BAKARA SURESİ

 

-1-

الم

Elif lâm mîm

Elif lam mim : hak, halk, Allah, cem, hz cem, cemül cem

 

1- Elif, Lam, Mim

 

-2-

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ

Zâlikel kitâbu lâ reybe fîhi huden lil muttekîn

Zâlike : işte bu, o, işte bu kainat, işte bu varlık
el kitab : kitap, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri
La reybe fihi : yok, şüphe, tereddüt, hata, onun hakikatlerinde,
Huden : hakikate yol gösterici, hidayet veren, sahip,
li el muttekîne : takva, fenalardan sakınıp hakikati arayan, korunan,

 

2- İşte bu kâinat bir kitaptır. Onun içindeki hakikatlerde şüphe yoktur. Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar için hakikatlere yol göstericidir.

 

-3-

 الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

Ellezîne yuminûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn

Ellezine : o kimseler, müttakiler, fenalardan sakınıp hakikati arayan
Yuminun : iman etmek, inanmak,
bi el gaybi : görünmeyen, bilinmeyen
ve yukîmûne el salat : her an sâlat üzeredirler, hakka bağlılık şuuru,
ve mimmâ razakna hum : şeyler, ondan, rızık, nimetlerimiz, sıfat, onlar,
yunfikûne : infak ederler, verirler, teslim ederler

 

3- Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar, görünmeyen bilinmeyene inanırlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve onlardaki nimetlerimizin sahibini bilip teslim ederler.

 

-4-

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Vellezîne yuminûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik ve bil âhireti hum yûkınûn

Ve ellezine yuminun : o kimseler, inanır, iman eder
Bima unzile ileyke : şeye, ne, hakikatlere, bildirilen, sunulan, indirilen, sana
ve mâ unzile min kabl ke : şey, ne, indirilen, sunulan, bildirilen, senden önce
Ve bi el âhireti : sonlarına,
Hum yukınun : onlar, yakın olmak, kesin inanmak, eminlik

 

4- O kimseler; sana sunulan hakikatlere ve senden öncekilere de sunulan hakikatlere inanırlar ve onlar sonlarına da kesin inanırlar.

 

-5-

  أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn

Ulâike ala huden : işte onlar, dosdoğru yolu üzere, hidayet üzere
Min rabbi-him : rabbinin, onlar, kendilerini vücudlandıran,
ve ulaike hum : işte onlar, o kimseler,
el muflihun : başarılı olan, felah bulan, mutlu, özü anlayan,

 

5- İşte onlar, kendilerini vücudlandıranın dosdoğru yolu üzeredirler ve işte onlar özü anlayanlardır.

 

-6-

 إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yuminûn

İnne ellezine keferu : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
sevâun : eşittir, birdir, denk, değişmez,
Aleyhim e enzerte-hum : onları, kendilerinde olan, uyarmak, anlatmak,
Em lem tunzir-hum : veya, yada, değil, uyarmak, anlatmak, onlar
lâ yuminûne : yok, iman etmek, inanmak

 

6- Hakikatleri görmemezlikten gelenleri, onlardaki hakikatlerle onları uyarıp anlatsan da ya da onları uyarıp anlatmasan da bir şey değişmez, inanmazlar.

 

-7-

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ

Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ semıhim ve alâ ebsârihim gışâveh ve lehum azâbun azîm

Hateme Allah : kapalı, mühür, son, damga,  Allah
kulûbi-him : kalbleri, idrakleri, anlayışları, onlar
ve ala semı him : işitme, onlar
ve ala ebsar him : görmeleri, onlar
gışâvetun : perde, sis, buğu, gözü kara olmak, görememek,
ve lehum azabun elim : onlar, azap, sıkıntı, elim, acı,

 

7- Allah’ı anlama konusunda onların kalbleri kapalıdır ve onların işitmeleri ve onların görmeleri perdelidir ve onlar acı sıkıntılardadır.

 

-8-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ

Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hum bi muminîn

ve min en nâsi : insanlardan,
Men yekulu amenna : kimse, kim, söyler, derler, inandık,
bi allâh : Allah’a
ve bi el yevmi el âhıri : sonlarına, son vakitlerine
ve ma hum bi muminîne : ve, fakat, değil, şey, ne, onlar, müminler, emin olan,

 

8- İnsanlardan, Allah’a ve sonlarının geleceği vakte inandık diyen kimseler vardır. Fakat onlar mümin değillerdir.

