ANKEBÛT SÛRESİ
-1-
الم
Elif lâm mîm.
Elif lam mim | : zat, hak, halk, nokta, Allah, |
1- Elif, Lam, Mim
-2-
أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
E hasiben nâsu en yutrekû en yekûlû âmennâ ve hum lâ yuftenûn
E hasibe el nas | : düşünme, sanma, hesap etme, araştırma, insanlar, |
en yutreku | : bırakılacak, kurtulma, terk etmek, |
en yekûlû amenna | : onların demeleri, inandık, iman ettik |
ve hum la yuftenûne | : onlar, imtihan, düşünmek, varoluşu düşünmüyorlar, |
2- İnsanlar, inandık demeleriyle kurtulduklarını mı sanıyorlar? Fakat onlar varoluşu anlamak için dikkatlice düşünmüyorlar.
-3-
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ
Ve lekad fetennellezîne min kablihim fe le yalemennellâhullezîne sadakû ve le yalemenel kâzibîn
ve lekad feten na | : doğrusu, imtihan, düşünmek, biz, |
Ellezine min kabli-him | : onlardan öncekiler, |
Fe le yaleme | : böylece, elbette, bilirler, |
Enne Allah | : olduğunu, doğrusu, Allah, |
ellezine sadaku | : o kimseler, sadık olan, sadakat, dürüst, |
ve le yalemen | : elbette, bilirler, yalanlarını bilirler, |
el kazibin | : yalanlarda kalanlar, yalancılar, |
3- Doğrusu onlardan öncekilere de Bizi anlamaları için dikkatlice düşünmeleri söylendi. Sadakat içinde hareket eden kimseler, elbette her varlıkta tecelli edenin Allah olduğunu bilirler ve yalanlarda kalanlarda elbette yalanları bilirler.
-4-
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ أَن يَسْبِقُونَا سَاء مَا يَحْكُمُونَ
Em hasibellezîne yamelûnes seyyiâti en yesbikûnâ, sâe mâ yahkumûn
Em hasibe ellezine | : yoksa, veya, öylemi düşünüyor, hesap, zan, o kimseler |
Yamelûne | : yaparlar, yapıyorlar |
el seyyiat | : kötülük, fena haller, şer, zarar vermek, |
en yesbiku-na | : geçmeleri, önde, ileride olan, karşımızda, bizi tanıma |
Sae ma yahkumune | : kötü, şey, değil, hüküm veriyorlar |
4- Yoksa fena hâllerde kalanlar Bizi tanıdıklarını mı düşünüyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.
-5-
مَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء اللَّهِ فَإِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât ve huves semîul alîm
Men kane yercu | : kim, oldu, talep, istek, arzu, |
likae Allah | : birlik, tevhid, ulaşma, birleşme, tanıma, Allah |
Fe inne ecele Allah | : o zaman, muhakkak, belirli, o gün, Allah, |
le atin | : elbette gelecek |
ve huve el semiu | : o, işitmek, duymak, |
el alim | : ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
5- Kim Allah’ı anlamada istekli olursa, muhakkak ki Allah’ı idrak edeceği o vakit elbette gelecektir ve ilmin sahibinin ve işittirenin O olduğunu bilecektir.
-6-
وَمَن جَاهَدَ فَإِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِهِ إِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
Ve men câhede fe innemâ yucâhidu li nefsih innallâhe le ganiyyun anil âlemîn
ve men cahede | : kim, cihat, mücadele etti, gayret, |
Fe innema yucahidu | : böylece, işte, sadece, doğrusu, cihat, mücadele, |
li nefsi-hi | : kendini, nefsini, kendini anlamak için, o |
inne Allah | : muhakkak ki Allah, |
le ganiy | : elbette, değerlerin sahibi, zengin olan, her şeyin sahibi, |
anil alemin | : tüm âlemlerin sahibidir, tüm varlığın, tüm kâinat, |
6- Allah’ı anlamak için mücadele eden kimse, işte doğrusu o kendini anlamak için mücadele eden kimsedir. Muhakkak ki Allah, elbette tüm kâinattaki değerlerin sahibidir.
-7-
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَحْسَنَ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ
Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti le nukeffiranne anhum seyyiâtihim ve le necziyennehum ahsenellezî kânû yamelûn
Ve ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilu es salihati | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Le nukeffiranne | : elbette örtmek, geçmek, kaybolmak, biz, |
An hum seyyiati-him | : onların fenaları, fenalarda kalanlar, kötülük, günah |
Ve le necziyenne-hum | : elbette, biz, karşılık, onlar |
ahsen | : güzel olan, en güzel, iyi, hoş, |
ellezi kanu yamelun | : daha güzel, iyilik, onlar, oldu, yaptıkları, gayret, |
7- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, onlar Bizi idrak ettiklerinden dolayı fenalardan geçerler ve elbette onlara, Bizi anlamak için yaptıkları gayretlerinden dolayı en güzel karşılıklar vardır.
-8-
وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا وَإِن جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve vassaynel insâne bi vâlideyhi husnâ ve in câhedâke li tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutıhumâ ileyye merciukum fe unebbiukum bimâ kuntum tamelûn
ve vassaynâ el insan | : öğütledik, vasiyet ettik, tavsiye, insan |
bi vâlidey-hi | : anne ve babasına, |
husnen | : iyi, güzel davranmasını |
Ve in caheda-ke | : eğer, seninle mücadele ederlerse, |
li tuşrike | : şirk koşman için, ortak koşman, |
Bima leyse leke | : şey, değil, sana, senin, |
bihi ilm | : onunla, ilmi, bilgi |
Fe la tutıhuma | : o zaman, o ikisine itaat etme, o hallerine |
İla merciakum | : ancak, sadece, merci, dönüş, kaynak, siz, |
fe unebbiu kum | : böylece, haber verilecek, bildirilir. siz |
Bimâ kuntum tamelun | : şeyle, şeyi, siz oldunuz, yaptığınız şeyler sebebiyle |
8- İnsana, anne babasına güzel davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar hiçbir bilgileri olmadıkları şeyler hakkında, senin ortak koşman için mücadele ederlerse, onların o hâllerine itaat etme. Sizin kaynağınız Biziz. Öyle ki yapmış olduğunuz şeylerden hakikatler size her an bildirilir.
-9-
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِحِينَ
Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti le nudhılennehum fîs sâlihîn
ve ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışmalarda olan |
Le nudhılenne-hum | : elbette, biz, dahil olma, anlama, o halde olma, onlar |
Fî el salihin | : Salihlerden, sulh üzere olan, hakka uygun, iyi kimse, |
9- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, elbette onlar Bizi anlamakla iyi kimselerden olmuşlardır.
-10-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ فَإِذَا أُوذِيَ فِي اللَّهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللَّهِ وَلَئِن جَاء نَصْرٌ مِّن رَّبِّكَ لَيَقُولُنَّ إِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ أَوَلَيْسَ اللَّهُ بِأَعْلَمَ بِمَا فِي صُدُورِ الْعَالَمِينَ
Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billâhi fe izâ ûziye fîllâhi ceale fitneten nâsi ke azâbillâh ve le in câe nasrun min rabbike le yekûlunne innâ kunnâ meakum, e ve leysallâhu bi aleme bi mâ fî sudûril âlemîn
ve min el nas | : insanlardan, |
men yekulu | : bazıları, kim, kimse, derler, söyler |
Amenna bi allâhi | : inandık, iman ettik, Allah’a |
Fe izâ ezay | : sonra, sıkıntı, üzülme, eza, zorluk, |
Fi Allah | : Allah, Allah’tan, Allah hakkında, Allah için, |
ceale | : yaptı, etti, verdi, |
fitnete el nas | : fitne, deneme, sınama, mihnet, insanlar |
Ke azabi Allah | : gibi, sıkıntı, azap, Allah |
ve le in cea | : elbette, eğer, ise, yapmak, geldi, buldu, |
nasrun | : yardım, yardımcı olan, |
rabb ke | : Rabbi, Rabbinin, kendini vücudlandıran, |
Le yekûlunne | : elbette derler, |
İnna kunna mea-kum | : muhakkak, biz olduk, sizinle birlikte, beraber |
E ve leyse Allah | : değil mi, Allah, |
bi alime | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
Bima fi suduri | : şeyler, nesne, sadır olma, ortaya çıkma, gönüller, |
el alemine | : bütün âlem, tüm kâinat, bütün varlık, |
10- İnsanlardan bazıları Allah’a inandık der, sonra bir sıkıntıda kaldıkları zaman; insanlara fitneyi veren Allah’tır der, Allah’ın azabı sayar. Kendilerini vücudlandıran Allah’ın bir yardımını bulduğunda ise, elbette biz de sizinle beraberiz der. Allah, gönüllerde olan ve tüm varlıkta olan şeylerdeki ilmin sahibi değil midir?
