A’RÂF SÛRESİ
1-
المص
Elif, Lâm, Mîm, Sâd
Elif | : Tüm varlığı tutan kudret, Allah, varlıkta diri olan, Hakk, |
Lâm | : Halk, Muhammed, kemalat, |
Mîm | : Nokta, Hakk ve Halk birliği, sonsuzluk, Hakk zahir, |
Sâd | : Tecelli eden, açığa çıkış, Ruh’tan gelen filiz, |
1- Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2-
كِتَابٌ أُنزِلَ إِلَيْكَ فَلاَ يَكُن فِي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِّنْهُ لِتُنذِرَ بِهِ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Kitâbun unzile ileyke fe lâ yekun fî sadrike haracun minhu litunzire bihî ve zikrâ lil muminîn
Kitâbun | : Kitap, ilahi sözler, varlık kitabı, varlıkta yazılı olan, |
Unzile ileyke | : Verilen, sunulan, indirilen, sana, |
Fe lâ yekun | : Artık, yok, olma, olmasın, |
Fî sadri ke | : İçinde, gönlünde, kalbine, idrakinde, |
Harac minhu | : Sıkıntı, tedirginlik, ikilik, müşkül, şüphe, ondaki, |
Li tunzire bihî | : Hakikatleri açıklayıp uyarman için, onunla, o hakikatler, |
Zikrâ li el muminîne | : Anma, hatırlatma, öğüt, müminler için, emin olanlar için, |
2- Tüm varlık sana bir kitap olarak sunuldu. Ondaki hakikatler hakkında gönlünde bir sıkıntı olmasın. O hakikatler, açıklayıp uyarman içindir, müminler için de bir öğüttür.
3-
اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ
İttebiû mâ unzile ileykum min rabbikum ve lâ tettebiû min dûnihî evliyâ kalîlen mâ tezekkerûn
İttebiû | : Tâbi olun, uyun, takip etmek, |
Mâ unzile ileykum | : Şey, ne, değil, sunulan, indirilen, size, |
Min rabbi-kum | : Rabbinizden, sizi vucûdlandıran, |
Lâ tettebiû | : Yok, tâbi olmayın, edinmeyin, |
Min dûni hî evliyâ | : O’ndan başka, dostlar, evliya, |
Kalîlen mâ tezekkerûne | : Az, şey, değil, ne, tezekkür, hakikatleri araştırma, |
3- Rabbinizden size sunulan şeylere tâbi olun. O’ndan başka evliya edinmeyin. Hakikatleri ne kadar da az araştırıyorsunuz.
4-
وَكَم مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَآئِلُونَ
Ve kem min karyetin ehleknâhâ fe câehâ besunâ beyâten ev hum kâilûn
Ve kem min karyet | : Kaç, nice, belde halkı, köy, orada yaşayanlar, |
Ehlek nâ hâ | : Helak, yazık olma, kaybetmek, biz, o |
Fe câe hâ | : O zaman, artık, böylece, geldi, verdi, oldu, |
Besu nâ | : Zarar, azap, sıkıntı, zorluk, meşakkat, korku, fenalık, biz, |
Beyâten | : Gaflet, gece çalışması, cehalet karanlığı, biat, uymak, |
Ev hum kâilûne | : Ya da, onlar, aydınlanma yolunda, gaflet, öğlen uykusu, |
4- Nice beldelerde yaşayanlar Bizi anlayamayıp kendilerine yazık ettiler. Onlar cehaletin karanlığında kalıp, Bizi anlamamakla çevrelerine zarar verdiler, ya da onlar aydınlanma yolunda gaflete düştüler.
5-
فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا إِلاَّ أَن قَالُواْ إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
Fe mâ kâne davâhum iz câehum besunâ illâ en kâlû innâ kunnâ zâlimîn
Fe mâ kâne davâ hum | : Sonra, artık, olmadı, çağrı, davet, yalvarma, onlar, |
İz câe-hum | : Olduğunda, geldi, onlar, |
Besu nâ | : Sıkıntı, güç, müşkül, biz, |
İllâ en kâlû | : Başka, söylemeleri, demeleri, |
İnnâ kunnâ zâlimîne | : Gerçekten, doğrusu, biz olduk, zalim, |
5- Sonra da onlar hakikatlerin çağrısına uymadılar. Onlar Bizi anlamamanın sıkıntılı hâllerinde kalınca; doğrusu biz zalimlerden olduk, dediler.
6-
فَلَنَسْأَلَنَّ الَّذِينَ أُرْسِلَ إِلَيْهِمْ وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ
Fe le neselennellezîne ursile ileyhim ve le neselennel murselîn
Fe le neselene ellezîne | : Artık, elbette, sorgulama, sormak için, o kimseler, |
Ursile ileyhim | : Resul, hakikatleri gösterenler, göndermek, gelen, onlara, |
Ve le neselene | : Elbette, sorgulama, araştırmak, |
El murselîne | : Hakikati gösterenler, görevliler, Resuller, |
6- O kimselerin Bizi sorup anlamaları için hakikatleri gösterenler onlara geldi. Elbette hakikatleri gösterenler de Bizi anlamak için sormuşlar, araştırmışlardı.
7-
فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِم بِعِلْمٍ وَمَا كُنَّا غَآئِبِينَ
Fe le nekussanne aleyhim bi ilmin ve mâ kunnâ gâibîn
Fe le nekussane aleyhim | : İşte, elbette, biz, arayış, anlatmak, kıtlık, onlara, |
Bi ilmin | : Bir ilim, bilgi, hakikatlerin bilgisi, |
Mâ kunnâ gâibîne | : Biz olmadık, değiliz, habersiz, bilmeyen, görünmeyen, |
7- İşte, elbette Bizi anlamak için bir arayışta olanlara, biz bilenlerden değiliz diyenlere, o hakikatlerin bilgisi sunulur.
8-
وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ فَمَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Vel veznu yevme izinil hakk fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn
Ve el veznu | : Tartı, inceleme, hesap, ölçü, |
Yevme izin | : Gün, her an, yetkili olan, |
El hakku | : Hakk, gerçek, hakikat, |
Fe men sekulet | : Artık, kim, kimse, ağır, yoğun, |
Mevâzîn hu | : Tartma, mizan, adalet, ölçü, o, |
Fe ulâike hum | : İşte, onlar, |
El muflihûne | : Felah, kurtuluş, başarılı olan, öze ulaşan, başlangıç, |
8- Her an hakikatleri inceleme içinde olup, sonra da o hakikatleri bir ölçü içinde anlamada yoğunlaşan kimseler, elbette işte onlar başarılı olurlar.
9-
وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُم بِمَا كَانُواْ بِآيَاتِنَا يِظْلِمُونَ
Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum bimâ kânû biâyâtinâ yazlimûn
Ve men haffet | : Kim, hafif, zayıf, anlama zayıflığı, |
Mevâzîn hu | : Tartma, mizan, adalet, ölçü, o, |
Fe ulâike ellezîne hasir | : İşte o kimseler, hüsran, kaybeden, başarılı olamayan, |
Enfuse-hum | : Nefs, kendileri, onlar, |
Bimâ kânû bi âyâti nâ | : Olduklarından dolayı, ayet, işaret, delil, biz, |
Yazlimûne | : Zulmediyorlar, yazık etme, haksızlık, |
9- Hakikatleri anlamadaki ölçüde bir zayıflık içinde olup, kendilerinde olan ayetlerimize karşı haksızlık eden kimseler, işte onlar başarılı olamazlar.
10-
وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الأَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ قَلِيلاً مَّا تَشْكُرُونَ
Ve lekad mekkennâkum fîl ardı ve cealnâ lekum fîhâ maâyiş kalîlen mâ teşkurûn
Ve lekad | : Ant olsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
Mekken nâ kum | : Yerleşme, yaşam yeri, biz, siz, |
Fî el ardı | : Yeryüzünde, toprakta, |
Ceal-nâ lekum | : Kıldık, sunduk, eyledik, size, |
Fî hâ maâyişe | : Onun içinde, orada, geçim, imkânlar, |
Kalîlen mâ teşkurûne | : Ne kadar az, şükür, nimetlerin sahibini bilip teslim etme, |
10- Gerçek olan şu ki; Biz size yeryüzünü yaşam yeri yaptık, size orada imkânlar sunduk. Nimetlerin sahibini bilip teslim etmede ne kadar da yavaş davranıyorsunuz.
11-
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلآئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ لَمْ يَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ
Ve lekad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs lem yekun mines sâcidîn
Ve lekad | : Ant olsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
Halaknâ kum | : Halk ettik, yarattık, var ettik, siz, |
Summe savver-nâ-kum | : Sonra, şekil, sûret, biz, siz, |
Kulnâ | : Dedik, bildirdik, hissettirdik, |
Li el melâiket | : Güç, kuvvet, melekler, her varlıktaki güç, |
Uscudû li Âdem | : Secde edin, teslim olmak, Âdem’e, Ruh boyutu, yokluk, |
Fe secedû | : Böylece, secde etmek, teslim olmak, |
İllâ iblîs | : Ancak, iblis, libas, dış elbise, dışını gören içini göremeyen, |
Lem yekun | : Olmadı, olmaz, |
Min es sâcidîne | : Secde edenlerden, teslim olan, |
11- Gerçek olan şu ki; sizi halk ettik, sonra da sûretlendirdik. Âdem’e, tüm varlıktaki gücü anla bir teslimiyet içinde ol dediğimizde, böylece o bir teslimiyet içinde oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olanlardan olmaz.
12-
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk kâle ene hayrun minh halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn
Kâle mâ menea ke | : Dedi, meneden, alıkoyan, sen, |
Ellâ tescude | : Değil, secde, teslim olmak, |
İz emr tu ke | : Olduğunda, iş, işleyiş, emir, hüküm, sen, |
Kâle ene hayrun min hu | : Ben, benlik, hayırlı, iyi, üstün, ondan, |
Halakte-nî | : Yarattın, varoluş, yaratılış, |
Min nârin | : Ateş, yakıp yıkıcı hâller, |
Halakte-hu | : Yaratılan, halk edilen, o, |
Min tînin | : Nemli toprak, sûretinden sîretine, |
12- Bildirildi: Tüm varlıktaki işleyişin sahibine teslim olmaktan seni alıkoyan nedir? Varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen; benlik içinde kalır, yakıp yıkıcı hâllerinden dolayı yaratılışı anlayamaz, kendini diğer yaratılanlardan üstün görür ve o yaratılanları bir sûret görür ve sîretini göremez.
13-
قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ أَن تَتَكَبَّرَ فِيهَا فَاخْرُجْ إِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ
Kâle fehbit minhâ fe mâ yekûnu leke en tetekebbere fîhâ fahruc inneke mines sâgirîn
Kâle fe ıhbit minhâ | : Dedi, öyleyse, in, uzaklaşmak, oradan, bulunduğun yerden, |
Fe mâ yekûnu leke | : Artık, olmaz, senin, |
En tetekebbere fîhâ | : Büyüklük taslaman, kibirlenmen, orada, |
Fe uhruc | : Artık, çık, dışarı çıkmak, uzaklaşmak, |
İnne ke min es sâgirîne | : Muhakkak, sen, kaybedenler, küçülen, |
13- O hâlde olana bildirilir: Sen, kibirlilik içindeyken hakikatleri anlamaktan uzaklaştın. Artık sen kendini hakikatlerin dışında bıraktın, doğrusu sen kaybedenlerden oldun.
14-
قَالَ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Kâle enzırnî ilâ yevmi yubasûn
Kâle enzır nî | : Dedi, mühlet ver, uyar, adak, beni bırak, |
İlâ yevmi | : Gün zaman, vakit, an, |
Yubasûne | : Diriliş, ortaya çıkan, diri olan, b’as, dirilen, |
14- O hâlde olan: Her an ortaya çıkan varlığın hakikatini anlamam için bana mühlet ver, der.
15-
قَالَ إِنَّكَ مِنَ المُنظَرِينَ
Kâle inneke minel munzarîn
Kâle inneke | : Dedi, bildirildi, doğrusu, sen, |
Min el munzarîne | : Bekletilen, tehir edilen, mühlet verilen, |
15- Bildirildi: Doğrusu sen o hakikati anlamayı hep tehir ettin durdun.
16-
قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ
Kâle fe bimâ agveytenî le akudenne lehum sırâtekel mustekîm
Kâle fe bimâ agveyte nî | : Dedi, artık, şeyler, sebep, azdırma, uzaklaşma, ben, |
Le akudenne lehum | : Elbette, bekleme, engel olmak, oturmak, onlara, |
Sırâte-ke el mustekîme | : Yol, dosdoğru senin yolun, senin, hakikatlerin yolu, |
16- O hâlde olan dedi ki: Bundan sonra bana uyanlar hakikatlerden uzaklaşırlar, elbette kendi fena hâlleri, dosdoğru senin yolunda olmaya engel olan şeydir.
17-
ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ
Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn
Summe le âtiyenne hum | : Sonra, elbette, gelme, sokulma, fısıldama, onlar, |
Min beyni eydî him | : Arasında, elleri, güçleri, onlar, |
Min halfi-him | : Arkaları, geçmişleri, ardı, arka, eski bildikleri, |
An eymâni-him | : Sağlarından, dirilik, |
Şemâili-him | : Sollarında, diri olanı anlamaktan uzak olan, idraksiz, |
Lâ tecidu ekser hum | : Yok, bulmak, olmaz, çoğu, onlar, |
Şâkirîne | : Şükreden, nimetlerin sahibini bilip teslim etmek, |
17- Sonra elbette onların fena hâlleri; önlerinde, arkalarında, sağlarında, sollarında, her yerde olan hakikatleri görmeye engel olur. Onların çoğu nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerden olamazlar.
18-
قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْؤُومًا مَّدْحُورًا لَّمَن تَبِعَكَ مِنْهُمْ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنكُمْ أَجْمَعِينَ
Kâlehruc minhâ mezûmen medhûrâ le men tebiake minhum leemleenne cehenneme minkum ecmaîn
Kâle uhruc minhâ | : Dedi, bildirildi, çık, dışarı, anlamamak, oradan, |
Mezûmen | : Hor, kınanmış, küçük görme, |
Medhûren | : Uzaklaşma, reddeden, hakikatten uzaklaşan, |
Le men tebia ke minhum | : Elbette, tâbi oldu, uydu, sen, onlardan, |
Lâ melen | : Yok, dolu, kalır, |
Cehennem | : Cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller, |
Minkum ecmaîne | : Sizler, hepiniz, topluluk |
18- Bildirildi: Küçük görme, hakikatlerden uzaklaşma hâllerinden dolayı hakikatleri anlayamadın. Elbette senin hâllerine uyan kimselerin hepsi cehaletin cehenneminde kalırlar.
19-
وَيَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلاَ مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ
Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi’tumâ ve lâ takrebâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn
Ve yâ Âdem | : Ey Âdem, ey insan, |
Uskun | : İskân, yerleşme, mesken, barınılan yer, yaşanılan yer, |
Ente ve zevcu ke | : Sen ve eşin, aynı yolda olan, eşlik eden, cins, tür, |
El cennet | : Huzur, cennet, bahçe, |
Fe kulâ | : Hep, böylece, beslenme, faydalanmak, yararlanmak, |
Min haysu şi’tumâ | : Her yerden, nereden, nasıl, istediğiniz, |
Lâ takrebâ hazihî | : Yok, yakınlık, bu, ona sahiplenme, kendine varlık nispet etme, |
El şecerete | : Şecere, soy, öz, aslınız, varlığınızın geldiği öz, ağaç, |
Fe tekûnâ min el zâlimîne | : Yoksa, o zaman, zalimlerden olursunuz, |
19- Ey Âdem! Sen ve eşin, yaşadığınız yerde huzur içinde olun. İstediğiniz her yerde, hakikatlerden yararlanın. Varlığınızın geldiği öze olan o yakınlığı yok etmeyin, o özü kendinize nispet etmeyin. Yoksa zalimlerden olursunuz.
20-
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِن سَوْءَاتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَذِهِ الشَّجَرَةِ إِلاَّ أَن تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
Fe vesvese lehumuş şeytânu li yubdiye lehumâ mâ vuriye anhumâ min sevâtihimâ ve kâle mâ nehâkumâ rabbukumâ an hâzihiş şecereti illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ minel hâlidîn
Fe vesvese lehum | : Böylece, sonra, vesvese, fısıltı, onlara, |
El şeytân | : Şeytani hâller, tüm kötülük hâlleri, |
Li yubdiye lehumâ | : Açığa çıkması, ortaya çıkması için, onların, kendileri, |
Mâ vuriye an humâ | : Şey, değil, ne, gizli, örtülmüş, onların, |
Min sevâti himâ | : Ayıp, yazık, kötü, fenalar, eşit, orta, onların, |
Kâle mâ nehâkumâ | : Dedi, yasak, men, nehyeden, |
Rabb kumâ | : Rabbiniz, sizler, |
An hâzihi el şecereti | : Bu, ağaç, soy, geldiği yer, aslı, özü, |
İllâ en tekûnâ | : Sadece, olmanız, olursunuz, |
Melekeyn | : Güçlülük, güçlü olan, kuvvet sahibi, |
Ev tekûnâ min el hâlidîne | : Ya da, olma, ebedî, sonsuzluk, devamlı, |
20- Böylece onların şeytani hâlleri; onlarda gizli olan, onların fenalarının onlarda açığa çıkması için, Rabbiniz, geldiğiniz o öze olan yakınlığı, kuvvet sahibi olursunuz ya da sonsuzluk içinde olursunuz diye sizlere yasak etti, diye kendilerine vesvese verdi.
21-
وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ
Ve kâsemehumâ innî lekumâ le minen nâsıhîn
Ve kâseme humâ | : Yemin, ahdetme, doğruluk, inandırmak, onlar, kendileri, |
İnnî lekumâ | : Ben, sizlerin, sizlere, |
Le min en nâsıhîne | : Elbette, nasihat veren, öğüt, rehber, danışman, |
21- Onlar; kendi benliklerinden gelen şeytani hâllerinin vesvesesini, elbette bize gelen bir öğüttür, diyerek kendilerini inandırdılar.
22-
فَدَلاَّهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْءَاتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَا عَن تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُل لَّكُمَا إِنَّ الشَّيْطَآنَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Fedellâhumâ bi gurûr fe lemmâ zâkâş şecerete bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafikâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cennet ve nâdâhumâ rabbuhumâ e lem enhekumâ an tilkumeş şecereti ve ekul lekumâ inneş şeytâne lekumâ aduvvun mubîn
Fe dellâ humâ | : Böylece, yaklaşmak, uymak, ne dediğini bilmeme, onlar, |
Bi gurûr | : Benlik, aldanma, gurur, ego, |
Fe lemmâ zâkâ | : Fakat, olduğunda, his, tat, o hâl, |
El şeceret | : Ağaç, aslı, asliyet, soy, öz, geldiği kaynak, |
Bedet lehumâ | : Göründü, açığa çıktı, onlarda, |
Sevâtu humâ | : Ayıp, fena hâlleri, onların, |
Ve tafikâ | : Başladı, bir işe başlamak, olması, devam etmesi, |
Yahsıfâni aleyhimâ | : Işığı sönmek, dökülmek, hariç, dış, üzerlerine, |
Min varak el cenneti | : Bir kâğıt, yaprak, cennet, huzur, cennet hakikatleri, |
Ve nâdâ humâ | : Nida, seslenmek, bildirmek, onlara, |
Rabb humâ | : Rabbi, onları vücûdlandıran, |
E lem enhe-kumâ | : Değil mi? nehyetme, yasaklama, sizlere, |
An tilkum el şecereti | : O, bu, asil, asliyet, soy, öz, gelinen yer, ağaç, |
Ve ekul lekumâ | : Söyledim, dedim, bildirdim, belirttim, sizlere, |
İnne el şeytâne | : Muhakkak ki şeytan, şeytani hâller, kötü hâlleriniz, |
Lekumâ aduv mubîn | : Sizlere, düşman, apaçık, |
22- Böylece onlar, benlik hâllerine uydular. Özlerine, ‘benim’ dediklerinden dolayı onların fena hâlleri açığa çıktı ve onların üzerlerindeki cennet hakikatinin ışığı sönmeye başladı. Onlara Rabbi nida etti: O özünüze, ‘benim’ demeniz sizlere yasak edilmedi mi? Sizlere, o kötü hâlleriniz sizin apaçık düşmanınızdır, diye belirtildi.
23-
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Kâlâ rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn
Kâlâ rabbe nâ | : Dediler, Rabbimiz, |
Zalem-nâ enfus nâ | : Zulmettik, nefsimize, kendimize, |
Ve in lem tagfir-lenâ | : Eğer, değil, anlayamama, mağfiret, bize, |
Ve terham-nâ | : Rahmet et, bağışla, biz, |
Le nekûne | : Elbette, biz oluruz, |
Enne min el hâsirîne | : Hüsran, kaybedenlerden, |
23- Dediler ki: Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer senin mağfiretini anlayamazsak ve rahmetini anlayamazsak, elbette biz kaybedenlerden oluruz.
24-
قَالَ اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Kâlehbitû badukum li ba’dın aduvv ve lekum fîl’ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn
Kâle ıhbutû | : Dedi, inin, uzaklaşmak, ileri gitme, aşağı inmek, âdet hâline getirmek, alışkanlık, habit, düşkünlük, |
Badukum li ba’dın aduv | : Sizin bir kısmınız, bir kısmınıza, birbirinize, düşman, |
Ve lekum fî el ard | : Sizin için, yeryüzü, |
Mustekar | : Kalma, kararlı, yerleşme yeri, istikrarlı olmak, |
Ve metâun ilâ hinîn | : Meta, geçinme, yarar, fayda, bir zamana kadar, |
24- Bildirdik: Siz hakikatlerden uzaklaşarak birbirinizin düşmanı oldunuz. Yeryüzünde sizler için kararlı olma vardır ve bir zamana kadar faydalanma vardır.
25-
قَالَ فِيهَا تَحْيَوْنَ وَفِيهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ
Kâle fîhâ tahyevne ve fîhâ temûtûne ve minhâ tuhrecûn
Kâle fîhâ tahyevne | : Dedi, orada, hayat bulma, yaşamak, can, dirilik, |
Ve fîhâ temûtûne | : Orada, ölürsünüz, |
Ve minhâ tuhrecûne | : Oradan, topraktan, ihraç, açığa çıkma, dışarı çıkma, |
25- Bildirdik: Yeryüzünde açığa çıkarsınız ve orada yaşarsınız ve orada ölürsünüz.
26-
يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْءَاتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوَىَ ذَلِكَ خَيْرٌ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sevâtikum ve rîşâ ve libâsut takvâ zâlike hayr zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn
Yâ benî Âdeme | : Ey Âdemoğulları, |
Kad enzel-nâ aleykum | : Oldu, indirdik, sunduk, size, |
Libâsen yuvârî | : Elbise, bilgi, giysi, gizli, örtülmüş, ayıp, |
Sevâti kum | : Fenalar, ayıplar, siz, |
Ve rîşâen | : Menzil, süs, ziynet, değerli takı, makamlar, |
Ve libâsu | : Elbise, dış elbise, o hâlde olma, dış görünüş, |
Et takvâ | : Elbise, fenalardan sakınma ortak koşmama, |
Zâlike hayrun | : Bu, işte bu, daha hayırlı, iyi olan, yararlı, |
Zâlike min âyâti Allâh | : İşte bu, bir ayet, işaret, Allah’ın ayetleri, delil, işaret, |
Lealle-hum | : Umulur ki, onlar, |
Yezzekkerûne | : Tezekkür, varoluşun hakikatleri ile seyretmek, |
26- Ey Âdemoğulları! Size, fenalarınızı örtecek hakikat bilgileri ve değerli makamlar sunduk. Fenalardan sakınıp, Allah’a ortak koşmama hâlinde olmanız, işte bu sizin için daha hayırlıdır. İşte her şey Allah’ın delilleridir. Umulur ki onlar; varoluşun hakikatlerine ulaşırlar, o hakikatlerle bu âleme bakarlar.
27-
يَا بَنِي آدَمَ لاَ يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُم مِّنَ الْجَنَّةِ يَنزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْءَاتِهِمَا إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لاَ تَرَوْنَهُمْ إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrece ebeveykum minel cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sevâtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum innâ cealneş şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yuminûn
Yâ benî Âdeme | : Ey Âdemoğulları, |
Lâ yeftine-enne-kum | : Yok, ikilik, ikilikte kalmak, fitneye düşürmesin, siz, |
El şeytânu | : Şeytan, şeytani hâller, kötülük veren hâller, |
Kemâ ahrace | : Çıkardığı gibi, dışarı, hakikatten uzaklaşmak, |
Ebevey kum | : Ebeveyn, atalarınız, anne babanız, siz, |
Min el cenneti yenziu | : Cennetten, huzurdan, çıkarır, soyar, |
An-humâ libâs humâ | : Onlardan, elbise, sûrette kalmak, onların, |
Li yuriye-humâ | : İçin, göstermek, onlar, |
Sevâti himâ | : Ayıp, fenalar, fena hâller, onlar, |
İnne-hu yerâ kum | : Muhakkak ki o, görme, sizler, |
Huve ve kabîlu hu | : O ve topluluk, tüm o hâlde olanlar, topluluk, |
Min haysu | : Bir yer, herhangi bir yer, her yer, |
Lâ terevne hum | : Yok, görmek, bakmak, görmezler, idraksizlik, onlar, |
İnnâ ceal nâ | : Muhakkak, doğrusu, yaptık, sunduk, |
El şeyâtine evliyâe | : Şeytani hâller, kötülük hâlleri, evliya, dostlar, |
Li ellezîne lâ yuminûne | : O kimseler, için, inanmayan, iman etmeyen, |
27- Ey Âdemoğulları! Şeytani hâller, atalarınızı hakikatlerden uzaklaştırıp, fena hâlleriyle onları huzur içinde olmaktan çıkardığı gibi, sakın sizi de ikiliğe düşürmesin. Siz, her yerde öyle hâllerde olanları görürsünüz, onlar bir idraksizlik içinde olanlardır. Doğrusu iman etmeyen kimseler; şeytani hâllerini dost edinenlerdir, sunduğumuz hakikatleri anlayamayanlardır.
28-
وَإِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً قَالُواْ وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Ve izâ faalû fâhişeten kâlû vecednâ aleyhâ âbâenâ vallâhu emerenâ bihâ kul innallâhe lâ yemuru bil fahşâ e tekûlûne alâllâhi mâ lâ talemûn
Ve izâ faalû fâhişeten | : Yapan, kalan, haddi aşan, ego, benlik hâlleri, |
Kâlû veced nâ | : Dediler, bulduk, biz, |
Aleyhâ âbâe nâ | : Üzerinde, o yolda, atalarımızı, |
Ve Allâh emr nâ bihâ | : Allah, emir, iş, hüküm, biz, onu, |
Kul inne Allâh | : Anlat, muhakkak, kesinlikle, Allah, |
Lâ yemuru | : Yok, emir, iş, işleyiş, hüküm, |
Bi el fahşâi | : Kötülüğü, çirkinliği, haddi aşmak, büyüklük, benlik, |
E tekûlûne alâ Allah | : Söylüyor musunuz? Allah’a karşı, |
Ma lâ talemûne | : Şey, değil, bilmediğiniz, |
28- Bir benlik içinde haddi aşanlar derler ki: Biz atalarımızı da bu yolda bulduk ve bu bize Allah’ın hükümleridir. De ki: Benlik içinde olmak, haddi aşmak, kesinlikle Allah’ın hükümleri değildir. Sizler Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz.
29-
قُلْ أَمَرَ رَبِّي بِالْقِسْطِ وَأَقِيمُواْ وُجُوهَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ
Kul emere rabbî bil kıst ve ekîmû vucûhekum inde kulli mescidin vedûhu muhlisîne lehud dîn kemâ bedeekum teûdûn
Kul emr rabbî | : De, anlat, iş, işleyiş, hüküm, |
Bi el kıst | : Doğruluk, adalet, pay, kısım, |
Ve ekîmû | : Diri, kıyam, vücûda getirmek, ayakta tutmak, |
Vucûhe kum | : Yüz, yön, yönelmek, siz, |
İnde kulli mescid | : Katında, O’na ait, bütün her yerde, teslim olunan, |
Vedû hu muhlisîne | : Tüm varlığıyla bağlı olan, içten, özüyle, |
Lehu el dîn | : O’na, din, varlığın yaratılış yasaları, incelikleri, |
Kemâ bedee-kum teûdûne | : Gibi, başlatmak, var etmek, yaratmak, siz, dönmek, |
29- De ki: Rabbimin hükümlerinde adalet vardır. Siz yüzünüzü; bütün her yerde O’na ait olan hakikatlere teslimiyet içinde döndürün, varlığın yaratılış yasalarını O’na mahsus kılarak O’na yönelin, siz var edildiğiniz gibi O’na dönün.
30-
فَرِيقًا هَدَى وَفَرِيقًا حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلاَلَةُ إِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ اللّهِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ
Ferîkan hadâ ve ferîkan hakka aleyhimud dalâletu innehumuttehazûş şeyâtîne evliyâe min dûnillâhi ve yahsebûne ennehum muhtedûn
Ferîkan hadâ | : Ekip, grup, bir kısım, kılavuz, rehber, yol gösteren, |
Ve ferîkan hakka | : Ekip, bir grup, bir kısmı, Hakk, hakikat, gerçek, |
Aleyhim ed dalâletu | : Üzerlerine dalalet, hakikatlerden sapma, |
İnnehum etehaz | : Muhakkak ki onlar, sarılma, edinme, |
El şeyâtîne evliyâ | : Şeytani hâller, kötülük hâlleri, evliya, dostlar, |
Min dûni Allah | : O’na ait, başka, Allah’a ait hakikatler, |
Ve yahsebûne | : Zannederler, sanma, |
Enne-hum muhtedûne | : Onların olduğunu, yönlendirme, yönelme, |
30- Onlardan bir grubu Hakk’a yöneldiler ve onlardan bir grubu kendi üzerlerindeki hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına saptılar. Onlar, Allah’a ait hakikatleri bırakıp, şeytani hâllerini dost edindiler ve onlar zannettiler ki Hakk’a yöneldiler.
31-
يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Yâ benî âdeme huzû zînetekum inde kulli mescidin ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû innehu lâ yuhıbbul musrifîn
Yâ benî Âdem | : Ey Âdemoğulları, |
Huzû | : Almak, çekmek, anlamak, sarılmak, haz, |
Zînet kum | : Değerler, sıfatlar, süs, kendinizde, sizde, |
İnde | : Yanında, katında, orda, O’na ait, Hakk’a ait, |
Kulli | : Hepsi, bütün, bütün her yer, her şey, |
Mescid | : Secde, teslimiyet, Hakk’a teslim olmak, |
Kulû | : Yemek, fayda, iyice öğrenin, |
Eşrebû | : İçmek, ilim ile beslenmek, |
Ve lâ tusrifû | : Yok, israf, taşkın, israf etmeyin, |
İnnehu lâ yuhub | : Muhakkak, doğrusu, o, yok, sevgi, |
El musrifîne | : Müsrif, taşkınlık, azgınlık, dağıtan, |
31- Ey Âdemoğulları! Kendinizdeki ve bütün her yerdeki Hakk’a ait olan sıfatları anlayın, O’na teslimiyet içinde olun. İlim ile beslenin ve iyice öğrenin ve taşkınlık yapmayın. Doğrusu, o taşkınlık içinde olanlarda sevgi yoktur.
