BAKARA SURESİ
-1-
الم
Elif lâm mîm
Elif lam mim | : hak, halk, Allah, cem, hz cem, cemül cem |
1- Elif, Lam, Mim
-2-
ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Zâlikel kitâbu lâ reybe fîhi huden lil muttekîn
Zâlike | : işte bu, o, işte bu kainat, işte bu varlık |
el kitab | : kitap, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri |
La reybe fihi | : yok, şüphe, tereddüt, hata, onun hakikatlerinde, |
Huden | : hakikate yol gösterici, hidayet veren, sahip, |
li el muttekîne | : takva, fenalardan sakınıp hakikati arayan, korunan, |
2- İşte bu kâinat bir kitaptır. Onun içindeki hakikatlerde şüphe yoktur. Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar için hakikatlere yol göstericidir.
-3-
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Ellezîne yuminûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn
Ellezine | : o kimseler, müttakiler, fenalardan sakınıp hakikati arayan |
Yuminun | : iman etmek, inanmak, |
bi el gaybi | : görünmeyen, bilinmeyen |
ve yukîmûne el salat | : her an sâlat üzeredirler, hakka bağlılık şuuru, |
ve mimmâ razakna hum | : şeyler, ondan, rızık, nimetlerimiz, sıfat, onlar, |
yunfikûne | : infak ederler, verirler, teslim ederler |
3- Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar, görünmeyen bilinmeyene inanırlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve onlardaki nimetlerimizin sahibini bilip teslim ederler.
-4-
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Vellezîne yuminûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik ve bil âhireti hum yûkınûn
Ve ellezine yuminun | : o kimseler, inanır, iman eder |
Bima unzile ileyke | : şeye, ne, hakikatlere, bildirilen, sunulan, indirilen, sana |
ve mâ unzile min kabl ke | : şey, ne, indirilen, sunulan, bildirilen, senden önce |
Ve bi el âhireti | : sonlarına, |
Hum yukınun | : onlar, yakın olmak, kesin inanmak, eminlik |
4- O kimseler; sana sunulan hakikatlere ve senden öncekilere de sunulan hakikatlere inanırlar ve onlar sonlarına da kesin inanırlar.
-5-
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn
Ulâike ala huden | : işte onlar, dosdoğru yolu üzere, hidayet üzere |
Min rabbi-him | : rabbinin, onlar, kendilerini vücudlandıran, |
ve ulaike hum | : işte onlar, o kimseler, |
el muflihun | : başarılı olan, felah bulan, mutlu, özü anlayan, |
5- İşte onlar, kendilerini vücudlandıranın dosdoğru yolu üzeredirler ve işte onlar özü anlayanlardır.
-6-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yuminûn
İnne ellezine keferu | : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
sevâun | : eşittir, birdir, denk, değişmez, |
Aleyhim e enzerte-hum | : onları, kendilerinde olan, uyarmak, anlatmak, |
Em lem tunzir-hum | : veya, yada, değil, uyarmak, anlatmak, onlar |
lâ yuminûne | : yok, iman etmek, inanmak |
6- Hakikatleri görmemezlikten gelenleri, onlardaki hakikatlerle onları uyarıp anlatsan da ya da onları uyarıp anlatmasan da bir şey değişmez, inanmazlar.
-7-
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ semıhim ve alâ ebsârihim gışâveh ve lehum azâbun azîm
Hateme Allah | : kapalı, mühür, son, damga, Allah |
kulûbi-him | : kalbleri, idrakleri, anlayışları, onlar |
ve ala semı him | : işitme, onlar |
ve ala ebsar him | : görmeleri, onlar |
gışâvetun | : perde, sis, buğu, gözü kara olmak, görememek, |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, elim, acı, |
7- Allah’ı anlama konusunda onların kalbleri kapalıdır ve onların işitmeleri ve onların görmeleri perdelidir ve onlar acı sıkıntılardadır.
-8-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hum bi muminîn
ve min en nâsi | : insanlardan, |
Men yekulu amenna | : kimse, kim, söyler, derler, inandık, |
bi allâh | : Allah’a |
ve bi el yevmi el âhıri | : sonlarına, son vakitlerine |
ve ma hum bi muminîne | : ve, fakat, değil, şey, ne, onlar, müminler, emin olan, |
8- İnsanlardan, Allah’a ve sonlarının geleceği vakte inandık diyen kimseler vardır. Fakat onlar mümin değillerdir.
-9-
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
Yuhâdiûn allâhe vellezîne âmenû ve mâ yahdeûne illâ enfusehum ve mâ yeşurûn
yuhadiun Allah | : aldanmada, aldatan, kandırma, Allah, |
ve ellezine amenû | : o kimseler, iman eden, inanan |
ve mâ yahdeûne | : değil, şey, ne, aldanmak, |
İllâ enfus hum | : ancak, sadece, kendilerini, kişi, nefs, onlar, |
ve mâ yeşurûne | : şuursuz, kendilerinin ve çevrelerinin farkında olmayan |
9- Onlar, Allah’a ve iman edenlere karşı bir aldatma içindedirler. Onlar sadece kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Onlar kendilerinin ve çevrelerinin idrakinden uzaktırlar.
-10-
فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Fî kulûbihim maradun fe zâde hum allâhu maradâ ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn
fî kulûbi-him | : içinde, kalblerinde, anlayışlarında, |
maradun | : cehalet hastalığı, araz, hastalık, rahatsızlık, |
Fe zade hum allâh | : böylece, artık, artma, çoğalma, fazlalaşma, onlar, Allah |
maradan | : cehalet hastalığı, maraz, hastalık |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, müşkil, elim, acı |
Bima kanu yekzibûne | : şeyler, sebebiyle, oldu, yalanlarda kalma, yalanlıyorlar |
10- Onların kalblerinde cehalet hastalığı vardır. Öyle ki, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı onların cehalet hastalığı artar ve onlar yalanlarda kaldıklarından dolayı acı müşkiller içindedirler.
-11-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı kâlû innemâ nahnu muslihûn
ve iza kile lehum | : o zaman, olduğunda, denildi, onlara |
La tufsidû | : yok, fesat, yıkıcılık, tahrip, kargaşalık, ikilik, |
fi el ard | : yeryüzü, toprak, beden, |
Kalu innemâ | : derler, ancak, sadece |
Nahnu muslihun | : biz, ıslah eden, düzelten, reform, barıştıran |
11- Onlara: Yeryüzünde fesatlık içinde olmayın denildiğinde, biz düzelteniz derler.
-12-
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ
E lâ innehum humul mufsidûne ve lâkin lâ yeşurûn
e lâ inne hum | : değil mi, muhakkak, onlar |
Hum el mufsidûne | : onlar, ikilik, yıkıcılık, tahrip, fesat çıkaranlar |
Ve lakin la yeşurune | : lakin, yok, şuursuz, kendinin çevresinin farkında olmayan |
12- Onlar fesatlık içinde olanlar değil midir? Fakat onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.
-13-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ
Ve izâ kîle lehum âminû kemâ âmenen nâsu kâlû e numinu kemâ âmenes sufehâu e lâ innehum humus sufehâu ve lâkin lâ yalemûn
Ve iza kile lehum aminu | : olduğunda, denildi, onlar, iman etmek, inanmak, |
Kema amene el nasu | : gibi, iman eden, inanan, insanlar |
Kâlû e numinu | : dediler, inanalım mı, iman, |
Kema amene | : gibi, inanan, iman eden, |
el sufehâu | : sefihler, akılsızlar, aklını çalıştırmayan, düşünmeyen, |
e lâ inne hum | : değil mi, yok, muhakkak, onlar |
hum el sufehau | : onlar, akılsız, sefih, aklını işletmeyen, düşünmeyen |
Ve lakin la yalemûne | : lakin, bilmiyorlar, bilmezler |
13- Onlara: Hakikatlere inanan insanlar gibi sizde inanın denildiğinde, derler ki: Akılsızlık içinde olanlar gibi mi inanalım? Asıl akılsızlık içinde olanlar onlar değil midir? Fakat onlar bilemiyorlar.
-14-
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ
Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halev ilâ şeyâtînihim kâlû innâ meakum innemâ nahnu mustehziûn
ve izâ leku ellezine amenu | : olduğu zaman, karşılaşmak, inananlarla, iman edenler |
Kalu âmennâ | : derler, biz inandık, iman ettik, |
ve izâ halev | : olduğu zaman, yalnız, boşluk, yoksun, |
ilâ şeyatini him | : ancak, şeytani halleri, kendi şeytanlarıyla |
Kâlû inna mea kum | : dediler, biz, beraber, birlikte, siz, |
İnnema nahnu | : ancak, sadece, doğrusu, biz, |
mustehziûn | : alay edenler, önemsemeyen |
14- İman edenlerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik, derler ve kendileri gibi şeytani hallerde olanlarla beraber olduklarında, biz onları önemsemedik sadece alay ettik, derler.
-15-
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Allâhu yestehziu bihim ve yemudduhum fî tugyânihim yamehûn
Allâhu yestehziu bihim | : Allah, alay etmek, önemsememek, onlarla |
ve yemuddu-hum | : zaman, belirli, mühlet |
Fi tugyani him | : içinde, azgınlık, zulüm, haddi aşmışlık, |
yamehun | : inat, isyan, ikilik, şaşkınlık, şaşırmış, oyalanma, |
15- Onlar halleriyle Allah’ı önemsemeyenlerdir. Onlar zamanlarını, haddi aşmışlık ve ikilik çıkaran haller içinde geçirirler.
-16-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ fe mâ rabihat ticâretuhum ve mâ kânû muhtedîn
Ulâike ellezine | : işte, o kimseler, o halde olanlar, |
işterevu | : satın almak, tercih etmek, |
el dalâlete | : dalalet, hakikatlerden sapma, |
bi el huda | : yol bulma, hidayet, hakk yolu üzere, |
Fe ma rabihat | : sonra, kazanamamak, kar, bir şey elde edememek |
ticâretu-hum | : alış veriş, hakikatleri anlamak, talep, ticaret, onlar |
ve ma kanu muhtedîne | : olmadı, olmaz, hakka yol bulan, hidayette olanlar, |
16- İşte o hâlde olan kimseler; Hakk’a yol bulma yerine hakikatlerden sapmayı tercih ettiler. Sonra da onlar hakikatlerden bir şey elde edemediler ve onlar Hakk’a yol bulamadılar.
-17-
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
Meseluhum ke meselillezistevkade nârâ fe lemmâ edâet mâ havlehu zeheballâhu bi nûrihim ve terekehum fî zulumâtin lâ yubsirûn
meselu-hum | : misal, durum, halleri, onlar |
Ke meseli ellezi | : gibi, misal, durum, o kimseler, |
İstevkade | : tutuşturulmuş, yakılmış, ateş yakan |
naren | : ateş, aydınlık, nur, ışığı görmek, |
Fe lemma edâet | : artık, sonra, olduğunda, aydınlattı, yanar, ışık saçar |
Mâ havle hu | : şey, ne, değil, etrafı, güç, kuvvet, çevre, her varlık, |
Zeheb | : altın, giderdi, yok etmek, görememek, kaybetmek, |
Allah bi nuri him | : Allah, nur, aydınlık, ışık, onlar, kendindeki nuru, |
ve tereke-hum | : terk, bırakmak, uzaklaşmak, onlar |
Fi zulumât | : içinde, karanlık, cehaletin karanlığında, |
la yubsirun | : yok, görmek, göremeyen, idrak edemeyn, |
17- Onların durumu ateş yakan kimseler gibidir, onlar o ateşin ışığını görürler, fakat onlar kendilerindeki Allah’ın nurunu, her varlıktaki o gücü göremezler ve onlar hakikatlerden uzaklaşmakla cehaletin karanlığında kalıp hakikatleri göremeyenlerdir.
-18-
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn
Summun bukmun | : sağır, hakikatleri işitemeyen, konuşamayan, |
umyun | : göremeyen, âmâ, hakikati göremeyen, |
Fe hum la yerciune | : artık, onlar, yok, dönmek, asliyetine dönmek |
18- O hâlde olanlar; hakikatleri işitemeyen, hakikatleri konuşamayan, hakikatleri göremeyenlerdir, artık onlar asliyetlerini anlamaktan uzaktırlar.
-19-
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
Ev ke sayyibin mines semâi fîhi zulumâtun ve radun ve berk yecalûne esâbiahum fî âzânihim mines savâiki hazaral mevt ve allâhu muhîtun bil kâfirîn
ev ke sayyibin | : veya, ya da, gibi, yağmur, yağmak, şiddetli gelen, |
min el sema | : semadan, gökten, ulvi âlemden, |
fî-hi zulumatun | : onun içinde, karanlık, |
ve radun | : gök gürültüsü, şiddetli ses, kudretli ses, |
ve berkun | : şimşek, katı, sağlam, zinetlenme, göğüs, |
Yecalûne esabia hum | : kılarlar, yaparlar, tıkarlar, parmaklarını, onlar |
fi azani him | : kulaklarının içine, kulaklarına |
min es savâiki | : yıldırımlardan, şimşek, |
Hazara el mevt | : korku, ölüm, idraksizlik içinde olan, |
ve Allâh muhit | : Allah, ihata eden, kuşatan, tecellileriyle saran, |
bi el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler |
19- Ya da onların durumu, bir karanlık içinde gökten şiddetli yağan yağmur ile birlikte gök gürültüsü ve şimşeklerin çakmasıyla, ölüm korkusundan kulaklarını parmaklarıyla tıkayanlar gibidir. Oysa ki onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtseler de, Allah onları da tecellileriyle ihata etmiştir.
-20-
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi semihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şeyin kadîr
Yekâdu el berk | : neredeyse, şimşek, elektirik, ışık, sağlam, |
yahtafu | : kaçırır, kamaşma, |
ebsâre-hum | : bakışların, onların gözleri |
Kullemâ edae lehum | : her zaman, her defa, aydınlatan, aydınlık, onlar, |
Meşev fî-hi | : yürümek, gitmek, ilerlemek, onun içinde, onunla, |
ve izâ azleme aleyhim | : ise, olduğunda, karanlığında, onlarda, |
kamu | : hep, bütün, her şey, kalakalmak, |
Ve lev şae allâh | : eğer, istek, anlamak, Allah |
le zehebe | : elbette, gidermek, gitmek, yok etmek, |
bi semi him | : işitmek, anlamak, onlar, |
ve ebsâri-him | : bakıp görmek, anlamak, idrak, dikkatlice bakmak, |
İnne allah | : muhakkak, Allah |
Ala kullu şeyin kadirun | : bütün her şey, kudret, güç |
20- Onların bakışları ışığın etkisinden kamaşır. Oysa onlara her zaman hakikatlerin aydınlığında ilerlemek vardır. Fakat onlar cehaletin karanlığında oldukları yerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteseler, elbette cehalet hallerini giderirler, hakikatleri işitirler ve onlar, muhakkak ki Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu anlarlardı.
-21-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Yâ eyyuhen nâsubudû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekûn
yâ eyyuhâ el nas | : ey insanlar |
Abudû rabbe kum | : kulluk, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Ellezi halaka-kum | : ki o, halk etti, yarattı, siz |
ve ellezine min kabl kum | : o kimseler, onlar, sizden önce |
lealle-kum tettekune | : umulur ki, siz, fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız, takva |
21- Ey insanlar! Sizi vücudlandıranın kulu olduğunuzu anlayın. Sizleri ve sizlerden öncekileri de halkeden O’dur. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.
-22-
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ellezî ceale lekumul arda firâşen ves semâe binââ ve enzele mines semâi mâen fe ahrece bihî mines semarâti rızkan lekum fe lâ tecalû lillâhi endâden ve entum talemûn
Ellezi ceale lekum | : ki o, kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, siz, |
El ard firaşen | : yeryüzü, yaymak, döşek, yatak, serilen |
ve el semâe | : sema, gökyüzü, ulvi alem, |
binaen | : düzenledi, bina, kurdu, |
ve enzele | : sundu, indirdi, verdi, |
min semai maen | : gök, gökyüzü, ulvi alem, su, ilim, |
Fe ahrece bihi | : böylelikle, çıkardı, ihraç, oradan, |
Min el semarâti | : ürünler, yemiş, mahsuller |
Rızkan lekum | : rızık, fayda, yarar, siz, |
Fe la tecalu | : artık, yok, yapmak, kılmak, |
li Allâh endaden | : Allah’a, Allah için, eş, benzer, ortak |
ve entum talemun | : siz, bilenlerden olun, |
22- Ki O’dur; sizi sıfatlarıyla düzenleyen, yeryüzünü yayıp döşeyen ve gökyüzünü kuran ve gökten suyu indiren, sonra da onunla ürünler çıkartan. Sizler onlardan faydalanırsınız. Artık Allah’a eş koşmayın ve siz bilenlerden olun.
-23-
وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Ve in kuntum fî reybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fetû bi sûretin min mislihî vedû şuhedâekum min dûnillâhi in kuntum sâdıkîn
ve in kuntum fi reybin | : eğer, siz iseniz, şüphe içinde, tereddüt, |
mimma nezzelna | : şeyden, hangi, indirilen, sunulan, biz, |
Ala abdi na | : üzerine, için, göre, kul, köle, mahluk, insan, biz |
fe utu | : sonrada, gelmek, getirmek, yapmak, incelemek, |
bi suret | : suret, biçim, sekil, tarz, dış yüz, |
min misli-hi | : benzeri, misli aynı, onun gibi |
ve udu | : davet, çağrı, talep, arayın, anlamak için davet, |
şuhedae kum | : bilip gören, şahit olmak, görmek, siz, |
min dûni Allâh | : ona ait, ondan başka, ona ait hakikatler, Allah |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, sadakat |
23- Eğer sunduğumuz şeylerden şüpheniz varsa, kullarımızın üzerlerindeki niteliklere bakın. Sonra da suretleri tutan o benzer tecellileri inceleyin ve eğer siz sadakatle bağlı olmak istiyorsanız, Allah’a ait olan her yerdeki tecellileri görün anlayın.
-24-
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Fe in lem tefalû ve len tefalû fettekûn nârelletî vakûduhân nâsu vel hicâratu uiddet lil kâfirîn
fe in lem tefalû | : böylece, eğer, değil, yapmak, işlemek, fâil olan, |
ve len tefalû | : değil, asla, yapmak, yaparsınız, fâil olan, |
fe itteku | : bundan sonra, artık, sakının, |
el nar | : yakıcı, ateş, cehaletin yakıcı ateşi |
Elleti vakudu ha el nâsu | : ki o, yakıt, yakan, onun, insanlar |
ve el hicaratu | : uzaklaşmak, taş, taşlaşmış, |
uiddet | : bırakmak, katı, hazır, vardır, o halde kalmak, |
li el kâfirîne | : içinde, hakikatleri görmeyip örtenler, |
24- Böylece fâil olanın siz olmadığınızı anlarsınız. Ki fâil olan siz değilsiniz. Bundan sonra insanları yakan o cehalet ateşinden sakının. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerinin içinde olursanız, o cehaletin taşlaşmış hallerinde olursunuz.
-25-
وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Ve beşşirillezîne âmenû ve amilûs sâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihel enhâr kullemâ ruzikû minhâ min semeretin rızkan kâlû hâzellezî ruzıknâ min kabl ve utû bihî muteşâbihâ ve lehum fîhâ ezvâcun mutahharatun ve hum fîhâ hâlidûn
ve beşir ellezîne âmenû | : müjdele, bildir, sevindir, iman edenlere, |
ve amilû el salihat | : dosdoğru hak yolunda çalışanlara, iyi çalışmalarda olan |
Enne lehum cennâtin | : olduğu, onlar, cennetler, huzurlar, mutluluk, |
Tecri mim tahtiha | : vardır, iletilen, yapılan, akar, makamlarında |
enhâru | : akıp giden ilim, nehirler |
Kullemâ ruziku minha | : her an, hepsi, her seferinde, fayda, yarar, oradan, |
min semeretin | : ürün, netice, sonuç, verim, |
rızkan | : fayda, elde edilen, fayda, nimet |
Kâlû haza ellezi | : dediler, bu, ki o, |
Rızık na min kablu | : fayda, yarar, nimet, biz, önceden, ilk andan beri, |
ve utû bihi | : verildi, sunuldu, orada, |
muteşâbih | : teşbih, özü aynı görünüşleri farklı, benzerlik |
ve lehum fî-hâ ezvâcun | : onlar, orada, onun içinde, eş, tür, sınıf, aynı yolda olan |
mutahharatun | : tertemiz, temiz olan, temizlenmek, |
ve hum fiha hâlidûne | : onlar, orada, o hakikatler, devamlı, sürekli |
25- İman edenlere ve dosdoğru iyi çalışmalarda bulunanlara bildir: Onlara huzur vardır, makamlarında akıp giden bir ilim vardır, her an o ilimden faydalanmak vardır, o yararlandıklarından verim almak vardır. Derler ki: Bizi ilk andan beri faydalandıran ve benzer güzellikler sunan O’dur. Onlarla aynı yolda olanlara temizlenmek vardır ve onlar devamlı o hakikatlerle hareket ederler.
-26-
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ
İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten fe mâ fevkahâ fe emmellezîne âmenû fe yalemûne ennehul hakku min rabbihim ve emmellezîne keferû fe yekûlûne mâzâ erâdallâhu bi hâzâ meselâ yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn
İnne Allah la yestahyi | : muhakkak, şüphesiz, Allah, yok, belirtmek, işaret, |
en yadribe | : vurmak, ilişkilendirmek, anlatmak, hakikati göstermek |
meselen | : misal, örnek, vurgu |
mâ beûdaten | : ne, şey, değil, sivrisinek |
Fe ma fevka-hâ | : öyle ki, fakat, şey, ne, değil, onun üstünde, büyük |
Fe emma ellezîne âmenû | : ama, iman edenler |
Fe yalemûne enne hu | : artık, bilirler, olduğu, onun |
El hakk | : hakk, gerçek, doğru, hakikatler |
min rabbi-him | : Rabbi, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve emmâ ellezine keferu | : fakat, ama, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler |
Fe yekûlûne | : artık, böylece, derler, söylerler |
Mâzâ erade Allah | : ne, bu, irade, Allah, |
Bi haza mesel yudıllu | : bununla, bu, misal, vurgu, durum, sapar, |
bihi kesîran | : onda, onunla, çoğu, çok, kesret |
ve yehdî bihi kesiran | : yol bulur, onunla, hakikatlere yol bulur, çoğu, çok |
ve mâ yudıllu | : değil, şey, ne, dalalet, doru yoldan ayrılan, sapmayan, |
bi-hi illa fasikin | : onunla, ancak, başka, sadece, fasık, çıkan, sapan, bölen, ikilik çıkaran |
26- Sivrisinekte ve ondan büyük şeylerde de ne varsa, şüphesiz Allah’ın işaretlerinden başka bir şey yoktur. Bu örneklerle hakikatler gösterilir. İman eden kimseler her yerde kendilerini vücudlandıranın hakikatleri olduğunu bilirler. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelenler, Allah’ın iradesi nedir ki, diye söylerler. Bu misallerle birçoğu, hakikatlerden kendi anlayışlarına saparlar ve birçoğu da hakikatlere yol bulurlar. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlardan başkası doğru yoldan sapmaz.
-27-
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Ellezîne yenkudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıh ve yaktaûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yufsidûne fîl ard ulâike humul hâsirûn
ellezîne yenkudûne | : onlar, bozar, kırmak, |
ahdi Allâh | : söz, ahd, Allah |
Min badi misakı-hi | : sonra, uzak, misak, o |
ve yaktaûne | : keserler, uzaklaşırlar, ayırırlar, ikilikte kalırlar, |
ma emr Allah | : ne, şey, değil, işleyiş, emir, hüküm, Allah |
Bihi en yûsale | : ona, varmak, ulaşmak, anlamak, ulaştırmak |
ve yufsidune fî el ardı | : fesat, bozguncu, ikilik çıkaran, yeryüzünde |
Ulâike hum el hasirin | : işte onlar, hüsran, kaybeden, başarısız, |
27- Allah’a söz verdikten sonra sözlerini bozan o kimseler, Allah’ın işleyişini anlamaktan uzaklaşırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ikilik çıkarırlar. İşte onlar başarısız olanlardır.
-28-
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Keyfe tekfurûne billâhi ve kuntum emvâten fe ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum summe ileyhi turceûn
keyfe tekfurûne | : nasıl, görmemezlikten gelmek, örtmek, kabul etmemek |
bi Allah | : Allah’ı, Allah ile, Allah’ın sizde olduğunu, |
ve kuntum emvaten | : siz idiniz, oldunuz, ölü, henüz yok iken, |
Fe ahyâ-kum | : sonra, sizi diriltti, dünyaya getirdi, |
Summe yumitu kum | : sonra, sınırlamak, ölü, siz |
Summe yuhyi-kum | : sonra, hayat, diri, diriltecek, siz |
Summe ileyhi turceun | : sonra, ona, aslınız olan ona döndürüleceksiniz |
28- Allah’ı nasıl olur da görmemezlikten gelirsiniz. Siz ölü bir hâlde idiniz, sonra siz hayat buldunuz, sonra siz ölümü anlayacaksınız, sonra siz diriliği anlayacaksınız, sonra da aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.
-29-
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seba semâvât ve huve bi kulli şeyin alîm
huve ellezi halaka lekum | : o ki, yarattı, halk etti, sizi, |
Ma fî el ardı | : şey, ne, değil, yeryüzünde, birlik, bütünlük, hepsi, tüm, |
cemian | : birlik, bütünlük, hepsi, tüm varlık, |
Summe estevâ | : sonra, düzenledi, yöneldi, istiva, eşit olma, dosdoğru |
İlâ el semai | : gökler, sema, ulvi alem |
Fe sevvâhunne | : güzelce düzenledi, eşit kıldı, doğru, adaletli, onlarda, |
Seba semavat | : yedi, ulvi, gökleri, kişinin üzerinizdeki yücelikler, ulviyet |
ve huve bi kull şeyin alim | : o, bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
29- Ki O’dur sizi ve yeryüzünde ne varsa hepsini halkeden. Sonra gökleri bir istikamette düzenleyen ve onlarda olan her şeyi, yücelikleri gösterir bir şekilde güzelce düzenleyen ve O’dur bütün her şeyi ilmiyle vareden.
-30-
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh kâlû e tecalu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâe ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke kâle innî alemu mâ lâ tâlemûn
ve iz kâle rabbu-ke | : demişti, bildirdi, rabbin, seni vücudlandıran, |
li el melâiketi | : güç, kuvve, melek, her varlıktaki güç, |
İnni câilun | : ben, kılan, yapan, düzenleyen |
fî el ardı halifeten | : yeryüzünde, ardından gelen, devam eden, halife |
Kalu e tecalu fiha | : dediler, belirtti, kılmak, yapmak, orada, o halde |
Men yufsidu fî-hâ | : kim, kimse, fesat, ikilik, bozguncu, orada |
ve yesfiku el dimae | : döken, kan, damla, |
Ve nahnu nusebbihu | : biz, tesbih ediyoruz, tecellileriz, sıfatları idrak etmek |
bi hamdi-ke | : hamd ile, hamdinle, sen, |
ve nukaddisu leke | : biz, kutsal, takdis, mukaddes, değerler, seni, |
Kale innî alemu | : dedi, ben, bilmek, ilmin sahibi |
mâ lâ tâlemûne | : değil, şey, ne, yok, bilmediğiniz şeyleri |
30- Rabbin; tüm varlıktaki gücün sahibi, tüm varlığı düzenleyen, yeryüzünde devam edip giden Benim diye bildirdi. Kim yeryüzünde ikilik, bozgunculuk yapar ve kan dökücü olursa hakikatleri anlayamaz diye bildirildi. Sen varlıktaki tüm niteliklerinin sahibini bilerek, tecellilerimizi idrak ederek Bizi anla. Kendindeki Bize ait olan değerleri anla. Bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Benim, diye bildirdi.
-31-
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn
ve alime ademe | : alim, bilgi, bilen, bilim, ilim, fen, öğretti, adem, |
El esma | : isimler, adlar, namlar, işaretler, işitmeler, dinlemeler, |
kulle-hâ | : onun hepsi, bütün varlık, |
Summe arada hum | : sonra, arz etmek, bildirmek, anlatmak, onlar, etrafındakiler |
Ala el melâiketi | : için, göre, hazır, karşı, güç, kuvve, melekler, |
Fe kale enbiu ni | : artık, dedi, haber vermek, bildirmek, bildirdiğim, |
bi esmâe haulai | : isimleri ile, tecellileri, işitmeleri, bunlar, onlar |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, içren bağlanan |
31- Âdem, bir ilim içinde bütün varlığı isimlendirdi. Sonra varlıktaki gücü etrafındakilere anlattı. Sonra da, eğer sizler içtenlikle bağlanmak istiyorsanız, bildirdiğim varlığın isimlerinin hakikatlerini anlayın, dedi.
-32-
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm
kalu subhane ke | : dedi, belirtti, noksan sıfatlardan münezzeh olan, sen |
La alim lena | : yok, ilim, bilgi, bizim, |
illa ma allemte na | : başka, ancak, değil, şey, bilgi, ilim, biz |
inne-ke | : muhakkak, sen |
Ente el alim | : sensin, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
el hakim | : varlığa hakim olan, hükmün sahibi, |
32- Âdem dedi ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, bizim ilmimiz yoktur, biz ancak senin ilmine tâbiyiz. Muhakkak ki sen ilmin sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.
-33-
قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Kâle yâ âdemu enbihum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim kâle e lem ekul lekum innî alemu gaybes semâvâti vel ardı ve alemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn
kâle yâ âdemu | : dedi, bildirildi, ey adem |
Enbi hum | : haber ver, bildir, onlar, |
bi esmai him | : isimler, işaret, delili, belirtisi, onlar, etrafındakiler |
fe lemmâ enbee hum | : olunca, olduğu zaman, bildirme, haber vermek, onlar |
bi esmâi-him | : isimler, onlar |
Kale e lem ekul lekum | : dedi, değil mi, olmaz mı, demek, söylemek, sizin, size |
inni alemu gaybe | : ben, imin sahibi, bilinmeyen görünmeyen |
El semavat ve el ardı | : gökler, ulvi alem ve arz, yeryüzü, toprak |
ve alemu | : bilen, ilmin sahibi, |
ma tubdune | : açıkğa çıkan ne varsa, açıklamak, ortada olan |
ve ma kuntum tektumûne | : kapatıcı, gizlemek, örtmek, göremediğiniz şeyler, |
33- Ey Âdem! Etrafındakilere o isimlendirdiklerini bildir, diye bildirildi. Böylece o etrafındakilere isimlendirdiği varlıkların isimlerini bildirdi. Rabbin onlara: Gökleri ve yeri, bilinmeyen görünmeyenleri ilmiyle vareden ve açığa çıkan ne varsa ve sizin göremediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi, Ben değil miyim, diyerek bildirdi.
-34-
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn
ve iz kulna | : demiştik, bildirdik, hissiyat verdik, |
li el melaiket | : demiştik, melek, güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
Escudu li Adem | : secde, teslimiyet, Adem’e |
Fe secedu | : böylece, tüm varlığıyla teslim oldu, secde etti, |
illa iblis | : ancak, libas, surette kalan, dış elbise, dış yüzde kalan, |
eba | : uymadı, yapmadı, kaçındı, |
ve istekbere | : kibirlendi, büyüklendi |
ve kâne min el kâfirîne | : oldu, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
34- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır ve bir kibirlilik içinde kalır ve hakikatleri görmemezlikten gelenlerden olur.
-35-
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şitumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn
ve yâ âdem | : ey Âdem, |
uskun | : iskan, mesken, yerleşme, oturma, orada bulunmak |
Ente ve zevc ke | : sen ve eş, aynı yolda olan, eşlik eden, benzer, cins, tür, |
el cennet | : huzur, bahçe, mutluluk, |
ve kula minha | : beslenme, fayda, yararlanmak, ondan |
ragaden | : refah, genişlik, kolaylık, bolluk, bereket, geçim kolaylığı |
Haysu şituma | : her yerden, istek, arzu, gaye, |
Ve lâ takraba hazihi | : yok, yakınlık, bu, ona sahiplenme, kendine nisbet etme |
el şecerete | : şecere, soy, aslınız, soyunun geldiği yer, ağaç |
fe tekûnâ min el zalimin | : yoksa, o zaman, zalimlerden olursunuz, |
35- Ey Âdem! Sen ve eşin, yaşadığınız yerde huzur içinde olun. İstediğiniz her yerde, size refah getirecek olan o hakikatlerden yararlanın. Varlığınızın geldiği öze olan o yakınlığı yok etmeyin, o özü kendinize nisbet etmeyin. Yoksa zalimlerden olursunuz.
-36-
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Fe ezellehumâş şeytânu anhâ fe ahrecehumâ mimmâ kânâ fîh ve kulnâhbitû badukum li badin aduvv ve lekum fîl ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn
fe ezelle huma | : fakat, geçmiş, geldiği yeri, özleri, ezeli, onlar, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük, benlik halleri, |
an-hâ | : ondan, oradan |
Fe ahrece-humâ | : artık, ihraç, dışarı, çıkardı, onlar, ikilik, |
mimmâ kane fihi | : şeyden, oldu, içinde, |
Kulna ıhbutu | : dedi, inin, ileri gitme, |
badukum li badın aduv | : sizin bir kısmınız, bir kısmınıza, birbirinize, düşman |
ve lekum fi el ard | : sizin için, yeryüzü, |
mustekar | : kalma, kararlı olmak, yerleşme yeri, barınma, |
ve metâun ila hinin | : meta, geçinme, yarar, fayda, bir zamana kadar |
36- Fakat onlar; şeytani hallerine uydular, geldikleri yer olan özlerini unuttular, böylece onlar bulundukları makamdan dışarı çıktılar. Bildirdik: Siz ileri giderek birbirinizin düşmanı oldunuz. Yeryüzü sizler için bir barınma yeridir ve bir zamana kadar faydalanma vardır.
-37-
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Fe telekkâ âdemu min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh innehu huvet tevvâbur rahîm
fe telekkâ âdem | : sonra, telakki etti, anlama, öğrenme, idrak etti, âdem |
min rabb hi | : Rabbinin, kendini vücudlandıran, |
kelimat | : kelime, tecelli, hakikatler |
fe tâbe aleyhi | : böylece, tövbe, yaptığından pişmanlık duyup dönen, onun |
inne-hu huve | : muhakkak, o, o dur |
el tevvab | : tövbeleri kabul eden, |
el rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden |
37- Daha sonra Âdem, kendini vücudlandırana ait olan tecellileri anladı. Yaptığı hatayı anlayıp tövbe etti. Muhakkak ki yaptığı hatayı anlayıp dönenlerin tövbesini kabul eden, varlığı özünden vareden O’dur.
-38-
قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Kulnâhbitû minhâ cemîa fe immâ yetiyennekum minnî hudenfe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
kulna ihbita | : dedik, inmek, düşmek, çıkmak, |
minha cemian | : oradan, ondan, o hallerde, hepsi, tümü, birlik, |
Fe imma yetiye enne-kum | : sonra, artık, olunca, gelecek, olduğunda, siz |
minni huden | : benden, benim, yol gösteren, hidayet |
Fe men tebia | : artık, kim, tabi olan, uyan, o yol üzere olan, |
hudâye | : dosdoğru yol üzere, yol gösteren, yolun, |
fe lâ havfun aleyhim | : artık, korku yoktur, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : onlar mahzun olmazlar |
38- Bildirdik: Fena hallerde olanların hepsi hakikatlerin idrakinden düşer. Artık size yolumuzu gösteren geldiğinde, kim dosdoğru yolumuz üzere olursa, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.
-39-
وَالَّذِينَ كَفَرواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
ve ellezîne keferu | : o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen |
ve kezzebû | : yalanladılar, yalanlarda kalan, |
bi ayeti na | : ayetlerimiz, işaret, delil, biz |
Ulaike ashabu el nârı | : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı olan, |
hum fî-hâ halidun | : onlar orada, o halde, devamlı, sürekli |
39- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar, işte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.
-40-
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum ve iyyâye ferhebûn
yâ beni israile | : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, |
Uzkuru nimeti | : zikredin, hatırlayan, anın, nimetleri, sıfatları, |
Elleti enamtu aleykum | : ki o, nimetlendirdim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki |
ve evfû bi ahd | : vefa edin, ifa edin, sevgi, içtenlikle, ahd, söz, |
Ufi bi ahdi-kum | : ifa etmek, yerine getirmek, ahd, söz, siz |
Ve iyyâ ye | : yalnız benden, sadece benden |
Fe erhebun | : o zaman, böylece, artık, huşu, saygı, tenezzül, korku |
40- Ey Hakk yolunda yürüyenler! Nimetleri anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sözlerinizde samimi olun, siz verdiğiniz sözleri yerine getirin ve yalnızca Bana yönelin ve saygılı olun.
-41-
وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Ve âminû bi mâ enzeltu musaddikan li mâ meakum ve lâ tekûnû evvele kâfirin bihî ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlen ve iyyâye fettekûni
ve âminû | : inanın, iman edin, |
bima enzeltu | : sunulan şey, indirilen, bildirilen, inzal, siz, |
musaddikan | : doğru olan, tasdik eden, doğrulayan |
li mâ mea kum | : için, o şeyi, değil, ne, birlikte, beraber, siz |
ve lâ tekûnû evvele | : yok, olmak, olmayın, ilk, önce, |
Kafirin bihi | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onu |
ve lâ teşterû | : satmayın, çıkarlarınıza alet etmeyin, |
bi ayeti | : ayet, işaret, delil |
Semenen kalîlen | : bedel, ücret, karşılık, az bir değer, |
ve iyya ye | : yalnız ben |
Fe itteku ni | : artık, fenalardan sakınma ortak koşmama, bana |
41- Size sunduğumuz şeylerin doğruluğunu anlayın ve inanın. Birlik içinde olmaktan ayrılmayın. Hakikatleri görmemezlikten gelme halleri olan önceki o cehalet hallerinizde olmayın. Ayetlerimizi; az bir değere de olsa, çıkarlarınıza alet etmeyin ve yalnız Bana yönelin. Artık fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.
-42-
وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum talemûn
ve lâ telbisû | : aldanmak, karıştırmayın, |
el hakka | : hakk, gerçek, doğru olan, temeli olan, |
bi el batıl | : batıl, asılsız, temeli olmayan, hürafe, |
ve entum talemun | : siz, bilenlerden olun |
42- Hakk ile batılı karıştırmayın ve siz hakikatleri bilin.
-43-
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ
Ve ekîmûs salâte ve âtûz zekâte verkeû mear râkiîn
ve ekîmû el salat | : her an salât üzere olun, hakka bağlılık şuuru |
ve âtû el zekate | : verin, paylaşın, zekat, temizlenme, |
ve erkeû mea | : rüku, nitelik, sıfatlar, beraber, birlikte, ile, |
el rakiin | : rüku, nitelik, sıfatlar, |
43- Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve sıfatları anlayanlarla birlikte sıfatları anlayın.
-44-
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
E temurûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb e fe lâ takılûn
e temurûne | : mi, emr, iş, çalışma, hüküm, |
El nase bi el birri | : insanlar, doğruluk, hayır iyilik yolunda olan, |
ve tensevne | : unutmak, unutmayın, |
enfuse kum | : nefs, iç alem, iç yüz, siz, kendiniz |
ve entum tetlune | : siz, okumak, anlamak, araştırmak, incelemek, |
el kitâb | : kitap, varlık kitabı, |
e fe lâ takılûne | : o halde, hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz? |
44- İnsanlara; doğruluk üzere olun, iyilikler yolunda çalışın, deyin ve kendiniz de unutmayın. Sizler, tüm varlığın okunacak, incelenecek bir kitap olduğunu anlayın. Hâlâ akledip düşünmez misiniz?
-45-
وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ
Vesteînû bis sabri ves salât ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn
ve isteînû | : istiane, yardım, aramak, yönelme, |
bi el sabr | : sabır, beklemek, açığa çıkışını beklemek, |
ve el sâlâti | : sâlât, heran bağlılık şuurunda olmak, bağlılık, |
ve inne-hâ le kebiretun | : olduğu, muhakkak, o, elbette, yüce olan, mükemmel, |
İlla alâ el haşiine | : ancak, sadece, hep, huşu, huzur, saygılı olan |
45- Sabırla hakikatlere yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olduğunuzun şuurunda durun ve yüce olanın elbette O olduğunu bilin ve hep saygılı davranışlar içinde olun.
-46-
الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn
ellezîne yezunnûne | : o kimseler, düşünmek, bilmek, |
enne-hum mulaku | : olduğunu, onlar, kavuşma, ulaşma, anlama, tevhid |
rabb him | : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve enne-hum ileyhi raciun | : olduğunu, onlar, kendi, ona, aslı olana dönmek |
46- Düşünen o kimseler, kendilerini vücudlandıranı anlama içinde olurlar ve onlar asliyetlerine dönerler.
-47-
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve ennî faddaltukum alel âlemîn
yâ beni israile | : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, yakubun oğulları |
Uzkuru nimeti | : zikredin, hatırlayan, anın, nimetler, sıfatlar, |
Elleti enamtu aleykum | : ki o, nimetlerim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki |
ve enni faddaltu kum | : ben, fazilet, lütuf, tercih, fark eden, şuurlu, siz |
alâ el âlemîne | : için, karşı, göre, yüce, alemlere, kimseler tüm varlığı |
47- Ey İsrailoğulları! Sizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sizlere, Beni ve tüm varlığı anlayacak şuuru verdik.
-48-
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şeyen ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yuhazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn
ve ittekû yevmen | : sakının, çekinin, gün, vakit, her an, |
lâ tezci nefsun | : yok, karşılık, nefs, kişi, kendisi, karşılığı ödenmez |
An nefsin şeyen | : kendisinden, bir şey |
ve la yukbelu | : yok, makbul, kabul olunmaz, anlamanız olmaz, |
min-hâ şefaatun | : ondan, bundan, şefaat, birliğe götüren, yardımcı, tek, |
ve lâ yuhazu minha | : yok, almak, edinmek, sarmak, ondan, |
adlun | : adalet, doğruluk, adil |
ve lâ hum yunsarûne | : onlara yardım olunmaz |
48- Her an fenalardan sakının. Kendi çıkarlarınız için yaptığınız şeylerden kendinize karşılık yoktur ve şefaati anlamanız da olmaz ve o yaptıklarınızdan doğruluğu da edinemezsiniz ve o hâlde olanlar yardım da bulamazlar.
-49-
وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
Ve iz necceynâkum min âli firavne yesûmûnekum sûel azâbi yuzebbihûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum ve fî zâlikum belâun min rabbikum azîm
ve iz neccey nâ kum | : olduğu zaman, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz |
min âli firavne | : firavun ailesinden, kibirli olan, |
yesûmûne-kum | : sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar, |
se el azab | : kötü, azap, sıkıntı |
Yuzebbihun ebnâe-kum | : yok ediyor, yazık ediyor, oğullarınız |
ve yestahyûne nisae kum | : bırakıyor, kadınlarınız, nefsini tanıma yolunda olan, |
Ve fi zalikum | : işte bunlarda, |
belâun | : imtihan, dikkatlice düşünme, |
min rabbi kum azim | : rabbinizden, büyük, yüce |
49- Siz firavun ailesine karşı Bizde necat bulmuştunuz. O sizlere kötü sıkıntılar veriyor, oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı bırakıyordu. İşte bunlarda Rabbinizi anlamada sizin için çok dikkatli düşünmeler vardır.
-50-
وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Ve iz faraknâ bikumul bahre fe enceynâkum ve agraknâ âle firavne ve entum tenzurûn
ve iz farakna | : olduğunda, fark, fark etmek, ayırmak, biz, |
Bikum el bahr | : size, bilge, ilmin sonsuzluğu, bilgili kimse, deniz, |
Fe encey nâ kum | : böylece, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz |
ve agrak nâ | : boğulmak, cehaletinde boğulmak, biz |
ala firavne | : firavun ailesi, kibirli olan, |
ve entum tenzurun | : siz, bakıp görün |
50- Biz size, bilge kimselerden olmanız için fark etmeyi sunduk. Böylece siz Bizde necat buldunuz. Firavun ailesi de Bizi anlayamayıp kendi cehaletinde boğulup gitmişti. Artık bakıp görün, anlayın.
-51-
وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Ve iz vâadnâ mûsâ erbaîne leyleten summettehaztumul icle min badihî ve entum zâlimûn
ve iz vaad na musa | : sözler, tecelli, vaat, ortaya çıkış, biz, Musa |
Erbain | : rabbe dönmek, kısım kısım, kırk, |
leyleten | : gece, cehaletin karanlığı, fenalar, |
summe ittehaztum | : sonra, sarıldınız, edindiniz, |
el ıcle | : eski cehalet adetleri, tapınma, buzağı, |
min badi-hi | : ondan sonra |
ve entum zalimin | : siz, zulümlerde olan, haksızlık |
51- Musa cehaletin karanlığından geçip Rabbine döndü. Tecellilerimizi anlayıncaya kadar tefekkür etti. Sonra siz ise eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınıza sarıldınız ve siz zalimlerden oldunuz.
-52-
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Summe afevnâ ankum min badi zâlike leallekum teşkurûn
Summe afevna ankum | : sonra, af, bağışlamak, biz, sizler, sizden |
min badi zalike | : ondan sonra, sonradan, uzaklaşma, işte |
lealle kum teşkurun | : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz |
52- Sonra da sizler Bizim affımıza sığındınız. Umulur ki sizler de varlığınızın sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.
-53-
وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Ve iz âteynâ mûsâl kitâbe vel furkâne leallekum tehtedûn
ve iz âteynâ | : olduğu zaman, vermiştik, sunduk, |
musa el kitab | : Musa, kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
Ve el furkâne | : fark edicilik, hakkı batıldan ayırma, idrak |
lealle-kum tehtedune | : umulur ki, sizlerde, hakka yol bulmak, hakikatler, |
53- Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı ve hakk ile batılı fark edenlerdendi. Umulur ki sizler de Hakk’a yol bulursunuz.
-54-
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmi innekum zalemtum enfusekum bittihâzikumul icle fe tûbû ilâ bâriikum faktulû enfusekum zâlikum hayrun lekum inde bâriikum fe tâbe aleykum innehu huvet tevvâbur rahîm
ve iz kâle musa li kavmi hi | : demişti, Musa, kavmine, |
Ya kavmi | : ey kavmim |
inne-kum | : oldunuz, elbette, siz |
Zalemtum enfus kum | : zulmettiniz, haksızlık, kendinize, nefsinize, |
bi ittihâzi-kum | : edinmek, sarılmak, siz, |
el ıcle | : cehalet halleri, tapınma, buzağı, sürgün, ayrılma, |
fe tûbû | : artık, pişman olup dönme, |
ila barii kum | : yaratıcı, sizi varedene |
Fe uktulu | : artık, yok etme, yazık etme, zarar vermek, |
enfuse-kum | : nefs, kendinizi, siz |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, hayırlı olan, iyi olan, size |
İnde barii kum | : yanında, katında, ona ait, yaratıcı, sizi vareden |
Fe tâbe aleykum | : artık, tövbe, pişman olup dönme, si, üzerinizde |
İnne hu huve | : muhakkak, o, o’dur, |
el tevvâbu | : pişman olup dönülecek yer, |
el rahim | : varlığı özünden vareden, rahim olan |
54- Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Sizler, cehalet halleriniz olan tapınma hallerinize sarılmakla, kendinize yazık edenlerden oldunuz. Artık yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, sizi varedene dönün. Kendinizdeki o cehalet hallerinizi yok edin. İşte bu sizin için hayırlı olandır. Siz, sizi varedene aitsiniz. Artık sizler yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere dönün. Muhakkak ki O, pişman olup dönülecek olandır, tüm varlığı özünden varedendir.
-55-
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Ve iz kultum yâ mûsâ len numine leke hattâ nerallâhe cehreten fe ehazetkumus sâikatu ve entum tenzurûn
ve iz kultum ya musa | : olduğu zaman, dediğinizde, ey Musa |
len numine leke | : değil, asla, olmaz, inanmak, sana |
Hatta nera Allâh | : görmek, görmedikçe, Allah |
cehreten | : açıkça, zahiren, apaçık |
Fe ehazet-kum | : aldı, yakaladı, sardı, siz, |
el saikat | : ilahi ses, kudretli ses, yıldırım |
Ve entum tenzurûne | : siz, bakıp görmek, araştırmak, incelemek, |
55- Dediler ki: Ey Musa! Allah’ı açıkça görmeden inanmayız. Bildirildi: Siz her varlıktaki o ilahi sese sarılın ve siz bakıp inceleyin.