-11-
وَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْمُنَافِقِينَ
Ve le yalemennallâhullezîne âmenû ve le yalemennel munâfikîn
ve le yalemen Allah | : elbette, bilirler, bilgi, ilim, Allah |
ellezi amenu | : iman edenler, |
ve le yalemen | : elbette, bilirler, bilgi, ilim, |
el munafıkin | : içi başka dışı başka olan, ikiyüzlü, münafıklar, |
11- İman edenler elbette Allah’ı bilirler ve elbette münafıklar da münafıklığı bilirler.
-12-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا اتَّبِعُوا سَبِيلَنَا وَلْنَحْمِلْ خَطَايَاكُمْ وَمَا هُم بِحَامِلِينَ مِنْ خَطَايَاهُم مِّن شَيْءٍ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Ve kâlellezîne keferû lillezîne âmenûttebiû sebîlenâ velnahmil hatâyâkum, ve mâ hum bi hâmilîne min hatâyâhum min şey innehum le kâzibûn
ve kale ellezine keferu | : dedi, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
li ellezîne amenu | : iman eden kimseler için |
İttebiu sebile-na | : gelin bizim yolumuza tâbi olun |
ve li nahmil | : biz taşıyalım, biz yüklenelim, |
hataya kum | : günahlarınızı, hatalarınız |
ve mahum bihamilin minşey | : onlar değil, taşıyacak, bir şey |
İnne hum le kazibûne | : elbette, onlar, yalanlarda kalanlar |
12- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, iman eden kimselere derler ki: Gelin bizim yolumuza tâbi olun, sizin günahlarınızı biz taşıyalım. Fakat onlar bir şey taşıyacak değillerdir. Elbette onlar yalanlarda kalanlardır.
-13-
وَلَيَحْمِلُنَّ أَثْقَالَهُمْ وَأَثْقَالًا مَّعَ أَثْقَالِهِمْ وَلَيُسْأَلُنَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَمَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Ve le yahmilunne eskâlehum ve eskâlen mea eskâlihim ve le yuselunne yevmel kıyâmeti ammâ kânû yefterûn
ve le yahmilun | : elbette, taşıyacaklar, hamal, |
eskale hum | : kendi yükleri, günahları, onlar |
ve eskâlen | : yükler, günahlar, |
mea eskal him | : beraber, yükleri, günahları, onlar, |
ve le yuselunne | : elbette, sorumlu, mutlaka sorulacaklar, sorgulanacaklar |
yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıkışı, diriliş vakti, ölünceye kadar |
Ammâ kanu yefterun | : şeylerden, oldu, uydurma, iftira, yalanlama |
13- Elbette onlar kendi günahlarını taşıyacaklar ve o günahlarla birlikte nice günahları taşıyacaklar ve elbette uydurdukları şeyler hakkında ölünceye kadar sorumludurlar.
-14-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ
Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî fe lebise fîhim elfe senetin illâ hamsîne âmân fe ehazehumut tûfânu ve hum zâlimûn
ve lekad | : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
ersalna Nuh an | : gönderdik, açığa çıktı, biz, irsal oldu, Nuh |
ila kavmi-hi | : onun kavmine, kendi kavmine |
Fe lebise fihim | : böylece, yayın, libas, suret, suretin ardında olan, onlara |
elfe senet | : bin yıl, ünsiyet, aslına ulaşmak, ardında olan sonsuz güç, |
İlla hamsin amen | : ancak, sadece, elli, yıl, yıllarca, |
Fe ehaze hum | : böylece, tutuldu, sarıldı, cehaletlerine sarıldı, onlar |
et tufanu | : tufan, her yeri saran, tavaftan, kuşatan, her yeri kaplayan |
ve hum zalimune | : onlar, zulmedenler, zalimler |
14- Doğrusu Nuh da kendi kavmine Bizi anlatmak için açığa çıktı. Böylece suretlerin ardındaki hakikati, ünsiyetlerini onlara yıllarca anlattı. Fakat onlar cehaletin tufanına sarıldıkça sarıldılar ve onlar zalimlerdendi.
-15-
فَأَنجَيْنَاهُ وَأَصْحَابَ السَّفِينَةِ وَجَعَلْنَاهَا آيَةً لِّلْعَالَمِينَ
Fe enceynâhu ve ashâbes sefîneti ve cealnâ hââyeten lil âlemîn
Fe encey na | : böylece, selamet, kurtuluş, necat, biz, |
Hu ve ashab | : o, Nuh ve sahip, halk, arkadaş, |
el sefineti | : gemi, sevk, gönderilen, yol alan, hareket eden, |
ve cealna ha ayet | : sunduk, yaptık, onu, işaret, ayet, delil, |
li el alemin | : âlemler, herkes için, tüm topluluklar, |
15- Böylece o ve onunla birlikte hareket eden arkadaşları, Bizi anlayıp selamet buldular. Bunu herkes için delil olarak sunduk.
-16-
وَإِبْرَاهِيمَ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاتَّقُوهُ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve ibrâhîme iz kâle li kavmihîbudûllâhe vettekûh zâlikum hayrun lekum in kuntum talemûn
ve ibrahime | : İbrahim, |
iz kale li kavmi hi | : demişti, kavmine, o |
abud Allah | : kulluk, kul, Allah |
ve itteku hu | : takva, fenalara düşmekten sakın, ortak koşma, o |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, daha hayırlı, sizin için |
İn kuntum talemune | : eğer, siz oldunuz, biliyorsunuz, ilmiyle varedeni |
16- İbrahim kavmine demişti ki: Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın ve fenalarda düşmekten sakının, O’na ortak koşmayın. İşte bu sizin için eğer bilirseniz daha hayırlıdır.
-17-
إِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا وَتَخْلُقُونَ إِفْكًا إِنَّ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقًا فَابْتَغُوا عِندَ اللَّهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
İnnemâ tabudûne min dûnillâhi evsânen ve tahlukûne ifkâ innellezîne tabudûne min dûnillâhi lâ yemlikûne lekum rızkân febtegû indallâhir rızka vabudûhu veşkurû leh ileyhi turceûn
İnnema tabudune | : sadece, fakat, kulluk yapıyorsunuz, tapıyorsunuz |
min duni Allah | : Allah’tan başka, Allah’ı bırakıp ta, |
evsanen | : putlar, tapınılan şeyler, zanna dayalı, |
ve tahlukune | : yapma, oluşturma, ortaya koyma, |
ifken | : yalan, aslı olmayan şeyler, asılsız, |
İnne ellezine tabudûne | : muhakkak onlar, tapıyorsunuz, inanıyorsunuz |
min duni Allah | : Allah’tan başka |
lâ yemlikûne lekum | : yok, malik, malik, size |
rızk | : rızık, sıfat, nimet, faydalı olan, |
Fe ibtegû | : o zaman, isteyin, aramak, yönelmek |
inde Allah el rızka | : Allah’ın katında, rızık, nimetler |
ve abudu hu | : kul, o, |
veşkuru lehu | : şükür, varlığın sahibini bilip teslim etme, ona |
ileyhi turceun | : ona, döndürüleceksiniz |
17- Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylere tapıyorsunuz ve aslı olmayan şeyleri ortaya çıkarıyorsunuz, ne yazık ki onlara inanıyorsunuz. Allah’tan başka sizi sıfatlarıyla donatmaya malik olan yoktur. Bundan sonra sizi sıfatlandıran Allah’a yönelin ve O’nun kulu olduğunuzu anlayın ve varlığınızın sahibinin O olduğunu bilip O’na teslim olun, dönüş O’nadır.
-18-
وَإِن تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ أُمَمٌ مِّن قَبْلِكُمْ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ
Ve in tukezzibû fe kad kezzebe umemun min kablikum ve mâ aler resûli illel belâgul mubîn
ve in tukezzibu | : eğer, yalanlarda kalırsanız |
Fe kad kezzebe | : böylece oldu, yalanladı |
Umemun | : ümmetler, topluluk, bir anneden gelen çoğalan, |
min kabli-kum | : sizden önce |
ve ala el resûl | : üzerine, hakkında, için, yüce, resul |
ila el belag el mubin | : tebliğden başka, apaçık açıklayan |
18- Eğer hakikatleri yalanlarsanız, sizden önceki ümmetlerde yalanlamışlardı. Resul’ün üzerine düşen sadece hakikatleri apaçık tebliğ etmektir.