32-
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُواْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Kul men harreme zînetallâhilletî ahrece li ibâdihî vet tayyibâti miner rızk kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ hâlisaten yevmel kıyâmeh kezâlike nufassılul âyâti li kavmin yalemûn
Kul men harrame | : Anlat, de, kim, haram, sığınak, kutsal olan, |
Zînete | : Süs, değerler, sıfatlar, |
Allâh elletî | : Allah, ki o, |
Ahrace li abid hî | : Çıkardı, ortaya koydu, açığa çıkarma, için, kul, o, |
Ve et tayyibâti | : Temiz olan, güzel, iyi, |
Min el rızkı | : Rızık, nimet, fayda, yarar, |
Kul hiye li ellezîne âmenû | : Anlat, de, o, için, iman edenler, |
Fî el hayâti ed dunyâ | : Dünya hayatında, yaşamlarında, |
Hâlisaten | : Has, en içten, samimi, temiz, özellikle, gönülden, |
Yevme el kıyâmeti | : Diriliş vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti, |
Kezâlike nufassılu | : İşte böylece, kısım, bölüm, ayrı ayrı açıklıyoruz, |
El âyâti | : Ayet, delil, işaretler, hakikatler, |
Li kavmin yalemûne | : Kavim için, topluluklar, insanlar, biliyorlar, bilirler, |
32- De ki: Kutsal olan sıfatlar kimindir? Ki o Allah’ındır. O kullarını açığa çıkarandır ve rızıkları tertemiz verendir. O iman eden kimseler için anlat: Ölünceye kadar yaşamlarında gönülden hareket etsinler. İşte insanların bilmeleri için, delilleriyle hakikatleri ayrı ayrı açıklıyoruz.
33-
قُلْ إِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالإِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَأَن تُشْرِكُواْ بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Kul innemâ harreme rabbiyel fevâhişe mâ zahere minhâ ve mâ batane vel isme vel bagye bi gayril hakkı ve en tuşrikû billâhi mâ lem yunezzil bihî sultânen ve en tekûlû alallâhi mâ lâ talemûn
Kul innemâ haram | : De ki, ancak, sadece, kutsal, yasak, sığınak, |
Rabbi | : Rab, vücûdlandıran, şekillendiren, |
El fevâhişe | : Haddini aşmış, benlik içinde olma, kötülükler, günahlar, |
Mâ zahere | : Açıkta olan şey, zahir olan, görünen, açıkça, |
Min-hâ | : Ondan, |
Mâ batane | : Gizli olan şey, görünmeyen, batında, |
Ve el isme | : Günah, fenalar, |
Ve el bagye | : Haset, zulüm, isyan, haddi aşmak, |
Bi gayr el hak | : Başka, diğer, hak, hakikat, |
Ve en tuşrikû bi Allah | : Ortak koşmanız, şirk koşmanız, Allah’a, |
Mâ lem yunezzil | : Değil, şey, ne, sunmak, indirmediği şey, |
Bi-hî sultânen | : O’na, delil, hüccet, |
Ve en tekûlû | : Söylemek, söylemeniz, |
Alâ Allâhi | : Allah için, Allah hakkında, |
Mâ lâ talemûne | : Bilmediğiniz şey, |
33- De ki: Kutsal olan ancak sizi vücûdlandırandır. Gizli ya da açıkça benlik içinde olmak ve fenalarda olmak ve hakikatleri bırakıp, hasetlikler, zulüm içinde olmak, Allah’a ortak koşmaktır. O’na ait apaçık sunulan bir delile ulaşmadan, Allah hakkında bilmediğiniz şeyi söylemeyin.
34-
وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Ve li kulli ummetin ecel fe izâ câe eceluhum lâ yestehırûne sâaten ve lâ yestakdimûn
Ve li kulli ummet | : İçin, bütün, herkes, insanlar, |
Ecel | : Bir zaman, belirli bir zaman, ecel, |
İzâ câe ecelu-hum | : Geldiğinde, ecel, vakit, onlar, |
Lâ yestehırûne sâaten | : Artık, böylece, yok, ertelenme, bir saat, o vakit, |
Ve lâ yestakdimûne | : Öne alınmaz, tehir edilmez, |
34- Bütün insanların belirli bir zamanı vardır. Onlara ecel geldiğinde, artık onu bir an bile erteleme yoktur ve öne alma yoktur.
35-
يَا بَنِي آدَمَ إِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي فَمَنِ اتَّقَى وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Yâ benî âdeme immâ yetiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
Yâ benî Âdeme | : Ey Âdemoğulları, |
İmmâ yetiyenne kum | : Ama, olduğunda, gelme, hakikatleri sunan, size, |
Resul min kum | : Resul, hakikatleri gösteren, sizden, içinizden, |
Yekussûne aleykum âyâti | : Kıssa eder, anlatır, kıssalarla açıklar, size, ayet, delil, |
Fe men ittekâ | : Kim, takva, fenalardan sakınma ortak koşmama, |
Ve asleha | : Temizlenme, iyileşme, ıslah, |
Fe lâ havfun aleyhim | : Artık korku yoktur, onlara, |
Ve lâ hum yahzenûne | : Yok, onlar, mahzun, üzülme, hüzün, keder, |
35- Ey Âdemoğulları! Sizlerden olan hakikatleri gösterenlerin, size kıssalarla açıklayıp anlattığı ayetleri kim anlarsa, fenalardan sakınır Allah’a ortak koşmazsa ve ıslah olursa, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.
36-
وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا أُوْلََئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ ulâike ashabun nâr hum fîhâ hâlidûn
Ve ellezîne kezzebû | : Yalanlarda kalan, yalanlayanlar, |
Bi âyât nâ | : Ayetlerimizi, delil, işaret, |
Ve estekberû anhâ | : Büyüklendiler, kibirlendiler, ondan, |
Ulâike | : İşte onlar, |
Ashabu en nâri | : Sahip, ateş, ateş ehli, ateş halkı, yakıp yıkıcı hâller, |
Hum fîhâ hâlidûne | : Onlar, orada, o hâlde, devamlı, |
36- Ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar ve kibirli hâllerde olanlar, işte onlar yakıp yıkıcı hâllere sahiptirler, onlar devamlı o hâllerde hareket ederler.
37-
فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ أُوْلَئِكَ يَنَالُهُمْ نَصِيبُهُم مِّنَ الْكِتَابِ حَتَّى إِذَا جَاءتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْ قَالُواْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ قَالُواْ ضَلُّواْ عَنَّا وَشَهِدُواْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُواْ كَافِرِينَ
Fe men azlemu mimmenifterâ alallâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih ulâike yenâluhum nasîbuhum minel kitâb hattâ izâ câethum rusulunâ yeteveffevnehum kâlû eyne mâ kuntum tedûne min dûnillâh kâlû dallû annâ ve şehidû alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn
Fe men azlemu | : Artık, öyleyse, işte, kim, zalim olan, |
Mimmen ifterâ | : Kimseden, iftira, uyduran, |
Alâ Allâh keziben | : Allah’a karşı, Allah hakkında, yalan, |
Ev kezzebe bi âyâti hi | : Ya da, yalanlarda kalan, onun ayetlerini, |
Ulâike yenâlu-hum | : İşte onlar, kazanmak, erişir, ulaşır, onlar, |
Nasîbu-hum | : Pay, nasip, hisse, onların, |
Min el kitâbi | : Kitaptan, varlık kitabı, hakikatlerden, |
Hattâ izâ câethum | : Hatta, olduğunda, gelme, onlar, |
Resul nâ | : Hakikati gösteren, resul, irsal eden, biz, |
Yeteveffevne-hum | : Sevgiyle olma, sevgi bağlılığı, vefa, onların, |
Kâlû eyne | : Dendi, nerede, nasıl? |
Mâ kuntum tedûne | : Yöneldiğiniz şey, dua, |
Min dûni Allah | : Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylere yönelmek, |
Kâlû dallû annâ | : Dediler, dendi, sapma, hakikatlerden sapma, bizden, |
Ve şehid | : Tanık, her an her yerde olan, |
Alâ enfusi-him | : Nefslerinde, kendilerinde, |
Enne-hum kânû kâfirîne | : Olduğuna, onlar, oldu, hakikatleri örtenler, |
37- Öyleyse, Allah hakkında bir şey uyduran ve o yalanları aktaran, ya da onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? İşte onlar, kitaptaki hakikatler hakkında gerçeklere ulaşamadılar, hatta onlara gelen Resullerdeki sevgiyi onlar anlayamadılar. Onlara bildirildi: Allah’ı bırakıp zanna dayalı yöneldiğiniz şeyler nerede? Onlara bildirildi: Hakikatlerimizden saptınız. Onlar, kendilerinde her an var olanı anlayamadılar, onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler.
38-
قَالَ ادْخُلُواْ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِكُم مِّن الْجِنِّ وَالإِنسِ فِي النَّارِ كُلَّمَا دَخَلَتْ أُمَّةٌ لَّعَنَتْ أُخْتَهَا حَتَّى إِذَا ادَّارَكُواْ فِيهَا جَمِيعًا قَالَتْ أُخْرَاهُمْ لأُولاَهُمْ رَبَّنَا هَؤُلاء أَضَلُّونَا فَآتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِّنَ النَّارِ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلَكِن لاَّ تَعْلَمُونَ
Kâledhulû fî umemin kad halet min kablikum minel cinni vel insi fîn nâr kullemâ dehalet ummetun leanet uhtehâ hattâ izeddârekû fîhâ cemîân kâlet uhrâhum li ûlâhum rabbenâ hâulâi edallûnâ fe âtihim azâben difen minen nâr kâle li kullin difun ve lâkin lâ talemûn
Kâle edhulû | : Dedi, dahil olma, o hâle bürünme, |
Fî umemin | : Topluluklar, insanlar, |
Kad halet min kabli-kum | : Oldu, gelip geçen, sizden önceki, |
Min el cinni | : Bilinmeyen, tanımlanamayanlar, bilinmeyen, |
Ve el insi | : Tanınanlar, bilinen, |
Fî en nâri kullemâ | : Ateşin içinde, her defa, hep, |
Dehalet | : Girdi, dahil olmak, |
Ummetun leanet | : Topluluk, insanlar, rahmetten uzaklaşma, |
Uhte hâ | : Kardeş, kişiler, |
Hatta izâ eddârekû | : Hatta, olduğunda, hiç durmaksızın, ardınca, |
Fî-hâ cemîân | : Orada, nerede, hepsi, topluluklar, |
Kâlet uhrâ hum li ûlâ hum | : Dedi, dediler, sonra, onlar, için, ilk, önce, onlar, |
Rabbe-nâ hâulâi | : Rabbimiz, işte onlar, |
Edallû nâ | : Bizi saptırdı, dalalet, hakikatten uzaklaşmak, |
Fe âti-him azâben | : Artık, vermek, olmak, kalmak, onlar, azap, sıkıntı, |
Difen | : Zayıf kalmak, fazla, iki misli, |
Min en nâri | : Ateşte, yakıcılık, |
Kâle li kullin difun | : Dedi, bildirdi, herkes için, bütün, zayıf, fazla, |
Ve lâkin lâ talemûne | : Lakin, yok, siz, bilme, bilmezsiniz, bilemediniz, |
38- Bildirildi: Sizlerden önceki gelip geçen, bildiğiniz ya da bilmediğiniz topluluklardan, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşan kişiler gibi, yakıp yıkıcı hâllere dahil oldunuz. O topluluklar gibi o hâllere büründünüz. Hatta o topluluklar gibi hiç durmadan o hâllere devam ettiniz. Onlardan sonrakiler, onlardan öncekiler için derler ki: Rabbimiz! İşte onlara uyduğumuzdan dolayı biz hakikatlerin dışına saptık, böylece onlar gibi sıkıntılarda kaldık, hakikatleri anlamada zayıf kaldık, ateşte kaldık. Bildirildi: Hakikatleri anlamada herkes gibi zayıf kaldınız ve siz bilemediniz.
39-
وَقَالَتْ أُولاَهُمْ لأُخْرَاهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ فَذُوقُواْ الْعَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْسِبُونَ
Ve kâlet ûlâhum li uhrâhum fe mâ kâne lekum aleynâ min fadlin fe zûkûl azâbe bimâ kuntum teksibûn
Ve kâlet ûlâ hum | : Dedi, evvel, ilk, önce, onlar, |
Li uhrâ hum | : Sonrakiler için, onlar, |
Fe mâ kâne lekum aleynâ | : Böylece, değil, şey, sizin yoktur, bize, |
Min fadlin | : Lütuf, nimet, nitelik, nicelik, |
Fe zûkû | : Artık, öyleyse, tatmak, o hâlde olmak, hissetme, |
El azâbe | : Azap, sıkıntı, |
Bimâ kuntum teksibûne | : Şeyler, sebebiyle, elde etme, kazanmış olduğunuz, |
39- Onlardan öncekiler, onlardan sonrakiler için derler ki: Sizler de bizler gibi Hakk’ın niteliklerini anlayan olmadınız, bundan dolayı yapmış olduğunuz şeyler sebebiyle o sıkıntılı hâllerde kaldınız.
40-
إِنَّ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ أَبْوَابُ السَّمَاء وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمِينَ
İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehum ebvâbus semâi ve lâ yedhulûnel cennete hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyât ve kezâlike neczîl mucrimîn
İnne ellezîne kezzebû | : Doğrusu, o kimseler, yalanlarda kalan, |
Bi âyâti-nâ | : Ayetlerimizi, delil, işaret, |
Ve estekberû | : Büyüklendiler, kibirlendiler, |
An-hâ lâ tufettehu lehum | : Onlara, yok, açılma, fethetme, ulaşma, onlar, |
Ebvâbu | : Kapı, kısım, hakikatler, |
El semâi | : Ulvi Âlem, semâ, gökyüzü, |
Be lâ yedhulûne el cennete | : Yok, girme, dahil olma, cennet, huzur, |
Hattâ yelice | : Hatta, girme, giriş, geçer, |
El cemel | : Güzel, güzellik, deve, halat, cümleler, |
Fî sem | : İçinde, işitmek, dinlemek, |
El hiyâtı | : Etrafını çevirme, perde, iplik, |
Kezâlike neczî | : İşte böyle, karşılık, ceza, |
El mucrimîne | : Fenalarda kalan, günahkâr, |
40- Doğrusu o hâllerde kalanlar, ayetlerimize karşı yalanlarda kaldılar ve kibirlendiler. Onlar Ulvi Âlem’in hakikatlerine ulaşamadılar ve huzura dahil olamadılar. Hatta etraflarını çeviren varlığı işitme içinde olup, güzelliklere geçemediler. İşte fenalarda kalanların karşılığı budur.
41-
لَهُم مِّن جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِن فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ
Lehum min cehenneme mihâdun ve min fevkıhim gavaş ve kezâlike neczîz zâlimîn
Lehum min cehennem | : Onlar, cehennem, cehaletin derin hâlleri, |
Mihâdun ve min fevkı him | : Döşenmiş, nimetler, onların üstünde, hâllerinde, |
Gavaşın | : Boya, örtücü, göremeyen, cehaletin örtüsü, |
Ve kezâlike neczî | : İşte böyle, karşılık, ceza, |
El zâlimîne | : Zulümlerde olan, zalimler, |
41- Onlar, üzerlerinde olan nimetlerle döşenmiş hakikatleri göremeyip cehaletin sıkıntılarında kaldılar. İşte zalimlerin karşılığı budur.
42-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Vellezîne âmenû ve amilus sâlihâti lâ nukellifu nefsen illâ vusahâ ulâike ashâbul cenneh hum fîhâ hâlidûn
Ve ellezîne âmenû | : İman edenler, |
Ve amilû es sâlihâti | : Hakk yolunda dosdoğru çalışanlar, Salih amel, |
Lâ nukellifu | : Yok, biz, görev, emanet, sorumluluk, yük, |
Nefsen | : Nefs, kendisi, kişi, |
İllâ vusa hâ | : Ancak, var, onun gücü, kapasitesi, genişletmek, tanıma, |
Ulâike ashâbu el cenneti | : İşte onlar cennet ehli, halkı, huzura sahip olan, |
Hum fîhâ hâlidûne | : Onlar, orada, o hâlde, devamlı, ebedî, |
42- İman edenler ve dosdoğru Hakk yolunda çalışanlar ise, kendilerinde Bizi anlamanın sorumluluğunu ihmal etmezler. Ancak kapasiteleri nispetince hareket ederler. İşte onlar huzur ehlidir, onlar devamlı o hâl ile hareket ederler.
43-
وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve nezanâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min tahtihimul enhâr ve kâlûl hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li nehtediye levlâ en hedânallâh lekad câet rusulu rabbinâ bil hakk ve nûdû en tilkumul cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum tamelûn
Ve neza nâ | : Biz, çekip aldık, |
Mâ fî sudûr him | : Gönüllerinde olan şeyler, onlar, |
Min gıllin | : Kin, düşmanlık, uzaklık, |
Tecrî min taht him el enhâr | : Vardır, akar, makamlarında, akıp giden bir ilim, |
Kâlû el hamdu li Allah | : Dediler, tüm niteliklerin sahibi, Allah’tır, |
Ellezî hedâ-nâ li hâzâ | : Ki, o bize yol gösteren, hidayet veren, hakikatler için, |
Ve mâ kunnâ li nehtediye | : Biz olmadık, hakikatlere yol bulmak için, |
Levlâ en hedâ-na Allâh | : Eğer, olmasaydı, hidayet, yol bulmamız, Allah, |
Lekad câet | : Doğrusu, geldi, sundu, gösterdi, |
Resul | : Hakikati gösteren, resul, irsal eden, açığa çıkaran, |
Rabbi nâ | : Rabbimiz, bizi vücûdlandıran, |
Bi el hakkı | : Hak ile, dosdoğru, hakikatler, gerçek, |
Nûdû | : Nida, seslenme, bildirilme, |
En tilkum el cennet | : İşte bu, cennet, huzur, |
Ûristumû-hâ | : Miras, vâris, kalan, karşılık olan, ona, |
Bimâ kuntum tamelûne | : Şeyler, sebebiyle, yapmış olduklarınız, |
43- Bizi anladıklarından dolayı onların gönüllerinden; kin, öfke gibi şeyler çekip çıkarılmıştır. Makamlarında bir ilim üzeredirler. Derler ki: Tüm niteliklerin sahibi Allah’tır, ki O’dur hakikatler için bize yol gösteren ve Allah’ın bizdeki hidayeti olmasaydı biz yol bulan olamazdık ve doğrusu hakikatleri gösterenler, bizi vücûdlandıranın hakikatlerini sundular. Onlara: Hakk yolunda yaptığınız çalışmalar sebebiyle bulduğunuz huzur işte budur, diye bildirilir.
44-
وَنَادَى أَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابَ النَّارِ أَن قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا فَهَلْ وَجَدتُّم مَّا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا قَالُواْ نَعَمْ فَأَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ أَن لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
Ve nâdâ ashâbul cenneti ashâben nâri en kad vecednâ mâ vâadenâ rabbunâ hakka fe hel vecedtum mâ vâade rabbukum hakka kâlû neam fe ezzene muezzinun beynehum en lânetullâhi alez zâlimîn
Ve nâdâ | : Nida, seslendiler, nida ettiler, |
Ashâbu cennet | : Cennet ehli, sahip, huzur ehli, |
Ashâbe en nâri | : Ateş ehli, halkı, |
En kad veced-nâ | : Biz bulduk, |
Mâ vâade-nâ | : Vadedilen şey, biz, |
Rabb nâ hakk | : Rabbimiz, Hakk, gerçek, |
Fe hel vecedtum | : Artık, değil mi, siz buldunuz, |
Mâ vâade | : Değil, şey, ne, vaat, |
Rabbu-kum hakka | : Rabbiniz, hak, gerçek, |
Kâlû neam | : Dediler, evet, |
Fe ezzene muezzin | : O zaman, ilan, bildirdi, bildiren, ilan eden, |
Beyne hum | : Aralarında, |
En lânet Allâh | : Lanet, rahmetten uzaklaşma, Allah, |
Alâ el zâlimîne | : Zulüm yapan, zalimler, |
44- Huzur ehli, ateş ehline seslenir: Gerçeklerle ilgili Rabbimizin vadettiği şeyleri biz bulduk, gerçeklerle ilgili Rabbinizin vadettiği şeyleri siz de buldunuz mu? Derler ki: Evet. Onların aralarında yetkili olan bildirir: Zalimler Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşanlardır.
45-
الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُم بِالآخِرَةِ كَافِرُونَ
Ellezîne yasuddûne an sebîlillâhi ve yebgûnehâ ivecâ ve hum bil âhireti kâfirûn
Ellezîne yasuddûn | : O kimseler, mani olma, engel, menetme, |
An sebîli Allâhi | : Allah yolundan, hakikatlerden, |
Ve yebgûne-hâ | : Aramak, talep etmek, istek, meyil, ona, o hâllere, |
İvecen | : Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık, tahrif etmek, |
Ve hum bi el âhiret | : Onlar, sonunda, ahiret, |
Kâfirûne | : Hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler, |
45- O kimselerin hâlleri, Allah yolunda hakikatleri anlamaya engeldir ve hakikatleri çarpıtmaya meyillidirler ve onlar sonunda hakikatleri görmemezlikten gelirler.
46-
وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌ وَعَلَى الأَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلاًّ بِسِيمَاهُمْ وَنَادَوْاْ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَن سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ
Ve beynehumâ hicâb ve alel a’râfi ricâlun yarifûne kullen bi sîmâhum ve nâdev ashâbel cenneti en selâmun aleykum lem yedhulûhâ ve hum yatmeûn
V beyne-humâ | : Onların aralarında, ikisi arasında, |
Hicâbun | : Perde, duvar, anlayış farkı, |
Ve alâ el arâfi ricâlun | : Bilme, ariflik, yükseltilmiş, ileri gelen, yüksek makam, |
Yarifûne kullen | : Tanımak, arif olmak, irfaniyet, hepsini, |
Bi sîmâ-hum | : Simalarından, yüzlerinden, onlar, |
Ve nâdev | : Nida, seslenme, |
Ashâbe el cennet | : Sahip, ehli, arkadaş, huzur, huzur ehli, |
En selâmun aleykum | : Barış sizin üzerinize olsun, |
Lem yedhulû-hâ | : Değil, girme, dahil olamayan, oraya, o huzura, |
Ve hum yatmeûne | : Onlar, ümit eden, çok isteyen, bekleyen, arzu eden, |
46- Onların aralarında perde vardır. Bir ariflik içinde yüksek makamlarda olanların hepsinin yüzlerinde ise bir irfaniyet vardır. Huzur ehli olanlar, henüz o irfaniyete dahil olmayanlara; barış sizin üzerinize olsun, diye seslenir. Onlar bir arzu içindedirler.
47-
وَإِذَا صُرِفَتْ أَبْصَارُهُمْ تِلْقَاء أَصْحَابِ النَّارِ قَالُواْ رَبَّنَا لاَ تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Ve izâ surifet ebsâruhum tilkâe ashâbin nâri kâlû rabbenâ lâ tecalnâ mealkavmiz zâlimîn
Ve izâ surifet | : Çevrildikleri zaman, kayıverince, |
Ebsâr hum | : Bakış, basiret, anlayış, onlar, |
Tilkâe | : Tarafa, yönüne, kendiliğinden, |
Ashâbi en nâri | : Ehli, halkı, arkadaş, ateş, yakıp yıkıcı olan, |
Kâlû rabb nâ | : Dediler, Rabbimiz, |
Lâ tecal nâ | : Yok, kılma, eyleme, yapma, izin verme, biz, |
Mea | : Beraber, birlikte, |
El kavmi ez zâlimîne | : Zalim kavim, zalim kimseler, |
47- Onların bakışları ateş ehline kayıverince: Rabbimiz! Bizi, zalim kimselerle birlikte hareket ettirme, derler.
48-
وَنَادَى أَصْحَابُ الأَعْرَافِ رِجَالاً يَعْرِفُونَهُمْ بِسِيمَاهُمْ قَالُواْ مَا أَغْنَى عَنكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ
Ve nâdâ ashâbul arâfi ricâlen yarifunehum bi sîmâhum kâlû mâ agnâ ankum cemukum ve mâ kuntum testekbirûn
Ve nâdâ | : Nida etme, seslenme, |
Ashâbu el arâfi | : Sahip, ehli, arif, bilmek, yükseltilmiş, sırt, tepe, |
Ricâlen | : İleri gelen kişiler, adamlar, kâmil kişiler, |
Yarifune hum | : Yüksek makam, ileri gelen, ariflik, tanıma, onlar, |
Bi simâ-hum | : Özellik, sima, yüz, eser, alamet, özellik, dinlemek, onlar, |
Kâlû mâ agnâ ankum | : Derler, değil, gani, fayda, zenginlik, değer, varlık, sizler, |
Cemu kum | : Birlik, toplama, siz, |
Ve mâ kuntum testekbirûne | : Değil, şey, ne, oldunuz, büyük olan, kibirlilik, |
48- Yüksek makamların özelliklerine sahip olanlar, kişileri simalarından tanırlar. Onlara seslenirler ve derler ki: Sizler değerlerin sahibi değilsiniz, sizler birliğin sahibi değilsiniz ve siz bir kibirlilik içinde olmayın.
49-
أَهَؤُلاء الَّذِينَ أَقْسَمْتُمْ لاَ يَنَالُهُمُ اللّهُ بِرَحْمَةٍ ادْخُلُواْ الْجَنَّةَ لاَ خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلاَ أَنتُمْ تَحْزَنُونَ
E hâulâillezîne aksemtum lâ yenâluhumullâhu bi rahmeh udhulûl cennete lâ havfun aleykum ve lâ entum tahzenûn
E hâulâi ellezîne aksemtum | : Bunlar mı? o kimseler, kasem, yemin, söz, siz, |
Lâ yenâlu-hum Allâh | : Yok, ulaşmak, başarmak, anlamak, onlar, Allah, |
Bi rahmet | : Rahmet, |
Udhulû el cennet | : Dahil olma, girme, cennet, huzur, |
Lâ havfun aleykum | : Yok, korku, çekinme, size, |
Ve lâ entum tahzenûne | : Siz mahzun olmayacaksınız, |
49- Allah’ı anlamıyorken anlamak isteyip, sizin gibi hakikatler için söz verip sözlerine uyan o kimselere: Bir rahmet ile huzura dahil olun, size korku yoktur ve size mahzun olmak yoktur, denir.
50-
وَنَادَى أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُواْ عَلَيْنَا مِنَ الْمَاء أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ
Ve nâdâ ashâbun nâri ashâbel cenneti en efîdû aleynâ minel mâi ev mimmâ rezekakumullâh kâlû innallâhe harremehumâ alel kâfirîn
Ve nâdâ | : Nida, seslenme, |
Ashâbu en nâr | : Yakıp yıkıcı hâlde olan, ateş halkı, ateşte olan, |
Ashâbe el cenneti | : Huzur ehli, |
En efîdû aleynâ | : Aktarın, verin, sunun, bize, |
Min el mâi | : Su, bir ilim, ilimden, |
Ev minmâ | : Ya da, o şeylerden, |
Razak nâ kum Allah | : Rızık, fayda, biz, siz, Allah, |
Kâlû inne Allâh | : Dediler, doğrusu, Allah, |
Haram | : Kutsal, sığınak, yasak, değerli, |
Humâ alâ el kâfirîne | : Üzerinde, hakkında, hakikati görmemezlikten gelen, |
50- Ateş ehli olanlar, huzur ehli olanlara seslenirler: Sizin irfaniyet bulduğunuz ilimden ya da Allah hakkında fayda bulduğunuz şeylerden bize de aktarın, derler. Huzur ehli olanlar derler ki: Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, doğrusu kendi üzerlerinde olan Allah’ın kutsal hakikatlerini anlayamazlar.
51-
لَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فَالْيَوْمَ نَنسَاهُمْ كَمَا نَسُواْ لِقَاء يَوْمِهِمْ هَذَا وَمَا كَانُواْ بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
Ellezînettehazû dînehum lehven ve leiben ve garrethumul hayâtud dunyâ, felyevme nensâhum kemâ nesû likâe yevmihim hâzâ ve mâ kânû bi âyâtinâ yechadûn
Ellezîne ettehazû | : O kimseler, edindiler, çekilmek, sarılma, |
Dîn hum | : Din, inançları, yasa, onlar, |
Lehven | : Nefsani beklenti, çıkar, eğlence, oyun, günahlı, |
Ve leiben | : Oyun, önemsememe, oyalanma, |
Garat hum | : Aldanma, onlar, |
El hayât el dunyâ | : Dünya hayatı, yaşamlarında, |
Fe el yevme | : Böylece, o gün, o vakit, ölüm vakti, |
Nensâ hum | : Biz, unutma, araştırmamak, onlar, |
Kemâ nesû | : Gibi, nasıl, unutma, |
Likâe | : Tevhîd, birlik, ulaşma, kavuşma, anlama, |
Yevmi-him hâzâ | : Gün, vakit, onlar, bu, o, |
Ve mâ kânâ bi âyâti nâ | : Olmadı, ayetlerimiz, işaret, delil, |
Yechadûne | : Reddetmek, engellemek, inkâr etmek, |
51- Onların din diye edindikleri; nefsani beklenti, hakikatleri önemsememe, oyalanmadan ibarettir. Onlar dünya hayatına aldandılar. Böylece onlar vakitlerini Bizi unutarak geçirdiler. Bizi anlamayı unuttukları gibi, onlara gelecek olan o ölüm vaktini de unuttular ve ayetlerimizi anlayanlardan olmadılar, inkâr ettiler.
52-
وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Ve lekad ci’nâhum bi kitâbin fassalnâhu alâ ilmin huden ve rahmeten li kavmin yuminûn
Ve lekad cinâ hum | : Ant olsun, doğrusu, sunduk, getirdik, verdik, onlar, |
Bi kitâb | : Bir kitap, varlık kitabı, yazılı olan, |
Fassal nâ hu | : Ayrı ayrı açıkladık, gösterdik, ayrıntılı, o, o kitap, |
Alâ ilmin | : Bir ilim üzere, ilim içinde, |
Huden ve rahmeten | : Yol gösteren ve rahmet olarak, |
Li kavmin yuminûne | : Kavim için, kimseler, insanlar, inanma, iman etme, |
52- Doğrusu onlara, tüm varlığı bir kitap olarak sunduk. İnanan kimselerden olmaları için, yol gösterici ve rahmet olan, içinde ilim barındıran hakikatleri, onda ayrıntılı bir şekilde açıkladık.