-56-
ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Summe beasnâkum min badi mevtikum leallekum teşkurûn
summe beasnâ-kum | : diriltmek, hareket, açığa çıkarmak, biz, kendimiz, siz |
Min badi mevti-kum | : sonra, bir özden, nutfe, ölüm, dalalette olan, verimsiz, siz |
lealle kum teşkurun | : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz |
56- Sizi kendimizden açığa çıkardık, sizi bir özden var ettik. Umulur ki siz, varlığınızın sahibini bilip, teslim edenlerden olursunuz.
-57-
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Ve zallelnâ aleykumul gamâme ve enzelnâ aleykumul menne ves selvâ kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
ve zallel nâ aleykum | : gölgemiz, korundu, anladı, yöneldi, biz, üzerinizde, |
el gamame | : beyaz bulut, berrak, nur gibi, örten, üstünü kaplayan |
ve enzelnâ aleykum | : sunduk, indirdik, verdik, sizdeki, |
el men | : zat, kim, kimlik, nitelik, kudret helvası, akıl sahibi, |
ve el selvâ | : kanaat, yetinme, bal, mutlu olma, bıldırcın |
Kulu | : beslenme, gıda, yararlanma, bilgilenme, faydalanma, |
min tayyibâti | : temiz olan, zararsız, hoş, güzel, |
mâ razak nâ kum | : şey, ne, değil, rızık, fayda, yarar, lütuf, nimet, biz, siz, |
ve ma zalemû-nâ | : değil, şey, zulmetmek, kötülük veren değil, biz |
ve lâkin kanu | : lakin, fakat, oldu, |
Enfus hum yazlimûne | : kendilerine, zulmediyorlar, kötülük ediyorlar, |
57- Üzerinizdeki o tertemiz nur Bizim gölgemizdir. Sizlere kimlik ve kanaat verdik. Size verdiğimiz rızıklardan tertemiz yararlanın. Biz kötülük veren değiliz. Lâkin onlar kendilerine kötülük ediyorlar.
-58-
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
Ve iz kulnâdhulû hâzihil karyete fe kulû minhâ haysu şitum ragaden vedhulûl bâbe succeden ve kûlû hıttatun nagfir lekum hatâyâkum ve senezîdul muhsinîn
ve iz kulna udhulu | : denildi, bildirdik, onlara, girin, dahil olun, |
hazihi el karyete | : bu, belde, olduğunuz yer, bulunduğunuz yer, |
ve kulû minha haysu | : beslenme, yararlanma, ondan, her yer, istediğiniz |
ragaden | : bol bol, |
ve udhulû el bâbe | : dahil olun, girin, kapı, mevzu, |
secede | : teslim olma, secde, tüm varlığıyla teslim olmak, |
ve kûlû hıttatun | : deyin, söyleyin, yanılgılarınız anlayın, dönün, |
nagfir lekum | : mağfiretimiz, temiz olana kavuşmak, af, size, |
hataya kum | : yanılğı, hatasını anlama, siz |
ve nezidu | : artma, çoğalma, |
el muhsinin | : iyiliklerde olan, özüyle bağlı olan, |
58- Onlara bildirildi: O bulunduğunuz yerlerde hakikatlere dahil olun ve istediğiniz her yerden hakikatler için faydalanın. Yanılgılarınızı anlayın ve dönün. Yanılgılarınızı anlayıp mağfiretimize ulaşın. Hakikatlerin geldiği kapıya dahil olup, teslim olun. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların idrakleri artacaktır.
-59-
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Fe beddelellezîne zalemû kavlen gayrellezî kîle lehum fe enzelnâ alellezîne zalemû riczen mines semâi bimâ kânû yefsukûn
fe bedel | : böylece, değiştirdi, başka bir anlayışa döndürme |
ellezine zalemû | : o kimseler, zalim, ilme sahiplenen, onlardan |
kavlen gayra ellezi | : söz, ondan başka, ondan, o kimse, |
Kile lehum | : söylenen, söz, onlara |
fe enzel na | : böylece, gönderdik, sunduk, biz, üzerlerinde, onlardaki |
Ala ellezine zalemû | : üzerine, için, göre, karşı, o kimseler, zulmettiler, zalim |
riczen | : şiddetli sıkıntı, müşkil, bir azap |
min el semai | : ulvi alem, ulviyet, semadan |
Bimâ kanu yefsukun | : sebebiyle, oldukları, fasık, hakikatlerden uzaklaşma |
59- Fakat onlardan zalim olan o kimseler; onlara söylenen hakikatlerin sözlerini, başka bir anlayışa sebep olan sözlerle değiştirdiler. Böylece onlara sunduğumuz üzerlerindeki hakikatleri anlamadılar, yapmış oldukları zalimlikler sebebiyle şiddetli sıkıntılarda kaldılar, ulviyeti anlamada hakikatlerden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine saptılar.
-60-
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Ve izisteskâ mûsâ li kavmihî fe kulnâdrib bi asâkel hacer fenfeceret minhusnetâ aşrete aynâ kad alime kullu unâsin meşrebehum kulû veşrebû min rızkıllâhi ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn
Ve iz isteskâ musa | : yardım istediğinde, talep etti, su istedi, Musa |
li kavmi-hi | : kavmi için, o, Musa, |
fe kulna | : böylece, sonra, bildirdik, dedik, |
ıdrıb | : darbe, vurmak, vurgula, anlat, |
bi asa ke | : asası, dayanağı, taşıdığı bildiği, gönlünde dayandığı, sen |
el hacer | : taş, sağlam, sağlamlık, |
fe enfeceret min hu | : böylece, ortaya çıktı, fışkırdı, geldi, yön, konu, ondan |
isnetâ aşrate | : on iki, bütünlük içinde, |
aynen | : ayniyet, benzerlik, aynılık, pınar, göz, kaynak, öz |
Kad alime | : oldu, bilgili, bildi, bilen, ilmin sahibi, |
kullu unâsin | : her, bütün, insanlar, bütün insanlar, her insan, |
meşreb hum | : meşreb, anlayış biçimi, gittiği yol, onlar |
Kul | : beslenmek, fayda bulmak, yemek, iyice öğrenmek |
ve işrebû | : içmek, fayda, ilim ile beslenme, hissetmek, haz almak, |
min rızkı Allâh | : Allah’ın rızkından, nimetleri, fayda, yarar, lütuf, |
ve lâ tasev | : haddi aşmayın, azmayın, asi, karşı çıkan, |
fî el ardı mufsidin | : yeryüzünde, fasat, bozguncu, ikilik çıkaran |
60- Musa, kavmi için hakikatleri anlatma konusunda yardım istediğinde, ona bildirdik: Bildiklerini, taşıdıklarını sağlam delillerle vurgula. Böylece Musa onlara, on iki delil üzere her varlığın aynı özden geldiğini anlattı. İnsanlar kendi meşreblerine göre faydalandı ve ilmi cihette bilenlerden oldu. Onlara bildirildi: Allah’ın lütuflarından yararlanın ve yeryüzünde ikilik çıkararak haddi aşanlardan olmayın.
-61-
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
Ve iz kultum yâ mûsâ len nasbira alâ taâmin vâhidin fed’u lenâ rabbeke yuhric lenâ mimmâ tunbitulardu min baklihâ ve kıssâiha ve fûmihâ ve adesihâ ve basalihâ kâle e testebdilûnellezî huve ednâ billezî huve hayr ihbitû mısran fe inne lekum mâ seeltum ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bâu bi gadabin minallâh zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayril hak zâlike bi mâ asav ve kânû yatedûn
ve iz kutlum ya Musa | : olduğu zaman, demişlerdi, ey Musa |
len nasbirâ | : değil, olmaz, biz, sabretmek, |
ala taam vahid | : gıda, aş, kalbin gıdası, hak ilmi, bir, tek, |
fe udu lena rabbike | : öyleyse, artık, dua et, iste, yönel, bize, rabbine |
Yuhric lena mimmâ | : çıkarmak, ortaya koymak, bize, şeyler, nesne, üstünlük |
Tunbitu el ard | : yetiştirir, üretmek, filiz, bitmek, yeryüzü |
min bakli ha | : tane, bakla, yeşillik, karıştırmak, halt, yakışıklı, gösteriş |
ve kıssâi-hâ | : katı, yaş gibi, salatalık, |
ve fûmi-hâ | : köpük, ağızla ilgili, sözü dinlenen, sarımsak, |
ve adesi-hâ | : mercimek, bakış açısı, uzağı görmek, geleceği görmek |
ve basali-hâ | : köklü olan, soğan ve benzeri, kabartı, iri, |
Kale e testebdilûne | : dedi, değiştiriyor musunuz? Değiştirme, |
Ellezî huve edna | : ki o, o, aşağı, alt, alt makam, |
bi ellezi huve hayrun | : onunla ki, o, hayırlı olan |
ihbitu mısr | : inmek, çıkmak, gidin, mısır, büyük şehir, iki şey arası |
Fe inne lekum | : artık, muhakkak, size |
Mâ seeltum | : şey, değil, sual etmek, sormak, istemek |
ve duribet aleyhim | : darbe, vurgu, tesir, üzerlerinde, |
el zillet | : kaybetmek, hüsran, zillet |
ve el meskenetu | : ilim yoksunluğu, düşkünlük, fakirlik, sefalet, acizlik |
ve bâu bi gadab min allah | : uğradılar, kaldılar, öfke, hiddet, Allah |
Zalike bi enne-hum | : işte bu, onların olduğu |
Kanu yekfurûne | : oldu, hakikatleri örten |
bi ayeti Allah | : ayet, işaret, delil, Allah |
ve yaktulûne | : öldürüyorlar, yazık etmek, zarar vermek, |
el nebiyy | : nebiler, haber getiren, hakikati bildiren, |
Bi gayri el hakkı | : haksızca, hakikatten başka bir şey bildirmeyen, |
zâlike bi mâ asav | : işte bu, dolayısıyla, isyan, karşı çıkma, ikilikte kalma |
ve kânû yatedun | : oldular, haddi aşan, saldırgan, |
61- Musa’ya; biz hep birliğin ilminde olmaya sabredemeyiz. Artık sen Rabbine bizim için dua et. Bize yeryüzünde gösterişlilik ve sertlik, güçlülük ve bizden çekinme ve geleceği görme ve tuttuğunu koparan gibi farklı üstünlükler versin, demişlerdi. Dedi ki: Siz o hayırlı olan manevi hallerinizi, dünyalık hallerle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse Mısır’a gidin. Doğrusu siz ne aradığınızı bilmiyorsunuz. Böylece onlar üzerlerindeki o hallerden dolayı bir zillet içinde kaldılar ve bir ilim yoksunluğunda oldular ve Allah’a karşı hiddet hallerinde kaldılar. İşte böylece Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örttüler ve hakikatlerden başka bir şey bildirmeyen Nebileri öldürdüler. Böylece ikilikte kaldılar ve haddi aşanlardan oldular.
-62-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
inne ellezîne amenu | : muhakkak ki, iman edenler, inanan kimseler |
ve ellezine hadu | : o kimseler, yol gösteren, yol gösterilen, |
ve el nasârâ | : yardımcılar, yardım eden, |
ve el sâbiîne | : kendi inancından çıkıp hakikatlere tabi olan |
Men amene bi Allah | : kim, iman etti, inandı, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : sonuna, son vaktine, |
ve amile sâlihan | : iyi çalışmalarda olan, salih amel, güzel amel, |
Fe lehum ecr hum | : artık, böylece, onlara, karşılık, ecir, onlar |
İnde rabbi-him | : ona ait hakikatler, rabb, vücudlandıran, onlar, kendileri |
ve lâ havfun aleyhim | : korku yoktur, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : onlar mahzun olmazlar |
62- İnanan kimseler ve yol gösterenler ve yardımcı olanlar ve kendi inancını terk edip Allah’a iman eden kimseler ve sonlarına inanan kimseler ve hayırlı çalışmalarda olanlar, işte onların karşılığı; kendilerini vücudlandırana ait hakikatlerdir. Onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.
-63-
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ ateynâkum bi kuvvetin vezkurû mâ fîhi leallekum tettekûn
ve iz ehaz na | : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz, |
misak kum | : verilen söz, misak, siz |
ve refa na | : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz, |
fevka-kum | : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
Huzu mâ ateynâ-kum | : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz |
bi kuvvetin | : kuvvetle, güçlü bir idrakle, |
ve uzkurû ma fihi | : hatırlayın, anlayın, anın, şey, ne, değil, onun içinde, |
lealle-kum tettekune | : umulur ki siz, takva, fenalardan sakınıp ortak koşmama |
63- Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri anlayın. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.
-64-
ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ
Summe tevelleytum min ba’di zâlik fe lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu le kuntum minel hâsirîn
summe tevelley tum | : sonra, geriye, cehalete, cehalete dönmek, siz |
Min badi zâlike | : bundan sonra, bu, böyle, işte bu |
Fe lev la fadlu Allah | : artık, böylece, eğer, yok, lütuf, fazilet, nitelik, Allah |
aleykum | : üzerinizde, kendinizde, sizde, |
Ve rahmet hu | : rahmet, o, |
Le kuntum min el hasirin | : elbette, oldunuz, hüsran, kaybeden, anlayamayan |
64- Bundan sonra eski cehaletlerinize dönerseniz, kendinizdeki Allah’ın lütuflarını ve rahmetini eğer anlayamazsanız, elbette sizler kaybedenlerden olursunuz.
-65-
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Ve lekad alimtumullezînetedev minkum fîs sebti fe kulnâ lehum kûnû kıradeten hâsiîn
ve lekad alim tum | : andolsun, bilirseniz, bilmek, ilmin sahibi, siz |
Ellezine itedev minkum | : o kimseler, saldırgan, haddi aşan, sizden, |
fi el sebti | : yasaklara uymayan, cumartesi, rahat etmek, |
Fe kulnâ lehum kunu | : böylece, bildirdik, dedik, onlara, olun, oldunuz, |
Kıradeten | : maymun, hayvani hal, taklitte kalma, |
hasiin | : reddedilen, uzaklaşan, zelil olan, aşağılanan, |
65- Sizler bilenlerden olun. Sizlerden haddi aşan o kimseler, yasaklara uymayanlar, böylece bildirdiğimiz hakikatlere uymayanlar, kendi hayvani hallerinde kalıp, hakikatlerden uzaklaşanlardan olurlar, diye bildirdik.
-66-
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Fe cealnâhâ nekâlen li mâ beyne yedeyhâ ve mâ halfehâ ve mevızaten lil muttakîn
fe cealna ha | : artık, böylece, sunmak, kılmak, yapmak, biz, onu |
Nekâlen | : nakledilen, aktarılan, taşıyan, anlatılan, söyleyen, |
Li ma beyne yedey ha | : için, şey, ne, değil, elleri, önündeki, kendindeki gücü |
Ve ma halfe ha | : şey, ne, değil, arkasında, o |
ve mevızat | : öğüt, nasihat, uyarı, |
li el muttekin | : fenalardan sakınıp hakikati araştıranlar için, |
66- Nakledilen o sunduğumuz hakikatler, kendilerindeki o gücü anlamaları ve geçmiş cehaletlerinde kalmamaları içindir. Fenalardan sakınıp hakikatleri araştıranlar için bir öğüttür.
-67-
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ
Ve iz kâle mûsâ li kavmihî innallâhe yemurukum en tezbehû bakaraten kâlû e tettehızunâ huzuvâ kâle eûzu billâhi en ekûne minel câhilîn
Ve iz kale musa li kavm hi | : demişti, musa, kavmine |
İnne Allah | : muhakkak, Allah |
yemuru-kum | : işleyiş, hüküm, yetki, siz, |
en tezbehû | : kesmenizi, yok etmek, |
bakaret | : inek, eski adetler, eski tapınma |
Kalu tettehızu-nâ huzuv | : dediler, ediniyorsun, biz, alay, önemsememe, |
Kale euzu bi Allâh | : dedi, sığınmak, Allah’a |
en ekûne min el cahilin | : olmak, o halde olmak, cahillik, bilgisizlik |
67- Musa kavmine: Allah, sizin vücut varlığınızda her işleyendir, eski cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınızı yok edin, dedi. Dediler ki: Bizimle alay mı ediyorsun. Dedi ki: Bilgisizlikten Allah’a sığınırım.
-68-
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ
Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ fâridun ve lâ bikr avânun beyne zâlike fefalû mâ tumerûn
Kâlû udu lena | : dediler, dua, davet, yönelmek, bildirme, iste, bize, |
rabbike | : rabbin |
Yubeyyin lena ma hiye | : açıklasın, beyan emek, anlatmak, bize, ne, değil, şey, o |
Kâle inne hu yekulu | : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen, |
inne-hâ bakaratun | : doğrusu, o, inek, eski tapınma adeti, toprağı yaran |
lâ fâridun | : yok, yaşlı, ihtiyar, ömrünüz bitmeden |
ve la bikrun | : yok, bakir, tertemiz, bozuk, bozulmuş, evveli, |
avânun | : olgunlaşma, orta yaş, yardımcı, anlamak, esir, |
beyne zâlike | : arasında, bu, o, şu, |
Fe ifalu | : artık, yapın, işlemek, anlamak, |
ma temurun | : şey, ne, değil, iş, hüküm, emir, |
68- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O, her an bildirir. Doğrusu yaşınız geçmeden, o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın ve bozuk hallerden vazgeçip, işte o hakikatleri anlayın ve bir olgunlaşma içinde olun. Artık size emredilen şeyi yapın.
-69-
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu fâkiun levnuhâ tesurrun nâzırîn
Kâlû udu lena rabbike | : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bize, rabbin |
Yubeyyin lena | : açıklasın, beyan, etmek, bize |
Ma levnu-hâ | : ne, şey, değil, sıfat, renk, tür, çeşit, o |
Kâle inne hu yekulu | : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen, |
inne-hâ | : muhakkak ki onlar |
bakaratun | : inek, cehalet hallerinin tapınmaları, |
safrâu | : sıkıntı veren, tedirgin, sarı, sararmak, sıkılmak, |
Fâkiun levnu ha | : aydınlık, parlak, canlı, sıfat, renk, tür, cins, onun |
Tesurru | : tesir etme, hareket etme, neşe, |
en nâzirîne | : görenler, bakanlar |
69- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o sıfatlar nedir, bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Size sıkıntı veren o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın. O sıfatlarla aydınlık bulursunuz, hareket edersiniz, görürsünüz.
-70-
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا هِيَ إِنَّ البَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّآ إِن شَاء اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ
Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye innel bakara teşâbehe aleynâ ve innâ in şâallâhu le muhtedûn
Kâlû udu lena | : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bildirsin, bize, |
rabbike | : rabbin |
Yubeyyin lena ma hiye | : açıklasın, beyan, etmek, bize, değil, şey, ne, o |
İnne el bakara | : muhakkak, inek, cehalet hallerinin tapınmaları |
Teşabehe aleyna | : teşbih, benzerlik, bize |
Ve inna in şâe Allâh | : biz, eğer, istek, Allah |
le muhtedûne | : elbette, yol bulan, hidayete eren, ulaşanlar, yönlendirme |
70- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Elbette biz teşbih ederek tapınma hallerinde oluruz ve eğer bizde istek olursa elbette Allah’a yol buluruz.
-71-
قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ ذَلُولٌ تُثِيرُ الأَرْضَ وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاَّ شِيَةَ فِيهَا قَالُواْ الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُواْ يَفْعَلُونَ
Kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ zelûlun tusîrul arda ve lâ teskıl hars musellemetun lâ şiyete fîhâ kâlûlâne cite bil hakk fe zebehûhâ ve mâ kâdû yefalûn
kâle inne-hu yekulu | : dedi, elbette, o, der, diyor, söylemek, bildirmek |
İnne ha bakaratun | : elbette, o, inek, cehalet hallerinin tapınmaları |
lâ zelûlun tusiru | : yok, zelil, yanılmak, artma, tesir, etki |
el ard | : yeryüzü, toprak, beden, |
ve la teski | : yok, sulamak, yıkamak, çabalamak, beslenmek |
el hars | : sürmek, ekin, kültür |
musellemetun | : herkezce kabul edilen bilgi, teslim olan, kaide, esas |
lâ şiyete fiha | : yok, alacalık, leke, huylar, haller, onda |
Kalu elane cite | : dediler, şuanda, şimdi, geldin |
bi el hakkı | : hak, gerçek, doğru olan |
Fe zebehû-hâ | : böylece, yok etmek, kıyım, kestiler |
ve mâ kâdû yefalûne | : ne, şey, oldu, yapan, fail olan, her varlıkta işleyen |
71- Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Elbette o cehalet hallerinizdeki tapınmalar, yeryüzünde sizin yanılgılarınızı yok etmez. O değişik cehalet hallerinizi yok ederek, teslim olanlardan olun, o kendi cehalet kültürünüzden beslenmeyin. Dediler ki: Şimdi hakikatleri bildirdin. Böylece o hallerini yok ettiler ve her varlıkta fâil olanın ne olduğunu anladılar.
-72-
وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللّهُ مُخْرِجٌ مَّا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Ve iz kateltum nefsen feddâretum fîhâ vallâhu muhricun mâ kuntum tektumûn
ve iz kateltum | : olduğunda, yok etme, yazık etmek, siz |
nefsen | : nefs, kişi, kendiniz |
fe eddâre tum fiha | : artık, yönlendirme, manevra, döndürme, orada, hakkında |
Ve Allah muhricun | : Allah, ortaya çıkaran, yönetici |
mâ kuntum tektumûne | : değil, şey, ne, siz, gizlemek, kapatmak, bilmemek |
72- Siz kendinize yazık etmiştiniz ve siz o hakikatlere yönlendirildiniz. Allah sizin bilemediklerinizi ortaya çıkarandır.
-73-
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Fe kulnâdribûhu bi badıhâ kezâlike yuhyîllâhul mevtâ ve yurîkum âyâtihî leallekum takılûn
fe kulnâ ıdrubu hu | : böylece, bildirdik, vurguladık, darbe, çarpmak, tesir, o |
bi badı-hâ | : bazı, her, kısım, onu |
Kezâlike yuhyi Allah | : işte böylece, bu, diri olan, hayat verir, Allah |
el mevtâ | : nutfe, öz, ölü, idraksizlik, |
ve yuri kum ayeti hi | : gösterir, görür, anlamak, işaret, delil, ayet, |
Leallekum takılun | : umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz |
73- Böylece onlara her hakikati vurguladık. İşte siz ölü gibiyken, sizi hakikatleriyle diriliğe ulaştıran Allah’tır ve O ayetlerini size her yerden her an gösterir, umulur ki siz akıl edip düşünürsünüz.
-74-
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Summe kaset kulûbukum min badi zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasvet ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhul mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyet allâh ve ma âllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn
Summe kaset | : sonra, katılaşma, ilgilenmeme, sert, ölçmek, |
kulub hum | : kalpleriniz, anlayışlarınız, idrakleriniz, |
Min badi zâlike | : sonra, uzak, işte bu |
Fe hiye ke el hicaret | : artık, öyle ki, gibi, taş, katı olan, anlayışsız, |
Ev eşeddu kasveten | : veya, yada, daha fazla, şiddetli, katı, sert, |
ve inne min el hicaret | : muhakkak, taşlaşmış, sertleşmiş |
Lema yetefecceru | : olduğunda, fakat, patlamak, çıkar, fışkırır, kaynar, |
min-hu el enhar | : ondan, nehir, akıp giden, ilim, |
ve inne min-hâ | : muhakkak, ondan |
Lemâ yeşşakkaku | : olduğunda, hatta, yarılır, hakikatler ortaya çıkar |
Fe yahruc min hu | : artık, çıkar, ortaya çıkar, ondan, |
el mâu | : su, ilim |
ve inne min-hâ | : ve muhakkak ondan |
Lemâ yehbitu | : olduğunda, hatta, öyle, düşer, iner, |
Min haşyete Allâh | : saygı, sevgi, ürperme, korku, çekinme, Allah |
ve mâ Allâh bi gafilin | : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın |
Amma tamelun | : şeyler, yaptığınız, amellerden |
74- Sonra kalbleriniz yine katılaştı, öyle ki sanki bir taş gibi, ya da ondan daha fazla katılaştı. Öyle taşlar vardır ki oradan bir su kaynar, akıp gider. Öyle taşlar vardır ki ondan bazı gerçekler ortaya çıkar, öyle ki oradan bir ilim bulursunuz. Elbette öyle kimseler vardır ki, Allah’a saygısından bir tenezzül içindedirler. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar ise, Allah’ı bilemezler.
-75-
أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
E fe tatmeûne en yuminû lekum ve kad kâne ferîkun minhum yesmeûne kelâmallâhi summe yuharrifûnehu min badi mâ akalûhu ve hum yalemûn
e fe tatmeûne | : rahatlama, doygunluk, mutmain, gıpta |
en yuminû lekum | : inanmaları, size, sizin anlattıklarınıza inanma |
ve kad kâne ferikun minhum | : olmuştu, fırka, gurup, onlardan , |
Yesmeune | : işitmek, dinlemek, kulak vermek, |
kelam allâh | : kelam, söz, hakikatlerin sözleri, Allah |
summe yuharrifûne-hu | : sonra, tahrif etme, değiştirmek |
min badi ma aklu hu | : ondan sonra, anladıkları şekilde, anlamadan |
ve hum yalemun | : onlar, bilir, bilirler, |
75- O gaflet içinde olanlar, sizin anlattıklarınıza inanmazlar, mutmain olmazlar ve onlardan bazıları Allah’ın kelamını dinler gibi görünür, sonra da onun hakikatini anlamadan, kendi anladıkları şekilde değiştirirler ve onlar yalnız kendi anlayışlarını bilirler.
-76-
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halâ baduhum ilâ badin kâlû e tuhaddisûnehum bi mâ fetehallâhu aleykum li yuhâccûkum bihî inde rabbikum e fe lâ takılûn
ve izâ leku ellezine amenu | : olduğunda, karşılaşma, iman eden kimseler, inanan |
Kalu âmennâ | : dediler, iman ettik, inandık |
ve izâ halâ | : olduğunda, halleri, yalnız kaldıkları zaman |
baduhum ilâ badin | : onların bazıları, bazılarına, birbirlerine |
Kalu e tuhaddisûne-hum | : dediler, bahsediyor musunuz, anlatmak, bildirmek, onlar |
bi mâ feteh | : açıklanan o şeyler, ortaya çıktı, |
Allah aleykum | : Allah, size, kendiniz, |
Li yuhâccû-kum bihi | : için, delil, maksat, niyet, hüccet, siz, onu, o bahsedilen |
inde rabbi-kum | : katında, ona ait hakikatler, Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
e fe lâ takılûne | : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşün mezmisiniz, |
76- Onlar, iman eden kimselerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik derler. Fakat kendi hallerinde olanlarla bir araya geldiklerinde, onlardan bazıları bazılarına: Onların, size Allah’ın hakikatleri diye açıklanan şeylerden, birbirinize bahsediyor musunuz? Siz o bahsedilenlere karşı, kendi maksadınız için hareket edin, derler. Sizler hâlâ sizi vücudlandırana ait olan hakikatleri düşünmez misiniz?
-77-
أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
E ve lâ yalemûne ennallâhe yalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn
e ve lâ yalemûne | : bilemiyorlar mı, bilmezler mi? |
Enne Allah yalemu | : olduğunu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
mâ yusirrûne | : göremedikleri, bilemedikleri, sır olan, saklanan şeyler |
ve mâ yulinûne | : görünen şeyler, aleni olan, açıklanan şeyler |
77- Göremedikleri ve gördükleri şeylerdeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilemiyorlar mı?
-78-
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ
Ve minhum ummiyyûne lâ yalemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn
ve minhum ummiyyûne | : onlardan, annesinden doğduğu gibi olan, asliyet |
lâ yalemûne | : yok, bilmek, bilmezler, |
el kitab | : kitap, hakikatlerin sözlerini |
İllâ emaniyye | : sadece, ancak, arzu, gaye, zan, temenni, inanmak, |
ve in hum illâ yezunnune | : onlar, sadece, ancak, zannederler, zanna tabi olmak, |
78- Onlardan kitap nedir, geldikleri asliyet nedir bilmeyenler vardır. Onlar sadece inanırlar ve onlar ancak zanlara tabidirler.
-79-
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ
Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlûne hâzâ min indillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn
Fe veylun li ellezine | : artık, öyle ki, yazık, vah, vay, o kimseler, |
Yektubûne el kitabi | : yazarlar, kitap |
bi eydî-him | : kendi anlayışlarıyla, zanları, elleriyle |
Summe yekulune | : sonra, derler |
Haza min inde Allâh | : bu, Allah’ın katından |
li yeşterû bihi | : için, kendi çıkarları için, satmak için |
Semenen kalilen bi-hi | : az bir değere, |
Fe veylun lehum | : artık, yazık, vah, onlara |
mimmâ ketebet eydihim | : şeyler, yazdı, kendi ellri, kendi anlayışları, zanları |
Fe veylun lehum | : artık, yazık, vah, onlara |
Mimma yeksibûne | : şeyleri edindikleri, kazanıyorlar |
79- Vay o kimselere ki, kendi zanlarıyla kitap yazarlar, sonra bu Allah’ın katından derler. Ondan kendilerine çıkar elde etmek isterler. Vay kendi zanlarıyla o kitap yazanlara! Vay onların edindikleri şeylere!
-80-
وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Ve kâlû len temessenen nâru illâ eyyâmen madûdeh kul ettehaztum indallâhi ahden fe len yuhlifallâhu ahdehu em tekûlûne alâllâhi mâ lâ talemûn
ve kâlû len temesse-nâ | : dediler, değil, olmaz, temas, dokunmak, biz |
en nâru | : ateş, yakıcı olan, |
İllâ eyyamen madudete | : ancak, sadece, günler, vakit, sayılı, belirli |
Kul e ittehaztum | : anlat, söyle, siz edindiniz mi?, sarıldınız, |
inde Allâh ahd | : katında, ona ait, yanında, Allah, söz, |
Fe len yuhlife Allah | : artık, değil, asla, değiştirilmez, geride, halef, Allah, |
ahde-hû | : söz, ahd, ahdini, o |
Em tekûlûne ala Allah | : veya, yoksa, söylüyorsunuz, için, karşı, Allah |
mâ lâ talemûne | : bilmediğiniz bir şey |
80- Dediler ki: Az bir zaman da olsa bize ateş dokunmaz. De ki: Allah’ın katından bir söz mü edindiniz? Allah’a ait olan hakikatlerin sözlerinde bir değişiklik olmaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
-81-
بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Belâ men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
Belâ men kesebe | : bilakis, hayır, kim, kazandı, edindi, |
seyyiet | : fenalar, günah, kötülük, |
ve ehâtat bihi | : ihata etti, kuşattı, sardı, onu, |
hatiet hu | : hata, yanlış |
Fe ulaike ashâbu en nâri | : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı hal, |
Hum fiha halidun | : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli |
81- Bilakis fena halleri edinen ve kendi yanlışlarıyla kuşatılmış olan kimseler, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler.
-82-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ulâike ashâbul cennet hum fîhâ hâlidûn
ve ellezîne amenu | : o kimseler, onlar,iman eden, inanan |
ve amilû el sâlihâti | : iyi, hayırlı çalışmalarda olan, Salih amel |
Ulaike ashâbu el cenneti | : işte onlar, sahip, halk, huzur, cennet |
Hum fiha halidun | : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli |
82- İman edenler ve dosdoğru iyi çalışmalarda olanlar ise, işte onlar huzura sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler
-83-
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ
Ve iz ehaznâ mîsâka benî isrâîle lâ tabudûne illâllâhe ve bil vâlideyni ihsânen ve zil kurbâvel yetâmâ vel mesâkîni ve kûlû lin nâsi husnen ve ekîmûs salâte ve âtûz zekât summe tevelleytum illâ kalîlen minkum ve entum muridûn
ve iz ehaznâ misaka | : almıştık, sarılmak, biz, misak, söz vermek, yemin |
benî isrâîle | : hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, yakubun oğullar, |
lâ tabudûn illa Allah | : kul olmayın, Allah’tan başka |
ve bi el vâlideyni | : ana babaya, doğurtan, mürşidi kamil, |
ihsan | : iyi davranın, |
ve zi el kurba | : sahip, yakınlarınıza, yakınlık, |
ve el yetâmâ | : yetimler, atalarının inancından kopmuş olan, |
ve el mesâkîni | : miskinler, çaresiz, yoksun, hakikati arayan |
ve kûlû liel nas | : söyleyin, deyin, insanlara |
husnen | : güzel, iyi hoş, hoş sözler, güzei davranışlar, |
ve ekîmû es salâte | : heran sâlat üzere olmak, hakka bağlılık |
ve âtû ez zekâte | : kendinizde olanı paylaşın, zekât verin, temizlenin, |
Summe tevelleytum | : sonra, yoksa, siz yüz çevirdiniz, cehalete döndünüz |
İlla kalilen min-kum | : ancak, sadece, az, sizden |
ve entum müridun | : siz, yüz çeviren, reddeden, |
83- Hakk yolunda olanlardan söz aldık: Allah’tan başkasına kul olmayın, anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere iyi davranın, insanlara güzel hoş sözler söyleyin, her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin, temizlenme içinde olup kendinizde olanı paylaşın. Yoksa sizden az bir kısmınız hariç, eski cehalet hallerinize dönerseniz ve sizler yüz çeviren olursunuz.
-84-
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
Ve iz ehaznâ mîsâkakum lâ tesfikûne dimâekum ve lâ tuhricûne enfusekum min diyârikum summe ekrartum ve entum teşhedûn
ve iz ehaznâ misaka kum | : almıştık, biz, misak, söz, siz |
lâ tesfikûne dimaekum | : dökmeyin, kan, siz, |
ve lâ tuhricûne enfus kum | : çıkarmayın, birbirinizi |
min diyâri-kum | : yurdunuzdan, bulunduğunuz yerlerden |
Summe ekrartum | : sonra, ikrar, tastik, kabul etmek, siz kabul ettiniz |
ve entum teşhedun | : siz, şahit, bilen gören, |
84- Sizler kan dökücü olmayın, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın, sonra hakikatleri kabul edin ve görüp bilenlerden olun, diye de söz almıştık.
-85-
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Summe entum hâulâi taktulûne enfusekum ve tuhricûne ferîkan minkummin diyârihim tezâharûne aleyhim bil ismi vel udvân ve in yetûkum usârâ tufâdûhum ve huve muharremun aleykum ihrâcuhum e fe tu’minûne bi ba’dil kitâbive tekfurûne bi badın fe mâ cezâu men yef’alu zâlike minkum illâ hızyun fîl hayâtid dunyâ, ve yevmel kıyâmeti yureddûne ilâ eşeddil azâb ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn
summe entum haulai | : sonra, siz, onlar |
Taktulune enfuse-kum | : öldürmek, yazık etmek, nefsleriniz, birbiriniz, kendiniz |
ve tuhricûn ferîk minkum | : çıkarıyorsunuz, grup, bir kısım, sizden |
min diyâri-him | : yurtlarından, diyar, ev, onlar |
Tezâharûne | : yardımlaşıyorsunuz |
Aleyhim bi el ism | : onlara karşı, günah, hata, fenalar |
ve el udvâni | : düşmanlık |
ve in yetû-kum | : eğer size gelirse |
Usârâ tufadu hum | : esirler, cehaletine esir olan, kurtarmak, |
Ve huve muharremun | : o, kutsal olan, yasak, haram olan |
Aleykum ihracu kum | : size, çıkarmak, ihraç, onlar |
e fe tuminûne | : o halde iman mı, inanmak, |
bi badi el kitab | : bir kısmı, bazı, kitap, hakkın sözleri, |
Ve tekfurune bi badın | : hakikatleri örtmek, bir kısmı |
fe mâ cezâu men yefalu | : artık, değil, şey, ne, ceza, karşılık, kim, yaparsa |
zâlike min-kum | : işte, sizden, ancak, sadece, |
illa hızyun | : rezil, adi, kötü olan, ayıp, yazık eden, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamları, |
ve yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü, |
Yureddûn | : reddedilirler, iade, geri çevrilmek, kayıpta olan |
ila eşed el azab | : daha fazla, şiddetli, sıkıntı, azap |
ve mâ Allâh bi gafilin | : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın |
Amma tamelun | : şeyler, yaptığınız, amellerden |
85- Sonra sizler birbirlerinizi öldürdünüz ve sizlerden bazı kimseler bazı kimseleri yurtlarından dışarı attılar. Birbirlerinize fenalarda ve düşmanlıklarda yardımcı oldunuz. Eğer sizlere, cehaletine esir olan biri gelirse onu kurtarın. Birbirinizi kutsal olan hakikatlerin dışına çıkarmayın, diye bildirilmişti. Yoksa kitaptan işinize gelene inanıyorsunuz da, bazı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyor musunuz? İşte kim, ne yaparsa onun karşılığını bulur. İşte böyle hallerde olanlar, yaşamlarında kendine yazık edenlerdir ve onlar ölünceye kadar kayıpta olanlardır, daha fazla sıkıntıda kalanlardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Allah’ı bilemezler.
-86-
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآَخِرَةِ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Ulâikellezîneşteravul hayâted dunyâ bil âhireti, fe lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunsarûn
ulâike ellezîne | : işte o kimseler, |
eşterav | : satın almak, değişmek, tercih etmek, çıkarında olmak |
el hayâte ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamları, |
bi el âhireti | : sonları, son anlarına kadar, |
Fe lâ yuhaffefu an hum | : artık, yok, hafif, onlardan |
el azâbu | : azap, sıkıntı, |
ve lâ hum yunsarûne | : ve onlar yardım olunmazlar |
86- İşte o kimseler; son anlarına kadar dünya hayatının çıkarına koşmuşlardır. Artık onların sıkıntıları yok olmaz ve onlara bir yardımcı da yoktur.
-87-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ
Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min badihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn
ve lekad ateyna musa | : andolsun, sunduk, bildirdik, Musa |
El kitabı | : kitabı, hakikatlerin sözleri, yazılı olan, |
ve kaffeynâ | : ardarda, ardı sıra geldi, |
min badi hi bi el resül | : ondan sonra, resül, hakikatleri bildiren |
ve âteynâ isa ibn meryem | : verdik, sunduk, bildirdik, Meryem oğlu isa |
el beyyinâti | : apaçık deliller, açıklamalar, kanıtlar |
ve eyyednâ-hu | : el, güç, eller, her şeyi tutan kudret, destek, biz, o |
bi rûhi el kudusi | : temiz, bereketli, kutsal olan ruh, tertemiz ruh |
Fe kullema cae kum | : öyle ki, her sefer, her defa, gelen, bildiren, sunan, size, |
resul | : hakikati gösteren, açıklayan, bildiren, |
Bima lâ tehvâ | : şeyler, yok, hoşnut, memnun, sevgi, hoşlanmadınız |
enfusu-kum | : nefsleriniz, kendiniz, |
istekbertum | : kibirlenmek, gururlanmak |
Fe ferikan kezzebtum | : böylece, sonra, gurup, bazıları, yalanladınız, |
ve ferikan taktulun | : bir gurup, bazıları, öldürdünüz |
87- Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı. Ondan sonra da, onun ardı sıra hakikatleri bildirenler geldi. Meryem oğlu İsa sunduğumuz apaçık delilleri anladı ve o her şeyi tutan kudretimizi anladı ve tertemiz bir ruh üzere oldu. Öyle ki hakikatleri gösterenlerin, her seferinde size sunduğu hakikatlerden hoşlanmadınız. Sizler onlara karşı kibirlendiniz ve bazılarınız onları yalanladı ve bazılarınız onları öldürdü.
-88-
وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ
Ve kâlû kulûbunâ gulf bel leanehumullâhu bi kufrihim fe kalîlen mâ yuminun
ve kâlû kulûbu-nâ | : dediler, kalblerimiz, idraklerimiz, anlayışlarımız, biz |
gulfun | : kılıf, kabuk, örtülü, kapalı, |
Bel leane-hum allâh | : hayır, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
bi kufri-him | : hakikatleri örtmek, kabul etmemek |
Fe kalîlen mâ yuminun | : artık, bu yüzden, pek azın dışında, inanmadılar |
88- Dediler ki: Bizim kalblerimiz o anlatılanlara karşı kapalıdır. Öyle ki onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar. Böylece az bir kısmı hariç inanmadılar.
-89-
وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ
Ve lemmâ câehum kitâbun min indillâhi musaddikun limâ meahum ve kânû min kablu yesteftihûne alellezîne keferû fe lemmâ câehum mâ arafû keferû bihî fe lanetullâhi alel kâfirîn
ve lemmâ cae hum | : geldiğinde, sunulduğunda, onlar, |
kitab | : hakikatler, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
min inde Allâh | : katından, yanında, ona ait, Allah |
Musaddik | : doğrulayan, sadık olan, tasdik, |
lima mea hum | : şeyi, beraber, birlikte, onlar |
Ve kanu min kablu | : oldu, idi, önceden, tarafından, olarak, |
yesteftihûne | : açık, başarı, ortaya çıkma, fetih, zafer isterler |
alâ ellezîne keferu | : onlara karşı, hakikatleri örten kimseler, |
Fe lemma câe-hum | : artık, sonra, onlara geldi, sunuldu, |
mâ arafû keferu bihi | : şey, ne, değil, arif, bilen, hakikatleri örtmek, onunla |
Fe leanet Allâh | : böylece, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
Alâ el kafirin | : üzerine, hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek |
89- Onlara, kendilerinde olan şeyleri doğrulayan Allah’a ait olan hakikatler sunulduğunda, onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı, bir başarı içinde olmak istiyorlardı. Onlara sunulan hakikatleri görmemezlikten gelip örtüklerinden dolayı, onlar hakikatleri bilemediler. Öyle ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı, rahmetten uzaklaşırlar.
-90-
بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Bisemeşterav bihî enfusehum en yekfurû bi mâ enzelallâhu bagyen en yunezzilallâhu min fadlihî alâ men yeşâu min ibâdih fe bâû bi gadabin alâ gadab ve lil kâfirîne azâbun muhîn
bise | : ne kötü, |
ma işterav bihi | : satın almak, değişmek, çıkarında olmak, onula |
enfuse-hum | : nefsleri, kendileri, kendi çıkarları, onlar, |
en yekferu | : hakikati görmemezlikten gelmek, hakikatleri örtmeleri |
bimâ enzele Allâh | : şeyler, sunduğu, indirdiği, Allah |
bagyen | : haset, zulüm, isyan, itaatsizlik, |
En yunezzile allâh | : indirilmesi, sunulması, bildirilmesi, Allah |
min fadli-hi | : lütuf, nimet, fazlından, o |
alâ men yeşâu | : için, göre, karşı, kim, istek, isteyen, |
min abid hi | : kulluk, o, kullarından |
Fe bau bi gadab | : böylece, uğradı, kaldı, öfke, hiddet, |
alâ gadab | : üzere, öfke, kızgınlık, hiddet, |
ve li el kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için |
Azâbun muhin | : azap, sıkıntı, alçaltıcı, kaybettirici, hor hakir bırakan |
90- Allah’ın sunduğu o lütufları ve O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen kimselerin; hakikatler sunulduktan sonra bir itaatsizlik içinde olmaları, Allah’ın hakikatleri bildirildikten sonra, o hakikatleri görmemezlikten gelip örtüp, onları kendi çıkarları için kullanmaları ne kötüdür. Öyle ki onlar, öfkeyle oturan öfkeyle kalkan haller üzeredirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için alçaltıcı sıkıntılar vardır.
-91-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ نُؤْمِنُ بِمَآ أُنزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرونَ بِمَا وَرَاءهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنبِيَاء اللّهِ مِن قَبْلُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Ve izâ kîle lehum âminû bi mâ enzelallâhu kâlû numinu bi mâ unzile aleynâ ve yekfurûne bi mâ verâehu ve huvel hakku musaddikan limâ meahum kul fe lime taktulûne enbiyâallâhi min kablu in kuntum muminîn
ve izâ kile lehum aminu | : olduğunda, denildi, onlara, inanın, iman edin |
Bima enzele Allâh | : şeyler, hakikatler, indirdi, sundu, verdi, Allah |
Kâlû numinu | : dediler, inanırız, |
Bima unzile aleynâ | : şeye, indirildi, sunuldu, bize |
ve yekfurûne | : hakikatleri örtüyorlar, |
bi mâ verâe-hu | : o şey, arkasındai geçmişinde, o |
ve huve el hakku | : o, hak, gerçek |
Musaddik | : doğrulayan, sadık olan, tasdik, |
lima mea hum | : şeyi, beraber, kendilerinde olan şeyler, |
Kul fe lime taktulûne | : söyle, o zaman, neden, niçin, öldürüyorsunuz |
Enbiyâe Allah min kabl | : nebiler, haber verenler, bildirenler, Allah, daha önce |
in kuntum muminine | : eğer müminler iseniz |
91- Allah’ın sunduğu şeylere inanın denildiğinde, bize sunulan şeylere inandık derler. Fakat geçmişteki bildikleri o şeylerden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örterler. Onların kendi vücudlarında olan şeyler dosdoğrudur, gerçektir. De ki: Eğer inandık diyorsanız, neden daha önce Allah’ın hakikatlerini bildirenleri öldürdünüz?
-92-
وَلَقَدْ جَاءكُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Ve lekad câekum mûsâ bil beyyinâti summettehaztumul icle min ba’dihî ve entum zâlimûn
ve lekad cea kum | : andolsun, doğrusu, geldi, size, |
Musa bi el beyyinati | : Musa, apaçık delillerle, |
summe ittehaztum | : sonra, fakat, siz edindiniz, sarıldınız, |
el icle | : cehaletin tapınma halleri, ayrılık, sürgün, buzağı, |
min badi hi | : ondan sonra |
ve entum zâlimûne | : siz, zalimler, |
92- Doğrusu Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra sizler, cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınıza sarıldınız ve zalimlerden oldunuz.
-93-
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ
Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ âteynâkum bi kuvvetin vesmeû kâlû seminâ ve aseynâ ve uşribû fî kulûbihimul icle bi kufrihim kul bise mâ ye’murukum bihî îmânukum in kuntum muminîn
ve iz ehaz na | : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz, |
misak kum | : verilen söz, misak, siz |
ve refa na | : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz, |
fevka-kum | : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
Huzu mâ ateynâ-kum | : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz |
bi kuvvetin | : kuvvetle, güçlü bir idrakle, |
ve ismeû | : işitin, dinleyin |
Kâlû senina | : dediler, işittik, |
ve aseynâ | : karşı çıkmak, asi, isyan, biz |
ve uşribû | : içmek, işlemek, beslenmek, yerleştirildi |
fî kulûbi-him | : içinde, kalpleri, idrakleri, onlar, |
el ıcle | : eski tapınma halleri, buzağı, hayvaniyet, |
bi kufri-him | : hakikatleri örtmek, onlar |
Kul bise mâ | : söyle, anlat, ne kötü şey |
yemuru-kum | : işleyiş, hüküm, emir, siz |
bi-hi imanu-kum | : inançlar, siz, onunla sizin imanınız |
in kuntum muminîne | : eğer, sizler, müminler, inananlar |
93- Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri işitin, diye bildirildiğinde, dediler ki: Biz işittik, fakat kabul etmedik. Onların kalblerine eski tapınma halleri işlemişti. Onlar o hallerinden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüler. De ki: Siz inandık dediğiniz hâlde, sizin kendi inanışlarınız size ne kötü şeyler emrediyor.
-94-
قُلْ إِن كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الآَخِرَةُ عِندَ اللّهِ خَالِصَةً مِّن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُاْ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Kul in kânet lekumud dârul âhiretu indallâhi hâlisaten min dûnin nâsi fe temennevûl mevte in kuntum sâdikîn
Kul in kanet lekum | : anlat, söyle, eğer, ise, oldu, size |
ed dâru el âhiretu | : yurt, ev, durum, ahiret, sonunda, ahiret yurdu |
inde Allâh | : katında, ona ait, Allah |
Halisat min dûni en nâsi | : halis olan, özel, saf, temiz, diğer insanlardan başka |
fe temennevû | : öyleyse, o zaman, temenni edin, isteyin, |
el mevte | : ölüm, nutfe, öz |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz, emin olan, sadık, doğru söyleyen |
94- De ki: Sizler kendinizi Allah’ın katında, diğer insanlardan daha temiz olduğunuzu, ahiret yurdunun size ait olduğunu düşünüyorsanız, eğer bundan eminseniz, öyleyse ölümü temenni edin.