-19-
أَوَلَمْ يَرَوْا كَيْفَ يُبْدِئُ اللَّهُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ
E ve lem yerev keyfe yubdiullâhul halka summe yuîduh inne zâlike alallâhi yesîr
E ve lem yerev keyfe | : bakıp ta görmezler mi? Nasıl, ne şekilde, |
yubdiu Allah | : başlangıç, köken, kaynak, ilk, Allah |
el halk | : halkiyet, var oluş, yaratılış, |
Summe yuidu-hu | : sonra, geri iade edecek, döndürecek, devam eder, o |
İnne zalike ala Allah | : muhakkak ki, işte bu, Allah, |
yesir | : yürüyüş, kolay, akıp giden, hızlı, gizli, geceden gündüze |
19- Yaratılış Allah’tan başlar, sonra O’nunla devam eder. Muhakkak ki işte bu Allah için kolaydır. Yaratılışın nasıl olduğunu bakıp ta görmezler mi?
-20-
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللَّهُ يُنشِئُ النَّشْأَةَ الْآخِرَةَ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka summallâhu yunşîun neşetel âhıreh innallâhe alâ kulli şeyin kadîr
Kul siru fi el ard | : anlat, gezin dolaşın, yeryüzünde |
fe unzur keyfe | : böylece bakıp görün, |
bede el halka | : ilk başlangıç, halk oluş, yaratılış, varoluş, |
summe Allah yunşiu | : sonra Allah, yükseltir, inşa, vücutlandırma, geliştirme |
en neşete | : inşası, yapısı, vücuda getirme, bedeni, |
el ahırete | : sonunda, sonra |
İnne Allah | : muhakkak ki Allah, |
ala kulli şey kadir | : bütün her şeydeki kudrettir. |
20- De ki: Yeryüzünü gezin dolaşın, yaratılış nasıl başlıyor bakıp görün, sonra Allah nasıl geliştiriyor, sonunda nasıl vücuda getiriyor anlayın. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-21-
يُعَذِّبُُ مَن يَشَاء وَيَرْحَمُ مَن يَشَاء وَإِلَيْهِ تُقْلَبُونَ
Yuazzibu men yeşâu ve yerhamu men yeşâ ve ileyhi tuklebûn
Yuazzibu | : sıkıntı, azap, sıkıntı üzere olur, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ve yerhamu | : rahmet eder, merhamet üzere olur, |
men yeşau | : kimse, kim, ister, isteyen, |
ve ileyhi tuklebûne | : ona, döndürüleceksiniz, döner durur, hareket etmek |
21- İsteyen kimse sıkıntılar üzere olur ve isteyen kimse merhamet üzere olur. Ancak O’nun varlığıyla hareket edersiniz.
-22-
وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاء وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللَّهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Ve mâ entum bi mucizîne fîl ardı ve lâ fîs semâi ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr
Ve ma entum bi mucizin | : siz değilsiniz, aciz, kaçış, kurtulan, aciz olan, güçsüz, |
fî el ardı | : yeryüzünde |
ve la fi el semai | : yok, göklerde |
Ve ma lekum min duni Allah | : sizin yoktur, Allah’tan başka |
min veliyyin | : dostunuz, veli, |
ve la nasir | : yok, yardımcı |
22- Siz gücünüzün sahibi değilsiniz. Göklerde ve yerde olanların da kendi güçleri yoktur. Sizin Allah’tan başka dostunuz olmaz ve yardımcınız da yoktur.
-23-
وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَلِقَائِهِ أُوْلَئِكَ يَئِسُوا مِن رَّحْمَتِي وَأُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Vellezîne keferû bi âyâtillâhi ve likâihî ulâike yeisû min rahmetî ve ulâike lehum azâbun elîm
ve ellezîne keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
bi ayati Allah | : Allah’ın ayetleri, işaretleri, delilleri, |
ve likai hi | : onun birliğini, tevhit, buluşma |
Ulaike yeisu | : işte onlar, ümitsiz, moralsiz, |
min rahmetî | : rahmetimden, esirgemek, tüm sıfatları sunmak, |
ve ulaike lehum azab elim | : işte onlar, acı bir sıkıntıdadırlar |
23- Allah’ın ayetlerini ve O’nun birliğini görmemezlikten gelip örtenler, işte onlar rahmetimizin ümitsizliği içinde ve işte onlar acı sıkıntılardadırlar.
-24-
فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَن قَالُوا اقْتُلُوهُ أَوْ حَرِّقُوهُ فَأَنجَاهُ اللَّهُ مِنَ النَّارِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Fe mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en kâlûktulûhu ev harrýkûhu fe encâhullâhu minen nâr inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yu’minûn
Fe ma kane cevabe | : böylece, olmadı, cevap, |
kavmihi | : onun kavminin |
İlla en kalu | : ancak, dediler, |
katele hu | : öldürün, yok edin, yazık etmek, zarar, onu |
Ev harrıka-hu | : veya, yada, yakın, yarmak, hararet, sıcak, |
Fe enca hu Allah | : böylece, kurtuluş, aydınlık, necat bulmak, o, Allah, |
min el nar | : ateş, nur, ateş hali, cehaletin ateşi, yakıp yıkıcı hal |
İnne fi zalike le ayatin | : muhakkak işte bu, elbette ayetler, delil, işaret |
li kavmin yuminun | : kimseler, kavim için, insanlar için, inanan, mümin |
24- Böylece İbrahim’in kavminin ona bir cevabı olmadı. Ancak dediler ki: Onu öldürün ya da yakın. Böylece İbrahim; yakıp yıkıcı haller olan o cehalet ateşinden, Allah’a sığınarak kurtuldu. Muhakkak ki işte bunlarda inanan kimseler için elbette işaretler vardır.
-25-
وَقَالَ إِنَّمَا اتَّخَذْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا مَّوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُم بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُم بَعْضًا وَمَأْوَاكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن نَّاصِرِينَ
Ve kâle innemettehaztum min dûnillâhi evsânen meveddete beynikum fîl hayâtid dunyâ summe yevmel kıyâmeti yekfuru badukum bi badın ve yelanu badukum badan ve mevâkumun nâru ve mâ lekum min nâsırîn
Ve kale inne ma ittehaztum | : dedi, doğrusu, değil, şey, edindiniz, sarıldınız. |
min dûni Allah | : başka, onu bırakıp ta, Allah tan başka, |
evsanen | : putlar, aslı olmayan şeyler, suretler, |
Meveddete beyni kum | : sevgi, muhabbet, sevgi bağı, aranızda |
Fi el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşam |
Summe yevme el kıyameti | : sonra, diriliş günü, gün, diri olan, ölünceye kadar |
Yekfuru | : görmemezlikten gelecek, |
badukum bi badın | : bazınız bazınıza, birbirinizi, bir başkasını |
ve yelanu | : rahmetten uzaklaştıran, leane, düşmek, uzaklaşmak, |
badukum badan | : bazınız bazınızı, birbirinizi, bir başkasını |
ve meva-kum el naru | : barınağınız, bulunduğunuz hal, sizin dönüş yeriniz, ateş |
ve mâ lekum min nasır | : sizin için yoktur, bir yardımcı |
25- İbrahim dedi ki: Sizler, dünya hayatına fazlaca sevgi muhabbet beslediğinizden dolayı, Allah’ı bırakıp putlar edindiniz. Sonra ölünceye kadar hakikatleri anlamada birbirinize engel olursunuz ve birbirinizi rahmetten uzaklaştırırsınız ve sizlerin bulunduğu yer ateştir ve sizlere bir yardımcı da yoktur.
-26-
فَآمَنَ لَهُ لُوطٌ وَقَالَ إِنِّي مُهَاجِرٌ إِلَى رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Fe âmene lehu lût ve kâle innî muhâcirun ilâ rabbî innehu huvel azîzul hakîm
Fe amene lehu Lut | : böylece, inandı, ona, Lut |
ve kâle inni | : dedi, ben, |
muhacir | : göç eden, hicret, yönelme, bir yerden bir yere |
ila rabb | : rabbime, beni vücudlndırana |
İnnehu huve el aziz | : şüphesiz, o, tüm değerlerin yüce sahibi, ulu, |
el hakim | : hâkim olan, her şeye hâkim olan, |
26- Sonra Lut ona inandı ve dedi ki: Muhakkak ki ben Rabbime yöneleceğim, şüphesiz O, tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-27-
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَآتَيْنَاهُ أَجْرَهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Ve vehebnâ lehû ishâka ve yakûbe ve cealnâ fî zurriyyetihin nubuvvete vel kitâbe ve âteynâhu ecrehu fîd dunyâ ve innehu fîl âhıreti le mines sâlihîn
Ve vehebne lehu | : bağışladık, hediye, bahşettik, ona, |
ishak ve yakub | : ishak ve Yakup |
ve ceal na | : kılmak, yapmak, sunmak, vermek, biz, |
fi zuriyethi | : onun neslinden, |
el nubuvet | : hakikatleri bildirenler, haberciler, |
ve el kitabe | : kitap, hakikatlerin sözleri, |
ve ateyna hu | : verdik, sunduk, o |
ecre hu | : onun ecrini, karşılığını, |
Fi el dünya | : dünyada, yaşamlarında |
Ve inne hu fi el ahiret | : muhakkak, o, sonunda, son anlarına kadar |
le min el salihin | : elbette, dosdoğru hak yolunda olanlardan |
27- Ona İshak’ı ve Yakup’u bahşettik ve onun neslinden Bizi anlatanlar açığa çıktı, hakikatleri ve her varlığın bir kitap olduğunu bildirdiler. Yaşamlarında sunduğumuz hakikatlerin karşılığını onlar buldular ve onlar, son anlarına kadar dosdoğru hak yolunda çalışanlardan oldular.