53-
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ تَأْوِيلَهُ يَوْمَ يَأْتِي تَأْوِيلُهُ يَقُولُ الَّذِينَ نَسُوهُ مِن قَبْلُ قَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ فَهَل لَّنَا مِن شُفَعَاء فَيَشْفَعُواْ لَنَا أَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ قَدْ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
Hel yanzurûne illâ tevîleh yevme yetî tevîluhu yekûlullezîne nesûhu min kablu kad câet rusulu rabbinâ bil hakk fe hel lenâ min şufeâe fe yeşfeû lenâ ev nureddu fe namele gayrellezî kunnâ namel kad hasirû enfusehum ve dalle anhum mâ kânû yefterûn
Hel yanzurûne | : Mı, yapmazlar mı? bakıp görme, araştırmak, |
İllâ tevîl hu | : Ancak, yorum, açıklama, o, |
Yevme yetî | : Gün, vakit, her an, gelme, |
Tevîl hu | : Yorum, açıklama, hakikatin gösterilmesi, |
Yekûlu ellezîne | : Derler, söylerler, o kimseler, |
Nesû hu | : Unutma, unutulmuş, o, Hu, hak, |
Min kablû kad câet resul | : Önceden, daha önce, geldi, Resul, hakikati gösteren, |
Rabbi-nâ bi el hakk | : Rabbimiz, hak ile, gerçek, |
Fe hel lenâ min şufeâe | : Var mı, değil mi? bize, himaye, şefaat, birliğe ulaşma, |
Fe yeşfeû lenâ | : Şefaat, tek, birliğe götüren, himaye, bize, |
Ev nureddu | : Ya da, reddetme, geri döndürülelim, |
Fe namele gayr ellezî | : O zaman, yapalım, amel, başka, değil, o kimseler, |
Kunnâ namel | : Biz yapmış olduk, uğraştık, |
Kad hasirû enfus hum | : Oldu, hüsran, kaybedenler, başarısız, nefsleri, kendileri, |
Ve dalla an-hum | : Sapma, uzaklaşma, hakikatlerden sapma, onlardan, |
Mâ kânû yefterûne | : Değil, şey, ne, oldu, uydurulmuş, iftira, |
53- Her an onlara açıklanmış olarak gelen, tüm varlık kitabındaki o açıklamalara bakıp da görmezler mi? Hakk’ı unutan kimseler derler ki: Daha önce de Rabbimizin hakikatlerini söyleyen Resuller gelmişti. Bundan sonra da bizim birliği anlamamızı sağlayacak olan, birliğe yol gösterecek olan, ya da bizi reddetmeden kurtaracak olan olacak mı? Nefslerini tanımada hüsrana uğrayanlar gibi yaptık, biz de başka şeylerle uğraştık. İşte uydurmalardan başka şeylerde olmayanlar hakikatlerden uzaklaşırlar.
54-
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşı yugşîl leylen nehâre yatlubuhu hasîsen veş şemse vel kamere ven nucûme musahharâtin bi emrih e lâ lehul halku vel emr tebârekallâhu rabbulâlemîn
İnne rabb kum | : Muhakkak, Rabb, vücûdlandıran, siz, |
Allah ellezî halaka | : Allah, ki o, var eden, halk eden, yaratılan, |
El semâvât ve el ard | : Gökleri ve yeri, |
Fî sitteti | : Sedat, doğruluk içinde, noksansız, intizam, hatasız, |
Eyyâmin | : Hayırlı, güzel, temiz, günler, |
Summe istevâ | : Sonra istiva etti, kapladı, sardı, kuşattı, |
Alâ el arş | : Arş, bütün her yer, bütün kâinat, |
Yugşî | : Takip eden, örtülme, kaplama, |
El leyl en nehâr | : Gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık, |
Yatlubu-hu hasîs | : Onu talep eder, takip eder, devamlı, |
Ve el şemse ve el kamer | : Güneş ve Ay, |
Ve en nucûme | : Yıldızlar, |
Musahharâtin | : Hazırlanmış, olup giden, hareket eden, |
Bi emr hi | : İşleyiş, hüküm, o, |
E lâ lehu el halku | : Değil mi, ona, halk etmek, var etmek, yaratmak, |
Ve el emru | : İş, işleyişin sahibi, hüküm, |
Tebâreke | : Bereket, var edip duran, Zatıyla yüce olan, tüm sıfatlar, |
Allah rabbu el âlemîne | : Allah, âlemlerin Rabbi, tüm varlığı vücûdlandıran, |
54- Muhakkak ki sizi vücûdlandıran Allah’tır. O halk edendir. Gökleri ve yeri bir intizam, bir güzellik içinde var edendir, bütün her yeri sarandır. Birbirini takip eden gece ve gündüz, Güneş ve Ay ve yıldızlar O’nun işleyişle hareket eder gider. Halk etmek O’na ait değil midir? Allah; bütün varlığı vücûdlandıran, bütün varlıktaki işleyişin sahibi, bütün varlığı Zatıyla tutandır.
55-
ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
Udû rabbekum tedarruan ve hufyeh innehu lâ yuhıbbul mu’tedîn
Udû | : Yönelme, dua, istek, aramak, |
Rabbe kum | : Rabbiniz, sizi vücûdlandıran, |
Tedarruan | : Tevazu, alçak gönüllülük, gizlice, |
Ve hufyeten | : Gizli, içten, samimi, gizli, |
İnne-hu lâ yuhıb | : Muhakkak, o, yok, sevgi, muhabbet, |
El mutedîne | : Haddi aşma, saldırgan, bencil arzularda olan, |
55- Sizi vücûdlandırana tevazu içinde ve içtenlikle yönelin. Muhakkak ki o haddi aşanlarda sevgi yoktur.
56-
وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ
Ve lâ tufsidû fîl ardı ba’de ıslâhıhâ ved’ûhu havfen ve tamaâ inne rahmetallâhi karîbun minel muhsinîn
Ve lâ tufsidû fî el ard | : Yok, fesat, bozgunculuk çıkarmayın, yeryüzü, |
Ba’de ıslâh hâ | : Sonra, iyileştirme, ıslah etme, düzeltme, onu, |
Ve udû hu | : Yönelme, dua, istek, aramak, ona, |
Havf | : Saygı, korku, |
Ve tamaâ | : Ümit, arzu, |
İnne rahmete Allâh | : Muhakkak, rahmet, Allah’ın, |
Karîbun | : Yakınlık, |
Min el muhsinîne | : İyiliklerde olan, güzellikler, Muhsinler, |
56- Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Oradaki hakikatler ile ıslah olun ve O’na bir saygı içinde ve arzuyla yönelin. Muhakkak iyiliklerde, güzelliklerde olanlar Allah’ın rahmetine daha yakındırlar.
57-
وَهُوَ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ حَتَّى إِذَا أَقَلَّتْ سَحَابًا ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَّيِّتٍ فَأَنزَلْنَا بِهِ الْمَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ كَذَلِكَ نُخْرِجُ الْموْتَى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Ve huvellezî yursilur riyâha buşren beyne yedey rahmetih hattâ izâ ekallet sehâben sikâle suknâhu li beledin meyyitin fe enzelnâ bihil mâe fe ahrecnâ bihîmin kulli el semerât kezâlikenuhricul mevtâ leallekum tezekkerûn
Ve huve ellezî yursilu | : O, ki o, gönderir, veren, |
Er riyâha buşran | : Rüzgâr, istek, latif duygular, müjde, sevindirici bilgi, |
Beyne yedey rahmet hi | : Önünde, güç olarak, rahmet, yağmur, fayda, onun, |
Hattâ izâ ekallet | : Hatta, olduğunda, yol alan, |
Sehâben sikâlen | : Bulutlar, karanlık, ağır, yüklü, yağmur bulutları, |
Suknâ-hu | : Onu sevk ettik, gönderen, |
Li beled meyyit | : Belde, ölü beldelere, ölü gönüllere, |
Fe enzel-nâ bihi el mâe | : Böylece indirdik, sunduk, ona, su, ilim, rahmet, |
Fe ahrac-nâ bihî | : Böylece, çıkarttık, dışarı, onunla, |
Min kulli el semerâti | : Bütün, her türlü, her şey, ürünlerden, |
Kezâlike nuhricu | : İşte bu, çıkmak, ortaya çıkmak, |
El mevtâ | : Nutfe, tohum, ölüm, |
Lealle-kum tezekkerûne | : Umulur ki, siz, hakikatlere ulaşma, hakikatlerle seyir, |
57- Ki O’dur; yağmurdan önce müjdeci olarak rüzgârı gönderen, yağmur yüklü bulutlara yol aldıran, onu ölü beldelere sevk eden, sonra da ondan su çıkaran. Böylece oradan her türlü ürünler çıkartılır. İşte böylece tohumlar çıkar. Umulur ki siz varlığın varoluş hakikatlerine ulaşır, o hakikatlerle bu âleme bakarsınız.
58-
وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَالَّذِي خَبُثَ لاَ يَخْرُجُ إِلاَّ نَكِدًا كَذَلِكَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ
Vel beledut tayyibu yahrucu nebâtuhu bi izni rabbih vellezî habuse lâ yahrucu illâ nekidâ kezâlike nusarriful âyâti li kavmin yeşkurûn
Ve el beledu el tayyibu | : Şehir, belde, vücûd, o yer, temiz, |
Yahrucu nebât hu | : Çıkar, çıkarır, bitki, nebat, üretim, irfaniyet, o, |
Bi izni rabbi-hi | : Yetkili olan, izin, Rabbinin, |
Ve ellezî habis | : Ki o, habis, kötü olan, zararlı olan, |
Lâ yahrucu | : Yok, çıkma, çıkmaz, ihraç, ortaya çıkmaz, |
İllâ nekiden | : Başka, sadece, faydasız, rahatsızlık, |
Kezâlike nusarrifu | : İşte böyle, kısım kısım açıklama, ayrıntılı, |
El âyâti | : Ayetler, delil, işaret, |
Li kavmin yeşrukûne | : Kimse, şükür, nimetlerin sahibini bilip teslim etme, |
58- Her şeyde yetkili olan Rabbini anlayanların, o temizlenmiş vücûdlarından bir irfaniyet ortaya çıkar. Kötülüklerde olan o kimselerden ise, faydasızlıktan başka bir şey ortaya çıkmaz. İşte böylece nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerden olmanız için, hakikatleri delillerle ayrıntılı bir şekilde açıklarız.
59-
لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî fe kâle yâ kavmibudûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh innî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm
Lekad ersel nâ Nuh | : Doğrusu, ant olsun, gönderdik, açığa çıkmak, biz, Nuh, |
İlâ kavmi-hî | : Kavmine, |
Fe kâle yâ kavmi | : Böylece dedi, ey kavmim, |
Abudû Allâh | : Allah’a kul olun, |
Mâ lekum min ilâh gayr hu | : Sizin için yoktur, bir ilah, O’ndan başka, |
İnnî ehâfu aleykum | : Ben, çekiniyorum, korkuyorum, sizin üzerinize, |
Azâbe yevmin azîm | : Sıkıntı, gün vakit, büyük gün, ölünceye kadar, |
59- Doğrusu Nuh, kavmine Bizi anlatmak için açığa çıktı. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ben ölüm vakti sizlere gelinceye kadar sıkıntılarda kalmanızdan korkuyorum.
60-
قَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
Kâlel meleu min kavmihî innâ le nerâke fî dalâlin mubîn
Kâle le meleu | : Dedi, ileri gelen, din adamları, |
Min kavm hî | : Onun kavmimin, |
İnnâ le nerâ ke | : Biz, elbette, görüyoruz, seni, |
Fî dalâlin mubîn | : Dalalet içinde, ayrıklık, gerçeklerden sapmış, apaçık, |
60- Onun kavminin ileri gelenleri: Biz seni apaçık bir dalalet içinde görüyoruz, dediler.
61-
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلاَلَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Kâle yâ kavmi leyse bî dalâletun ve lâkinnî resûlun min rabbil âlemîn
Kâle yâ kavmi | : Dedi, ey kavmim, |
Leyse bî dalaletun | : Ben değilim, dalalet, sapıklıkta, ayrılmış, |
Ve lâkin-nî resûl | : Fakat ben, resul, hakikatleri gösteren, irsal, anlatan, |
Min rabbi el âlemîne | : Âlemlerin Rabbi, tüm varlığı vücûdlandıran, |
61- Dedi ki: Ey kavmim! Ben bir dalalet içinde değilim ve lâkin ben, tüm varlığı vücûdlandıranı anlatmaya çalışıyorum.
62-
أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَأَنصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Ubelligukum risâlâti rabbî ve ensahu lekum ve alemu minallahi mâ lâ talemûn
Ubelligu-kum | : Size tebliğ ediyorum, |
Risâlet rabbî | : Risalet, hakikatlerin bildirilmesi, görevli, Rab, |
Ve ensahu | : Ve nasihat ediyorum, öğüt veriyorum, |
Lekum alemu min Allah | : Size, bilme, Allah, |
Mâ lâ talemûne | : Sizin bilmediğiniz şeyleri, |
62- Sizin Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri bilmeniz için öğüt veriyorum ve her varlığın, Rabbimin risaleti olduğunu sizlere tebliğ ediyorum.
63-
أَوَعَجِبْتُمْ أَن جَاءكُمْ ذِكْرٌ مِّن رَّبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِّنكُمْ لِيُنذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُواْ وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
E ve acibtum en câekum zikrun min rabbikum alâ raculin minkum li yunzirekum ve li tettekû ve leallekum turhamûn
E ve acibtum | : Şaşırdınız mı? acayip, |
En câe kum | : Sundu, geldi, size, |
Zikrun | : Zikir, anma, anlatma, |
Min rabbi-kum | : Rabbiniz, sizi vücûdlandıran, |
Alâ raculin min kum | : Bir adama, kişi, içinizden, |
Li yunzire-kum | : Sizi uyarması için, hakikatleri açıklayıp uyarması, |
Ve li tettekû | : Takva, fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmama, |
Ve lealle-kum turhamûne | : Umulur ki, siz, merhamet sahibi olursunuz, |
63- Sizi vücûdlandıranı anlattığı, size hakikatleri açıklayıp uyardığı ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın dediği için ve rahmet bulmanız ve umulur ki siz merhamet sahibi olursunuz dediği için, içinizden bir kimsenin size gelmesine şaşırdınız mı?
64-
فَكَذَّبُوهُ فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُواْ قَوْماً عَمِينَ
Fe kezzebûhu fe enceynâhu vellezîne meahu fil fulki ve agraknellezîne kezzebû bi âyâtinâ innehum kânû kavmen amîn
Fe kezzebû-hu | : Böylece, fakat, onu yalanladılar, |
Fe encey nâ-hu | : Böylece, fakat, necat bulma, kurtuluş, biz, o, |
Ve ellezîne mea hu | : O kimseler, beraber, birlikte, o, |
Fî el fulki | : Sonsuzluk, yol olma, astronomi, gemide, |
Ve agrak-nâ | : Boğulma, cehaletinde boğulma, kaybolma, biz, |
Ellezîne kezzebû | : O kimseleri, yalanlarda kalan, |
Bi âyet nâ | : Ayetlerimiz, delil, işaret, |
İnne-hum kânû | : Muhakkak, doğrusu, onlar, oldu, |
Kavm amîn | : Kimse, topluluk, âmâ, hakikati göremeyen, |
64- Böylece onu yalanladılar. Fakat o Bizde necat buldu ve onunla birlikte olan kimseler hakikatlere yol aldılar. Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimseler ise kendi cehaletlerinde boğuldular. Doğrusu onlar hakikatleri göremeyen kimselerden oldular.
65-
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُوداً قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلاَ تَتَّقُونَ
Ve ilâ âdin ehâhum hûdâ kâle yâ kavmibudûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh e fe lâ tettekûn
Ve ilâ âdin | : Âd kavmine, |
Ehâ hum Hûd | : Onların kardeşleri, Hud, |
Kâle yâ kavmi | : Dedi, ey kavmim, |
Abudû Allah | : Kulluk, Allah, |
Mâ lekum min ilâh | : Sizin için yoktur, bir ilah, |
Gayr hu | : O’ndan başka, |
E fe lâ tettekûne | : Hâlâ, takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama, |
65- Âd kavmine de kardeşleri Hud geldi. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Hâlâ fenalardan sakınmaz mısınız?
66-
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي سَفَاهَةٍ وِإِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِبِينَ
Kâlelmeleullezîne keferû min kavmihî innâ le nerâke fî sefâhetin ve innâ le nezunnuke minel kâzibîn
Kâle el meleu | : Dedi, ileri gelen, din adamları, o kimseler, |
Ellezîne keferû | : O kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler, |
Min kavmi-hî | : Onun kavminden, |
İnnâ le nerâ ke | : Biz, elbette, görme, bakmak, sen, |
Fî sefâhet | : Terbiyesiz, aşırılık, utanmazlık, |
Ve innâ le nezunnu-ke | : Biz, kesinlikle, zannediyoruz, sen, |
Min el kâzibîne | : Yalancılardan, yalanlarda kalan, |
66- Onun kavminden, hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerden ileri gelenleri dediler ki: Biz seni gerçekten bir utanmazlık içinde görüyoruz ve biz senin elbette yalancılardan olduğunu zannediyoruz.
67-
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Kâle yâ kavmi leyse bî sefâhetun ve lâkinnî resûlun min rabbil âlemîn
Kâle yâ kavmi | : Dedi, ey kavmim, |
Leyse bî sefâhatun | : Ben değilim, utanmaz, terbiyesiz, akılsızlık, |
Ve lâkin-nî resûl | : Lakin ben, resul, hakikati gösteren, anlatan, |
Min rabbi el âlemîne | : Tüm varlığı vücûdlandıran, Âlemlerin Rabbi, |
67- Dedi ki: Ey kavmim! Ben bir utanmazlık içinde değilim ve lakin ben, tüm varlığı vücûdlandıranı anlatmaya çalışıyorum.
68-
أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي وَأَنَاْ لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ
Ubelligukum risâlâti rabbî ve ene lekum nâsıhun emîn
Ubelligu-kum | : Size tebliğ ediyorum, siz, |
Risâlet rabbî | : Vazife, görevli, hakikatleri açığa çıkarma, Rab, |
Ve ene lekum nâsıh | : Ben, size, nasihat, öğüt, |
Emîn | : Güvenilir, eminlik, delilleriyle, |
68- Her varlığın, Rabbimin risaleti olduğunu sizlere tebliğ ediyorum ve ben sizlere hakikatlerden emin olarak öğüt veriyorum.
69-
أَوَعَجِبْتُمْ أَن جَاءكُمْ ذِكْرٌ مِّن رَّبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِّنكُمْ لِيُنذِرَكُمْ وَاذكُرُواْ إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاء مِن بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَسْطَةً فَاذْكُرُواْ آلاء اللّهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
E ve acibtum en câekum zikrun min rabbikum alâ raculin minkum li yunzirekum vezkurû iz cealekum hulefâe min badi kavmi nûhın ve zâdekum fil halkı bastaten fezkurû âlâallahi leallekum tuflihûn
E ve acibtum | : Şaşırdınız mı? acayip, |
En câe kum | : Sundu, geldi, size, |
Zikrun | : Zikir, anma, anlatma, |
Min rabbi-kum | : Rabbiniz, sizi vücûdlandıran, |
Alâ raculin min kum | : Bir adam, kişi, içinizden, sizden, |
Li yunzire-kum | : İçin, hakikatleri açıklayıp uyarmak, siz, |
Ve uzkurû iz ceale kum | : Hatırlayın, yaptığında, kılmak, eylemek, siz, |
Hulefâe min badi kavm Nûh | : Ardından gelen, halifeler, sonra, Nuh kavmi, |
Ve zâdekum fi el halk | : Arttırdı, güçlü kıldı, halkiyet, yaratılış, |
Bastate | : Gelişim, genişlik, güç, kuvvet, |
Fe uzkurû âlâe Allah | : Artık hatırlayın, nimet, tecelliler, Allah, |
Lealle-kum tuflihûne | : Umulur ki, siz, felah, kurtulmak, özü anlamak, |
69- Sizi vücûdlandıranı anlattığı için, size hakikatleri açıklayıp uyardığı için, içinizden bir kimsenin size gelmesine şaşırdınız mı? Hatırlayın ki Nuh kavminin ardından sizler var edildiniz ve gelişen, çoğalan bir yaratılış içinde siz var edildiniz. Bundan böyle Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Umulur ki siz özünüzü anlarsınız.
70-
قَالُواْ أَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Kâlû e citenâ li nabudallâhe vahdehu ve nezere mâ kâne yabudu âbâunâ fetinâ bi mâ teidunâ in kunte mines sâdıkîn
Kâlû e cite nâ | : Dediler, geldin, bize, |
Li nabud Allah | : İçin, kul olmamız, Allah, |
Vahde hu | : Teklik, bir, o, |
Ve nezere | : Bırakalım, terk edelim, |
Mâ kâne yabudu | : Değil, ne, şey, oldu, kulluk, |
Âbâu nâ | : Atalarımız, |
Feti nâ | : Haydi, bize getir, ispat et, sun, |
Bimâ teidu nâ | : Şeyler, söylediğin, vaat, biz, |
İn kunte min es sâdıkîne | : Eğer, sen sadıklardan, doğru sözlülerden oldun, |
70- Dediler ki: Sen bize, tek Allah’a kul olmamız ve atalarımızın kulluk ettiği şeyleri bırakmamızı mı söylemeye geldin? Eğer sen doğruyu söylüyorsan, öyleyse bize söylediğin şeyleri getir, ispat et.
71-
قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌ أَتُجَادِلُونَنِي فِي أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَآؤكُم مَّا نَزَّلَ اللّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ
Kâle kad vakaa aleykum min rabbikum ricsun ve gadabun e tucâdilûnenî fî esmâin semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ nezzelallâhu bihâ min sultânin fentezırû innî meakum minel muntezırîn
Kâle kad vakaa | : Dedi, oldu, vuku bulan, ortaya çıkan, açığa çıkan, |
Aleykum min rabbi kum | : Üzerinizde, Rabbinizden, vücûdlandıran, |
Ricsun | : Pislik, kirlilik, cehalet kirliliği, |
Ve gadabun | : Öfke, hiddet, kızgınlık, |
E tucâdilûne-nî | : Benimle mücadele mi ediyorsunuz? |
Fî esmâin | : İsimler için, hakkında, |
Semmeytum hâ | : İsimlendirdiğiniz, onu, |
Entum ve âbâu-kum | : Siz ve atalarınızın, |
Mâ nezzele Allâhu | : Sunmadığı, bildirmek, indirmek, Allah, |
Bi-hâ min sultân | : Ona, bir delil, güçlü olan, hükümdar, |
Fe ıntezırû | : Artık bekleyin, |
İnnî mea-kum | : Ben, birlikte, beraber, siz, |
Min el muntezırîne | : Bekleyenlerden, |
71- Dedi ki: Sizi vücûdlandıranın tecellileri sizin üzerinizde açığa çıkmıştır. Siz, cehalet kirliliği ve hiddet hâlleriyle, siz ve atalarınızın değişik isimlerle isimlendirdiğiniz, Allah’ın hiçbir delil sunmadığı şeyler hakkında, bana karşı mücadele mi ediyorsunuz? Bundan sonra gözlemleyin bekleyin, ben de sizinle birlikte gözlüyorum bekliyorum.
72-
فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَمَا كَانُواْ مُؤْمِنِينَ
Fe enceynâhu vellezîne meahu bi rahmetin minnâ ve kata’nâ dâbirellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve mâ kânû muminîn
Fe encey nâ hu | : Böylece, necat bulma, kurtuluş, biz, o, |
Ve ellezîne mea hu | : O kimseler, beraber, birlikte, o, |
Bi rahmetin minnâ | : Bir rahmet, bizden, |
Ve kata nâ dâbira | : Kesmek, bitirmek, bıraktılar, terk, biz, arka, kök, asliyet, |
Ellezî kezzebû bi âyâtinâ | : O kimseler yalanlarda kalan, ayetlerimiz, delil, işaret, |
Ve mâ kânû muminîne | : Olmadı, olmaz, mümin, |
72- Böylece o Bizde necat buldu ve onunla birlikte olan kimseler de rahmetimize ulaştılar.
Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimseler ise, geldikleri asliyetleri olan Bizi anlamayı terk ettiler ve onlar müminlerden olamadılar.
73-
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Ve ilâ semûde ehâhum sâlihan kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu kad câetkum beyyinetun min rabbikum hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûha tekul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe yehuzekum azâbun elîm
Ve ilâ semûd | : Semûd’a, |
Ehâ hum Sâlih | : Onların kardeşi, Salih |
Kâle yâ kavmi | : Böylece dedi, ey kavmim, |
Abudû Allah | : Kulluk, Allah, |
Mâ lekum min ilâh gayr hu | : Sizin için yoktur, bir ilah, O’ndan başka, |
Kad câet-kum | : Oldu, size geldi, |
Beyyinetun min rabbi kum | : Apaçık delillerle, Rabbinizin, vücûdlandıran, |
Hâzihî nâkatu Allâh | : Bu, deve, temiz olma, tepe, nükte, Allah, |
Lekum âyeten | : Sizin için, bir ayet, delil, işaret, |
Fe zerû-ha | : Artık onu bırakın, salıverin, |
Tekul | : Beslenmek, faydalanmak, yararlanmak, |
Fî ardı Allâh | : Arzında, toprağında, yeryüzünde, Allah, |
Ve lâ temessû-hâ | : Yok, temas, dokunma, |
Bi sûin | : Kötülük, fenalık, |
Fe yehuze kum | : O zaman, artık, almak, edinmek, sarmak, siz, |
Azâb elîm | : Acı sıkıntı, azap, elim acı, |
73- Semûd kavmine de onların kardeşi olan Sâlih dedi ki: Ey kavmim! Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Sizi vücûdlandıranın apaçık delilleri size geldi. İşte bu Allah’ın var ettiği bir devedir, sizin için bunda deliller vardır. Artık onun beslenmesi için Allah’ın arzına salıverin ve ona kötülükle temas etmeyin, sonra sizleri acı sıkıntılar sarıverir.
74-
وَاذْكُرُواْ إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاء مِن بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّأَكُمْ فِي الأَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِن سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًا فَاذْكُرُواْ آلاء اللّهِ وَلاَ تَعْثَوْا فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Vezkurû iz cealekum hulefâe min ba’di âdin ve bevveekum fîl ardı tettehızûne min suhûlihâ kusûren ve tenhitûnel cibâle buyûten fezkurû âlâ allâhi ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn
Ve uzkurû iz ceale kum | : Hatırlayın, yapmıştı, kıldı, eyledi, siz |
Hulefea min badi âdin | : Ardından, sonra, Ad kavmi, |
Ve bevvee-kum fi el ard | : Sizi yerleştirdi, yeryüzünde, |
Tettehızûne | : Edindiniz, yararlandınız, |
Min suhûli-hâ kasr | : Ovalarından, köşk saray, yücelik, rahat, ferah, |
Ve tenhitûne | : Keski, oyma, oyuyorsunuz, |
El cibâl buyûten | : Dağlar, büyüklük, ev, beden, |
Fe uzkur âlâe Allâh | : Zikir, anma, hatırlama, Allah’ın nimetleri, |
Ve lâ tasev fi el ard | : Yok, karışıklık bozgunculuk, yeryüzünde, |
Mufsidîne | : Fesat, ikilik, |
74- Hatırlayın ki Âd kavminin ardından sizleri var etti ve yeryüzünde sizleri yerleştirdi, ormanlarından köşkler ve dağları yontarak evler edindiniz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde ikilik çıkarmayın, bozgunculuk yapmayın
75-
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُواْ لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُّرْسَلٌ مِّن رَّبِّهِ قَالُواْ إِنَّا بِمَا أُرْسِلَ بِهِ مُؤْمِنُونَ
Kâlel meleullezînestekberû min kavmihî lillezînestud’ıfû li men âmene minhum e talemûne enne sâlihan murselun min rabbihi kâlû innâ bimâ ursile bihî muminûn
Kâle el meleu | : Dedi, ileri gelen, din adamları, |
Ellezîne istekberû | : O kimseler, kibirlenen, büyüklenen, |
Min kavmi hî | : Onun kavminin, |
Li ellezîne ıstudıfû | : Hakir görülen, mazlum, zayıf, güçsüz sayılan kimselere, |
Li men âmene | : Kimselere, inanan, iman eden, |
Min-hum e talemûn | : Onlardan, biliyor musunuz? |
Enne sâlih murselîn | : Gerçekten, Salih, görevli, gönderilmiş, |
Min rabbi-hi | : Rabbinden, Rabbi tarafından, |
Kâlû innâ bimâ ursile | : Dediler, biz, şeyler, gönderilen, |
Bihî muminûne | : Onunla, inanan kimseler, müminler, |
75- Onun kavminin kibirli olan kimselerden ileri gelenleri, ona inanan zayıf mazlum kimselere dediler ki: Siz, Salih’in Rabbi tarafından gönderildiğini gerçekten biliyor musunuz? Onlar da dediler ki: Biz onun hakikatleri anlattığına inanıyoruz.
76-
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ إِنَّا بِالَّذِيَ آمَنتُمْ بِهِ كَافِرُونَ
Kâlellezînestekberû innâ billezî âmentum bihî kâfirûn
Kâle ellezîne istekberû | : Dedi, o kimseler, kibirli, büyüklenen, |
İnnâ bi ellezī âmen tum | : Biz, o kimse, onu, inanma, siz, |
Bihī kâfirûne | : Onu, hakikatleri görmeyip örtenler, kabul etmeyen, |
76- Kibirlilik içinde bulunan o kimseler dediler ki: Biz, sizin inandığınız o kimsenin sunduğu hakikatleri görmüyoruz, kabul etmiyoruz.
77-
فَعَقَرُواْ النَّاقَةَ وَعَتَوْاْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُواْ يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
Fe akarûn nâkate ve atev an emri rabbihim ve kâlû yâ sâlihu’tinâ bimâ teidunâ in kunte minel murselîn
Fe akarû | : Sonra, kestiler, kaybetme, yaralama, tutulma, |
En nâkat | : Dişi deve, temiz olma, tepe, nükte, |
Ve atev an emr rabbi him | : Haddi aşma, işleyiş, hüküm, Rabbi, onlar, |
Ve kâlû yâ Sâlih | : Dediler, ey Salih, |
Ati nâ bimâ teıdu nâ | : Getir, sun, bize, şeyler, vaat, söylediğin, sözler, biz, |
İn kunte min el murselîne | : Eğer, oldun, gönderilen, görevli olan, hakikati gösteren, |
77- Sonra da deveyi kestiler. Onlar Rabbinin işleyişi hakkında haddi aştılar ve dediler ki: Ey Salih! Eğer hakikatleri gösteren olduğunu söylüyorsan, bize söylediğin şeyleri göster.
78-
فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُواْ فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ
Fe ehazethumur recfetu fe asbahû fî dârihim câsimîn
Fe ehazet hum | : Böylece, sardı, o hâlde kaldı, yakaladı, sarılmak, |
El recfetu | : Titremek, sarsıntı, sarsılmak, |
Fe asbahû | : Bunun üzerine, böylece oldular, |
Fî dâri-him câsimîne | : Bulundukları yerde, yurtlarında, kaybeden, çöken, |
78- Ve onlar cehaletlerine sarıldılar, hakikatlerle sarsılmadılar. Böylece onlar bulundukları yerde kaybedenlerden oldular.