-95-
وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ
Ve len yetemennevhu ebeden bimâ kaddemet eydîhim vallâhu alîmun biz zâlimîn
ve len yetemennev-hu | : değil, asla, temenni etmek, istemek, o |
ebeden | : sonsuza kadar, ebediyen, hiçbir zaman |
bi-mâ kaddemet | : şeyler, sebebiyle, takdim eden, yaptıkları, verilen, sağlana |
Eydi him | : güç, yaptıkları, onların elleri, elleri |
ve Allâh alimun | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
bi el zâlimîne | : zalimleri, |
95- Onlar kendi yaptıkları şeyler sebebiyle, böyle bir şeyi hiçbir zaman istemezler. Oysa zalimlerin bedenlerini de ilmiyle vareden Allah’tır
-96-
وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Ve le tecidennehum ahrasan nâsi alâ hayâtin ve minellezîne eşrakû yeveddu ehaduhum lev yuammeru elfe senet ve mâ huve bi muzahzihıhî minel azâbi en yuammer vallâhu basîrun bimâ yamelûn
ve le tecidenne-hum | : elbette, bulursun, o halde görürsün, onlar |
Ahrasa el nas | : aç gözlü, çok hırslı, haris, insanlar, |
ala hayat | : yaşamlarında, hayatları |
ve min ellezîne eşraku | : o kimselerden, orta koşma |
Yevuddu ehadu-hum | : istek, arzu, dilek, onların herbiri |
lev yuammeru | : eğer, şayet, yaşamak, ömür, |
elfe senet | : bin sene, ünsiyet, ölümsüz, sonsuza kadar, |
ve mâ huve | : değil, şey, en, o |
bi muzahzih hi min el azab | : onu uzaklaştırıcı, kurtulacak, azap, sıkıntı, |
en yuammere | : yaşamlarında, ömürlerinde |
ve Allâh basir | : Allah, basiret veren, gösteren, |
bima yamelun | : yaptığınız şeyler, |
96- Elbette onları, yaşamlarında aç gözlü olarak bulursun ve öyle kimseler ortak koşanlardan olurlar ve eğer onlar yaşasalar sonsuza kadar yaşamak isterler. Onlar yaşamlarında sıkıntılardan kurtulacak değillerdir. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
-97-
قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn
Kul men kane | : de, anlat, kim, oldu, |
Aduvven | : düşman, husumet, düşmanlık, |
li cibril | : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl |
Fe inne hu | : artık, doğrusu, muhakkak, o, |
nezzele-hu | : indirdi, sundu, bildirdi, inzal etti, açığa çıkardı, o |
Alâ kalbi ke | : üzerine, kalbinin, idrakinin, değiştirme, kalb sahibi, |
bi izni allâhi | : yetkili olan, hüküm sahibi, Allah |
musaddikan | : doğrulayan, tasdik eden, sadakat içinde olan |
Lima beyne yedey-hi | : şeyler, kendilerindeki o gücü, elleri arasında |
ve huden | : yol gösteren, kılavuz, hidayet eden, |
ve buşra li el muminun | : sevindirmek, bildirmek, müjde, mümin, emin, inanan |
97- De ki: Kim; aklını Allah’ı idrak etmek için değil de, düşmanlık için kullanırsa, artık doğrusu o, ona sunulan şeyleri anlayamaz. Kalb sahibi olmanda yetkili olan Allah’tır. O sunulan hakikatler, kendilerindeki gücü doğrulayan ve yol gösteren ve müminler için huzur veren bilgilerdir.
-98-
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ
Men kâne aduvven lillâhi ve melâiketihî ve resulihî ve cibrîle ve mîkâle fe innallâhe aduvvun lil kâfirîn
Men kane aduvven | : kim, oldu, düşman, düşmanlık içinde, husümet |
li allâh | : için, Allah, Allah’a karşı |
ve melâiketi-hi | : güç, kuvve, melekler, her varlıktaki güç, o |
ve resuli-hi | : resul, hakikati gösteren, hakikate ulaştıran, |
ve cibrîle | : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl |
ve mikale | : mika el, mika: muhabbet, sevgi, varlığı analiz eden eden |
fe inne Allâh aduvvun | : artık, o zaman, muhakkak, Allah, düşman |
li el kâfirîne | : için, hakikatleri görememezlikten gelip örtmek |
98- Kim; Allah’a ve O’nun her varlıktaki gücüne ve o hakikatleri gösterenlere karşı düşmanlık içinde olursa ve aklını, Allah’ı idrak etmek ve sevgiyle varlığı anlamak için değil de düşmanlık içinde kullanırsa, muhakkak ki o hakikatleri görmemezlikten gelip örtendir, Allah’ı anlayamadığından dolayı halleri düşmanlık üzeredir.
-99-
وَلَقَدْ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلاَّ الْفَاسِقُونَ
Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinât ve mâ yekfuru bihâ illel fâsikûn
ve lekad enzelna ileyke | : gerçek olan, sunduk, bildirdik, sana |
Ayetin beyyinâtin | : ayet, delil, her şeyden apaçık sunulan, |
ve mâ yekfuru | : değil, şey, ne, hakikatleri örten, örtmez, |
bi-hâ illa | : onu, o halde, ancak, sadece, |
fasikun | : fasık, bozguncu, cehalet anlayışında kalan, |
99- Gerçek olan şu ki, her şeyden sana apaçık ayetler sunduk. Ancak kendi cahil anlayışlarında kalanlardan başkası o hakikatleri görmemezlikten gelip örtmez.
-100-
أَوَكُلَّمَا عَاهَدُواْ عَهْداً نَّبَذَهُ فَرِيقٌ مِّنْهُم بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
E ve kullemâ âhedû ahden nebezehu ferîkun minhum bel ekseruhum lâ yuminûn
e ve kullemâ ahedu | : mı, her sefer, her defa, hepsi, ahd, sözleşme, |
ahden | : ahd, antlaşma, çağ, dönem, |
nebeze-hu | : attı, bozdu, o, |
ferikun minhum | : bazıları, fırka, ayrılık, onlardan |
Bel ekseru-hum | : bilakis, hayır, onların çoğu |
lâ yuminûne | : yok, emin olmak, inanmak, iman etmek, |
100- Onlardan bazıları her seferinde söz verip, o sözlerini bozmazlar mı? Bilakis onların çoğu iman etmezler.
-101-
وَلَمَّا جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ كِتَابَ اللّهِ وَرَاء ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve lemmâ câehum resûlun min indillâhi musaddikun limâ meahum nebeze ferîkun minellezîne ûtûl kitâb kitâballâhi verâe zuhûrihim ke ennehum lâ yalemûn
ve lemmâ cae hum | : geldiğinde, onlar, |
resul | : resul, hakikatleri gösteren, |
min indi allahi | : Allah’ın katından, Allah’a ait, |
Musaddikun | : tasdik eden, doğrulayan, |
lima mea hum | : beraber, birlikte, onlarda olan şeyler, nitelikler |
Nebeze | : attı, bıraktı, reddetti, kabul etmedi, |
ferikun min ellezi | : fırka, bazı kimseler, onlardan |
Utu el kitâbe | : verildi, sunuldu, kitap, ilahi sözler |
kitâbe Allâh | : kitap, hakikatlerin sözleri, Allah’ın |
Verâe zuhuri him | : arka, geçmiş, eski bildikleri, onlar |
Ke enne-hum la yalemun | : gibi, onların olduğu, yok, bilmek, ilmin sahibi |
101- Onların kendilerinde olan nitelikleri doğrulayan, Allah’a ait olan hakikatleri açıklayan resul onlara geldiğinde, onlardan bazı kimseler sunulan ilahi sözleri kabul etmediler. Sanki onlar bilemeyenlerden değilmiş gibi, Allah’ın kitabına karşı kendi geçmiş cehalet bilişlerine sarıldılar.
-102-
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Vettebeû mâ tetlûş şeyâtînu alâ mulki suleymân ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihrâ ve mâ unzile alel melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel meri ve zevcihî ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh ve yeteallemûne mâ yadurruhum ve lâ yenfeuhum ve lekad alimû le menişterâhu mâ lehu fîl âhireti min halâkın ve le bise mâ şerev bihî enfusehum lev kânû yalemûn
ve ittebeû ma tetlu | : tabi oldular, uydular, şey, ne, değil, okumak, |
el şeyatinu | : şeytani hallerde olanlar, şeytanlar, kötülükler |
Ala mulki suleymâne | : mülkünde, makamında, Süleyman |
ve mâ kefere suleyman | : değil, şey, ne, hakikatleri örtmedi, süleyman |
ve lâkinne el şeytan | : lakin, fakat, şeytani hallerde olan |
keferû | : hakikatleri örten, kabul etmeyen |
Yuallimûn le nas | : öğretiyorlar, insanlar, |
el sihr | : etki, tesir, büyü, sihir, aldatma |
ve mâ unzile | : şey, ne, değil, sunulan, indirilen şey |
alâ el melekeyni | : üzere, güçlüler, |
bi bâbile | : Babil, |
hârûte ve mârûte | : yakıcı ve bozucu, azgın, inatçı, zaaf, şehvet, benlik |
ve mâ yuallimâni min ehad | : şey, ne, değil, öğretmiyorlar, bir kimse, |
Hatta yekûlâ | : hatta, söylüyorlar, derler |
İnnemâ nahnu fitnetun | : sadece, biz, deneme, imtihan, arabozucu, sınama |
Fe lâ tekfur | : artık, yok, örtmeyin, reddetme, inkar, kabul etmemek |
Fe yeteallemûne min huma | : artık, öğreniyorlar, onlardan, ikisi |
Ma yuferrikûne | : şey, ne, değil, ayırıyorlar, ayırırlar |
bi-hi beyne el meri | : onunla, arası, adam, insan, güzel, görünür, suret |
ve zevci-hi | : eş, tür, çift, aynı olan olan, ona uyan, |
Ve ma hum bi dârrîne | : değil, şey, ne, onlar, zarar, sıkıntı, |
bi-hi min ehadin | : onunla, bir kimse, bir, tek, |
İlla bi izni allâhi | : ancak, sadece, yetkili olan, ruhsat, Allah |
ve yeteallemûne | : öğreniyorlar, biliyorlar, |
mâ yadurru-hum | : şey, ne, değil, sıkıntı, zarar, onlar |
ve lâ yenfeu-hum | : yok, olmaz, fayda, yarar, onlar |
ve lekad alimu | : andolsun ki, gerçek olan, bilmek, bilim, öğrendiler |
Le men işterâ-hu | : elbette, kim, satın almak, çıkar, onu |
mâ lehu fi el ahiret | : değil, şey, ne, yok, onun sonunda, |
min halâkın | : verilen, bir pay, bir nasip |
Ve lebi se mâ şerev | : elbette, kötü olan, satın aldıkları şey, çıkarları |
enfuse-hum | : kendi kendilerini, kendileri |
lev kânû yalemun | : şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen |
102- Ve şeytani hallerinden başka şeylere tâbi olmadılar. Süleyman mülkün sahibini bilenlerdendi ve Süleyman hakikatleri görmemezlikten gelip örtmedi. Fakat şeytani hallerde olanlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler. İnsanları öğretme konusunda aldattılar. Babil de harut ve marut adlı üzerlerinde bir güç taşıdıklarını söyleyenler, bir şey sunmuş değillerdir ve onlar bir kimseye bir şey öğretmediler. Hatta dediler ki: Biz sadece deneyeniz, artık bizi reddetmeyin. Onlara uyan insanlar; onlardan suretlere düşkünlüğü, ayrımcılığı öğreniyorlardı. Bir kimse; her şeyde yetkili olan Allah’ı bildiğinde, artık onda hiç bir kimseye zarar vermek olmaz. Onlardan öğrendikleri, kendilerine zarar verecek olan şeyler ve onlara faydası olmayacak şeylerdi. Gerçek olan şu ki; kim hakikatlerinin bilgilerini kendi çıkarları için kullanırsa, sonunda o hakikatlerden bir şey elde edemez. Elbette onların kendi çıkarları için elde ettikleri şey ne kötüdür, keşke bilselerdi.
-103-
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُواْ واتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِّنْ عِندِ اللَّه خَيْرٌ لَّوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Ve lev ennehum âmenû vettekav le mesûbetun min indillâhi hayr lev kânû yalemûn
ve lev enne hum amenu | : şayet, eğer, olması, onlar, iman eden, inanan, |
ve ittekav | : fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama |
Le mesûbetun | : elbette, sevap, hayır, elde edilen, |
min indi allâhi hayrun | : Allah’ın katından, ona ait, |
lev kânû yalemun | : şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen |
103- Eğer onlar, iman etselerdi ve fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmasalardı, elbette Allah’a ait olan hakikatleri elde etmeleri onlar için hayırlı olurdu, keşke bilselerdi.
-104-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقُولُواْ رَاعِنَا وَقُولُواْ انظُرْنَا وَاسْمَعُوا ْوَلِلكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekûlû râinâ ve kûlûnzurnâ vesmeû ve lil kâfirîne azâbun elîm
yâ eyyuhâellezineamenu | : ey iman edenler |
lâ tekûlû | : demeyin, söylemeyin, |
raina | : çobanlar, güdülmek, gözet, bizi bak, bizi yönet, |
Ve kulu unzur-nâ | : deyin, söyleyin, gör, bak, bize |
ve ismeû | : dinleyin, işitin, |
ve li el kâfirîn | : hakikatler görmemezlikten gelen, örtenler, |
azab elim | : azap, sıkıntı, elim, acı |
104- Ey iman edenler! Bizi yönetin demeyin, bizi de görün, bizi de dinleyin deyin. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için acı sıkıntılar vardır.
-105-
مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلاَ الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Mâ yeveddullezîne keferû min ehlil kitâbi ve lel muşrikîne en yunezzele aleykum min hayrin min rabbikum vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu vallâhu zul fadlil azîm
mâ yeveddu | : değil, şey, ne, beğenmek, istemezler, |
ellezine kefer | : hakikatler örtenler, görmemezlikten gelen, |
min ehli el kitâbi | : kendi anlayışlarında kalan, aktarılan söylentilerde kalan |
ve lâ el muşrikîne | : yok, ortak koşmak, |
en yunezzel aleykum | : sunulması, gelmesi, indirilmek, üzerinize |
Min hayr min rabbi-kum | : hayır, iyi olan, Rabbinizden |
ve Allah yahtassu | : Allah, tahsis eder, verir, vermek, sunmak, ulaşmak, |
bi rahmeti-hi | : rahmet, merhamet, o, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen kimse, |
ve Allâh zu el fadli | : Allah, sahip, lütuf, nitelik, |
el azim | : büyük, yüce, sıfatların sahibi, karar sahibi, |
105- Aktarılan söylentilerde kalıp, hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler; Rabbinizin hakikatleri üzere olmanızı, hayırlar üzere olmanızı ve ortak koşmaktan vazgeçmenizi istemezler. Allah’ın rahmetini anlamayı kim isterse o ona ulaşır. Allah bütün lütufların sahibidir, tüm varlığın işleyişinde karar sahibidir.
-106-
مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ neti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem talem ennallâhe alâ kulli şeyin kadîr
Ma nensah | : gidermeyiz, tamamlamak, kopyalama, hükümsüz değil, |
min ayetin | : bir ayet, bir delil, işaret, |
ev nunsi-hâ | : ya da, gidermek, tamamlamak, aynını kopya etmek, onu |
Neti | : getiririz, sunarız, veririz, mesafe, |
bi hayrin minha | : hayırlı, yararlı, faydalı, ondan, bir ayetten, dahil, |
ev misli-hâ | : veya, benzer, aynı, misli, onun benzerini, |
e lem talem | : bilmez misin, bildin değil mi, bilmiyor musunuz? |
enne allâh | : muhakkak ki Allah, |
alâ kulli şeyin kadir | : bütün her şey, kudret |
106- Bir ayeti hükümsüz kılmayız; onu başka bir ayetle tamamlarız. Ondan ya da onun benzerinden bir hayr sunarız. Bilmez misin ki, muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-107-
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
E lem talem ennellâhe lehu mulkus semâvâti vel ard ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr
e lem talem | : bilmez misiniz, bilmiyor musunuz? |
Enne Allah lehu mulku | : olduğu, Allah, onun, mülk, sahibi, hükümran |
El semevat ve el ardı | : gökler ve arz, yeryüzü |
Ve ma lekum min duni allâh | : değil, size, den başka, Allah |
min veliyyin ve la nasirin | : dost ve yok, yardımcı |
107- Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranı Allah’tır ve size Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da yoktur.
-108-
أَمْ تُرِيدُونَ أَن تَسْأَلُواْ رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِن قَبْلُ وَمَن يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
Em turîdûne en teselû resûlekum kemâ suile mûsâ min kabl ve men yetebeddelil kufra bil îmâni fe kad dalle sevâes sebîl
em turidune | : veya, yoksa, istemek, arzu, |
En tesulu | : sorguya çekmek, sorgulamak, istek, |
resule-kum | : resul, siz, size hakikati gösteren, |
Kema suile mûsâ | : gibi, sual, sorgu, aramak, sorgulamak, istek, Musa |
min kablu | : daha önceden, daha önce |
ve men yetebeddeli | : kim, değiştirir |
el kufra | : hakikatler örtmek, kabul etmemek |
bi el iman | : iman, inanmak, eminlik yoluna giren, |
Fe kad dalle | : artık, oldu, sapmak, hakikatlerden cehalete çıkmak |
Sevae el sebîli | : eşit, bir, düzgün, doğru, yol |
108- Yoksa, daha öncekilerin Musa’yı sorguladıkları gibi siz de Resul’ü sorgulamak mı istiyorsunuz? Kim Hakk’a olan inancını küfre değiştirirse, artık o birliğin yolundan kendi cehaletine sapmış olur.
-109-
وَدَّ كَثِيرٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُم مِّن بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّاراً حَسَدًا مِّنْ عِندِ أَنفُسِهِم مِّن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُواْ وَاصْفَحُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Vedde kesîrun min ehlil kitâbi lev yeruddûnekum min ba’di îmânikum kuffârâ haseden min indi enfusihim min badi mâ tebeyyene lehumul hakk fafû vasfehû hattâ ye’tiyallâhu bi emrih innallâhe alâ kulli şeyin kadîr
Ved kesir | : istedi, sevdi, çoğu, |
min ehli el kitâb | : kendi anlayışlarında kalan, aktarılan söylentilerde |
lev yeruddûne-kum | : keşke, şayet, dönmek, siz |
min badi imanı kum | : sonra, iman, inanma, siz |
kuffâran | : hakikatleri örten, kabul etmeyen, |
Haseden | : haset, kıskanma, çekememezlik, |
Min indi enfusi-him | : yanında, ona ait, nefsler, kendileri |
Min badi ma tebeyyene | : daha sonra, şey, ne, değil, beyan oldu, açıklandı |
Lehum el hakku | : onlara, hakikatler, gerçekler |
fe afû ve asfehu | : o zaman affedin ve hoşgörme, anlayış |
hatta yetiye | : hatta, gelmek, anlamak, anlayıncaya kadar, |
Allah bi emr hi | : Allah, işleyiş, hüküm, o işleyiş |
enne Allâh | : muhakkak ki Allah |
alâ kulli şeyin kadir | : bütün her şey, kudret |
109- Aktarılan söylentilerde kalanlardan çoğu, siz iman ettikten sonra sizin dönmenizi, hakikatleri kabul etmemenizi isterler. Onların halleri bir hasetlik hâlidir. Bundan sonra onlar, açıklanan hakikatler üzere olurlarsa, artık onlara karşı bir affetme içinde ve anlayış içinde olun. Hatta Allah’ın tüm varlıktaki o işleyişini anlayıncaya kadar onlara yardımcı olun. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-110-
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Ve ekîmus salâte ve âtûz zekât ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâh innallâhe bi mâ tamelûne basîr
ve ekimu el salat | : her an salat üzere olun, hakka bağlılık şuuru, |
ve atu el zekâte | : sizde olanı paylaşın, temizlenin |
ve mâ tukaddimû | : şey, ne, değil, takdim, vermek, teslim etmek, gelişim, |
li enfusi-kum min hayır | : kendinizde, nefsinizde, varlığınız, hayırlı olan, iyi, |
tecidû-hu | : bulursunuz, ulaşırsınız, o, |
inde Allah | : katında, ona ait, Allah |
İnne allâhe | : muhakkak, Allah |
bi mâ tamelun | : amellerinizden, yaptığınız şeylerden, |
basirun | : gösterendir, fark, anlayış, basiret |
110- Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın. Kendinizde olan tüm sıfatları iyi bir şekilde sahibine teslim ettiğinizde, Allah’a ait olan hakikatlere ulaşırsınız. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
-111-
وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve kâlû len yedhulel cennete illâ men kâne hûden ev nasâr tilke emâniyyuhum kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn
ve kâlû len yedhule | : dediler, değil, asla, dahil olmak, girmek, |
el cennete | : cennet, huzur |
İllâ men kane | : ancak, kim, oldu, |
Huden | : yalnız bir yol gösteririz diyen, yol gösterilen, |
ev nasârâ | : veya, ya da, yardımcı olan, yardım eden, |
Tilke emâniyyu-hum | : bu, onların emaniyyesi, zan, kuruntu, inançları |
Kul hatu | : anlat, söyle, getir, bildir, göster, |
burhâne-kum | : delil, kanıt, siz |
in kuntum sadikin | : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, |
111- Ancak yol gösteren ve yardımcı olan kimselerden başkası asla cennete dâhil olamaz dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru söylediklerini iddia ediyorlarsa delillerini göstersinler.
-112-
بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Belâ men esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun fe lehû ecruhu inde rabbihî ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
Belâ men esleme | : hayır, bilakis, evet, kim, teslim etti, oldu, |
veche-hu li Allah | : vechini, yüzünü, Allah’a |
Ve huve muhsinun | : o, muhsin, iyiliklerde olan |
Fe lehu ecru-hu | : artık, onun, karşılığı, |
inde rabbi-hi | : katında, ona ait, Rabbi, vücudlandıran, |
Ve la havfun aleyhim | : yok, korku, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : yok, onlar, mahzun olmak |
112- Bilakis kim yüzünü Allah’a döner, tüm varlığı ile teslim olursa ve o iyiliklerde olursa, artık onun karşılığı kendini vücudlandırana ait olan hakikatlerdir ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.
-113-
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَىَ شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Ve kâletil yahûdu leysetin nasârâ alâ şey ve kâletin nasârâ leysetil yahûdu alâ şeyin ve hum yetlûnel kitâb kezâlike kâlellezine lâ yalemûne misle kavlihim, fallâhu yahkumu beynehum yevmel kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn
ve kâleti el ya hude | : dedi, yol gösteririz diyen |
Leyseti en nasârâ ala şey | : değil, yok, yardımcı olan, üzerine, için, bir şey, |
ve kâleti el nasara | : dedi, yardımcı olan, yardım eden, |
Leyseti el ya hude ala şey | : değil, yol gösteririz diyen, üzerine, bir şey, |
ve hum yetlune | : onlar, o halde olanlar, okudular, bildirilen, açıklanan |
el kitab | : kitap, hakikatlerin sözleri, |
kezâlike | : bunun gibi, böylece, bu böyledir, gerçek budur, |
Kâle ellezine la yalemu | : dedi, söyledi, o kimseler, yok, bilmek, ilmin sahibi, |
Misli kavli-him | : benzer, aynı, sözleri, söylemleri, onlar |
Fe allah yahkumu | : oysa, Allah, hükmün sahibi, hakim olan, hakikatin sahibi |
beyne-hum | : arası, onlar, onların aralarında, herşeyde |
yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü, |
fî mâ kanu fihi yahtelifun | : içinde, olmaz, onun içinde, ihtilaf, ikilik, ayrılık, |
113- Yalnız biz yol gösteririz diyenler, yalnız biz yardımcı oluruz diyenler hakkında: Onlar bir şey üzere değillerdir, dediler. Yalnız biz yardımcı oluruz diyenler de, yalnız biz yol gösteririz diyenler hakkında: Onlar bir şey üzere değillerdir, dediler. O halde olanların hepsi, bildirilen hakikatlerin sözlerini kendi zanlarına göre anlayıp, bu böyledir dediler. Bilgisi olmayan kimseler de onların söylediği benzer şeyleri söylediler. Oysa onların aralarında konuştukları konulardaki hakikatin sahibi Allah’tır. O hâlde olanlar ölünceye kadar ikilikten başka bir şeyin içinde olmazlar.
-114-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Ve men azlemu mimmen menea mesâcidallâhi en yuzkere fîhesmuhu ve seâ fî harâbihâ ulâike mâ kâne lehum en yedhulûhâ illâ hâifîn lehum fîd dunyâ hızyun ve lehum fîl âhireti azâbun azîm
ve men azlemu | : kim, zalim olan, |
minmen menea | : ondan, kimseyi, men eden, engel olan |
Mesâcide Allah | : arama, anlama yeri, kutsal olana teslim olmak, Allah, |
en yuzkere | : zikir, anılması, söz etmek, |
Fiha ismu-hu | : orada, onun ismi, mana, tecellileri, işaretleri, |
ve sea | : aradı, iktidar, gayret, çalışma, |
fi harâbi-hâ | : içinde, bozulma, yıkılma, perişan, yozlaşma, harab, o |
Ulaike mâ kâne lehum | : işte onlar, olmadı, onlar |
en yedhulû-hâ | : dahil olmak, girmeleri, o |
İllâ haifin lehum | : ancak, başka, korkak, hakkı anlamaktan korkan, onlar |
Fi el dunya hızyun | : hayat, yaşam, dünya, rezillik, hor, kaybetme |
ve lehum | : onlar |
fî el ahreti | : sonunda, sonucunda, |
azabun elim | : azap, sıkıntı, acı |
114- Allah’a bir teslimiyet içinde olanı, O’nun isminden söz eden kimseyi engelleyen ve onun yozlaşmasına gayret eden kimseden daha zalim kim vardır. İşte, ancak bir korku içinde olanlar o hakikatlere dahil olamazlar, yaşamlarında bir kaybetmişlik vardır ve onlar sonunda acı sıkıntılardadırlar.
-115-
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh innallâhe vâsiun alîm
ve li allâhi el meşriku | : Allah’ın, doğu, |
ve el magribu | : garb, batı |
Fe eynema tuvellu | : artık, nereye, dönerseniz |
Fe summe vechu allâh | : artık, orada, yüz, yön, hakikatler, Allah |
İnne Allah vasiun | : muhakkak ki, Allah, kuşatan, saran, |
alim | : ilmiyle, ilmin sahibi, |
115- Doğu da ve batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır. Muhakkak ki bütün her şeyi ilmiyle kuşatan Allah’tır.
-116-
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
Ve kâlûttehazellâhu veleden subhânehu bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard kullun lehu kânitûn
ve kâlû ittehaz | : dediler, edindi, sarıldı, |
Allah veled | : Allah, çocuk, evlat, |
subhâne-hu | : o noksan sıfatlardan münezzehtir, her şey onda, yüzme |
Bel | : bilakis, |
lehu mafi el semavat | : onun, ne varsa, semalardaki, göklerdeki olanlar |
ve el ardı | : arz, yeryüzü, yer |
Kullun lehu kanitun | : hepsi, ona, bağlı, birliktelik, teslim, onunla, |
116- Allah çocuk edindi dediler. O noksan sıfatlardan münezzehtir. Bilakis göklerde ve yerde ne varsa O’nun dur, bütün hepsi O’na bağlıdır.
-117-
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Bedîus semâvâti vel ard ve izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn
bediu | : eşsiz, estetik, örneksiz, çok güzel, ilk olan, |
el semâvât ve el ard | : gök, ulvi alem ve yeryüzü, toprak, |
Ve iza kada emren | : olduğunda, takdir, oldu, emir, iş, hüküm, |
Fe innema yekulu | : o zaman, böylece, ancak, sadece, söyler, |
Lehu kun fe yekun | : ona, ol, böylece, olur |
117- Gökleri ve yeri estetik bir halde vareden O’dur ve işleyiş O’nun takdirindedir, ona sadece ol der, böylece olur.
-118-
وَقَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ لَوْلاَ يُكَلِّمُنَا اللّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Ve kâlellezîne lâ yalemûne lev lâ yukellimunâllâhu ev tetînâ âyet kezâlike kâlellezîne min kablihim misle kavlihim teşâbehet kulûbuhum kad beyyennal âyâti li kavmin yûkınûn
ve kâle ellezine la yalemun | : dedi, o kimseler, bilgiden yoksun, bilgisiz, |
Lev la yukellimu-nâ Allah | : olsa, olsaydı, konuşmak, kelime, biz, Allah |
Ev teti na ayetun | : yada, gelir, verir, biz, ayet, delil, |
Kezâlike kale ellezine | : işte böyle, bunun gibi, dedi, o kimseler |
min kabli-him | : onlardan önce |
Misle kavli him | : gibi, benzer, aynı, misal, sözler, onlar |
Teşâbehet | : benzedi, benzer, |
kulub hum | : kalpleri, anlayışları, onlar |
Kad beyan el ayeti | : beyan, açıkladık, apaçık bir şekilde ortada, ayet, işaret |
li kavmin yukınun | : için, kavim, kimseler, yakın, olan, kesin gören bilen |
118- Hakikatlerin bilgisinden yoksun olanlar: Allah bizimle konuşsa ya da bize işaretler gösterse olmaz mıydı, dediler. İşte onlardan önceki kimseler de bunun benzeri sözler söylediler. Onların kalbleri birbirlerine benzer. Yakınlığı anlayan kimseler için işaretlerimiz apaçık ortadadır.
-119-
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلاَ تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ
İnnâ erselnâke bil hakkı beşîren ve nezîren ve lâ tuselu an ashâbil cahîm
İnnâ ersel na ke | : muhakkak, irsal, açığa çıkmak, göndermek, biz, sen |
bi el hakkı | : hak ile, hakikatler, gerçekler, |
Beşiren | : sevindirici, umut verici, |
ve neziren | : hakikatleri açıklayıp uyarıcı |
ve lâ tuselu | : yok, sorulmaz, sorumluluk, |
an ashâbi el cahîmi | : sahip, halk, sıfatları kendine nisbet eden, cehalet, azmışlık |
119- Muhakkak ki sen; gerçekleri anlatmak, sevindirip umut vermek, açıklayıp uyarmak, Bizi anlatmak için açığa çıktın. Sıfatları kendine nisbet edip bir azmışlık içinde olanlardan senin bir sorumluluğun yoktur.
-120-
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinittebate ehvâehum badellezî câeke minel ilmi mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr
ve len terdâ anke | : değil, asla, razı olmak, hoşlanmak, senden |
El yahadu | : biz yol gösteririz diyen, bize yol gösterildi diyen, |
ve lâ en nasârâ | : yok, yardımcı olan |
Hattâ tettebia | : hatta, tabi olmak, uymak, izlemek, |
millet hum | : örf, gelenek, adet, inanç, onlar |
Kul inne hudâ allâh | : anlat, muhakkak, yol gösteren, hidayet veren, Allah |
Huve el huda | : o, hidayet, kılavuz, rehber, sahip, efendi, yol gösteren |
ve le in ittebate | : elbette, eğer, şayet, tabi olmak, uymak, sen |
ehvâe-hum | : heva, çıkar, kendi çıkarlar, boş şeyler, asılsız, onlar |
bade ellezi cea ke | : sonra, ki o, geldi, sen |
min el ilmi | : bir ilim |
mâ leke min Allah | : değil, şey, ne, senin, Allah |
min veliyyin | : bir dost, veled, yakın olan, |
ve la nasır | : yok, yardımcı, destek, arka çıkan, |
120- Yalnız biz yol gösteririz ve yalnız biz yardımcı oluruz diyenlerin, atalarından gelen inançlarına, adetlerine uymazsan, senden hoşlanmazlar. De ki: Muhakkak ki yol gösteren Allah’tır, tüm varlıktan her an yol gösteren O’dur. Eğer sen bir ilim geldikten sonra, onların hevalarına uyarsan, Allah’tan başka sana bir dost ve bir yardımcı da yoktur.
-121-
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلاَوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمن يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetihî ulâike yuminûne bihî ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn
Ellezine ateyna hum | : o kimseler, verdik, sunduk, onlar, kendileri |
el kitâbe | : kitap, varlık kitabı, |
yetlûne-hu | : anlayarak okuma, okuyup takip edip ulaşmak, |
hak | : hak, gerçek, hakikat, doğru olan, |
tilavet hi | : okuyup temizlenme, ilave etmeden okuma, |
Ulaike yuminun bi-hi | : işte onlar, iman eden, inanan, ona |
ve men yekfur bihi | : kim, hakikatleri örtmek, kabul etmemek, ona, |
fe ulâike hum el hâsirûn | : işte onlar, kaybeden, başarısız olan, hüsran, |
121- Kendilerine sunduğumuz varlık kitabını okuyup, anlayıp hakikatine ulaşan o kimseler, okudukça cehaletten temizlenirler. İşte onlar ondaki hakikatlere inanırlar. Artık varlık kitabındaki hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler ise, işte onlar kaybedenlerdir.
-122-
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve ennî faddaltukum alel âlemîn
Yâ beni israil | : ey, hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, Yakuboğulları |
Uzkurû nimetiye | : zikredin, hatırlayın, anın, anlayın, nimet, sıfat, |
Enamtu aleykum | : varlığı, halk, nimetler, sıfatlarımı, nitelik, üzerinizdeki |
Ve enni faddaltu-kum | : muhakkak ki ben, fazilet, erdemlik, lütuf, rızk, siz, |
alâ el âlemîne | : kimseleri, alemleri, topluluklar, tüm varlığı, |
122- Ey Hakk yolunda gidenler! Varlığınızı oluşturan üzerinizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığı ve sizi lütuflarımla sardığımı anlayın.
-123-
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şeyen ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn
ve ittekû yevmen | : fenalardan sakının, gün, vakit, heran, |
La teczi | : yok, ceza, kısım, bölüm, karşılık, |
nefsun an nefsin | : bir kimse bir kimsenin, |
şeyen | : bir şey, hakikatlerden |
ve lâ yukbelu | : yok, kabul, makbul, |
minha adlun | : ondan, adil, doğruluk, eşit, bedel |
ve lâ tenfeu-hâ | : yok, fayda, yarar, ona, |
şefaatun | : şefaat, birliğe ulaştıran, tek olana ulaştıran |
ve lâ hum yunsarûne | : yok, onlar, yardım |
123- Ve her an fenalardan sakının, ortak koşmayın. Bir kimse, bir kimsenin hakikatlerden bir karşılık bulmasına engel olursa, artık onların halleri adil olmaya uygun değildir. O hallerde olanlar, şefaatten bir fayda da bulamaz ve onlara yardımcı da yoktur.
-124-
وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
Ve izibtelâ ibrâhîme rabbuhu bi kelimâtin fe etemmehun kâle innî câiluke lin nâsi imâmâ kâle ve min zurriyyetî kâle lâ yenâlu ahdiz zâlimîn
ve iz ibtelâ İbrahim | : olduğunda, sıkıntı, boğulma, imtihan, gayret, İbrahim |
Rabbu hu bi kelimatin | : rabbi, o, kelimeler ile, tecellileri, |
Fe etemme-hunne | : böyece, sonra, tamamladı, anladı, onları |
Kale inni cailu-ke | : dedi, bildirdi, ben, yapmak, kılmak, sunmak, sen |
li en nâsi | : insanlar için, insanlara, |
imamen | : imam, öğretmen, önder, rehber, |
Kale ve min zurriyyetî | : dedi ve benim zürriyetimden, soyumdan, neslim |
Kâle la yanelu | : dedi, yok, ulaşamaz, anlayamaz, nail olamaz |
Ahdi | : söz, sözler, hakikatler, devir, zaman, |
el zâlimîne | : zalimlik, kötülük yapan, zalimler, |
124- İbrahim, Rabbinin tecellilerini anlamak için gayret göstermişti. Sonra da onları anlamayı tamamladı. Sen insanlara hakikatlerimi anlatmak için öğretmenlik yap, diye bildirildi. Benim neslimden gelenler de öyle olsunlar, dedi. Zalimler hakikatlere ulaşamazlar, diye bildirildi.
-125-
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd
ve iz cealna | : olduğunda, yaptık, kıldık, düzenledik, biz, |
el beyt | : ev, mesken, gönülleri, gönül evi, oda, hane, |
Mesabeten | : merci, kaynağına dönmek, aslı, derece, menzil, sevap yeri, |
li en nâsi | : insanlar için, insanların |
ve emnen | : emin, güvenli, emniyetli, hakikatlerden emin olmak, |
ve ittehizû min makam | : edinin, sarılmak, bir makam, yer, durulan yer, |
ibrahime | : İbrahim |
musallen | : arınıp teslim olma, yüce olana yönelen, istemek, dua |
ve ahidna | : ahd, söz, tecellilerimiz, bize söz verdi, |
İla İbrahim ve ismaîle | : İbrahim ve İsmail |
en tahhirâ beytiye | : temizlemek, arınmak, evi, gönüllerini, |
li et tâifîne | : dolaşan, arayan, tavaf edenler için, hakikati arayan, |
ve el âkifîne | : oturan, ayrılmayan, sebat eden, teveccüh, yönelme, |
ve el rukkai | : rüku, nitelik, sıfat, |
el sucudu | : secde, teslim olmak, varlığından geçmek, |
125- İnsanların geldiği kaynağı anlamaları ve hakikatlerden emin olmaları için, gönüllerini düzenledik. Arınıp yüce olana yönelen İbrahim makamlar edindi. İbrahim ve İsmail; gönüllerini cehaletten temizlemek isteyenlere, hakikatleri arayanlara, hakikatten ayrılmayanlara, nitelikleri anlayıp tüm varlığıyla teslim olmak isteyenlere, yardım edeceklerine dair Bize söz verdiler.
-126-
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هََذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُم بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ قَالَ وَمَن كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Ve iz kâle ibrâhîmu rabbical hâzâ beleden âminen verzuk ehlehu mines semerâti men âmene minhum billâhi vel yevmil âhir kâle ve men kefere fe umettiuhu kalîlen summe adtarruhu ilâ azâbin nâr ve bisel masîr
ve iz kâle İbrahim | : demişti, İbrahim |
Rabbi ical | : Rabbim, yap, kıl, sun, |
haza beleden âminen | : bu, yer, göğüs, sadr, emin, emniyetli, gönlü emin |
ve urzuk ehle hu | : rızıklandır, fayda, yarar, ehli, halk, bilgili, |
min el semerâti | : semere, istenilen sonuç, verimli, fayda, meyveler |
Men amene minhum bi allah | : kim, kimse, iman, inandı, onlardan, Allah’a |
ve el yevmi el âhiri | : sonraki vakit, son zaman, sonları, |
Kale ve men kefere | : dedi ve kim, hakikatleri örttü, görmemezlikten geldi |
Fe umettiu-hu | : böylece, metalandırırız, fayda, yarar, dünyalık, o, |
kalilen | : az bir şey, azda olsa, |
Summe adtarru-hu | : sonra, zorunlu, mecbur, maruz bırakmak, onu |
ilâ azâbi en nâri | : azap, sıkıntı, ateşin azabına |
ve bise el masir | : ne kötü, yer, barış yeri, o halde olmak |
126- İbrahim demişti ki: Rabbim! Gönüllerimizi hakikatler yönünden emin kıl ve o hakikatlerin bilgilerinden bizleri faydalandır. Allah’a ve sonlarına inanan kimselerden eyle. Kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, artık o az bir şey için de olsa dünya çıkarında olur, sonra da o ateşin sıkıntılarına maruz kalır ve kötü bir hâlde olur, diye bildirildi.
-127-
وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve iz yerfeu ibrâhîmul kavâide minel beyti ve ismâîl rabbenâ tekabbel minnâ inneke entes semîul alîm
ve iz yerfeu ibrahim | : olduğu zaman, yükseltme, yücelik, refah, huzur, İbrahim |
El kavaid | : kaide, usül, kural, esas, hakikatler, temel, |
min el beyti | : evini, gönlünü, |
ve ismailu rabbe na | : İsmail, rabbimiz |
Tekabbel minnâ | : kabul et, yönelmek, onaylamak, bizden, gayretlerimiz |
inne-ke ente el semiu | : muhakkak, sen, sensin, işitmek, |
El alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
127- İbrahim, gönlünü hakikatlerin esaslarına göre yüceltti ve İsmail: Rabbimiz! Senin yolunda gayretlerimizi kabul et, muhakkak ki sen işittirensin, ilmiyle varedensin, dedi.
-128-
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Rabbenâ vecalnâ muslimeyni leke ve min zurriyyetinâ ummeten muslimeten leke ve erinâ menâsikenâ ve tub aleynâ inneke entet tevvâbur rahîm
rabbe-nâ | : Rabbimiz |
ve ical na | : kılmak, yapmak, eylemek, biz, |
muslimeyni leke | : anlayıp teslim olan, barış huzur üzere olan, sana |
ve min zurriyyeti-nâ | : soyumuzdan, neslimiz, biz, |
Ummeten | : ümmet, topluluk, kimse, aynı anadan olan, |
muslimet leke | : teslim olan, barış huzur, sana |
ve eri-nâ | : göster, bildir, biz, |
menasike na | : usûl, yol, tarz, kural, ahkam |
ve tub aleynâ | : tövbemizi kabul buyur |
inne-ke ente el tevvab | : muhakkak, sen, sensin, tövbeleri kabul eden, dönmek |
El rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden |
128- Rabbimiz! Seni anlayıp teslim olanlardan, barış ve huzur üzere olanlardan eyle bizi ve bizim neslimizden gelenleri de seni anlayıp teslim olanlardan, barış ve huzur üzere olanlardan eyle ve bize hakikatleri anlamadaki usûlleri bildir ve yaptığımız hatalardan pişman olup döndüğümüzde bizi bağışla. Muhakkak ki sen, yaptığı hataları anlayıp dönenlerin tövbelerini kabul edensin, varlığı özünden varedensin.
-129-
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ
Rabbenâ vebas fîhim resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtike ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete ve yuzekkîhim inneke entel azîzul hakîm
rabbe-nâ | : Rabbimiz |
ve ibas fihim | : dirilik, kaldırma, gönderme, açığa çıkma, onların içinden |
Resulen | : hakikatleri bildiren, resul, |
min-hum | : onlardan, kendilerinden |
yetlû aleyhim | : okur, açıklar, onlara, |
ayeti ke | : işaret, delil, ayet, sen |
ve yuallimu-hum | : öğretir, öğreten, açıklasın, öğretsin, onlar, |
El kitab | : kitap, her varlık bir kitap, |
ve el hikmete | : kitap hikmeti, hakikatleri bilmedeki şuur |
ve yuzekkî-him | : hakikatlerle temizlenmek, cehaletten arındırmak |
inne-ke ente el aziz | : muhakkak, sen, sensin, varlıktaki niteliklerin yüce sahibi |
El hakim | : tüm varlığa hakim olan |
129- Rabbimiz! Onların içinden hakikatleri gösteren, diri olanın sen olduğunu anlatanlar açığa çıksın. Onların üzerlerinde olan senin işaretlerini onlara açıklasın ve onlara her varlığın bir kitap olduğunu ve her varlıkta ince hikmetler olduğunu ve cehaletten arınmayı öğretsin. Muhakkak ki sen, varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.
-130-
وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Ve men yergabu an milleti ibrâhîme illâ men sefihe nefseh ve lekadistafeynâhufîd dunyâ ve innehu fîlâhireti le mines sâlihîn
ve men yergabu | : kim, uzaklaşır, yüz çevirir, istemez, aramaz, |
an milleti | : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan, |
ibrâhîme | : İbrahim, cumhurun babası, öze uygun yaşayan, |
İllâ men sefih | : kimseler, akılsız, idraksiz, düşünmeyen, zevk sefaya düşün |
nefse hu | : kendini, nefsini |
ve lekad istafeynâ-hu | : doğrusu, seçiçilik, fark edicilik, şuur verdik, biz, onu |
fî ed dunyâ | : yaşamında, hayatında, dünyada |
ve inne-hu | : muhakkak ki o, doğrusu o |
fî el âhireti | : sonunda, ahirette |
le min es sâlihîne | : elbette, Salihlerden, iyilerden, hayırlı çalışmalarda |
130- Kim İbrâhim’in düzenlediği ilkelerden yüz çevirir, onun Hakk’ı aradığı gibi aramazsa, o kendini anlayamayan, düşünmeyen kimselerden olur. Doğrusu ona, yaşamı boyunca hakk ile batılı fark edeceği şuuru verdik ve doğrusu o şuurlu hareket ederse, sonunda elbette Sâlih kimselerden olur.
-131-
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
İz kâle lehû rabbuhû eslim kâle eslemtu li rabbil âlemîn
iz kâle lehu rabb hu | : dediğinde, bildirildi, rabbi, o, |
eslim | : teslim ol, barış, huzur üzere ol, |
Kale eslemtu | : dedi, tüm varlığımla teslim oldum, barış huzur |
li rabbi el âlemîne | : âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücudlandıran |
131- Rabbi ona: Tüm varlığınla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan ol, diye bildirdi. Dedi ki: Âlemlerin Rabbine tüm varlığımla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan oldum.
-132-
وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve yakûb yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn
ve vassâ biha İbrahim | : vasiyet, öğüt, o hakikatler, onunla, İbrahim |
Beni hi | : evlatlarına, çocuk, o |
ve yakubu ye beniyye | : Yakub, ey evlatlarım, çocuk, |
inne Allâh ıstafa | : muhakkak, Allah, seçmek, seçicilik, fark etme, süzme, |
Lekum el din | : sizin, din, varlığın yaratılış yasaları, |
Fe lâ temûtunne | : artık, yok, ölmeden |
İlla ve entum müslimin | : ancak, ve siz, teslim olan, barış huzur üzere olan |
132- İbrahim evlatlarına hakikatleri anlamalarını vasiyet etti. Yakub da: Ey evlatlarım! Muhakkak ki Allah size, varlığın yaratılış yasalarını anlamanız için fark etme yeteneği verdi. Artık siz ölmeden önce, varlığınızın sahibini bilip teslim olun, barış ve huzur üzere olanlardan olun, dedi.
-133-
أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِن بَعْدِي قَالُواْ نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Em kuntum şuhedâe iz hadara yakûbel mevtu iz kâle li benîhi mâ tabudûne min badî kâlû nabudu ilâheke ve ilâhe âbâike ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ilâhen vâhidâ ve nahnu lehu muslimûn
Em kuntum şuhedae | : yoksa, veya, yada, öyleki, siz oldunuz, bilip gören, şahit |
iz hadara | : katıldığında, hazır, bulunduğunda, geldiğinde |
Yakube el mevt | : Yakub, ölüm, nutfe, öz, |
İz kale li benî-hi | : demişti, evlatlarına, çocuk, |
ma tabudune min badi | : ne, şey, değil, kulluk, sonra |
Kâlû nabudu ilahe ke | : dediler, kul olmak, ilah, sen |
Ve ilahe abai-ke | : ilah, senin ataların |
İbrâhime ve İsmail | : İbrahim ve İsmail |
Ve ishak ilâhen vahiden | : İshak, ilah, tek, bir |
ve nahnu lehu muslimin | : biz, ona, tüm varlığıyla teslim olan, barış huzur üzere olan, |
133- Öyle ki sizler bilip görenlerden olun, dedi. Yakub’a ölüm geldiği zaman, o evlatlarına dedi ki: Benden sonra neye kul olacaksınız? Dediler ki: Senin inandığın, senin ataların İbrâhîm ve İsmâil’in inandığı ve İshâk’ın inandığı tek güce kul olacağız. Bizler de onlar gibi tüm varlığımızla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan olacağız.
-134-
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Tilke ummetun kad halet lehâ mâ kesebet ve lekum mâ kesebtum ve lâ tuselûne ammâ kânû yamelûn
Tilke ummetun | : o, bu, işte, ümmet, topluluk, |
Kad halet | : oldu, gelip geçti |
lehâ mâ kesebet | : onun, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği |
ve lekum ma kesebtum | : sizin, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği |
ve la tuselune | : yok, sormak, sual, sorumlu, |
amma kanu yamelun | : şeylerden, oldu, yaptıkları, amel |
134- İşte o ümmetler gelip geçti. Onların edindiği şeyler ve sizin edindiğiniz şeyler vardır ve onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.
