıntılarda kaldılar.

 

-182-

ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللّهَ لَيْسَ بِظَلاَّمٍ لِّلْعَبِيدِ

Zâlike bimâ kaddemet eydîkum ve ennallâhe leyse bi zallâmin lil abîd

Zâlike bima kaddemet : işte bu, sebebiyle, sağlanan, sunulan, verilen,
eydi-kum : yaptıklarınız, sizin elleriniz
ve enne Allâh leyse : Allah, değildir,
bi zallâmin : zalim, zulmedici, kötülük,
li el abid : kulları için

 

182- İşte bunlar kendi yaptıkları şeylerden dolayıdır ve Allah kullarına zulmeden değildir.

 

-183-

الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ عَهِدَ إِلَيْنَا أَلاَّ نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتَّىَ يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُ قُلْ قَدْ جَاءكُمْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذِي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ellezîne kâlû innallâhe ahide ileynâ ellâ numine li resûlin hattâ yetiyenâ bi kurbânin tekuluhun nâru kul kad câekum rusulun min kablî bil beyyinâti ve billezî kultum fe lime kateltumûhum in kuntum sâdıkîn

Ellezine kalu inne Allah : onlar, dedi, muhakkak, Allah
Ahide ileyna : devir, zaman, sözleşme, yemin, ahd, söz, bize
ellâ numine li resul : değil, yok, inanmak, resul, hakikati gösteren,
Hatta yetiye-nâ bi : hatta, getirir, sunar, bildirir,
kurbânin : yakınlık,
Tekulu hu : beslenmek, yemek, fayda, yararlanmak, o,
el nâru : ateş, nur, aydınlık, ışık,
Kul kad câe-kum : söyle, anlat, geldi, sunuldu, size,
Resul min kabl ke : resul, hakikati gösteren, benden öncede,
bi el beyyinâti : hakikatleri apaçık açıklayan
ve bi ellezi kultum : ki o, onları, söylediniz, söyleyin,
Fe lime kateltumû-hum : o halde, artık, nicin, neden, öldürdünüz, onlar
in kuntum sadikin : eğer, iseniz, siz, sadık, doğru söyleyen

 

183- O kimseler dediler ki: Bizlerden Allah’a ve resul’üne inanmamamız için söz alındı. Hatta bize o yakınlığı gösterinceye, onun nurundan faydalandırıncaya kadar. De ki: Benden önce de hakikatleri apaçık açıklayan resullerin sözleri sizlere geldi. Eğer doğru söyleyenlerdeniz diyorsanız, söyleyin onları neden öldürdüler?

 

-184-

فَإِن كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ جَآؤُوا بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُنِيرِ

Fe in kezzebûke fe kad kuzzibe rusulun min kablike câu bil beyyinâti vez zuburi vel kitâbil munîr

fe in kezzebûke : artık, eğer, yalanlarlarsa, seni
fe kad kuzzibe : öyle ki, oldu, yalanlanma,
resul : resul, hakikati gösteren, hakikatleri sunan,
min kabli-ke : senden önce
Cau bi el beyyinâti : getirdi, sundu, apaçık deliller,
ve el zuburi : kutsal, hakikatleri sunan, yazılı sahifeler, mektup,
ve el kitâbi el munîri : kitap, sözler, hakikatler, aydınlatıcı, ışık veren

 

184- Bundan sonra eğer seni yalanlarlarsa, öyle ki senden önce de gelen, apaçık delillerle hakikatleri sunan ve her varlığın hakikatleri taşıyan bir mektup olduğunu söyleyen ve aydınlatıcı sözleri sunan Resulleri de yalanlamışlardı.