79-
فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلَكِن لاَّ تُحِبُّونَ النَّاصِحِينَ
Fe tevellâ anhum ve kâle yâ kavmi lekad eblagtukum risâlete rabbî ve nesahtu lekum ve lâkin lâ tuhıbbûnen nâsıhîn
Fe tevellâ anhum | : Böylece, döndü, ayrıldı, yüz çevirdi, onlardan, |
Ve kâle ya kavmi | : Dedi, ey kavmim, |
Lekad eblagtu-kum | : Ant olsun, gerçek şu ki, size tebliğ ettim, ulaştırdım, |
Risâlete rabbî | : Risaleler, hakikatlerin bilgisini, Rabbimin, |
Ve nesahtu lekum | : Ve nasihat ettim, öğüt verdim, |
Ve lâkin lâ tuhıbbûne | : Ve lakin, yok, sevgi, |
En nâsıhîne | : Nasihat edenler, öğüt veren, |
79- Böylece Salih onların o hâllerinden yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim! Şu bir gerçek ki, size Rabbimin hakikatlerinin bilgisini tebliğ ettim ve sizlere nasihat ettim ve lakin nasihat edenlere karşı sizin içinizde sevgi yok.
80-
وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُم بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِّن الْعَالَمِينَ
Ve lûtan iz kâle li kavmihî e tetûnel fâhışete mâ sebekakum bihâ min ehadin minel âlemîn
Ve Lût iz kâle li kavmi hî | : Lut, dediğinde, demişti, o kavmi için, kavmine, |
E tetûne | : Getiriyorsunuz, oluyorsunuz, |
El fâhişet | : Büyüklük hâli, ego, haddini aşan, hayâsız, benlik, |
Mâ sebeka-kum bihâ | : Değil, şey, sizden önce gelip geçmiş, siz, onu, |
Min ehadin | : Bir, birlik, bir kimse, |
Min el âlemîne | : Âlemlerin, topluluklar, tüm varlık,
|
80- Lut, kavmine demişti ki: Sizler âlemlerin bir olan sahibine karşı, sizden önceki topluluklarda olmayan, hayâsızlık, haddi aşmışlık, benlikler içinde mi oluyorsunuz?
81-
إِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ
İnnekum le tetûner ricâle şehveten min dûnin nisâi bel entum kavmun musrifûn
İnne-kum le tetûne | : Doğrusu, siz, gelmek, getirmek, |
El ricâl | : İleri gelen, kişi, erkek, devlet ricali, |
Şehvet | : Şehvet, aşırı istek, |
Min dûni en nisâi | : Kadınlardan başka, nefsini tanıma yolunda olan, |
Bel entum kavm musrifûne | : Bilakis, siz, kavim, kimse, haddi aşan bir kavim, |
81- Doğrusu siz, kadınlardan başka şehvetle erkeklere de geliyorsunuz. Bilakis siz haddi aşan kimselersiniz.
82-
وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلاَّ أَن قَالُواْ أَخْرِجُوهُم مِّن قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ
Ve mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en kâlû ahricûhum min karyetikum innehum unâsun yetetahherûn
Ve mâ kâne cevâb kavmi hî | : Olmadı, cevap, onun kavmi, |
İllâ en kâlû | : Ancak, sadece, dediler |
Ahricû hum | : Çıkarın, atın, siz, |
Min karyeti-kum | : Bulunduğunuz yerden, beldenizden, |
İnne-hum unâsun | : Doğrusu, muhakkak ki onlar, insanlar, özleri, |
Yetetahherûne | : Saf olan, çok temiz, temiz tutan, hatasız, |
82- Onun kavminin bir cevabı olmadı. Sadece, onları bulunduğunuz yerden çıkarın, doğrusu onlar kendilerini temiz tutan insanlardan, dediler.
83-
فَأَنجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ إِلاَّ امْرَأَتَهُ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ
Fe enceynâhu ve ehlehû illemreetehu kânet minel gâbirîn
Fe encey nâ hu | : Böylece, necat bulma, kurtuluş, biz, o, |
Ve ehle-hû | : Ehli, sahip olan, ehil olan, o, |
İllâ emr ete hu | : Ancak, başka, işleyiş, hüküm, onunla olan, |
Kânet min el gâbirîne | : Oldu, geride kalanlardan, geçmiş, eski cehalette kalan, |
83- Böylece o ve onunla birlikte işleyişin hakikatine sahip olanlar Bizde necat buldular. Diğerleri de kendi cehaletlerinde kalanlardan oldular.
84-
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ
Ve emtarnâ aleyhim matarâ fenzur keyfe kâne âkıbetul mucrimîn
Ve emtar nâ aleyhim | : Yağmak, rahmet, biz, su, üzerlerine, |
Matarâ | : Yağmur, rahmet, |
Fe unzur keyfe kâne | : Artık bak, gör, nasıl, oldu, |
Âkıbetu el mucrimîne | : Akıbetleri, sonu, fenalarda kalan, suçlu, günahkâr,
|
84- Kendi cehaletlerinde kalanlar, kendi üzerlerindeki Bizim rahmetimizi, kendi rahmetleri saydılar. Fenalarda kalanların akıbetlerinin nasıl olduğunu artık bak, gör.
85-
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Ve ilâ medyene ehâhum şuaybâ kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu kad câetkum beyyinetun min rabbikum fe evfûl keyle vel mîzâne ve lâ tebhasûn nâse eşyâehum ve lâ tufsidû fîl ardı bade ıslahıhâ zâlikum hayrun lekum in kuntum muminîn
Ve ilâ medyene | : Medyen’e, |
Ehâ hum Şuayb | : Onların kardeşleri, Şuayb, |
Kâle yâ kavmi abudû Allah | : Böylece dedi, ey kavmim, kulluk, Allah, |
Mâ lekum min ilâh gayr hu | : Sizin için yoktur, bir ilah, O’ndan başka, |
Kad câet-kum | : Oldu, size geldi, |
Beyyinetun | : Apaçık deliller, apaçık görünen, |
Min rabbi kum | : Rabbinizin, sizi vücûdlandıranın, |
Fe evfû el keyl | : Artık vefa, sevgiyle davranmak, |
Ve el mîzân | : Ölçü, denge, tartı, |
Ve lâ tebhasû | : Yok, eksiltmek, ucuz, |
En nâse eşyâe hum | : İnsanlar, eşya, mal, hakları, onlar, |
Ve lâ tufsidû | : Yok, fesat, bozgunculuk çıkarmayın, ikilik, |
Fi el ard | : Yeryüzü, |
Bade ıslah hâ | : Sonra, iyileştirme, ıslah etme, düzeltme, onu, |
Zâlikum hayrun lekum | : İşte bu hayırlıdır, sizin için, |
İn kuntum muminîne | : Eğer müminler, inananlar iseniz, |
85- Medyen’e kardeşleri Şuayb geldi. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Sizi vücûdlandıranın apaçık delilleri sizin üzerinizdedir. Bundan böyle sevgiyle davranın, ölçülü olun ve dengeli olun ve insanların mallarını değersiz kılmayın. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın, sonra oradaki hakikatler ile ıslah olun, eğer inanırsanız işte bu sizin için daha hayırlıdır.
86-
وَلاَ تَقْعُدُواْ بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِهِ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًا وَاذْكُرُواْ إِذْ كُنتُمْ قَلِيلاً فَكَثَّرَكُمْ وَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ
Ve lâ tak’udû bikulli sırâtın tû’ıdûne ve tasuddûne an sebîlillâhi men âmene bihî ve tebgûnehâ ivecen vezkurû iz kuntum kalîlen fe kesserekum vanzurû keyfe kâne âkıbetul mufsidîn
Ve lâ takudû | : Yok, oturmak, beklemek, oturmayın, engel olmayın, |
Bi kulli sırâtın tûıdûn | : Her yol, hep, bütün yollar, söz veren, vaat, |
Ve tasuddûn | : Mâni olma, engel, menetme, |
An sebîl Allah | : Yol, hakikatlerin yolu, Allah yolunda, |
Men âmen bihî | : Kim, kimse, iman eden, inanan, ona, |
Ve tebgûne-hâ | : Onda arıyorsunuz, istiyorsunuz, |
İvecen | : Eğri, bozuk, eksiklik, |
Ve uzkurû iz kuntum kalîl | : Hatırlayın, siz, az, zayıf, bilgisiz, |
Fe kessere-kum | : Sonra, çokluk, bolluk, siz, |
Ve unzurû | : Bakın, görün, anlayın, |
Keyfe kâne âkıbet | : Nasıl olur, akıbet, sonu, |
El mufsidîne | : Bozguncu, ikilik, fesat çıkaranlar |
86- Söz verip hep dosdoğru yol üzere olana engel olmayın. Hakikatlere inanan kimsenin eksiğini arayıp, Allah yolunda olanlara engel olmayın ve hatırlayın ki siz zayıf olanlardandınız, sonra da siz güçlendiniz. Bozgunculuk yapan, ikilik çıkaranların akıbetleri nasıl olur bakın görün.
87-
وَإِن كَانَ طَآئِفَةٌ مِّنكُمْ آمَنُواْ بِالَّذِي أُرْسِلْتُ بِهِ وَطَآئِفَةٌ لَّمْ يْؤْمِنُواْ فَاصْبِرُواْ حَتَّى يَحْكُمَ اللّهُ بَيْنَنَا وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ
Ve in kâne tâifetun minkum âmenû billezî ursiltu bihî ve tâifetun lem yuminû fasbirû hattâ yahkumallâhu beynenâ ve huve hayrul hâkimîn
Ve in kâne tâifetun | : Eğer olursa, ise, grup, taife, kimseler, |
Min-kum âmenû | : Sizden, içinizden, iman eden, |
Bi ellezî ursiltu bi-hî | : Ki, o, gönderildim, hakikatleri gösterdim, onunla, |
Ve tâifetun lem yuminû | : Bir taife, grup, kısım, değil, inanma, inanmazlar, |
Fe usbirû | : O zaman sabredin, |
Hattâ yahkume Allâh beyn nâ | : Hatta, hüküm veren, Allah, aramızda, |
Ve huve hayru | : O, hayırlı, iyi olan, |
El hâkimîne | : Hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
87- Sizlerden bir kısmınız gösterdiğim hakikatlere inanır ve bir kısmınız inanmazsa, artık aramızda Allah’ın hükümleri ortaya çıkıncaya kadar sabredenlerden olun. O, hüküm ve hikmetiyle hayırlı olandır.
88-
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُواْ مِن قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَكَ مِن قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا قَالَ أَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ
Kâlel meleullezînestekberû min kavmihî le nuhricenneke yâ şuaybu vellezîne âmenû meake min karyetinâ ev le teûdunne fî milletinâ kâle e ve lev kunnâ kârihîn
Kâle el meleu ellezîne | : Dedi, ileri gelen, o kimseler, |
İstekberû min kavmi hî | : Büyüklendiler, kibirlendiler, onun kavminin, |
Le nuhrice enneke | : Elbette, seni çıkaracağız, dışarı, |
Yâ Şuayb | : Ey Şuayb, |
Ve ellezîne âmenû mea ke | : İman edenler, seninle birlikte, |
Min karyeti-nâ | : Beldemizden, bulunduğumuz yerden, |
Ev le teûdu | : Ya da, mutlaka, elbette, dönersiniz, yönelmek, |
Enne fî millet nâ | : Bizim, millet, örf âdet, aynı inançta buluşanlar, |
Kâle eve lev | : Dedi, ise, olsa da, |
Kunnâ kârihîne | : Biz olduk, isteksiz, gönülsüz, |
88- Onun kavminin kibirli olan kimselerinden ileri gelenleri dediler ki: Ey Şuayb! Seninle birlikte iman edenleri, bulunduğumuz yerden elbette çıkaracağız ya da tekrar bizim inanç ve âdetlerimize dönerseniz başka. O da dedi ki: Peki ya biz istemiyorsak?
89-
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّهِ كَذِبًا إِنْ عُدْنَا فِي مِلَّتِكُم بَعْدَ إِذْ نَجَّانَا اللّهُ مِنْهَا وَمَا يَكُونُ لَنَا أَن نَّعُودَ فِيهَا إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ رَبُّنَا وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا عَلَى اللّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَأَنتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ
Kadiftereynâ alallâhi keziben in udnâ fî milletikum ba’de iz necceynallâhu minhâ ve mâ yekûnu lenâ en neûde fîhâ illâ en yeşâallahu rabbunâ vesia rabbunâ kulle şey’in ilmen alallâhi tevekkelnâ rabbeneftah beynenâ ve beyne kavminâ bil hakkı ve ente hayrul fâtihîn
Kad ifterey-nâ | : Oldu, iftira, uydurma, biz, |
Alâ Allah kezibe | : Allah’a karşı, Allah hakında, yalanlar, |
İn udnâ fî milleti-kum | : Eğer dönersek, milletiniz, inanç, örfe âdet, siz, |
Ba’de iz neccey nâ | : Sonra, necat bulduktan sonra, kurtuluş, biz, |
Allah minhâ | : Allah, O’ndan, O’nun hakkında, |
Ve mâ yekûnu | : Olamaz, olmaz, |
Lenâ en neûde fîhâ | : Bizim, geri dönme, oraya, |
İllâ en yeşâe | : Ancak, sadece, istek, irade, |
Allâh rabbi nâ | : Allah, Rabbimiz, bizi vücûdlandıran, |
Vesia rabb nâ | : İhata eden, kuşatan, Rabbimiz, |
Kulle şeyin ilmen | : Bütün her şey, ilim, |
Alâ Allâhi tevekkel nâ | : Allah’a, tüm varlığımızla teslim olduk, tevekkül, |
Rabbe-nâ | : Rabbimiz, |
İftah beyne nâ | : Aç, açmak, aydınlatmak, ayır, aramızı, |
Ve beyne kavmi-nâ | : Kavmimizin, arasını, |
Bi el hakkı | : Hak ile, gerçek, hakikat, |
Ve ente hayru | : Sen, hayırlı olan, iyi, |
El fâtihîne | : Açan, ortaya çıkaran, fatih,
|
89- Biz Allah’ta necat bulduktan sonra, sizin inanç ve âdetlerinize dönersek, Allah hakkında uydurmalar yapan ve o yalanları aktaranlara uymuş oluruz. Artık bizim o hâllere geri dönmemiz olmaz. Rabbimiz Allah’tır, sadece O’dur irade sahibi olan. Rabbimiz bütün her şeyi de ilmiyle ihata edendir. Tüm varlığımızla Allah’a teslim olduk. Rabbimiz! Bizimle, kavmimiz arasındaki hakikatleri açığa çıkar, sensin hayırla açığa çıkaran.
90-
وَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَوْمِهِ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْباً إِنَّكُمْ إِذاً لَّخَاسِرُونَ
Ve kâlel meleullezîne keferû min kavmihî le inittebatum şuayben innekum izen le hâsirûn
Kâle el meleu | : Dedi, ileri gelen, din adamları, bilgili olan, |
Ellezine keferû | : Kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen, |
Min kavmi-hî | : Onun kavminden, |
Le in ittebatum Şuayb | : Eğer gerçekten tabi olursanız, Şuayb, |
İnne-kum izen el hâsirûne | : Muhakkak siz, hüsran, kaybedenlerden, |
90- Onun kavminden olan, hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerden ileri gelenleri dediler ki: Eğer siz Şuayb’e uyarsanız, muhakkak ki sizler kaybedenlerden olursunuz.
91-
فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُواْ فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ
Fe ehazethumur recfetu fe asbahû fî dârihim câsimîn
Fe ehazet hum | : Böylece, sardı, o hâlde kaldı, yakaladı, sarıldı, |
El recfetu | : Titremek, sarsıntı, sarsılmak, |
Fe asbahû | : Bunun üzerine, böylece oldular, |
Fî dâri-him câsimîne | : Bulundukları yerde, yurtlarında, kaybeden, çöken, |
91- Ve onlar cehaletlerine sarıldılar, hakikatlerle sarsılmadılar. Böylece onlar bulundukları yerde kaybedenlerden oldular.
92-
الَّذِينَ كَذَّبُواْ شُعَيْبًا كَأَن لَّمْ يَغْنَوْاْ فِيهَا الَّذِينَ كَذَّبُواْ شُعَيْبًا كَانُواْ هُمُ الْخَاسِرِينَ
Ellezîne kezzebû şuayben ke en lem yagnev fîhâ ellezîne kezzebû şuayben kânû humul hâsirîn
Ellezîne kezzebû Şuayb | : O kimseler, yalanlarda kalanlar, yalanlayan, Şuayb, |
Ke en lem yagnev fihâ | : Gibi, şarkı söylemek, önemsememek, şenlik, orada, |
Ellezîne kezzebû Şuayb | : O kimseler, yalanlarda kalanlar, yalanlayan, Şuayb, |
Kânû hum el hâsirîne | : Oldu, onlar, hüsran, kaybedenler, |
92- Şuayb’ın sunduğu hakikatleri yalanlayan o kimseler, orada hakikatleri önemsememezlik içinde oldular. Şuayb’ın sunduğu hakikatleri yalanlayanlar, kaybedenlerden oldular.
93-
فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ آسَى عَلَى قَوْمٍ كَافِرِينَ
Fe tevellâ anhum ve kâle yâ kavmi lekad eblagtukum risâlâti rabbî ve nesahtu lekum fe keyfe âsâ alâ kavmin kâfirîn
Fe tevellâ anhum | : Böylece, döndü, ayrıldı, yüz çevirdi, onlardan, |
Ve kâle ya kavmi | : Dedi, ey kavmim, |
Lekad eblagtu-kum | : Ant olsun, gerçek ki, size tebliğ ettim, ulaştırdım, |
Risâlete rabbî | : Risaleler, hakikatlerin bilgisini, Rabbimin, |
Ve nesahtu lekum | : Ve nasihat ettim, öğüt verdim, |
Fe keyfe âsâ | : Artık, nasıl, genişlik, zuhur, ciddi olmak, katılaşmak, batmak, |
Alâ kavmin kâfirîne | : Kavim, kimseler, topluluk, hakikatleri örten, |
93- Böylece Şuayb, onların o hâllerinden yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim! Şu bir gerçek ki, size Rabbimin hakikatlerinin bilgisini tebliğ ettim ve sizlere nasihat ettim. Artık hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler hakikatleri nasıl önemseyebilirler.
94-
وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّبِيٍّ إِلاَّ أَخَذْنَا أَهْلَهَا بِالْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ
Ve mâ erselnâ fî karyetin min nebiyyin illâ ehaznâ ehlehâ bil besâi ved darrâi leallehum yaddarraûn
Ve mâ ersel nâ | : Açığa çıkmasın ki, irsal, biz, |
Fî karyetin | : Bir beldeye, bulundukları yere, köy, |
Min nebiyi | : Nebi, haberci, anlatan, |
İllâ ehaz nâ | : Yalnız, ancak, sarmak, alma, çıkarma, biz, |
Ehle hâ | : Ehli, halk, o, |
Bi el besâi | : Fakirlik, sıkıntı, zorluk, |
Ve el darr | : Zorluk, zarar, hastalık, |
Lealle-hum yaddarraûne | : Umulur ki, onlar, sığınma, korunma, gizlice, tevazu, |
94- Bulundukları yerde Bizi anlatan biri açığa çıkmasın ki; oranın halkı sıkıntılar içinde, zayıflıklar içinde ve zorluklar içinde olmasın. Umulur ki onlar hakikatlerle korunurlar.
95-
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتَّى عَفَواْ وَّقَالُواْ قَدْ مَسَّ آبَاءنَا الضَّرَّاء وَالسَّرَّاء فَأَخَذْنَاهُم بَغْتَةً وَهُمْ لاَ يَشْعُرُونَ
Summe beddelnâ mekânes seyyietil hasenete hattâ afev ve kâlû kad messe âbâenad darrâu ves serrâu fe ehaznâhum bagteten ve hum lâ yeşurûn
Summe bedel nâ | : Sonra, böylece, aşama, kademe, değiştirme, biz, |
Mekân el seyyieti | : Yer, mekân, kötülük, fenalık, |
El hasenet | : İyilik, iyi çalışma, güzellik, |
Hattâ afev | : Böylece, çoğalma, rahatlık, affetme, vazgeçme, |
Ve kâlû kad messe | : Dediler, oldu, isabet, dokunma, |
Âbâe-nâ el darr | : Atalarımız, sıkıntı, müşkül, zarar, zorluk, |
Ve el serrâu | : Sevinç, mutluluk, hayır, surur, ferahlık, |
Fe ehaz-nâ-hum bagteten | : İşte, alma, yakalama, sarma, biz, aniden, ansızın, |
Ve hum lâ yeşurûne | : Onlar, yok, şuur, kendinin ve çevresinin farkında olan, |
95- Böylece onlar Bizi anladıklarında, fenalıkların yerini güzelliklerle değiştirirler, böylece rahatlarlar ve derler ki: Atalarımız da hem zorluklar ve hem mutluluklar içinde oldu. İşte onlar Bizi unuttuklarında, eski hâlleri onları sarıverir ve onlar, kendilerini ve çevrelerini tanıma yolunda olmazlar.
96-
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Ve lev enne ehlel kurâ âmenû vettekav le fetahnâ aleyhim berekâtin mines semâi vel ardı ve lâkin kezzebû fe ehaznâhum bimâ kânû yeksibûn
Ve lev enne | : Eğer, olsalar, |
Ehle el kurâ | : Ehil, bilgili olan, halk, o belde, oranın, |
Âmenû | : İnanma, iman etme, |
Ve ittekav | : Takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama, |
Le fetah-nâ aleyhim | : Elbette, açardık, ortaya koymak, onlar, |
Bereket | : Bereket, feyiz, verimlilik, |
Min es semâi ve el ard | : Semadan, Ulvi Âlem ve yer, toprak, |
Ve lâkin kezzebû | : Lakin, fakat, yalanlarda kaldılar, yalanladılar, |
Fe ehaz-nâ-hum | : Böylece, alma, yakalama, sarma, biz, onlar, |
Bimâ kânû yeksibûne | : Sebebiyle, elde ettikleri, yaptıkları, kazanmış oldukları, |
96- Eğer onlar, bulundukları yerlerde hakikatlerin bilgisine sahip olup iman etselerdi ve fenalardan sakınıp ortak koşanlardan olmasalardı, elbette onlar göklerin ve yerin hakikatlerinden feyiz alırlar, her şeyin ortaya çıkışının Bize ait olduğunu anlarlardı. Fakat onlar yalanlarda kaldılar. Böylece onlar yaptıkları şeyler sebebiyle Bizi anlayamadılar, cehalet hallerine sarıldılar.
97-
أَفَأَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَن يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَآئِمُونَ
E fe emine ehlul kurâ en yetiyehum besunâ beyâten ve hum nâimûn
E fe emin | : Yoksa emin mi oldular? |
Ehlu el kurâ | : Ehli, bilgili, halk, belde, yer, makam, |
En yetiye-hum | : Gelen, sunulan, onlar, |
Besu nâ | : Arzu, istek, sıkıntı, yakıcı, azap, müşkül, biz, |
Beyâten | : Gece çalışması, gaflet içinde, biat etme, |
Ve hum nâimûne | : Onlar, uykuda, gaflet, |
97- Yoksa onlar; bir gaflet içindeyken Bizi anlayacaklarını, sıkıntılardan kurtulup, onlara sunulan hakikatlerden makamlarında bilgi sahibi olacaklarından emin mi oldular? Onlar bir gaflet içindedirler.
98-
أَوَ أَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَن يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
E ve emine ehlul kurâ en yetiyehum besunâ duhan ve hum yelabûn
E fe emin | : Yoksa emin mi oldular? |
Ehlu el kurâ | : Ehli, halk, o belde, o yer, |
En yetiye-hum | : Sunulan, gelen, onlar, |
Besu nâ | : Arzu, istek, iyi, yakıcı, dert, tasa, biz, |
Duhan | : Duman, gaflet dumanı, gelgit hali, kuşluk vakti, |
Ve hum yelabûne | : Onlar, oynama, eğlenme, önemsememe, |
98- Yoksa onlar; gafletten hakikatleri göremiyorken Bizi anlayacaklarını, sıkıntılardan kurtulup, onlara sunulan hakikatlerden makamlarında bilgi sahibi olacaklarından emin mi oldular? Onlar hakikatleri önemsememe içindedirler.
99-
أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللّهِ فَلاَ يَأْمَنُ مَكْرَ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ
E fe eminû mekrallahi fe lâ yemenu mekrallahi illel kavmul hâsirûn
E fe emin | : Yoksa emin mi oldular? |
Mekr Allah | : Hile, aldatma, aldanmak, çare, karanlık, gizli, Allah, |
Fe lâ yemenu | : Artık yok, emin olma, |
Mekr Allah | : Hile, aldatma, aldanmak, çare, karanlık, gizli, Allah, |
İllâ el kavm | : Başka, kavim, kimseler, |
El hâsirûne | : Hüsran, kaybeden, |
99- Yoksa onlar, Allah’ı anlamada aldanmayacaklarından emin mi oldular? Bundan böyle hakikatleri anlamada hüsrana uğrayan kimseler, Allah’ı anlamada aldanmayacaklarından emin olamazlar.
100-
أَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذِينَ يَرِثُونَ الأَرْضَ مِن بَعْدِ أَهْلِهَا أَن لَّوْ نَشَاء أَصَبْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ
E ve lem yehdi lillezîne yerisûnel arda min badi ehlihâ en lev neşâu esabnâhum bi zunûbihim ve natbeu alâ kulûbihim fe hum lâ yesmeûn
E ve lem yehdi li ellezîne | : Değil mi, kılavuz, yol gösteren, o kimseler için, |
Yerisûn el ard | : Vâris, kalan, yeryüzü, |
Min badi ehlihâ | : Sonra, bilen, anlayan, ehil, sahibi |
En lev neşâu | : Eğer, biz, istek, irade, |
Esab nâ hum | : İsabet, anlama, biz, onlar, kendileri, |
Bi zunûbi-him | : Fenaları, günahları, onlar, |
Ve natbeu | : Biz, kapalı, damga, |
Alâ kulûbi-him | : Kalbleri, idrakleri, onlar, |
Fe hum lâ yesmeûne | : Böylece, artık onlar, yok, işitme, |
100- Eğer onlar; fenalarından geçip Bizi anlamayı isteselerdi, kendilerinde olan Bizim tecellilerimizi anlarlardı. Eğer onlar Bizi anlasalardı, yeryüzünde onların vârisleri olan kimselere yol göstermezler miydi? Fakat onların kalbleri Bizi anlamaya kapalıdır ve onlarda hakikatleri işitme yoktur.
101-
تِلْكَ الْقُرَى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَآئِهَا وَلَقَدْ جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ بِمَا كَذَّبُواْ مِن قَبْلُ كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللّهُ عَلَىَ قُلُوبِ الْكَافِرِينَ
Tilkel kurâ nakussu aleyke min enbâihâ ve lekad câethum rusuluhum bil beyyinâti fe mâ kânû liyuminû bi mâ kezzebû min kablu kezâlike yatbaullâhu alâ kulûbil kâfirîn
Tilke el kurâ | : İşte bunlar, belde, bulundukları yer, |
Nakus aleyke | : Nakıslık içinde olma, kıssa, eksik, sıkıntı, sana, |
Min enbâi hâ | : Haberler, bilgiler, bilgilendirmek, o, |
Ve lekad câet hum | : Ant olsun, gerçek olan, doğrusu, geldi, onlar, |
Resul hum | : Resul, hakikati gösteren, onlar, |
Bi el beyyinât | : Apaçık, delillerle, |
Fe mâ kânû li yuminû | : Fakat, olmadı, iman edenler için, inananlar, |
Bi mâ kezzebû min kablu | : Yalanladıkları şey sebebiyle, daha önceden, |
Kezâlike yatbau Allâh | : İşte böyle, bundan dolayı, kapalı, örtülü, Allah, |
Alâ kulûbi | : Kalbleri, idrakleri, |
El kâfirîne | : Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, |
101- İşte o bulundukları yerlerde, hakikatleri anlamada bir nakıslık içinde olanların haberlerini sana bildiriyoruz ve doğrusu onlara apaçık delillerle hakikatleri gösterenler geldi. Fakat onlar, daha öncekilerin yalanlarında kaldıklarından iman edenlerden olamadılar. İşte bundan dolayı, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin kalbleri Allah’ı anlamaya kapalıdır.
102-
وَمَا وَجَدْنَا لأَكْثَرِهِم مِّنْ عَهْدٍ وَإِن وَجَدْنَا أَكْثَرَهُمْ لَفَاسِقِينَ
Ve mâ vecednâ li ekserihim min ahdin ve in vecednâ ekserehum le fâsikîn
Ve mâ veced-nâ | : Bulmak, bulundu, anlamak, biz, |
Li ekseri-him min ahdin | : Onların çoğunu, ahde vefalı, Tevhîd, asır, sözlerine uyan, |
Ve in veced nâ | : Sadece, ancak, bulmak, anlamak, biz, |
Eksere-hum | : Çoğu, onlar, |
Le fâsikîne | : Fasık, hakikatleri bırakıp kendi anlayışına çıkan, |
102- Onların çoğu; Bizi anlayanlardan olamadılar, vefalı olamadılar ve onların çoğu elbette hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına çıkanlar olduklarından dolayı, Bizi anlayamadılar.
103-
ثُمَّ بَعَثْنَا مِن بَعْدِهِم مُّوسَى بِآيَاتِنَا إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَظَلَمُواْ بِهَا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ
Summe beasnâ min ba’dihim mûsâ bi âyâtinâ ilâ firavne ve melâihi fe zalemû bihâ fanzur keyfe kâne âkıbetul mufsidîn
Summe beas nâ | : Sonra, ortaya çıkmak, gönderdik, gitti, dirilik, biz, |
Min ba’di him Mûsâ | : Onlardan sonra, Musa, |
Bi âyâti-nâ | : Ayetlerimiz, işaret, delillerimiz, |
İlâ firavn ve melâi-hi | : Firavuna ve ileri gelenleri, din adamları, o, |
Fe zalemû bihâ | : Fakat zulmettiler, ona, |
Fe unzur | : Artık, bak gör, anla, gözlemle, |
Keyfe kâne âkıbet | : Nasıl oldu, akıbet, son, |
El mufsidîne | : Ara bozucu, fesat, ikilik çıkaran, |
103- Onlardan sonra da Musa, delillerimizle firavuna ve onun din adamlarına Bizi anlatmak için ortaya çıktı. Fakat ona zulmettiler. İkilik çıkaranların akıbetlerinin nasıl olduğunu gör.
104-
وَقَالَ مُوسَى يَا فِرْعَوْنُ إِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Ve kâle mûsâ yâ firavnu innî resûlun min rabbil âlemîn
Ve kâle Mûsâ | : Dedi, Musa, |
Yâ fıravn | : Ey firavun, kibirli olan, |
İnnî resûlun | : Ben, Resul, hakikati gösteren, hakikati anlatan, |
Min rabbi el âlemîne | : Âlemlerin Rabbinden, tüm varlığı vücûdlandıran, |
104- Musa dedi ki: Ey firavun! Ben, tüm varlığı vücûdlandıranı anlatmak için geldim.