-135-
وَقَالُواْ كُونُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُواْ قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Ve kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû kul bel millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn
ve kâlû kunu huden | : dediler, olun, yalnız bir yol gösteririz diyenler |
ev nasârâ | : veya, ya da, yardımcı olan, |
tehtedu | : yol gösterme, doğru yolu bulma |
Kul bel | : de, hayır, sadece, bilakis, millet, İbrahim |
milleti | : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan, |
ibrâhîme | : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere olan |
hanifen | : tevhid üzere, tek Allah’a inanan |
ve mâ kâne | : olmadı, değildi, |
min el muşrikîne | : ortak koşan, kendine varlık isnat eden, sıfatları sahiplenen |
135- Yalnız biz yol gösteririz ya da yalnız biz yardımcı oluruz diyenler, bize uyun doğru yolu bulun dediler. De ki: Hayır, sadece İbrahim’in düzenlediği ilkeler üzere, Tevhid üzere oluruz. O Allah’a ait olan sıfatları kendine nisbet edenlerden olmadı.
-136-
قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn
Kûlû amenna bi Allah | : deyin, inandık, iman ettik, Allah’ın bizde olduğuna, |
ve mâ unzile ileyna | : şey, ne, değil, indirilen, sunulan, verilen, bize |
ve mâ unzile ila İbrahim | : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, ulaştığı, İbrahim |
ve İsmâîl ve ishak | : ve İsmail ve ishak |
ve yakûbe | : Yakub |
ve el esbâtı | : torunları |
ve mâ ûtiye musa | : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, ulaştığı, |
Musa ve isâ | : Musa ve İsa |
ve mâ utiye el nebiyyun | : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, nebiler, haber veren |
min rabbi-him | : Rabbinden, onlar, onları vücudlandıran, |
lâ nuferriku | : yok, fark, ayırım yapmayız |
Beyne ehadin minhum | : arası, biri, birisi, onlardan |
ve nahnu lehu müslimin | : biz, ona, teslim olan, barış huzur üzere olan, |
136- Deyin ki: Allah’a iman ettik. Bize verilen şeylere ve İbrahim’e sunulanlara, İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve torunlarına ve Musa’ya bildirilenlere ve İsa’ya ve Nebilere Rabbinden bildirilen şeylere inandık. Onların birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz onlar gibi tüm varlığımızla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardanız.
-137-
فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Fe in âmenû bi misli mâ âmentum bihî fe kadihtedev ve in tevellev fe innemâ hum fî şikâk fe se yekfîke hum allâh ve huves semîul alîm
Fe in amenu | : artık, bundan sonra, eğer, iman etmek, inanmak |
Bi misli mâ âmentum bihi | : aynı, benzer, gibi, şey, ne, iman etmek, inanmak, ona |
Fe kad ihtedev | : artık, oldu, yol bulmak, yönlendirmek, kılavuz |
ve in tevellev | : eğer, yüz çevirirlerse, kendi cehaletlerine dönerlerse |
Fe innema hum fi şikak | : artık, sadece, ancak, onlar, içinde, ikilik, ayrılık |
Fe se yekfi ke hum Allah | : artık, kafidir, sen, onlar, Allah |
ve huve el semiu | : o, işitmek, ilmin sahibi, |
el alim | : ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
137- Onlar nasıl inanmışsa, bundan sonra sizler de öyle inanın. Böylece yol bulanlardan olun. Bundan sonra kendi cehaletlerine dönen olursa, artık onlar sadece ikilik içinde olurlar. Böyle olanlara karşı Allah sana yeter ve O işittirendir, ilmin sahibidir.
-138-
صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ
Sıbgata allâh ve men ahsenu minallâhi sıbgaten ve nahnu lehu âbidûn
sıbgate Allâh | : boya, nakış, kuvvet, şekil, renk, sistem, koku, Allah |
ve men ahsenu | : kim, en güzel şekilde, halde |
Min Allah sıbgaten | : Allah’ın, boya, nakış, sistem, şekil, koku, |
ve nahnu lehu abıdun | : biz, ona, kul olan |
138- Allah’ın boyası. Kim en güzel bir şekilde Allah’ın boyası ile boyanırsa, biz onun kuluyuz, der.
-139-
قُلْ أَتُحَآجُّونَنَا فِي اللّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ
Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum ve lenâ âmâlunâ ve lekum amâlukum ve nahnu lehu muhlisûn
Kul e tuhâccûne-nâ | : söyle, anlat, mücadele mi, gayret, biz |
Fi allâhi | : hakkında, için, Allah |
ve huve rabbu na | : o, rabbimiz |
ve rabbu-kum | : sizin Rabbiniz |
ve lenâ amelu na | : bizim, amellerimiz, yaptıklarımız |
Ve lekum amâlu-kum | : sizin amelleriniz, yaptıklarınız |
ve nahnu lehu muhlisun | : biz, ona, içten, tüm içtenliğiyle bağlı olan |
139- De ki: Allah hakkında bizimle mücadeleye mi giriyorsunuz? O bizi de vücudlandırandır ve sizi de vücudlandırandır. Bizim yaptıklarımız bize ve sizin yaptıklarınız size. Biz O’na tüm içtenliğimizle bağlıyız.
-140-
أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطَ كَانُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَتَمَ شَهَادَةً عِندَهُ مِنَ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâta kânû hûden ev nasârâ kul e entum alemu emillâh ve men azlemu mimmen keteme şehâdeten indehu minallâh ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn
Em tekulune | : yoksa, veya, öyle mi oldu, demek, söylemek, |
inne İbrahim | : muhakkak, doğrusu, İbrahim |
ve ismaile ve ishak | : İsmail ve İshak |
ve yakûbe ve esbâta | : Yakub ve torunları |
Kânû huden | : oldular, yol gösteren, yalnız biz yol gösteririz diyen |
ev nasârâ | : veya yardımcı olan, yalnız biz yardımcı oluruz diyen |
Kul e entum alemu | : de, söyle, sizin, bir bilginiz, ilim, |
Emi allâh | : yada, yoksa Allah |
ve men azlemu | : kim, daha zalim |
mimmen keteme | : kimseden, saklamak, gizlemek, susmak, |
şehadet | : bilip gören, tanık |
İnde hu min allâhi | : yanında, katında, ona ait, Allah’tan |
ve mâ Allâh | : değil, şey, ne, Allah, |
bi gafil | : bir gaflet içinde olan, gafil, uzak olan, ayrı |
Amma tamelun | : şeyler, nesne, yaptığınız şeyler, |
140- İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, yalnız biz yol gösteririz ya da yalnız biz yardım ederiz diyenlerden mi oldu diyorlar? De ki: İlmin sahibi siz misiniz, yoksa Allah mı? Allah’a ait olan hakikatleri bilip gördükten sonra saklayan kimseden ve Allah’ı unutup yaptığı şeylerde bir gaflet içinde olandan, daha zalim olan kimdir?
-141-
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Tilke ummetun kad halet lehâ mâ kesebet ve lekum mâ kesebtum ve lâ tuselûne ammâ kânû yamelûn
Tilke ummetun | : o, bu, işte, ümmet, topluluk, |
Kad halet | : oldu, gelip geçti |
lehâ mâ kesebet | : onun, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği |
ve lekum ma kesebtum | : sizin, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği |
ve la tuselune | : yok, sormak, sual, sorumlu, |
amma kanu yamelun | : şeylerden, oldu, yaptıkları, amel |
141- İşte o ümmetler gelip geçti. Onların edindiği şeyler ve sizin edindiğiniz şeyler vardır ve onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.
-142-
سَيَقُولُ السُّفَهَاء مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُواْ عَلَيْهَا قُل لِّلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Se yekûlus sufehâu minen nâsi mâ vellâhum an kıbletihimulletî kânû aleyhâ kul lillâhil meşrıku vel magrıb yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustakîm
Se yekulu el sufehau | : yakında, elbette, derler, söylerler, akılsız, düşüncesiz |
min en nâsi | : insanlardan |
mâ ve lâ-hum | : değil, şey, ne ve yok, onlar, |
an kıbleti-him | : yönelinen, kabul edilen, kıble, onlar |
Elletî kanu aleyha | : ki o, oldu, onun üzerinde, ondan, her şeyde, |
Kul li Allâh el meşrıku | : anlat, Allah’ın, doğu |
ve el magrıbu | : batı, her yer, |
Yehdî | : yol bulur, rehber, yol gösterir, hidayet eder, |
men yeşau | : kim, isterse, isteyen kimse, |
ilâ sırâtın mustakîmin | : dosdoğru hakkın yoluna, |
142- İnsanlardan idraksiz olanlar derler ki: Onların kıblesi yoktur. De ki: Doğu da ve batı da Allah’ındır. Ki O her şeyde olandır. Dosdoğru Hakk’ın yolunda olmak isteyen kimseye hidayet edendir.
-143-
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Ve kezâlike cealnâkum ummeten vasatan li tekûnû şuhedâe alen nâsi ve yekûner resûlu aleykum şehîdâ ve mâ cealnâl kıbletelletî kunte aleyhâ illâ li naleme men yettebiur resûle mimmen yenkalibu alâ akibeyhi ve in kânet le kebîreten illâ alellezîne hedallâh ve mâ kânallâhu li yudîa îmânekum innallâhe bin nâsi le raûfun rahîm
ve kezalike cealna kum | : böylece, işte böyle, yaptık, kıldık, sunduk, siz |
ummeten | : bir ümmet, bir topluluk |
Vasatan | : orta, merkez, iki şeyin arası, muhit, ortam, uzlaşmacı, |
li tekune şuheda | : olmak, olması, bilen gören, tanık |
Ala el nasi | : üzerinde, kendinde, insanlara |
ve yekûne el resul | : olsun, resul, hakikati gösteren, |
Aleykum şehiden | : üzerinizde, kendinizde, bilen gören, şahit, |
ve ma ceal na | : değil, şey, yapmadık, kılmak, biz, |
el kıblete | : kabul, yönelmek, kıble, |
Elleti kunte aleyha | : ki o, sen oldun, onun üzerinde, onda, kendi üzerinde olan |
İlla li naleme | : ancak, vardır, sadece, için, bilmeniz |
Men yettebiu | : kim, tâbi olur, uyar, takip eder |
El resule | : Hakikati gösteren, irsal eden, açığa çıkaran, yürüten |
mimmen yenkalibu | : kimse, ondan, geri dönmek, |
Ala akibeyni | : üzerine, geriye, arkasına, geçmişine, cehaletine |
ve in kânet le kebireten | : eğer olursa, olsa bile, elbette, büyük, zor, güç |
İlla ala ellezine | : ancak, vardır, üzerine, o kimseler, |
heda Allah | : yol gösteren, rehber, Allah |
ve mâ kâne Allah | : olmadı, değildir, olmaz, Allah |
Li yudia iman kum | : için, zayi, boşa çıkarma, iman, inanmak, siz |
İnne Allah bi el nas | : muhakkak, Allah, insanlara |
Le rauf | : elbette, şefkati veren, |
rahim | : varlığı özünden vareden |
143- İşte siz var ettiğimiz bir topluluksunuz. İnsanlar; kendilerinde olan hakikatleri bilip görenlerden olsunlar, uzlaşmacı bir yol izlesinler. Resul’ün sizlere anlattığı şekilde kendi üzerinizdeki hakikatleri bilip görenlerden olun. Biz ancak kendi üzerlerinde olan hakikatleri bilip görmeleri için, kendilerine dönmekten başka bir kıble yapmadık. Kim Resul’ün sunduğu hakikatleri bırakır, kendi cehaletine dönen kimselerden olursa, elbette o büyük müşkillerde kalır. Bütün herkese yol gösteren ancak Allah’tır. Allah sizin imanlarınızdaki gayretlerinizi zayi etmez. Muhakkak ki Allah insanları özünden varedendir, elbette şefkati verendir.
-144-
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Kad nerâ tekallube vechike fîs semâi fe le nuvelliyenneke kıbleten terdâhâ fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve haysu mâ kuntum fe vellû vucûhekum şatrah ve innellezîne ûtûl kitâbe le yalemûne ennehul hakku min rabbihim ve mâllâhu bi gâfilin ammâ yamelûn
Kad nera | : oldu, olmuştu, görmek, bilmek, anlamak istemek |
tekallube | : çevirmek, dönüş, içi dışa çevirmek, irfaniyete dönüş |
Vechi ke fi el semai | : yüzünü, yönünü, semaya, ulvi alem, ulviyet |
fe le nuvelliye | : artık, öyleki, elbette, çevireceğiz, döndürme, |
Enne ke kıbleten | : seni, kıbleye, yönelme, kabul etme |
Terda ha | : hoşnut, memnun, razı, huzur, hoşnut olacağın |
Fe velli vechi ke | : artık, çevirmek, yüz, siz, |
şatra | : taraf, yön, cihet, her taraf, |
el mescidi el harami | : Mescid-i Haram, kutsal olana teslim olmak |
ve haysu ma kuntum | : nerede, ne, şey, siz, olsanızda, olursanız |
Fe vellu vucûhe-kum | : artık, çevirmek, yüzlerinizi |
şatrah | : yönüne, tarafına, her taraf, |
ve inne ellezi | : muhakkak, o kimseler, |
utu el kitab | : verildi, sunuldu, kitab, ilahi sözler, varlık kitabı, |
le yalemûne | : elbette biliyorlar, bilirler, bilen, |
Enne hu el hakku | : olduğu, o, bir hak, gerçek, hakikat, |
min rabbi-him | : Rabbi, onlar, her şey, kendileri, |
ve mâ Allâh | : değil, yok, şey, ne, Allah, Allah’ı unutmak |
bi gâfilin | : bir gaflet içinde olmak, bilmemezlik, boş, ayrı değil, |
amma yamelun | : yaptığınız şeyler, amelleriniz, |
144- Sen yüzünü Ulvi Âleme döndürüp hakikatleri anlamayı istiyordun. Elbette sen huzur bulduğun kıblen olan Bize döndürüldün. Öyle ki sen yüzünü, her tarafta kutsal olana bir teslimiyet içinde çevirdin. Her nerede olursanız olun, artık yüzünüzü, her tarafta olan O’na döndürün. Muhakkak ki her varlığın bir kitap olarak sunulduğunu bilen o kimseler; elbette gerçek olanın, kendilerini vücudlandıranın O olduğunu bilirler. İşte onlar, yaptıkları şeylerde Allah’a karşı bir gaflet içinde değildirler.
-145-
وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَّا تَبِعُواْ قِبْلَتَكَ وَمَا أَنتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُم بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم مِّن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذَاً لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Ve le in eteytellezîne ûtûl kitâbe bi kulli âyetin mâ tebiû kıbletek ve mâ ente bi tâbîın kıbletehum ve mâ baduhum bi tâbîın kıblete badın ve le inittebate ehvâehum min ba’di mâ câeke minel ilmi inneke izen le minez zâlimîn
ve le in eteyte ellezine | : elbette, eğer, şayet, getirsen, sunsan, o kimseler |
Utu el kitabe | : verilen, sunulan, kitap, hakikatler, varlık kitabı, |
bi kulli ayet | : hepsi, bütün, ayet, işaret delil, |
Ma tebiu | : değil, şey, tâbi olmak, uymak, |
kıblete-ke | : kıblen, yönelme, kabul etme, uyduğun hakikatler, sen |
ve mâ ente bi tabiın | : sen değilsin, tabi olan, uyan, |
kıblete-hum | : kıble, yönelme, kabul etme, onlar |
ve mâ badu hum | : değil, bazı, kısım, onlar |
Bi tabiın | : tâbi olan, uyan, |
kıblete badın | : kıble, yönelme, kabul, bazıları, |
ve le in itteba te | : elbette, eğer, şayet, tabi olsan, uysan |
ehvâe-hum | : hevaları, istekleri, şahsi çıkarları, |
min badi | : sonra, den sonra, |
ma cae ke | : şey, ne, gelen, sunulan, ulaştığın, sen |
min el ilmi | : ilimden, bilgiden |
İnne ke izen | : muhakkak, doğrusu, sen, o zaman, |
le min el zalimîne | : elbette, şüphesiz, zalimlerden |
145- Elbette sen o kimselere, varlık kitabındaki bütün delilleri sunsan, senin yöneldiğin hakikatlere onlar tâbi olmazlar ve sen de onların yöneldiklerine tâbi olacak değilsin. Zaten onların bir kısmı bir kısmının yöneldiğine tâbi olmaz. Elbette sen; sana sunulan ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan, muhakkak ki sen o zaman, elbette zalimlerden olursun.
-146-
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yarifûnehu kemâ yarifûne ebnâehum ve inne ferîkan minhum le yektumûnel hakka ve hum yalemûn
Ellezine ateyna hum | : o kimseler, vermek, sunduk, bildirmek, onlar |
El kitabe | : kitab, varlık kitabı, |
yarifûne-hu | : arif olan, hakikati bilen, tanıyan, o |
Kemâ yarifune | : gibi, arif olmak, bilmek, |
ebnae hum | : evlat, idrakleri, onlar |
ve inne ferikan minhum | : muhakkak, fırka, grup, ayrılık, onlardan |
Le yektumûne el hakk | : elbette, gizlemek, saklamak, bilmemek, hak, gerçek, |
ve hum yalemun | : onlar, biliyorlar, biliyor sanmak, |
146- Onlara sunduğumuz kitabın hakikatlerine arif olan o kimseler, kendi evlatlarını bilir gibi hakikatleri bilirler. Ayrılıklarda kalanlar ise, elbette o gerçekleri bilemezler. Onlar bildiklerini sanırlar.
-147-
الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
El hakku min rabbike fe lâ tekûnenne minel mumterîn
el hakk | : hak, gerçek, hakikat, |
min rabb ke | : rabbin, vücudlandıran, sen, |
Fe lâ tekûnenne | : artık, sakın olma |
min el mumterîne | : bir şüphe, kuşku, tereddüd |
147- Hakikat seni vücudlandırandır. Artık sen sakın bir şüphe içinde olma.
-148-
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Ve li kullin vichetun huve muvellîhâ festebikûl hayrât eyne mâ tekûnû yeti bikumullâhu cemîâ innallâhe alâ kulli şeyin kadîr
ve li kullin vichetun | : için, herkez, bütün, cihet, yön, vech, hedef |
Huve muvelli ha | : o, ona yönelinen |
Fe istebiku el hayrat | : artık, yarışın, koşun, olun, hayırlarda, iyi çalışmalarda |
Eyne ma tekunu | : nerede olursanız olun, |
Yeti kum Allah cemian | : gelir, gelmek, tutar, siz, Allah, hepsi, topluca, biraraya |
inne allâhe | : muhakkak ki Allah |
alâ kulli şeyin kadir | : bütün her şey, kudret |
148- Herkesin yöneldiği bir hedef vardır. Siz hep hayırlara yönelin. Nerede olursanız olun, sizi bir arada tutan Allah’tır. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-149-
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ve min haysu harecte fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve innehu lel hakku min rabbike ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn
ve min haysu harec te | : nerden, neresi, nerede, nasıl, çıkış, dışarı, sen, |
Fe velli vechi ke | : artık, çevirmek, yönelmek, yüz, gerçek, sen, |
şatra | : taraf, yön, cihet, her taraf, |
el mescidi el harami | : kutsal olana teslim olmak, hürmet edilen yer, |
Ve inne hu le el hakku | : muhakkak, o, elbette, hak, gerçek, hakikat, |
min rabbike | : Rabbi, sen, seni vücudlandıran, |
ve mâ Allâh | : değil, yok, şey, ne, Allah |
bi gâfilin | : gafil, gaflet, unutmak, boş, ayrı değil, |
amma yamelun | : şeyler, yaptığınız, |
149- Sen nerede olursan ol, artık yüzünü her tarafta olan O kutsal olana bir teslimiyet içinde çevir. Muhakkak ki O elbette gerçek olandır, seni vücudlandırandır. Allah’ı unutup yaptığınız şeylerde bir gaflet içinde olmayın.
-150-
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Ve min haysu harecte fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve haysu mâ kuntum fe vellûvucûhekum şatrahu li ellâ yekûne lin nâsi aleykum huccetun illellezîne zalemû minhum fe lâ tahşevhum vahşevnî ve li utimme nimetî aleykum ve leallekum tehtedûn
ve min haysu harec te | : nerden, neresi, nasıl, çıkış, dışarı, sen, |
Fe velli vechi ke | : artık, çevirmek, yüz, siz, |
şatra | : taraf, yön, cihet, her taraf |
el mescidi | : teslim olunan yer, secde edilen, bütünleşilen yer |
el harami | : kutsal olan, yasak olan, değerli olan, |
ve haysu ma kuntum | : nerede, ne, şey, siz, olsanızda, olursanız |
Fe vellu vucûhe-kum | : artık, çevirmek, yüzlerinizi |
şatrah | : yönüne, tarafına |
li ellâ yekûne | : için, değil, olmaması için |
li en nâsi aleykum | : insanlara, üzerinizde, |
huccet | : delil, hüccet, kanıt, |
İlla ellezine zalemu minhum | : ancak, sadece, o kimseler, zalim olan, onlardan |
Fe lâ tahşev-hum | : artık, onlardan korkmayın |
vahşev-nî | : korkun, beni anlamamaktan |
ve li utimme | : için, tamam olan, bütünlük, tastamam, noksansız, |
nimet aleykum | : nimet, sıfat, üzerinizde |
ve lealle-kum tehtedun | : umulur ki, siz, yol bulursunuz, |
150- Sen nerede olursan ol, artık yüzünü her tarafta olan O kutsal olana bir teslimiyet içinde çevir. Kendi üzerinizdeki delilleri anlamayan insanlardan olmamanız için, her nerede olursanız olun, artık yüzünüzü her tarafta olan O’na döndürün. Ancak zalim kimseler böyle yapmazlar. Artık onlardan korkmayın, Beni anlamamaktan korkun. Size sıfatlarımızı bir bütünlük içinde sunduk. Umulur ki siz yol bulursunuz.
-151-
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû talemûn
Kemâ ersel na | : gibi, öyle ki, göndermek, bildirmek, açığa çıkmak, biz |
fî-kum resul minkum | : içinizden, resul, hakikati gösteren, sizden |
Yetlu aleykum âyâti-nâ | : okur, bildirir, açıklar, üzerinizde, ayet, işaret, delil, biz |
ve yuzekkî-kim | : hakikatlerle temizlenmek, cehaletten arındırmak |
ve yuallimu kum | : öğretir, öğreten, onlar, |
el kitab | : kitap, her varlık bir kitaptır, |
ve el hikmete | : hikmeti, her varlıktaki ince hikmetler, |
ve yuallimu-kum | : size öğretir |
Ma lem tekûnû talemûn | : şey, ne, sizin bilmediğiniz |
151- Öyle ki sizin içinizden sizlere; hakikatleri gösteren, Bizi anlatan biri açığa çıktı. Üzerinizdeki işaretlerimizi size bildirdi ve sizlere her varlığın bir kitap olduğunu ve her varlıkta ince hikmetler olduğunu ve cehaletten arınmayı öğretti ve sizlere bilmediğiniz şeyleri öğretti.
-152-
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurûn
Fe uzukuri ni | : artık, o halde, zikir, anmak, anlamak, ben |
ezkur-kum | : zikir, anmak, siz |
ve uşkurû li | : şükredin, varlığınızın sahibini bilip teslim edin, bana |
ve lâ tekfurû-ni | : yok, örtmek, kabul etmemek, görmemezlikten gelmek, ben |
152- Artık sizden zikredenin Ben olduğumu anlayın ve varlığınızın sahibini bilip teslim edenlerden olun ve Beni görmemezlikten gelmeyin.
-153-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenustainû bis sabri ves salât innallâhe meas sâbirîn
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
ve isteinû bi el sabr | : istiane, yardım isteme, yönelme, sabır, |
ve el sâlâti | : sâlât üzere, bağlılık şuuru, her an hakka bağlı olma hali, |
İnne Allah mea | : muhakkak ki, Allah, beraber, birlikte, kendinde |
el sabirin | : sabredenler, bir işin sonucunu bekleyen, |
153- Ey iman edenler! Sabırla yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olma şuurunda olun. Muhakkak ki sabredenler Allah ile beraber olduklarını bilirler.
-154-
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât bel ahyâun ve lâkin lâ teşurûn
Ve la tekulu | : yok, demek, demeyin, söylemeyin, |
Li men yuktelu | : için, kim, kimse, öldürülür, fani olan, |
fî sebîli Allah | : için, yol, anlatılan hakikatler için, Allah, |
emvatun | : ölü, fanilik, ölümlü olma, ölüler, faniler, |
Bel ehyâun | : hayır, bilakis, hayattadır, diridir, |
ve lakin la teşurune | : fakat, yok, şuur, kendinin çevresinin farkında olmayan |
154- Allah’ın hakikatlerini anlatmak için, o yolda ölen, öldürülen kimselere, ölüp gitti demeyin. Bilakis onlar diriliğe kavuşmuşlardır. Fakat kendinin ve çevresinin farkında olmayanlar bunu anlayamazlar.
-155-
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
Ve le nebluvennekum bi şeyin minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât ve beşşiris sâbirîn
Ve le nebluvenne-kum | : ebette, biz, imtihan, sınanmak, dikkatlice düşünme, siz, |
Bi şeyin min el havfi | : bir şey, korku |
ve el cui | : açlık |
ve naksın | : noksan, nakıs, eksik, azalma, kayıp, |
min el emvali | : mallar, değerler, sıfatlar, |
ve el enfusi | : nefsler, canlar, kendisi, varlık, |
ve el semerâti | : semere, ürünler, verim, elde edilen netice, meyve, |
ve beşşir | : müjdele, bildir, sevindir, umut ver, |
el sabirin | : sabredenler |
155- Elbette sizler, Bizi anlamak için dikkatlice düşünceler içinde olacaksınız. Açlık ile ilgili ve mallarınızın kaybı ile ilgili ve nefsiniz ile ilgili ve elde edeceğiniz neticelerle ilgili, korktuğunuz şeyler olacaktır. Sabredenlere müjdeler vardır.
-156-
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
Ellezîne izâ esâbethum musîbetun kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn
Ellezine | : o kimseler, sabredenler, |
iza esabet hum | : o kimseler, olduğunda, isabet, temas, etki, onlar |
musibetun | : bir musibet, sıkıntı, müşkil, |
Kâlû inna li Allah | : dediler, muhakkak, Allah için, |
Ve inna ileyhi raciun | : biz, ona, aslına dönen, dönecek, |
156- Sabredenlere bir sıkıntı isabet ettiğinde; Allah bizimledir ve biz aslımız olan O’na döneceğiz, derler.
-157-
أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn
Ulaike aleyhim | : işte onlar, onlarda, |
salavat | : bütün tecelliler hakkın, her şey ona bağlı, |
Min rabbi-him | : Rabbi, vücudlandıran, onlar |
Ve rahmeten | : rahmet, insandaki Allah’ın nuru, |
Ve ulaike hum | : işte onlar, |
el muhtedûne | : hak yol bulan, |
157- İşte onlar; kendi üzerlerindeki bütün tecellilerin ve rahmetin, onları vücudlandırana ait olduğunu bilirler ve işte onlar Hakk’a yol bulanlardır.
-158-
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ أَن يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
İnnes safâ vel mervete min şeâirillâh fe men haccel beyte evıtemera fe lâ cunâha aleyhi en yettavvefe bi himâ ve men tetavvaa hayran fe innallâhe şâkirun alîm
İnne el safa | : muhakkak, saflık, berraklık, temiz olma, ihtiyaç |
ve el mervete | : taş, kuvars, güzel koku, sahra, cömertlik, |
Min şeairi allâh | : işaret, delil, nişan, ilke, kural, temel kaide, bilgi, Allah |
Fe men | : artık kim, kimse, |
hacce | : özel maksat, mutlak olana yönelmek, arayış, niyet, |
El beyt | : ev, kendi vücud evi, |
Ev ıtemera | : ziyaret, arayış, hakikatin arayışı, |
Fe la cunaha aleyhi | : yok, vebal, günah, sorumluluk, onun üzerinde |
en yettavvefe bi hima | : dolaşma, anlamak için gayret, tavaf, vefalı, onları |
ve men tetavvaa | : kim, gönüllü, içten, samimi arayış, |
hayran | : hayır, iyilik, iyi olan, hayırlı olan, |
Fe inne Allah | : böylece, muhakkak, Allah, |
şakir | : şükredilen, her şeyiyle teslim olunacak olan, |
alim | : bilen, ilmin sahibi, |
158- Muhakkak ki Allah’ın işaretlerine ulaşan kimse saflık ve cömertlik içindedir. Artık kim mutlak olanı kendi vücud evinde arar ve onu anlamak için dolaşırsa, hakikatleri anlamak için varlığa bakmasında, dolaşmasında ona bir vebal yoktur. Kim hayırlar yolunda; samimi, içten olursa, böylece o, ilmin sahibinin, her şeyiyle teslim olunacak olanın Allah olduğunu bilir.
-159-
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ min el beyyinâti vel hudâ min badi mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi ulâike yelanuhumullâhu ve yelanuhumul lâinûn
İnne ellezine | : muhakkak, doğrusu, o kimseler, |
yektumune | : ketum, gizlemek, saklamak, anlatmamak, |
Ma enzelnâ | : şey, ne, değil, verdik, sunduk, indirdik, bildirdik, |
min el beyyinâti | : apaçık deliller, açıklamalar |
ve el huda | : yol gösteren, rehber, klavuz, sahip, |
min badi | : sonra, |
ma beyyenna hu | : şey, ne, açıklanan, apaçık delillerimiz, o |
li en nâsi | : insanlar için, insanlara, |
fî el kitâbi | : kitapta, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
Ulaike | : işte onlar, |
yelanu humu allâh | : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşan, düşme |
ve yelanu hum el lainun | : düşme, rahmetten uzaklaşan, onlar, uzaklaşmak, |
159- İnsanlara tüm varlığın bir kitap olduğu bildirilip, apaçık delillerimizle yol gösterildikten sonra, sunduğumuz apaçık delilleri gizleyenler, işte onlar; Allah’ın rahmetinden uzaklaşırlar ve onlar hakikatlerden uzaklaşarak rahmetten uzaklaşırlar.
-160-
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَبَيَّنُواْ فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
İllellezîne tâbû ve aslahû ve beyyenû fe ulâike etûbu aleyhim ve enet tevvâbur rahîm
İllâ ellezine tabu | : ancak, o kimseler, tövbe, dönen, pişman olan, |
Ve aslahu | : ıslah olan, düzelen, temizlenen, iyileşen, |
Ve beyyenû | : açıkladılar, gerçeği ortaya koyan |
Fe ulaike etûbu aleyhim | : işte onlar, pişman olup dönen, onların |
Ve ene el tevvab | : ben, pişman olup dönülen yer, |
el rahim | : varlığı özünden vareden, rahim olan |
160- Ancak yaptıkları hataları anlayıp dönenler ve ıslah olanlar ve hakikatleri açıklayanlar, işte onlar; hatalarını anlayıp Bana dönenlerdir ve tüm varlığı özünden varedenin, pişman olunup dönülecek yer olanın Ben olduğumu anlayanlardır.
-161-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun ulâike aleyhim lanetullâhi vel melâiketi ven nâsi ecmaîn
İnne ellezine keferu | : muhakkak, hakikatleri örten kimseler |
ve matu | : kaybetme, ölüm |
ve hum kuffarun | : onlar, hakikatleri örten, kabul etmeyen |
Ulaike aleyhim | : işte onlar, üzerlerinde, kendileri |
lanetu Allâh | : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşan |
ve el melâiketi | : güç, kuvve, tüm varlıktaki güç, melekler |
ve el nâsi ecmain | : insanlar, bütün, birlik, hepsi |
161- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri kabul etmeyenlerdir. İşte onlar; kendilerini, Allah’ı ve tüm varlıktaki gücü ve tüm insanların nereden geldiğini anlayamayıp rahmetten uzaklaşanlardır.
-162-
خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ
Hâlidîne fîhâ lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunzarûn
Hâlidîne fiha | : devamlı, sürekli, o halin içinde, |
la yuhaffef | : yok, hafif, rahat |
Anhum el azâbu | : onların, azap, sıkıntı |
Ve la hum yunzarun | : yok, onlar, bakıp görmek |
162- Onlar devamlı o hâlin içindedirler, onların sıkıntılarında bir azalma olmaz ve onlarda görüp anlama yoktur.
-163-
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Ve ilâhukum ilâhun vâhid lâ ilâhe illâ huver rahmânur rahîm
Ve ilahu kum | : ilah, sığınılan, vareden, siz, |
İlâhun vahidun | : ilah, sığınılan, tek, bir |
lâ ilâhe illa huve | : yok, ilah, sığınılan, ancak, o, |
Huve el rahman | : o, tüm varlığı rahmetiyle saran, |
el rahim | : özünden vareden |
163- Sizi vareden, tek var edicidir, O’ndan başka vareden yoktur. O tüm varlığı özünden varedendir, tüm varlığı rahmetiyle sarandır.
-164-
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri vel fulkilletî tecrî fîl bahri bimâ yenfeun nâse ve mâ enzelallâhu mines semâi min mâin fe ahyâ bihil arda ba’de mevtihâ ve besse fîhâ min kulli dâbbe ve tasrîfir riyâhı ves sehâbil musahhari beynes semâi vel ardı le âyâtin li kavmin yakılûn
İnne fi halkı | : muhakkak, halkiyet, yaratılış, varoluş, |
el semâvât ve el ard | : semalar, gökler ve yeryüzü |
ve ihtilâf | : farklılık, değişiklik, |
el leyl ve el nehar | : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık |
ve el fulki | : sonsuzluk, yörünge, astronomi, |
Elleti terci fi el bahri | : ki o, vardır, akar, gider, sonsuzluk, ilmin sonsuzluğu |
Bima yenfeu el nase | : şeyler, sebebiyle, fayda, yarar, insanlar |
ve mâ enzele Allah | : şey, ne, değil, indirmek, sunmak, Allah |
min es semai min main | : semadan, gökten, su, ilim |
fe ahya bi-hi el ard | : böylece, hayat, dirilik, onunla, yeryüzü |
Bade mevti-hâ | : sonra, nutfe, tohum, orada |
ve besse fiha min kulli | : yaydı, yayıldı, ortaya çıktı, hepsi, bütün |
dâbbetin | : tüm varlık, hareket eden, hareketlilik |
Ve tasrifi er riyâhı | : esmek, rüzgâr |
ve el sehabi el musahhar | : bulutlar, bir ölçü içinde, bir halde, |
Beyne el semâi | : arasında, sema, gökyüzü |
ve el ardı | : yeryüzü, toprak, beden, |
le ayetin | : elbette, ayet, işaret, delil |
Li kavmin yakılun | : için, kimseler, topluluklar, akıl eden, düşünen |
164- Muhakkak ki göklerin ve yerin halkoluşunda, gece ve gündüzün farklılığında ve bunların bir yörüngede hareket edişinde, ki bunlarda insanların bir bilgi ile faydalandığı şeyler vardır. Allah’ın gökten suyu sunmasında, böylece yeryüzünün hayat bulmasında, sonra da ondan tohumlar olmasında, bütün varlığın hareketinde, rüzgarın esmesinde ve bulutların bir ölçü içinde gökyüzünde hareket etmesinde, yeryüzünde olan her şeyde, elbette akıl edip düşünen insanlar için deliller vardır.
-165-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
Ve minen nâsi men yettehızu min dûnillâhi endâden yuhıbbûnehum ke hubbillâh vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh ve lev yerâllezîne zalemû iz yeravnel azâbe ennel kuvvete lillâhi cemîan ve ennellâhe şedîdul azâb
ve min en nasi | : insanlar, |
men yettehizu | : kim, kimse, bazıları, edinmek, sarılmak, |
min dûni allâh | : yanında, ona ait, katında, başka, olmadan, Allah |
Endâden yuhıbbune hum | : eş, eşit, ortak, bir, sever, sevgi, aşk, onlar |
Ke hubbi Allah | : gibi, sevgi, aşk, muhabbet, Allah |
ve ellezine amenu | : o kimseler, iman eden, inanan, |
Eşeddu | : daha fazla, güçlü, şiddetli, |
hubben li Allah | : sevgi, aşk, muhabbet, Allah |
ve lev yera | : eğer, bilselerdi, görselerdi, |
ellezine zalemu | : o kimseler, zalim, zalim kimseler, zulmedenler, |
iz yeravne el azabe | : gördüklerinde, gördükleri zaman, azap, sıkıntı |
Enne el kuvvete | : olduğu, kuvvet, güç, |
li Allah cemian | : Allah’ın, Allah’a ait, hepsi, bütün, tamamı |
ve enne Allah | : olduğunu, Allah, |
şedid el azab | : şiddetli, daha fazla, sıkıntı, azap |
165- Bazı insanlar bazı kimselere sarılırlar, Allah’ı sever gibi onları severler, Allah’ın yanında onlara bir yücelik verip, eş koşarak onları severler. İmanlarında güçlü olan kimseler ise Allah aşkıyla yaşarlar. Zalim olan kimseler; eğer hakikatleri bilip görenlerden olsalardı, bir sıkıntı görseler bile, elbette bütün her şeydeki kuvvet sahibinin Allah olduğunu bilirler ve Allah’ı anlayamayanların daha fazla sıkıntılarda kaldığını anlarlardı.
-166-
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُواْ مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ وَرَأَوُاْ الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الأَسْبَابُ
İz teberreellezînettubiû minellezînettebeû ve reavûl azâbe ve takattaat bihimul esbâb
İz teberree | : o zaman, uzaklaştığında, beri durmak, arınmak, |
Ellezine ittubiû | : o kimseler, tabi olmak, uymak, |
Min ellezine ittebeu | : den, o kimseler, tabi olan, uyan |
Ve reavu el azabe | : gördüler, kaldılar, azab, sıkıntı, |
takattaat | : kati olan, kesin, kesildi, koparıldı, takılmama, |
bi-him el esbabu | : onlar ile, sebeb, neden, vasıta olan, bağlar, |
166- O kimselere tâbi olanlar, o kimselerin nelere tâbi olduklarını anladıkları zaman beri dururlar ve sıkıntılar görseler de sebeplere takılmazlar.
-167-
وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُواْ مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ
Ve kâlellezînettebeû lev enne lenâ kerreten fe neteberree minhum kemâ teberreû minnâ kezâlike yurîhimullâhu amâlehum haserâtin aleyhim ve mâ hum bi hâricîne minen nâr
ve kâle ellezine ittebeu | : dedi, o kimseler, tabi olmak, uymak |
Lev enne lena kerreten | : eğer, keşke, olduğu, bize, bir kere, tekrar, kez, sefer |
fe neteberree minhum | : o zaman, artık, uzaklaşalım, tanımamak, onlardan |
Kema teberreû minna | : gibi, uzaklaştığında, kabul etmemek, tanımamak, bizden |
Kezalike yuri hum Allah | : işte böyle, görür, bilir, onlar, Allah |
Amel hum haserat aleyhim | : amelleri, çalışma, ayrılık, acı, kayıp, keder, onların |
ve mâ hum bi hacirin | : değil, onlar, çıkmak, dışarı, hicret, göçen |
min en nâri | : ateşten, yakıcılık, yakıp yıkıcı haller |
167- O kimselere tâbi olanlar derler ki: Keşke biz de tekrar tekrar hakikatleri gözden geçirseydik. Böylece onların bizden beri durduğu gibi bizde onlardan beri dururduk. İşte Allah’ı bilme konusunda, yaptıkları şeyler yüzünden ayrılıklar içinde kalanlar, onlar ateşin dışında olamazlar.
-168-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Yâ eyyuhen nâsu kulû mimmâ fîl ardı halâlen tayyiben ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn
ya eyyuha el nas | : ey insanlar, |
Kulu mimmâ | : yeyin, faydalanın, yarar, beslenmek, şeyler |
Fi el ardı halal | : yeryüzünden, helal, uygun, |
tayyiben | : temiz, güzel, hoş, iyi |
Ve la tettebiu | : yok, tabi olmak, uymak |
Hutuvâti el şeytan | : adımlar, ayak izleri, o halde olmak, şeytani haller |
İnne hu lekum aduvv mubin | : muhakkak, o, size, düşman, apaçık |
168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden güzelce, uygun bir şekilde yararlanın ve şeytani hallere tâbi olmayın, muhakkak ki o haller sizin için apaçık düşmandır.
-169-
إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
İnnemâ yemurukum bis sûi vel fahşâi ve en tekûlû alâllâhi mâ lâ talemûn
innema yemuru-kum | : ancak, sadece, iş, komut, siz |
bi el sûi | : kötülük, fena haller |
ve el fahşa | : aşırılık, ego, çirkin haller, ben benim demek, büyüklük |
ve en tekûlû ala Allah | : söylemeniz, Allah karşı |
mâ lâ talemûne | : değil, şey, ne, bilmediğiniz şeyler |
169- Muhakkak ki o haller sizi fena hallere ve bir ego içinde aşırılıklara ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeye götürür.
-170-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ yakılûne şeyen ve la yehtedûn
ve iza kile lehum | : olduğunda, söylemek, dendi, onlara |
İttebiu ma enzele Allah | : tabi olmak, uymak, sunulan, bildirilen, Allah |
Kalu bel nettebiu | : dediler ki, hayır, bilakis, tabi olmak, uymak |
Ma elfeyna | : şey, ne, değil, bulmak, biz |
Aleyhi abae na | : onun üzerinde, atalarımız, |
E ve lev kane | : eğer, şayet, olsa bile, oldu, olsa da |
Abau hum | : ataları, babaları, onlar |
la yakılune şeyen | : yok, akıl, idrak, düşünce, bir şey |
ve la yehtedun | : yok, yol bulmak, hidayete |
170- Onlara Allah’ın sunduğu şeylere tâbi olun denildiği zaman, derler ki: Hayır, biz atalarımızı ne üzere bulduysak ona tâbi oluruz. Eğer ataları bir şeyi akıl etmiyorlar ve doğru yol üzere olmasalar da mı?
-171-
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُواْ كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لاَ يَسْمَعُ إِلاَّ دُعَاء وَنِدَاء صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ
Ve meselullezîne keferû ke meselillezî yenıku bi mâ lâ yesmeû illâ duâen ve nidââ summun bukmun umyun fe hum lâ yakılûn
ve meselu | : örnek, misal, durumu, hali, |
ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten kimseler |
Ke meseli ellezi yenıku | : gibi, örnek, misal, durumu, hali, o kimse, bağırma, öten |
Bima la yesmeû | : bu şey, bu yüzden sebeb, yok, işitmek |
illa duaen ve nidâen | : ancak, sadece, den başka çağırmak ve bağırmak |
summun | : sağır, duyup işitemeyen |
bukmun | : dilsiz, konuşamayan |
umyun | : ama, kör, bakıp göremeyen |
Fe hum la yakılun | : artık, yok, akıl etmek |
171- Hakikati görmemezlikten gelip örtenlerin durumu; hep bağırıp çağırmaktan başkasını işitemeyen kimsenin durumu gibidir. Onlar duyarlar işitemezler, hakikatleri konuşamazlar, bakıp göremezler ve onlar akıl edip düşünemezler.
-172-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُواْ لِلّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kulû min tayyibâti mâ razaknâkum veşkurû lillâhi in kuntum iyyâhu tabudûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman kimseler |
Kulu min tayyibati | : yeyin, beslenin, yararlanın, fayda, temzi, güzel, hoş |
mâ razaknâ-kum | : şey, ne değiş, rızık, fayda, yarar, biz, siz |
ve uşkurû li Allah | : varlığın sahibini bilip teslim etmek, Allah |
in kuntum | : eğer, şayet, olduysanız, anlayın, olun, siz |
iyyâ-hu tabudûne | : sadece, o, kul olursunuz |
172- Ey iman edenler! Size sunduğumuz rızıklardan güzelce, uygun bir şekilde yararlanın ve
varlığınızın sahibinin Allah olduğunu bilip teslim edin, sadece O’nun kulu olduğunuzu anlayın.
-173-
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İnnemâ harrame aleykumul meytete ved deme ve lahmel hınzîri ve mâ uhille bihî li gayrillâh fe menidturra gayra bâgin ve lâ âdin fe lâ isme aleyh innallâhe gafûrun rahîm
İnnema harrame aleykum | : ancak, fakat, yasak, uygun olmayan, üzerinize, size |
el meytete | : ölü gibi, duyarsız, idraksiz hal, |
ve ed dem | : kan, içki, yudum, nefes, an, |
ve lahme el hınziri | : kötü düşünen, gaddar, zararlı olan, zararlı et, domuz eti |
ve mâ uhıl li gayr | : şey, ne, değil, uygun, başka, gayri, |
Allah bihi | : Allah, onu, ile, göre, onun hakikatleri, |
fe men idturra | : kim, mecbur, zaruret, zor durumda, |
Gayrı bagın | : başka, dışında, diğer, taşkınlık, haksızlık, hasedlik, isyan |
ve la adin | : yok, dönme, haktan ayrılmadan |
fe lâ isme aleyhi | : artık, böylece, yok, günah, suç, vebal, ona |
inne Allâh gafur | : Allah, mağfiret, bağışlayan, |
rahim | : rahim, özünden vareden |
173- Hakikatlere duyarsız olmanız, kan dökücü olmanız, zararlı hallerde olmanız sizlere haramdır ve Allah’ın hakikatlerinin dışında olmanız haramdır. Artık kim zor durumda kalsa bile, taşkınlık yapmasın ve haktan ayrılmadan hareket etsin, böylece ona bir vebal yoktur. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-174-
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
İnnellezîne yektumûne mâ enzelallâhu minel kitâbî ve yeşterûne bihî semenen kalîlen ulâike mâ yekulûne fî butûnihim illen nâre ve lâ yukellimuhumullâhu yevmel kıyâmeti ve lâ yuzekkîhim ve lehum azâbun elîm
İnne ellezine yektumune | : muhakkak, o kimseler, ketum, gizlemek, saklamak, |
Ma enzele allah | : verilen şey, sunulan, bildirilen, ulaşılan şey, Allah |
min el kitabi | : kitaptan, ilahi sözler, varlık kitabı, |
ve yeşterûne bihi | : çıkar elde etmek, satıyorlar, onu |
Semenen kalilen | : bedel, karşılık, değer, az, az bir |
Ulâike ma yekulune | : işte onlar, şey, ne, değil, yemek, beslenmek, fayda, |
Fi butûni-him | : içinde, karınları, içleri, gönülleri, onlar |
İllâ el nar | : ancak, sadece, den başka, ateş, yakıcılık hali |
ve lâ yukellim hum allah | : yok, kelam, sözler, konuşmak, söylemek, onlar, Allah |
yevme el kıyameti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölünceye kadar |
ve lâ yuzekki him | : yok, temizlenmek, düzelmek, anlamak, |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, acı, elim |
174- Muhakkak ki Allah’ın kitabından sunulan hakikatleri gizleyen kimseler ve o hakikatleri az bir değer için de olsa çıkarlarına alet edip satanlar, işte onların hakikatlerden yararlanmaları olmaz, onların içlerinde bir ateş vardır ve onlar ölünceye kadar Allah’ın hakikatlerinden konuşamazlar ve onlar temizlenmiş değillerdir ve onlar acı sıkıntılardadır.
-175-
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَآ أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
Ulâikellezîneşteravud dalâlete bil hudâ vel azâbe bil magfireti fe mâ asberehum alen nâr
ulaike ellezine işterav | : işte onlar, satın alma, tercih, elde ettikleri |
el dalâlete | : hakikatlerden sapmak, cehalete sapmak, |
bi el hudâ | : yol göstermek, doğru yol, hakikatin yolu, |
ve el azâb | : azap, sıkıntı, |
bi el magfiret | : mağfiret, temiz olanı almak, kirlilikten kurtulmak |
Ma asbere-hum | : şey, ne, değil, sabırlı olmak, onlar |
alâ en nâri | : üzere, karşı, ateş, yakıp yıkıcı olan, |
175- İşte onlar; doğru yola karşı, hakikatlerden kendi cehaletine sapmayı ve mağfirete karşı, sıkıntıda olmayı elde etmişlerdir. Onlarda sabretmek yoktur, ateş üzeredirler.