 

-185-

كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ

Kullu nefsin zâikatul mevt ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevmel kıyâmet fe men zuhziha anin nâri ve udhılel cennete fe kad fâz ve mâl hâyâtud dunyâ illâ metâul gurûr

kullu nefsin : bütün herkes, her nefs, her kişi,
zâikatu : hissiyat, tatmak,
el mevti : ölüm,
ve innemâ tuveffevne : sadece, vefa, sevgiye karşılık, içtenlik, samimi
ucûre-kum : ecir, karşılık, davranış hali, siz
yevme el kıyâmeti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, vakit, ölünceye kadar
Fe men zuhziha an : artık, kim, hareket ettirmek, uzaklaştırmak,
en nâr : ateş, yakıp yıkıcı haller,
ve udhıle : dahil olmak, girmek,
el cennete : cennet, huzur, bahçe,
fe kad fâze : artık, kazandı, başarı, kurtulmuştur
ve mâ el hayâtu ed dunyâ : değil, şey, ne, dünya hayatı, yaşam
illâ metâu : ancak, başka, matea, çıkar peşinde olmak,
el gurûri : aldanma, kibir, ego,

 

185- Bütün herkes ölümü hissedecektir. Siz ölünceye kadar sadece içtenlikle, sevgiyle karşılık verin. Artık kim, kendindeki o yakıp yıkıcı halleri uzaklaştırır ve o huzur hâline dahil olursa, artık o başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatının çıkarında olanlar ise, bir egodan başka bir şey elde edemezler.

-186-

لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَذًى كَثِيرًا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ

Le tublevunne fî emvâlikum ve enfusikum ve le tesmeunne minellezîne ûtûl kitâbe min kablikum ve minellezîne eşrakû ezen kesîrâ ve in tasbirû ve tettekû fe inne zâlike min azmil umûr

le tublevunne : elbette, imtihan, dikkatice düşünmek anlamak
fî emvâli-kum : varlığınız, mallarınız
ve enfusi-kum : nefsleriniz, kendiniz, canlarınız
ve le tesmeunne : elbette işiteceksiniz
min ellezîne utu el kitab : onlardan, hakikatlerin sözlerini sunulan, kitap sunulan
min kabli-kum : sizden önce
ve min ellezîne eşraku : onlardan, ortak koşan,
Ezen kesîran : eza, incitmek, üzmek, çok
ve in tasbirû : eğer siz sabrederseniz
ve tettekû : fenalardan sakınmak, takva sahibi olun
fe inne zâlike : böylece, bu, işte böylece,
min azmi : kararlı, tesbit, hakikatleri anlama, belirleme,
el emri : işleyiş, her varlıktaki işleyiş, işler, hüküm

 

186- Elbette varlığınız ve canlarınız hakkında dikkatlice düşünüp anlama içinde olmalısınız. Sizden önceki, hakikatlerin sözleri sunulduğu halde kendi anlayışlarında kalanlardan ve ortak koşan o kimselerden çok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabırlı olursanız ve fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsanız, böylece varlığın işleyişi hakkında hakikatlere ulaşacaksınız.

 

-187-

وَإِذَ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلاَ تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاء ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْاْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ

Ve iz ehazallâhu mîsâkallezîne ûtûl kitâbe le tubeyyinunnehu lin nâsi ve lâ tektumûnehu fe nebezûhu verâe zuhûrihim veşterav bihî semenen kalîlâ fe bise mâ yeşterûn

ve iz ehaze : almıştı, edindi, sarıldı,
Allâh misak : Allah, söz, misak, sözleşme,
Ellezine ûtû el kitâbe : o kimseler, hakikatleri sözleri sunulanlar, kitap verildiler
le tubeyyinunne-hu : mutlaka, açıklayacaksınız, anlatacaksınız, o hakikatleri
li en nâsi : insanlara
ve lâ tektumûne-hu : onu gizlemeyeceksiniz
fe nebezû-hu : fakat, ret, bıraktılar, attılar
verâe zuhûrihim : arka, geçmiş, eski biliş, geçmiş cehalet
ve eşterav bi-hî : çıkarları için kullandılar, onu sattılar
semenen kalîlen : az bir değere
fe bise : oysa, ne kötü,
mâ yeşterûne : değil, şey, ne, satın almak, alış veriş, yaptıkları

 

187- Hakikatlerin sözleri sunulan o kimseler, o hakikatleri insanlara açıklayacaklarına ve onu gizlemeyeceklerine dair Allah’a söz vermişlerdi. Fakat o hakikatleri bıraktılar, geçmiş eski bilişlerine döndüler ve o hakikatlerden duydukları sözleri, az bir değer için de olsa çıkarları için kullandılar. Oysa yaptıkları ne kötü bir şeydi.