-28-
وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ إِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُم بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِّنَ الْعَالَمِينَ
Ve lûtan iz kâle li kavmihî innekum le te’tûnel fâhışete mâ sebekakum bihâ min ehadin minel âlemîn
Ve Lut iz kale li kavmi hi | : Lut, dedi, kavmine |
inne-kum le tetune | : muhakkak siz, gerçekten, geliyorsunuz |
el fahışete | : ben benim demek, kendini büyük görme, aşırılık, |
Ma sebeka-kum | : şeyler, sizden önce geçmiş olanlar |
biha min ehad | : tarafından, ona karşı, biri, bir, tek |
min el alemin | : âlemler, kainatın, bütün insanlar |
28- Lut, kavmine dedi ki: Doğrusu siz; âlemlerin tek olan sahibine karşı, sizden öncekilerin yaptığı şeyler gibi, kendinizi büyük görme, aşırılıklar için geliyorsunuz.
-29-
أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ وَتَقْطَعُونَ السَّبِيلَ وَتَأْتُونَ فِي نَادِيكُمُ الْمُنكَرَ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَن قَالُوا ائْتِنَا بِعَذَابِ اللَّهِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
E innekum le tetûner ricâle ve taktaûnes sebîle ve tetûne fî nâdîkumulmunker fe mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en kâlû’tinâ bi azâbillâhi in kunte mines sâdikîn
E inne le tetune | : muhakkak, geliyorsunuz, |
el ricali | : ileri gelen, makam sahibi, devlet adamı, er kişi, |
ve taktaûne | : kesiyorsunuz, engel olma, |
el sebile | : hakikat yolu, yol, sunulan hakikatler, |
ve tetune fi nadi kum | : geliyorsunuz, meclis, bağırma, toplantı, siz |
el munkere | : tanımamak, inkara gitme, kötülük, hayasızlık |
Fe ma kane cevabe | : artık, olmadı, cevap, |
kavmihi | : kavmi, kimseler, topluluk, o |
İlla en kale ete-na | : başka, sadece, dedi, ancak, bize getir |
bi azâbi allâhi | : azap, sıkıntı, müşkül, Allah |
İn kunte min es sadikıne | : eğer, siz, sadıklardan, doğru sözlülerden iseniz |
29- Doğrusu kendinizi makamların sahibi olarak görüyorsunuz ve hakikat yolunda hallerinizle kendinize engel oluyorsunuz ve meclisinizde bağırıp çağırıyorsunuz, hakikatleri inkâra gidiyorsunuz. Bundan sonra kavminin ona bir cevabı olmadı. Sadece: Eğer doğruyu söyleyenlerden isen, Allah’ın azabını getir bize, dediler.
-30-
قَالَ رَبِّ انصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ
Kâle rabbinsurnî alel kavmil mufsidîn
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
unsur ni | : destek ol, bana yardım et |
Ala kavmi | : kavmime, kimselere, topluluklara, |
el mufsidîne | :bozguncu, fesatlık, arabozan, karışıklık, ikilik çıkaran |
30- Dedi ki: Rabbim! Bozgunculuk çıkaran kavmime karşı bana yardım et.
-31-
وَلَمَّا جَاءتْ رُسُلُنَا إِبْرَاهِيمَ بِالْبُشْرَى قَالُوا إِنَّا مُهْلِكُو أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ إِنَّ أَهْلَهَا كَانُوا ظَالِمِينَ
Ve lemmâ câet rusulunâ ibrâhîme bil buşrâ kâlû innâ muhlikû ehli hâzihil karyeh inne ehlehâ kânû zâlimîn
ve lemmâ caet | : geldiği zaman, olduğunda, yaptığında, |
resul na | : hakikati gösteren, açığa çıkmak, irsal, biz, |
İbrahime bi el buşra | : İbrahim, sevindirici haber, müjde, bildirmek, |
Kale inna muhlikû | : dediler doğrusu biz, helak etme, yazık etme, |
Ehli | : halk, ehil, insanlar, kişi, |
hazihi el karyeti | : burada, bu, ülke, karye, belde |
İnne ehle ha | : doğrusu, onun halkı, kimse, arkadaş, |
kanu zalimin | : oldu, zalimler, kötülük yapanlar, |
31- İbrahim; insanlara hakikatleri müjdeleyip, Bizi anlatmak için açığa çıktığında dediler ki: Doğrusu biz; bulunduğumuz yerlerde ehil kimselerden olamadık, kendimize yazık ettik, doğrusu o zalim kimselerle arkadaşlık ettik.
-32-
قَالَ إِنَّ فِيهَا لُوطًا قَالُوا نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَن فِيهَا لَنُنَجِّيَنَّهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ
Kâle inne fîhâ lûtâ kâlû nahnu alemu bi men fîhâ le nunecciyennehu ve ehlehû illemreetehu kânet minel gâbirîn
Kâle inne fiha Lut | : dedi, muhakkak oradadır, hakikatler üzere, Lut |
Kâlû nahnu | : dediler, biz, |
e alim bi men | : bilen, ilim, kim, bilen bir kimse olabilir miyiz? |
Fiha le nunecciyenne-hu | : orada, elbette, biz, kurtuluş, necat bulmak, o, lut |
ve ehle-hu illa | : o kişiler, halk, ehil, o, ancak, başka |
emr ete hu | : işleyiş, o iş benim diyen, işleyişi kendine nispet eden |
kanet min el gabirin | : anlamayanlar, geride kalan, istikbal, gelecek zaman |
32- İbrahim dedi ki: Muhakkak ki Lut da hakikatler üzeredir. Dediler ki: Biz de onun gibi bilen bir kimse olabilir miyiz? Elbette Lut da Bizde necat bulanlardandı. Fakat işleyişi kendine nisbet eden kişiler ise, geçmiş bildiklerinde kalıp hakikatleri anlayamazlar.
-33-
وَلَمَّا أَن جَاءتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالُوا لَا تَخَفْ وَلَا تَحْزَنْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ
Ve lemmâ en câet rusulunâ lûtan sîe bihim ve dâka bihim zerân ve kâlû lâ tehaf ve lâ tahzen innâ muneccûke ve ehleke illemreeteke kânet minel gâbirîn
ve lemmâ el caet | : geldiğinde, açığa çıktığında |
resul na | : hakikatimizi anlatan, yerine getirmek, üzere gitmek, biz, |
Lut sie bi him | : Lut, fena, bozuldu, kötüleşti, üzüldü, çekindi, onlar |
ve dâka bihim zeran | : içi daraldı, onlara, telaşlandı |
ve kâlû la tehaf | : dediler, korku yok |
ve la tahz | : yok, mahzun olma, |
İnna muneccu-ke | : muhakkak, kurtaracak, necat bulduracak, sen |
ve ehle-ke illa | : senin aileni, ancak senin gibi insanlar kişiler |
emr ete ke | : işleyiş, sen |
Kanet min el gâbirîne | : geride, cehalette, geçmiş bildiklerinde kalan, anlamayanlar |
33- Lut hakikatlerimizi anlatmak için açığa çıktığında; onlar çekindiler, onların içleri daraldı, telaşlandılar. Lut dedi ki: Korkmayın ve mahzun olmayın. Lut’a bildirildi: Ancak senin halkın, senin gibi işleyişi idrak edemedi, geçmiş bildiklerinde kaldılar. Muhakkak ki senin gibi hakikatleri anlayanlar kurtuluşa ulaşacaklardır.
-34-
إِنَّا مُنزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
İnnâ munzilûne alâ ehli hâzihil karyeti riczen mines semâi bimâ kânû yefsukûn
İnna munzilun | : muhakkak, biz, aşağı, indirilme, inzal, uzaklaşma, |
Ala el ehli el karyeti | : halk, kimse, belde, bulundukları yerde, köy, |
riczen | : sıkıntı, azap, vesvese, puta tapma |
min el semai | : ulvi âlemin, semadan |
Bimâ kanu yefsukune | : hakikatlerin dışına çıkan, fâsık olan, hakikatten sapan, |
34- Ulvi Âlem’in hakikatlerine karşı kendi cehaletlerine sapan kimseler; Bizi anlamaktan uzaklaşırlar, bulundukları yerlerde vesveselerde kalırlar.