105-
حَقِيقٌ عَلَى أَن لاَّ أَقُولَ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقَّ قَدْ جِئْتُكُم بِبَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَرْسِلْ مَعِيَ بَنِي إِسْرَائِيلَ
Hakîkun alâ en lâ ekûle alallâhi illel hakk kad citukum bi beyyinetin min rabbikum fe ersil maiye benî isrâîl
Hakîkun alâ | : Doğru, gerçek, hak olan, üzerine, |
En lâ ekûle | : Yok, söylemek, söylememe, |
Alâ Allah illâ el hakk | : Allah’a karşı, ancak, hakikat, doğru, gerçek, |
Kad citu-kum bi beyyinet | : Oldu, size geldim, apaçık delillerle, |
Min rabbi-kum | : Rabbinizden, vücûdlandıran, siz, |
Fe ersil maiye | : Artık gönder, benimle beraber, |
Benî isrâîle | : İsrailoğulları, Yakup’un çocukları, |
105- Sizi vücûdlandıranın sizdeki apaçık delillerini göstermek için geldim. Gerçek olan, Allah’ın hakikatlerinden başka bir şey söylemememdir. Artık İsrailoğulları’nı benimle gönder.
106-
قَالَ إِن كُنتَ جِئْتَ بِآيَةٍ فَأْتِ بِهَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Kâle in kunte cite bi âyetin feti bihâ in kunte mines sâdikîn
Kâle in kunte cite | : Dedi, eğer, sen, gelmek, |
Bi âyet | : Delil, işaret, ayet, |
Fe ati bihâ in kunte | : Öyleyse, haydi, getir, sun, onu, eğer sen, isen, |
Min es sâdikîne | : Doğru söyleyenlerden, doğru sözlü, |
106- Firavun dedi: Eğer sen delillerle geldiysen, eğer doğru sözlülerden isen, haydi onları bize sun.
107-
فَأَلْقَى عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُّبِينٌ
Fe elkâ asâhu fe izâ hiye subânun mubîn
Fe elkâ | : Böylece, attı, bıraktı, sundu, |
Asâ hu | : Bildiği taşıdığı, asası, dayanağı, o, |
Fe izâ hiye | : Böylece, onu, o, |
Seaben mubîn | : Akıtmak, sel yolu, ejderha, apaçık delillerle anlatmak, |
107- Böylece o bilip taşıdıklarını sundu, böylece hakikatleri apaçık delillerle bir irfan içinde anlattı.
108-
وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاء لِلنَّاظِرِينَ
Ve nezea yedehu fe izâ hiye beydâu lin nâzırîn
Ve nezea | : Çekip çıkardı, ortaya koydu, çekti, |
Yede hu | : El, güç, hareket, o, |
Fe izâ hiye beydâu | : Böylece, o, olduğunda, tertemiz, bembeyaz, |
Li en nâzırîne | : Bakanlar için, seyredenler için, |
108- Bakıp da seyredenler için o hakikatleri tertemiz bir hâlde anlattı, tüm varlığı hareket ettiren O gücün hakikatlerini ortaya koydu.
109-
قَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِ فِرْعَوْنَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ
Kâlel meleu min kavmi firavne inne hâzâ le sâhırun alîm
Kâle el meleu | : Dedi, ileri gelenler, din adamları, bilgili olanlar, |
Min kavm firavn | : Kavim, firavun, |
İnne hâzâ | : Doğrusu, bu, |
Le sahır | : Sihir, etkileyici, tesir, maskara, |
Alîm | : Bilen, ilim sahipleri, |
109- Firavun kavminin din adamları dediler ki: Doğrusu bunun bildikleri etkileyicidir.
110-
يُرِيدُ أَن يُخْرِجَكُم مِّنْ أَرْضِكُمْ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
Yurîdu en yuhricekum min ardıkum fe mâzâ temurûn
Yurîdu en yuhrice kum | : İstiyor, çıkarmak, koparmak, sizi, |
Min ardı-kum | : Sizin yurdunuzdan, bulunduğunuz yerden, |
Fe mâzâ temurûne | : Böylece, ne dersiniz, emredersiniz, |
110- Sizi bulunduğunuz yerden, bildiğiniz şeylerden dışarı çıkarmak istiyor, ne dersiniz bu konuda?
111-
قَالُواْ أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَأَرْسِلْ فِي الْمَدَآئِنِ حَاشِرِينَ
Kâlû ercih ve ehâhu ve ersil fîl medâini hâşirîn
Kâlû erci | : Dediler, beklet, |
Hu ve ehâ hu | : Onu ve kardeşini de, |
Ve ersil | : Gönder, yolla, |
Fî el medâin | : Şehirlerin içine, şehirlere, |
Hâşirîne | : Toplayıcı, bir araya getiren, |
111- Dediler ki: Onu ve kardeşini beklet ve şehirlere toplayıcılar gönder.
112-
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ
Yetûke bi kulli sâhırin alîm
Yetû-ke bi | : Sana getirsinler, |
Kulli sâhirin | : Hepsini, bütün hepsini, etkileyici olan, tesirli, |
Alîm | : Bilen, ilim sahipleri, bilgin, |
112- Bütün üst düzey olan etkileyici bilginleri sana getirsinler.
113-
وَجَاء السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالْواْ إِنَّ لَنَا لأَجْرًا إِن كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ
Ve câes seharatu firavne kâlû inne lenâ le ecren in kunnâ nahnul gâlibîn
Ve câe | : Geldi, |
El seherat firavne | : Etkili olanlar, tesirli olanlar, firavun, |
Kâlû inne lenâ | : Dediler, elbette, biz, |
Le ecran in kunnâ | : Elbette, mutlaka, ecir, karşılık, biz olduk, |
Nahnu el gâlibîne | : Biz, galip olanlar, |
113- Böylece üst düzeyde etkili olanlar firavuna geldiklerinde dediler ki: Biz galiplerden olduğumuzda elbette karşılık bekleriz.
114-
قَالَ نَعَمْ وَإَنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ
Kâle neam ve innekum le minel mukarrebîn
Kâle neam | : Dedi, firavun dedi, evet, elbette |
Ve inne kum | : Muhakkak, siz, |
Le min el mukarrabîne | : Elbette, o zaman, yakın olanlardan, yakınlardan, |
114- Firavun dedi ki: Evet, muhakkak ki siz elbette yakınlarımdan biri olacaksınız.
115-
قَالُواْ يَا مُوسَى إِمَّا أَن تُلْقِيَ وَإِمَّا أَن نَّكُونَ نَحْنُ الْمُلْقِينَ
Kâlû yâ mûsâ immâ en tulkiye ve immâ en nekûne nahnul mulkîn
Kâlû yâ Mûsâ | : Dediler, ya Musa, |
İmmâ en tulkiye | : Yoksa, böyle mi olsun? atmak, almak, ortaya koymak, |
Ve immâ en nekûne | : Ya da, yoksa, olması, |
Nahnu el mulkîne | : Biz, atanlar, bırakma, koyma, |
115- Dediler ki: Ya Musa! Önce sen mi bildiklerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?
116-
قَالَ أَلْقُوْاْ فَلَمَّا أَلْقَوْاْ سَحَرُواْ أَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَاءوا بِسِحْرٍ عَظِيمٍ
Kâle elkû fe lemmâ elkav seharû ayunen nâsi vesterhebûhum ve câû bi sihrin azîm
Kâle elkû | : Dedi, atın, bırakın, ortaya koyun, |
Fe lemmâ elkav seharû | : O zaman, olduğu zaman, atma, bırakma, etkili, tesirli, |
Ayune en nâsi | : İnsanların gözleri, bakışları, aynılık, etkilenme, |
Ve isterhebû-hum | : Çekindiler, etkilendiler, sarsmak, kapak, örtü, onlar, |
Ve câû bi sihrin azîm | : Geldiler, getirdiler, bir etki, tesir, büyük, yüce, |
116- Dedi ki: Siz ortaya koyun. Böylece etkili olanların ortaya koyduğu şeylerden insanlar etkilendiler ve onları sarstılar ve büyük bir etki ortaya koydular.
117-
وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ
Ve evhaynâ ilâ mûsâ en elkı asâke fe izâ hiye telkafu mâ yefikûn
Ve evhay-nâ | : Vahiy, bildirme, ulaşmak, hakikatlerimiz, biz, |
İlâ Mûsâ | : Ancak, Musa, |
En elkı | : Atma, bırakmak, ortaya koyma, açıklamak, |
Asâ ke | : Bildikleri taşıdıkları, dayanağı, |
Fe izâ hiye telkafu | : O zaman, olduğunda, o, yutuyor, yakaladı, kayboldu, |
Mâ yefikûne | : Şey, uydurdukları, aslı olmayan, yalan söz, |
117- Musa, hakikatlerimizden bildiklerini taşıdıklarını açıkladı. Böylece onların uydurdukları, aslı olmayan şeyler kaybolup gitti.
118-
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Fe vakaal hakku ve batale mâ kânû yamelûn
Fe vaka el hakk | : Böylece vuku buldu, oldu, ortaya çıktı, hak, gerçek, |
Ve batıl | : Batıl, boş olan, asılsız, |
Mâ kânû yamelûne | : Yaptıkları şeyler, |
118- Böylece gerçekler ortaya çıktı ve onların bildikleri, yaptıkları şeyler asılsız boş çıktı.
119-
فَغُلِبُواْ هُنَالِكَ وَانقَلَبُواْ صَاغِرِينَ
Fe gulibû hunâlike venkalebû sâgırîn
Fe galibû hunâlike | : Böylece, artık, galip, başarılı olan, orada, |
Ve inkalebû | : İnkilap, değişim, geri dönmek, |
Sâgırîne | : İtaat, kabullenme, boynu bükük, küçülme, |
119- Böylece orada başarıya ulaşıldı ve köklü bir değişim içinde kabullenme oldu.
120-
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ
Fe ulkıyes seharatu sâcidîn
Fe ulkıye | : O zaman, hemen, fırlama, ilga, kalkma, |
El seharatu | : Üst düzeydekiler, etkili olan, |
Sâcidîne | : Teslim olma, secde, kabul etmek, |
120- Böylece üst düzeydekiler geldiler teslim oldular.
121-
قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Kâlû âmennâ bi rabbil âlemîn
Kâlû âmennâ | : Dediler, biz iman ettik, inandık, |
Bi rabb el âlemîne | : Âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücûdlandıran, |
121- Dediler ki: Biz âlemlerin Rabbine iman ettik.
122-
رَبِّ مُوسَى وَهَارُونَ
Rabbi mûsâ ve hârûn
Rabbi | : Rabbi, vücûdlandıran, efendi, |
Mûsâ ve Hârûn | : Musa ve Harun, |
122- Musa ve Harun’un Rabbine.
123-
قَالَ فِرْعَوْنُ آمَنتُم بِهِ قَبْلَ أَن آذَنَ لَكُمْ إِنَّ هَذَا لَمَكْرٌ مَّكَرْتُمُوهُ فِي الْمَدِينَةِ لِتُخْرِجُواْ مِنْهَا أَهْلَهَا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Kâle firavnu âmentum bihî kable en âzene lekum, inne hâzâ le mekrun mekertumûhu fîl medîneti li tuhricû minhâ ehlehâ fe sevfe talemûn
Kâle firavnu | : Dedi, firavun, |
Âmentum bihî kabl | : Siz inandınız, ona, önce, |
En âzene lekum | : Benim izin vermem, yetkim olmadan, size, |
İnne hâzâ le mekrun | : Muhakkak ki, bu, elbette, karanlık, aldatma, hile, |
Mekertumû-hu | : Karanlık, hile, aldatma, o, |
Fî el medîneti | : Şehrin içinde, şehirden, |
Li tuhricû | : Çıkarmak için, |
Min hâ ehle hâ | : Oradan, ehli, halkını, bilgili olan, |
Fe sevfe talemûne | : Artık, yakında, bileceksiniz, |
123- Firavun dedi ki: Benim iznim olmadan mı ona inandınız? Muhakkak o sizi bir aldatma içinde elbette aldattı. Şehirden halkını çıkarmak için böyle davrandı. Artık yakında bileceksiniz.
124-
لأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلاَفٍ ثُمَّ لأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ
Le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin summe le usallibennekum ecmaîn
Le ukattıanne | : Elbette kestireceğim, |
Eydiye kum | : Elleriniz, güçleriniz, bağlantı, |
Ve erculekum | : Ayaklarınız, |
Min hilâfin | : Karşılıklı, ihtilaf, aykırı, ayrı ayrı, |
Summe le usallibu | : Sonra, mutlaka, asacağım, |
Enne-kum ecmaîne | : Muhakkak, siz, hepiniz, tümünüz, |
124- Elbette sizlerin ellerinizi ve ayaklarınızı ayrı ayrı kestireceğim, sonra elbette hepinizi astıracağım.
125-
قَالُواْ إِنَّا إِلَى رَبِّنَا مُنقَلِبُونَ
Kâlû innâ ilâ rabbinâ munkalibûn
Kâlû innâ ilâ rabb nâ | : Dediler, ancak, bizi vücûdlandıran, Rabbimiz, |
Munkalibûne | : Dönmek, bağlanmak, |
125- Dediler ki: Biz ancak bizi vücûdlandırana döndük bağlandık.
126-
وَمَا تَنقِمُ مِنَّا إِلاَّ أَنْ آمَنَّا بِآيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَاءتْنَا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
Ve mâ tenkımu minnâ illâ en âmennâ bi âyâti rabbinâ lemmâ câetnâ rabbenâ efrıg aleynâ sabren ve teveffenâ muslimîn
Ve mâ tenkımu minnâ | : Yok, şey, değil, ne, kızma, hınç, intikam, bizden, |
İllâ en âmen nâ bi âyâti | : Ancak, bizim inanmamız, ayetlerine, delil, işaret, |
Rabbi-nâ | : Rabbimiz, bizi vücûdlandıran, |
Lemmâ câet-nâ | : Olduğunda, bize geldi, biz geldik, bizde olduğunu, |
Rabbe nâ efrıg | : Rabbimiz, bizi vücûdlandıran, rahmet, yağır, mağfiret, |
Aleynâ sabr | : Bize, sabırlı olma, sabretmek, |
Ve teveffe-nâ | : Sevgi bağlılığı, sevgiyle olma, |
Muslimîne | : Teslim olan, barış ehli, huzur veren, |
126- Senin bize kızmaya hakkın yok, çağırdın biz geldik. Ancak bizi vücûdlandıranın işaretlerinin bizde olduğunu anladık, iman ettik. Rabbimiz! Bize rahmet ver, sabır ver ve bizi sevgi içinde barıştan yana olanlardan eyle.
127-
وَقَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِ فِرْعَونَ أَتَذَرُ مُوسَى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ وَيَذَرَكَ وَآلِهَتَكَ قَالَ سَنُقَتِّلُ أَبْنَاءهُمْ وَنَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ وَإِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ
Ve kâlel meleu min kavmi firavne e tezeru mûsâ ve kavmehu li yufsidû fìl ardı ve yezereke ve âliheteke kâle senukattilu ebnâehum ve nestahyî nisâehum ve innâ fevkahum kâhirûn
Ve kâle el meleu | : Dedi, ileri gelenler, din adamları, bilgili olan, |
Min kavmi firavne | : Kavmi, firavun, kibirli olan, |
E tezeru Mûsâ | : Bırakacak mısın? Musa, |
Ve kavme-hu li yufsidû | : Onun kavmini, için, fesat, ikilik, bozgunluk, kargaşa, |
Fi el ardı | : Yeryüzünde, |
Ve yezere-ke | : Seni terk ederler, |
Ve âlihete-ke | : Senin ilâhlarını, |
Kâle se nukattilu | : Dedi, yok etme, öldürme, |
Ebnâe-hum | : Onların oğulları, |
Ve nestahyî nisâe hum | : İşaretleme, bırakma, kadın, onlar, |
Ve innâ fevka-hum | : Biz, üstün, üstünde, onlar, |
Kâhirûne | : Kahhar, galip olan, ezici, yok eden, güçlü olan, |
127- Firavunun kavminin din adamları dediler ki: Sen, Musa ve onun kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapmaları ve seni terk etmeleri ve senin ilahlarını reddetmeleri için mi bırakacaksın? Dedi ki: Biz onların oğullarını yok ederiz ve kadınlarını bırakırız ve biz onlardan üstünüz, onlardan güçlüyüz.
128-
قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ اسْتَعِينُوا بِاللّهِ وَاصْبِرُواْ إِنَّ الأَرْضَ لِلّهِ يُورِثُهَا مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
Kâle mûsâ li kavmihisteînû billâhi vasbirû, innel arda lillâhi yûrisuhâ men yeşâu min ibâdih vel âkıbetu lil muttekîn
Kâle Mûsâ li kavmi hi | : Dedi, Musa, kavmine, |
İsteînû bi Allah | : Yardım istemek, arzuyla yönelmek, Allah, |
Ve usbirû | : Ve sabredin, |
İnne el arda li Allah | : Muhakkak arz, yeryüzü, her yer, Allah, |
Yûrisu-hâ | : Vâris, kalan, ona, |
Men yeşâu min ibâdi-hi | : Kim, kimse, isteme, kulluk, o, |
Ve el âkıbet | : Akıbet, sonuç, sonunda, |
Li el muttekîne | : Takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama, |
128- Musa kavmine dedi ki: Allah’a arzuyla yönelin ve sabredin. Muhakkak ki yeryüzünde bütün her şeyin vârisi Allah’tır. Kim O’nun kulu olduğunu anlarsa, sonunda fenalardan sakınır, ortak koşanlardan olmaz.
129-
قَالُواْ أُوذِينَا مِن قَبْلِ أَن تَأْتِينَا وَمِن بَعْدِ مَا جِئْتَنَا قَالَ عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الأَرْضِ فَيَنظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
Kâlû ûzînâ min kabli en tetiyenâ ve min badi mâ citenâ kâle asâ rabbukum en yuhlike aduvvekum ve yestahlifekum fîl ardı fe yanzure keyfe tamelûn
Kâlû ezînâ | : Dediler, eziyet, yaralanma, bize, |
Min kabli en tetiye nâ | : -den önce, gelmek, sen, |
Ve min badi mâ cite nâ | : -den sonra, şey, ne, değil, getirme, biz, |
Kale asâ rabbu-kum | : Dedi, belki, umulur, Rabbiniz, sizi vücûdlandıran, |
En yuhlike | : Helak edersiniz, yok olma, ıslah etmek, |
Aduvv kum | : Düşman, zarar veren, siz, |
Ve yestahlif kum fî el ard | : Halifeler, ardından gelen, siz, yeryüzünde, |
Fe yanzure | : Böyle, sonra, bakar, bakıp gören, |
Keyfe tamelûne | : Nasıl, amel etme, çalışma, |
129- Dediler ki: Sen bize gelmeden önce de ve sen bize geldikten sonra da bize eziyet edildi.
Dedi ki: Umulur ki sizi vücûdlandıranı bilirsiniz, size düşmanlık edenleri helak edersiniz ve yeryüzünde sizin ardınızdan, artık bakıp gören, nasıl amel edeceğini bilenler gelir.
130-
وَلَقَدْ أَخَذْنَا آلَ فِرْعَونَ بِالسِّنِينَ وَنَقْصٍ مِّن الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
Ve lekad ehaznâ âle firavne bis sinîne ve naksın mines semerâti leallehum yezzekkerûn
Ve lekad ehaz nâ | : Almak, yakalamak, anlamak, sarılmak, biz, |
Âle firavn | : Kibirlilik içinde olan, |
Bi es sinîne | : Senelerce, yıllarca, |
Ve naks | : Eksik, noksan, nakıs, |
Min es semerâti | : Ürünlerden, hakikat bilgileri, |
Lealle-hum yezekkerûne | : Umulur ki onlar, tezekkür, varoluşu düşünür, anlarlar, |
130- Doğrusu kibirlilik içinde olanlar yıllarca Bizi anlayamayıp kibirlerine sarıldılar ve hakikatlerin bilgisinde nakıslık içinde kaldılar. Umulur ki onlar; varlığın varoluş hakikatlerine ulaşırlar, o hakikatlerle bu âleme bakarlar.
131-
فَإِذَا جَاءتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُواْ لَنَا هَذِهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُواْ بِمُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَلا إِنَّمَا طَائِرُهُمْ عِندَ اللّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Fe izâ câethumul hasenetu kâlû lenâ hâzihi ve in tusibhum seyyietun yettayyerû bi mûsâ ve men meahu e lâ innemâ tâiruhum indallahi ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn
Fe izâ câet hum | : Artık, bundan sonra, geldiğinde, onlar, |
Hasenat | : İyilik, iyi hâller, güzel davranışlar, |
Kâlû lenâ hâzihi | : Dediler, bizim, bu, |
Ve in tusib hum | : Eğer, isabet, o hâlde olma, onlar, |
Seyyiet | : Kötülük, kötü davranışlar, zararlı, |
Yettayyer bi Mûsâ | : Uçan, kuş, uğursuz sayan, Musa, |
Ve men mea-hu | : Kim, kimse, beraber, birlikte, o, |
E lâ innemâ | : Değil mi? fakat, doğrusu, |
Tâiru hum | : Uçan, kuş, uğursuzluk, yüksek, yücelik, onlar, |
İnde Allâh | : Allah’ın katında, hakkında, |
Lâkinne ekser hum | : Fakat, lakin, onların çoğu, |
Lâ yalemûne | : Yok, bilme, bilmezler, bilmiyorlar, |
131- Onlara bir iyilik gelse, bu bizden derler ve onlara bir kötülük gelse, Musa’yı ve onunla birlikte olanları uğursuz sayarlar. Asıl onlar Allah’ın hakikatleri hakkında; kendileri bir büyüklük, bir uğursuzluk içinde değiller midir? Fakat onların çoğu bilemiyorlar.
132-
وَقَالُواْ مَهْمَا تَأْتِنَا بِهِ مِن آيَةٍ لِّتَسْحَرَنَا بِهَا فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ
Ve kâlû mehmâ tetinâ bihî min âyetin li tesharenâ bihâ fe mâ nahnu leke bi muminîn
Ve kâlû mehmâ teti nâ | : Dediler, ne, ne olursa olsun, getirme, gelme, sen, biz, |
Bi-hî min âyetin | : Onu, delil, işaret, |
Li teshare-nâ bihâ | : İçin, tesir etmek, etkilemek, biz, onunla, |
Fe mâ nahnu leke | : Artık, yine de, biz değiliz, sana, senden, |
Bi muminîne | : İnanan, emin olan, güvenen, |
132- Dediler ki: Sen bizi etkilemek için ne kadar delil getirsen de, artık biz sana güvenecek değiliz.
133-
فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ آيَاتٍ مُّفَصَّلاَتٍ فَاسْتَكْبَرُواْ وَكَانُواْ قَوْمًا مُّجْرِمِينَ
Fe erselnâ aleyhimut tûfâne vel cerâde vel kummele ved dafâdia ved deme âyâtin mufassalâtin festekberû ve kânû kavmen mucrimîn
Fe erselnâ aleyhim | : Böylece, gönderme, sunma, biz, onlara, |
El tûfân | : Tufan, taşkınlık, yakıp yıkma, |
Ve el cerâde | : Yağmalama, yağmacılar grubu, çekirgeler, |
Ve el kummele | : Kan emici, zarar verici, başkasının sırtından geçinen, bit, |
Ve ed dafâdia | : Kurbağalar, necis, pis, kirlilik, faydasız, |
Ve ed deme | : Kan, kan dökücü, pis olan, haram olan, |
Âyâtin mufassalâtin | : Ayetler, deliller, ayrıntılı, kısım kısım açıklama, |
Fe istekberû | : Gene de, buna rağmen, kibirlendiler, |
Ve kânû kavmen mücrimîne | : Oldular, kavim, kimseler, fenalarda kalan, suçlu olan, |
133- Böylece onlara sunduğumuz hakikatleri anlayamadılar ve bir taşkınlık içinde, bir yağmalama içinde, başkasının sırtından geçinme içinde, cehaletin kirliliği içinde ve kan dökücülük içinde kaldılar. Ayetlerimizi kısım kısım açıkladığımız hâlde, yine de bir kibirlilik içinde kaldılar ve onlar fenalarda kalan kimselerden oldular.
134-
وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُواْ يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ لَئِن كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَنِي إِسْرَآئِيلَ
Ve lemmâ vakaa aleyhimur riczu kâlû yâ mûsedu lenâ rabbeke bi mâ ahide indek le in keşefte anner ricze le numinenne leke ve le nursilenne meake benî isrâîl
Ve lemmâ vakaa | : Vuku bulunca, ortaya çıkınca, olay, |
Aleyhim er riczu | : Üzerlerinde, azap, sıkıntı, gazap, öfke, hiddet, |
Kâlû yâ Mûsâ udu | : Dediler, ya Musa, dua et, |
Lenâ rabb ke bimâ | : Bizim için, Rabbine, bu yaptığımız şeyler sebebiyle, |
Bi-mâ ahide | : O şey ile, sebebiyle, ahit, söz verme, |
İnde ke | : Yanında, katında, senin yanında, |
Le in keşefte | : Elbette, eğer, giderme, kaldırma, |
Annâ el ricze | : Bizden, sıkıntı, azap, zorluk, müşkül, |
Le numinu enne leke | : Mutlaka inanacağız, sana, |
Ve le nursilu | : Elbette, mutlaka göndereceğiz, |
Enne mea-ke | : Birlikte, beraber, seninle, |
Benî isrâîle | : İsrailoğulları, |
134- Böylece onlarda büyük sıkıntılar ortaya çıkınca, dediler ki: Ya Musa! Bu yaptığımız şeyler sebebiyle, bizim için Rabbine dua et, senin yanında söz verelim, biz bu sıkıntılardan kurtulalım, mutlaka sana inanacağız ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz.
135-
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ إِلَى أَجَلٍ هُم بَالِغُوهُ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ
Fe lemmâ keşefnâ anhumur ricze ilâ ecelin hum bâligûhu izâ hum yenkusûn
Fe lemmâ | : Böylece, olduğunda, |
Keşef nâ | : Giderme, kurtulma, bulma, açığa çıkarmak, anlamak, biz, |
An-hum er ricze | : Onlardan, azab, sıkıntı, büyük sıkıntı, |
İlâ ecelin hum baligû hu | : Ecel, zaman, belirli bir müddet, onlar, ulaşma, o, |
İzâ hum yenkusûne | : O zaman, onlar, karşı gelme, sözünden dönme, |
135- Onlardaki sıkıntıların, ancak Bizi anlamakla ortadan kalkacağını anladıktan belli bir müddet sonra onlar sözlerinden döndüler.
136-
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَكَانُواْ عَنْهَا غَافِلِينَ
Fentekamnâ minhum fe agraknâhum fîl yemmi biennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn
Fe intikam nâ minhum | : Böylece, nimetin zıddı, rahmetten uzaklaşma, biz, onlar, |
Fe agrak nâ hum | : Böylece boğulma, cehaletlerinde boğulma, onlar, |
Fî el yemmi | : Bahir, derya, kendi hâllerinin içinde, |
Bi ennehum | : Olmaları sebebiyle, onlar, |
Kezzeb bi âyât nâ | : Yalanlarda kalmaları, ayetlerimiz, işaretlerimiz, |
Ve kânû anhâ gâfilîne | : Oldular, ondan, hakikatlerden, gafil, habersiz, |
136- Böylece onlar, Bizi anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar. Böylece onlar ayetlerimize karşı yalanlarda kaldıklarından dolayı, kendi cehaletlerinin içinde boğulup gittiler ve hakikatlerden gafil oldular.
137-
وَأَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذِينَ كَانُواْ يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الأَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنَى عَلَى بَنِي إِسْرَآئِيلَ بِمَا صَبَرُواْ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُواْ يَعْرِشُونَ
Ve evresnel kavmellezîne kânû yustad’afûne meşârikal ardı ve megâribehelletî bâreknâ fîhâ ve temmet kelimetu rabbikel husnâ alâ benî isrâîle bi mâ saberû, ve demmernâ mâ kâne yasnau firavnu ve kavmuhu ve mâ kânû yarişûn
Ve evres nâ el kavme | : Vâris, kalan, bize ait, kavim, topluluk, kimseler, |
Ellezîne kânû yustadafûn | : O kimseler, oldu, zayıf, güçsüz, |
Meşârika el ardı | : Yeryüzünün doğusu, |
Ve megâribe-hâ elletî | : Onun batısı, ki o, |
Bârak nâ fîhâ | : Bereketlendirdik, kutlu, kutsal, nimet, orada, |
Ve temmet | : Tam, uygun, yerine geldi, tamamlamak, |
Kelime rabb ke | : Kelimesi, tecelli, hakikatleri, Rabbinin, |
El husnâ | : Güzel, hoş, güzellik, |
Alâ benî isrâîl | : Üzerlerine, İsrailoğulları, |
Bimâ saberû | : Sabırlarından dolayı, |
Ve demmer-nâ | : Dumur, körelme, gerileme, kaybetme, biz, |
Mâ kâne yasnau | : Değil, şey, ne, olmadı, yapar, kılar, anlamadı, |
Firavnu ve kavmu-hu | : Firavun ve onun kavmi, |
Ve mâ kânû yarişûne | : Olmadı, dikmek, kurmak, arş, taht, makam, yüce, |
137- Bir zayıflık, bir güçsüzlük hâlinde olan o kimseler ise; her şeyin Bize ait olduğunu anladılar, yeryüzünün doğusunda ve batısında her yerde Bizim kutsallığımızda oldular. İsrailoğulları sabrettiklerinden dolayı Rabbinin kelimelerini anlamayı güzelce tamamladılar. Firavun ve kavmi ise, Bizi anlama yolunda bir şey yapamadılar ve körelip gittiler ve makamların yüceliğini anlayamadılar.
138-
وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَآئِيلَ الْبَحْرَ فَأَتَوْاْ عَلَى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلَى أَصْنَامٍ لَّهُمْ قَالُواْ يَا مُوسَى اجْعَل لَّنَا إِلَهًا كَمَا لَهُمْ آلِهَةٌ قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etev alâ kavmin yakufûne alâ asnâmin lehum kâlû yâ mûsac’al lenâ ilâhen ke mâ lehum âlihetun kâle innekum kavmun techelûn
Ve câvez-nâ | : Uzanma, sonsuz, geçme, biz, |
Bi benî isrâîle | : İsrailoğulları’nı, |
El bahra | : Bilgili, ilmin sonsuzluğu, deniz, |
Fe etev alâ kavmin | : Daha sonra, geldiler, getirmek, bir kavim, |
Yakufûne | : Yönelen, inandığına yönelen, akif olan, |
Alâ asnâmin lehum | : Sûret, putlar, onlar, |
Kalu yâ Mûsâ ical | : Dediler, ey Musa yap, |
Lenâ ilâhen | : Bizim için, bize, bir ilah, |
Kemâ lehum âlihetun | : Onlarda olduğu gibi, ilahlar, |
Kâle innekum | : Dedi, doğrusu, siz, |
Kavm techelûne | : Kavim, topluluk, kimseler, cahillik, bilemeyen, |
138- İsrailoğulları bir ilmin sonsuzluğunda Bizi anlamaya koyuldular. Daha sonra onlar sûretlere yönelir hâle geldiler. Dediler ki: Ya Musa! Bize de onların ilahları gibi ilahlar yap. Dedi ki: Doğrusu sizler cahilliğe meyleden bir kavimsiniz.