-188-

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَواْ وَّيُحِبُّونَ أَن يُحْمَدُواْ بِمَا لَمْ يَفْعَلُواْ فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِّنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Lâ tahsebennellezîne yefrahûne bi mâ etev ve yuhıbbûne en yuhmedû bi mâ lem yefalû fe lâ tahsebennehum bi mefâzetin minel azâb ve lehum azâbun elîm

lâ tahseben ellezine : yok, sakın zannetme, o kimseler,
Yefrahûne : ferah, rahatlık, bolluk, huzur,
bima etev : geldi, edindikleri, getirdikleri şey
ve yuhıbbûne : severler,
en yuhmedu : övünmek, methedilmek
bi mâ lem yefalû : yapmadıkları şey ile
fe lâ tahsebe : artık, yok, sanma, zannetme,
enne hum bi mafezetin : artık, onlar, fezy bulma, kurtulma, aydınlanma,
min el azab : azap, sıkıntı
ve lehum azabun elim : onlara, azap, sıkıntı, acı, elim

 

188- Edindikleri şeyler yüzünden o kimselerin huzur bulduğunu zannetme. Onlar bir şey yapmadıkları halde övünmeyi severler. Artık onların sıkıntılardan kurtulacağını zannetme ve onlar acı sıkıntılar içindedirler.

 

-189-

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard vallâhu alâ kulli şeyin kadîr

ve li allâhi : Allah’ın
mulku es semâvâti : mülkü, hükümran, yönetici, semaların, göklerin mülkü
ve el ardı : arz, yeryüzü
Ve Allah alâ kulli şey’in : Allah, bütün her şey,
kadîrun : kudret,

 

189- Göklerin ve yerin hükümranı Allah’tır ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-190-

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ

İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb

İnne fi halki : muhakkak, için, halkiyet, yaratılış,
el semâvâti ve el ard : semalar, gökler ve yeryüzü
ve ıhtilâfi : farklılık, ihtilaf,
el leyli : gece, karanlık, gaflet,
ve en nehâri : gündüz
le âyâtin : elbette deliller
li ulî el elbâbı : yüce akıl sahipleri, aklını işleten, hak üzere düşünen

 

190- Muhakkak ki göklerin ve yerin halkoluşunda, gece ve gündüzün farklılığında, elbette hakk üzere düşünenler için deliller vardır.

 

-191-

 الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtıl subhâneke fekınâ azâben nâr

ellezîne yezkurûne allâh : onlar, Allah’ın zikri, anarlar,
Kıyâmen ve kuduen : ayakta iken ve otururken
ve alâ cunûbi-him : her yön, nerde olurlarsa olsunlar, yatarken
ve yetefekkerûne : tefekkür ederler, düşünürler
fî halkı es semâvâti : göklerin yaratılışında, halkoluşunda
ve el ardı : arz, yeryüzü, yer
rabbe-nâ : Rabbimiz
mâ halakte : halketmedin, yaratmadın, varetmedin,
hâzâ batılan : bu, boş, asılsız, anlamsız
subhâne-ke : noksan sıfatlardan münezzehsin, her şey seninle,
fe kınâ : artık, bizi koru, yol göster, bildir,
azabe : sıkıntı, azap,
el nar : nur, ışık, ateş

 

191- O kimseler; ayakta iken, otururken, her nerede olurlarsa olsunlar Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin halkoluşunu düşünüp anlamaya çalışırlar. Rabbimiz! Sen bunları anlamsız halketmedin, sen noksan sıfatlardan münezzehsin, bizi nurunla aydınlat, sıkıntılardan koru, derler.