-35-
وَلَقَد تَّرَكْنَا مِنْهَا آيَةً بَيِّنَةً لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ve lekad tereknâ minhâ âyeten beyyineten li kavmin yakılûn
ve lekad | : gerçek olan şu ki, andolsun, doğrusu, |
terekna minha | : bıraktık, sunduk, ondan, orada, tüm varlıktan, |
Ayeten beyyineten | : ayet, delil, işaret, apaçık, açıkça, tüm varlıkta apaçık |
li kavmin yakılun | : için, kimse, topluluk, insan, düşünen, akıl eden, |
35- Gerçek olan şu ki; tüm varlıktan hakikatlerimizi sunduk, düşünen kimseler için tüm varlıkta apaçık ayetler vardır.
-36-
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْآخِرَ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Ve ilâ medyene ehâhum şuayben fe kâle yâ kavmibudûllâhe vercûl yevmel âhıre ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn
ve ila medyen | : Medyen, |
ehahum şuayb | : kardeşleri, Şuayb |
Fe kale ya kavmi | : o zaman dedi, ey kavmim, |
abdu allah | : kul, Allah |
Ve ircu | : bekleyin, ümit edin, yönelin, dileyin, rucu edin, |
el yevme el ahıre | : son vaktinize kadar |
ve la tasev | : yok, azgınlık etmeyin, karışıklık, |
fi el ard müfsid | : yeryüzünde, hakikatlerin dışına çıkmak, bozmak |
36- Medyen halkına da kardeşleri Şuayb dedi ki: Ey kavmim! Artık Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın ve son anınıza kadar O’na yönelin ve yeryüzünde kargaşalık çıkarmayın, azgınlık etmeyin, hakikatlerin dışına çıkmayın.
-37-
فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ
Fe kezzebûhu fe ehazethumur recfetu fe asbehû fî dârihim câsimîn
Fe kezzebu hu | : böylece, onu yalanladılar, onları sardı, kuşattı |
fe ehazet hum | : böylece sarıldı, kuşattı, o hallerde kaldılar, onlar |
el recfetu | : şiddetli sarsıntı, titreme, korku, sarsılmak, zelzele |
Fe asbehu | : sonra, sabah, kalma, olmak, aydınlanma |
fi dari him | : yurt, bulundukları yer, onlar, |
casimin | : çömelme, güçsüz, teslim, |
37- Fakat onu yalanladılar. Böylece onlar; cehaletlerine sarıldılar, korkularda kaldılar, sonra da onlar, bulundukları yerlerde cehaletin korkularına teslim oldular.
-38-
وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَد تَّبَيَّنَ لَكُم مِّن مَّسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ
Ve âden ve semûde ve kad tebeyyene lekum min mesâkinihim ve zeyyene lehumuş şeytânu amâlehum fe saddehum anis sebîli ve kânû mustebsırîn
ve Ade ve semud | : Ad ve semud |
Ve kad tebeyyene lekum | : oldu, beyan edildi, sizlere |
min mesakini-him | : onların meskenlerinden, bulundukları yer |
ve zeyyene lehum | : süsledi, gösteriş, onlar, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük, haktan uzaklaşmak, , |
amale hum | : şeytan, amel, çalışma, yaptıkları, onlar |
Fe sade hum | : sonrada, geri çevirdi, alıkoydu, onlar, |
an es sebil | : hak yolu, hakikatlerin yolu, |
ve kanu mustebsırıne | : oldu, görebilenler, görenler |
38- Ad ve Semud’a da hakikatler bildirildi. Sizlere hakikatler beyan edildiği gibi onlara da meskenlerinde beyan edildi ve onlar şeytani halleriyle, çalışmalarında gösteriş içinde kaldılar. Böylece onların o halleri, onları hakikatlerin yolundan alıkoydu ve bakıp ta göremeyenlerden oldular.
-39-
وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَاءهُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقِينَ
Ve kârûne ve fir’avne ve hâmâne ve lekad câehum mûsâ bil beyyinâti festekberû fîl ardı ve mâ kânû sâbikîn
ve Karun ve firavun ve haman | : Karun, firavun, haman |
ve lekad cae hum Musa | : andolsun, doğrusu, geldi, Musa |
Bi el beyyinâti | : apaçık deliller ile |
fe istekberu | : fakat, büyüklendiler, kibirlenme |
fi el ard | : yeryüzünde, toprak, beden, |
ve ma kanu sabikin | : olamadılar, önceki, irfaniyette ileri olan |
39- Doğrusu Musa; karun’a ve firavun’a ve haman’a geldi, onlara hakikatleri apaçık delillerle açıkladı. Fakat onlar, yeryüzünde kibirlendiler ve irfaniyet sahibi olamadılar.
-40-
فَكُلًّا أَخَذْنَا بِذَنبِهِ فَمِنْهُم مَّنْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِ حَاصِبًا وَمِنْهُم مَّنْ أَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُ وَمِنْهُم مَّنْ خَسَفْنَا بِهِ الْأَرْضَ وَمِنْهُم مَّنْ أَغْرَقْنَا وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِن كَانُوا أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Fe kullen ehaznâ bi zenbih fe minhum men erselnâ aleyhi hâsıbâ ve minhum men ehazethussayhah ve minhum men hasefnâbihil ard ve minhum men agraknâ ve mâ kânâllâhu li yazlimehum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
Fe kull ehaz na | : böylece, bütün hepsi, kaldı, sarıldı, yakalandı, biz, |
bi zenbi hi | : günahlar, fenalar, |
Fe min-hum men | : sonra onlardan, kim, o kimseler |
Ersalna aleyhi | : gönderdik, sunduk, onlara, |
hasıben | : şiddetli rüzgâr, fırtına, yakıp yıkıcı haller, hesap, ufak taş |
Ve min hum men | : onlar, kim, o kimseler |
Ehazet hu | : onu sardı, aldı, o halde kaldı, |
el sayhatu | : kudretli ses, çığlık, şiddetli ses, |
Ve min-hum men | : onlardan, kim, kimse |
Hasef nâ | : tutulmak, gölgelendi, sönmek, sararmış, biz, |
bihi el ard | : ondan, hakkında, yeryüzü, toprak, yer, dünya, |
Ve min hum men | : onlar, kim, kimse, |
Agrak na | : boğulmak, fenalarında boğuldular, gark olmak, biz |
Ve ma kane allah | : olmaz, olmadı, Allah |
li yazlime-hum | : zulmeden, zulmedici, onlar, |
ve lakin kanu | : lakin, fakat, oldu |
enfuse-hum | : nefslerine, kendilerine |
yazlimun | : zulmettiler, kötülük ettiler, |
40- Böylece onların hepsi, fenalarda kaldıklarından dolayı Bizi anlayamadılar. Böylece onlardan bazıları; onlara sunduğumuz hakikatlere karşı, yakıp yıkıcı hâllerde kaldılar ve onlardan bazıları; her yerde olan o kudretli sesi anlayamadılar, cehaletlerine sarıldılar. Onlardan bazılarının, yeryüzünde Bizi anlayamadıklarından dolayı idrakleri söndü ve onlardan bazıları; kendi cehaletlerinde boğulup gittiklerinden dolayı, Bizi anlayamadılar. Allah onlara zulmeden olmadı, fakat onlar kendilerine zulmettiler.
-41-
مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاء كَمَثَلِ الْعَنكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Meselullezînettehazû min dûnillâhi evliyâe ke meselil ankebût ittehazet beytâ ve inne evhenel buyûti le beytul ankebût lev kânû yalemûn
Mesel | : misal, hâli, durum, benzer, örnek, |
ellezin ittehazu | : edindiler, o halde kaldılar, sarıldılar, |
Min duni Allah evliya | : Allah’tan başka, ondan başka, onu bırakıp, dostluk, |
Ke mesel el ankebut | : misali gibi, benzemesi gibi, örümcek |
İttehazet beyten | : edindi, ev |
ve inne evhene | : muhakkak, dayanıksız, gevşek, zayıf, |
el buyut | : evler, barınak |
Le beyte el ankebûti | : elbette, ev, örümcek, örümceğin evi, yuvası |
Lev kanu yalemûne | : keşke, oldu, biliyorlar, ilmiyle varedeni |
41- Allah’ın dostluğunu bırakıp başka şeyler edinenlerin hâli, örümceğin yaptığı ev gibidir. Doğrusu örümceğin evi dayanıksızdır. Keşke hakikatleri bilselerdi.