-176-
ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Zâlike bi ennellâhe nezzelel kitâbe bil hakk ve innellezînahtelefû fîl kitâbi le fî şikâkin baîd
Zâlike bi enne allah | : işte bu, sebebi ile, olduğu, Allah |
Nezzele | : sundu, bildirdi, indirdi, |
el kitabe | : kitap, kainat kitabı, her varlıkta yazılı olanlar, |
bi el hakkı | : hak ile, gerçek, doğru |
ve inne ellezîne ıhtelefu | : muhakkak ki onlar, ihtilaf, ayrılık, ikilik, |
fî el kitâbi | : kitap hakkında, hakikatlerin sözleri hakkında |
Le fi şikak baidin | : elbette, içinde, ayrılık, ikilik, bölünme, uzaklaşmak, uzak |
176- İşte, Allah tüm gerçekleri kâinat kitabında sunmuştur. Kitabın içindeki hakikatler hakkında ihtilafa düşen o kimseler, elbette hakikatlerden uzaklaşma ve bölünme içinde olurlar.
-177-
لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbelel maşrıkı vel magrıbi ve lâkinnel birre men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn ve âtel mâle alâ hubbihî zevil kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîne vebnes sebîli ves sâilîne ve fîr rıkâb ve ekâmes salâte ve âtez zekât vel mûfûne bi ahdihim izâ âhed ves sâbirîne fîl besâi ved darrâi ve hînel bes ulâikellezîne sadakû ve ulâike humul muttekûn
Leyse el birre | : değil, doğruluk, iyilik, bol hayır, erdemlilik, temizlik, |
en tuvellu veche kum | : dönmeniz, yönelmeniz, yüz, yön, siz |
kıbele | : yön, cihet, kıble, yönelmek, önce, |
El maşrıkı ve el magrıbi | : doğu ve batı |
ve lakinne el birr | : lakin, fakat, doğruluk, iyilik, bol hayır, temizlik, |
Men amene bi Allah | : kim, iman etti, inandı, bir Allah |
ve el yevmi el âhırı | : sonuna, |
ve el melâiketi | : her varlıktaki hakkın gücüne, kuvvet |
ve el kitâbi | : kitap, her varlığın hakkın bir kitabı olduğuna |
ve en nebiyyine | : nebilere, haber verenlere |
ve ate el male | : verdi, sundu, mal, mülk, kendinde olan, |
alâ hubbi-hi | : ona sevgi duyma, sevme |
zevi el kurbâ | : sahip, yakınlık, akrabalar |
ve el yetâmâ | : yetimler, atalarının inancından kopmuş olan, |
ve el mesâkîne | : miskin, çaresiz, |
ve ibne es sebîli | : evlat, yol, hakk yolu, hakikat yolunda |
ve es sâilîne | : soran, arayan, isteyenler |
ve fî er rıkâbi | : cehalet köleliğinden kurtulmak isteyen |
ve ekâme es salâte | : her an salât üzere olan, hakka bağlılık |
ve âte ez zekâte | : kendinde olanı paylaşan, temizlenen, |
ve el mûfûne | : ifa eden, vefa eden, hakkıyla yerine getiren, |
bi ahdi him | : ahd, söz, ahdlerini, sözlerini, onlar |
izâ âhedû | : söz, ahd verdikleri zaman |
ve el sâbirîne | : sabredenler, bekleyen, |
fi el besai | : müşkil, sıkıntı, hastalık, |
ve ed darrâi | : darlık, zorluk, zaruret |
ve hine el besi | : o zaman, bazı bazı, ara sıra, o hallerde, iyi, güzel, çok |
Ulaike ellezîne sadakû | : işte onlar, sadık, en içten, samimi olan, gönül ehli |
Ulaike hum el muttekun | : işte onlar, fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar |
177- Yüzlerinizi doğuya ve batıya döndürüp yönelmeniz doğruluk değildir. Fakat doğruluk; Allah ile birlikte olduğunuza ve sonunuza ve her varlıktaki Hakk’ın gücüne ve her varlığın Hakk’ın bir kitabı olduğuna ve Nebilere inanan kimse olmaktır. Hakk’ın sevgisiyle yakınlarına ve atalarının inancından kopmuş bir arayışta olanlara ve çaresizlere ve Hakk yolunda olanlara ve sorup arayanlara ve cehalet köleliğinden kurtulmak isteyenlere, mülkün sahibine ait bilgileri paylaşmak, yardım etmektir. Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket etmek ve temizlenme içinde olup kendinde olanı paylaşmaktır. Söz verdiğinde sözünü hakkıyla yerine getirmektir. Hastalıklarda ve sıkıntılarda sabırlı olmaktır ve her zaman güzel davranışlar içinde olmaktır. İşte onlar gönül ehli olanlardır. İşte onlar, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayanlardır.
-178-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumul kısâsu fîl katlâ el hurru bil hurri vel abdu bil abdi vel unsâ bil unsâ fe men ufiye lehu min ahîhi şeyun fettibâun bil marûfi ve edâun ileyhi bi ihsân zâlike tahfîfun min rabbikum ve rahmet fe meni’tedâ bade zâlike fe lehu azâbun elîm
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, ey inananlar, |
Kutibe aleykum | : yazılı, kitab, sizlere, |
el kısas | : eşit karşılık, kıssa, hikaye, ibret, ders, öğüt, |
fi el katla | : için, öldürülme, ölüm, yazık etmek, mahv etmek |
El hurr bi el hurri | : özgür, hür, bağımsız, hür ile |
ve el abdu bi el abdu | : köle, kul, kul ile, köle ile, |
ve el unsâ bi el unsa | : ünsiyet, aslıyet, kadın, dişi, |
fe men ufye lehu | : artık, kim, af, bağışlama, o |
min ahi hi şeyin | : kardeş, arkadaş, dost, cömert, o, bir şey, |
Fe ittibaun | : artık, tabi olmak, uymak, |
bi el marûfi | : iyilikle, bilinen, ariflik |
ve edâun ileyhi | : eda, ödemek, yerine getirme, davranış, ona, |
bi ihsan | : ihsan ile, iyi güzel davranışlar içinde olmak, |
Zalike tahfif | : işte bu, hafif, zayıf, rahatlık, huzur, mutluluk, |
min rabbkum | : Rabbinizden, sizi vücudandıran, |
ve rahmetun | : bir rahmet, |
Fe men iteda | : artık, fakat, kim, haddi aşmak, saldırmak, |
bade zâlike | : bundan sonra, artık, böylece, |
fe lehu azabun elim | : o taktirde, artık, azap, sıkıntı, elim, acı |
178- Ey iman edenler! Ölümde sizler için ibretler yazılıdır. Hür olmada hürlük, kul olmada kulluk, aslını tanımada asliyet. Artık kim; o dostluk yolunda ona yapılan şeylerde bir bağışlama içinde olursa, sonra da irfaniyete uygun davranırsa ve iyi davranışlar içinde olursa, işte böylece sizler Rabbinizden bir rahatlık ve rahmet içinde olursunuz. Bundan sonra kim haddi aşarsa, artık o acı sıkıntılarda olur.
-179-
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ve lekum fîl kısâsı hayâtun yâ ulîl elbâbi leallekum tettekûn
ve lekum | : size, sizin için |
fi el kısas | : içinde, kısas, eşit karşılık, kıssa, hikaye, öğüt, ibret, ders |
hayatun | : hayat, diri, yaşam, |
Ya ulil elbâbi | : ey akıl sahipleri, hakk üzere düşünen, aklından çıkarmayan |
lealle-kum tettekune | : umulur, böylece, fenalardan sakınma ortak koşmamak |
179- Ey hakk üzere aklını işletenler! Sizin için yaşamda ibretler vardır. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşanlardan olmazsınız.
-180-
كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِن تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالأقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Kutibe aleykum izâ hadara ehadekumul mevtu in tereke hayrâ el vasiyyetu lil vâlideyni vel akrabîne bil marûf hakkan alel muttekîn
Kutibe aleykum | : yazılı, kitap, üzerinizde hakikatler yazıldı |
iza hadara ehade kum | : hazır, vardır, o halde olun, bir, tek, siz |
el mevt | : nutfe, tohum, öz, gelinen öz |
İn tere ke hayran | : eğer, terk, bırakmak, ayrılmak, hayır, iyi olan, güzel, |
el vasiyyetu | : vasiyet, tavsiye, bırakmak, öğüt, |
li el valideyn | : doğurtan, anne baba için, |
ve el akrabine | : yakınlar, yakınlık |
bi el marufi hakk | : ariflik, bilmek, kaynağından gelen bilgi, doğru, hak, |
alâ el muttekîne | : üzerine, ancak, fenalardan sakınan, ortak koşmayan |
180- Sizin üzerinizde tüm hakikatler yazılıdır. Siz, birliği ve geldiğiniz özü anlama içinde olun. Eğer bir şey bırakmak istiyorsanız; anne babanız için ve yakınlarınız için güzel şeylerde olun, hakikatlerin bilgisinde olun, fenalardan sakınma, ortak koşmama hallerinde olun.
-181-
فَمَن بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Fe men beddelehu bade mâ semiahu fe innemâ ismuhu alellezîne yubeddilûneh innallâhe semîun alîm
fe men bedelde hu | : o zaman, artık, kim, değiştirme, o |
Bade ma semai hu | : sonra, şey, ne, değil, işitmek, o |
Fe innemâ ismu hu | : artık, sadece, fakat, günah, suç, vebal, o |
alâ ellezine | : üzerine, ancak, o kimseler |
yubeddilûne-hu | : onu değiştirirler |
inne Allâh semiın | : muhakkak, Allah, işitmek, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
181- Artık kim; hakikatleri işittikten sonra onu kendi anlayışına göre değiştirirse, hakikatlerin sözlerini değiştiren o kimsenin üzerinde bir vebal vardır. Muhakkak ki Allah işittirendir, ilmin sahibi olandır.
-182-
فَمَنْ خَافَ مِن مُّوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Fe men hâfe min mûsın cenefen ev ismen fe aslaha beynehum fe lâ isme aleyh innallâhe gafûrun rahîm
Fe men hafe | : artık, kim, korku, saygı, |
min musın | : vasiyet eden, öğüt, tansiye, itaatsiz, |
cenefen | : günah, hata, haktan uzaklaşarak |
Ev ismen | : yada, günah, hata, suç |
Fe aslaha beyne hum | : artık, böylece, ıslah, arınma, kurtuluş, arası, onlar, |
Fe lâ isme aleyhi | : artık, yok, günah, hata, onun üzerinde |
İnne Allah gafur | : muhakkak, Allah, mağfiret, bağışlayan, |
rahim | : varlığı özünden vareden, |
182- Fakat kim; haktan uzaklaşanlara ya da günahlarda olanlara bir saygı ölçüsünde öğüt verirse, sonra da onların arınmasında yardımcı olursa, artık onun üzerinde bir vebal yoktur. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-183-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
Kutibe aleykum | : yazılı, kitap, sizin üzerinize, size |
el sıyâmu | : sakınmak, bırakmak, çekinmek, hareket etmemek |
Kemâ kutibe | : gibi, yazıldı, var, kitap, |
Ala ellezine min kabli kum | : üzerine, o kimseler, sizden önce |
lealle-kum | : umulur siz, böylece, |
tettekune | : fenalardan sakınmak Allah’a ortak koşmamak |
183- Ey iman edenler! Sakınmak sizden öncekilere yazıldığı gibi, sizlere de yazıldı. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.
-184-
أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Eyyâmen madûdât fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskîn fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun lehu ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum talemûn
eyyâmen madûdâtin | : günler, güzel, hayırlı, birkaç, sayılı, belirli, sınırlı, |
Fe men kane min-kum | : fakat, kim, oldu, sizden |
maridan | : hasta, rahatsız, sıkıntılı, müşkil |
ev ala seferin | :veya, yada, sefer, yolculuk, arayışta olmak |
Fe iddetun | : o zaman, birkaç, çeşitli, birçok, adet, bir dizi, |
Min eyyamin uhara | : günlerden, güzel, iyi, hayırlı, diğer, başka |
ve alâ ellezine | : onlar üzerine |
yutikune-hu | : takat, güç, dayanmak, o |
Fidyetun | : fidye, karşılık, sadaka, yardım, |
taam | : yemek, beslenilen, şey, bilgilenmek, yararlanmak, |
miskin | : çaresiz, miskin |
Fe men tatavvaa hayran | : artık, kim, gönüllü, içten samimi, hayır, iyi olan şey |
Fe huve hayrun lehu | : artık, o, hayırlı olan, onun için |
ve en tesûmû | : cehaletten fenalardan sakınmak, |
hayr lekum | : hayırlı, iyi olan, size |
İn kuntum talemun | : eğer, şayet, siz oldunuz, bilen, biliyorsunuz |
184- Günleriniz sınırlıdır. Artık sizden kim müşkillerde olur ya da bir arayışta olursa, bundan sonra o sınırlı günlerini hakikatlerden başka şeylerde geçirmesin. O gücünün yettiğince de çaresizlik içinde olan kimselerle hakikatlerin bilgilerini paylaşsın. Bundan sonra kim; samimi bir hâlde, hayırlı yolda olursa, artık onun için hayırlı olan şeyler vardır. Eğer siz bilenlerden, hayırlı kimselerden olmak istiyorsanız, cehaletten, fenalardan sakının.
-185-
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Şehru ramadânellezî unzile fîhil kurânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân fe men şehide minkumuş şehra fel yesumhu ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn
Şehru | : ay, şehir, iç alem, medeniyet, açığa çıkış, |
ramadan | : yakmak, kesinleştirmek, hakkı arama ateşi, |
Ellezi unzile fihi | : ki o, sunuldu, verildi, indirildi, onun içinde, onda, |
el kuran | : Kuran, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri, okunan |
huden li el nas | : yol gösteren, insanlar için, insanlara, |
ve beyyinâtin | : apaçık deliller, açıklamalar, |
min el huda | : yol gösterenden, sahip, yol gösterme |
ve el furkâni | : furkan, fark edicilik, hakkı batıldan ayırmak |
Fe men şehide minkum | : artık, kim, bilip gören, tanık, sizden |
el şehra | : ay, iç alem, şehir, meşhur, şeref, şan sahibi, |
fe li yesum-hu | : artık, için, cehaletten fenalardan sakınmak, o |
ve men kane maridan | : kim, oldu, hasta, rahatsız, müşlüklerde, |
ev ala seferin | : veya, yada, sefer, yolculuk, arayışta olmak |
Fe iddetun | : o zaman, birkaç, çeşitli, birçok, adet, bir dizi, |
Min eyyamin uhara | : günlerden, güzel, iyi, diğer, başka |
Yuridu Allah | : irade, ister, Allah, |
bikum el yusra | : sizin, size, kolaylık, rahatlık |
ve lâ yurîdu | : yok, irade, dilek, istemez, |
bikum el usra | : sizin, size, zorluk, güçlük, |
Ve li tukmilu el iddete | : için, tamamlamak, anlamak, çeşitli, birçok, adet, |
ve li tukebbirû Allah | : için, yüce olan, yüceltmek, Allah |
Ala ma hedâ-kum | : üzerine, yücelik, şey, ne, yol göstermek, rehber, siz, |
ve lealle-kum teşkurune | : umulur, siz, varlığının sahibini bilip teslim etmek |
185- İç aleminde Hakk’ı aramanın ateşi yananlar için, tüm kâinat kitabının içinde sunulmuş hakikatler vardır. Onda insanlar için yol gösterme vardır, apaçık delillerle yol gösterme vardır, hakk ile batılı fark etme vardır. Artık sizden kim, iç alemindeki hakikatleri bilip görenlerden olmak isterse, bundan sonra cehaletten, fenalardan sakınsın. Kim, müşkillerde olur ya da bir arayışta olursa, bundan sonra o sınırlı günlerini hakikatlerden başka şeylerde geçirmesin. Allah’ın iradesinde sizlere kolaylık vardır ve o iradede sizlere zorluk yoktur. Zamanınızı hakikatleri anlamak içinde geçirin. Allah’ın yüceliğini anlamak için, üzerinizdeki tecellilerin sahibini anlayın. Umulur ki siz varlığınızın sahibini bilir teslim edersiniz.
-186-
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb ucîbu daveted dâi izâ deâni fel yestecîbû lî vel yuminû bî leallehum yerşudûn
ve iza seele ke | : olduğu zaman, soru, sorgulama, arayış, sen |
Abid anni | : kulluk, beni, bana, |
fe inni karibun | : muhakkak ki, ben, yakın, |
Ucibu davete | : icabet, cevap, karşılık, çağrı, davet, arama, |
Ed dai iza deâ-ni | : davet, arayan, çağıran, aradığında, davet ettiğinde |
fe el yestecîbû-lî | : artık, o halde, icabet, cevap, bana, |
ve li yuminû bî | : için, inanmak, iman etmek, |
lealle-hum yerşudun | : umulur, onlar, irşad, doğru yolu bulma, hakikate ulaşma, |
186- Kullarım sana beni sorduklarında; elbette ben onlara yakınım, beni aradıkları zaman, arayanın arayışına her an cevap veririm. Artık onlar bana icabet etsinler ve bana iman etsinler. Umulur ki onlar hakikatlere ulaşırlar.
-187-
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Uhılle lekum leyletes sıyâmir refesu ilâ nisâikum hunne libâsun lekum ve entum libâsun lehun alîmallâhu ennekum kuntum tahtânûne enfusekum fe tâbe aleykum ve afâ ankum fel âne bâşirûhunne vebtegû mâ keteballâhu lekum ve kulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumul haytul ebyadu minel haytıl esvedi minel fecri summe etimmus sıyâme ilel leyli ve lâ tubâşirûhunne ve entum âkifûne fîl mesâcid tilke hudûdullâhi fe lâ takrabûhâ kezâlike yubeyyinullâhu âyâtihî lin nâsi leallehum yettekûn
Uhılle lekum leylete | : helal, uygun, ehil, sahip, gece, gaflet, cehalet |
el sıyami | : sakınmak, el çekmek, cehaletten fenalardan sakınmak |
el refesu | : edep dışı söylem, fena sözler sözleme |
ilâ nisâi-kum | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, siz |
Hunne libasun lekum | : onlar, elbise, dış örtü, giysi, örnek, hâl elbisesi |
ve entum libasun lehunne | : siz, giysi, dış örtü, elbise, örnek, hâl elbisesi, onlar için |
Alime allâh | : bilin, ilmin sahibi, Allah |
enne-kum kuntum | : olduğunuz, siz, idiniz, oldunuz, |
Tahtanun enfuse-kum | : alt kat, aşağı, nefsleriniz, kendiniz |
Fe tâbe aleykum | : artık, pişman olup dönme, sizin, üzerinizde |
Afâ ankum | : af, bağışlamak, sizin |
Fe elana bâşirû-hunne | : artık, belli, açık, devam, ilerleme, başlamak, temas, onlar |
ve ibtegû | : isteyin, arayın, araştırmak, amaç, |
ma ketebe allah | : değil, şey, ne, yazılı olan, kitab, Allah |
lekum | : sizin için, size |
ve kulû | : beslenmek, yararlanma, fayda |
ve işrabu | : için, sindirin, hissedin |
Hatta yetebeyyene | : hatta, açığa çıkar, belli olur, görünen, |
Lekum el hayt | : sizin için, size, birbirine bağlayan, iplik, |
Ebyadu min el haytı | : beyaz, aydınlık, temiz, iplik, birbirine bağlayan |
el evsedi | : siyah, karanlık, cehalet karanlığı, |
min el fecr | : aydınlık vakti, aydınlanma |
Summe etimmu | : sonra, tamamlayın, anlayın, |
el sıyâme ila el leyli | : cehaletten fenalardan sakınmak, gece, gaflet |
ve lâ tubâşirû-hunne | : yok, devam, ilerlemek, başlamak, temas, onlarla |
ve entum akifun | : siz, devamlı ibadet den, sebat eden, inandığında duran |
fî el mesacidi | : içinde, teslimiyet, teslim olunan yer, |
Tikle hududu Allah | : bu, o, hudut, sınır, Allah |
Fe lâ takrabû-hâ | : artık, yok, yakınlık, ona |
Kezâlike yubeyyine Allah | : işte böyle, açıklamak, beyan, apaçık görünmek, Allah |
Ayati hi li el nas | : ayetler, işaretlerini, delil, insanlar için, insanlarda |
lealle-hum yettekune | : umulur ki onlar, fenalardan sakınmak, hakikati anlamak |
187- Sizler cehaletten, fena hallerden sakınıp ehil kimseler olun. Siz nefsini tanıma yolunda olanlara fena sözler söylemeyin. Onlar size örnektir, sizler de onlar için bir örneksinizdir. Allah’ı bilin. Siz nefsinizi tanımada henüz alt makamlarda bulunuyorsunuz. Artık yaptığınız hatalardan dönüp bağışlanma içinde olun. Apaçık görünen varlığı anlamaya başlayın. Allah’ın tüm varlıkta yazılı olan hakikatlerini arayın ve faydalanın ve hissedin. Hatta cehalet karanlığından aydınlığa çıkıncaya kadar, tüm varlığın birbirine bağlılığını anlayıncaya kadar, tertemiz bir bağla Hakk’a bağlanıncaya kadar. Sonra da cehaletten, fenalardan sakınıp hakikatleri anlamayı tamamlayın ve o hakikatleri anlama yolunda olmayı yok etmeyin. Siz teslimiyet içinde olmaya devam edin. Bunlar Allah’ın hududlarıdır, artık O’na olan yakınlığı yok etmeyin. İşte Allah insanlarda işaretlerini apaçık gösterir. Umulur ki onlar fenalardan sakınır, hakikatleri anlarlar.
-188-
وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve lâ tekulû emvâlekum beynekum bil bâtılı ve tudlû bihâ ilel hukkâmi li tekulû ferîkan min emvâlin nâsi bil ismi ve entum talemûn
ve la tekulû | : yok, yemeyin, faydalandırmayın, söylemeyin, |
emval kum | : mal, varlık, değer, siz |
beyne-kum bi el batıl | : sizin aranızda, birbirinizi, batıl olan, boş, asılsız, |
ve tudlû biha | : siz olun, belirtmek, göstermek, onu |
ilâ el hakim | : için, ancak, hüküm, hakim olan, |
li tekulû | : için, yemek, beslenmek, fayda, yarar, |
ferikan | : kısım, gurup, ekip, fırka, |
min emvali el nas | : mallar, varlık, değerler, insanlar |
bi el ismi | : suç, günah, hata, vebal, |
ve entum talemûne | : siz, bilin, biliyorsunuz, bilmelisiniz, |
188- Sizler birbirinize, varlığın hakikatleri hakkında aslı olmayan şeyler söylemeyin. Sizler ancak hâkim olduğunuz konuları belirtin. İnsanlar hakikatlerin değerleri hakkında bir hataya düşmeden, bir ekip olarak faydalanma içinde olsunlar. Siz hakikatleri bilmelisiniz.
-189-
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوْاْ الْبُيُوتَ مِن ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Yeselûneke anil ehillet kul hiye mevâkîtu lin nâsi vel hacc ve leysel birru bi en tetûl buyûte min zuhûrihâ ve lâkinnel birre menittekâ vetûl buyûte min ebvâbihâ vettekûllâhe leallekum tuflihûn
Yeselûne ke | : ararlar, sorarlar, araştırırlar, sen, |
an el ehillet | : ehil, bakış, görüş, hilal, saf, halis, ayın hilal hali |
Kul hiye mevakitu | : anlat, söyle, kez, kere, vakit, zaman, belirli olan |
li en nâsi | : insanlar için |
ve el haccı | : kutsal olanı arayış, maksat, niyet, hacc |
ve leyse el birr | : değil, doğruluk, dürüstlük, temizlik, |
Bi en tetu | : gelmek, girmek, |
el buyûte | : evler, bulunulan yer, |
min zuhuri ha | : arkasından, geçmiş, görünüm, görünüş, |
ve lakinne el birre | : lakin, fakat, doğruluk, dürüstlük, |
men ittekâ | : kim, kimse, kişi, fenalardan sakınmak, ortak koşmamak |
ve utu el buyut | : gelin, girin, ev, ikamet edilen bulunulan yer, |
min ebvâbi-hâ | : kapı, hakikatlere ulaşmak, onun |
ve ittekû allah | : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah |
lealle-kum tuflihun | : umulur, siz, kurtuluş, başarılı olmak, felah bulmak |
189- Sana ehil olmayı sorarlar, de ki: O insanların zaman içinde ve kutsal olanı arayışta kazandıkları bilgiyledir. Bulunduğunuz yerlere eski bilişlerinizle gelmeniz doğruluk değildir. Fakat doğruluk; fenalardan, cehaletten sakınarak, bulunduğunuz yerlere o hakikatlere ulaşarak gelmenizdir ve fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamaktır. Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-190-
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ
Ve kâtilû fî sebîlillâhillezîne yukâtilûnekum ve lâ ta’tedû innallâhe lâ yuhıbbul mutedîn
ve kâtilû | : gayret, mücadele, savaşmak, |
fi sebil Allah | : yol, hakikatler için, hakkında, Allah yolunda, |
Ellezine yukâtilûne-kum | : o kimseler, savaşmak, mücadele etmek, siz |
ve la tatedû | : yok, aşırı gitmek, haddi aşmak, |
inne Allâh la yuhıbbu | : muhakkak ki, Allah, yok sevgi, aşk, |
el mutedîne | : aşırı gidenler, haddi aşanlar, saldırgan |
190- Allah’ın hakikatleri hakkında sizinle mücadele edenlerle siz de mücadele edin ve haddi aşmayın. Muhakkak ki haddi aşanlarda Allah sevgisi yoktur.
-191-
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Vaktulûhum haysu sekıftumûhum ve ahricûhum min haysu ahracûkum vel fitnetu eşeddu minel katli ve lâ tukâtilûhum indel mescidil harâmi hattâ yukâtilûkum fîhî fe in kâtelûkum faktulûhum kezâlike cezâul kâfirîn
ve uktulu hum haysu | : mücadele, yok etmek, yazık, öldürmek, onlar, yer, nerede |
sekıftumû-hum | : durduğu yer, cehaletin yeri, buldunuz, karşılaşmak, onlar |
ve ahricû-hum min haysu | : çıkarmak, dışarı, kurtarmak, onlar, yer, nerede, |
ahracû-kum | : çıkarmak, dışarı, siz |
ve el fitnet eşeddu | : fitne, ikilik, arabozan, bozguncu, daha fazla, şiddetli |
min el katli | : öldürmek, yok etmek, mahv etmek, cinayet, |
ve lâ tukâtilû-hum | : yok, öldürmek, mücadele etmek, onlar |
İnde el mescidi el haram | : yanında, katında, ona ait, secde, teslim, kutsal mescid |
Hattâ yukatilu kum fihi | : hatta, oluncaya kadar, savaşmak, mücadele, siz, orada |
Fe in kâtelû-kum | : artık, eğer, savaşmak, mücadele, siz |
fe uktulû-hum | : o zaman, savaşın, mücadele edin, yok etmek, onlar |
Kezâlike cezau | : işte böyle, karşılık, ceza, |
el kafirin | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
191- Fena hallerde olanlarla karşılaştığınızda nerede olursa olsun mücadele edin. Sizi hakikatlerden çıkarmak isteyenlerle nerede olursa olsun, onları fenalardan çıkarmak için mücadele edin. Fitne öldürmekten daha tehlikelidir. Onlar kutsal olana bir teslimiyet içinde olurlarsa, onlarla mücadele etmeyin, hatta siz onların hakikatleri anlamasında mücadele edin. Eğer sizinle mücadele ederlerse, böylece onlarla mücadele edin. İşte bunlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere karşı yapacaklarınızdır.
-192-
فَإِنِ انتَهَوْاْ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Fe inintehev fe innallâhe gafûrun rahîm
fe in intehev | : artık, bundan sonra, eğer, şayet, vazgeçmek, bırakmak |
Fe inne Allâh gafur | : muhakkak ki Allah, mağfiret eden, bağışlamak, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
192- Bundan sonra eğer kendi fenalarından vazgeçerlerse, muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-193-
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلّهِ فَإِنِ انتَهَواْ فَلاَ عُدْوَانَ إِلاَّ عَلَى الظَّالِمِينَ
Ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun ve yekûned dînu lillâh fe inintehev fe lâ udvâne illâ alez zâlimîn
ve kâtilû-hum | : mücadele edin, gayret, onlar, cehalet halinde olanlar |
Hattâ la tekunu | : hatta, kadar, yok oluncaya kadar, |
fitnetun | : fitne, ikilik, karışıklık, kargaşa, sahtelik, kavga, |
ve yekûne | : olsun, oluncaya kadar, |
el din li Allah | : din, varlığın yaratılış yasaları, Allah |
fe in intehev | : artık, eğer, şayet, vazgeçmek, bırakmak |
Fe lâ udvâne | : artık, yok, düşmanlık |
İllâ ala el zalimin | : ancak, sadece, zalimlik, kötülükler, |
193- Fitne yok oluncaya kadar ve varoluş yasalarının Allah’a ait olduğunun anlaşılmasına kadar, o cehalet hallerinde olanlarla mücadele edin. Eğer o hallerinden vazgeçerlerse onların yararınadır. Ancak zalimlerin düşmanlık halleri yok olmaz.
-194-
الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
Eş şehrul harâmu biş şehril harâmi vel hurumâtu kısâs fe menitedâ aleykum fatedû aleyhi bi misli matedâ aleykum vettekûllâhe valemû ennellâhe meal muttekîn
el şehru | : ay, iç alem, enfus, kemalat, ortaya çıkarmak, teşhir, |
el haram | : kutsal, yasak, haram, muhterem, değerli, |
Bi el şehri | : ay, iç alem, kemalat, ortaya çıkmak, teşhir olan, |
el harami | : kutsal olan, yasak |
ve el hurumat | : hürmet, kutsallık, |
kısasun | : benzer, ibret, karşılık misli, dengi, |
Fe men iteda aleykum | : artık, kim, saldırmak, taciz, size, üzerinize |
fe itedû aleyhi bi misli | : artık, o zaman, saldırmak, taciz, misli, onun gibi |
Ma iteda aleykum | : değil, yok, saldırmayın, taciz, kendinizde, |
Ve itteku Allâh | : fenalardan sakının, ortak koşmayın, Allah |
ve ilemû | : bilin, anlayın, |
Enne Allah | : olduğunu, muhakkak, Allah, |
mea el muttekin | : beraber, birlikte, fenalardan sakınan, takva sahibi |
194- Ortaya çıkan her varlık kutsaldır. Ortaya çıkan her varlıkta bir kutsallık vardır ve kutsal olan tüm varlıkta benzerlikler vardır. Bundan sonra sizden saldırganlık içinde olan kimse, artık o saldırgan olanlar gibidir. Kendinizdeki o saldırganlık hallerinizi yok edin. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Fenalardan sakınanlar Allah’ın kendilerinde olduğunu bilirler.
-195-
وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi ve ahsinû innallâhe yuhıbbul muhsinîn
ve enfikû | : infak edin, verin, Allah’a teslim etmek |
fi sebîli Allâh | : yol, hakikatler için, hakikatler hakkında, Allah |
ve lâ tulkû | : yok, atmak, bırakmak, |
bi eydi kum | : el, güç, siz, yaptıklarınız, ellerinizle |
ilâ et tehluketi | : tehlikeye, yıkım, tahribat, |
ve ahsinû | : iyilerden olmak, güzel çalışmalarda, hoş, |
inne Allâh yuhıb | : muhakkak ki, Allah, sevgi, aşk, |
el muhsinin | : muhsin, iyi olan, içten samimi, iyiliklerde olan, |
195- Allah yolunda tüm varlığınızın Allah’a ait olduğunu bilip, Allah’a teslim edin. Yaptıklarınızla yıkım meydana getirmeyin ve güzel çalışmalarda olun. Muhakkak ki o iyilik yapanlarda Allah sevgisi vardır.
-196-
وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ وَلاَ تَحْلِقُواْ رُؤُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضاً أَوْ بِهِ أَذًى مِّن رَّأْسِهِ فَفِدْيَةٌ مِّن صِيَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَن تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذَلِكَ لِمَن لَّمْ يَكُنْ أَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Ve etimmûl hacce vel umrete lillâh fe in uhsirtum fe mesteysera minel hedyi ve lâ tahlikû ruûsekum hattâ yeblugal hedyu mahillehu fe men kâne minkum marîdan ev bihî ezen min rasihî fe fidyetun min sıyâmin ev sadakatin ev nusuk fe izâ emintum fe men temettea bil umreti ilel haccı fe mesteysera minel hedyi fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâmin fîl haccı ve sebatin izâ recatum tilke aşaratun kâmilet zâlike li men lem yekun ehluhu hâdırıl mescidil harâm vettekûllâhe valemû ennellâhe şedîdul ikâb
ve etimmu | : tamamlayın, anlayın, |
el hacce | : hakkı arayış, özel maksat, niyet, hakikati arama niyeti, |
ve el umrete li Allah | : emr, amr, imar, ziyaret, arayış, düzen işleyiş, Allah |
Fe uhsirtum | : fakat, artık, sınırlamak, engellemek, hapsetmek |
Fe ma isteysera | : o zaman, artık, şey, ne, değil, kolay, gücünün yettiği |
Min el hedyi | : verilen, karşılık, hediye, teslim etme, huda, yol gösterme |
ve lâ tahlikû | : yok, traş, öğütme, yok etme, temizlemek, bırakın, terk edin |
ruus kum | : başınızdaki, aklınızdaki, önder, reis, |
Hatta yebluga | : hatta, ulaşır, erişir, anlamak, |
el hedyu mahille hu | : verilen, karşılık, huda, yol gösterme, yer, mahal, makam, o |
fe men kane minkum | : fakat, kim, oldu, sizden |
marîdan | : hasta, sıkıntılı, rahatsız, |
Ev bihi ezen | : yada, onunla, eza, ağrı, eziyet, |
min rasi hi | : baş, önder, reis, o |
fe fidyetun | : o zaman, vermek, karşılık, fidye, bağış, |
min siyamin | : sakınmak, korunmak, cehaletten fenalardan sakınma |
Ev sadakatin | : sadakat, içten samimi bağlanma, sadaka, doğru olan, |
Ev nusukin | : veya, temizlemek, arınmak, yıkamak, |
fe izâ emin-tum | : artık emin olduğunuz zaman |
fe men temettea | : artık, sonra, kim, fayda, yarar, yardım, |
bi el umreti | : ziyaret, |
ilâ el haccı | : hakkı arayış, özel maksat, niyet |
Fe ma isteysera | : o zaman, artık, şey, ne, değil, kolay, |
Min el hedyi | : verilen, karşılık, huda, sahip, yol gösterme |
Fe men lem yecid | : artık, sonra, kim, değil, bulmak, bulur, |
Fe sıyamu | : o zaman, artık, cehalatten fenalardan sakınma |
Selâseti | : üç, sözün akıcı olması, kolay, ahenkli, |
eyyamin | : güzel, iyi, temiz, günler |
fî el haccı | : içinde, hakkı arayış, özel maksat, niyet, gerçeği arayış |
ve sebatin iza recatum | : sebat etme, yerinde durma, yedi, döndüğünde, siz |
Tikle aşaratun | : bu, on, kısım, bölüm, gurup, |
kamilet | : kemalat, kamil olan, tam olan, |
Zalike li men lem yekun | : işte bu, için, kim, değil, olmak, olur, |
ehlu-hu | : ehil olan, bilen, ailesi, halkı, o, |
hadırı | : hazır olan, var olan, bulunan, sunulan |
el mescidi el harâmi | : kutsal olana teslim olmak, mutlak olanı aramak |
Ve itteku Allâh | : fenalardan sakının, ortak koşmayın, Allah |
ve ilemû | : bilin, anlayın, bilenlerden olun. |
Enne Allah | : olduğunu, doğrusu, Allah, |
şedid el akabe | : daha fazla, şiddetli, zorluk, müşkiller |
196- Allah’ı anlamak için bir arayışta olun ve Allah’ı bilmek için bilen kimseleri bulup ziyaret edin. Artık fena hallerinize engel olun. Artık gücünüzün sahibini anlayın, varlığınızı teslim edin ve akıllarınızdaki cehalet bilişlerinizi terk edin, hatta o makamlarınızda hakikatlere ulaşıp varlığınızı teslim edinceye kadar o cehalet kirliliğinden temizlenin. Sizlerden kim müşkillerde kalsa da ya da başına eziyetler gelse de, cehaletten, fenalardan sakınarak varlığını sahibine teslim etsin ve samimi olsun ve arınma içinde olsun. Artık siz bir eminlik içinde olduğunuzda; Allah’ı anlamak için arayışta olanlara, Allah’ı anlamak için bilen kimseleri bulup ziyaret etmek isteyen kimselere yardımcı olun. Artık gücünüzün sahibini bilip teslim edin. Böylece hakikatleri anlayamayan kimselere; cehaletten, fenalardan sakınmaları için hakikatleri anlaşılır güzel bir şekilde anlatın. Allah’ı anlamak için her an arayışta olun. Bu kemalat yolunda kısım kısım hakikatlere ulaşıp, siz aslınızı anladığınızda sebatkâr olun. İşte bunlar her an her yerde hazır olanı bilemeyen kimseler için, kutsal olana teslimiyet içinde olan kimseler için sunulan hakikatlerdir. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve bilenlerden olun. Doğrusu Allah’ı anlayamayanlar daha fazla zorluklardadır.
-197-
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
El haccu eşhurun malûmât fe men farada fîhinnel hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc ve mâ tefalû min hayrın yalemhullâh ve tezevvedû fe inne hayraz zâdit takvâ vettekûni yâ ulîl elbâb
el haccu | : hac, özel niyet, Allah’ı anlamak için arayış, maksat |
Eşhurun malumatin | : aylar, iç dünya, enfus, medeniyet, meşhur, bilinen, bilgi |
Fe men farada | : artık, kim, farz, gerekli, yük, icabet, |
Fe hinne el hacc | : o zaman, işte, onlarda, Allah’ı anlamak için arayış |
Fe lâ refese | : artık, o zaman, yok, ayıp, çirkin söz, yanaşmak |
ve lâ fusûka | : yok, fasıklık, çıkmak, cehalate sapmak, |
ve lâ cidâle | : yok, kavga, tartışmak, |
fi el hacc | : Allah’ı anlamak için arayış, özel niyet, maksat, |
ve mâ tefalû min hayrın | : ne, şey, değil, yaparsanız, hayırlı olan, iyi haller, |
Yalem hu allâh | : bilen, bilir, o hakikatler, Allah |
ve tezevvedû | : tedarik, bilgilenmek, ürün, verilen, azık |
Fe inne hayra el zâdi | : böylece, hayırlı olan, güzel davranış, doğuş, azık, çok olan |
et takvâ | : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak |
ve ittekû-ni | : fenalardan sakının, ortak koşmayın, korunmak, bana |
Ya ulî el elbâbi | : ey akıl sahipleri, aklını işleten, aklını hakikatlerle kullanan |
197- Allah’ı arayış iç âleminizi bilmekten başlar. Artık Allah’ı anlamak için arayışta olan, o yola icabet eden kimseler çirkin söz söylemesinler ve hakikatlerden cehalete sapmasınlar ve Allah’ı anlamak için olan o arayışta kavga haline girmesinler. Sizden Allah’ın o hakikatlerini bilenler, hep hayırlı çalışmalar olurlar ve hakikatlerin bilgileriyle donanırlar. Böylece güzel davranışlarda olan o kimseler fenalardan sakınırlar. Ey aklını hakkikatler ölçüsüyle işletenler! Fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.
-198-
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُم مِّنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُواْ اللّهَ عِندَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِن كُنتُم مِّن قَبْلِهِ لَمِنَ الضَّآلِّينَ
Leyse aleykum cunâhun en tebtegû fadlan min rabbikum fe izâ efadtum min arafâtin fezkurûllâhe indel meşaril harâm vezkurûhu kemâ hedâkum ve in kuntum min kablihî le mined dâllîn
Leyse aleykum cunahun | : değil, üzerinizde, size, günah, vebal |
En tebtegu | : aramak, istemek, talep, |
Fadlan min rabbi-kum | : lütuf, Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Fe iza efadtum | : artık, ulaştığın zaman, gelmek, toplanmak, elde etmek, |
min arafâtin | : ariflik, bilmek, bilgilere, hakikatleri bilmek, |
fe uzkurû Allah | : artık, o zaman, zikredin, anın, anlayın, anlatın, Allah |
İnde | : yanında, katında, ona ait, |
el meşari el harami | : duygu, açık yol, anlayış, kutsal olan, işaret , şuur |
ve uzkurû-hu | : zikredin, anın, anlayın, |
Kemâ heda kum | : gibi, şeklinde, dogru yola sevk eden, hidayet, siz |
Ve in kuntum minkabli hi | : doğrusu, siz oldunuz, idiniz, önceden, |
Le min ed dâllîne | : elbette, doğrusu, cehalete sapmış, dalalette olanlardan |
198- Rabbinizin lütuflarını aramanızda sizlere bir vebal yoktur. Böylece hakikatlerin bilgilerine ulaştığın zaman, Allah’ı anın. Böylece o kutsal yolda hep o hakikatler üzere olun ve size yol gösterildiği gibi O’nu anın. Doğrusu sizler daha önce dalalet içindeydiniz.
-199-
ثُمَّ أَفِيضُواْ مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Summe efîdû min haysu efâdan nâsu vestagfirûllâh innallâhe gafûrun rahîm
Summe efidu min haysu | : sonra, geliştirmiş, topluca gelmek, dökmek, her yer, |
Efada el nâsu | : açıklanmış, özenli, gelmek, geliştirmiş, insan, kişi, kimse |
ve istagfirû allah | : istiğfar, mağfiret, bağışlamak, temizlenmek, Allah |
İnne Allâh gafur rahim | : muhakkak, Allah, bağışlayan, mağfiret, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
199- Böylece her nerede olursanız olun, bir gelişim içinde kendinizi geliştiren kimselerden olun ve Allah’ın mağfiretini anlayın. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-200-
فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ ve mâ lehu fîl ahirati min halâk
Fe iza kadaytum | : böylece, olduğunda, tamamlamak, takdir, yapmak, |
menâsike-kum | : usül, yol, tarz, siz |
fe uzkurû Allah | : artık, o zaman, zikredin, anın, anlayın, Allah |
Ke zikri kum | : gibi, anmak, anlamak, siz, |
abae kum | : anne babalarınız, atalarınız |
Ev eşedde zikren | : veya, yada, daha fazla, kuvvetli şiddetli, anmak, anlamak |
Fe min en nâsi | : artık, insanlardan |
Men yekulu rabbe na | : kim, kimse, der, rabbimiz |
Ati na fi el dunya | : vermek, sunmak, biz, dünyada, yaşamda, |
Ve ma lehu fi el ahiret | : değil, şey, ne, onun, sonunda, ahiret |
min halâkın | : yaratıcı, yaratanı anlamak, halkeden, bir pay |
200- Artık sizler usûllere uyduğunuzda, atalarınızı andığınız gibi Allah’ı anın, anlatın, hatta daha güçlü anlayın, anlatın. Fakat insanlardan bazı kimseler: Rabbimiz! Bize dünyalık ver, derler. Onlar sonunda yaratıcıyı anlayacak değillerdir.
-201-
وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr
Ve minhum yekulu rabb na | : onlardan, der, söyler, rabbimiz |
Ati na fi el dunya | : bize ver, sun, dünyada, yaşamlarında, |
hasenat | : hayırlı, iyi, güzellik |
ve fî el âhirati | : sonunda, |
hasenat | : hayırlı, iyi olan, güzellik |
ve kı nâ azabe el nar | : koru, biz, azap, sıkıntı, ateş, yakıcı haller |
201- Onlardan bazıları da: Rabbimiz! Bize dünyada hayırlı çalışmalarda olmayı nasip et ve sonunda da hayırlı olmayı nasip et ve yakıcı hallerden bizi uzak tut, derler.
-202-
أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb
Ulâike lehum nasibun | : işte onlar, nasip, pay, karşılık, verilen, edinilen, |
Mimma kesebû | : şeyler, kazandılar, derece, yaptıkları, |
ve Allâh seriu el hesab | : Allah, seri, çabuk, hesap, karşılık, |
202- İşte onların yaptıkları çalışmalardan dolayı, elde ettikleri nasipler vardır. Allah’ın hesabı seridir.
-203-
وَاذْكُرُواْ اللّهَ فِي أَيَّامٍ مَّعْدُودَاتٍ فَمَن تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَن تَأَخَّرَ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقَى وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Vezkurûllâhe fî eyyâmin madûdât fe men teaccele fî yevmeyni fe lâ isme aleyhi ve men teahhara fe lâ isme aleyhi li menittekâ vettekûllâhe ve alemû ennekum ileyhi tuhşerûn
ve ezkurû allah | : anın, anlayın, zikredin, Allah |
fî eyyâmin | : güzellik, hayırlı, iyi bir halde, doğruluk, günler, |
madudatin | : günler, belirli, sayılı, vakit |
Fe men teaccele | : artık, kim, acele eder, çabuk, gayretli |
Fî yevmeyni | : içinde, günler, günlerini, |
Fe la isme aleyhi | : artık, yok, günah, vebal, onun üzerine, ona |
ve men teahhara | : kim, sonraya, tehir, başka |
Fe la isme aleyhi | : artık, yok, günah, vebal, onun üzerine, ona |
Li men ittekâ | : için, kim, kimse, fenalardan sakınmak, |
ve ittekû Allah | : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah |
ve alemû | : bilin, anlayın, |
enne-kum ileyhi tuhşerun | : olduğunuzu, siz, onda, onun, toplanmak, birlik |
203- Allah’ı anın. Vaktinizi doğruluk içinde, hakikatleri anlama içinde geçirin. Hakikatleri anlamada günlerini gayret içinde geçiren kimse vardır, artık ona bir vebal yoktur ve kimi de tehir eder durur. Fenalardan sakınma içinde olan kimselerin üzerlerinde bir vebal yoktur. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve hepinizin O’nun birliği içinde olduğunuzu bilin.
-204-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ
Ve minen nâsi men yucibuke kavluhu fîl hayâtid dunyâ ve yuşhidullâhe alâ mâ fî kalbihî ve huve eleddul hısâm
ve min en nâsi | : insanlardan |
Men yucibu ke | : kim, kimse, hayret, merak, acayip, şaşkın, sen |
kavlu-hu | : onun sözü, konuşmaları, |
fî hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamlarında, |
ve yuşhidu Allâh | : tanık, bilmek, bilir, şahit olmuş, Allah |
Ala ma fi kalbi-hi | : üzerine, için, içinde, onun kalbi, idraki, |
ve huve eleddu el hısam | : o, çetin, şiddetli, yaman, hasım, rakip, düşman |
204- İnsanlardan bazıları dünya hayatı hakkında öyle sözler söylerler ki, sen hayret edersin. Kalblerinde olan şeyler hakkında Allah’ı biliyor sanırsın. İşte o yaman bir rakiptir.
-205-
وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ
Ve izâ tevellâ seâ fîl ardı li yufside fîhâ ve yuhlikel harse ven nesl vallâhu lâ yuhıbbul fesâd
ve izâ tevella | : olduğunda, döndü, döner durur, |
sea fi el ard | : çalışmak, yeryüzü |
Li yufsidu fiha | : için, fesat, bozgunculuk, orada |
ve yuhlike el hars | : helak etmek, yok etmek, yazık, kültür, ürün, bilgi, |
ve en nesle | : nesil, soy, sop, kuşak, |
ve Allâh la yuhıbbı | : Allah, yok, sevgi, aşk, muhabbet, |
el fesad | : fesat, bozgunculuk, ikilik çıkaran, |
205- O kimse yeryüzünde bir çalışma, bir gayret içinde döner durur. Fakat o kimse orada ikilik, bozgunculuk içinde ve gönüllere sunulacak hakikatlerin bilgilerini ve gelecek nesilleri helak etme içindedir. İkilik, bozgunculuk içinde olanlarda Allah sevgisi yoktur.