139-
إِنَّ هَؤُلاء مُتَبَّرٌ مَّا هُمْ فِيهِ وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
İnne hâulâi mutebberun mâ hum fîhi ve bâtılun mâ kânû yamelûn
İnne hâulâi | : Muhakkak ki, doğrusu, bunlar, |
Mutebberun | : Hakikatlerden yüz çeviren, arkasını dönen, |
Mâ hum fî hi | : Değil, şey, ne, onlar, onun içinde, |
Ve bâtıl | : Batıl, boş, asılsız, |
Mâ kânû yamelûne | : Şey, değil, ne, oldu, olmadı, amelleri, yapıyorlar, |
139- Doğrusu onlar hakikatlerden hoşlanmayıp yüz çevirenlerdir ve onların yaptıkları şeyler asılsız boş şeylerdir.
140-
قَالَ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِيكُمْ إِلَهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Kâle e gayrallâhi ebgîkum ilâhen ve huve faddalekum alel âlemîn
Kâle e gayr Allah | : Dedi, başka, değil, Allah, |
Ebgî-kum ilâhen | : Size, sizin için, isteyeyim, arayayım, bir ilah, |
Ve huve faddale-kum | : O, fazilet, lütuf, sıfat, nimet, sizi, |
Alâ el âlemîne | : Üzerinde, alem, sıfatlar, nişan, işaret, alamet, halk, |
140- Dedi ki: O sizin üzerinizde tüm sıfatlarını lütfetmişken, Allah’tan başka bir ilah mı arayayım size?
141-
وَإِذْ أَنجَيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَونَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُقَتِّلُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
Ve iz enceynâkum min âli firavne yesûmûnekum sûel azâb yukattilûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum ve fî zâlikum belâun min rabbikum azîm
Ve iz encey-nâ-kum | : O zaman, olmuştu, necat bulma, kurtuluş, biz, siz, |
Min âli firavne | : Firavun ailesinden, |
Yesûmûne-kum | : Sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar, |
Se el azâb | : Kötü, azap, sıkıntı, |
Yukattilûn | : Yok ediyor, yazık ediyor, |
Ebnâe-kum | : Sizin oğullarınız, evlat, |
Ve yestahyûne nisâe kum | : Bırakıyorlar, kadınlarınız, |
Belâun | : İmtihan, dikkatlice düşünme, |
Min rabbi kum azîm | : Rabbinizden, büyük, yüce, |
141- Siz firavun ailesine karşı Bizde necat bulmuştunuz. O sizlere kötü sıkıntılar veriyor, oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı bırakıyordu. Bunlarda sizin için çok dikkatli düşünmeler vardır.
142-
وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلاَثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً وَقَالَ مُوسَى لأَخِيهِ هَارُونَ اخْلُفْنِي فِي قَوْمِي وَأَصْلِحْ وَلاَ تَتَّبِعْ سَبِيلَ الْمُفْسِدِينَ
Ve vâadnâ mûsâ selâsîne leyleten ve etmemnâhâ bi aşrin fe temme mîkâtu rabbihî erbaîne leyleh ve kâle mûsâ li ahîhi hârûnahlufnî fî kavmî ve aslıh ve lâ tettebi sebîlel mufsidîn
Ve vâad nâ Mûsâ | : Vaat, tecelli, yerine getirme, söz, işleyiş, Musa, |
Selâsîn | : Üç, anlama kolaylığı, açık, otuz, makamlar, ahenk, |
Leyleten | : Karanlık, cehaletin karanlığı, gece, bilinmeyen, |
Ve etmem nâ hâ | : Tamam, uygun, biz, o, |
Bi aşr | : On, bölüm, kısım kısım, |
Fe temme | : Tamamlama, anlamak, |
Mikâtû | : Tespit edilen, belirlenen, zaman mekan ilişkisi, |
Rabbi hî | : Rabbini, |
Erbaîne | : Dört olmak, kısım, bölüm, Rabbine dönmek, taraf, |
Leyleten | : Gece, karanlık, cehaletin karanlığı, belli bir zaman, |
Ve kâle Mûsâ | : Dedi, Musa, |
Li ahî hi Hârûn | : Kardeşine, Harun |
Ahluf-nî fî kavmî | : Benim yerime geç, bana halife ol, kavmim içinde, |
Ve aslıh | : Islah et, temizlenmek, düzeltme, iyileştirme, |
Ve lâ tettebi | : Yok, uyma, tâbi olmak, uymak, |
Sebîl el müfsidîne | : Yolunda, bozguncu, ikilik çıkaran, |
142- Musa tecellilerimizi anlamak için, karanlıktan geçip belli bir ahenk içinde kaldı ve o Bizi anlamayı kısım kısım tamamladı. Böylece o Rabbini anlamak için Rabbine döndü, belirlenen o makamları tamamladı. Musa, kardeşi Harun’a: Kavmim içinde benim yerime geç ve onları ıslah etmeye devam et ve sakın ikilik çıkaranlara uyma, dedi.
143-
وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lemmâ câe mûsâ li mîkâtinâ ve kellemehu rabbuhu kâle rabbi erinî enzur ileyk kâle len terânî ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarre mekânehu fe sevfe terânî fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saıkan, fe lemmâ efaka kâle subhâneke tubtu ileyke ve ene evvelul muminîn
Ve lemmâ câe Mûsâ | : Olduğu zaman, olunca, geldi, anladı, Musa, |
Li mîkâti-nâ | : Tespit edilen yer, belli bir zaman, zaman mekan ilişkisi, |
Ve kelleme-hu Rabb hu | : Kelam, kelime, tecelli, o, Rabbi, |
Kâle Rabbi erinî | : Dedi, Rabbim, göster, bana, |
Enzur ileyke | : Göreyim, bakayım, sana, |
Kâle len terâ nî | : Dedi, değil, asla, göremezsin, beni, |
Ve lâkin unzur | : Lakin, fakat, bak, gözlemle, gör, incele, |
İlâ cebel | : Yücelik, dağ, tüm varlıktaki yücelik, fazıl kimse, |
Fe in istekarre | : Eğer, sabit, kararlı, istikrar, |
Mekân hu | : Yer, mekan, o, |
Fe sevfe terâ-nî | : Böylece, yakında, gelecekte, göreceksin, anlamak, ben, |
Fe lemmâ tecellâ | : Fakat, olduğunda, tecellileriyle, |
Rabbu-hu li el cebel | : Rabbi, o, için, yücelik, yüksek, dağ, |
Ceale hu dekkan | : Yaptı, eyledi, kıldı, vurmak, çekmek, dağılmak, yokluk, |
Ve harra Mûsâ | : Düştü, teslim oldu, kendinden geçti, Musa, |
Saikan | : Sebep, baygın, teslim oldu, ölüm, yıldırım, şaşkınlık, |
Fe lemmâ efaka | : Kendini anladığında, sonra, ayıldığı zaman, |
Kâle subhân ke | : Dedi, noksan sıfatlardan münezzeh, sen, |
Tubtu | : Tövbe, dönmek, |
Ve ene evvel | : Ben, ilk, ilk başlangıç, öncelik, |
El muminîne | : Mümin, emin olan, |
143- Musa belirli bir zaman içinde Bizi anlamak için gayret gösterdiğinde ve Rabbinin o kelimelerini anladığında, dedi ki: Rabbim! Göster kendini göreyim seni. Bildirdik: Beni asla göremezsin ve lâkin varlıktaki tüm yüceliklere bak, böylece bir istikrar içinde bütün mekânları gözlemlersen, artık yakında Beni tanıyacaksın. Böylece o Rabbinin yüceliğini tüm tecellileriyle her yerde gördüğünde, o tüm niteliklerinin O’na ait olduğunu anladı ve Musa kendinden geçti teslim oldu. Böylece kendini anladığında, dedi ki: Sana döndüm, sen noksan sıfatlardan münezzehsin ve ben her şeyin senden başladığına emin oldum.
144-
قَالَ يَا مُوسَى إِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالاَتِي وَبِكَلاَمِي فَخُذْ مَا آتَيْتُكَ وَكُن مِّنَ الشَّاكِرِينَ
Kâle yâ mûsâ innîstafeytuke alen nâsi bi risâlâtî ve bi kelâmî fe huz mâ âteytuke ve kun mineş şâkirîn
Kâle yâ Mûsâ | : Bildirildi, dedi, ey Musa, |
İnnî istafeytu ke | : Muhakkak, beni anlayanlardan, sen, |
Alâ en nâsi | : İnsanlara, |
Bi risâlet | : Risalet, hakikat bilgilerini aktaran, |
Ve bi kelâmî | : Sözler, hakikatlerin ifadesi, kelamımla, sözümle |
Fe huz mâ âteytu-ke | : Artık, al, sar, kuşat, sahip çık, sana sunulan şeyler, |
Ve kun min el şâkirîne | : Ol, nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerden, |
144- Bildirildi: Ya Musa! Sen Beni anlayanlardan oldun. Sen insanlara hakikatlerin bilgilerini aktar ve benim kelamım üzere hareket et. Bundan böyle sana sunulan şeylere sahip çık ve sıfatların sahibini bilip teslim edenlerden ol.
145-
وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الأَلْوَاحِ مِن كُلِّ شَيْءٍ مَّوْعِظَةً وَتَفْصِيلاً لِّكُلِّ شَيْءٍ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُواْ بِأَحْسَنِهَا سَأُرِيكُمْ دَارَ الْفَاسِقِينَ
Ve ketebnâ lehu fîl elvâhı min kulli şey’in mevızaten ve tafsîlen li kulli şeyin fe huzhâ bi kuvvetin ve’mur kavmeke ye’huzû bi ahsenihâ seurîkum dârel fâsikîn
Ve keteb-nâ lehu | : Yazdık, ona, |
Fî el elvâhı | : Levhaların içine, sayfa, |
Min kulli şey | : Bütün her şeyi, bütün varlık, |
Mevızaten | : Vaaz ederek, söz söyleme, seslenme, |
Ve tafsîlen li kulli şeyin | : Ayrıntılı, ayrı ayrı açıklamak, bütün her şeyi, |
Fe huz-hâ bi kuvvetin | : Artık onu al, tut, sar, sahip çık, kuvvet, güç, |
Ve emr kavme ke | : Hüküm, işleyiş, öğüt, emir, kavmine, |
Yehuzû bi ahsen hâ | : Alsınlar, sarılsınlar, sahip çıkmak, en güzel bir hâlde, |
Se urî kum | : Göstermek, bildirmek, anlamak, siz, |
Dâre el fâsikîne | : Sıkıntı, yer, yurt, ikilikte kalan, fasıklık halleri, |
145- Bütün varlık sayfalarında hakikatleri yazdık ve bütün varlıkta hakikatleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık ve kuvvetimizle onu sardık ve bütün her yerden seslenmekteyiz. Sen kavmine işleyişi anlat, o hakikatlere en güzel bir hâlde sahip çıksınlar. Siz fâsıklık hâllerinde kalmanın ne olduğunu anlayacaksınız.
146-
سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا وَإِن يَرَوْاْ سَبِيلَ الرُّشْدِ لاَ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً وَإِن يَرَوْاْ سَبِيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَكَانُواْ عَنْهَا غَافِلِينَ
Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yuminu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebîlel gayyi yettehızûhu sebîl zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn
Se asrifu an âyeti | : Çevirme, uzaklaşma, delil, işaret, |
Ellezîne yetekebberûne | : O kimseler, kibirlenirler, |
Fî el ardı | : Yeryüzünde, |
Bi gayri el hakk | : Gayri, değil, başka, hak, hakikat, gerçek, |
Ve in yerev kulle âyetin | : Eğer, görseler, anlasalar, bütün, hepsi, ayet, işaret, delil, |
Lâ yuminu bihâ | : İnanmazlar, ona, |
Ve in yerev | : Eğer görseler, |
Sebîl er ruşd | : İrşad yolu, kemalat, doğru yolu gösterme, |
Lâ yettehızû-hu | : Onu edinmezler, girmezler, |
Sebîl | : Yol, hakikatin yolu, |
Ve in yerev | : Eğer, görseler, anlasalar, |
Sebîl el gayyi | : Gayy, akılsız, yolunu kaybeden, |
Yettehızû-hu sebîlen | : Onu yol edinirler, |
Zâlike bi enne-hum | : İşte bu, olması, onların, |
Kezzebû bi âyeti nâ | : Yalanladılar, yalanlarda kaldılar, ayetlerimiz, delil, |
Ve kânû anhâ gâfilîne | : Oldular, ondan, gafil, farkında olmayan, |
146- Kibirli olan kimseler ayetlerimizi anlamaktan uzaktırlar, yeryüzünde hakikatlerden başka şeylere yönelirler. Eğer onlara, tüm deliller gösterilse de ona inanmazlar ve eğer onlara, kemalat yolu gösterilse o yolda olmazlar. Onlara kemalat yolunun dışında bir yol göstersen o yolda olurlar. İşte bu, ayetlerimize karşı onların, yalanlarda kalmalarından dolayıdır ve hakikatlere karşı gaflet içindedirler.
147-
وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَلِقَاء الآخِرَةِ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ هَلْ يُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat amâluhum hel yuczevne illâ mâ kânû yamelûn
Ve ellezîne kezzebû | : O kimseler, yalanlam, yalanlarda kalma, |
Bi âyâti nâ | : Ayetlerimiz, işaret, delil, |
Ve likâe | : Tevhîd, kavuşma, ulaşma, birleşmek, |
El âhiret | : Sonunda, |
Habitat amel hum | : Heba oldu, boş, onların amelleri, çalışmaları, |
Hel yuczevne | : Karşılık bulur mu? |
İllâ mâ kânû yamelûne | : Başka, hariç, değil, şey, ne, oldu, amel etme, yaptıkları, |
147- Ayetlerimize ve Tevhîd’e karşı o kimseler yalanlarda kaldılar. Sonunda onların amelleri boşa çıktı. Hakikat yolunda çalışmayanlar hiç karşılık bulabilirler mi?
148-
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسَى مِن بَعْدِهِ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلاً جَسَدًا لَّهُ خُوَارٌ أَلَمْ يَرَوْاْ أَنَّهُ لاَ يُكَلِّمُهُمْ وَلاَ يَهْدِيهِمْ سَبِيلاً اتَّخَذُوهُ وَكَانُواْ ظَالِمِينَ
Vettehaze kavmu mûsâ min ba’dihî min huliyyihim iclen ceseden lehu huvâr e lem yerev ennehu lâ yukellimuhum ve lâ yehdîhim sebîlen ittehazûhu ve kânû zâlimîn
Ve ittehaze kavmu Mûsâ | : Edindiler, sarıldılar, kavmi, Musa, |
Min ba’di-hî | : Ondan sonra, daha sonra, |
Min huliyyi-him | : Süs, takı, ziynet, gösterişli haller, onlar, |
İclen | : Tapınma halleri, ayrılma, sürme, sürgün, buzağı, |
Ceseden | : Sûret, ölü, heykel, idraksizlik, |
Lehu huvârun | : Onun var, böğürme, eski cehaletine dönme, |
E lem yerev | : Görmüyorlar mı? |
Enne hu lâ yukellimu-hum | : Olduğu, yok, konuşma, kelam, onlar, |
Ve lâ yehdî-him | : Yok, yol, bulma, kılavuz, hidayet, onlar, |
Sebîlen ittehazû hu | : Yol, edinme, sarılma, o, |
Ve kânû zâlimîne | : Oldular, zalimler, zulmedenler, |
148- Musa’nın kavmi, ondan sonra bir benlik içinde gösterişli hâllere sarıldılar. O cehalet hâllerindeki sûretlere dönüp, tapınmalarda kaldılar. O tapındıklarının kelamının olmadığını onlar göremezler mi? Onlar o yolda, hakikate yol gösteremeyene sarıldılar ve zalimlerden oldular.
149-
وَلَمَّا سُقِطَ فَي أَيْدِيهِمْ وَرَأَوْاْ أَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواْ قَالُواْ لَئِن لَّمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Ve lemmâ sukıta fî eydîhim ve reev ennehum kad dallû kâlû le in lem yerhamnâ rabbunâ ve yağfir lenâ le nekûnenne minel hâsirîn
Ve lemmâ sukıta | : Farkına vardığında, aklı başına gelen, |
Fî eydî him | : Elleri, gücü, yaptıkları, |
Ve raev enne hum | : Gördüler, kendileri, onlar, |
Kad dallû | : Oldu, dalalet, sapma, hakikatlerin dışına çıkmak, |
Kâlû le in lem yerham-nâ | : Dediler, elbette, eğer, değil, rahmet etmezse, biz, |
Rabbu-nâ | : Rabbimiz, |
Ve yağfir-lenâ | : Mağfiret eden, temizleyen, bağışlayan, bize, |
Le nekûn enne | : Elbette, biz oluruz, |
Min el hâsirîne | : Hüsrana düşen, kaybedenler, |
149- Onlar ne yaptıklarının farkına vardıklarında, kendilerinin hakikatlerin dışına çıktıklarını gördüler. Dediler ki: Eğer biz, Rabbimizin rahmetini ve bize mağfiretini anlayamazsak, elbette bizler kaybedenlerden oluruz.
150-
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونِي مِن بَعْدِيَ أَعَجِلْتُمْ أَمْرَ رَبِّكُمْ وَأَلْقَى الألْوَاحَ وَأَخَذَ بِرَأْسِ أَخِيهِ يَجُرُّهُ إِلَيْهِ قَالَ ابْنَ أُمَّ إِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُواْ يَقْتُلُونَنِي فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء وَلاَ تَجْعَلْنِي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Ve lemmâ recea mûsâ ilâ kavmihî gadbâne esifen kâle bi’semâ haleftumûnî min ba’dî, e aciltum emre rabbikum ve elkal elvâha ve ehaze bi re’si ahîhi yecurruhû ileyh kâlebne umme innel kavmestadafûnî ve kâdû yaktulûnenî fe lâ tuşmit biyel adâe ve lâ tecalnî meal kavmiz zâlimîn
Ve lemmâ recea Mûsâ | : Olduğunda, dönme, aslı, Musa, |
İlâ kavmi hî gadbâne | : Kavmine, içerlemiş, kırgın, kızgın, |
Esif | : Üzüntülü, kaygılı, |
Kâle bi’se mâ | : Dedi, ne kötü, |
Mâ haleftum nî | : Yerine gecen, ardından gelen, bıraktığım, benim, |
Min ba’dî e aciltum | : Sonra, -den sonra, acele ettiniz, acele edersiniz, |
Emre rabbi-kum | : Emir, işleyiş, hüküm, Rabbinizin, |
Ve elka el elvâha | : Bıraktı, belgeler, levhaları bıraktı, |
Ve ehaze bi re’si | : Aldı, tuttu, başını, saçını, |
Ahî hi | : Kardeş, o, |
Yecurru hû ileyhi | : Çekmek, asılmak, o, ona, kendisine, |
Kâle ibne umme | : Dedi, anne oğlu, annem oğlu, |
İnne el kavme istadafû-nî | : Muhakkak, kavim, hakir, güçsüz, zayıf, beni, |
Ve kâdû yaktulûne-nî | : Neredeyse, az kalsın, beni öldürüyorlar, |
Fe lâ tuşmit | : Artık, yok, sevindirme, |
Biye el adâe | : Benim, düşman, âdetler, |
Ve lâ tecal nî | : Yok, eyleme, beni kılma, yapma, ezme, |
Mea el kavmi ez zâlimîne | : Birlikte, zalim kimseler, |
150- Musa, kavmine kaygılı, içerlemiş bir hâlde döndü. Dedi ki: Benim bıraktığım hakikatlere karşı ne kötü bir şey yaptınız. Rabbinizin hükümlerini anlamada neden acele ettiniz? Musa, hakikatlerin levhalarını ortaya koydu ve kardeşinin başından tuttu, onu kendine doğru çekti. Kardeşi dedi ki: Anamın oğlu! Doğrusu kavmim beni zayıf, güçsüz bırakmaya çalıştı ve az kalsın beni öldüreceklerdi. Artık onların âdetlerine uyup onları mutlu etme ve zalim kimselerle birlikte olup beni ezme.
151-
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلأَخِي وَأَدْخِلْنَا فِي رَحْمَتِكَ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
Kâle rabbıgfirlî ve li ahî ve edhilnâ fî rahmetike ve ente erhamur râhımîn
Kâle rabbi ıgfir lî | : Dedi, Rabbim, beni bağışla, mağfiret et, |
Ve li ahî | : Kardeşim, |
Ve edhil-nâ | : Bizi dahil et, nail eyle, |
Fî rahmeti ke | : Rahmetine, rahmetinin içine, |
Ve ente erhamu | : Sen, rahmet eden, rahmetinle saran, |
El râhımîne | : Özünden var edensin, |
151- Musa dedi ki: Rabbim! Bana ve kardeşime mağfiret eyle ve bizi rahmetine nail eyle, sen özünden var ettiğin varlığı rahmetinle saransın.
152-
إِنَّ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَرِينَ
İnnellezînettehazûl ıcle seyenâluhum gadabun min rabbihim ve zilletun fîl hayâtid dunyâ ve kezâlike neczîl mufterîn
İnne ellezîne ittehazû | : Doğrusu, o kimseler, edinen, sarılan, o hâle dönen, |
El ıcle | : Buzağı, ayrılma, tapınma, tapınma hâlleri, |
Se yenâlu-hum | : Nail olma, uğrama, o hâle düşme, |
Gadabun | : Gadap, öfke, hiddet, |
Min rabbi-him | : Rablerinden, Rablerine karşı, |
Ve zilletun | : Alçalma, değersiz, bir zillet, |
Fî el hayâti dunyâ | : Yaşamlarında, dünya hayatında, |
Ve kezâlike neczî | : Böylece, işte böyle, karşılık, |
El mufterîne | : İftira eden, uyduran, |
152- Doğrusu, cehalet hâllerinden gelen tapınma hâllerine dönen o kimseler; Rabbini anlamada hiddet hâllerinde kalırlar, dünya hayatında bir zillet içinde olurlar. İşte uydurmalarda kalanların karşılığı budur.
153-
وَالَّذِينَ عَمِلُواْ السَّيِّئَاتِ ثُمَّ تَابُواْ مِن بَعْدِهَا وَآمَنُواْ إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Vellezîne amilûs seyyiâti summe tâbû min badihâ ve âmenû inne rabbeke min badihâ le gafûrun rahîm
Ve ellezîne amilû el seyyiât | : O kimseler, amel, çalışma, fenalıklar, kötü hâller, |
Summe tâbû min badi hâ | : Sonra, pişman olup dönme, tövbe, onun arkasından, |
Ve âmenû | : İman ettiler, |
İnne rabbe ke | : Muhakkak ki, Rabbin, |
Min badi hâ | : Ondan sonra, her zaman, |
Le gafûrun | : Elbette mağfiret edendir, bağışlayan, |
Rahîm | : Rahîm olan, özünden var eden, |
153- Kötü amellerde olan kimseler, sonra yaptıklarından pişman olup dönerler ve iman ederlerse, muhakkak ki Rabbin her zaman elbette mağfiret edendir, rahîm olandır.
154-
وَلَمَّا سَكَتَ عَن مُّوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الأَلْوَاحَ وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
Ve lemmâ sekete an mûsel gadabu ehazel elvâh ve fî nushatihâ huden ve rahmetun lillezîne hum li rabbihim yerhebûn
Ve lemmâ sekete an | : Olduğu zaman, sakin, sükûn, sus, geçme, |
Mûsâ el gadabu | : Musa, kızgın, öfke, kırgın, |
Ehaze el elvâhe | : Levhaları tuttu, aldı, |
Ve fî nushati-hâ | : İçinde, nüsha, yazılı şey, belge, o, |
Huden | : Yol gösterme, hidayet, hakikatin yolu, |
Ve rahmetun li ellezîne | : Rahmet, kimseler için, |
Hum li rabbi-him | : Onlar, Rablerine karşı, |
Yerhebûne | : Saygılı, korku, |
154- Musa’nın öfkesi geçince levhaları aldı. O nüshaların içinde yol gösterme ve Rabbine karşı saygılı olan kimseler için rahmetler vardı.
155-
وَاخْتَارَ مُوسَى قَوْمَهُ سَبْعِينَ رَجُلاً لِّمِيقَاتِنَا فَلَمَّا أَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ أَهْلَكْتَهُم مِّن قَبْلُ وَإِيَّايَ أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا إِنْ هِيَ إِلاَّ فِتْنَتُكَ تُضِلُّ بِهَا مَن تَشَاء وَتَهْدِي مَن تَشَاء أَنتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الْغَافِرِينَ
Vahtâra mûsâ kavmehu sebîne raculen li mîkâtinâ fe lemmâ ehazet humur recfetu kâle rabbi lev şite ehlektehum min kablu ve iyyâye e tuhlikunâ bi mâ feales sufehâu minnâ in hiye illâ fitnetuke tudıllu bihâ men teşâu ve tehdî men teşâu ente veliyyunâ fâgfirlenâ verhamnâ ve ente hayrûl gâfirîn
Ve ahtâra Mûsâ kavm hu | : Seçti, tercih, eşlik, Musa, kavmi, o, |
Sebîne raculen | : Yetmiş, ileri gelen, kişi, |
Li mîkât nâ | : Belirlenen yer vakit, zaman, biz, |
Fe lemmâ ehazet hum | : Fakat, olunca, sardı, yakaladı, sarıldı, onlar, |
El recfet | : Titremek, sarsılma, şiddetli sarsıntı, |
Kâle rabbi lev şite | : Dedi, Rabbim, eğer, istemek, arzu, |
Ehlekte-hum min kablu | : Helak olma, yazık etme, yok olma, daha önce, |
Ve eyaye e tuhliku nâ | : Beni, sen, helak, etme, yazık etme, biz, kendimiz, |
Bimâ feala | : Yapılan şey, |
El sufehâu | : Sefih, akılsız, aklını işletmeyen, idraksizlik, bizden, |
Minnâ in hiye | : Bizden, bizlere, sadece, ancak, o, |
İllâ fitnetu ke | : Sadece, ancak, imtihan, dikkatlice düşünme, sen, |
Tudıllu bihâ | : Dalalette, hakikatlarden sapan, onun, |
Men teşâu | : Kim, isterse, seni anlamak isteyen kimse, |
Ve tehdî men teşâu | : Yol gösteren, kim, isteyen kimse, istediğin, |
Ente veliyyu-nâ | : Sen, sahip, bizim velimizsin, dostumuzsun, |
Fe ıgfir lenâ | : Artık bize mağfiret et, |
Ve ırham-nâ | : Bize merhamet et, |
Ve ente hayru el gâfirîne | : Sen, hayırlı olan, mağfiret eden, |
155- Onun kavminden, Bizi anlama yolunda yetmiş kişi Musa’ya eşlik etti. Böylece onlar hakikatlerle sarsıldılar. Öncekilerden hakikatlere uymayanlar için dedi ki: Rabbim! Eğer onlar isteselerdi seni anlayıp kendilerine yazık etmezlerdi. Aklını işletmeyenlerin yaptıkları şeylere uyanlardan olursam, seni anlamayıp kendimize yazık etmez miyiz? Biz de onlar gibi olmaz mıyız? Dikkatlice düşünceyi veren ancak sensin. Seni anlamayı isteyen kimseye yol gösterensin. O hakikatlerin yolundan sapan kimselere de sen her an yol gösterensin. Sen bizim sahibimizsin. Bize mağfiret edensin ve bize merhamet edensin ve sen mağfiretinle hayırlar verensin.
156-
وَاكْتُبْ لَنَا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ إِنَّا هُدْنَا إِلَيْكَ قَالَ عَذَابِي أُصِيبُ بِهِ مَنْ أَشَاء وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ
Vektub lenâ fî hâzihid dunyâ haseneten ve fîl âhıreti innâ hudnâ ileyk kâle azâbî usîbu bihî men eşâu ve rahmetî vesiat kulle şey fe se ektubuhâ lillezîne yettekûne ve yu’tûnez zekâte vellezîne hum bi âyâtinâ yuminûn
Ve uktub lenâ | : Sun, yaz, ver, bize, |
Fî hâzihi ed dunyâ | : Bu dünyada, yaşamda, |
Hasenat | : İyi çalışmalar, iyilik, güzellik, |
Ve fî el âhıreti | : Sonunda, sonuna kadar, |
İnnâ hud nâ ileyke | : Şüphesiz, gerçekten, biz, yöneldik, döndük, sana, |
Kâle azâb | : Dedi, bildirdik, sıkıntı, azap, müşkül, |
Usîbe bihî | : İsabet, o hâlde kalmak, ona, |
Men eşâu | : Kim, kimse, ister, isteyen, kendi cehaletini isteyen, |
Ve rahmet | : Rahmet, |
Vesiat kulle şeyin | : Kuşattı, sardı, bütün her şeyi, |
Fe se ektubuhâ | : Böylece, yazmak, var etmek, yazılı levhalar, mektup, |
Li ellezîne yettekûne | : O kimseler, takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama, |
Ve yutûne ez zekâte | : Zekâ, temizlenme içinde olup paylaşmak, |
Ve ellezîne hum bi âyât nâ | : O kimseler, onlar, kendileri, ayetlerimiz, işaret, |
Yuminûne | : Ïman ederler, inanırlar, |
156- Bize yaşamımızda ve sonunda hasenatlar ver, biz şüphesiz sana yöneldik. Bildirdik: Kim hakikatleri anlamamayı isterse o sıkıntılarda kalır. Rahmetim bütün her şeyi kuşatmıştır. Fenalardan sakınan, ortak koşmayan kimseler, her şeyde var olan levhaların Bize ait olduğunu bilirler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve o kimseler kendilerindeki işaretlerimize inanırlar.
157-
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli yemuruhum bil marûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu ulâike humul muflihûn
Ellezîne yettebıûne | : O kimseler ki, uyma, tâbi olma, takip etmek, |
El resûl | : Resul, hakikati gösteren, irsal eden, aktaran, |
En nebiy | : Haberci, haber veren, haber getiren, bildiren, |
El ummiyye | : Annesinden doğduğu saflıkta, |
Ellezîne yecidûne hu | : Bulurlar, o, |
Mektuben | : Yazılı olan, var olan, bilgiler, |
İnde-hum | : Yanlarında, O’nda, katında, O’na ait, onlar, |
Fî et tevrâti | : Yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
Ve el incil | : Müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh, |
Yemr hum | : İşleyiş, emir, tavsiye, |
Bi el marûf | : Ariflik, bilmeyi, irfan olma, bilinen, iyi olan, |
Ve yenhahûm | : Nehyeder, engel olurlar, |
An el munker | : Kötülük, inkâr, |
Ve yuhil lehum et tayyibât | : Helal, uygun, o hâlde olma, onlara temiz olan, |
Ve yuharrimu | : Yasak, haram kılar, |
Aleyhim el habâise | : Onlara, kötü olan, habis olan, zararlı, |
Ve yedau anhum | : Kaldırır, koyar, verir, onlardan, |
Isra hum | : Vurgu, zorluk, yük, onlar, |
Ve el aglâle elletî | : Bağlılık, pranga, zincirin halkaları, ki o, |
Kânet aleyhim | : Oldu, olmuş, onlarin üzerlerine, kendilerinde, |
Fe ellezîne âmenû bihî | : Böylece o kimseler, iman ettiler, ona, |
Ve azzerû-hu | : Saygı gösterdiler, özür dileme, o, |
Ve nasarû-hu | : Yardım, o, |
Ve ittebeû en nûre ellezî | : Uyma, tâbi olma, o nura, aydınlık, ki o, |
Unzile mea hu | : Ïndirildi, sunulan, birlikte, birlikte hareket eden, o, |
Ulâike hum el muflihûne | : İşte onlar onlar felah, bulan, kurtulan, özü anlayan, |
157- O kimseler, annesinden doğduğu saflıkta olan Resul ve Nebilere uyarlar. Onlar yasaları ve huzur veren bilgileri kendilerinde bulurlar. Onlar arif olmayı tavsiye ederler ve inkârı kötülüğü menederler ve onlar tertemiz olma yolunda olurlar ve kötü hâllerde olmayı uygun bulmazlar ve onlar zorluklara dayanıklıdırlar ve onlar kendilerinde olan hakikatlere bağlıdırlar. O kimseler Hakk’a iman edenlerdir ve onlar saygılıdırlar ve onlar yardım edenlerdir. O kimseler ve o kimselerle birlikte hareket edenler, sunulan hakikatlerle aydınlanmaya tâbi olurlar. İşte onlar felah bulanlardır.