-42-
إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يَدْعُونَ مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
İnnallâhe ya’lemu mâ yedûne min dûnihî min şey ve huvel azîzul hakîm
İnne Allah yalemu | : muhakkak, Allah, ilmiyle varedendir |
ma yedun | : yöneldikleri şeyler, taptıkları şeyler |
Mun duni hi min şeyin | : ondan başka, şeyden, bir şey |
ve huve el aziz | : o, tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : tüm varlığa hâkim olan, |
42- Muhakkak ki O’ndan başka yöneldikleri şeyleri de ilmiyle vareden Allah’tır. O tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-43-
وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَا إِلَّا الْعَالِمُونَ
Ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâs ve mâ yakıluhâ illel âlimûn
Ve tilke el emsal | : işte bu, durum, hal, benzer, misal |
nadribu-hâ li el nas | : örnek, vurgulayıcı, çarpıcı, insanlar için |
Ve ma yakılu-ha | : onu akıl edemez, düşünemez, |
İllâ el alimin | : hariç, den başka, bilen, hakikatleri bilen, |
43- İşte bu durumlar insanlar için vurgulayıcı örneklerdir. Ancak hakikatleri bilenlerden başkası hakikatleri akıl edemez.
-44-
خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِّلْمُؤْمِنِينَ
Halakallâhus semâvâti vel arda bil hakk inne fî zâlike le âyeten lil muminîn
Halaka Allah | : yarattı, Halk etti |
es semavat ve el ard | : semalar, gökler ve yeryüzü, |
Bi el hak | : hak ile, gerçek, dosdoğru, |
İnne fi zâlike le ayet | : işte bunların içinde, ayetler, delil, |
li el muminîne | : müminler için |
44- Göklerde ve yerde olanları Hakk ile Halk eden Allah’tır. İşte bunlarda müminler için deliller vardır.
-45-
اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker ve le zikrullâhi ekber vallâhu yalemu mâ tasneûn
Utlu | : oku, incele, hakikatini araştır, |
ma uhiye ileyke | : şeyler, vahy edilen, sunulan, sana, |
Min el kitab | : kitaptan, varlık kitabı, |
ve ekımı el salat | : her an salât üzere ol, her an hakka bağlılık, |
İnne el salate | : muhakkak, salât, hakka bağlılık, |
tenha | : engeller, mani olur, nehy eder, uzaklaştırır |
an el fahşai | : aşırılık, ego, ben benim demek, |
ve el munker | : tanımlanamayan, kötü hal, inkâr edilen, |
ve le zikr | : elbette, anmak, anlatmak, hatırlamak, sohbetler |
Allah ekberu | : Allah, yüce, büyük, daha yüce, yüce olan, makbul |
ve Allah yalemu | : Allah, ilmiyle varedendir, ilmin sahibi, |
ma tesneun | : değil, yapamazsınız, var edemezsiniz, |
45- Sana varlık kitabından sunulan şeyleri oku, anla ve her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket et. Muhakkak ki her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket etmek; aşırılığı, kendine varlık isnat etmeyi, tüm fenaları engeller. Elbette Allah’ı anmak için yaptığınız sohbetler yücedir. Siz var edemezsiniz, Allah’tır ilmiyle vareden.
-46-
وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْنَا وَأُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Ve lâ tucâdilû ehlel kitâbi illâ billetî hiye ahsenu illellezîne zalemû minhum ve kûlû âmennâ billezî unzile ileynâ ve unzile ileykum ve ilâhunâ ve ilâhukum vâhıdun ve nahnu lehu muslimûn
ve la tucadil | : yok, mücadele, tartışma, cedelleşme, |
ehle el kitab | : kitap ehli, aktarılan söylentilerde kalan |
İlla bi elleti hiye ahsenu | : başka, ki o, o, en güzel |
İllâ ellezin zalem minhum | : ancak, hariç, den başka, zulüm de olan, onlardan |
ve kulu amenna | : deyin, inandık, iman ettik |
Bi ellezi unzile ileyna | : ile, ki o, indirildi, verildi, sunuldu, bize |
Ve unzile ileykum | : indirildi, sunuldu, size |
ve ilahu-na | : bizim ilahımız, sığınılan, vareden |
ve ilahu-kum | : sizin ilahınız, sığınılan, vareden |
vahidun | : bir olan, tek, |
ve nahnu lehu muslimine | : biz, ona, teslim olanız, barış huzur üzere olan, |
46- Aktarılan söylentilerde kalanlarla tartışmayın. Ancak iyiliğe meyledenler başka. Zalimlik hâlinde olan kimselere sadece deyin ki: Biz, bize de verilene ve size de verilene ve bizi de varedene sizi de varedene, bir olana iman ettik ve biz, barış ve huzur üzere olanlarız.
-47-
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ فَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمِنْ هَؤُلَاء مَن يُؤْمِنُ بِهِ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الْكَافِرُونَ
Ve kezâlike enzelnâ ileykel kitâb fellezîne âteynâ humul kitâbe yuminûne bih ve min hâulâi men yuminu bih ve mâ yechadu bi âyâtinâ illel kâfirûn
ve kezalike enzelna | : işte böylece, sunduk, indirdik, bütün olarak indirmek, |
İleyke el kitabe | : sana, kitap, varlık kitabı, |
Fe ellezine ateyna hum | : böylece, o kimseler, biz verdik, sunduk, onlar |
el kitabe | : kitap, varlık kitabı, |
yuminun bihi | : mümin, iman, inanan, ona, orada |
Ve min haulai men | : onlardan başka, bunlar, diğer, kim, kimse, |
yuminu bihi | : iman eder, inanır, mümin, ona |
Ve ma yechadu | : inkâr etmez, reddetmez |
bi ayetina | : ayetlerimizi, delil, işaret, |
illa el kafirin | : başkası, hakikatleri görmemezlikten gelen, |
47- İşte, Biz sana tüm varlığı bir kitap olarak sunduk. Tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuza inanan kimseler de vardır ve onlardan başka kimselerden de hakikatlere inananlar vardır. Ancak hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden başkası ayetlerimizi reddetmez.
-48-
وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
Ve mâ kunte tetlû min kablihî min kitâbin ve lâ tehuttuhu bi yemînike izen lertâbel mubtılûn
ve ma kunte tetlu | : sen olmadın, değilsin, okuyup öğrenen, |
min kabli-hi min kitab | : ondan önce, kitap, kâinat kitabı, |
ve la tehut-hu | : yok, çizgi, onu yazmıyorsun, |
bi yeminke | : söz, sağlamlık, diri, elin, sen |
İzen le irtab | : eğer, ise, durum, elbette, şüphe, tereddüt, |
el mubtılun | : batıl, yalanda olan, asılsız olan şeyler |
48- Sen hakikatleri, kâinat kitabının dışında herhangi bir kitaptan okuyup öğrenmedin ve sen kendi ellerinle yazmış değilsin. Aslı olmayan şeylerde kalanlar elbette şüpheler içindedirler.
-49-
بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الظَّالِمُونَ
Bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtûl ilm ve mâ yechadu bi âyâtinâ illez zâlimûn
Bel huve ayet beyyinat | : hayır, bilakis, o, ayetler, apaçık açıklanmış, beyan |
Fi sudur | : gönüllerde, |
ellezin utu el ilme | : o kimseler, sunulan, ilim verilen, bilgi |
Ve ma yechadu | : inkâr etmez, reddetmez, yalanlamaz, |
bi ayetina | : ayetlimiz, işaretlerimiz, delil, |
İlla el zalimun | : başka, ancak, zalimlik, kötülük, |
49- Bilakis, hakikatlerin bilgisine ulaşan kimselerin gönüllerinde o ayetler apaçıktır. Zalimlerden başkası ayetlerimizi inkâr etmez.
-50-
وَقَالُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَاتٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّمَا الْآيَاتُ عِندَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Ve kâlû lev lâ unzile aleyhi âyâtun min rabbih kul innemel âyâtu indallâh ve innemâ ene nezîrun mubîn
ve kalu levla | : dediler, olmaz mı, olsaydı, olmalı değil mi? |
unzile aleyhi | : indirilen, sunulan, onda, onun üzerinde, |
Ayatun min rabbi-hi | : ayetler, işaret, Rabbinden |
Kul innema el ayetu | : de, sadece, ancak, ayetler, işaret, |
inde Allah | : Allah’ın katında, Allah’a ait olan |
ve innema ene | : sadece, ancak, ben, |
nezir mubin | : uyaran, hakikatlere apaçık çağrı yapan |
50- Dediler ki: Rabbinin işaretleri onun üzerinde olmalı değil miydi? Anlat: Muhakkak ki işaretler Allah’a aittir ve ben sadece hakikatlere çağrı yapıp uyarandan başka bir şey değilim.