-206-
وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Ve izâ kîle lehuttekıllâhe ehazethul izzetu bil ismi fe hasbuhu cehennem ve le bisel mihâd
ve izâ kile lehu | : denildiğinde, söylemek, ona |
Itteku allâhe | : fenalardan sakın, ortak koşma, Allah |
ehazet-hu | : edinmek, sarılmak, o, |
el izzet | : izzet, yücelik, değer, itibar, şeref |
bi el ismi | : vebal, günah |
Fe hasbu hu cehennem | : artık, hakkında, onun hali, durumu, cehennem, cehalet |
ve le bise el mihad | : elbette, ne kötü, yatak, bulunduğu yer, hal, |
206- Ona fenalardan sakın, Allah’a ortak koşma denildiği zaman; hemen yüceliğe, üstünlüğe, vebale sarılır ve onun hâli cehaletin cehennemidir ve bulunduğu hâl ne kötüdür.
-207-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
Ve minen nâsi men yeşrî nefsehubtigâe mardâtillâh vallâhu raûfun bil ıbâd
ve min en nâsi men | : insanlardan, kimi, kimse, |
yeşri nefs hu | : verir, feda eder, satar, karşılık, değişir, nefs, kendini |
İbtigae | : arzu, istek, aramak, ulaşmak, |
mardâti Allâh | : rıza, huzur, tatmin, Allah, |
ve Allâh rauf | : Allah, şefkat, merhamet, rauf olan, |
bi el abid | : kullar |
207- İnsanlardan kimi, Allah’ı anlamanın huzuruna ulaşmak için kendini feda eder. Allah kullarına şefkati verendir.
-208-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûdhulû fîs silmi kâffeten ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn
yâ eyyuhâ elllezine amenu | : ey imen edenler |
Udhulû | : girin, dahil olun, |
fi el slam | : barış, huzur, huzura teslim olmak, |
kaffet | : hepiniz, topluca |
ve lâ tettebiû | : yok, uymak, tabi olmayın, uymayın |
Hutuvâti el şeytan | : adımlar, halleri, şeytani haller, kötülükler |
inne-hu lekum aduv mubin | : muhakkak ki o, sizin, düşman, apaçık |
208- Ey iman edenler! Hepiniz barış ve huzur üzere olun ve şeytani hallere tâbi olmayın. Muhakkak ki sizin o halleriniz apaçık düşmanınızdır.
-209-
فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Fe in zeleltum min badi mâ câetkumul beyyinâtu falemû ennallâhe azîzun hakîm
Fe in zelel-tum | : artık, öyleki, yanılan, hata eden, ayağı kayan, siz |
min badi | : sonradan |
mâ câet kum | : şey, ne, değil, gelen, sunulan, siz, |
el beyyinat | : apaçık deliller, açıklama, görünen, |
Fe alemu | : artık, o zaman, bilin, |
enne Allâh aziz | : olduğu, Allah, tüm niteliklerin yüce sahibi, |
hakim | : hakim olan, hüküm hikmet sahibi, |
209- Apaçık deliller size sunulduktan sonra, o hallerinize uyarsanız hata edersiniz. Artık varlığın tüm niteliklerinin yüce sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilin.
-210-
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن يَأْتِيَهُمُ اللّهُ فِي ظُلَلٍ مِّنَ الْغَمَامِ وَالْمَلآئِكَةُ وَقُضِيَ الأَمْرُ وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Hel yenzurûne illâ en yetiyehumullâhu fî zulelin minel gamâmi vel melâiketu ve kudiyel emr ve ilâllâhi turceul umûr
hel yenzurûne | : bakıp görmezlermi? |
İlla en yetiye hum Allah | : ancak, sadece, gelmesi, sunulması, Allah |
Fi zulalin min el gamâmi | : gölge, semayı örten, bulut, nuru ile kaplanmak, örtülü |
ve el melâiketu | : güç kuvvet, her varlıktaki güç, melekler |
ve kudiye el emr | : takdir, düzen, tamamlamak, işleyiş |
ve ilâ Allâh turceu | : ancak, Allah’a, aslına, döndürülür, döndürüp durur, |
el emr | : iş, işleyiş, hüküm, varlıktaki işleyiş, |
210- Allah’ın onlardaki tecellilerini, tüm varlığın O’nun nuruyla kaplandığını ve her varlıktaki gücü ve işleyişin takdirini ve bütün varlıktaki işleyişi her an Allah’ın döndürdüğünü, bakıp ta görmezler mi?
-211-
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُم مِّنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَن يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Sel benî isrâîle kem âteynâhum min âyetin beyyineh ve men yubeddil ni’metallâhi min ba’di mâ câethu fe innallâhe şedîdul ikâb
sel | : sor, araştır, sorgula, anla, |
benî isrâîle | : İsrailoğulları, hakk yolunda olanlar, Yakuboğulları |
Kem âteynâ-hum | : ne, kaç, nice, verdik, sunduk, onlar, |
min ayetin beyyinetin | : ayet, delil, işaret, açıklanmış, apaçık deliller |
ve men yudebbil | : kim, değiştiririr, değişim içine olur, |
nimet allâh | : nimet, ilim, fayda, yarar, lütuf, tecelli, Allah |
Min badi mâ câet-hu | : sonra, ondan sonra, şey, ne, değil, gelen, sunulan, o |
Fe inne Allah | : artık, böylece, muhakkak, Allah, |
şedid el akabe | : daha fazla, şiddetli, zorluk, güçlük, müşkil, |
211- Hakk yolunda olanlara sor; onlar sunduğumuz nice apaçık deliller üzere oldular. Allah’ın nimeti kendine sunulduktan sonra, kim onu bir değiştirme içinde olursa, artık muhakkak ki o Allah’ı anlamada büyük müşkillerde kalır.
-212-
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
Zuyyine lillezîne keferûl hayâtud dunyâ ve yesharûne minellezîne âmenû vellezînettekav fevkahum yevmel kıyâmet vallâhu yerzuku men yeşâu bi gayrihisâb
Zuyyine | : süs, değer, çıkar, kendi çıkarı için, |
li ellezine keferu | : hakikatleri görememezlikten gelen kimseler |
el hayâtu ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşantılarında |
ve yesharûne | : küçük görme, önemsememe, alay ediyorlar |
min ellezîne amenu | : iman edenleri, inanan kimse |
ve ellezine ittekav | : o kimseler, fenalardan sakınıp bir iman içinde olan |
fevka-hum | : üstünde, üst derece, ileri, hep yukarı, onların |
yevme el kıyâmeti | : diriliş günü, hakikatler orta çıktığı gün, ölüm vakti, |
ve Allâh yerzuku | : Allah, rızık, nimet, varlığın nitelikleri, bilgiler, hakikatler |
men yeşâu | : kim, kimse, ister, isteyen, anlamak isteyen kimse |
bi gayri hisab | : hesabsız, sonsuz, beklentisiz, |
212- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, yaşantılarında hep kendi çıkarları için hareket ederler ve iman eden kimseleri önemsemezler. Fenalardan sakınan kimseler ise, ölünceye kadar hep hakikatler için ileri giderler ve Allah’ın nimetlerini anlamak isteyen kimseye sonsuz bir ilim sunulduğunu bilirler.
-213-
كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلاَّ الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Kânen nâsu ummeten vâhıdeten fe beasallâhun nebiyyîne mubeşşirîne ve munzirîne ve enzele meahumul kitâbe bil hakkı li yahkume beynen nâsi fî mâhtelefû fîhi ve mâhtelefe fîhi illellezîne ûtûhu min badi mâ câethumul beyyinâtu bagyen beynehum fe hedâllâhullezîne âmenû li mâhtelefû fîhi minel hakkı bi iznihî vallâhu yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustakîm
Kâne el nas ummet vahidet | : oldu, insanlar, topluluk, ümmet, bir, tek, |
Fe beas allâhu | : böylece, ortaya çıkma, gönderdi, Allah |
en nebiyyîn | : nebiler, haberci, hakikatleri bildiren, |
mubeşşir | : müjde, ümit veren, bildiren, sevindiren |
ve munzirîne | : uyarıcılar, hakikatleri anlatan uyaran |
ve enzele mea hum | : indirdi, sundu, birlikte, beraber, onlar |
el kitâbe | : kitap, ilahi sözler, |
bi el hakkı li yahkume | : hak ile, gerçek, doğru, hüküm, karar, |
Beyne en nâsi | : arasında, insanlar |
Fi ma ıhtelefû fihi | : için, şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında |
ve mâ ıhtelefû fihi | : şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında, |
illâ ellezîne | : sadece, ancak o kimseler |
ûtû-hu | : ona verildi |
Min badi mâ câet-hum | : sonra, şey, ne, değil, gelen, sunulan, onlar |
el beyyinâtu | : apaçık deliller, açıklamalar, |
Bagyen beyne hum | : düşmanlık, haset, zulüm, aralarında |
Fe hedâ allâhu | : artık, yol göstermek, hidayet, Allah |
Ellezîne amenu | : o kimseler, onlar, iman eden, inanan |
li mâ ıhtelefû fihi | : için, şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında, |
min el hakkı | : haktan |
bi izni-hi | : yetkili, izin, ruhsat, |
ve Allâh yehdi | : Allah, yol göstermek, hidayet ulaştırır, rehber, |
men yeşâu | : kim, isterse |
ilâ sırâtın mustakîmin | : dosdoğru hakikatlerin yolu, |
213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah’ı anlatan ve hakikatleri anlatıp uyaran nebiler ortaya çıktı. İnsanlar arasında doğru hükümler verilebilmesi için, onlarla beraber ilahi sözler sunuldu. Onlara apaçık deliller sunulduktan sonra, o hakikatler hakkında ayrılığa düştüler. Onların aralarında düşmanlıklar, hasetlikler oluştu. Ancak iman edenler Allah’a yol buldular. İhtilafa düştükleri şeylerin hakikatlerini, bütün her şeyde yetkili olan O’nda buldular. Dosdoğru hakikatin yolunda olmak isteyen kimse Allah’a yol bulur.
-214-
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ yetikum meselullezîne halev min kablikum messethumul be’sâu ved darrâu ve zulzilû hattâ yekûler resûlu vellezîne âmenû meahu metâ nasrullâh e lâ inne nasrallâhi karîb
em hasibtum | : yoksa zanmı ettiniz, sandınız, |
en tedhulû el cennet | : girmek, dahil olmak, cennet, huzur |
ve lemmâ yeti kum | : olmadıkça, olduğunda, gelir, sunar, siz, |
mesele | : durum, haller |
Ellezine halev min kabl kum | : o kimseler, gelip geçen, önceden, sizden önce |
messet-hum el besau | : dokundu, isabet etti, onlar, müşkil, sıkıntı, azap |
ve el darrâu | : zarar, sıkıntı, felaket |
ve zulzilû | : sarsılmak, kendine gelmek, |
Hattâ yekule el resul | : söyledi, anlattı, dedi, resul, hakikati gösteren |
ve ellezine amenu | : o kimseler, iman eden, inanan, |
mea hu | : beraber, birlikte, o |
Meta nasru allâh | : ne zaman, her an, yardım, zafer, Allah |
E la inne nasra | : değil mi, muhakkak, yardım, |
Allâh karib | : Allah, yakınlık |
214- Sizlerden önce gelip geçen kimselerin başlarına gelen müşkiller ve sıkıntılar ve kendilerine gelmek için yaptığı mücadeleler, sizin başınıza gelmeden, siz hiç mücadele etmeden huzur bulacağınızı mı zannettiniz? Resul, onunla beraber iman eden kimselere, Allah’ın yardımı her zaman vardır, diye söyledi. Yakınlığı anlamak isteyenlere Allah her zaman yardım eden değil midir?
-215-
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ مَا أَنفَقْتُم مِّنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Yeselûneke mâzâ yunfikûn kul mâ enfaktum min hayrin fe lil vâlideyni vel akrabîne vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîl ve mâ tefalû min hayrin fe innallâhe bihî alîm
yeselûne-ke | : sana soruyorlar, sorarlar, |
Mâzâ yunfikune | : ne, nasıl, infak etmek, vermek, infak hakkında |
Kul mâ enfaktum | : anlat, de ki, şey, ne, değil, infak, vermek, siz |
min hayrin | : hayırlı, iyi olan, dosdoğru, mal, faydalı, nimet, mülk, |
Fe li el vâlideyni | : anne baba için |
ve akrabîne | : akrabalar, yakınlar |
ve yetâmâ | : yetimler, kendi inançlarından kopan, |
ve el mesâkîni | : miskin, çaresiz, hakikatlerin müşkilinde olan, |
ve ibni es sebîli | : hakikate yol alan, |
ve mâ tefalû min hayrin | : şey, ne, değil, yaparsanız, hayırlı iyi çalışma, |
fe inne Allâh bihi alim | : muhakkak, Allah, onu, o şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
215- Sana infakın nasıl olacağını soruyorlar. De ki: Siz ne infak edecekseniz bir hayr içinde yapın. Anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere, hakk yolunda olanlara ne yaparsanız hayr içinde yapın. Muhakkak ki Allah her şeydeki ilmin sahibidir.
-216-
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum ve asâ en tekrahû şeyen ve huve hayrun lekum ve asâ en tuhıbbû şeyen ve huve şerrun lekum vallâhu yalemu ve entum lâ talemûn
Kutibe aleykum | : yazıldı, kitap, üzerinizde, |
el kital | : gayret, mücadele, öldürme, mahvetme, yazıketme, |
ve huve kurhun lekum | : o, olan, küçük görmek, kerih, hoşa gitmeyen, size |
Ve asa tekrehu şeyen | : umulur, kerih, küçük görmek, hoşa gitmeyen, bir şey |
ve huve hayrun lekum | : o, hayırlı olan, iyi olan, size |
Ve asa tuhıbbu şeyen | : umulur, sevmek, aşk, muhabbet, bir şey |
ve huve şerrun lekum | : o, şer, kötü olan, zararlı, size, |
Ve Allah yalemu | : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir, bilin |
ve entum la talemun | : siz, yok, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
216- Üzerinizdeki yazılı olan hakikatleri anlamak için mücadele edin. Var olanları küçük görmeyin, küçük gördüğünüz şeyler belki sizin için hayırlıdır ve belki sevdiğiniz şeyler sizin için şerdir. Allah ilmin sahibidir. Sizler ilmin sahibi değilsiniz.
-217-
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Yeselûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîhi kul kıtâlun fîhi kebîr ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh vel fitnetu ekberu minel katli ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat amâluhum fîd dunyâ vel âhiret ve ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
Yeselûne ke | : soruyorlar, sorarlar, sana |
an el şehri | : iç alem, enfus, ay, meşhur, teşhir olan, açığa çıkan, |
el harami | : kutsal, haram, |
Kıtalin fihi | : mücadele, gayret, onun hakkında, onun içinde |
Kul kıtalun | : anlat, deki, bildir, mücadele, gayret, |
fihi kebîrun | : onun hakkında, içinde, büyük |
ve saddun | : men etmek, engellemek, |
an sebil Allah | : yol, hakikatler, Allah, |
Ve kufrun bi-hi | : hakikatleri örtmek, onu |
ve el mescidi el harâmi | : kutsal olana teslim olmak, yönelmek, |
ve ihrâcu ehli hi | : dışarı, çıkarmak, ortaya çıkarmak, ehli, sahip, halk, o |
Minhu ekber inde allâh | : ondan, oradan, büyük, yüce, katında, Allah |
ve el fitnetu | : fitne, arabozuculuk, kargaşa, haktan ayıran her şey |
Ekber min el katli | : büyük, daha büyük, tehlikeli, öldürmek, dağıtmak, |
ve lâ yezâlûne | : yok, zail olmazlar, geri kalmazlar |
yukâtilûne-kum | : savaşmak, mücadele etmek, sizinle savaşırlar |
Hatta yeruddû-kum | : hatta, döndürürler, reddetmek, siz, |
an dini-kum | : din hakkında, sizi |
in istetâû | : eğer, şayet, güç, güçleri yetse |
Ve men yertedid min-kum | : kim, dönmek, cehalete dönmek, sizden |
an dini-hi | : din hakkında, varlığın yaratılış yasaları, o |
fe yemut | : böylece, o taktirde ölür, kaybeder |
ve huve kafirun | : o, hakikatleri örtmek |
Fe ulaike habitat | : artık, işte onlar, boşa giden, |
amal hum | : amelleri, çalışma, onlar |
fî el dunyâ ve el ahiret | : dünyada, yaşarken ve sonunda, |
Ve ulaike ashâbu | : işte onlar, sahip, halk, hali, |
en nâri | : ateş, yakıp yıkıcılık |
Hum fiha halidin | : onlar, orada, o halin içinde, devamlı, |
217- Sana kutsal olan o iç âlemin hakikatlerini anlamak için mücadeleyi soruyorlar. De ki: O büyük bir mücadeledir. Allah yolunda hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeyi engellemektir. Kutsal olana teslim olmaktır. Allah’a ait olan o yüce hakikatleri ortaya çıkarmak, ehil olmaktır. Fitne öldürmekten daha tehlikelidir. Sizlerden dinin hakikatlerini anlamak isteyenlere karşı, güçleri yettiğince sizleri yolunuzdan döndürmek için mücadele eden, geri durmayanlar vardır. Kim, sizden o varoluş yasalarını anlamayı bırakıp, cehalete dönerse, işte onlar kaybedenlerdir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir. İşte onların amelleri, yaşarken ve sonunda boşa gitmiştir. İşte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.
-218-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İnnellezîne âmenû vellezîne hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi ulâike yercûne rahmetallâh vallâhu gafûrun rahîm
inne ellezîne amenu | : muhakak ki onlar, iman eden, inanan |
ve ellezîne haceru | : o kimseler, hicret, cehaletten irfaniyete yol alan |
Ve cahedu | : gayret, mücadele, hakikatleri anlamak, |
fî sebîli allâh | : hakikatler için, hakikatler hakkında, Allah’ın yolunda |
Ulâike yercune | : işte onlar, arzu, ümit, umut, |
rahmete allâh | : Allah’ın rahmeti |
Ve Allâh gafur | : Allah, mağfiret, temizleyen, tertemzi lütuflar sunan |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
218- Muhakkak ki iman edenler ve cehaletten irfaniyete yol alanlar ve Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterenler, işte onların arzusu Allah’ın rahmetinde olmayı arzu etmektir. Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-219-
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Yeselûneke anil hamri vel meysir kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu lin nâsi ve ismuhumâ ekberu min nefihimâ ve yes’elûneke mâzâ yunfikûn kulil afve kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn
yeselûne-ke | : sorarlar, araştırırlar, sana, |
an el hamr | : şarap, içki, aklı örten, uyuşturan |
ve el meysiri | : oyun, şans, kolaylık, kumar |
Kul fi hima | : anlat, de, söyle, onlarda, |
ismun kebîrun | : günah, vebal, büyük |
ve menâfiu li el nas | : fayda, yarar, ibret, insanlara |
ve ismu-humâ ekber | : vebal, günah, yanlış, onlarda, büyük |
min nefi hima | : fayda, yarar, menfaat çıkaran, çıkarcı |
Ve yeselûne-ke | : sana soruyorlar, sorarlar, |
Mâzâ yeunfikune | : ne, nasıl, infak etmek, varlığını sahibine teslim etmek |
Kul el afv | : anlat, bağışlamak, bağışlayıcı olmak |
Kezalike yubeyyinu allâh | : işte böyle, açıklıyor, gösteriyor, apaçık delillerle, Allah |
Lekum el ayeti | : size, ayetler, işaretler, deliller, |
Lealle kum tetefekkerûne | : umulurki siz, tefekkür edersiniz, düşünürsünüz |
219- Sana aklı örten, uyuşturan şeyleri ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda büyük vebal vardır ve insanlar için ibretler de vardır ve onların vebali ibretinden daha büyüktür. Sana infakın nasıl olacağını sorarlar. De ki: O bir bağışlamadır. İşte Allah ayetleri size apaçık delilleriyle ortaya koyandır. Umulur ki siz hakikatlere ulaşmak için düşünürsünüz.
-220-
فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Fîd dunyâ vel âhirat ve yeselûneke anil yetâmâ kul ıslâhun lehum hayr ve in tuhâlitûhum fe ıhvânukum vallâhu yalemul mufside minel muslihi ve lev şâallâhu le anetekum innallâhe azîzun hakîm
fî el dunyâ ve el ahiret | : dünya için, yaşam ve sonları, sonunda, |
ve yeselûne-ke | : sana soruyorlar, sorarlar |
an el yetâmâ | : yetimler, atalarının inancından kopup hakikati arayan |
Kul ıslâhun lehum hayrun | : anlat, ıslah etmek, düzeltmek, onları, hayır, iyi olan |
ve in tuhâlitû-hum | : eğer, şayet, karıştırıcı, karışırsanız, katılırsanız |
Fe ıhvânu-kum | : artık, kardeş, yoldaş, dost, siz, |
ve Allâh yalemu | : Allah, ilmin sahibi, bilin |
El mufsid | : fesatlık, arabozucu, ikilik çıkarmak, |
min el muslihi | : ıslah edenlerden, iyileştirme |
ve lev şae Allah | : şayet, olsa, ise, eğer, istek, Allah |
Le anete-kum | : elbette, günah, fesat, sıkıntı, müşkil, kötülük, siz |
inne Allâh aziz | : olduğu, Allah, tüm niteliklerin sahibi, sıfatların sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm varlığa hakim olan, |
220- Bunlar yaşamınız ve sonunuz için açıklamalardır. Atalarının inancından kopup hakikati arayanlar hakkında sana sorarlar, de ki: Onlara hakikatler yolunda ıslah olmaları için hayırlı bir şekilde yardım edin. Onlar sizinle aynı düşüncelere katılırlarsa, artık onlar sizin yoldaşınızdır. Allah’ın ilmin sahibi olduğunu unutmayın. İkiliğe, bozgunculuğa karşı iyileştirme düzeltme yolunda olun. Eğer isterseniz elbette sizin müşkillerinizi Allah giderir. Muhakkak ki Allah tüm sıfatların sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-221-
وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُواْ الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُواْ وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Ve lâ tenkihûl muşrikâti hattâ yuminne ve le emetun mu’minetun hayrun min muşriketin ve lev acebetkum ve lâ tunkihûl muşrikîne hattâ yuminû ve le abdun muminun hayrun min muşrikin ve lev acebekum ulâike yedûne ilen nâr vallâhu yedû ilel cenneti vel magfireti bi iznihi ve yubeyyinu âyâtihî lin nâsi leallehum yetezekkerûn
ve la tenkihû | : yok, nikah, uygunluk, birleştirme, |
el müşrikat | : müşriklik yolunda olan, müşrikliğe meyleden |
hattâ yuminne | : hatta, oluncaya, iman, inanan, |
ve le emetun muminetun | : elbette, ulus, çalışan, uğraşan, iman etmeye adım atmış |
Hayrun min muşriketin | : hayırlı olan, iyi olan, müşriklik yolunda olan, |
ve lev acebet kum | : eğer, ise, hayret, acayip, farklı, hoş, siz |
ve la tenkihû | : yok, nikah, uygunluk, |
el müşrikin | : müşrik olan, ortak koşan |
hattâ yuminne | : hatta, oluncaya, iman, inanan, |
ve le abdun müminin | : elbette, kul, kulluk, mümin, emin olan, inanan |
Hayrun mim müşrikin | : hayırlı, iyi olan, ortak koşan, müşrik olan |
ve lev acebe kum | : eğer, ise, hayret, acayip, farklı, hoş, siz |
ulâike yedûne | : işte onlar, davet, çağrı, |
ila el nar | : ancak, sadece, ateş, yakıp yıkıcı haller, |
Ve Allah yedu | : Allah, davet, çağrı, aramak, |
ilâ el cennet | : huzur, huzur üzere, cennet, |
ve el magfireti | : mağfiret, bağışlama, tertemiz yapan, |
bi izni hi | : mağfiret, bağışlama, izin, yetkili, ruhsat, o |
ve yubeyyinu | : açıklıyor, beyan, delilleriyle ortaya koyan |
Ayati hi li el nas | : ayet, işaret, delil, o, insanlara |
lealle-hum yetezekkerûne | : umulur ki onlar, tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakan |
221- İman etmedikleri müddetçe müşriklik yolunda olanlarla bir araya gelmeniz uygun değildir. Eğer sizin gittiğiniz yolu sevmişse, elbette iman etmek için çalışan kimse, müşriklik yolunda olandan daha hayırlıdır. İman etmedikleri müddetçe müşrik olanlarla da bir araya gelmeniz uygun değildir. Eğer sizin gittiğiniz yolu sevmişse, elbette iman edip Allah’a kul olan kimse, müşrik olandan daha hayırlıdır. Müşrik olanların daveti ateşedir. Allah’ın davetine uyanlar huzur üzere olurlar ve her şeyde O’nun yetkili olduğunu bilirler, mağfireti anlarlar. İşte insanlar için ayetler apaçık açıklanır. Umulur ki onlar varoluşu düşünüp anlarlar, o hakikatlerle bu âleme bakarlar.
-222-
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Ve yeselûneke anil mahîd kul huve ezen fatezilûn nisâe fîl mahîdi ve lâ takrabûhunne hattâ yathurne fe izâ tetahherne fetûhunne min haysu emerekumullâh innallâhe yuhıbbut tevvâbîne ve yuhibbul mutetahhirîn
ve yeselûn ke | : soruyorlar, sorarlar, araştırırlar, sana, |
an el mahid | : akmak, adet kanaması, kirliliğin akması, yer, aslı, içyüzü |
Kul huve | : anlat, deki, o, o durum, o olay |
ezen | : eza, zor süreç, ıstırap, kibirden geçmek, sıkıntı, koparmak |
fe ıtezilu | : bu yüzden, uzak durun, yaklaşmayın, dokunmayın, |
el nisae | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın |
fî el mahîdi | : akmak, yer, beşik, döşenmiş |
ve lâ takrabûhunne | : yok, yaklaşmak, onlar |
hattâ yathurne | : hatta, olunca, temizleninceye kadar, arınmak |
fe izâ tetahherne | : artık, o zaman, sonra, temizlenmek, arınmak, |
Fe etuhunne min haysu | : artık, sonra, gelmek, bulmak, onlara, yerden |
emere-kum Allâh | : hüküm, emir, iş, siz, Allah |
inne Allâh yuhıbbu | : muhakkak, Allah, sevgi, sever, aşk, |
et tevvâbîne | : tövbe edenler, yaptığı hatadan dönen, |
ve yuhibbu | : sever, sevgi, aşk, sevgi içinde olan, |
el mutetahhirin | : arınan, temizlenen, temizlenmek, |
222- Sana kirliliğin akması hakkında sorarlar. De ki: O bir eziyettir. Bu yüzden nefsini tanıma yolunda olanlara kirlilikten geçinceye kadar dokunmayın. Onlar temizleninceye kadar yaklaşmayın. Artık onlar temizlendiğinde, Allah’ın hükümleri ölçüsünce onlara yakınlaşın. Muhakkak ki yaptıkları hataları anlayıp dönenler, Allah sevgisine ulaşırlar ve kendilerini hakikatlerle temizleyenler bir sevgi içindedirler.
-223-
نِسَآؤُكُمْ حَرْثٌ لَّكُمْ فَأْتُواْ حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُم مُّلاَقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Nisâukum harsun lekum fetû harsekum ennâ şitum ve kaddimû li enfusikum vettekûllâhe valemû ennekum mulâkûhu ve beşşiril muminîn
nisâu-kum | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, siz, |
harsun lekum | : ekin, kültür, ekmek, yetiştirmek, geliştirmek, siz |
Fe etu harse-kum | : artık, gelmek, bulmak, yaklaşmak, kültür, ekin, siz |
Ennâ şitum | : nasıl, isteme, dileme, arzu, |
ve kaddimû | : takdim edin, sağlamak, vermek, temin, |
li enfus kum | : nefsiniz, kendinizi, |
Ve itteku allâh | : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın |
Ve alemû | : bilin, anlayın, |
Enne kum | : olduğu, siz, |
mulâkû-hu | : kavuşmak, ulaşmak, buluşmak, görüşen |
ve beşşir | : müjdele, bildir, sevindir, ümit veren, |
el müminin | : mümin, inanan, |
223- Siz nefsinizi tanıma yolunda olun, kendinizi hakikatlerle yetiştirin. Öyle ki siz kendinizi yetiştirmede arzulu olun, hakikatlere ulaşın ve kendinizi hakikatlere teslim edin ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve O’nun kendinizde olduğunu bilin ve ümit veren müminlerden olun.
-224-
وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ve lâ tecalûllâhe urdaten li eymânikum en teberrû ve tettekû ve tuslihû beynen nâs vallâhu semîun alîm
ve lâ tecalû allah | : yok, edinmeyin, kılmayın, yapmayın, Allah |
Urdaten | : gösteriş, mani, siper, |
li eymâni-kum | : yeminleriniz, sağ, noksansız, sağlamlık, siz, |
en teberrû | : erdemlilik, pak, temiz, iyi kimse, hayırlı kimse |
ve tettekû | : fenalardan sakının, takva sahibi, |
ve tuslihû beyne el nas | : ıslah edin, düzeltin, uzlaşmacı, arasını, insanlar, |
ve Allâh semiun alim | : Allah, işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
224- Kendinizi; erdemlilik içinde noksansız görüp, bir gösteriş içinde Allah’ın yerine koymayın, fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın, insanlar arasında uzlaşmacı olun, işittirenin ve ilmin sahibi olanın Allah olduğunu bilin.
-225-
لاَّ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِيَ أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Lâ yuâhızukumullâhu bil lagvi fî eymânikum ve lâkin yuâhızukum bi mâ kesebet kulûbukum vallâhu gafûrun halîm
lâ yuâhızu-kum Allah | : yok, niyet, amaç, alma, edinme, siz, Allah |
bi el lagvi | : düşüncesizlik, boş, lüzumsuz sözler |
fî eymâni-kum | : noksansızlık, mükemmel, yemin, sağ, |
ve lâkin yuâhızu-kum | : lakin, niyet, amaç, alma, edinme, sarılma, siz |
bi mâ kesebet | : şey, ne, değil, edinmek, kazandığı şeyler ile |
kulûbu-kum | : kalpleriniz, idrakleriniz, |
Ve Allâh gafur | : Allah, magfiret eden, tertemiz lütuflar sunan |
halim | : uysal, sakin, |
225- Allah hakkında boş lüzumsuz sözler edinmeyin. Siz mükemmeli arama içinde olun ve kalb sahibi olmak için hakikatlere sarılın ve tertemiz lütufları sunanın, güzel halleri sunanın Allah olduğunu bilin.
-226-
لِّلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِن نِّسَآئِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَآؤُوا فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Lillezîne yulûne min nisâihim terabbusu erbaati eşhur fe in fâû fe innallâhe gafûrun rahîm
li ellezîne | : o kimseler için, onlara, olanlar, |
Yulune, ila, | : yakınlık, çok istekli, son, nihayet, birlikte, derd, yemin |
min nisâi-him | : nefsini tanıma yolunda olan, insan olma yolunda olanlar |
Terabbusu | : beklerler, durmak, yaklaşmamak, bitirmek |
erbaat | : dört, tamam, rabbine dönmek, vücud sıfatları, rububiyet |
eşhurin | : ay, meşhur, iç alem, görünen, ortaya çıkan, tecelliler |
Fe in fau | : böylece, fakat, sonlandırma, bitiş, dönmek, |
Fe inne Allâh gafur | : muhakkak ki, Allah, magfiret, tertemiz lütuflar sunan |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
226- Nefsini tanıma yolunda olanlardan hakikatleri anlamaya istekli olanlar; fenalara yaklaşmaz, tecellileri anlar, Rabbine döner, sonra da o cahil hallerini bitirirlerse, muhakkak ki tertemiz lütufları sunanın, varlığı özünden varedenin Allah olduğunu anlarlar.
-227-
وَإِنْ عَزَمُواْ الطَّلاَقَ فَإِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ve in azemût talâka fe innallâhe semîun alîm
ve in azemû | : eğer, ise, azimli, kararlı, |
el talak | : boşamak, ayrılmak, bırakmak, çözmek, |
Fe inne Allâh semiun | : muhakkak, Allah, işitmek, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
227- Eğer o cahil hallerini bırakmada kararlı davranırlarsa, muhakkak ki işittirenin, ilmiyle varedenin Allah olduğunu anlarlar.
-228-
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Vel mutallakâtu yeterabbasne bi enfusihinne selâsete kurûin ve lâ yahıllu lehunne en yektumne mâ halakallâhu fî erhâmihinne in kunne yuminne billâhi vel yevmil âhır ve buûletuhunne ehakku bi reddihinne fî zâlike in erâdû ıslâhâ ve lehunne mislullezî aleyhinne bil marûf ve lir ricâli aleyhinne derecet vallâhu azîzun hakîm
ve el mutallakatu | : ayrılmış, bırakmış, boşanmış |
yeterabbasne | : dururlar, beklerler, |
bi enfusi-hinne | : enfus, nefis, onlar, kendileri |
selasete | : akıcı anlaşılır konuşmak, ifadedeki ahenk, üç, birleşmiş |
kurûin | : dönem, zaman, devir, iki bölüm |
ve la yahıllu lehunne | : yok, helal, uygun, onlara |
en yektumne | : gizlemek, saklamak, tutmak, |
mâ halaka allah | : şey, ne, değil, halk, yaratmak, Allah |
fî erhâmi-hinne | : içinde, rahimler, özünden gelenler, yakınlar, onlar |
in kunne yuminne bi allah | : eğer, ise, onlar, iman eder, inanır, Allah |
ve el yevmi el âhıri | : son güne, sonraki güne, son vakit, |
ve buûletu-hunne | : eşler, eşlik, aynılık, karakoca, onlar |
ehakku | : gerçek, doğru, hakikat, |
bi reddi hinne | : red, kabul etmeme, geri dönme, onlar |
Fi zalike in eradu | : işte bunda, içinde, eğer, istek, irade, arzu, |
ıslaha | : ıslah, düzelme, iyileşme, nefsini ıslah etmek, |
ve lehunne mislu ellezi | : onların, misli, benzer, gibi, aynı, onun gibi, o kimseler |
Aleyhinne bi el marufi | : onların üzerinde, irfaniyet, bilmek, erdem, fazilet, |
ve li el ricâli | : için, ileri gelen, bilgili olan, kamil olan, ehil kimse, erkek |
Aleyhinne derecetun | : onların üzerinde, derece, makam, kademe, |
ve Allâh aziz | : Allah, tüm niteliklerin yüce sahibi, sıfatların sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm varlığa hakim olan, |
228- Onlar nefslerini anlama yolunda cehaletlerini bırakıp beklerler, hakikatlerin akıcı sözlerini zaman içinde anlamaya çalıştıklarında, artık onlara cahil hallerine sarılmak uygun değildir. Eğer onlar Allah’a iman ederler ve sonlarına inanırlarsa, tüm varlığın bir özden geldiğini, halk edilen şeylerin Allah’tan olduğunu anlarlar. İşte böylece eğer düzelmeye istekli olurlarsa, cehalet hallerinden geri dönerlerse, hakikatleri, varlığın birbiriyle eş olduğunu anlarlar ve onlar irfaniyet içinde olanlar gibi olurlar ve onlar makamlarında kemalat içinde olurlar ve tüm sıfatların sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilirler.
-229-
الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Et talâku merratân fe imsâkun bi marûfin ev tesrîhun bi ihsân ve lâ yahıllu lekum en tehuzû mimmâ âteytumûhunne şeyen illâ en yehâfâ ellâ yukîmâ hudûdallâh fe in hıftum ellâ yukîmâ hudûdallâhi fe lâ cunâha aleyhimâ fî meftedet bihi tilke hudûdullâhi fe lâ tatedûhâ ve men yeteadde hudûdallâhi fe ulâike humuz zâlimûn
el talâku | : bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak, |
merratâni | : makamlar üzere, kere, birçok, iki kere |
Fe imsakun | : artık, tutmak, el çekmek, uzak durmak, |
bi marafin | : belirtilmiş, bilinen, nezaket, irfaniyet içinde, |
Ev tesrihun bi ihsânin | : yada, bırakmak, terhis, bitirmek, ihsan, güzelce, |
ve lâ yahıllu lekum | : yok, uygun, helal, size, |
En tehuzu mimmâ | : almak, edinmek, sarılmak, şeyden |
âteytumû-hunne şeyen | : verdiniz, bıraktınız, onlar, bir şey |
İlla en yehâfâ | : ancak, başka, korkmak, çekinmek, |
ellâ yukîmâ | : değil, ikame etmek, hep o halde durmak, sağlam, diri |
hudûda allâhi | : Allah’ın hudutları, sınırları, kanunları, mertebe, derece, |
Fe in hıftum | : artık, eğer, ise, korkmak, çekinmek, |
ellâ yukîmâ | : değil, yok, ikame, dirilik, sağlamlık |
hudûda allâh | : Allah’ın hudutları, derece, mertebe, sınırları |
Fe lâ cunâha aleyhima | : artık, yok, vebal, günah, hata, onların, üzerlerinde |
Fi ma iftedet bihi | : için, şey, ne, değil, fidye, bedel, vazgeçmek, vermek, ona |
Tilke hudûda Allâh | : işte bu, hudur, sınır, mertebe, derece, Allah |
Fe lâ tatedû-hâ | : artık, yok, aşmak, haddi aşmak, onu |
Ve men yeteadde | : kim, taşkınlık, aşıyor, |
hudûda Allâh | : hudur, sınır, Allah |
Fe ulaike hum el zalimin | : artık, işte onlar, zalimler, zulümlerde olan |
229- Cehalet bağından kurtulmak makamlar üzeredir, öyle ki bir irfaniyet içinde o hallerden el çekmektir, ya da iyi bir şekilde cehaleti anlayıp o halleri bırakmaktır. Bıraktığınız o hallere tekrar dönüp sarılmanız size uygun değildir. Ancak o hallerinize dönmekten korkarsanız, Allah’ı anlamak için makamlara bakın, o sağlam duruştan başka bir hâlde olmayın. Yine de bir korku içinde olursanız, Allah’ı anlamak için her varlıktaki o dirilik şuurundan başka bir hâl üzere olmayın. Artık böyle yapanlar, o hallerden vazgeçenler bir vebal içinde olmazlar. İşte bunlar Allah’ı anlamadaki mertebelerdir. Bundan sonra haddi aşmayın ve kim Allah’ı anlamada, mertebelerinde haddi aşanlardan olursa, işte onlar zalimlerdir.
-230-
فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ تَحِلُّ لَهُ مِن بَعْدُ حَتَّىَ تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَن يَتَرَاجَعَا إِن ظَنَّا أَن يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Fe in tallakahâ fe lâ tahıllu lehu min badu hattâ tenkiha zevcen gayrahu fe in tallakahâ fe lâ cunâha aleyhimâ en yeterâceâ in zannâ en yukîmâ hudûdallâh ve tilke hudûdullâhi yubeyyinuhâ li kavmin yalemûn
fe in talak ha | : artık, ise, eğer, bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak, o |
Fe lâ tahıllu lehu | : artık, yok, helal, uygun, ona, sonradan, uzak, |
min badu | : sonra, sonrası, ardından, sonradan, uzak, |
Tenkiha | : eklemek, katmak, uygun, nikah, bağlılık, |
zevcen | : eş, benzer, cins, tür, birlik, aynı yolda olan, |
gayra-hu | : gayrı, başka, başkası, diğer, |
fe in talak ha | : artık, bundan sonra, bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak, o |
Fe lâ cunâha aleyhima | : artık, yok, vebal, günah, hata, onların, üzerlerinde |
en yeterâceâ in zanna | : dönmeleri, zan, sanma, düşünme, zannetme |
En yukima | : ikame, hep o halde durmak, sağlam, diri, |
hudûd allâh | : hudud, sınır, hükmü anlama, derece, makam, Allah |
Ve tikle hudûda Allâh | : işte bu, hudur, sınır, mertebe, derece, Allah |
Yubeyyinu ha | : açıklıyor, izah ediyor, onu |
li kavmin yalemun | : için, kavim, topluluk, insanlar, biliyorlar, bilsinler |
230- Artık o kişi o hallerini bıraktığında, artık onun sonradan o hallere dönmesi uygun değildir. O kişi başka bir yola değil, birlik üzere olan hakikatin yoluna bağlanır. Artık o hallerini bırakan kişi, o haller üzere olanların zanlarından dönmeleri ve Allah’ın hükümlerini anlamada sağlam bir duruşta olmaları için, onlara yardım etmesinde ona bir vebal yoktur. İşte bunlar Allah’ı anlamadaki mertebelerdir, bilmek isteyen kimselere o hakikatleri açıklamaktır.
-231-
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلاَ تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لَّتَعْتَدُواْ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Ve izâ tallaktumun nisâe fe belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi marûfin ev serrihûhunne bi marûf ve lâ tumsikûhunne dırâran li tatedû ve men yefal zâlike fe kad zaleme nefsehu ve lâ tettehızû âyâtillâhi huzuvâ vezkurû nimetallâhi aleykum ve mâ enzele aleykum minel kitâbi vel hikmeti yeızukum bihî vettekûllâhe valemû ennallâhe bi kulli şeyin alîm
ve izâ tallaktum | : bıraktığınızda, bağı çözmek, ayrılmak, bırakmak, |
el nisâe | : nefsini anlama yolunda olan, kadın |
Fe belagne | : artık, anlamak, ulaşmak, erişmek, |
ecele hunne | : süre, belirli zaman, belli süre, bir süre, onları, |
fe emsik hunne | : artık, sımsıkı sarılmak, el çekmek, tutmak, kavramak, onlar |
bi maruf | : irfaniyet, bilmek, iyi haller, iyi olan, |
Ev serrihu hunne | : yada, bırakmak, kopmak, ayrılmak, taburcu, onlar, |
bi marûfin | : irfaniyet, bilmek, iyi olan, ariflik, |
ve lâ tumsikû-hunne | : tutmayın, el çekmek, bırakmak, onlar |
Dırâran | : ikilik, arabozmak, |
li tadedu | : haddi aşmışlık, bozmak, zarar vermek, saldırmak, |
ve men yefal zalike | : kim, yapar, işler, bunu, bu o, |
Fe kad zaleme | : artık, oldu, zulüm, haksızlık, kötülük, |
nefse-hu | : kendi nefsine, kendine, o |
ve lâ tettehızû | : yok, edinmek, sarılmak, edinmeyin, yapmayın |
âyâti Allâh huzuven | : ayet, işaret, delil, Allah, alay etmek, önemsememek |
ve uzkurû nimet Allah | : hatırlayın, anlayın, nimet, sıfatlar, tecelli, Allah |
aleykum | : sizin üzerinize, size |
ve mâ enzele aleykum | : sunulan şey, verilen, indirilen, üzerinize |
min el kitabi | : kitaptan, hakikatlerin sözleri, her varlık bir kitap, |
ve el hikmeti | : bilgelik, yaratılışı anlama düşüncesi, ince hikmetler, |
yeızu-kum bihi | : vazeder, öğüt, nasihat, siz, onunla |
Ve itteku allâhe | : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın |
Ve alemû enne Allah | : bilin, biliniz, olduğunu, Allah, |
Bi kulli şeyin alim | : bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
231- Nefsini anlama yolunda olanlara, cehaletten ayrılmaları için yardım ettiğinizde, bundan sonra onlar bir irfaniyet içinde hakikatlere sımsıkı sarılıncaya, bir irfaniyet içinde o cehalet hallerini bırakıncaya, hakikatleri anlayıncaya kadar bekleyin. Haddi aşmışlık içinde, ikilik hallerinde olanlardan uzaklaşın. Kim o haller üzere olursa, işte o nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini önemsememezlik yapmayın ve üzerinizdeki Allah’ın nimetlerini anlayın. Tüm varlık kitabından size sunulan şeyleri ve her varlığın içinde ince hikmetler olduğunu anlayın. Bunlar sizlere öğütlerdir. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilin.
-232-
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ مِنكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكُمْ أَزْكَى لَكُمْ وَأَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Ve izâ tallaktumun nisâe fe belagne ecelehunne fe lâ tadulûhunne en yenkıhne ezvâcehunne izâ terâdav beynehum bil marûf zâlike yûazu bihî men kâne minkum yu’minu billâhi vel yevmil âhır zâlikum ezkâ lekum ve ather vallâhu yalemu ve entum lâ talemûn
ve izâ tallaktum | : bıraktığınızda, bağı çözmek, ayrılmak, bırakmak, |
el nisâe | : nefsini anlama yolunda olan, kadın |
Fe belagne | : artık, anlamak, ulaşmak, erişmek, |
ecele hunne | : süre, belirli süre, onlar, belli süre beklemek |
Fe lâ tadulû-hunne | : artık, yok, engel, adil, doğruluk, onlar |
en yenkıhne | : uygun, nikah, bağlanmak, birleşmek, katılmak, |
ezvâce-hunne | : eş, aynı yolda olan, tür, birlikte, onlar |
izâ terâdav beyne hum | : hoşluk, memnun, razı olmak, aralarında |
bi el marûfi | : irfaniyet, bilmek, iyi olan, ariflik |
Zalike yuazu bihi | : işte bu, vazeder, öğüt, nasihat, onunla |
Men kane min kum | : kim, oldu, sizden, |
yuminu bi Allah | : iman eder, inanır, Allah |
ve el yevmi el âhıri | : son gün, sonuna, sonunun geleceği gün, |
Zâlikum ezka lekum | : işte bu, arınmak, saf, temiz, zeki, anlayışlı, pak, idrak, sizin |
ve atheru | : arınmak, cehaletten arınmak, daha temiz olma |
Ve Allah yalemu | : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir, bilin |
ve entum la talemun | : siz, yok, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
232- Nefsini anlama yolunda olanlara, cehaletten ayrılmaları için yardım ettiğinizde, bundan sonra onlar hakikatleri anlayıncaya kadar bekleyin. Artık o yolda olanlar hakikatlere bağlansınlar, adaletten ayrılmasınlar. Onlar aralarında irfaniyet üzere, hoşnutluk üzere olsunlar. Bunlar sizlere öğütlerdir. Sizden kim Allah’a iman eder ve sonunun geleceği güne inanırsa, işte bu sizin için zeki olmaktır ve cehaletten arınmaktır. Allah ilmin sahibidir ve sizler ilmin sahibi değilsiniz.
-233-
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Vel vâlidâtu yurdıne evlâdehunne havleyni kâmileyni li men erâde en yutimmer radâate ve alel mevlûdi lehu rızkuhunne ve kisvetuhunne bil marûf lâ tukellefu nefsun illâ vusahâ lâ tudârra vâlidetun bi veledihâ ve lâ mevlûdun lehu bi veledihî ve alel vârisi mislu zâlike fe in erâdâ fısâlen an terâdın min humâ ve teşâvurin fe lâ cunâha aleyhimâ ve in eradtum en testerdıû evlâdekum fe lâ cunâha aleykum izâ sellemtum mâ âteytum bil marûf vettekullâhe valemû ennellâhe bi mâ tamelûne basîr
ve el validatu yurdine | : anneler, emzirmek, süt vermek, beslemek, |
evlâde-hunne | : kendi evlâtlarını |
Havleyni kamileyni | : sene, yıl, bir halden bir hale geçme, gelişme, olgunlaşma |
Li men erade en yutimme | : için, kim, kimse, istek, arzu, tamamlamak |
el radâate | : emzirmek, beslemek, büyütmek |
ve alâ el mevlûdi lehu | : üzerine, için, yeni doğmuş, bebek, doğuş, onu |
rızku-hunne | : rızıkları, ihtiyaç, lütuf, hakikat bilgileri |
ve kisvetu-hunne | : kılık, kıyafet, giyimleri, halleri, terbiye, edep, onların |
bi el marûfi | : irfaniyet, bilgili, iyi olmak |
lâ tukellefu nefsun | : yok, sorumluluk, yükümlü, nefs, kendisi, kimse |
illâ vusa-hâ | : ancak, gücü, korumak, onu |
lâ tudârra | : yok, zarar, sıkıntı, |
Vâlidetun bi veledi ha | : anne, çocuk, evlat, onun, kendi |
Ve la mevlûdun lehu | : yok, yeni doğmuş, onu, |
bi veledi-hi | : evlat, çocuk, o |
ve alâ el vâris misli zalike | : için, üzerine, kalan, varis, misli, aynı, benzer, bu, |
Fe in erada fısâlen an | : artık, eğer, şayet, ister, sütten kesme |
Terâdın min huma | : razı, hoşnut, onların |
ve teşâvurin | : müşavere, görüşerek, kara vermek, |
Fe la cunaha aleyhima | : artık, yok, günah, vebal, hata, onların |
Ve in eradtum | : eğer, isterseniz, |
en testerdıû | : emzirmek, sütanne, evlat, çocuk, siz |
Fe la cunaha aleykum | : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde |
izâ sellemtum | : olduğunda, teslim, teslim ettiğiniz zaman |
mâ âteytum bi el maruf | : şey, ne, değil, vermek, irfaniyet, bilgili |
ve ittekû allâhe | : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın |
Ve alemû enne Allah | : bilin, olduğunu, Allah |
bi mâ tamelûne | : yaptığınız şeyleri, yaptıklarınızı, |
basirun | : gören anlayan, gösterip duran, basiret sahibi, |
233- Anneler bebeklerini onların süt istekleri tamamlanıncaya kadar, büyüyüp gelişinceye kadar emzirsinler. O yeni doğmuşlara onların rızıklarından versinler ve onları iyi bir halde yetiştirsinler. Sorumluluklarını unutmasınlar. Anneler evlatlarını güçleninceye kadar sıkıntılardan korusunlar ve o yeni doğmuşların evlatları olduğunu ve onların her şeyiyle varisleri olduğunu unutmasınlar. Sütten kesecekleri zaman onların rızasına baksınlar ve ona göre karar versinler. Artık bundan dolayı onlara bir vebal yoktur. Eğer bir sütanneye vermek isterseniz, iyi bir hâlde gelişmesi için teslim ettiğinizde, size bir vebal yoktur. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterenin Allah olduğunu bilin.