158-
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Kul yâ eyyuhen nâsu innî resûlullâhi ileykum cemîanillezî lehu mulkus semâvâti vel ard lâ ilâhe illâ huve yuhyî ve yumît fe âminû billâhi ve resûlihin nebiyyil ummiyyillezî yuminu billâhi ve kelimâtihî vettebiûhu leallekum tehtedûn
Kul yâ eyyuhâ en nâsu | : De, anlat, ey insanlar, |
İnnî resul Allah | : Ben, resul, hakikatleri gösteren, Allah, |
İleykum cemîan ellezî | : Size, topluluk, hepinize, ki o, |
Lehu mulku el semâvâti | : O’na, mülk, hükümdar, semaların, |
Ve el ardı | : Ve yeryüzü, |
Lâ ilâhe illa huve | : İlâh yoktur, O vardır, |
Yuhyî ve yumîtu | : Hayat verendir ve o ölümü sunan, |
Fe âminû bi Allâh | : Artık, Allah’a inanın, iman edin, |
Ve resûli-hi | : Resul, hakikati gösteren, açığa çıkaran, o, |
En nebiyyi | : Nebi, haberci, bildiren, |
El ummiy ellezî | : Ümmi, ki o, annesinden doğduğu saflıkta, |
Yuminu bi Allah | : İnanır, iman eder, Allah, |
Ve kelimâti-hî | : Hakikatlerin sözleri, kelimeleri, ilahi sözler, o, |
Ve ittebiû-hu | : Ona tabî olun, |
Lealle-kum tehtedûne | : Umulur ki, siz, hakikatlere yol bulursunuz, ulaşırsınız, |
158- De ki: Ey insanlar! Ben sizlere Allah’ın hakikatlerini gösteren biriyim. Göklerin ve yerin hükümranı O’dur, ilah yoktur, O vardır. Hayat verendir ve ölümü sunandır. Artık Allah’a inanın. Annelerinden doğduğu saflıkta Allah’a inanan o Resule ve Nebiye uyun ve o ilahi sözlere uyun ve ona tâbi olun. Umulur ki siz hakikatlere ulaşırsınız.
159-
وَمِن قَوْمِ مُوسَى أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ
Ve min kavmi mûsâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî yadilûn
Ve min kavmi Mûsâ | : Musa, kavminden, |
Ummetun yehdûne | : Ümmet, bir topluluk, doğru yola ileten, yol gösteren, |
Bi el hakkı | : Hakk’a, gerçek, doğru olan, |
Be bi-hî yadilûne | : Onunla, adaletli olan, |
159- Musa’nın kavminden Hakk’a yol gösteren ve adaletli davranan topluluklar da vardı.
160-
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا أُمَمًا وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى إِذِ اسْتَسْقَاهُ قَوْمُهُ أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Ve kattanâhumusnetey aşrete esbâtan umemâ ve evhaynâ ilâ mûsâ izisteskâhu kavmuhu enıdrıb bi asâkel hacer fenbeceset minhusnetâ aşrete aynâ kad alime kullu unâsin meşrebehum, ve zallelnâ aleyhimul gamame ve enzelnâ aleyhimul menne ves selvâ kulû min tayyibâti mâ rezaknâkum ve mâ zâlemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
Kataa nâ hum | : Ayırmak, yol almak, delil bürhan ile anlatmak, biz, onlar, |
İsnetey aşrate | : On iki, |
Esbâtan umemen | : Nesil, kol, kısım, delil, torunlar, topluluk, ümmet, |
Ve evhay-nâ ilâ Mûsâ | : Biz vahyettik, ulaştı, biz, bildirdik, Musa, |
İz isteskâ-hu kavmu hu | : Yardım istediğinde, talep etti, su istedi, o, kavmi, o, |
En ıdrıb | : Darbe, vurmak, vurgula, |
Bi asâ ke | : Taşıdığı bildiği, sopa, meydana çıkma, sen, |
El hacer | : Taş, sağlamlık, |
Fe inbeceset min hu | : Böylece, ortaya çıktı, olabilir, yön, konu, fışkırdı, ondan, |
İsnetâ aşrate | : On iki, bir kısım, bir grup, |
Aynen | : Aynılık, benzerlik, pınar, göz, bakış, |
Kad alime | : Oldu, bilgili, bildi, |
Kullu unâsin | : Her, bütün, insanlar, |
Meşrab hum | : Meşrep, anlayış biçimi, gittiği yol, fikir, onlar, |
Ve zallel nâ aleyhim | : Gölge, korundu, anladı, yöneldi, biz, onlara, üzerlerine, |
El gamame | : Beyaz bulutu, berrak, tertemiz, örten, üstünü kaplayan, |
Ve enzel nâ aleyhim | : Sunduk, indirdik, onlara, üzerlerine, |
El men | : Şahıs, zat, kimlik, kudret helvası, nurun zevki, hissiyatı, |
Ve el selvâ | : Kanaat, yetinme, hoşnut olma, bal, mutlu olma, bıldırcın, |
Kulû min tayyibâti | : Beslenme, gıda, yarlanma, bilgilenme, temiz olan, |
Mâ razak nâ kum | : Şey, ne, değil, rızık, fayda, yarar, nimet, biz, siz, |
Ve mâ zâlemû-nâ | : Değil, şey, ne, zulmetme, biz, |
Ve lâkin kânû enfus hum | : Lakin, fakat, oldu, nefs, kendileri, onlar, |
Yazlimûne | : Zulmediyorlar, |
160- Musa; ulaştığı Bizim hakikatlerimizi, onlara on iki delil ile anlattı, toplulukların aynı kökten geldiğini bildirdi. Kavmi o hakikatlerden bilmediklerini anlamak istediğinde, bildiklerini taşıdıklarını sağlam bir delille vurguladı. Böylece onlara on iki delil ile her varlığın aynı özden geldiğini anlattı. Her insan kendindeki meşrebe göre bilenlerden olur. Onların üzerlerindeki o tertemiz nur Bizim gölgemizdir ve o nurun hissiyatını onlara sunduk ve kanaat verdik. Size verdiğimiz rızıklardan tertemiz yararlanın. Biz zulmeden değiliz ve lakin onlar kendilerine zulmediyorlar.
161-
وَإِذْ قِيلَ لَهُمُ اسْكُنُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُواْ حِطَّةٌ وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّدًا نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطِيئَاتِكُمْ سَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
Ve iz kîle lehumuskunû hâzihil karyete ve kulû minhâ haysu şitum ve kûlû hıttatun vedhulûl bâbe succeden nagfir lekum hatîâtikum senezîdul muhsinîn
Ve iz kîle lehum | : Denildi, onlara, |
Uskunû hâzihi | : İskân, oturun, yerleşin, mesken, bu, oraları, |
El karyete | : Belde, köy, memleket, olduğunuz yer, |
Ve kulû minhâ haysu şitum | : Beslenme, yararlanma, ondan, her yer, istediğiniz, |
Ve kûlû hıttatun | : Deyin, söyleyin, yanılgılarınızı anlayın, dönün, af dileme, |
Ve udhulû el bâbe | : Dahil olun, girin, kapı, mevzu, |
Secede | : Teslim olma, secde, herşeyiyle teslim olma, |
Nagfir-lekum | : Mağfiretimiz, bağışlanma, size, |
Hatîâti kum | : Yanılgı, hatasını anlama, siz, |
Se nezîdu | : Elbette, biz, artma, çoğalma, daha fazla, bol, |
El muhsinîne | : Ïyiliklerde olan, iyi hâllerde olan, muhsin, içten, samimi, |
161- Onlara: Bulunduğunuz beldelerde oturun ve istediğiniz her yerden hakikatler için faydalanın. Yanılgılarınızı anlayın ve dönün ve hatalarınızı anladığınızda sizdeki mağfiretimizi anlayın, hakikatlerin geldiği kapıya dâhil olup teslim olun, iyi hâllerde olanlar hakikatlerimize daha fazla ulaşırlar, diye bildirildi.
162-
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَظْلِمُونَ
Fe beddelellezîne zâlemû minhum kavlen gayrellezî kîle lehum fe erselnâ aleyhim riczen mines semâi bi mâ kânû yazlimûn
Fe beddele | : Böylece, değiştirdi, başka bir anlayışa döndürme, |
Ellezîne zâlemû minhum | : O kimseler, zulmedenler, onlardan, |
Kavlen gayra ellezî | : Söz, ondan başka, ondan, o kimse, |
Kîle lehum | : Söylenen, söz, onlara, |
Fe ersel nâ aleyhim | : Böylece, gönderdik, sunduk, biz, üzerlerinde, onlardaki, |
Riczen | : Şiddetli sıkıntı, müşkül, bir azap, |
Min el semâi | : Ulvî Âlem, ulviyet, semadan, |
Bimâ kânû yazlimûne | : Sebebiyle, oldukları, zalimlikler, |
162- Fakat onlardan zalim olan kimseler, onlara söylenen hakikatlerin sözlerini başka bir anlayışa sebep olan sözlerle değiştirdiler. Böylece onlara sunduğumuz kendilerindeki hakikatleri anlamadılar, yapmış oldukları zalimlikler sebebiyle, ulviyeti anlamada şiddetli sıkıntılarda kaldılar.
163-
واَسْأَلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعاً وَيَوْمَ لاَ يَسْبِتُونَ لاَ تَأْتِيهِمْ كَذَلِكَ نَبْلُوهُم بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
Veselhum anil karyetilletî kânet hâdıratel bahri iz yadûne fîs sebti iz tetîhim hîtânuhum yevme sebtihim şurrean ve yevme lâ yesbitune lâ tetîhim kezâlike neblûhum bi mâ kânû yefsukûn
Vesel-hum | : Sormak, sorgulamak, onlar, |
An el karyeti elletî | : Bulundukları o yerlerde, makamlarda, |
Kânet hâdırate | : Ïdi, oldu, merkez, tanıt, sunmak, kenar, engel, |
El bahri | : Sonsuzluk, bilgili olan, bilge kişi, |
İz yadûne | : Söz, vaat, haddi aşma, cehalet âdetleri, |
Fî el sebti | : Cumartesi, yasak, bırakmak, şaşırmak, dâhilik, |
İz tetî him | : Geldiğinde, sunuldu, onlar, |
Hitânu hum | : Suç, balık, engel, sünnet, duvar, ip, onlar, |
Yevme sebti him | : Gün, vakit, zaman, cumartesi, yasak, bırakma, onlar, |
Şurraan | : Devamlı, ilerleme, akın akın, uygun, meşru, |
Ve yevme | : Gün, vakit, zaman, |
Lâ yesbitun | : Yok, kesmek, bırakmak, yasak, |
Lâ tetî him | : Onlara gelmez, anlayamazlar, |
Kezâlike neblû hum | : İşte böylece, imtihan, dikkatlice düşünme, arama, onlar, |
Bimâ kânû yefsukûne | : Şey, sebebiyle, oldu, ikilik, fıska düşüyorlar, |
163- Onlar bulundukları yerlerde hakikatleri anlamak için sorup araştırsınlar. O sunulanları bilenlerden olsunlar. Bıraktıkları şeyler içine dönüp sözlerini unutmasınlar, onlara sunulan hakikatlere kendileri engel olmasınlar. Onlar her zaman yasaklara uysunlar, devamlı ilerlemede olsunlar. Onlar her zaman o hâllerini bırakmazlarsa, onlar hakikatleri anlayamazlar. İşte onlar ikiliğe düştükleri şeyleri dikkatlice düşünüp anlasınlar.
164-
وَإِذَ قَالَتْ أُمَّةٌ مِّنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اللّهُ مُهْلِكُهُمْ أَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا قَالُواْ مَعْذِرَةً إِلَى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Ve iz kâlet ummetun minhum lime teizûne kavmenillâhu muhlikuhum ev muazzibuhum azâben şedîdâ kâlû mazireten ilâ rabbikum ve leallehum yettekûn
Ve iz kâlet ummet minhum | : Dediği zaman, topluluk, onlardan, |
Lime teizûne kavmen | : Neden, vaaz eden, öğüt veren, bir kavme, kimseler, |
Allâh muhliku-hum | : Allah, helak eden, yazık eden, onlar, |
Ev muazzibu-hum | : Ya da, sıkıntıda kalma, azap verme, onlar, |
Azâben şedîdâ | : Azap, sıkıntı, şiddetli, daha fazla, |
Kâlû maziraten | : Dediler, bahane, mazeret, özür, hatasını anlama, |
İlâ rabbi-kum | : İçin, karşı, göre, Rabbinize, vücûdlandıran, |
Ve lealle-hum yettekûne | : Belki, onlar, takva, fenadan sakınma, ortak koşmama, |
164- Onlardan bir topluluk demişti ki: Allah’a karşı kendilerine yazık eden ve cehaletlerinden dolayı, kendilerini daha fazla sıkıntılarla sıkıntılara sokan topluluklara neden öğüt veriyorsunuz? Dediler ki: Sizi de, onları da vücûdlandırana karşı yaptıkları hataları anlasınlar ve belki onlar da fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşanlardan olmazlar, diye öğüt veriyoruz.
165-
فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ أَنجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُواْ بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Fe lemmâ nesû mâ zukkirû bihî enceynellezîne yenhevne anis sûi ve ahaznellezîne zalemû bi azâbin beîsin bi mâ kânû yefsukûn
Fe lemmâ nesû | : Artık, böylece, unuttukları, |
Mâ zikr bihî | : Değil, şey, ne, hatırlatma, zikir, onlar, |
Encey nâ ellezîne | : Necat bulma, biz, onlar, o kimseler, |
Yenhevne | : Nehyetme, yasaklama, engel koymak, |
An el sûi | : Kötülük, fenalık, zarar vermek, |
Ve ahaz nâ | : Sarmak, yakalamak, almak, biz, |
Ellezîne zâlemû | : Zalim kimseler, zalimler, |
Bi azâb beîs | : Azap, sıkıntı, engel, zorluk, çetin, zarar, |
Bi-mâ kânû yefsukûne | : Şey, sebebiyle, dolayısıyla, oldu, ikilik, fasıklardan, |
165- Böylece unuttukları hakikatler onlara hatırlatıldığında, fenalıklardan uzak duran o kimseler Bizde necat bulurlar. Zararlar, sıkıntılar veren o zalimler ise, hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına saptıklarından dolayı Bizi anlayamayıp o hâllerinde kalırlar.
166-
فَلَمَّا عَتَوْاْ عَن مَّا نُهُواْ عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Fe lemmâ atev an mâ nuhû anhu kulnâ lehum kûnû kıredeten hâsiîn
Fe lemmâ atev | : Artık, olunca, olduğunda, haddi aşma, |
An mâ nuhû anhu | : Şeyden, nehyetme, yasak, ondan, |
Kulnâ lehum kûnû | : Dedik, onlara, olmak, oldu, bulunulan hâl, |
Kıradeten | : Maymunlar, hayvaniyet, hayvani hâl, taklitte kalmak, |
Hâsiîne | : Âşağı, reddedilen, düşen, uzaklaştırılmış, kovulmuş, |
166- Fakat onlara yasak edilen fenalarda kalmaya ısrar edince, bulunduğunuz hâl hayvaniyetten daha aşağıdır denildi.
167-
وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَن يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve iz teezzene rabbuke le yebasenne aleyhim ilâ yevmil kıyâmeti men yesûmuhum sûel azâb inne rabbeke le serîul ıkâbi ve innehu le gafûrun rahîm
Ve iz teezzene | : Bildiren, vaiz olan, yetkili olan, |
Rabbu ke | : Rabbin, vücûdlandıran, |
Ke yebasenne aleyhim | : Elbette, gönderir, çıkış, ortaya koyar, varoluş, onlara, |
İlâ yevmi el kıyâmeti | : Ölünceye kadar, hakikatlerin ortaya çıktığı vakit, |
Men yesemû hum | : Kim, kimse, etki, zararlı, zehir, yapan, zorlama, onlar, |
Sûe el azâbi | : Kötü, fena, hastalık, azap, sıkıntı, |
İnne rabbe-ke | : Muhakkak, Rabbin, seni vücûdlandıran, |
Le serîu | : Elbette, seri, hızlı, |
El ıkâbi | : Zorlu, sıkıntı, zorlanma, ceza, güçlük, |
Ve inne-hu le gafûr | : Muhakkak ki o, mağfiret eden, bağışlayan, |
Rahîm | : Rahîm olan, özünden var eden, |
167- Seni vücûdlandıran, elbette bütün her şeyin varoluşunda yetkili olandır. Fenalarda kalmaya ısrar edenlerin üzerlerinde olan o hâller, ölünceye kadar onlarda ortaya çıkar. Onlar kötü hâlleriyle zararlı olan kimselerdir. Muhakkak ki Rabbin güçlükleri seri bir şekilde giderendir. Muhakkak ki O mağfiretin sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.
168-
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الأَرْضِ أُمَمًا مِّنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَلِكَ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve kattanâhum fîl ardı umemâ minhumus sâlihûne ve minhum dûne zâlike ve belevnâhum bil hasenâti ves seyyiâti leallehum yerciûn
Ve katta nâ hum | : Ayırmak, yol almak, delil bürhan ile anlatmak, onlar, |
Fi el ardı | : Yeryüzünde, o yerlerde, |
Umemâ | : Topluluklar, millet, kimseler, |
Min hum el sâlihûne | : Onlardan, Salihler, iyi insan, uygun, doğru olan, |
Ve min-hum dûne zâlike | : Onlardan, başka, alt, aşağı, dışında, işte bu, bunlar, |
Ve belev nâ hum | : Sınama, imtihan, dikkatli düşünme, biz, onlar, |
Bi el hasenât | : İyilik, iyi çalışma, güzel davranışlar, |
Ve el seyyiât | : Kötü çalışma, fena hâller, zararlı hâller, |
Lealle-hum yerciûne | : Umulur ki, onlar, dönerler, anlayıp dönmek, |
168- Onlara hakikatlerimiz delillerle anlatıldı. Bulundukları yerlerde o kimselerden bazıları iyi amellerde oldular ve onlardan bazıları başka yollara saptılar. Onlardan, Bizi dikkatlice düşünüp anlayanlar, güzel davranışlar içinde oldular. Fena hâllerde olanlar ise; umulur ki onlar da hakikatleri anlayıp, o hâllerinden dönerler.
169-
فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُواْ الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هَذَا الأدْنَى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَا وَإِن يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مُّثْلُهُ يَأْخُذُوهُ أَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِم مِّيثَاقُ الْكِتَابِ أَن لاَّ يِقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقَّ وَدَرَسُواْ مَا فِيهِ وَالدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Fe halefe min badihim halfun verisûl kitâbe yehuzûne arada hâzel ednâ ve yekûlûne se yugferu lenâ ve in yetihim aradun misluhu yehuzûh e lem yuhaz aleyhim mîsâkul kitâbi en lâ yekûlû alâllâhi illel hakka ve deresû mâ fîh ved dârul âhıretu hayrun lillezîne yettekûn e fe lâ takılûn
Fe halefe min badi him | : Artık, halef, yerine geçti, ardından gelen, sonra, onlar, |
Halfun | : Yerine geçenler, sonrakiler, yerine gelenler, |
Verisû el kitâbe | : Vâris, kitap, |
Yehuzûn arada | : Sarılma, edinme, dünya çıkarı, gösteriş, dünya malı, |
Hâze el ednâ | : Bu, yakın, daha yakın, |
Ve yekûlûne | : Derler, söylerler, |
Se yugferu lenâ | : Mağfiret, bağışlanma, biz, |
Ve in yeti him | : Eğer onlara gelse, verilse, sunulsa, |
Aradun | : Dünya malı, dünya çıkarı, gösteriş, |
Misli hu | : Misli, o kadar, fazlası, o, |
Yehuzû-hu | : Onu alırlar, sarılır, edinir, isterler, |
E lem yuhaz aleyhim | : Alınmadı mı? onlardan, |
Misâk | : Misak, söz alma, antlaşma, |
El kitâb | : Kitap, hakikatler, varlık kitabı, |
En lâ yekûlû | : Yok, söylemek, söylememek, |
Alâ Allâh | : Allah için, Allah hakkında, |
İllâ el hakk | : Ancak, sadece, haktan başka, hakikat, gerçek, |
Ve deresû mâ fî hi | : Ders, okuma, öğrenme, onun içindeki şeyleri, |
Ve el dâru | : Sığınak, makam, yurt, |
El âhırat hayr | : Ahiret, sonunda, daha hayırlı, |
Li ellezîne yettekûne | : O kimseler için, takva, fenalardan sakınan, |
E fe lâ takılûne | : Hâlâ akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz? |
169- Böylece onların ardından, kitabın vârisi olduklarını söyleyenler geldiler. Onlar; dünya çıkarlarına, gösterişlere yakın durdular ve biz bağışlanırız diye söylediler. Onlara dünya çıkarı, gösterişi sunulsa bir o kadarını isterler. Onlardan; Allah’ın kitabına sarılmaları, Allah’ın hakikatlerinin dışında bir şey söylememeleri ve onun içindeki şeylerden ders almaları hakkında söz alınmıştı. Fenalardan sakınan ortak koşmayanlar için, sonunda ulaştıkları o makamlar daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmez misiniz?
170-
وَالَّذِينَ يُمَسَّكُونَ بِالْكِتَابِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ إِنَّا لاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُصْلِحِينَ
Vellezîne yumessikûne bil kitâbi ve ekâmus salâte innâ lâ nudîu ecrel muslihîn
Ve ellezîne yumessikûne | : O kimseler ki, sımsıkı sarılırlar, |
Bi el kitâbi | : Kitaba, Allah’ın kitabı, varlık kitabı, hakikatlere, |
Ve ekâmû es salâte | : Her an salât üzere olurlar, hep Hakk’a bağlı olma, |
İnnâ lâ nudîu | : Muhakkak, biz, yok, zayi etmeyiz, kayıp, |
Ecre | : Karşılık, ecir, |
El muslihîne | : Salihler, iyi çalışmalarda olan, reformcu, iyileştiren, |
170- Hakikatlere sımsıkı sarılan o kimseler, her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket ederler. Muhakkak ki iyi çalışmalarda olan o kimselerin karşılıklarını zayi etmeyiz.
171-
وَإِذ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَأَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّواْ أَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ve iz netaknel cebele fevkahum ke ennehu zulletun ve zannû ennehu vâkıun bihim huzû mâ âteynâkum bi kuvvetin vezkurû mâ fîhi leallekum tettekûn
Ve iz netak nâ | : Çekildiğinde, koparıp atmak, cezbe, biz, |
El cebele | : Dağ, yüksek, yüce olan, meşhur olan, ileri gelen, |
Fevka-hum | : Fevk, üst, makam, onlar, |
Keenne-hu zulletun | : Sanki o, gölge, koruma, |
Ve zannû enne hu | : Zannettiler, düşündüler, sandılar, olduğu, o, |
Vâkıun bihim | : Olay, vaka, ortaya çıkma, gerçeklik, onlarda, |
Huzû | : Alın, kavrayın, tutun, sarılın, |
Mâ âtey nâ kum | : Şey, ne, verdiğimiz, sunduğumuz, siz, |
Bi kuvvetin | : Kuvvetle, sımsıkı, |
Ve uzkurû mâ fîhi | : Hatırlayın, zikredin, şey, ne, onun içindeki, hakikatler, |
Lealle kum tettekûne | : Umulur ki, siz, takva, fenadan sakınma, ortak koşmama, |
171- Ve onlar makamlarında, sanki bir gölgenin çekilmesi gibi bir yücelik içinde Bize çekildiler ve onlar kendilerinin gerçeğini düşündüler. Size sunduğumuz hakikatlere kuvvetle sarılın ve o hakikatleri unutmayın. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşanlardan olmazsınız.
172-
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim e lestu birabbikum, kâlû belâ şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn
Ve iz ehaze | : Almak, çekmek, çıkarmak, sarmak, |
Rabbu ke | : Rabbin, seni vücûdlandıran, |
Min benî Âdeme | : Âdemoğullarından, |
Nin zuhûri-him | : Görünüş, apaçık, sırtları, vücûdları, onlar, |
Zurriyyete-hum | : Zürriyet, nesil, soy, öz, genleri, onlar, kendi, |
Ve eşhede-hum | : Tanık, şahit, bilen, her yerde her an hazır olan, |
Alâ enfus him | : Üzerlerinde, nefsleri, kendileri, onlar, |
E lestu bi rabbi-kum | : Değil miyim? Rabbiniz, siz, sizi vücûdlandıran, |
Kâlû belâ | : Dediler, derler, evet, ikrar, |
Şehid nâ | : Tanık, bilen, şahit olan, hakikate şahit olan, biz, |
En tekûlû | : Söylemek, oluruz, |
Yevme el kıyâmet | : Ölünceye kadar, vaktin sonu, diri olan kavuşmak, |
İnnâ kunnâ | : Şüphesiz, doğrusu, biz olduk, |
An hâzâ gâfilîne | : Bunlardan, gafil, hakikatlerden gafil olmak, |
172- Rabbin, Âdemoğullarının vücûdlarındaki genlerinden onların nesillerini açığa çıkardı. Onların kendi üzerlerindeki tecellileri onlara şahit göstererek, onların kendilerinden onlara her an seslenir: Sizi vücûdlandıran Ben değil miyim? Hakikatlere şahit olanlar: Evet, biz ölünceye kadar tecellilerin senden olduğunu söyleriz, doğrusu biz hakikatlerden gafil bir hâldeydik, derler.
173-
أَوْ تَقُولُواْ إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِن قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِّن بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ
Ev tekûlû innemâ eşreke âbâunâ min kablu ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim e fe tuhlikunâ bimâ fealel mubtilûn
Ev tekûlû | : Yoksa, ya da, artık, söylemek, |
İnnemâ eşreke | : Ancak, doğrusu, şirk koşma, ortak koşma, |
Âbaû nâ min kablu | : Atalarımız, daha önce, |
Ve kunnâ zurriyyeten | : Biz olduk, nesil, soy, öz, |
Min ba’di-him | : Onlardan, sonra, |
E fe tuhliku-nâ | : Öyleyse, o zaman, helak olma, yazık olma, biz, |
Bimâ feale | : Sebebiyle, yaptıklarından dolayı, yapılan şeyler, |
El mubtilûne | : Batıl, boş şeyler, yönelen, |
173- Artık bir gaflete düşersek, daha önceden atalarımızın şirk koştuğu sözleri söyleriz ve biz onlardan sonraki nesilleriz, yoksa yaptığımız batıl şeyler yüzünden biz de kendimize yazık ederiz.
174-
وَكَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve kezâlike nufassılul âyâti ve leallehum yerciûn
Ve kezâlike nufassılu | : İşte böyle, en ince ayrıntısına kadar açıklama, |
El âyâti | : Ayetler, işaretler, deliller, |
Ve lealle-hum yerciûne | : Umulur ki, onlar, asliyetlerini bilir, dönerler, |
174- İşte böylece hakikatleri delilleriyle en ince ayrıntısına kadar açıkladık ve umulur ki onlar asliyetlerini bilir dönerler.
175-
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِيَ آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ
Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn
Ve utlu aleyhim | : Tilavet et, usulünce okumak, anlat, açıkla, onlara, |
Nebee | : Haber, bildirme, |
Ellezî âteynâ hu | : Ki o, verdik, sunduk, o, |
Âyâti nâ | : Ayetlerimiz, delil, işaret, |
Fe inseleha minhâ | : Sonra, o ayrıldı, değiştirdi, sıyrıldı, soyundu, ondan, |
Fe etbea-hu | : Böylece, tâbi olma, uymak, |
El şeytânu | : Şeytani hâller, kötü hâller, Hakk’tan uzak olmak, |
Fe kâne min el gâvîn | : Sonra, oldu, işkence, zarar veren, taşkınlık yapan, azgın, |
175- Onlara hakikatlerin haberlerini usulünce her varlıktan okuduk. Ki onlara delillerle o hakikatleri sunduk. Fakat o hakikatlerden ayrıldılar. Böylece şeytani hâllerine tâbi oldular, sonra da bir taşkınlık içinde zarar ziyan hâllerinde oldular.
176-
وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِن تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَث ذَّلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Ve lev şinâ le refa’nâhu bihâ ve lâkinnehû ahlede ilel ardı vettebea hevâhu fe meseluhu ke meselil kelbi in tahmil aleyhi yelhes ev tetrukhu yelhes zâlike meselul kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ faksusîl kasasa leallehum yetefekkerûn
Ve lev şinâ | : Eğer, şayet, istek, biz, |
Le rafa nâ hu bihâ | : Elbette, yüce makam, üst makam, refah, o, onunla, |
Ve lâkin hu ahlede | : Lakin, fakat o, meyletti, gitti, |
Îlâ el ard | : Dünya, yeryüzü, dünya çıkarı, dünya malı, toprak, |
Ve ittebea | : Tâbi oldu, uydu, |
Hevâ hu | : Heva, düştü, kendi çıkarı, haktan batıla düşüş, o, |
Fe meselu-hu | : Böylece, artık onun durumu, hâli, |
Ke meseli el kelbi | : Köpeğin misali, durumu, hâli gibi, |
İn tahmil aleyhi yelhes | : Eğer, olsa, taşıma, hamle yaparsın, ona, solur, |
Ev tetruk-hu | : Ya da terk edersin, bırakmak, ayrılmak, o, |
Yelhes | : Solumak, nefes nefese, |
Zâlike mesel | : İşte, durum, hâl, |
El kavmi ellezîne | : O kimseler, o kavimler, |
Kezzebû bi âyâti nâ | : Yalanlarda kalma, yalanlama, ayetlerimize karşı, |
Fe uksusî el kasasa | : Artık kıssa, anlatma, hikâyeler, |
Lealle-hum yetefekkerûne | : Umulur ki onlar, hakikatleri araştırır, düşünürler, |
176- Eğer Bizi anlamayı isteseydi, elbette o hakikatlerle yüce makamlarımıza ulaşırdı. Fakat o dünyaya meyletti ve o kendi hevalarına uydu. Artık onun durumu; nefes nefese bir şey taşıyan, ya da onu bırakıp tekrar alıp yine nefes nefese taşıyan köpeğin hâli gibidir. Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan o kimselerin hâlleri işte böyledir. Artık o anlatılan kıssalardan umulur ki onlar hakikatleri araştırırlar, dikkatlice düşünürler.