-51-
أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
E ve lem yekfihim ennâ enzelnâ aleykel kitâbe yutlâ aleyhim inne fî zâlike le rahmeten ve zikrâ li kavmin yuminûn
E ve lem yekfi-him | : onlara kâfi gelmiyor, yetmiyor, yetmez mi? |
Enna enzelna aleyke | : nasıl, indirdik, sunduk, sana |
El kitabe yutla aleyhim | : kitap, varlık kitabı, okunur, onlara |
İnne fi zalike le rahmet | : muhakkak ki, işte bunlarda, elbette, bir rahmet vardır |
ve zikra | : anmak, zikir, hatırlamak, |
li kavmin yuminun | : kavim için, insanlar, inanan, mümin |
51- Sana nasıl tüm varlıktan hakikatleri sunmuşsak, onlara da tüm varlık kitabından hakikatler her an okunur. Onlara bu kâfi gelmez mi? Şüphesiz bunda inanan kimseler için, elbette rahmet ve hatırlamak vardır.
-52-
قُلْ كَفَى بِاللَّهِ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ شَهِيدًا يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالَّذِينَ آمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Kul kefâ billâhi beynî ve beynekum şehîdâ yalemu mâ fîs semâvâti vel ard vellezîne âmenû bil bâtılı ve keferû billâhi ulâike humul hâsirûn
Kul kefa bi Allah | : de, kâfi, kifayet, yeterli, yeter, Allah |
Beyni ve beyne-kum | : benimle sizin aranızda, hepimize |
Şehîden yalemu | : şahit, her yerde hazır olan |
ma fî es semavat ve el ard | : göklerde ve yerde olan ne varsa |
ve ellezin amenu | : o kimseler, inanan, |
bi el batıl | : batıla, boş, yalanlara, asılsız şeylere, |
ve keferû bi Allah | : Allah’ı görmemezlikten gelenler |
Ulaike hum el hasirune | : işte onlar hüsrana uğrayanlar, kayıpta |
52- De ki: Sizinle benim aramda, göklerde ve yerde olanları ilmiyle vareden, her an her yerde hazır olan Allah kâfidir. Asılsız şeylere inanan o kimseler ve Allah’ın hakikatlerini görmemezlikten gelenler, işte onlar hüsrandadırlar.
-53-
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَوْلَا أَجَلٌ مُّسَمًّى لَجَاءهُمُ الْعَذَابُ وَلَيَأْتِيَنَّهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve yestacilûneke bil azâb ve lev lâ ecelun musemmen le câehumul azâb ve le yetiyennehum bagteten ve hum lâ yeşurûn
ve yestacilun ke | : acele istiyorlar, sen, |
bi el azab | : azap, sıkıntı, |
Ve lev la ecel musemmen | : olmasaydı, yok, zaman, belli, belirlenmiş, süresiz, |
Le cae hum el azabu | : elbette, doğrusu, geldi, onlara, sıkıntı, azap |
ve le yetiyen hum | : doğrusu, onlara gelecek, gelir, gelen, |
bagtet | : doğrusu, onlara gelecek, ansızın, birden, her an |
Ve hum la yeşurune | : onlar, farkına varmaz, idrak yok, şuur, |
53- Senden azabın acele gelmesini istiyorlar. Onun süresi bilinmez. Doğrusu onlara, hakikatleri idrak edemediklerinden dolayı azap ansızın geliverir.
-54-
يَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ
Yestacilûneke bil azâb ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfirîn
yestacilûn-ke bi el azabı | : acele istiyorlar, sen, azap, sıkıntı, |
ve inne cehenneme | : doğrusu, olduğu, cehennem, cehaletin cehennemi |
Le muhitat | : elbette, ihata eden, kuşatan, o halde kalanlar, azapta |
Bi el kafirin | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
54- Senden azabın acele gelmesini istiyorlar. Doğrusu hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, cehaletin cehenneminde olup azap içinde kalanlardır.
-55-
يَوْمَ يَغْشَاهُمُ الْعَذَابُ مِن فَوْقِهِمْ وَمِن تَحْتِ أَرْجُلِهِمْ وَيَقُولُ ذُوقُوا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Yevme yagşâhumul azâbu min fevkıhim ve min tahti erculihim ve yekûlu zûkû mâ kuntum tamelûn
Yevme yagşa hum | : gün, zaman, kaplayacak, kuşatma, sarmak, onları, |
el azab | : azap, sıkıntı, |
min fevkı-him | : üstünden, yüksek derece, yüce gören, onlar, |
ve min tahti | : taht, alt, aşağı, makam, |
erculi him | : ayakları, bulundukları yer, gittikleri yer, onlar, |
ve yekûlu zuku | : ve derler, tat, zevk, o hal, o durum, hissiyat |
Ma kuntum tamelune | : yaptığınız şeyler sebebiyle |
55- Onlar, kendilerini yüksek derecede ve bulundukları yerde bir makam sahibi görmelerinden dolayı, o hâllerin azabı her zaman onları kuşatmıştır. Onlara, yaptığınız şeyler sebebiyle bu hâldesiniz, denir.
-56-
يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ أَرْضِي وَاسِعَةٌ فَإِيَّايَ فَاعْبُدُونِ
Yâ ıbâdıyellezîne âmenû inne ardî vâsiatun fe iyyâye fabudûn
Yâ abadıy | : benim kulum, ey kullarım |
ellezi amenu | : iman eden, |
İnne ardı vasiatun | : arz, zemin, geniştir, büyük, nerede olursan ol |
Fe iyyaye | : artık, yalnız, sadece, bana |
fe abuda-ni | : kulluk, ben, bana kulluk edin |
56- Ey iman edenler! Benim kulum olduğunuzu bilin, nerede olursanız olun sadece Bana kulluk edin.
-57-
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Kullu nefsin zâikatul mevti summe ileynâ turceûn
Kullu nefsin | : bütün, hepsi, nefs, herkes, |
zaikatu | : tatmak, hissiyat, yüz yüze gelmek, |
el mevt | : ölüm, |
Summe ilayna turceun | : sonra, bize, aslınıza döndürüleceksiniz |
57- Bütün herkes ölümü hissedecektir. Sonra aslınız olan Bize döndürüleceksiniz.
-58-
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُم مِّنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ
Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti le nubevviennehum minel cenneti gurafan tecrîmin tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ nime ecrul âmilîn
ve ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışmalarda olan, |
le nubevvienne-hum | : mutlaka, noksansızlık, yerleştireceğiz, bulunmak, onlar |
min el cenneti | : cennette, huzurda, |
gurafan | : yüce makam, oda, |
Tercî min tahti ha | : vardır, akar, bulunduğu yer, taht |
el enhar halidin | : akar, ilmin sunulması, vardır, devamlı |
fî-hâ nime | : orada, güzel, iyi, |
ecr el amilin | : ecr, karşılık, amel eden, çalışan, etken |
58- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar; elbette onlar yüce makamlarda, huzur içinde, Bizi idrak içinde bulunurlar. Bulundukları yerde devamlı bir ilim üzeredirler. Yaptıkları güzel şeylere karşılık olarak, devamlı o hâllerde kalırlar.
-59-
الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Ellezîne saberû ve alâ rabbihim yetevekkelûn
Ellezine saberu | : onlar sabıra ulaşmışlardır, sabredenler, |
ve ala rabb him | : rablerine, vücudlandıran, |
yetevekkelun | : tevekkül, teslim olma, her şeyiyle teslim olmak, |
59- Onlar sabra ulaşmışlardır ve onlar, kendilerini vücudlandıranı bilip tüm varlıklarıyla teslim olmuşlardır.
-60-
وَكَأَيِّن مِن دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve keeyyin min dâbbetin lâ tahmilu rızkahâ allâhu yerzukuhâ ve iyyâkum ve huves semîul alîm
ve keeyyin min dabbetin | : nice, ortaya çıkan varlık, yürüyen, tüm varlık, |
la tahmilu rızka ha | : taşımaz, onun rızkı, nimetler, sıfatları |
Allahu yerzuku ha | : Allah, rızıklandıran, o, nimetleriyle sıfatlandıran |
Ve iyya kum | : yalnız, sadece, siz |
ve huve el semiu | : o, işitme ondandır, |
el alim | : ilmiyle varedendir, ilmin sahibi |
60- Ortaya çıkan nice varlık vardır ki, O’nun sıfatlarını taşımamış olsun. Onları da ve sizi de sıfatlarıyla sıfatlandıran yalnız Allah’tır ve O işittirendir, ilmiyle varedendir.