-192-

رَبَّنَا إِنَّكَ مَن تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ أَخْزَيْتَهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ

Rabbenâ inneke men tudhılin nâre fe kad ahzeyteh ve mâ liz zâlimîne min ensâr

rabbe-nâ : Rabbimiz,
inne ke : muhakkak, doğrusu, sen
Men tudhıli en nâre : kim, dahil olmak, girmek, ateş, cehaletin ateşi
fe kad ahzey te hu : artık, oldu, öyle ki, hor hakir, yazık etme, sen, o
ve mâ li el zâlimîne : değil, şey, ne, zalimler, kötülük yapanlar,
min ensârin : bir yardımcı

 

192- Rabbimiz! Muhakkak ki seni anlamayan kimse, cehaletin ateşine dâhil olmuştur, böylelikle seni anlamayıp kendine yazık etmiştir ve zalimler için bir yardımcı da yoktur.

 

-193-

رَّبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلإِيمَانِ أَنْ آمِنُواْ بِرَبِّكُمْ فَآمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الأبْرَارِ

Rabbenâ innenâ seminâ munâdiyen yunâdî lil îmâni en âminû bi rabbikum fe âmennâ rabbenâ fagfir lenâ zunûbenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr

rabbe-nâ : Rabbimiz, vücudlandıran, biz,
innena semi na : elbette, biz, işittik,
Munâdiyen : nida, seslenmek, davet, çağrı, davet etme,
yunadi : nida eden, seslenen, davetçi, çağrı, davet etme,
li el imani : için, iman, inanmak, inanç,
en âminû : iman etmek, inanmak,
bi rabbi kum : rabbiniz, sizi vücudlandıran,
fe âmennâ Rabbena : artık, iman ettik, inandık, biz, rabbimiz
fe agfir : artık, mağfiret et, bağışla, lütuflarınla temizle,
lenâ zunube na : bize, günahlarımız, hatalarımız
ve kefir anna : ört, yok et, bizim,
seyyiati na : fenalarımızı, hatalarımız, kötülük, biz,
ve teveffe nâ : vefalı, sevgiyle, biz,
mea el ebrar : beraber, iyi olan, erdemli, dürüst,

 

193- Rabbimiz! Rabbinize iman ederek bir inanç içinde olun, diye seslenenin davetini işittik, sonra da Rabbimize iman ettik. Artık biz hatalarımızı anladık, bize mağfiret et ve bizim fenalarımızı anlayıp yok etmemizi ve erdemli olanlarla birlikte bizim de sevgiyle davranmamızı sağla.

 

-194-

رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدتَّنَا عَلَى رُسُلِكَ وَلاَ تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ الْمِيعَادَ

Rabbenâ ve âtinâ mâ vaadtenâ alâ rusulike ve lâ tuhzinâ yevmel kıyâmet inneke lâ tuhliful mîâd

rabbe-nâ : Rabbimiz
ve atina : bize ver, sun, bahşet
mâ vaadte-nâ : şey, ne, değil, sözler, vaad ettiğin şeyi
alâ resuli-ke : resuller, hakikati gösterenler, sen
ve lâ tuhzi-nâ : yok, yazık etmek, sıkıntı, müşkil,
yevme el kıyâmeti : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün,
inne-ke la tuflihu : sen, yok, bırakmak, değiştirmek,
el miad : vaat edilen zaman, vaad, tecelliler,

 

194- Rabbimiz! Resullerin sunduğu hakikatlerin sözlerini anlamamızı bize bahşet ve ölünceye kadar bizi mahzun bırakma. Muhakkak ki senin vaadinde geri bırakmak yoktur.