177-
سَاء مَثَلاً الْقَوْمُ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَأَنفُسَهُمْ كَانُواْ يَظْلِمُونَ
Sâe meselennil kavmullezîne kezzebû bi âyatinâ ve enfusehum kânû yazlimûn
Sâe mesele el kavm | : Ne kötü, hâli, durum, misal, kavim, kimseler, |
Ellezîne kezzebû | : O kimseler, yalanlayanlar, yalanlarda kalanlar, |
Bi âyâti nâ | : Ayetlerimiz, işaret, delil, |
Ve enfus hum | : Nefslerine, kendilerine, |
Kânû yazlimûne | : Oldu, zulmedenler, |
177- Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimselerin hâlleri ne kötüdür ve onlar kendilerine zulmederler.
178-
مَن يَهْدِ اللّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Men yehdillâhu fehuvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn
Men yehdi Allah | : Kim, yol bulma, yönelme, rehber edinme, Allah, |
Fe huve el muhtedî | : Böylece, o, ona yol bulur, hakikatlere yol bulur, |
Ve men yudil | : Kim, hakikatleri bırkıp kendi anlayışına saparsa, |
Fe ulâike hum el hâsirûne | : Artık, bundan böyle, işte onlar hüsran, kaybedenler, |
178- Kim Allah’ı kendine rehber edinirse, böylece o hakikatlere yol bulur ve kim hakikatleri bırakır kendi anlayışına saparsa, bundan böyle işte onlar hüsrana uğrayanlardır.
179-
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Ve lekad zerenâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum ayunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ ulâike kel enâmi bel hum edallu ulâike humul gâfilûn
Ve lekad | : Doğrusu, şüphesiz, gerçek olan şu ki, |
Zere nâ | : Hazır, ölçmek, kültür, vardır, tecelli, üst, biz, |
Li cehennem | : Cehalet içinde, cehennem, cehaletin cehennemi, |
Kesîran min el cinn | : Çoğu, bilinmeyen, tanımlanamayan, |
Ve el ins | : İnsan, bilinen, |
Lehum kulûbun | : Onların vardır, kalbleri, |
Lâ yefkahûne bihâ | : Yok, anlamak, idrak etmezler, onunla, |
Ve lehum ayunun | : Onların vardır, gözler, |
Lâ yubsırûne bihâ | : Yok, bakıp görme, onunla, |
Ve lehum âzânun | : Onların vardır, kulakları, |
Lâ yesmeûne bihâ | : İşitmezler, onunla, |
Ulâike ke el enâmi | : İşte onlar, varlık, hayvanlar gibi, |
Bel hum edallu | : Hayır, onlar, hatta onlar, sapan, yolundan sapan, |
Ulâike hum el gâfilûne | : İşte, onlar, gafil, kendisinin, çevresinin farkında olmayan, |
179- Gerçek olan şu ki; Bizi idrak edemeyen tanıdıklarınızın ve tanımadıklarınızın çoğu, bir cehaletin cehennemi içindedirler. Onların kalbleri vardır, hakikatleri idrak edemezler ve onların gözleri vardır, hakikatlere bakıp göremezler ve onların kulakları vardır, hakikatleri işitemezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar yollarını da bulamayanlardır. İşte onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında olmayanlardır.
180-
وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve lillâhil esmâul husnâ feduhu bihâ ve zerûllezîne yulhıdûne fî esmâih se yuczevne mâ kânû yamelûn
Ve li Allâh | : Allah’ındır, |
El esmâu | : İsimler, işaretler, deliller, tecelliler, |
El husnâ | : Güzellik, hayr, rahatlık veren, huzur veren, |
Fe udu-hu bihâ | : Artık dua, yönelme, o, onunla, o hakikatlerle, |
Ve zerû | : Terk et, bırak, uymamak, |
Ellezîne yulhıdûne | : O kimseler, kendi anlayışına sapan, |
Fî esmâi-hi | : İçinde, isimleri, hakkında, konusunda, |
Se yuczevne | : Karşılık, |
Mâ kânû yamelûne | : Şey, ne, değil, olmadı, yapıyorlar, anlamayan, |
180- İsimlerdeki tüm güzellikler Allah’ındır. Artık o isimlerdeki hakikatlerle O’na yönelin ve O’nun isimlerine karşılık gelen hakikatleri anlamayıp, kendi anlayışlarına sapanlara uymayın.
181-
وَمِمَّنْ خَلَقْنَا أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ
Ve mimmen halâknâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî yadilûn
Ve mimmen halâk nâ | : O kimselerden, yaratma, var etme, halk etme, biz, |
Ummetun | : Ümmet, topluluk, kimseler, |
Yehdûne bi el hakk | : Vardır, hakikatlere yol gösteren, |
Ve bihî yadilûne | : Onunla, adaletli olma, adil olmak, |
181- Yaratmamızı anlamak isteyen kimselere, hakikatlerle yol gösteren ve adalet üzere olan bir topluluk vardır.
182-
وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ
Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ se nestedricuhum min haysu lâ yalemûn
Ve ellezîne kezzebû | : O kimseler, yalanlarda kalan, |
Bi âyât nâ | : Ayetlerimiz, delil, işaret, |
Se nestedricu-hum | : Anlayışı yavaş yavaş azalan, onlar, |
Min haysu | : Hangi yerde, nerede, nasıl? değerlendirme, |
Lâ yalemûne | : Yok bilmek, bilememek, |
182- Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan kimseler, hakikatlerin değerlendirmelerini bilemediklerinden dolayı, onların anlayışları yavaş yavaş azalır.
183-
وَأُمْلِي لَهُمْ إِنَّ كَيْدِي مَتِينٌ
Ve umlî lehum inne keydî metin
Ve umlî lehum | : Mühlet, umulur ki, umulur ki anlarlar, onlara, |
İnne keydî | : Hile, yalan, kötü niyet, tuzak, menetmek, düzen, |
Metinun | : Kuvvetli, güçlü, tüm varlığı tutan, sağlam, sımsıkı, metânet, |
183- Umulur ki onlar yalanlarda kaldıklarını fark ederler, tüm varlığı sapasağlam tuttuğumu anlarlar.
184-
أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُواْ مَا بِصَاحِبِهِم مِّن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلاَّ نَذِيرٌ مُّبِينٌ
E ve lem yetefekkerû mâ bi sâhıbihim min cinneh in huve illâ nezîrun mubîn
E ve lem yetefekkerû | : Tefekkür etmezler mi? |
Mâ bi sâhıbi-him | : Değil, yok, şey, ne, sahip, arkadaş, |
Min cinnetin | : Delilik, ne dediğini bilmeyen, |
İn huve | : Ancak, sadece, o, |
İllâ nezîr mubîn | : Hakitleri apaçık açıklayan, uyaran, apaçık, |
184- Hiç tefekkür etmezler mi? Onların arkadaşında, ne dediğini bilmemezlik yoktur, o sadece hakikatleri apaçık açıklayıp uyarandır.
185-
أَوَلَمْ يَنظُرُواْ فِي مَلَكُوتِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّهُ مِن شَيْءٍ وَأَنْ عَسَى أَن يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ أَجَلُهُمْ فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
E ve lem yanzurû fî melekûtis semâvâti vel ardı ve mâ halakallâhu min şeyin ve en asâ en yekûne kadıkterebe eceluhum fe bi eyyi hadîsin badehu yuminûn
E ve lem yanzurû | : Bakıp da görmezler mi? |
Fî melekûti | : Hakkında, saltanat, hükümran, mülkiyetinde, |
El semâvâti ve el ardı | : Gökler, semâlar ve yeryüzü, |
Mâ halaka Allah min şeyin | : Halk edilen, yaratılan, Allah, bir şey, şeyler, |
Ve en asâ en yekûne | : Belki, ihtimal, olması, |
Kad ıkterebe | : Oldu, yakın olmak, yaklaşmış olan, |
Ecel hum | : Zaman, ecel, onlar, |
Fe bi eyyi hadîs | : Artık hangi, söz, |
Bade hu yuminûne | : Bundan sonra, inanacaklar, |
185- Bakıp da görmezler mi? Göklerin ve yerin mülkiyetinde Allah’ın halk etmesinden başka bir şey yoktur. Belki onlar ecellerinin yaklaştığını bilirler. Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar.
186-
مَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلاَ هَادِيَ لَهُ وَيَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu ve yezeruhum fî tugyânihim yamehûn
Men yudilli Allah | : Kimse, dalalet, hakikatlerden sapma, Allah, |
Fe lâ hâdiye lehu | : Artık yoktur, yol gösteren, ona, |
Ve yezeru-hum | : Bırakır, o hâllerde kalma, terk etmek, bırakmak, |
Fî tugyân him | : Öfke hiddet, taşkın, onlar, |
Yamehûne | : İnat, bocalama, şaşkın hâlde olurlar, isyan, |
186- Kim Allah’ın hakikatlerinden saparsa, artık ona yol gösteren olmaz. Artık onlar; hiddet, zulüm, taşkınlık hâllerinin içinde bocalayıp dururlar.
187-
يَسْأَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ رَبِّي لاَ يُجَلِّيهَا لِوَقْتِهَا إِلاَّ هُوَ ثَقُلَتْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لاَ تَأْتِيكُمْ إِلاَّ بَغْتَةً يَسْأَلُونَكَ كَأَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ اللّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Yeselûneke anis sâati eyyâne mursâhâ kul innemâ ilmuhâ inde rabbî, lâ yucellîhâ li vaktihâ illâ huve sekulet fîs semâvâti vel ard lâ tetîkum illâ bagtete yeselûneke ke enneke hafiyyun anhâ, kul innemâ ilmuhâ indallâhi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Yeselûne-ke | : Sormak, sorgulamak, araştırmak, sen, |
An el sâat | : Vakit, zaman, gelecek olan zaman, o saat, |
Eyyâne mursâ hâ | : Ne zaman, ne vakit? meydana gelmesi, dokunma, |
Kul innemâ ilmu hâ | : Anlat, de, ancak, sadece, ilim, onun, |
İnde rabbî | : Rabbimin katında, O’na ait, |
Lâ yucellî-hâ li vakti hâ | : Yok, açığa çıkarmak, açıklamak, onun vaktini, |
İllâ huve | : O’ndan başkası, |
Sekulet | : Ağır, yoğun, iş, hakikatleri taşıma, |
Fî el semâvati ve el ard | : Gökler ve yeryüzü, |
Lâ tetî kum | : Yok, gelmek, getirmek, açmak, açılmaz, siz, |
İllâ bagteten | : Başka, ansızın, hemen, |
Yeselûne-ke | : Sana soruyorlar, |
Keenne-ke hafiyyun anhâ | : Sanki, sen, gizli olan, bilinmeyen, ondan, |
Kul innemâ ilmu hâ | : Anlat, de, sadece, yalnızca, ilim, O, |
İnde Allâhi | : Allah’ın indinde, katında, O’na aittir, |
Ve lâkinne | : Lakin, fakat, |
Eksere en nâsi | : Çoğu, insanlar, |
Lâ yalemûne | : Bilemiyorlar, hakikatleri bilemiyorlar, |
187- Sana soruyorlar: O saat ne zaman gelecek? De ki: O hakikatlerin ilmi ancak Rabbimin katındandır. Bir vakit içinde ancak O’ndan başkası o hakikatleri ortaya çıkaramaz. Göklerin ve yerin o yoğun hakikatleri size hemen açılmaz. Sanki o bilinmeyenler sana aitmiş gibi soruyorlar. De ki: O hakikatlerin ilmi ancak Allah’a aittir. Fakat insanların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
188-
قُل لاَّ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَاْ إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Kul lâ emliku li nefsî nefan ve lâ darran illâ mâşaallâh ve lev kuntu alemul gaybe lesteksertu minel hayri ve mâ messeniyes sûu in ene illâ nezîrun ve beşîrun li kavmin yuminûn
Kul lâ emliku | : Anlat, yok, melik, sahip, güçlü olan, |
Li nefsî | : Nefsim için, kendime ait, |
Nefan | : Fayda, yarar, |
Ve lâ darran | : Yok, zarar, sıkıntı, koruma, oda, |
İllâ mâ şae Allâh | : Ancak, şey, ne, değil, istek, dilek, irade, Allah, |
Ve lev kuntu alemu | : Eğer, ben, olsaydım, bilmek, |
El gayb | : Bilinmeyen görünmeyen, gaybı, |
Le isteksertu | : Elbette, çoğaltma, büyütme, |
Min el hayrı | : Hayır, iyilik, faydalı olan, |
Ve mâ messeniye es sûu | : Dokunmak, temas, kötülük olmasını istemezdim, |
İn ene illâ nezîrun | : Ben ancak, sadece, hakikatleri tebliğ eden, uyaran, |
Ve beşîr | : Müjde, sevindirme, umut vermek, |
Li kavmin yuminûne | : Kavim, kimseler, inanan, güvenen, |
188- De ki: Benim kendime ait bir gücüm yoktur, koruyamam ve fayda da veremem. Bunlar ancak Allah’ın iradesinden olan şeylerdir. Eğer ben gaybı bilenlerden olsaydım, elbette iyiliklerin çoğalmasını isterdim ve kötülüklerin olmasını istemezdim. Ben sadece hakikatleri tebliğ edip uyaranım ve inanan kimseler için sevindirici haberler verenim.
189-
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشَّاهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَفِيفًا فَمَرَّتْ بِهِ فَلَمَّا أَثْقَلَت دَّعَوَا اللّهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ آتَيْتَنَا صَالِحاً لَّنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
Huvellezî halakakum min nefsin vâhıdetin ve ceale minhâ zevcehâ li yeskune ileyhâ fe lemmâ tegaşşâhâ hamelet hamlen hafîfen fe merret bihî fe lemmâ eskalet deavâllâhe rabbehumâ lein âteytenâ sâlihan le nekûnenne mineş şâkirîn
Huve ellezî halaka kum | : O, ki o, halk eden, yaratan, siz, |
Min nefsin vâhidetin | : Bir neftsen, tek nefs, |
Ve ceale min hâ | : Kıldı, yaptı, düzenledi, ondan, |
Zevce hâ | : Eş, çeşit, tür, aynı yolda olan, benzer, |
Li yeskune ileyhâ | : Beklemek, durmak, sükûn bulması, huzur, onunla, |
Fe lemmâ tegaşşâ hâ | : Böylece, olduğu zaman, sarıp bürüyen, örten, |
Hamelet hamlen hafîf | : Yüklendi, hamile, bir yük, taşınan, hafif, zayıf, |
Fe meret bihî | : Artık, dolaştı, yürüdü, geçti, onunla, |
Fe lemmâ eskalet | : Böylece, olduğunda, yüklü, yoğun, ağır, |
Deavâ Allâh | : Dua, yönelme, isteme, Allah, |
Rabbe humâ | : Rabbi, vücûdlandıran, onları, kendilerini, |
Le in âteyte nâ | : Elbette, eğer, ise, vermek, verdiğin, biz, |
Sâlihan | : İyi insan, yararlı olan, |
Le nekûnen | : Elbette, olmak, |
Min el şâkirīne | : Şükür, nimetlerin sahibini bilip teslim etme, |
189- Ki O’dur sizi tek bir nefisten halk eden ve huzur bulmanız için ondan eşler ortaya çıkaran. Böylece o hafif bir yükle yüklenir, sonra da onunla dolaşır, böylece o yük ağırlaşınca, onlar kendilerini vücûdlandıran Allah’a yönelip, eğer bize verdiğin nimetleri anlayanlardan olursak iyi kimselerden oluruz, elbette biz nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerden oluruz, diye dua ederler.
190-
فَلَمَّا آتَاهُمَا صَالِحاً جَعَلاَ لَهُ شُرَكَاء فِيمَا آتَاهُمَا فَتَعَالَى اللّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Fe lemmâ âtâhumâ sâlihan cealâ lehu şurakâe fîmâ âtâhumâ fe teâlâllâhu ammâ yuşrikûn
Fe lemmâ âtâ humâ | : Böylece, olduğu zaman, verdi, sundu, onlara, |
Sâlih | : İyi olan, güzel, yararlı, Salih kimse, tertemiz evlat, |
Cealâ lehu şurekâe | : Yapmak, kılmak, eylemek, ona, şirk, ortaklar, |
Fîmâ âtâ-humâ | : O şeyler için, şeylerle, verdi, onlara, |
Fe teâlâ Allâh | : Hâlbuki, oysa, Allah âli’dir, yücedir, |
Ammâ yuşrikûne | : Şeylerden, ortak koşma, |
190- Onlara tertemiz bir evlat sunulduğunda, onlar söylediklerini unutup O’na ortaklar koşarlar. Oysa Allah, ortak koştukları şeylerden yüce olandır.
191-
أَيُشْرِكُونَ مَا لاَ يَخْلُقُ شَيْئاً وَهُمْ يُخْلَقُونَ
E yuşrikûne mâ lâ yahluku şeyen ve hum yuhlekûn
E yuşrikûne | : Şirk, ortak, mı koşuyorlar? |
Mâ lâ yahluku şeyen | : Değil, yok, şeyi, şeyleri yaratma, şeyen, |
Ve hum yuhlekûne | : Onlar, kendileri, halk edilmiş, var etme, yaratılmış, |
191- Bir şey yaratamayan ve kendileri de yaratılmış olan şeyleri mi ortak koşuyorlar?
192-
وَلاَ يَسْتَطِيعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلاَ أَنفُسَهُمْ يَنصُرُونَ
Ve lâ yestetîûne lehum nasran ve lâ enfusehum yansurûn
Ve lâ yestetîûne lehum | : Yok, güç yetiremezler, onlara, |
Nasr | : Yardım, yardımcı, |
Ve lâ enfus hum | : Yok, olmaz, nefslerine, kendilerine, |
Yansurûne | : Yardım eden, |
192- Ve onlara yardım için gücü olmayan ve onların kendilerine de yardımı olmayan şeyleri mi ortak koşuyorlar?
193-
وَإِن تَدْعُوهُمْ إِلَى الْهُدَى لاَ يَتَّبِعُوكُمْ سَوَاء عَلَيْكُمْ أَدَعَوْتُمُوهُمْ أَمْ أَنتُمْ صَامِتُونَ
Ve in tedûhum ilel hudâ lâ yettebiûkum sevâun aleykum e deavtumûhum em entum sâmitûn
Ve in tedû-hum | : Eğer, davet, çağrı, onlar, |
İlâ el hudâ | : Kılavuz, yol gösteren, rehber, |
Lâ yettebiû-kum | : Yok, tâbi olma, uymak, siz, |
Sevâun aleykum | : Birdir, eşittir, değişmez, sizin için, |
E deavtumû-hum | : Arasanız da, onları davet mi ettiniz? Çağırdınız mı? |
Em entum sâmitûne | : Yoksa, siz, aramasanız da, çağırmamak, sessiz kalmak, |
193- Eğer onlara yol göstermeleri için çağrı yapsan, size cevap veremezler. Onlarda bir şey arasanız da veya aramasanız da sizin için bir şey değişmez.
194-
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ عِبَادٌ أَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
İnnellezîne tedûne min dûnillâhi ıbâdun emsâlukum fed’ûhum felyestecibû lekum in kuntum sâdıkîn
İnne ellezîne | : Muhakkak ki onlar, |
Tedûne | : Dua, yönelme, isteme, arama, çağırmak, |
Min dûni Allâhi | : Allah’tan başka, |
Ibâdun emsâlu-kum | : Kullar, gibi, sizin, sizin gibi kuldur, |
Fe udû hum | : Öyleyse onları çağırın, davet edin, |
Fe li yestecibû | : O zaman icabet etsinler, kabul etme, uyma, |
Lekum in kuntum sâdıkîne | : Size, eğer, oldunuz, doğru söyleyen, sadık, |
194- Muhakkak ki, Allah’ı bırakıp da yöneldiğiniz şeyler de sizin gibi bir kuldur. Öyleyse, eğer siz söylediğinizin doğruluğuna inanıyorsanız onları davet edin, size cevap versinler.
195-
أَلَهُمْ أَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ أَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ أَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا قُلِ ادْعُواْ شُرَكَاءكُمْ ثُمَّ كِيدُونِ فَلاَ تُنظِرُونِ
E lehum erculun yemşûne bihâ em lehum eydin yabtışûne bihâ em lehum ayunun yubsırûne bihâ em lehum âzânun yesmeûne bihâ kulidû şurekâekum summe kîdûni fe lâ tunzırûn
E lehum erculun | : Onların var mı? ayakları, |
Yemşûne bihâ | : Yürürler, onunla, |
Em lehum eydin | : Ya da, yoksa onların var mı? elleri, |
Yabtışûne bihâ | : Onunla tutarlar, |
Em lehum ayunun | : Yoksa onların var mı? gözler, |
Yubsırûne bihâ | : Onunla görürler, |
Em lehum | : Veya, yoksa onların var mı? |
Âzânun yesmeûne bihâ | : Kulaklar, onunla işitirler, |
Kul udû | : De ki, davet edin, çağırın, |
Şurekâe-kum | : Ortak koştuklarınızı, siz, |
Summe keyd nî | : Sonra, tuzak, kötülük, hile, yanılgı, menetmek, ben, |
Fe lâ tunzirûne | : Artık, yok, bakıp da görmez, anlamaz mısınız? |
195- Onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutacak elleri mi var? Yoksa onların görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: Siz ortak koştuklarınızı hadi davet edin. Artık, Bize karşı yanılgılarda kaldıklarınızı hâlâ anlamaz mısınız?
196-
إِنَّ وَلِيِّيَ اللّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ
İnne veliyyiyallâhullezî nezzelel kitâbe ve huve yetevelles sâlihîn
İnne veliy Allâh ellezîne | : Muhakkak, velim, dostum, Allah, kimseler, |
Nezzele | : Sunulan, verilen, konaklayan, indirdi, |
El kitâb | : Kitap, varlık kitabı, hakikatler, |
Ve huve yetevel el salihîne | : O, dostluk, üstlenme, sorumluluk, veli, Salih, doğru olan, |
196- Muhakkak ki her varlığın bir kitap olarak sunulduğunu anlayan kimseler, Allah’ı dost edinirler ve salih kimselerden olup, sorumluluk sahibidirler.
197-
وَالَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَكُمْ وَلآ أَنفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ
Vellezîne tedûne min dûnihî lâ yestetîûne nasrakum ve lâ enfusehum yensurûn
Ve ellezîne tedûne | : Kimseler, o şeyler, onlar, dua, yönelme, çağrı, |
Min dûni-hî | : O’ndan başka, Hakk’tan başka, |
Lâ yestetîûne | : Yok, güçü olan, muktedir değiller, |
Nasra kum | : Yardım, siz, |
Ve lâ enfuse-hum | : Yok, nefslerine, kendilerine, |
Yensurûne | : Yardım, |
197- O’nu bırakıp da yöneldiklerinizin, size yardım etmeye güçleri yoktur ve onların kendilerine de bir yardımı yoktur.
198-
وَإِن تَدْعُوهُمْ إِلَى الْهُدَى لاَ يَسْمَعُواْ وَتَرَاهُمْ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ وَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ
Ve in tedûhum ilel hudâ lâ yesmeû ve terâhum yenzurûne ileyke ve hum lâ yubsırûn
Ve in tedû-hum | : Eğer, çağırma, davet, dua, onlar, |
İlâ el hudâ | : Yol göstermek, klavuz, rehber olmak, |
Lâ yesmeû | : Yok, işitme, işitmezler, |
Ve terâ hum | : Görürsün, onlar, |
Yenzurûn ileyke | : Bakarlar, sana, |
Ve hum lâ yubsırûne | : Onlar, yok, bakıp da görmemek, |
198- Eğer onları hakikatin yoluna davet etsen işitmezler. Sen onların sana baktığını görürsün, fakat onlar bakıp da göremezler.
199-
خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ
Huzil afve vemur bil urfi ve arıd anil câhilîn
Huz el afve | : Almak, çekmek, sarıl, edinmek, af, namus, iffet, |
Ve emr | : İşleyiş, hüküm, |
Bi el urfi | : İrfan, bilme, anlama, sezme, |
Ve arıd | : Uzaklaş, yüz çevir, mesafe koy, |
Anil el câhilîne | : Cehalet hâllerinden, |
199- Affedin ve işleyişi anlayın ve cehalet hâllerinden uzaklaşın.
200-
وَإِمَّا يَنزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ve immâ yenzeganneke mineş şeytâni nezgun festeiz billâh innehu semîun alîm
Ve immâ yenzeganne-ke | : Ama, fakat, öneri, düşünce, bir hâle sürükleme, sen, |
Min eş şeytâni | : Şeytani hâlleriniz, kötülük hâlleri, |
Nezgun | : Çıkarma, dürtü, |
Fe isteiz bi Allah | : O zaman, hemen sığın, Allah, |
İnne-hu semîun alîmun | : Muhakkak ki O, işitme, ilmin sahibi, |
200- Şeytani hâlleriniz, sizi hakikatlerden çıkaran bir hâle sürüklediğinde, hemen Allah’a sığının. Muhakkak ki O işittirendir, ilmin sahibidir.
201-
إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَواْ إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِّنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُواْ فَإِذَا هُم مُّبْصِرُونَ
İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn
İnne ellezîne ittekav | : Muhakkak, o kimseler, takva, fenalardan sakınan, |
İzâ messe-hum | : Temas, dürtü, onlara dokunduğu zaman, |
Tâifun min el şeytâni | : Dönmek, dolaşmak, şeytani hâller, |
Tezekkerû | : Tezekkür ederler, hakikatleri hatırlarlar, |
Fe izâ-hum mubsırûne | : Böylece, o zaman onlar, doğru görüş, kavrayış, dikkat, |
201- Muhakkak ki fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayan kimselere, şeytani hâllerden bir hâl isabet etmesi durumunda, hemen hakikatleri hatırlarlar, böylece onlar dikkatli olurlar.
202-
وَإِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لاَ يُقْصِرُونَ
Ve ihvânuhum yemuddûnehum fîl gayyi summe lâ yuksirûn
Ve ihvânu-hum | : Yakın dost, arkadaş, kardeş, onlar, |
Yemudûn hum | : Sürüklemek, çekmek, onlar, |
Fî el gayy | : Doğru yoldan çıkma, akıl dışı davranma, |
Summe lâ yuksirûne | : Sonra, yok, başarısız, galip olmazlar, |
202- Doğru yoldan çıkıp akıl dışı davranışlar içinde olanlar, arkadaşlarını da o hâle sürüklerler, sonra da onlar başarılı olamazlar.
203-
وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِم بِآيَةٍ قَالُواْ لَوْلاَ اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يِوحَى إِلَيَّ مِن رَّبِّي هَذَا بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Ve izâ lem tetihim biâyetin kâlû lev lectebeytehâ kul innemâ ettebiu mâ yûhâ ileyye min rabbî hâzâ besâiru min rabbikum ve huden ve rahmetun li kavmin yuminûn
Ve izâ lem teti-him | : Getirmediğinde, gelmek, sunmak, onlar, |
Bi âyet | : Bir ayet, işaret, delil, |
Kâlû lev lâ ictebeyte-hâ | : Dediler, olmaz mı, eğer, ise, seçmek, derlemek, onu, |
Kul innemâ ettebiu | : De ki, ancak, sadece, tâbi olurum, uyarım, |
Mâ yûhâ ileyye | : Ne, şey, vahyolunan, sunulan, Hay’dan gelen, |
İleyye min rabbî | : Rabbimden, vücûdlandıran, |
Hâzâ besâir | : Bu, basiret, kavrama, anlayış, |
Min rabb kum | : Rabbiniz, vücûdlandıran, siz, |
Ve huden ve rahmet | : Yol gösterme ve rahmet, |
Li kavmin yuminûne | : Bir kavim için, kimseler için, inanan, mümin, |
203- Onlara bir delil sunamadığın zaman, sen düzenleyip söylesen olmaz mı, derler. De ki: Ben sadece Rabbimden sunulan şeye uyarım. O hakikatler sizi vücûdlandırana aittir. Sizin hakikatleri kavramanız, mümin kimselerden olmanız için, bir yol göstermedir ve rahmettir.
204-
وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُواْ لَهُ وَأَنصِتُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve izâ kuriel kurânu festemiû lehu ve ensıtû leallekum turhamûn
Ve izâ kurie | : Okunduğunda, |
El kurânu | : Okunan şey, hakikatlerin sözleri, ilahi sözler, |
Fe istemiû lehu | : Artık dinleyin, kulak verin, onu, |
Ve ensıtû | : Susun, düşünün, anlayın, idrak edin, |
Lealle-kum turhamûne | : Umulur ki, siz, merhamet, |
204- Hakikatlerin sözleri okunduğu zaman artık onu dinleyin ve düşünüp anlayın. Umulur ki siz merhamete ulaşırsınız.
205-
وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
Vezkur rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûnel cehri minel kavli bil guduvvi vel âsâli ve lâ tekun minel gâfilîn
Ve uzkur rabbe ke | : Zikret, an, anla, Rabbini, |
Fî nefsi-ke | : İçinde, nefsinde, kendinde, kendi kendine, |
Tedarruan | : En içten, tevazu, yalvararak, gizlice en içten, |
Ve hîfeten | : Dikkatli, temkinli, |
Ve dûne el cehri | : Sesli olmayarak, sessizce, söz, söyleme, |
Min el kavl | : Bir söz, söylemek, sözleşme, |
Bi el guduvvi ve el âsâli | : Sabah ve akşam, hiç durmadan, devamlı, |
Ve lâ tekun | : Sen olma, gaflete düşmeden, |
Min el gâfilîne | : Gafil, çevresinin, kendisinin farkında olmayan, |
205- Rabbini; kendi kendine ve gizlice, en içten ve dikkatlice ve bir ses çıkarmadan, sabah ve akşam hiç durmadan ve hiç gaflete düşmeden an.
206-
إِنَّ الَّذِينَ عِندَ رَبِّكَ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ
İnnellezîne inde rabbike lâ yestekbirûne an ibadetihî ve yusebbihûnehu ve lehu yescudûn
İnne ellezîne | : Muhakkak, o kimseler, |
İnde rabbi ke | : Katında, O’na ait, Rabb, sen, senin, vücûdlandıran, |
Lâ yestekbirûne | : Kibirlenmezler, büyüklenme, |
An abideti hî | : Kulu olmak, O”nun, |
Ve yusebbihûne-hu | : Tesbih ederler, fiil, sıfat, Zat’ının tecellilerini idrak etme, |
Ve lehu yescudûne | : O’na, teslim olma, secde etme, |
206- Muhakkak ki bütün tecellilerin Rabbine ait olduğunu bilen o kimseler, O’nun kulu olduğunu bilip kibirlenmezler. Fiil, sıfat, Zat’ının tecellilerini idrak ederler ve O’na teslim olurlar.