-61-
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
Ve le in seeltehum men halakas semâvâti vel arda ve sehhareş şemse vel kamere le yekûlunnallâh fe ennâ yufekûn
Ve le in seelte hum | : elbette, eğer, onlara sorsan |
Men halaka | : kim yarattı, halk etti, var etti, |
El semavat ve el arda | : göklerde olanları ve yerde olanları |
ve sehhare | : düzenledi, ortaya koydu, meydana çıkma |
el şemse ve el kamer | : güneş ve ayı |
Le yekulunne Allah | : elbette mutlaka derler, söylemek, Allah |
Fe enna yufekûne | : o halde, peki nasıl, olurda, döndürülüyorlar, gaflete düşme |
61- Eğer onlara; göklerde ve yerde olanları kim halk etti, güneşi ve ayı kim meydana çıkardı, diye sorsan, elbette Allah derler. O hâlde nasıl olur da dönüp gaflete düşerler.
-62-
اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Allâhu yebsutur rızka li men yeşâu min ibâdihî ve yakdiru leh innallâhe bi kulli şeyin alîm
Allâhu yebsutu el rızka | : Allah, genişletir, nimeti rızık, sıfatlar |
Li men yeşau | : isteyen kimseler için |
min abid hi | : kullarından, |
ve yakdiru lehu | : takdir eder, daraltır, düzenin takdirini, ölçü, düşünmek, |
inne Allah bi kulli şey | : muhakkak, Allah, bütün her şey |
alim | : ilmin sahibi, |
62- Allah, bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyendir. Kullarından isteyen kimseler için, hakikatlere ulaşmak ve O’nun varoluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak vardır. Muhakkak ki bütün her şeydeki ilmin sahibi Allah’tır.
-63-
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّن نَّزَّلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ مِن بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
Ve le in seeltehum men nezzele mines semâi mâen fe ahyâ bihil arda min badi mevtihâ le yekûlunnallâh kulil hamdu lillâh bel ekseruhum lâ yakılûn
Ve le in seelte hum | : elbette, eğer, onlara sorsan |
Men nezele | : kim, indirdi, sundu, |
min el sema maen | : gökten, su, yağmur, |
Fe ahya | : böylece, hayat veren, hayy olan, |
bihi el arda | : orada, arz, yeryüzü, toprak, |
Min badi mevti-ha | : sonrada, nutfeler, idraksiz, ölü, ondan |
Le yekûlunne Allah | : elbette, derler, Allah |
Kuli el hamd li Allah | : de, hamd, tüm niteliklerin sahibi, Allah |
Bel ekser hum | : bilakis, fakat, onların çoğu, |
la yakılune | : akıl etmezler, düşünmezler |
63- Eğer onlara; gökten yağmuru indiren, böylece topraktan hayat veren, sonra da oradan nutfeler çıkaran kimdir, diye sorsan, elbette Allah derler. De ki: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır. Fakat onların çoğu hakikatleri anlamak için düşünmezler.
-64-
وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Ve mâ hâzihil hayâtud dunyâ illâ lehvun ve laib ve inned dârel âhırete le hiyel hayevân lev kânû yalemûn
ve ma hazihi | : değildir, bu |
el hayatu ed dunya | : dünya hayatı, yaşam, |
İlla lehvun ve laibin | : den başka, sadece, hariç, eğlence ve oyun |
Ve inne el dâre | : doğrusu, ahiret yurdu, oda, konak,bulunulan yer, |
el âhırete | : sonunda, |
Le hiye el hayevanu | : elbette, o, gerçek, hayat, Hayy olan |
Lev kanu yalemun | : keşke, şayet, oldu, bilselerdi, |
64- Dünya hayatı sadece eğlence ve oyun yeri değildir. Doğrusu sonunda bulunacağınız durum önemlidir. Elbette gerçek olan Hayy olandır. Keşke hakikatleri bilenlerden olsalardı.
-65-
فَإِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ
Fe izâ rakibû fîl fulki deavûllâhe muhlisîne lehud dîn fe lemmâ neccâhum ilel berri izâ hum yuşrikûn
fe iza rakib fi el fulki | : artık, o zaman, giden, sonsuzluk içinde giden, |
Deavu Allah | : dua, yönelmek, çağrı, istek, Allah |
muhlisin | : tüm özünüzle, içtenliğiyle, her şeyiyle, |
lehu el din | : onun, din, varlığın yaratılış yasaları, fıtrat |
Fe lemma neccâ-hum | : böylece, işte, olduğunda, kurtardı, necat buldu, onlar |
ila el berr iza hum | : ancak, arazi, suret, toprak, onlar, |
yuşrikun | : şirk koşan, kendine varlık isnat eden, |
65- Artık bir sonsuzluk içinde hareket eden bu âlemde, tüm özünüzle Allah’a yönelin, dinin O’na ait olduğunu bilin. İşte bu hâlde olanlar kurtuluşa erenlerdir. Ancak suretlerde kalanlar, O’nun varlığının yanında kendine varlık isnat edenler başka.
-66-
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Li yekfurû bimâ âteynâhum ve li yetemettaû fe sevfe yalemûn
li yekfuru | : için, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
bima ateyna hum | : verdiğimiz şeyler, sunduğumuz, onlar |
ve li yetemettaû | : faydalansınlar, faydalanmalarına rağmen, |
Fe sevfe yalemun | : böylece, fakat, yakın bir zaman, gelecek, bilecekler |
66- Onlara verdiğimiz şeylerden faydalanmalarına rağmen, hakikatleri görmemezlikten gelip örtme içinde oldular. Artık belki yakında bilirler.
-67-
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا جَعَلْنَا حَرَمًا آمِنًا وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْ أَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللَّهِ يَكْفُرُونَ
E ve lem yerev ennâ cealnâ haramen âminen ve yutehattafun nâsu min havlihim e fe bil bâtılı yuminûne ve bi nimetillâhi yekfurûn
E ve lem yerev | : bakıp ta görmezler mi? |
Ennâ cealna | : nasıl, sunduk, yaptık, kıldık, var ettik, |
haram emin | : hürmetli, değerler, güvenilir, emin, güvenli, koruyan, |
ve yutehattafu el nas | : sökülüp, kapılıp götürülen, hevasına esir olan, insanlar |
Min havli-him | : onların etraflarında çevrelerinde, |
E fe bi el batılı | : hâlâ, değil mi? Batıl olan, boş şeyler, |
yuminun | : inanıyor |
ve bi nimeti Allah | : nimet, lütuf, sıfat, Allah’ın nimetlerini, |
yekfurun | : görmemezlikten gelip örtüyorlar |
67- Onları; tüm değerleri taşıyan, korunur bir halde nasıl var ettiğimizi bakıp ta görmezler mi? Fakat insanlar, kendi çevrelerinde hevâlarına esir olup gidiyorlar. Hâlâ aslı olmayan şeylere mi inanıyorlar ve Allah’ın nimetlerini görmemezlikten mi geliyorlar?
-68-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُ أَلَيْسَ فِي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِّلْكَافِرِينَ
Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhi keziben ev kezzebe bil hakkı lemmâ câeh e leyse fî cehenneme mesven lil kâfirîn
ve men azlemu | : kim, daha zalim, |
Min men iftera | : kimseden, kimdir, iftira, uydurma, |
ala Allah keziben | : Allah hakkında, yalan söylemek, yalanlayan |
Ev kezzebe | : veya, ya da, tekzip etti, yalanlarda kalan, |
bi el hak | : hakikatler, doğrular, gerçekler, |
lemma cae hu | : ona geldi, hakikatler ona geldiği halde |
e leyse | : değil midir? Öyle değil mi? |
Fi cehenneme | : cehennemde, cehaletin cehennemi |
Mesven | : kalacak yer, barınacak yer, bulunulan yer, |
li el kâfirîne | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
68- Allah hakkında bir şey uyduran ve o yalanı aktaran, ya da hakikatler kendine açıklandığı hâlde onu yalanlayandan daha zalim olan kimdir? Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin barınağı, cehaletin cehennemi değil midir?
-69-
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehum subulenâ ve innallâhe le meal muhsinîn
ve ellezine cahedu fiyna | : kimseler, mücadele, gayret, içlerinde, bizi anlamak için |
le nehdiyenne-hum | : elbette, onları mutlaka ulaştırırız, yol gösteririz, |
subule-nâ | : yollarımız, hakikatlerimiz, |
ve inne Allah | : doğrusu, muhakkak Allah, |
Le mae | : elbette, mutlaka, beraber, birlikte, ayrı değil, |
el muhsinin | : tüm özüyle bağlı olan, ihsan eden, iyi hallerde olan, |
69- Bizi anlamak için mücadele eden kimseleri, elbette hakikatlerimize ulaştırırız. Elbette tüm özüyle hakikatlere bağlı olan bir kimse, muhakkak ki Allah’tan ayrı olmadığını bilir.