-234-
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Vellezîne yuteveffevne minkum ve yezerûne ezvâcen yeterabbasne bi enfusihinne erbeate eşhurin ve aşrâ fe izâ belagne ecelehunne fe lâ cunâhe aleykum fî mâ fealne fî enfusihinne bil marûf vallâhu bi mâ tamelûne habîr
ve ellezine yuteveffevne | : o kimseler, vefat, teslim olma, sevgi bağlılığı, vefa |
Min kum | : sizden, |
ve yezerûne | : geride kalan, geriye bırakılan, küçük görmek, |
ezvacen | : eş, birlikte olan, aynı yolda olan, tür, cins, benzer |
yeterabbasne | : beklemek, durmak, hakikati anlamak için beklemek |
bi enfusi-hinne | : nefslerinde, kendilerinde, öz varlığı, |
Erbeate | : dört, makam, Rabbine dönmek, Allah’a dönmek |
eşhurin | : ay, meşhur olan, açığa çıkan, ışık veren, teşhir, |
ve aşran | : on, kısım, bölüm, grup, her biri, tamamlamak, hepsi |
Fe iza belagne | : artık, anladığında, ulaşmak, erişmek |
ecele hunne | : süre, belirli süre, zaman, onlar |
Fe la cunaha aleykum | : artık, yok, vebal, hata, fenadan kurtulmak, kendinizde |
Fi ma fealne | : içinde, fâil olan, çalışmak, yaptılar, nisbet ettiler, |
fî enfusi-hinne | : nefslerinde, kendilerinde, |
bi el marufi | : irfaniyet, bilgili, iyi olmak, bir ariflik içinde olmak, |
ve Allâh bima tamelun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
habir | : bildiren, haber veren, hakikatleri bildiren, |
234- Sizden sevgiyle teslim olan kimseler vardır. Onlarla birlikte olup hakikatleri anlamada geride kalanlar; onlar nefslerini anlamak için beklerler, hakikatler açığa çıkıncaya kadar Rabbine dönerler ve her bir inceliği anlamak için gayret gösterirler. Artık onlar belli bir süre içinde hakikatleri anladıklarında, böylece kendilerine nisbet ettikleri fenalardan kurtulurlar, bir irfaniyet içinde olurlar. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-235-
وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Ve lâ cunâhe aleykum fîmâ arradtum bihî min hitbetin nisâi ev eknentum fî enfusikum alimallâhu ennekum se tezkurûnehunne ve lâkin lâ tuvâıdûhunne sirran illâ en tekûlû kavlen marûfâ ve lâ tazimû ukdeten nikâhı hattâ yeblugal kitâbu ecelehu valemû ennallâhe yalemu mâ fî enfusikum fahzerûhu valemû ennallâhe gafûrun halîm
ve la cunaha aleykum | : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde |
Fima arradtum bihi | : içinde, şey, ne, hakkında, getirmek, göstermek, onu |
Min hitbeti | : konuşmak, hitab, açıklamak, |
en nisâi | : kadın, nefsini anlama yolunda olan |
Ev eknentum | : veya, örtmek, gizlemek, susmak, |
Fi enfusi-kum | : içinde, nefsleriniz, kendiniz, siz |
Alime Allah | : bildi, ilmin sahibi, Allah, |
enne-kum | : olduğunuzu, siz |
se tezkurûne-hunne | : anlamak, anmak, zikretmek, onlar |
Ve lâ tuvâıdû-hunne | : lakin, fakat, yok, vaad, sözleşmeyin, onlar |
sirran | : sır, bilinmeyen, gizli, |
İlla en tekulu kavlen | : ancak, sadece, söylemek, demek, bir söz |
marûfen | : iyi, ariflik, bilmek, |
ve lâ tazimû | : yok, kararlı, azmetmeyin, duyarsız |
Ukdeten el nikah | : düğüm, bağ, sözleşme, akid, anlaşma, uygun, nikah |
Hatta yebluga | : hatta, oluncaya kadar, ulaşır, tamamlanır, anlar, |
el kitâbu ecele hu | : kitap, yazılı olan, süre, belirli, o |
Ve alemu enne allâh | : bilin, olduğunu, Allah, |
Yalemu mafi enfus kum | : bilir, içinde, nefs, siz |
Fe ahzerû-hu | : artık, sakının, dikkatli olmak, o |
Ve alemû enne Allah | : biliniz, olduğu, Allah |
Gafur | : mağfiret, temizleyen, tertemiz lütuflar sunan |
halim | : halim, sakin, yumuşak, güzel haller |
235- Nefsini anlama yolunda olanlarla hakikatler hakkında konuşmanız, o hakikatleri göstermeniz ya da bazı hakikatleri gizlemenizde size bir vebal yoktur. Siz Allah’ı bilenlerden olun, anlamak isteyenlere de yardımcı olun ve bilmediğiniz şeyler hakkında vaatte bulunmayın. Sadece irfaniyet üzere güzel sözler söyleyin. Uygun bir şekilde Hakk’a bağlanacaklara karşı duyarsız olmayın. Hatta onlar varlık kitabındaki hakikatleri anlayıncaya kadar belirli süre onlara yardım edin. Nefsinizi bilip Allah’ı bilenlerden olun. Bundan sonra o hakikatleri anlamada dikkatli olun ve tertemiz lütuflar sunanın, güzel halleri sunanın Allah olduğunu bilin.
-236-
لاَّ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن طَلَّقْتُمُ النِّسَاء مَا لَمْ تَمَسُّوهُنُّ أَوْ تَفْرِضُواْ لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
Lâ cunâha aleykum in tallaktumun nisâe mâ lem temessûhunne ev tefridû lehunne farîdât ve mettiûhunne alel mûsiı kaderuhu ve alel muktiri kaderuhu metâan bil marûf hakkan alel muhsinîn
la cunaha aleykum | : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde |
İn talaktum | : eğer, bırakmak, ayrılmak, |
el nisae | : nefsini anlama yolunda olan |
ma lem temessû-hunne | : değil, şey, ne, değil, temas, dokunma, yakınlaşmak, onlar |
Ev tefridu lehunne | : yada, veya, yüklemek, şart, karşılık, teklik, onlara |
faridaten | : görev, hizmet, mehir, |
ve mettiû-hunne | : meta, fayda, yarar, onlar |
alâ el mûsiı | : genişlik, rahatlık, zenginlik, bilgilendirmek, |
kadere hu | : ölçü, kudret, o, muktedir olan, |
ve ala el muktiri | : üzerine, için, hakkında, fakir, kıt, yetersiz, bilgisiz, |
kaderu-hu | : ölçü, kudret, o, muktedir olan, |
Metâan | : meta, fayda, yarar, yardım, |
bi el maruf | : irfaniyet, bilgili, iyi olan |
Hakk | : hak olan, doğru, gerçek, mecburi, farzdır. |
alâ el muhsinîne | : Muhsinlere, iyilik yapan, lütuf, sunan, veren, ihsan eden |
236- Nefsini anlama yolunda olanların cehaletten ayrılmaları için, onların hallerine temas etmeden yardım etmenizde ya da onların yapması gerekenleri sunmanızda size bir vebal yoktur. Onları, bir ölçü içinde hakikatlerden bilgilendirerek faydalandırın. Bilgisizlik içinde olanlara, bir ölçü içinde irfaniyetle yardım etmek, Muhsinlerin üzerine farzdır.
-237-
وَإِن طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إَلاَّ أَن يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَن تَعْفُواْ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلاَ تَنسَوُاْ الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Ve in tallaktumûhunne min kabli en temessûhunne ve kadfaradtum lehunne farîdaten fe nısfu mâ faradtum illâen yafûne ev yafuvellezî bi yedihî ukdetun nikâh ve en tafû akrabu lit takvâ ve lâ tensevul fadla beynekum innallâhe bi mâ tamelûne basîr
ve in tallaktumu-hunne | : eğer, ayrılmak, bırakmak, boşarsanız, onlar |
min kabli | : önceden, daha önce |
en temessû-hunne | : dokunmanız, temas, yakınlaşmak, onlar |
ve kad farad tum | : oldu, farz, gerekli, empoze, gereki, görev, siz |
Lehunne faridaten | : onlara, farz, gerekli, empoze, görev, hizmet |
Fe nısfu | : artık, yarısı, ortası, |
mâ faradtum | : farz, gerekli, karşılık, empoze, takip, uyma, siz |
İllâ en yafune | : ancak, hariç, af, bağışlamak, özür, |
ev yafûve ellezi | : affeder, özür, bahşeder, vermek, ki o, |
bi yed hi | : eli, gücü, o, kendi gücü, |
Ukdetun el nikah | : söz, bağ, söz vermek, uygun, nikah |
ve en tafû akrabu | : af, özür, yakın olan, için, |
li el takva | : fenalardan sakınmak, takva içinde olmak, |
ve lâ tensevu | : unutmayın |
el fadla beyne kum | : lutüf, fazl, fazilet, aranızda |
inne Allah | : bilin, olduğunu, Allah |
bi mâ tamelûne basirun | : yaptığınız şeyleri, gösteren, gören, anlayan, |
237- Onlara cehaletlerini bırakmaları için yardım ettiğinizde, önceki hallerine yaklaşmamaları gerektiğini anlatın. Bu durum sizin de görevinizdir, onların da görevidir. Artık orta yolu takip etmeniz size gereklidir. Affedici olun. Uygun bir şekilde Hakk’a bağlanacakların, kendilerindeki gücün sahibini bilip teslim etmelerini söyleyin. Yakınlarınızı fenalardan sakınmaları için hatalarını anlayıp dönmelerini söyleyin. Size verilen lütufları unutmayın. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
-238-
حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ
Hâfizû alâs salavâti ves salâtil vustâ ve kûmû lillâhi kânitîn
Hafizu | : korumak, muhafaza etmek, |
ala el salavat | : itikatlar, yönelmeler, istekler, iman, hatırlamalar, |
ve el salati | : bağlılık şuuru, her an hakka bağlı olma durumu, |
el vustâ | : merkez edinmek, ortası, her an o şuurda olmak, |
ve kûmû li Allah | : durmak, hep o halde hareket etmek, diri olan, halk, Allah |
kanitin | : itaat, boyun eğmek, tecellilerin sahibine teslim olmak |
238- Hakk’a olan yönelmenizi, imanınızı, saygınızı muhafaza edin ve her an Hakk’a bağlı olma şuuruyla hareket edin ve tüm tecellilerinin Allah’a ait olduğunu bilip, hep o hâlde hareket edin.
-239-
فَإنْ خِفْتُمْ فَرِجَالاً أَوْ رُكْبَانًا فَإِذَا أَمِنتُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَمَا عَلَّمَكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Fe in hıftum fe ricâlen ev rukbânâ fe izâ emintum fezkurûllâhe kemâ allemekum mâ lem tekûnû talemûn
Fe ın hıftum | : fakat, eğer, çekinmek, korkmak, siz |
Fe ricalen | : erkek, ileri gelen, ehil kimse, yaya, |
Ev rukbanen | : ya da, binen, binici, usta olan, ustaca hareket eden, |
fe iza emintum | : artık, emin, güvenli, inanılır, güvenilir, |
Fe uzkuru allâh | : artık, anlayın, anın, anlatın, Allah’ı |
Kemâ alleme kum | : gibi, öğretti, siz, |
Ma lem tekunu talemune | : şey, değil, ne, değil, olmak, biliyorsunuz |
239- Eğer hakikatleri anlamada bir korkuya düşerseniz, artık ehil kimselere ya da o yolda hareket edenlere danışın. Böylece emin olduğunuzda, artık siz bilmiyor iken size öğretildiği gibi Allah’ı anlayın, anın.
-240-
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِّأَزْوَاجِهِم مَّتَاعًا إِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ إِخْرَاجٍ فَإِنْ خَرَجْنَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِي مَا فَعَلْنَ فِيَ أَنفُسِهِنَّ مِن مَّعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Vellezîne yuteveffevne minkum ve yezerûne ezvâcâ vasıyyeten li ezvâcihim metâan ilel havli gayre ıhrâcın fe in harecne fe lâ cunâha aleykum fî mâ fealne fî enfusihinne min marûf vallâhu azîzun hakîm
ve ellezine yuteveffevne | : o kimseler, onlar, vefat, teslim olma, sevgi bağlılığı, |
Min kum | : sizden |
ve yezerûne ezvacen | : geride kalan, geriye bırakılan, eş, birlikte olan, tür, |
Vasıyyeten | : vasiyet, geride bırakılan, |
li ezvaci-him | : için, eş, cins, tür, aynı yolda olan, onlar |
Metâan ila el havli | : meta, fayda, yarar, ancak, için, yıl, değişim, güç, |
gayre ıhrâcın | : çıkarılmaksızın, çıkmaksızın |
Fe in harecne | : artık, eğer çıkarsa |
Fe la cunaha aleykum | : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinize, size |
fî mâ fealne | : içinde, şey, ne, değil, yaptıkları, gayret, mücadele, faal |
fî enfus hine | : nefslerine, kendilerini, |
min maruf | : irfaniyet, bilmek, |
ve Allâh aziz | : Allah tüm niteliklerin yüce sahibi, sıfatların sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm vücudlara hakim olan, |
240- Sizden sevgiyle teslim olan kimseler, onlarla aynı yolda olanlara; hakikatlerden ayrılmaksızın bir değişim içinde hakikatlerden faydalanmalarını, aynı yolda olup cehaletlerini terk etmelerini vasiyet ederler. Eğer onlardan hakikatlerden ayrılan olursa, sizin üzerinize bir vebal yoktur. Kendilerini bilmek isteyenler bir gayret içinde olduklarında, tüm sıfatların sahibinin, tüm vücudlara hâkim olanın Allah olduğunu bilirler.
-241-
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Ve lil mutallakâti metâun bil marûf hakkan alel muttekîn
ve li el mutallakâti | : için, ayrılmış, bırakmış, boşanmış |
Metaun | : meta, faydalanmak, yararlanmak, |
bi el maruf | : bir irfaniyet üzere, bilmek, iyi olan |
Hakkan | : hak olan, doğru, gerçek, |
ala el muttekin | : fenalardan sakınanlar |
241- Cehaletlerinden ayrılanlar; bir irfaniyet içinde hakikatlerden faydalanırlar, fenalardan sakınıp, Hakk üzere olurlar.
-242-
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum takılûn
Kezâlike yubeyyine Allah | : işte böyle, açıklıyor, beyan, Allah |
Lekum âyâti-hi | : size, ayet, işaret, delil, |
lealle-kum takılun | : umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz, |
242- Allah o ayetleri size böylece açıklıyor. Umulur ki siz akıl edersiniz.
-243-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُواْ مِن دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللّهُ مُوتُواْ ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ
E lem tera ilellezîne haracû min diyârihim ve hum ulûfun hazaral mevti fe kâle lehumullâhu mûtû summe ahyâhum innallâhe le zû fadlin alen nâsi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yeşkurûn
e lem tera | : gördün değil mi? |
İla ellezine haracu | : o kimseler, dışarı, çıkmak, ikilikte kalmak, |
Min diyari him | : yurtlarından, bulundukları yer, memleket, |
ve hum elf | : onlar, unsiyet eylemek, bin, çokluk, ardında olan, |
Hazır | : hazır olan, var olan, göz önünde olan, mevcut, |
el mevt | : ölü, idraksiz, tevhidden sapmış, anlayamamış, |
Fe kale lehum Allâh | : artık, öyle ki, dedi, bildirdi, onlar, Allah |
Mûtû | : ölü, kayıp, bilmeyen, ölü gibi, idraksiz, |
summe ahya hum | : sonra, dirilik, diri olan, onlar, |
İnne Allah | : muhakkak, Allah, |
le zu fadlin | : elbette, sahip, fazl, lütuf, tecellilerin sahibi, |
alâ en nâsi | : insanlardaki, |
ve lâkinne eksere | : lakin, fakat, ekser, çoğu, bir çok, |
El nas lâ yeşkurûne | : insanlar, yok, şükür, varlığın sahibini bilip teslim etmek |
243- Bulundukları o makamlardan, kendi cehaletlerine çıkan o kimseleri gördün değil mi? Onlar görünen varlığın ardında olanı anlayamamışlardır. Öyle ki onlar Allah’ı anlamada ölü gibiyken, sonra onlara her varlıkta diri olan anlatılmış, muhakkak ki insanlardaki tüm tecellilerin sahibi Allah’tır, diye bildirilmişti. Fakat insanların çoğu varlığının sahibini bilip teslim etmiyorlar.
-244-
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ve kâtilû fî sebîlillâhi valemû ennallâhe semîun alîm
ve kâtilû | : mücadele, gayret göstermek, yazık etmek, |
sebil Allah | : Allah yolunda, |
Ve alemu enne allâhe | : bilin, olduğunu, Allah’ın |
Semîun alimun | : işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
244- Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterin ve işittirenin, ilmiyle varedenin Allah olduğunu bilin.
-245-
مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Menzellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehû edâfen kesîrah vallâhu yakbidu ve yebsutu ve ileyhi turceûn
Men za ellezi | : kim, sahip, o kimse, ki o |
Yukridu Allâh | : borç vermek, borcunu verir, teslim etmek, Allah |
Kardan hasenen | : borç, güzelce, iyi bir şekilde |
Fe yudaife hu lehu | : artık, artmak, çoğalmak, verilir, bolbol, o, ona |
Edâfen kesiraten | : kat kat, çok, çoğalmak, |
ve Allâh yakbıdu | : Allah, kapmak, yakalamak, daraltır, anlamak, |
ve yebsutu | : kolaylık, genişletir |
ve ileyhi turceun | : ona, aslına dönmek, döndürülmek, |
245- Kim varlığının sahibinin Allah olduğunu bilir, o varlığını güzelce teslim ederse, ona kat kat cömertçe karşılığı vardır ve Allah’ı anlama ve bilgisini genişletme ve aslını anlayıp O’na dönme vardır.
-246-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
E lem tera ilel melei min benî isrâîle min ba’di mûsâ, iz kâlû li nebiyyin lehumub’as lenâ meliken nukâtil fî sebîlillâh kâle hel aseytum in kutibe aleykumul kıtâlu ellâ tukâtilu kâlû ve mâ lenâ ellâ nukâtile fî sebîlillâhi ve kad uhricnâ min diyârinâ ve ebnâinâ fe lemmâ kutibe aleyhimul kıtâlu tevellev illâ kalîlen minhum vallâhu alîmun biz zâlimîn
e lem tera | : görmedin mi? gördün değil mi? |
ila el melei | : ileri gelen, şef, din adamları, |
min beni İsrail | : İsrailoğulları, yakubun oğulları, hakk yolunda olanlar |
min badi mûsâ | : Musa’dan sonra |
iz kâlû li nebiyyin lehum | : demişlerdi, nebi, haber getiren, onlar, onlardan |
İbas lena | : göndermek, görevli, açığa çıkmak, tayin et, biz, |
meliken | : melik, hükümdar |
Nukâtil fi sebil Allah | : gayret, mücadele edelim, Allah yolunda |
Kale hel aseytum | : dedi, belki, oldu, umulur mu, sizin |
in kutibe aleykum | : yazılırsa, kitap, üzerinizde, kendinizde, vücudunuzda, |
Le kıtalu | : elbette, gayret, mücadele, yazık etmek, |
ellâ tukâtilû | : değil, gayret, mücadele, yazık etmek, |
Kalu ve ma lenâ | : dediler, değil, şe, ne, bizim |
ellâ nukâtile | : değil, yok, gayret, mücadele, savaşmamamız |
fî sebîli Allâh | : Allah’ın yolunda |
ve kad uhric na | : oldu, çıkarmak, dışarı atılmak,, biz, |
min diyâri-nâ | : bulunduğumuz yerden, yurdumuzdan |
ve ebnâi-nâ | : evlat, oğul, çocuk, biz, |
fe lemmâ kutibe aleyhim | : artık, fakat, olduğunda, yazılı, kitap, üzerlerine |
el kıtâlu | : mücadele, gayret, yazık etmek, |
Tevellev | : uzaklaştılar, yüz çevirdiler, |
illa kalil minhum | : hariç, az, bir kısmı, onlardan |
Ve Allah alimun | : Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, bilen, |
bi el zâlimîne | : bir zalimlikte kalan, zulüm yapan, |
246- Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini gördün değil mi? Onlar Nebilerine dedilerdi ki: Bize bir hükümdar gönder, Allah yolunda mücadele edelim. Dedi ki: Umulur ki siz kendi üzerinizde yazılı olan hakikatleri anlamak için mücadele edersiniz. Fakat mücadele etmediniz. Dediler ki: Biz ve evlatlarımız bulunduğumuz yerlerde Allah yolundan dışarı atılmışken nasıl mücadele etmeyiz. Öyle ki onların kendi üzerlerinde hakikatler yazılı iken, mücadele etmeleri gerekirken, onlardan az bir kısmı hariç hakikatlerden yüz çevirdiler ve bir zalimlik içinde kalıp, ilmin sahibi olan Allah’ı anlayamadılar.
-247-
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Ve kâle lehum nebiyyuhum innallâhe kad bease lekum tâlûtemelikâ kâlû ennâ yekûnu lehul mulku aleynâ ve nahnu ehakku bil mulki minhu ve lem yute seaten minel mâli kâle innallâhestafâhu aleykum ve zâdehu bestaten fîl ilmi vel cism vallâhu yutî mulkehu men yeşâu vallâhu vâsiun alîm
ve kâle lehum | : dedi, söyledi, açıkladı, onlara, |
nebiyy hum | : nebiy, haber veren, bildiren, onlar, onlardan |
İnne Allah | : muhakkak, Allah, |
kad bease | : oldu, geldi, ortaya çıkma, dirilme, beas olma, |
Lekum taluta meliken | : size, talut, uzun boylu kudretli, melik, hükümdar, |
Kalu enna yekûnu | : dediler, nasıl, olur |
Lehu el mulku aleyna | : onun, melik, sahip, hükümdar, bize |
ve nahnu e hakku | : biz, hak, doğru, gerçek, |
Bi el mulki minhu | : mülk, sahip, hükümdar, ondan |
ve lem yute | : değil, vermek, sunmak, |
Seaten min el mali | : genişlik, bolluk, mal, varlık, |
Kale inne allâh | : dedi, muhakkak, Allah |
Estafa hu aleykum | : seçiçilik, fark edici, o, üzerinize |
Ve zade hu bestaten | : artmak, çoğalmak, o, genişlik, kuvvet, üstünlük |
fî el ilmi | : ilimde, bilgide |
ve el cismi | : cisim, vücut, varlık, |
ve Allah yuti | : Allah, verir, sunar, ulaşır, |
mulke-hu | : mülk, değerler, varlık, sahip, o |
men yeşâu | : kim, ister, diler, arzu eder |
ve allâhu vasiun alim | : Allah, vasi, saran, kuşatan, ilmin sahibi, ilmiyle |
247- Onlardan olan Nebileri onlara dedi ki: Muhakkak ki Talut size Allah’ı anlatmak için bir melik olarak açığa çıktı. Dediler ki: O bizim hükümdarımız nasıl olur? Bizim sahip olduğumuz hakikatlerin yanında, varlık hakkında o geniş bilgiye de sahip değildir. Dedi ki: Muhakkak ki Allah ona fark edicilik verdiği gibi size de vermiştir. O fark edicilikle bilginiz genişler, artar ve varlığı anlarsınız. Allah’ı anlamak isteyen kimseye o değerler sunulur ve o ilmiyle her şeyi kuşatanın Allah olduğunu anlar.
-248-
وَقَالَ لَهُمْ نِبِيُّهُمْ إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِّمَّا تَرَكَ آلُ مُوسَى وَآلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Ve kâle lehum nebiyyuhum inne âyete mulkihî en yetiyekumut tâbûtu fîhi sekînetun min rabbikum ve bakiyyetun mimmâ terake âlu mûsâ ve âlu hârûne tahmiluhul melâiketu inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum muminîn
ve kâle lehum nebiyy hum | : dedi, onlara, nebi, haber getiren, bildiren, onlar |
İnne ayete mulki-hi | : muhakkak, delil, ayet, işaret, mülk, sahip, melik, o |
en yetiye-kum | : size gelmesi, sunulması, |
el tabut | : tabut, sandık, hakikat bilgileri |
Fihi sekinet | : onun içinde, onda, sakinlik, huzur, rahatlık, |
min rabbi-kum | : sizi vücudlandıran, rabbiniz, |
ve bakiyyetun | : sonsuzluk, bakiye, kalanlar, arda kalan, o bilgiler, |
Mimmâ terake | : şeylerden, o bilgiler, terk, bırakmak, ayrılmak, |
Alu musa ve âlu hârûne | : Musa ailesi ve Harun ailesi |
tahmilu-hu | : taşımak, yüklenmek, kabullenmek, o, |
el melaiket | : güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
İnne fî zalike le ayeten | : muhakkak, içinde, işte, bunda, elbette, işaret delil, ayet |
Lekum in kuntum muminin | : size, eğer, iseniz, müminler, emin olan |
248- Onlardan olan Nebileri onlara dedi ki: Muhakkak ki hakikatlerin bilgileri size verildi, ona sahip olana deliller vardır, o hakikatlerin içinde sizi vücudlandıranı anlamak vardır, size huzur vardır. Musa ailesinin ve Harun ailesinin sizlere bıraktığı o bilgilerde, onu kabullenenler için her varlıktaki gücü anlamak vardır. Muhakkak ki onların içinde, eğer sizler hakikatlerden emin olmak istiyorsanız, elbette deliller vardır.
-249-
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Fe lemmâ fesale tâlûtu bil cunûdi, kâle innallâhe mubtelîkum bi neher fe men şeribe minhu fe leyse minnî ve men lem yatamhu fe innehu minnî illâ menigterafe gurfeten bi yedihî fe şeribû minhu illâ kalîlen minhum fe lemmâ câvezehu huve vellezîne âmenû meahu kâlû lâ tâkate lenâl yevme bi câlûte ve cunûdihî kâlellezîne yezunnûne ennehum mulâkûllâhi kem min fietin kalîletin galebet fieten kesîraten bi iznillâh vallâhu meas sâbirîn
fe lemma fesale talut | : böylece, olduğunda, ayırma, kısım kısım, ara, her, talut |
Bi el cunûdi | : ile, askerler, ordu, varlık, güç, |
Kâle inne Allah | : dedi, muhakkak, Allah |
Mubteli kum bi el nehar | : etki, dert, sınama, yenilmiş, nehir, akıp giden bir ilim |
Fe men şeribu min-hu | : artık, sonra, kim, içmek, ondan |
Fe leyse minni | : artık, bundan sonra, değil, yok, benden |
ve men lem yatam hu | : kim, değil, doymak, beslemek, yarar, o |
Fe inne hu minni | : artık, bundan sonra, muhakkak, o, benden |
İllâ men igteraf | : ancak, sadece, hariç, kim, bir avuç, oda, kısım, |
Gurfeten bi yedi-hi | : oda, bir kısım, bölüm, bir avuç, eliyle, güç, o |
Fe şeribu min-hu | : artık, sonra, içmek, faydalanmak, anlamak, ondan |
İllâ kalilen minhum | : ancak, sadece, hariç, az, pek az, onlardan |
Fe lemma câveze-hu huve | : artık, olduğunda, karşılıklı, karşısında, yol bulmak, o, o |
Ve ellezine amenu | : o kimseler, iman eden, inanan, |
mea-hu | : beraber, birlikte, o |
Kâlû la takate lena | : dediler, yok, güç, takat, bizim, |
El yevme bi calute | : bügün, vakit, Calut, |
ve cunûdi-hi | : asker, güç, o |
Kale ellezine yezunnûne | : dedi, o kimseler, düşünen, yakın olan, |
enne-hum mulaku Allah | : olduğunu, onlar, kavuşmak, ulaşmak, anlamak, Allah |
Kem min fietin kalilet | : gibi, kaç, nice, topluluk, grup, kalabalık, az, pek az, |
Galebet fietin kesiraten | : galip, başaran, üstün, topluluk, grup, çok |
bi izni Allah | : yetkili olan, ruhsat, izin, Allah |
ve Allah mea sabirin | : Allah, beraber, birlikte, kendinde, sabreden |
249- Böylece Talut varlığın hakikatlerini kısım kısım anlattığında, dedi ki: Muhakkak ki siz Allah’ı anlama yolunda akıp giden bir ilim ile sınanırsınız. Artık kim ondan yararlanırsa; ben varlığımın sahibi değilmişim, der. Kim ondan yararlanamaz hakikatleri anlayamazsa; o, ben benim, der. Ancak o hakikatlerden az da olsa yararlanıp anlayan böyle demez. Böylece onlardan az bir kısmı hariç o hakikatlerden faydalandılar, o hakikatlerle yol buldular ve o iman eden kimselerle birlikte olanlar; bugün bizim calut ve onun askerleriyle mücadele edecek takatimiz yoktur, dediler. Allah’ı anlama yolunda olup, düşünen o kimseler dediler ki: Nice az olanlar vardır, yetkili olan Allah’ı anlamada, çok olanlara nazaran daha başarılıdırlar ve sabredenler Allah’ın kendilerinde olduğunu bilirler.
-250-
وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Ve lemmâ berazû li câlûte ve cunûdihî kâlû rabbenâ efrig aleynâ sabren ve sebbit ekdâmenâ vensurnâ alel kavmil kâfirîn
ve lemma berazû | : olduğunda, bariz, ortaya çıkmak, bariz, beliren |
li calut | : calut, dev, büyüklenen, barbarlık, benlik içinde olan, |
ve cunûdi-hi | : asker, taraftar, güç, yardımcı, varlık, o, onun kötü halleri, |
Kalu rabbe-nâ | : dediler, Rabbimiz |
Efrig aleyna sabren | : rahmet, boşalt, yağdır, ver, bize, sabır, |
Ve sebbit ekdâme-nâ | : sağlam duruş, sabit, durduğumuz yer, ayaklarımız |
ve unsur-nâ | : yardım, biz, |
alâ el kavmi el kafirin | : kimseler, kavmine karşı, hakikatleri örtenler |
250- Calut ve onun yardımcıları ortaya çıktığında da: Rabbimiz! Bize sabır ver ve sağlam duruş ver ve hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı bize yardım et, dediler.
-251-
فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاء وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
Fe hezemûhum bi iznillâhi ve katele dâvudu câlûte ve âtâhullâhul mulke vel hikmete ve allemehu mimmâ yeşâu ve lev lâ defullâhin nâse bâdahum bi badin le fesedetil ardu ve lâkinnallâhe zû fadlin alel âlemîn
fe hezemû-hum | : böylece, sonra, mağlup, yenmek, başarılı olmak, onlar |
bi izni allâh | : yetkili, ruhsat, Allah |
ve katele Davut calut | : öldürdü, yok etti, savaştı, gayret, Davut, calut, |
ve ata hu Allah el mulk | : verdi, sundu, ona, o, Allah, sahip, hükümran, melik |
ve el hikmete | : ve hikmet |
ve alleme-hu | : öğretti, öğrenmek, o, |
mimma yeşau | : şeyler, o şeyler, istek, arzu, isteyen, |
ve lev lâ defu Allah | : eğer, ise, yok, def, uzaklaştırmak, yok etmek, Allah |
El nas bâda hum bi badin | : insanlar, bir kısmı, bazıları, onlar, bazıları, birbirlerine |
Le fesdeti el ardu | : elbette, fesat, ikilik, bozgunculuk, arz, yeryüzü |
ve lâkinne Allâh | : lakin, fakat, Allah |
Zû fadlin ala el alemin | : sahip, lütuf, fazilet, alemler, tüm varlık, |
251- Böylece onlar, her şeyde yetkili olan Allah’ı anlamada başarılı oldular. Davut, calut’u öldürdü ve o, mülkün Allah’a ait olduğunun idrakine ve hikmete ulaştı ve ona anlamak istedikleri şeyler öğretildi. Eğer insanlardan bazıları bazılarını Allah’ı anlamada cehaletten uzaklaştırmasalardı, elbette onlar yeryüzünde ikilik, bozgunculuk içinde kalırlardı. Allah tüm varlıktaki lütufların sahibidir.
-252-
تِلْكَ آيَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Tilke âyâtullâhi netlûhâ aleyke bil hakk ve inneke le minel murselîn
Tilke ayet Allah | : işte bunlar, ayet, işaret, delil, Allah |
netlû-hâ aleyke | : tilavet, okuyup açıklama, gösterme, sana, |
bi el hakk | : hak olan, gerçek, hakikat, doğru olan, |
Ve inne ke | : elbette, muhakkak, sen, |
Le min el murselîne | : elbette, irsal olan, ortaya çıkan, hakikati gösteren |
252- İşte bu anlatılanlar Allah’ı anlamak için delillerdir. Sana hakikatleri tüm varlıktan her an gösteriyoruz. Muhakkak ki sen, elbette hakikatleri göstermek için açığa çıktın.
-253-
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Tilker rusulu faddalnâ badahum alâ badin minhum men kellemallâhu ve rafea badahum derecât ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhıl kudus ve lev şâallâhu maktetelellezîne min badihim min badi mâ câethumul beyyinâtu ve lâkinihtelefû fe minhum men âmene ve minhum men kefer ve lev şâallâhu maktetelû ve lâkinnallâhe yefalu mâ yurîd
Tilke el resul | : o, bu, şu, resul, irsal eden, hakikati gösteren, yürüten |
Faddal na | : fazilet, erdemli, lutüf, biz, |
badahum ala badın minhum | : bazıları, onlar, bazılarına, birbirlerine, onlar |
Men kelleme Allâh | : kim, kimse, kelam, konuşmak, Allah |
ve rafea bada hum | : yüce, yüksek, refah, bazıları, onlar, |
derecat | : derece, makam, mertebe, |
Ve ateyna isa ibne meryeme | : sunduk, verdik, biz, Meryem oğlu İsa |
el beyyinati | : açıklamalar, delillerle açıklamalar |
ve eyyednâ hu | : destek, onay, güç, kuvvet, biz, o, |
bi ruh el kudus | : ruh, kutsal, tertemiz, kutsal ruh, mukaddes, |
ve lev şâe Allâh | : eğer, istek, dilek, anlamayı istemek, Allah, |
ma iktetelu ellezine | : öldürmez, yazık etmez, zarar vermez, o kimseler |
min badi him min badi | : sonra, bazı, onlar, birbirlerini, |
Ma caet hum | : sonlara gelen şey, sunulanlar, |
el beyyinat | : açıklamalar, deliller, |
ve lâkin ihtelef | : lakin, fakat, ayrılık, ikilik, ihtilaf, |
Fe min hum men âmene | : artık, onlardan, kim, kimse, inanır, iman eder, |
Ve minhum men kefere | : onlardan, kim, kimse, hakikatleri örttü |
ve lev şâe Allâh | : eğer, istek, dilek, anlamayı istemek, Allah, |
ma iktetelu | : öldürmez, yazık etmez, |
ve lâkinne Allâh yefalu | : lakin, amma, fakat, Allah, fâil olan, işleyen, yapan, |
ma yuridu | : şey, ne, değil, irade, istek, |
253- O resuller Bizi anlayan erdemli kimselerdi. Onlardan bazıları bazılarından daha erdemliydi. Allah’ın kelamını anlayan kimselerdi. Onlardan bazılarının dereceleri yüksekti. Meryemoğlu İsâ apaçık delillerle sunduklarımızı ve ondaki kuvvetin mukaddes Ruh’umuz olduğunu anlayanlardandı. Onlardan sonra gelenlere, apaçık delillerle hakikatler sunulduğu halde, eğer Allah’ı anlamak isteselerdi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ayrılığa düştüler. Onlardan iman eden kimseler de vardır ve onlardan hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler de vardır. Eğer onlar Allah’ı anlamayı isteselerdi birbirlerini öldürmezlerdi. Tüm varlığın işleyişinde fâil olan Allah’tır, ne varsa O’nun iradesiyledir.
-254-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Yâ eyyûhellezîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en yetiye yevmun lâ beyun fîhi ve lâ hulletun ve lâ şefâat vel kâfirûne humuz zâlimûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
Enfeku mimma | : infak, vermek, şeyler, rızık, nimet, biz, siz |
Razak na kum | : rızık, nimet, sıfat, fayda, biz, siz, |
min kabl en yetiye yevm | : önceden, gelmesi, verilmesi, gün, vakit, |
La beyun fihi | : yok, satış, alış veriş, onda, içinde |
ve lâ hulletun | : yok, dostluk |
ve lâ şefâatun | : yok, şefaat, arınmak, iyileşmek, |
ve el kafirun hum | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onlar, |
el zalimun | : zalimler, zulüm eden, |
254- Ey iman edenler! Bir şey alıp vermenin olmadığı ve dostluğun yok olduğu ve şefaatin yok olduğu, o ölüm günü gelip çatmadan, sizdeki sıfatlarımı anlayın, varlığınızı infak edin. Zalimler hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.
-255-
اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm, lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard, menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhus semâvâti vel arda ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm
Allâh la ilahe illa huve | : Allah, yok, ilah, ancak, var, o |
el hayyu | : diri olan, canlı, varlıktaki dirilik, hayat, |
el kayyûmu | : yöneten, varlığı ayakta tutan, sürüp giden |
lâ tehuzu-hu | : onu almaz, olmaz, çekmek, kabul etmez, olmaz |
sinetun | : sene, yıl, yaş, uyuklama hali |
ve lâ nevmun | : yok, uyku |
Lehu mâ fî es semâvâti | : göklerde olan şeyler |
ve mâ fi el ardı | : yeryüzünde her şey |
men zâ | : kim, her şey, ne var sa, sahiptir, sahibidir, |
Ellezî yeşfeu | : o ki, ki, olan, şefaat edendir, eşlik eden, birlikte olan |
inde-hu | : has, sahip, var, onun katından, yanında, ona ait, ondan |
İlla bi izni-hi | : vardır, izni, yetki, topluluk, yaradılış, ruhsat, icazet, o |
yalemu | : bilir, ilmiyledir, bilgisiyledir. Bilgisinden dir. |
mâ beyne eydî-him | : onların elleri arasında, onların önlerindeki |
ve mâ halfe-hum | : onların arkalarında şeyler, geçmişde, |
ve lâ yuhîtûne | : çevrelenemez, ihata edemez, kavranmaz, kuşatılmaz |
bi şey min ilmi hi | : onun ilminden başka bir şey |
İlla bi mâ şâe | : var, olacak, olur, isteği, dilediği şey, dilediği, herşey |
vesia | : kaplar, kapladı, kuşattı, kapsadı |
kursiyyu-hu | : onun kürsüsü, tahtı, ilmiyle makamı |
es semâvâti ve arda | : semalar, gökler ve yerler, yeryüzü |
ve lâ yeûdu hu | : ona ağır, zor gelmez, ona kolaydır, |
Hıfzu humâ | : onları kaydeden, koruyan, muhafaza eden, saklayan, |
Ve huve el aliyyu | : âlâ, yüce, üstün olan, ilmin sahibi, |
el azîmu | : azîm, büyük, ulu, yüce, kudret sahibi, azamet, kararlı |
255- Allah, ilah yoktur, O vardır. Diri olandır. Varlığı ayakta tutan, sürüp giden diriliğin sahibidir. O’nun yaşı olmaz, uyuması olmaz. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa her şeyin sahibidir. Ki O’dur şefaat eden. Bütün her şeyin varoluşu O’ndandır, O’nun yetkisindedir. Geçmişteki var olan şeyler, gelecekteki var olacak şeyler hep O’nun ilmiyledir. O’nun ilmi olmadan hiçbir şey kavranamaz. Her şey O’nun isteğiyle var olur. O’nun kürsüsü; gökleri ve yeri, her şeyi kuşatmıştır. O bütün her şeyi muhafaza edendir, O’na zorluk yoktur ve O ilmiyle yüce olandır, varlığın var oluşunda karar sahibidir.
-256-
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy fe men yekfur bit tâgûti ve yumin billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ vallâhu semîun alîm
lâ ikrahe | : yok, zorlama, |
fi el din | : hakkında, için, din, varlığın yaratılış yasaları, |
Kad tebeyyene | : oldu, beyan oldu, açığa çıktı, açıklandı |
el ruşdu | : irşad olma, doğruyu bulmak, cehaletten kurtulma |
min el gayyi | : akılsızlık, dalalete düşme, hakikatten dalalete sapmak |
Fe men yekfur | : artık, kim, kimse, hakikatleri görmemezlikten gelmek, örter, |
bi et taguti | : Allah’ı idrak etmeyip putlar edinen, zanlarını ilah edinen |
ve yumin bi Allah | : iman eder, Allah |
Fe kad istemseke | : artık, oldu, tutunmuştur, sapasağlam tutunmak, sımsıkı |
bi el urveti | : tutunmuş olan, bir kulpa, bağlanmış olan, |
el vuska | : deliller üzere, sağlam, |
La infisame lehâ | : yok, ayrılmak, kopmak, onda, onun |
ve Allâh semiun alim | : Allah, işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
256- Din hakkında zorlayıcılık yoktur. Akılsızlıktan, cehaletten geçip, doğru yolu bulmak için hakikatler apaçık delillerle açıklanmıştır. Artık kim, hakikatleri idrak etmeyip, zanlarını ilah edinirse, hakikatleri görmemezlikten gelip örter. Allah’a iman edenler ise, sağlam delillerle hakikatlere sımsıkı tutunmuşlardır, ondan kopmazlar ve ilmin sahibinin ve işittirenin Allah olduğunu bilirler.
-257-
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
Allâh veliy ellezine amenu | Allah, dostiman edenler, iman etmiş kimseler, |
yuhricu-hum | : çıkarır, çıkar, dışarı, onları, |
min ez zulumâti | : karanlıklardan, cehaletin karanlığı |
ilâ en nûri | : nura, aydınlığa, ilmin aydınlığı, irfaniyete |
ve ellezîne keferu | : onlar, o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen |
evliyâu-hum | : dost, onlar, |
el tagut | : zannını ilah edinen, putlar edinen, batıl şeyler |
yuhricûne-hum | : çıkarır, girer, dalar, onları |
min en nûri | : aydınlıktan, nurdan, |
ilâ ez zulumâti | : karanlıklara, cehaletin karanlığına |
Ulâike asbahu el nar | : işte onlar, sahip olan, o halde, ateş, yakıcılık, |
Fi ha halidun | : orada, o halde, devamlı, sürekli |
257- Allah’ı dost edinen kimseler iman etmiş kimselerdir. Onlar cehaletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkarılırlar. Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler ise, batıl olan şeyleri evliya edinirler, onlar da ilmin aydınlığını bırakıp cehaletin karanlığına dalarlar. İşte onlar yakıp yakıcı hallere sahiptirler, devamlı o hallerin içindedirler.
-258-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
E lem tera ilellezî hâcce ibrâhîme fî rabbihî en âtâhullâhul mulk iz kâle ibrâhîmu rabbiyellezî yuhyî ve yumîtu kâle ene uhyî ve umît kâle ibrâhîmu fe innallâhe yetî biş şemsi minel maşrıkı feti bihâ minel magribi fe buhitellezî kefer vallâhu lâ yehdil kavmez zâlimîn
e lem tera ilâ | : gördün değil mi? anladın, |
Ellezî hacce İbrahim | : o kimse, tartıştı, kavga, İbrahim |
fî rabbi-hi | : Rabbi hakkında, onu vücudlandıran hakkında, |
en âtâ-hu Allah | : vermek, sunmak, o, Allah, |
El mulk | : mülk, hükümran, sahip, değerler, |
İz kale ibrahimu | : demişti, İbrahim |
Rabbiye ellezi yuhyi | : Rabbim, ki o, hayat veren, dirilten, |
ve yumîtu | : öldüren, sınırlayan, |
Kâle ene uhyi | : dedi, ben, hayat veren, diriltmek |
ve umitu | : öldürmek, sınırlıyan |
Kale ibrahimu | : dedi, İbrahîm |
Fe inne Allâh | : öyleyse, muhakkak, Allah |
Yeti bi el şems | : getirir, verir, sunar, güneşi |
min el maşrıkı | : doğudan, |
feti biha min el magrip | : sonra, haydi, onu getir, batıdan |
Fe buhite ellezi kefere | : artık, sonra, böylece, şaşırmış, hakikatleri örtenler |
Ve Allâh la yehdi | : Allah, hidayet, yol bulma, |
El kavme el zalimin | : kavim, kimseler, topluluk, zalimler, zulümlerde olan |
258- Allah’ın ona verdikleriyle kendini her şeyin hükümdarı gören kimsenin, İbrahim ile, onları vücudlandıran hakkında tartışan kimseyi anladın değil mi? İbrahim: Beni vücudlandıran, hayat veren ve sınırlayandır O’dur, dedi. Tartışan kimse de dedi ki: Ben de hayat veririm ve sınır koyarım. İbrahim: Muhakkak ki güneşi doğudan getiren Allah’tır, haydi sen batıdan getir, dedi. Böylece hakikatleri görmemezlikten gelip örten o kimse şaşırdı. İşte, zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-259-
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِي هََذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Ev kellezî merra alâ karyetin ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ, fe emâtehullâhu miete âmin summe beasehu kâle kem lebiste kâle lebistu yevme ev bada yevm kâle bel lebiste miete âmin fenzur ilâ taâmike ve şerâbike lem yetesenneh venzur ilâ hımârike ve li necaleke âyeten lin nâsi venzur ilâl izâmi keyfe nunşizuhâ summe neksûhâ lahmen fe lemmâ tebeyyene lehu kâle alemu ennallâhe alâ kulli şeyin kadîr
Ev ke ellezi | : veya, yada, gibi, benzeri, o kimse, |
Merra alâ karyetin | : uğradı, güzel, amir, şef, beldeye, kasaba, o yer, |
ve hiye haviyetun | : o, boş, harabe, ıssız, çökük, aşağı düşmek, |
alâ urûşi-hâ | : üzer, taht, makam, arş, çatı, o |
Kâle enna yuhyi | : dedi, nasıl, ne zaman, hayat veren, dirilik |
Hazihi Allah | : bu, o, işte bu, Allah, |
bade mevtiha | : sonra, ölümü, nutfe, öz, o |
fe emâte-hu allâhu | : böylece, katılaşmak, duygusuz, donuk, sessiz, o, Allah |
miete âmin | : yüz, yıl, yüz sene, uzun yıllar, |
Summe bease hu | : sonra, ortaya çıkmak, diriliş, diriliğe kavuşmak, o |
Kale kem lebiste | : dedi, nice, ne kadar, kaldın, yakında, çok geçmeden, |
Kâle lebistu yevmen | : dedi, yakında, kaldım, hemen, gün, vakit, zaman |
Ev bada yevmin | : yada, veya, bazı, biraz, kısım, gün, vakit, zaman |
kâle bel lebiste | : dedi, hayır, kaldın, yakında, çok geçmeden, hemen |
miete âmin | : yüz, yıl, yüz sene, bir ömür |
fe unzur ila taami ke | : böylece, haydi, bak gör, yemek, gıda, yarar, sen |
ve şerâbi-ke | : içecek, iyice öğrenmek, iyice anlamak |
lem yetesenneh | : değil, çıkarmak, bozulmak, ayrılmak, |
Ve unzur | : bak gör, incele, |
ilâ hımâri-ke | : hayvaniyetine, bedenine, merkebine, aptallık, |
ve li necale-ke | : için, yapmak, olmak, sen |
ayeten li el nas | : ayet, işaret, delil, insanlar için, insanlara |
Ve unzur ilâ el izâmi | : bak gör, üzeri, için, kemikler, büyük, yüce, |
Keyfe nunşizu ha | : nasıl, inşa etmek, yapmak, birleştirmek, onu |
summe neksu ha | : sonra, giydirmek, asmak, ayırma, bozma, |
lahmen | : et, dış yüz, deri, haller, |
Fe lemma tebeyyene lehu | : artık, olduğunda, beyan etmek, göstermek, ona |
Kâle alemu enne Allah | : dedi, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, olduğu, Allah |
alâ kulli şeyin kadir | : bütün her şey, kudret |
259- Ya da bulunduğu yerde kendini üstün görürken ve o bulunduğu tahtda bir boşlukta kalan kimsenin durumu gibi. Dedi ki: Allah nutfeden nasıl dirilik verir. Sonra o Allah’ı anlamak için uzun yıllar sessizce kaldı. Sonra o varlıktaki diriliğe baktı. Dedi ki: Günlerim geçmişken ya da az bir zamanım kalmışken hakikatleri ne kadar zamanda anlarım. Ona bildirildi: Bilakis her an anlamaya yakındın. Artık bak gör seni besleyen ilme ve hakikatlerden ayrılmadan iyice anla ve hayvaniyetine bak anla, anlamak için kendindeki ve insanlardaki işaretlere bak, kemiklerin nasıl birleştirildiğini, onlara nasıl et giydirildiğine bak, anla. Böylece o hakikatleri apaçık anladığında: Allah, ilmin sahibi olandır, bütün her şeydeki kudrettir, dedi.