 

-195-

فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ أَنِّي لاَ أُضِيعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِّنكُم مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى بَعْضُكُم مِّن بَعْضٍ فَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَأُخْرِجُواْ مِن دِيَارِهِمْ وَأُوذُواْ فِي سَبِيلِي وَقَاتَلُواْ وَقُتِلُواْ لأُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلأُدْخِلَنَّهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ ثَوَابًا مِّن عِندِ اللّهِ وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الثَّوَابِ

Festecâbe lehum rabbuhum ennî lâ udîu amele âmilin minkum min zekerin ev unsâ, badukum min bad fellezîne hâcerû ve uhricû min diyârihim ve uzû fî sebîlî ve kâtelû ve kutilû le ukeffirenne anhum seyyiâtihim ve le udhılennehum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâr sevâben min indillâh vallâhu indehû husnus sevâb

fe istecâbe lehum : o zaman, icabet etti, bildirdi, cevap, onlar
rabbu-hum : onların Rabbi
Ennî la udiu amel : ben, yok, zayi, boş, amel, çalışma
Amilin min-kum : amel eden, çalışan, sizden
min zekerin ev unsa : erkek, er kişi yada kadın, nefsini anlama yolunda olan
badu-kum min badın : sizin bazınız, bazınıza, birbirinize
fe ellezîne haceru : artık, onlar, o kimseler, hicret,
ve uhricu : çıkarıldılar, dışarı,
min diyâri-him : bulundukları yer, yurtlarından, onlar,
Ve uzu : eza, sıkıntı, eziyet,
fî sebîlî : için, o yolda, hak yolu, hakikatlerin yolunda,
ve kâtelû : gayret ettiler, mücadele ettiler, savaştılar
Ve kutile : yazık etmek, mahv, yok etmek, öldürülmek,
le ukeffirenne : elbette, yok etmek, örtmek,
Anhum seyyiâti-him : onlardan, fenalar, günahları, onlar
ve le udhılenne-hum : elbette, dâhil olmak, girmek, onlar
Cennâtin : cennetler, huzur vardır, bahçeler
terci min tahtina : makamlarında,
el enhâru : akıp giden bir ilim, nehirler
Sevaben : iyi karşılık, güzel,
min indi allâhi : iyi karşılık, ona ait, Allah’ın katından
ve allâh inde hu : Allah, katında, ona ait olan, hakikatler,
husnu el sevab : güzel, iyi, iyi karşılık, güzel iş, davranış

 

195- Rabbi onlara bildirdi: Beni anlamak, anlatmak isteyenlerden kadın olsun erkek olsun, o hakikatler için çalışanların çalışmaları zayi olmaz. Birbirinize yardımcı olun. Öyle ki o yolda hakikatler için mücadele edenler; bulundukları yerlerden çıkarıldılar, o kimseler hicret ettiler ve Hakk yolunda eziyet gördüler ve öldürüldüler. Onlar o yolda fenalarını anlayıp yok ettiler ve elbette onlar makamlarında akıp giden bir ilmin huzuruna dâhil oldular. Allah’a ait güzel karşılıklar buldular. Güzel karşılıklar Allah’ın katındandır.

 

-196-

لاَ يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ فِي الْبِلاَدِ

Lâ yegurranneke tekallubelluzîne keferû fîl bilâd

lâ yegurranne-ke : yok, aldatmak, sen
tekallubu : dönüp dolaşmaları, gezip dolaşmaları
ellezîne keferû : hakikatleri örtenler, kabul etmeyenler,
fi el bilad : beldeler arasında, insanlar arasında,

 

196- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin, o beldeler arasında bir gayret içindeymiş gibi görünüp, gezip dolaşmaları seni aldatmasın.

 

-197-

مَتَاعٌ قَلِيلٌ ثُمَّ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ

Metâun kalîlun summe mevâhum cehennem ve bisel mihâd

Metâun kalilun : bir meta, çıkar, az, biraz, kendi çıkarında olmak
Summe meva hum : sonra, sığınak, varılacak yer, mekan, hal, onlar
cehennem : derin kuyu, cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı olan
ve bise el mihad : ne kötü bir hâl, bulunulan yer, yatak, o halde olmak,

 

197- Bu onların hep kendi çıkarları içindir. Sonra onlar hep yakıp yıkıcı hallerdedirler ve o ne kötü bir hâldir.