-260-
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Ve iz kâle ibrâhîmu rabbî erinî keyfe tuhyil mevtâ kâle e ve lem tu’min kâle belâ ve lâkin li yatmainne kalbî kâle fe huz erbeaten minet tayri fe surhunne ileyke summecal alâ kulli cebelin minhunne cuzen summe eduhunne yetîneke sayyen valem ennallâhe azîzun hakîm
ve iz kâle ibrahim | : demişti, İbrahim |
Rabbi erini | : rabbim, göster, öğret, bildir, bana, |
keyfe tuhyi | : nasıl, dirilik, hayat, hayat verensin, |
el mevtâ | : nutfe, öz, ölü, idraksizlik, |
Kale e ve lem tumin | : dedi, bildirdi, inanmıyor musun? |
Kâle bela | : dedi, hayır, bilakis, inanırım |
ve lakin li yatmainne | : fakat, lâkin, mutmain, içi rahat, şüphesi kalmamış, |
kalb | : kalbim, idrak, anlayış, ilmi olarak anlamak, |
Kale fe huz | : dedi, bildirdi, öyleyse, tut, sarıl, edin, |
erbeaten | : dört, dört makam, Rabbe dönmek, |
min et tayri | : kuşlar, uçmak, yücelik, yüksek, hissiyat, |
Fe sur hunne ileyke | : analiz etmek, sır, gizli, ayır, dağıt, sen, burada |
Summe ical ala kulli | : sonra, kıl, yap, edin, anla, hepsi için, tüm varlık, |
cebelin | : dağ, yücelik, alim fazıl kimse, ileri gelen, erdemlilik, |
minhunne cuzen | : onlardan, onlardaki, cüz, parça, kısım, |
Summe idu hunne | : sonra, davet, çağır, onlar, |
yetine-ke sayen | : gelir, bulur, sen, takip, izler, peşinde, arayış, |
Ve alem | : bil, bilim, ilmin sahibi, |
enne Allâh aziz | : olduğu, Allah, yüce, sıfatların sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm bedenlere hakim olan, |
260- İbrahim demişti ki: Rabbim! Nutfeden nasıl hayat verensin bana bildir. O’na bildirildi: Yoksa inanmadın mı? Dedi ki: Evet inandım, lâkin ilmi olarak anlayayım, içimde şüphe kalmasın. O’na bildirildi: Rabbine dönerek onun yüceliğine sarıl, sonra da tüm varlıktaki onun tecellilerini analiz et. Sonra bütün hepsini bir erdemlilik içinde anla. Tüm varlığın O’ndan bir cüz olduğunu bil. Sonra bu hakikatleri arayanlar sana geldiklerinde, onları davet et ve tüm sıfatların sahibinin, tüm bedenlere hâkim olanın Allah olduğunu bilip anlat.
-261-
مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seba senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbetin vallâhu yudâifu li men yeşâu vallâhu vâsiun alîm
Meselu | : durum, hal, mesele, |
ellezine yunfikun | : o kimseler, infak, harcama, vermek |
Emvâl hum | : mallarını, varlığını, değerler, onlar, |
sebil allah | : mallarını, varlığını, onlar, yol, Allah |
Ke meseli habbetin | : gibi, durum, misal, hal, tane, tohum |
Enbetet seba senabil | : yetiştirdi, nebat, yetişen, yedi, sünbül, başak, |
Fi kulli sunbuletin | : içinde, hepsi, her, her biri, sünbül, başak |
Mietu habbetin | : yüz, tohum, öz, tane, |
Ve Allah yudâifu | : Allah, çoğaltır, kat kat arttırır, verir |
li men yeşau | : için, kim, kimse, isteyen, ister |
ve Allâh vasiun | : Allah, kuşatan, saran, kaplayan, |
alim | : ilmiyle, ilmin sahibi, |
261- Allah yolunda, varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip infak edenlerin durumu; bir tek tohumdan, yedi başak oluşan, her birinin içinden yüzlerce tohum oluşan bir taneye benzer. Kim hakikatleri anlamak isterse, Allah onun bilgisini böyle kat kat artırır. Allah bütün her şeyi ilmiyle kuşatandır.
-262-
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ثُمَّ لاَ يُتْبِعُونَ مَا أَنفَقُواُ مَنًّا وَلاَ أَذًى لَّهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Ellezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi summe lâ yutbiûne mâ enfekû mennen ve lâ ezen lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
ellezine yunfikun | : durum, hal, mesele, o kimseler, infak, harcama, vermek |
Emvâl hum sebil allah | : mallarını, varlığını, onlar, yol, Allah |
Summe lâ yutbiûne | : sonra, yok, tabi, takip, izlemek, |
mâ enfekû mennen | : değil, şey, ne, infak, vermek, bize, minnet, |
ve lâ ezen lehum | : yok, eza, sıkıntı, onlar |
Ecr hum | : ecir, karşılık, onlar, |
inde rabbi-him | : katında, ona ait, Rab, onlar |
Ve la havfun aleyhim | : yok, korku, tereddüt, onlara, onlarda |
ve lâ hum yahzenûne | : yok, onlar, mahzun olmazlar |
262- Allah yolunda, varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip infak edenler, sonra da eski hallerini takip etmeyenler, infak ettiklerinin Bize ait olduğunu bilenler, işte onlara sıkıntı yoktur, karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak ta yoktur.
-263-
قَوْلٌ مَّعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِّن صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَآ أَذًى وَاللّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ
Kavlun marûfun ve magfiretun hayrun min sadakatin yetbeuhâ ezâ vallâhu ganiyyun halîm
Kavlun marufun | : söz, konuşma, irfaniyet, kaynağından güzel söz, |
ve magfiretun | : mağfiret, bağışlayıcı olma, iyi davranma, temizlenmek, |
Hayrun | : hayırlı, iyi olan, güzel hallerde olmak, |
min sadakat | : bağlılık, içten samimi sadık olan, dostluk, |
Yetbeu ha ezen | : takip, izlemek, ardından, eza, eziyet, zarar, sıkıntı |
ve Allâh ganiyy | : Allah, tüm varlığın sahibi, zengin, tüm değerlerin sahibi |
halim | : halim olan, güzel haller, incelik, sakinlik, zerafet |
263- Bir irfaniyet üzere güzel konuşmak, iyi davranışlarda olmak, içten samimi bir şekilde hayırlı çalışmalarda olmak, zarar veren halleri takip etmekten daha iyidir. Allah tüm değerlerin sahibidir, güzel halleri sunandır.
-264-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtikum bil menni vel ezâ kellezî yunfiku mâlehu riâen nâsi ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhır fe meseluhu ke meseli safvânin aleyhi turâbun fe esâbehu vâbilun fe terakehu saldâ lâ yakdirûne alâ şey’in mimmâ kesebû vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
La tubtılu | : yok, iptal, yok etmek, bırakmayın, kopmayın, |
sadakati kum | : içten samimi olmak, sadık, dosdoğru olmak, siz |
bi el menni | : nimet, kesmek, kimin, minnet, dolayı, den, kim, |
ve el ezâ ke | : eza, eziyet, sıkıntı, gibi, |
ellezi yunfiku | : o kimse, onlar, infak eder, verir, |
Male hu | : mal, değer, varlığını, o, |
riae en nâsi | : o, gösteriş, riya, insanlar |
ve la yuminu bi Allah | : yok, inanmak, iman etmek, Allah |
ve el yevmi el ahıri | : son güne, sonuna, sonunun gelecegi zamana |
fe meselu-hu ke mesele | : atık, o zaman, durum, misal, o, gibi, durum, misal |
Safvânin | : kaygan taş, sert kaya, |
aleyhi turab | : onda, üzerinde, toprak, |
Fe esâbe-hu vabilin | : artık, sonra, isabet, temas, dokunmak, o, şiddetli yağmur |
Fe terake-hu | : sonra, böylece, terketti, bıraktı, o, |
salden | : katı, sert, verimsiz, bir şey olmayan, |
la yakdirûne ala şeyin | : yok, muktedir olamazlar, elde edemezler, bir şey |
Mimma kesebû | : şeyler, edinmek, kazandılar |
ve Allâh la yehdi | : Allah, yok, hidayet, yol bulmak, doğru yolu bulmak |
El kavme el kafirin | : kavim, kimseler, hakikatleri örten |
264- Ey iman edenler! Sadakat içinde olan o hallerinizi bırakmayın. Kendinde olanları gösteriş içinde veren insanlar gibi eziyet eden olmayın. Allah’a ve sonunuzun geleceği güne olan inancınızı yok etmeyin. Yoksa böyle olanın durumu, kayanın üzerindeki toprağın durumu gibidir. Sonra da şiddetli bir yağmur yağar o toprak ta akar gider, katı bir hâlde üzerinde bir şey olmayan bir duruma gelir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler Allah’a yol bulamazlar.
-265-
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَتَثْبِيتًا مِّنْ أَنفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِن لَّمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Ve meselullezîne yunfikûne emvâlehumubtigâe mardâtillâhi ve tesbîten min enfusihim ke meseli cennetin bi rabvetin esâbehâ vâbilun fe âtet ukulehâ dıfeyn fe in lem yusıbhâ vâbilun fe tall vallâhu bimâ tamelûne basîr
Ve mesel ellezine yunfikun | : durum, hal, mesele, o kimseler, infak, harcama, vermek |
emvale-hum | : mal, varlık, onlar |
İbtigae | : arzu, gaye, talep, istek, amaç, |
mardati allâh | : rıza, Allah |
ve tesbiten min enfusi-him | : tespit, sabit kılarak, sağlamca, nefsilerini, kendilerini |
Ke meseli cennetin | : gibi, durum, hali, cennet, bahçe, huzur |
bi rabvetin | : yüksek tepede, |
esâbe-hâ vabilun | : isabet, temas, dokunmak, ona, bol yağmur |
fe âtet ukule ha | : böylece, verdi, sundu, meyve, ürün, ona |
dıfeyni | : iki kat, kat kat, fazlaca, |
Fe in lem yusıb ha | : artık, öyle ki, eğer, değil, isabet, temas, ona, |
vabilun | : bol yağmur |
fe tallun | : hatta, az bir yağmur, çiselese bile |
ve Allâh bima tamelun | : Allah, şeyler, yaptığınız, |
Basirun | : gösteren, bildiren, içteki dıştaki işleyiş sırrının sahibi |
265- Allah’ı anlamayı amaç edinip ve nefslerini sağlam bir şekilde anlayıp, varlığını infak edenlerin durumu, yüksek bir tepedeki bahçenin durumu gibidir. Oraya bol yağmur isabet eder, böylece orada iki kat ürün olur, hatta bol yağmur isabet etmese bile, az bir yağmur isabet etse de orada bol ürün olur. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri gösterip durandır.
-266-
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
E yeveddu ehadukum en tekûne lehu cennetun min nahîlin ve anâbin tecrî min tahtihel enhâru lehû fîhâ min kullis semarâti ve esâbehul kiberu ve lehu zurriyyetun duafâu fe esâbehâ ısârun fîhi nârun fahterakat kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn
e yeveddu ehadu kum | : ister mi, temenni eder mi? biri, sizden, |
En tekune lehu cennetun | : olması, onun, bir bahçe, huzur, cennet, |
min nahilin ve anabin | : hurmalıktan ve üzüm bağları |
Terci min tahti-ha | : vardır, akar, makam, o yerde, altından, o, |
El enhar | : nehir, akıp giden, |
Lehu fiha | : orada, onda vardır, |
min kull el semerat | : hepsinden, her türlü, bol ürün, ürün meyve, |
ve esabe-hu | : isabet, temas, dokunmak, o, |
el kiber | : yaşlılık, büyüklük, ihtiyar |
Ve lehu zurriyyet | : zürriyet, nesil, çocuklar, ondan gelen, ondan alınan |
duafau | : zayıf, güçsüz, |
fe esâbe-hâ ısarun | : sonra da, isabet, temas, dokunmak, kasırga, |
fihi narun | : onun içinde, ateş, |
fe ihterakat | : böylece, yakar, yanmış, |
Kezalike yubeyyin allâh | : işte böyle, beyan, açıklamak, Allah |
lekum el âyâti | : size ayetleri, delil, işaret |
lealle-kum tetefekkerun | : umulur ki, siz, tefekkür, |
266- Sizden biriniz ister mi? Onun yanında akıp giden bir nehri olan, oradan bol ürünler aldığı, hurmalıktan ve üzüm bağlarından bir bahçesi varken, ona hastalık isabet etsin ve ondan aldığı ürünler zayıf olsun, sonra da içinde ateş olan yakıcı bir kasırganın o bahçeye isabet edip yok etmesini. İşte Allah sizlere delillerle hakikatleri apaçık açıklar. Umulur ki siz varlığın var oluş hakikatlerini anlamak için düşünürsünüz.
-267-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَلاَ تَيَمَّمُواْ الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُم بِآخِذِيهِ إِلاَّ أَن تُغْمِضُواْ فِيهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû enfikû min tayyibâti mâ kesebtum ve mimmâ ahracnâ lekum minel ard ve lâ teyemmemûl habîse minhu tunfikûne ve lestum bi âhızîhı illâ en tugmidû fîhî ve alemû ennallâhe ganiyyun hamîd
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Enfiku min tayyibâti | : infak, vermek, güzelce, temiz, iyi işler, |
mâ kesebtum | : şey, ne, değil, edinmek, kazanmak |
ve mimmâ ahrac na | : şeylerden, nesneler, çıkarmak, dışarı, biz |
Lekum min el ardı | : sizin, arzdan, yerden, topraktan, |
ve lâ teyemmemû | : yok, yönelmek, araştırmak, kalkışmayın |
el habise minhu | : zararlı, kötü, fena ahller, ondan, |
tunfikune | : infak, veriyorsunuz |
Ve lestum bi âhızî-hi | : siz değilsiniz, alacak, edinen, onu |
illâ en tugmidu | : ancak, sadece, karartmak, koyu, kapalı, görünmeyen |
ve alemu | : bilin |
enne Allah ganiy | : olduğunu, Allah, tüm varlığın sahibi, zengin, |
hamid | : niteliklerin sahibi, hamd sahibi, |
267- Ey iman edenler! Edindiğiniz şeylerden güzelce infak edin. Biz sizi topraktan ortaya çıkardık. Fenalarınızı infak etmeye kalkışmayın. Siz cehaletin o karanlık hallerine sarılmayın. Tüm varlığın sahibinin, varlığın tüm niteliklerinin sahibinin Allah olduğunu bilin.
-268-
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاء وَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
El şeytânu yeidukumul fakra ve yemurukumbil fahşâi vallâhu yeidukum magfireten minhuve fadlâ vallâhu vâsiun alîm
el şeytân | : şeytani haller, tüm kötülük halleri |
yeidu-kum | : vaad, bildirmek, söylemek, davet eder, verir, |
el fakr | : fakirlik, yoksukluk |
ve yemuru kum | : emreder, hüküm, sürükler, siz, |
bi el fahşa | : benlik hâli, ego, çirkinlik, aşırılık, büyüklenmek |
Ve Allah yeidu-kum | : Allah, vaad, bildirmek, söylemek, davet, istemek, |
Magfireten minhu | : mağfiret, merhametli, bağışlama, ondan, kendisinden |
ve fadlan | : fazl, erdemli, |
ve Allâh vasiun | : Allah, kuşatan, saran |
alim | : ilmiyle, ilmin sahibi |
268- Şeytani halleriniz size yoksulluk korkusu verir ve sizi, kendini büyük görme hallerine sürükler. Allah sizi, kendinden olan merhameti üzere olmaya ve erdemli olmaya ve bütün her şeyi ilmiyle kuşatanın Allah olduğunu bilmeye, davet eder.
-269-
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
Yutil hikmete men yeşâu ve men yutel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb
Yuti el hikmet | : verir, sunar, sunulur, hikmet, var oluşun bilgisi |
Men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen kimse, kim isterse, |
ve men yute el hikmet | : kim, kimse, sunulur, verilir, hikmet, var oluş bilgileri, |
Fe kad utiye | : artık, böylece, oldu, olur, sunulur, verilir, |
hayran kesir | : hayır, iyi olan, çok |
ve mâ yezzekkeru | : tezekkür etmez, varoluşu düşünmez, anlamak, |
İlla ulû el elbâbi | : başka, yüce akıl sahipleri, hakk üzere düşünme |
269- İsteyen kimse sunulan hikmet üzere olur. Kim sunulan hikmet üzere olmuşsa, böylece o çok hayırlı çalışmalar içinde olur. Hakk üzere aklını işletenlerden başkası varlığın varoluşunu düşünmez.
-270-
وَمَا أَنفَقْتُم مِّن نَّفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُم مِّن نَّذْرٍ فَإِنَّ اللّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
Ve mâ enfaktum min nafakatin ev nezertum min nezrin fe innallâhe yalemuhu ve mâ liz zâlimîne min ensâr
ve mâ enfaktum | : değil, şey, ne, infak ettiniz, verdiniz, |
min nafakatin | : nafaka, gider, yardım |
Ev nezertum min nezrin | : veya, taahhüd, söz vermek, yüklenim, adama |
Fe inne allâh | : artık, böylece, muhakkak, Allah |
Yalemu hu | : bilir, ilmin sahibidir, ilmiyle vareden, o, |
Ve ma li el zâlimîne | : değil, yok, şe, ne, zalimler için, zulüm eden, |
min ensârın | : bir yardımcı, yardımcı olan, |
270- Siz infak etmemezlik, yardım etmemezlik yapmayın ya da söz verip sözünüzü yerine getirmemezlik yapmayın. Muhakkak ki Allah her şeyi ilmiyle varedendir. Zalimler için bir yardımcıda yoktur.
-271-
إِن تُبْدُواْ الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِن تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاء فَهُوَ خَيْرٌ لُّكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنكُم مِّن سَيِّئَاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
İn tubdûs sadakâti fe niimmâ hiye ve in tuhfûhâ ve tutûhâl fukarâe fe huve hayrun lekum ve yukeffiru ankum min seyyiâtikum vallâhu bi mâ tamelûne habîr
İn tubdu | : eğer, ise, görünüş, açıkça, açığa vurmak |
el sadakat | : içten samimi olmak, dosdoğru olmak, sadakat, |
Fe niim mâ hiye | : artık, ne güzel, o güzel bir hal, |
ve in tuhfû-hâ | : eğer, ise, gizlerseniz, saklı, onu |
ve tutû ha el fukarae | : verirsiniz, sunmak, yardım, fakir, yoksul, ihtiyacı olan |
Fe huve hayrun lekum | : artık, o, hayırlı, iyi olan, sizin için |
ve yukeffiru ankum | : örter, örtülür, sizin, |
min seyyiâti-kum | : fenalarınız, günahlarınızdan |
ve Allâh bima tamelun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
habir | : bildiren, haber veren |
271- Sadakat içinde olduğunuzu açığa vursanız da ya da o halinizi gizleseniz de, o ne güzel bir hâldir. İhtiyacı olana yardım etmek, o sizin için hayırlı olandır ve sizin fena halleriniz bu hallerinizden dolayı örtülür. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri bildirendir.
-272-
لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu ve mâ tunfikû min hayrin fe li enfusikum ve mâ tunfikûne illebtigâe vechillâh ve mâ tunfikû min hayrin yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn
Leyse aleyke huda hum | : değil, senin üzerinde, sen, hidayet, yol gösterme, onlar |
ve lâkin Allah | : lakin, fakat, ancak, Allah |
Yehdi men yeşau | : hidayet, yol gösterme, kim, isterse, kimde istek varsa |
ve mâ tunfikû min hayrin | : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan |
Fe li enfusi-kum | : artık, o zaman, için, nefsiniz, kendiniz |
ve mâ tunfikû | : şey, ne, değil, infak, vermek |
illâ ibtigâe | : ancak, sadece, istedi, diledi, arzu, gaye, aranılan |
vechi Allâh | : yüz, yön, gerçek olan, Allah |
ve mâ tunfikû min hayrin | : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan |
Yuveffe ileykum | : vefalı, içten, dostluk sevgi, samimi, karşılık, size |
ve entum la tuzlemun | : siz, yok, haksızlık, zulüm |
272- Sen onları doğru yola getiremezsin. Ancak Allah’ı anlamak isteyen kimseye yol gösterilir. Hayırlı bir şekilde infak ettiğiniz şeyler, sizin kendiniz içindir. İnfak edilen şeylerde ancak aranılan gerçek Allah’ın vechine kavuşmaktır. Hayırlı bir şekilde infak ettiğiniz şeylerde, size sevgi, dostluk vardır ve size haksızlık edilmez.
-273-
لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Lil fukarâillezîne uhsirû fî sebîlillâhi lâ yestatîûne darben fîl ardı yahsebuhumul câhilu agniyâe minet teaffufi tarifuhum bi sîmâhum lâ yeselûnen nâse ilhâfâ ve mâ tunfikû min hayrin fe innallâhe bihî alîm
li el fukarâi | : için, ihtiyacı olan, yoksul, varlığından geçen, |
ellezine uhsir | : onlar, sınırlı, verilen, kendini adayan |
fî sebîl Allâh | : Allah’ın yolunda |
lâ yestatîûne | : yok, istidat, güçleri, kendi güçleri yok, |
Darben fi el ard | : vurmak, isabet, dolaşarak, aramak, hareket, yeryüzü, |
yahsebu-hum el cahil | : sanır, zanneder, bilmez, onlar, cahil, bilmeyen |
Agniyâe | : zengin, varlıklı, gani olan, değerleri taşıyan, |
min el teaffufi | : iffet, doğruluk, namus |
Tarifu hum | : tanımak, arif olmak, bilmek, onlar, |
bi simâ-hum | : yüzleri, simaları, onlar |
lâ yeselûne el nas | : yok, sormak, istemek, aramak, insanlar, |
ilhafen | : rahatsız ederek, bilmiş bir halde, kendini bilmez, gizli |
ve mâ tunfikû min hayrin | : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan |
Fe inne Allâh | : böylece, işte, olduğu, doğrusu, muhakkak ki Allah |
bi-hi alimun | : onu, her şeyi, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
273- Allah yoluna kendini adayanlar; tüm varlıklarından geçerler, kendilerindeki gücün onların olmadığını bilirler. Onlar yeryüzünde dolaşırken onları bilmeyenler zannederler ki onlar fakir, lâkin onlar doğruluğun zenginliği içindedirler. Onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlara bilmişlik taslayarak soru sormazlar. Ne infak ederlerse hayırlı bir şekilde ederler. İşte onlar her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilirler.
-274-
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Ellezîne yunfikûne emvâlehum bil leyli ven nehâri sirran ve alâniyeten fe lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
Ellezine yunfikune | : onlar, o kimseler, infak, vermek, |
Emvale hum | : mal, varlık, değer, onlar |
bi el leyli ve el nehar | : gece ve gündüz |
Sirran ve alaniyet | : sır, gizli ve açıkça, aleni, açık |
Fe lehum ecru-hum | : işte, artık, onlar, ecir, karşılık, onlar |
İnde rabbi him | : yanında, katında, ona ait, rabbi, onlar |
Ve la havfun aleyhim | : yok, korku, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : yok, onlar, mahzun, üzülme, kederlenme, |
274- Kendindeki değerleri gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, işte onların karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.
-275-
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Ellezîne yekulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel mess zâlike bi ennehum kâlû innemal beyu mislur ribâ ve ehallallâhul bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min rabbihî fentehâ fe lehu mâ selef ve emruhû ilâllâh ve men âde fe ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
Ellezine yekulune | : onlar, yerler, beslenmek, faydalanmak, |
El riba | : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkar, artmak, şişmek, |
lâ yekûmûne | : yok, kalkmak, yapmayın, anlamazlar, |
İllâ kema yekumu | : ancak, sadece, sürece, gibi, kalkmak, hareket etmek, |
Ellezi yetehabbetu-hu | : ki o, çarpar, acındırmak, hırpalamak, kıvranmak, darp |
el şeytân min el mess | : şeytani haller, dokunmak, hareket etmek, temas, değmek |
Zalike bi enne-hum | : işte bu, o, olması sebebi ile, olduğu, onlar |
Kâlû innema el beyu | : dediler, ancak, elbette, alış veriş, satış, satma, |
Mislu el ribâ | : gibi, benzer, riba, şahsi menfaat peşinde olmak |
ve ehalle | : helal, uygun, Allah, |
Allah el beya | : satış, alış veriş |
ve harrame | : haram, yasak, |
el riba | : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkar üzere hareket etmek |
Fe men cae hu mevizat | : artık, bundan sonra, kim, geldi, kabul etti, o, vaaz, öğüt, |
min rabbi-hi | : Rabbinden |
Fe enteha | : böylece, artık, bıraktı, vazgeçti, son, bitiş, uç |
Fe lehu mâ selefe | : artık, onun, şey, ne, değil, önce geçen, ced, ata, |
ve emru-hu ila allah | : iş, hüküm, o, ancak, Allah |
Ve men âde | : kim, döndü, cehalete döndü |
fe ulâike ashabu el nar | : işte onlar, sahip, ehli, halk, ateş, yakıcılık, |
Hum fiha halidin | : onlar, orada, o halde, devamlı, |
275- Şahsi menfaat ile kendine fayda sağlama peşinde olanlar, hakikatleri anlayamazlar. O kimseler şeytani halleriyle hareket ettikleri sürece, zarar verme içinde olurlar. İşte bu hâlde olanlar, elbette alış veriş şahsi menfaat peşinde olmaktır, derler. Allah için alış veriş helaldir. Şahsi menfaat peşinde olmak ise haramdır. Artık kim; o hakikatleri Rabbinden bir öğüt olarak kabul ederse, böylece o hallerini sona erdirirse, artık o geride kalmaz ve o, tüm varlığın işleyişinin ancak Allah’a ait olduğunu anlar. Artık kim cehalet hallerine dönerse, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.
-276-
يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
Yemhakullâhur ribâ ve yurbîs sadakât vallâhu lâ yuhıbbu kulle keffârin esîm
Yemhaku Allah | : yok etmek, yıkım, başarısız, Allah, |
el riba | : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkarcılık, |
ve yurbi | : eğiten, yetişen, başarmak, artmak, |
el sadakati | : içten, samimi olan, sadık olan, dosdoğru olan, |
ve Allâh la yuhıb | : Allah, yok, sevgi |
kulle keffârin | : bütün, hepsi, hakikatleri örten, kâfir, görmezlikten gelen |
esimin | : fena, günah, cürüm suç, fena haller |
276- Şahsi menfaat peşinde olanlar, Allah’ı anlamada başarısız olurlar. Dosdoğru hareket edenler ise başarılı olurlar. Fenalarda olup, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerde Allah sevgisi yoktur.
-277-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ekâmûs salâte ve âtevûz zekâte lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
inne ellezîne amenu | : muhakkak, iman edenler, inananlar |
ve amilû el sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Ve ekamu el salat | : her an salat üzere olanlar, bağlılık şuurunda olan, |
Ve atavu el zekâte | : vermek, paylaşmak, kendinde olanı paylaşmak |
lehum ecru-hum | : işte, artık, onlar, ecir, karşılık, onlar |
İnde rabbi him | : yanında, katında, ona ait, rabbi, onlar |
Ve la havfun aleyhim | : yok, korku, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : yok, onlar, mahzun, üzülme, kederlenme, |
277- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edenler ve temizlenme içinde olup kendilerinde olanı paylaşanlar, işte onların karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.
-278-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmen ittekû allâhe ve zerû mâ bakiye miner ribâ in kuntum muminîn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
İtteku Allâh | : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak |
Ve zeru ma | : bırakmak, terk etmek, sarılmayın, |
Ma bakiye | : şey, ne, değil, geride kalan, arda kalan, |
min el ribâ | : şahsi menfaat peşinde olmak, riba, faizden |
İn kuntum muminin | : eğer, ise, siz oldunuz, müminler, emin olan |
278- Ey iman edenler! Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve eğer müminlerden olmak istiyorsanız, geride kalan cehalet hallerinize, şahsi menfaat peşinde olan hallerinize tekrar sarılmayın.
-279-
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ
Fe in lem tefalû fezenû bi harbin minallâhi ve resûlihî ve in tubtum fe lekum ruûsu emvâlikum lâ tazlimûne ve lâ tuzlemûn
fe in lem tefalû | : artık, eğer, değil, yapmak, faaliyet, gayret |
fe izenû | : artık, böylece, farkına varmak, bilin |
bi harbin min allah | : mücadele, savaş, harbi, karşı çıkmak, vuruşmak, |
Allah ve resûli-hi | : Allah ve resulü, hakikati gösteren, o |
ve in tubtum | : eğer, tövbe, dönmek, pişman olup dönmek |
Fe lekum ruûsu | : artık, sizin, tüm varlığınız, başınız, sahibiniz |
emvâli-kum | : mallarınız, varlığınız, değerleriniz, |
lâ tazlimûne | : yok, zulmetmezsiniz, haksızlık |
ve lâ tuzlemûne | : yok, zulmedilmezsiniz, haksızlığa uğramazsınız |
279- Eğer böyle yapmazsanız, artık Allah ve o resule karşı çıktığınızı bilin. Eğer yaptıklarınızdan pişmanlık duyar dönerseniz, sonra da sizdeki değerlerin, tüm varlığınızın sahibini bilirseniz, zalimlerden olmazsınız ve zulmü yok edersiniz.
-280-
وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve in kâne zû usratin fe naziratun ilâ meyseret ve en tesaddekû hayrun lekum in kuntum talemûn
Ve in kane zu usratin | : eğer, ise, oldu, sahip, darlık, müşkil, zorluk, sıkıntı, |
Fe naziratun | : artık, bakmak, aramak, beklemek, araştırmak, |
İla meyseretin | : kolaylık, kolaylaştırıcı, bolluk, rahatlatıcı, |
Ve en tesaddekû | : sadakat, samimi olmak, doğruluk içinde hareket etmek |
Hayrun lekum | : hayırlı, iyi olan, size |
İn kuntum talemun | : eğer, ise, siz, bilirseniz, |
280- Eğer müşkilli hallere sahip iseniz, artık siz müşkillerden kurtulup rahatlamak için hakikatleri araştırın. Doğruluk içinde hareket etmeniz, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.
-281-
وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Vettekû yevmen turceûne fîhî ilâllâhi summe tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn
ve itteku yevm | : fenalardan sakının, her zaman, an, vakit, |
turceun | : aslına dönmek, döndürülmek, aslını aramak, rucu |
Fihi ila allah | : onun içinde, onda, Allah |
Summe tuveffa | : sonra, vefalı, sevgi bağlılığı, tamamını verme, teslim etme |
Kullu nefsin | : bütün herkes, nefs, kişi, |
ma kesebet | : şey, ne, değil, kazanmak, edinmek |
Ve hum la yuzlemune | : onlar, o kimseler, yok, zulmedilmezler, haksızlık |
281- Her zaman fenalardan sakının, Allah’ın hakikatlerine dönün. Sonra sevgiyle hareket edin. Herkes kazandığının karşılığını bulur ve kimseye haksızlık edilmez.
-282-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûhu velyektub beynekum kâtibun bil adl ve lâ yebe kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub velyumlilillezî aleyhil hakku velyettekıllâhe rabbehû ve lâ yebhas minhu şeyen fe in kânellezî aleyhil hakku sefîhan ev daîfen ev lâ yestatîu en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil adl vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum fe in lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâl uhrâ ve lâ yebeş şuhedâu izâ mâ duû ve lâ tesemû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelihî zâlikum aksatu indallâhi ve akvemu liş şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâyatum ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd ve in tef’alû fe innehu fusûkun bikum vettekûllâh ve yuallimukumullâh vallâhu bi kulli şeyin alîm
yâ eyyuhe ellezine amenu | : ey iman edenler |
İza tedâyentum | : olduğu zaman, olunca, sözleşme, siz, |
bi deynin | : alan, borç veren, talep edene verilmesi lazım olan |
İla ecelin musemmen | : belli süre, zaman, süre, belirlenmiş, isimlendirilmiş |
fe uktubû-hu | : o zaman, yazın, kaydedin, |
ve li yektub beyne kum | : için, yazsın, aranızda, |
Katibun bi el adli | : yazan, katip, adalet, doğru |
ve lâ yebe | : yok, yap, çekinmesin |
Kâtibun en yektube | : katip, yazıcı, yazmak |
Kema alleme hu allah | : gibi, öğretti, öğretmek, o, Allah |
fe li yektub | : böylece, için, yazsın, yazar |
Ve liyalim ellezî | : için, bilen, alim, bildirsin, öğretsin, yazdırsın, ki o, |
Aleyhi el hakku | : onun üzerinde, üzerine, hak, hakikat, doğru, gerçek |
Ve li yettekı Allâh rabbe hu | : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak, rabbi |
ve lâ yebhas min hu şey | : yok, eksiltmek, noksan, ondan, bir şey |
Fe in kane ellezi | : artık, fakat, oldu, ki o, o |
Aleyhi el hakk sefihan | : onun üzerinde, hak, doğru, akıl etmeyen, akılsız, |
Ev daifen | : veya, zayıf, güçsüz |
Ev la yestatiu en yamil huve | : veya, yok, isdidat, güç, bildirsin, öğretsin, yazdırsın, o |
fe li liyalim | : artık, o zaman, bildirsin, öğretsin, yazdırsın |
veliyyu-hu bi el adli | : velisi, dostu, o, adalet, doğru, adil |
Ve isteşhidu şehîdeyni | : bilenler, bilip görenleri şahit, |
min ricali-kum | : ileri gelen, bilgili kimse, lider, siz |
fe in lem yekûna raculeyn | : fakat, eğer, değil, bulunmak, ileri gelen, kamil kimse |
Fe raculun | : artık, kamil kimse, bilgili, ileri gelen, |
ve emr etâni | : iş, işleyiş, onun, o işler, iki kadın |
mimmen terdavne | : o kimselerden, onlardan, hoşnut, rıza, memnun, huzur, |
min eş şuhedâi | : bilip görünceye kadar, şahitlerden, birliğe ulaşmak |
en tedılle ıhda huma | : kaybeden, dalalet, ikilik, cehalette kalan, onlardan |
Fe tuzekkire | : artık, böylece, anlayıp ulaşmak, hatırlatır |
Ihda huma el uhra | : onlardan birisi, diğer, başka, |
Ve la yebe el şuhedâu | : yok, kaçınmak, üşenmek, bilip gören, şahitler |
İzâ ma duu | : olduğu zaman, olunca, şey, ne, değil, davet, çağrı |
ve lâ tesemû | : yok, usanmayın, üşenmeyin, sıkılmasın, kaçınmasın |
en tektubû-hu sagiran | : onu yazmanız, küçük, ufak, bilgiye ulaşmamış |
Ev kebir ila eceli hi | : veya, büyük, ancak, süre, belirli olan, o, yaşça büyük |
Zalikum aksatu inde allâh | : işte bu, o, doğru olan, adaletli, katında, ona ait, Allah |
ve akvemu li el şehadet | : sağlam duruş, doğru olan, tanık, bilmek, |
Ve ellâ tertâbû | : değil, daha yakın, tereddüd, şüphe etmemeniz |
İllâ en tekune ticaret | : ancak, hariç, olmak, ticaret, alış veriş, paylaşma, |
Hâdıraten tudirun ha | : var olan, hazır olan, yapılması, yürütmek, hareket, o |
beyne-kum | : kendi aranızda |
Fe leyse aleykum cunâhun | : artık, böylece, değil, yok, üzerinizde, size, günah, vebal |
ellâ tektubû-hâ | : değil, yok, yazmak, onu |
ve eşhidû izâ tebâyatum | : görün bilin, şahit, olduğunda, anlaşma, satın alma |
Ve la yudarra kâtibun | : yok, zarar, sıkıntı, zorluk, katip, yazıcı |
ve lâ şehîdun | : yok, şahit, tanık, bilmek, |
ve in tefalû | : eğer yaparsanız |
Fe innehu fasık bikum | : artık, elbette, o, çıkan, hakikatlerden cehalete, size |
Ve itteku allâh | : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak |
ve yuallimu-kum Allah | : öğretiyor, öğreten, size, Allah |
Ve Allâh bi kulli şeyin alim | : Allah, bütün her şey, ilim sahibi, ilmiyle vareden |
282- Ey iman edenler! Siz hakikatleri talep edip söz verdiğiniz zaman, ölünceye kadar o hakikat bilgilerini gönlünüze yazın ve kendi aranızda o hakikatleri gönüllerinize aktaracağınız zaman doğru bir şekilde aktarın. O hakikatleri gönlüne yazan, Allah’ın size öğrettiği gibi yazsın, başka türlü yapmasın ve üzerindeki hakikatleri bilen kimselerden olsun. Kendini vücudlandıran Allah’a karşı fenalardan sakınsın, ortak koşmasın. O hakikatlere karşı eksik anlama içinde olmasın. Eğer kendindeki hakikatleri anlamada akıl edemiyorsa ya da bir zayıflık içindeyse ya da o hakikatleri bilmede güçsüz kalıyorsa, o zaman o hakikatlere dost olanlardan hakikatleri öğrenme içinde olsun. Böylece ilimde ileri gelenlerin gösterdiği, öğrettiği gibi bilip görenlerden olsun ve işleyişin sahibini bilip huzur bulanlardan olsun. Cehalette kalanlardan olmasın, bilip görenlerden olsun. Böylece hakikatleri anlayıp, başka görmeyip, ikilikten geçip birlik şuuru ile bu âleme baksın. Hakikatlere davet edildiği zaman üşenmesin. Bilgide henüz yeni ya da bilgide kemalat içinde olanlar da, ömürlerinin sonuna kadar hakikatleri öğrenmekten kaçınmasınlar. İşte bu, Allah’a ait olan hakikatleri öğrenmek için doğru olandır ve bilip görenlerden olmak için sağlam duruştur ve tereddüt edenlerden olmamanız içindir. Ancak sizler, kendi aranızda hakikatlerin bilgilerini paylaşmada var olan gerçeklerle hareket edin. Böyle yaparsanız sizlere bir vebal yoktur. Hakikatlerin bilgilerini paylaşmamazlık yapmayın ve paylaştığınızda bilip görenlerden olun. Hakikatlerin bilgilerini paylaşmada zorluk çıkarmayın ve bilip görmeyi yok etmeyin, eğer böyle yaparsanız hakikatlerden cehalete çıkmış olursunuz. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve Allah’ın tüm varlıktan size her an öğrettiğini unutmayın ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilin.
-283-
وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Ve in kuntum alâ seferin ve lem tecidû kâtiben fe rihânun makbûdat fe in emin badukum badan felyueddillezîtumine emânetehu velyettekıllâhe rabbehu ve lâ tektumûş şehâdet ve men yektumhâ fe innehû âsimun kalbuhu vallâhu bi mâ tamelûne alîm
ve in kuntum ala seferin | : eğer siz, iseniz, sefer, arayış, gezip dolaşmak, yolculuk |
Ve lem tecidu kâtiben | : hayır, yok, bulmak, katip, yazıcı, yazan, kaydeden |
fe rihânun makbudat | : artık, tutulan, hapis, alınmış, tutulmuş, bilgileri tutan, |
fe in emin | : artık, emin olan, güvenen, emin olduğunuz taktirde |
badu-kum badan | : bazınız, bazınıza, birbirinize |
fe li yueddi | : böylece, artık, ödemek, iade, vermek, ki o |
Ellezi utumin emanete-hu | : ki o, o kimse, itimat, güvenli, güvendiği, emaneti, o |
Ve li yettekı Allâh | : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak, |
rabb hu | : vücudlandıran, rab, o |
Ve la tektumu | : yok, gizlemek, saklar, susar, |
el şehâdete | : bilip görmek, şahit olmak, heran her yerde hazır olan, |
ve men yektum ha | : kim, saklar, gizler, susar, o, o hakikatleri |
Fe inne hu asimun | : artık, muhakkak, o, günahkar, hatalı, yanılan, fenalar |
kalbu-hu | : kalbi, idraki, anlayışı, o |
ve Allâh bima tamel alim | : Allah, yaptığınız şeyler, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
283- Hakikatlerin bilgilerini paylaşmak için gezip dolaştığınızda, hakikatleri gönlüne alacak birini bulamazsanız, artık o bilgilere sahip çıkacak birini bulduğunuz zaman, sonra da birbirinizden emin olduğunuzda, artık güvendiğiniz o kimselere o emanetleri verin. Sizi vücudlandıran Allah’a karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. Bilip gördüğünüz hakikatleri gizlemeyin. Kim o hakikatleri gizlerse, onların kalbi muhakkak fenalara sürüklenir. Yaptığınız şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır.
-284-
لِّلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve in tubdû mâ fî enfusikum ev tuhfûhu yuhâsibkum bihillâh fe yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâu vallâhu alâ kulli şeyin kadîr
li Allah ma fi el semavat | : Allah’ın, göklerde olanlar, ne varsa |
ve mâ fî el ardı | : yeryüzünde olan ne varsa |
ve in tubdu | : eğer, görünen, açıklarsanız, açıkça, |
mâ fi enfusi-kum | : kendiniz, nefsleriniz, içinizde olan |
Ev tuhfû-hu | : yada, görünmeyen, gizli olan, |
yuhâsib-kum bihi Allah | : hesap, düşünmek, alıp verme, siz, onunla, Allah |
Fe yagfiri | : artık, öyle ki, mağfiret, rahmet, |
li men yeşâu | : için, kim, kimse, ister, istek, isteyen kimse, |
ve yuazzibu men yeşau | : azap eden, sıkıntı, kim, ister, istek |
Ve Allah alâ kul şeyin kadir | : Allah, bütün her şey, kudret, |
284- Göklerde olanlar ve yerde olanlar, sizin gördüğünüz ve görmediğiniz şeyler Allah’ındır. Kendinizdeki Allah’ın hakikatlerini en ince ayrıntısına kadar düşünün. Artık isteyen kimse mağfiret bulur ve isteyen kimse de sıkıntılarda kalır. Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-285-
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Âmener resûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihî vel muminûn kullun âmene billâhi ve melâiketihî ve kutubihî ve resulihî lâ nuferriku beyne ehadin min resulih ve kâlû seminâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr
amene el resul | : inandı, iman etti, resul, hakikati gösteren, |
Bima unzile ileyhi | : şeye, hakikatlere, sunulan, indirilen, bildirilen, ona |
Min rabbi hi | : rabbinden |
ve el muminûne | : müminler, emin olan, |
Kullun amene | : hepsi, iman eden, inanan, |
bi Allah | : ile, Allah ile birlikte, Allah’a |
ve melâiketi-hi | : tüm varlıktaki onun gücüne, gücün ona ait olduğuna |
ve kutubi-hi | : kitaplarına, her varlığın onun kitabı olduğuna |
ve resuli-hi | : resullerine, hakikati gösteren, |
la nuferriku | : yok, fark, ayırt etmek, |
Beyne ehadin min resul hi | : arasında, biri, resullerin, hakikati gösteren, |
ve kalu seminâ | : dediler, işittik, hakikatlere işitik, |
ve atanâ | : itaat ettik, uyduk, hakikatlere uyduk, |
gufrâne-ke | : mağfiret etmen, temizlenmek, rahmet, |
rabbe na | : rabbimiz |
ve ileyke el masir | : sana, sürüp giden, dönüp varılacak yer, |
285- Resul, kendi üzerindeki tecellilerin Rabbinden olduğuna iman etti. Bütün müminler de; Allah’a ve tüm varlıktaki gücün O’na ait olduğuna ve her varlığın O’nun kitabı olduğuna ve O Resullere inandılar. O Resullerin arasında ayrım yapmadılar. Dediler ki: Hakikatleri işittik ve hakikatlere uyduk. Rabbimiz! Mağfiretin senden olduğuna ve dönüp varılacak yerin sen olduğuna inandık.
-286-
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vusahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahtanâ rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bihî vafu annâ vagfir lenâ verhamnâ ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn
lâ yukellifu Allah | : yok, mükellef, sorumlu olan, yapmada görevli, Allah, |
nefsen | : nefs, kendi, kişi, |
İlla vusa ha lehâ | : ancak, kendi gücü, kapasite, genişletmek, o, onun |
mâ kesebet | : şey, ne, değil, kazandığı, edindiği, öğrendiği, anladığı |
ve aleyhâ ma iktesebet | : onun üzerinde, kendine, kazanamayan, elde edemeyen |
Rabbe na lâ tuâhız-nâ | : rabbimiz, yok, uzaklaşma, sarılma, edinme, sorumlu, biz |
in nesîna | : eğer, şayet, unutmak, |
ev ahtana | : veya, ya da, hata, düşmek, yanlış yapmak, şaşırmak, |
rabbe-nâ | : Rabbimiz |
ve lâ tahmil aleyna | : yok, yükleme, taşımak, üzerimize |
Isran kema hamelte-hu | : zorluk, sıkıntı, yükledin, taşımak, o |
alâ ellezîne min kabl na | : karşı için, o kimseler, onlara, önceden, biz |
ve lâ tuhammil-nâ | : yok, yükleme, taşımak, terke etmeyelim, biz |
mâ lâ tâkate lenâ nihi | : takatımız kesilmesin, güç, şevk, bizim, onu |
ve afu anna | : affet, bağışla, bizim |
ve ıgfir lenâ | : mağfiret, bağışlama, bize, |
ve irham-nâ | : rahmet et, merhamet, biz |
Ente Mevla na | : sen, sahip, Mevla, efendi, biz, |
Fe ensur-nâ | : artık, böylece, yardım, zafer, başarı, biz |
alâ el kavmi | : kavim, kimseler, toplumlar, |
el kâfirîne | : hakikatleri örten , görmemezlikten gelen |
286- Kişi Allah’ı anlamadan yok sayamaz. Ancak o gücün gücü nisbetince O’nu. Hakikatlerden bir elde edemeyenlerin canlandıracakları şeydir. Rabbimiz! Unutursak ya da hata yaparsak bizi hakikatlerden uzaklaştırma. Rabbimiz! Bizden yolculukların senin hakikatlerini yüklendikleri gibi, olsa olsak bile biz de yüklendiğimiz o hakikatleri terk etmeyelim ve bu yolda şevkimiz bitmesin. Bize bağışlayıcılığı ve bize mağfireti ve bize merhameti bağışla. Sen bizim sahibimizsin. Bundan böyle hakikatleri görmemezlikten gelen örtenlere karşı hakikatlerini anlamada, anlatmada bizi başarılı kıl.