 

-198-

لَكِنِ الَّذِينَ اتَّقَوْاْ رَبَّهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نُزُلاً مِّنْ عِندِ اللّهِ وَمَا عِندَ اللّهِ خَيْرٌ لِّلأَبْرَارِ

Lâkinillezînettekav rabbehum lehum cennâtun tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ nuzulen min indillâh ve mâ indallâhi hayrun lil ebrâr

lâkin ellezîne : lâkin, o kimseler,
İttekav : takva sahibi, fenalardan sakınan,
rabbe hum : rabbine
Lehum cennatun : onlar için, onlara, huzur, cennet
Terci min tahti-hâ : vardır, akar, makamlarında
el enhâru : akıp giden bir ilim, nehirler
hâlidîne fî-hâ : devamlı, o halde, orada,
Nuzulen : sevinç, eğlence, mutluluk, sunma, katı,
min indi allâhi : ona ait hakikatler, Allah
ve mâ inde allâhi : değil, şey, ne, Allahın katında, ona ait
Hayrun : hayırlı, iyi olan, faydalı
li el ebrar : için, dürüst, erdemli, iyi insan

 

198- Lâkin Rabbine karşı fenalardan sakınan kimseler için huzur vardır, onlar makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hâlin içindedirler. Allah’a ait olan hakikatlere kavuşmanın mutluluğundadırlar. Erdemli insanlar için, Allah’a ait olan hakikatler hayırlardan başka bir şey değildir.

 

-199-

وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ لاَ يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ

Ve inne min ehlil kitâbi le men yuminu billâhi ve mâ unzile ileykum ve mâ unzile ileyhim hâşiîne lillâhi, lâ yeşterûne bi âyâtillâhi semenen kalîlâ ulâike lehum ecruhum inde rabbihim innallâhe serîul hısâb

ve inne min ehli el kitâbi : doğrusu, aktarılan söylentilerde kalanlar, ehli kitab
Le men yuminu bi allâh : elbette, kim, kimse, Allah inanırlar
ve mâ unzile ileykum : sunulan şey, bildirilen, indirilen şeye, size
ve mâ unzile ileyhim : şey, ne, değil, sunulan, indirilen şeye, onlara
hâşiîne li allâhi : saygılı, huşu içinde, Allah
lâ yeşterûne : yok, çıkar, satmazlar, çıkar içinde olmazlar,
bi ayet Allah : ayet, delil, Allah
semenen kalîlen : değere, bedele, azbir
Ulaike lehum ecru-hum : işte onlar, onların karşılıkları,
inde rabbi-him : katında, ona ait, Rabb, onlar
inne allâh : muhakkak, Allah,
seriu el hasib : seri, çabuk, hesab, değerli, karşılık

 

199- Aktarılan söylentilerde kalan öyle kimseler vardır ki, Allah’a inanırlar ve size bildirilen ve onlara bildirilen şeylere inanırlar. Allah’a karşı saygı içindedirler. Allah’ın ayetlerini çıkarları için az bir değere de olsa satmazlar. İşte onlar, karşılıklarını Rabbinden beklerler. Muhakkak ki Allah’ın hesabı seridir.

 

-200-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler, emin olanlar, mümin olanlar
usbirû : dayanmak, sabretmek, sebat etmek, beklemek
ve sabiru : sabır, direnmek, beklemek, zaman akışını görmek
ve râbitû : alaka, bağlantı, irtibat, varlıktaki hakk bağlantısı
ve ittekû allâhe : fenalardan sakının Allaha ortak koşmayın
lealle-kum tuhlifun : umulur ki, başarırsınız, felah, özü anlamak,

 

200- Ey iman edenler! Sabrın ne olduğunu anlayın ve sabredin ve tüm varlığı birbirine bağlayan Hakk sırrını anlayın ve fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın. Umulur ki başarırsınız.