 

-9-

  يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ

Yuhâdiûn allâhe vellezîne âmenû ve mâ yahdeûne illâ enfusehum ve mâ yeşurûn

yuhadiun Allah : aldanmada, aldatan, kandırma, Allah,
ve ellezine amenû : o kimseler, iman eden, inanan
ve mâ yahdeûne : değil, şey, ne, aldanmak,
İllâ enfus hum : ancak, sadece, kendilerini, kişi, nefs, onlar,
ve mâ yeşurûne : şuursuz, kendilerinin ve çevrelerinin farkında olmayan

 

9- Onlar, Allah’a ve iman edenlere karşı bir aldatma içindedirler. Onlar sadece kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.  Onlar kendilerinin ve çevrelerinin idrakinden uzaktırlar.

 

-10-

 فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

Fî kulûbihim maradun fe zâde hum allâhu maradâ ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn

fî kulûbi-him : içinde, kalblerinde, anlayışlarında,
maradun : cehalet hastalığı, araz, hastalık, rahatsızlık,
Fe zade hum allâh : böylece, artık, artma, çoğalma, fazlalaşma, onlar, Allah
maradan : cehalet hastalığı, maraz, hastalık
ve lehum azabun elim : onlar, azap, sıkıntı, müşkil, elim, acı
Bima kanu yekzibûne : şeyler, sebebiyle, oldu, yalanlarda kalma, yalanlıyorlar

 

10- Onların kalblerinde cehalet hastalığı vardır. Öyle ki, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı onların cehalet hastalığı artar ve onlar yalanlarda kaldıklarından dolayı acı müşkiller içindedirler.

 

-11-

 وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı kâlû innemâ nahnu muslihûn

ve iza kile lehum : o zaman, olduğunda, denildi, onlara
La tufsidû : yok, fesat, yıkıcılık, tahrip, kargaşalık, ikilik,
fi el ard : yeryüzü, toprak, beden,
Kalu innemâ : derler, ancak, sadece
Nahnu muslihun : biz, ıslah eden, düzelten, reform, barıştıran

 

11- Onlara: Yeryüzünde fesatlık içinde olmayın denildiğinde, biz düzelteniz derler.

 

-12-

 أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ

E lâ innehum humul mufsidûne ve lâkin lâ yeşurûn

e lâ inne hum : değil mi, muhakkak, onlar
Hum el mufsidûne : onlar, ikilik, yıkıcılık, tahrip, fesat çıkaranlar
Ve lakin la yeşurune : lakin, yok, şuursuz, kendinin çevresinin farkında olmayan

 

12- Onlar fesatlık içinde olanlar değil midir? Fakat onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.

 

-13-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ

Ve izâ kîle lehum âminû kemâ âmenen nâsu kâlû e numinu kemâ âmenes sufehâu e lâ innehum humus sufehâu ve lâkin lâ yalemûn

Ve iza kile lehum aminu : olduğunda, denildi, onlar, iman etmek, inanmak,
Kema amene el nasu : gibi, iman eden, inanan, insanlar
Kâlû e numinu : dediler, inanalım mı, iman,
Kema amene : gibi, inanan, iman eden,
el sufehâu : sefihler, akılsızlar, aklını çalıştırmayan, düşünmeyen,
e lâ inne hum : değil mi, yok, muhakkak, onlar
hum el sufehau : onlar, akılsız, sefih, aklını işletmeyen, düşünmeyen
Ve lakin la yalemûne : lakin, bilmiyorlar, bilmezler

 

13- Onlara: Hakikatlere inanan insanlar gibi sizde inanın denildiğinde, derler ki: Akılsızlık içinde olanlar gibi mi inanalım? Asıl akılsızlık içinde olanlar onlar değil midir? Fakat onlar bilemiyorlar.

 

-14-

وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ

Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halev ilâ şeyâtînihim kâlû innâ meakum innemâ nahnu mustehziûn

ve izâ leku ellezine amenu : olduğu zaman, karşılaşmak, inananlarla, iman edenler
Kalu âmennâ : derler, biz inandık, iman ettik,
ve izâ halev : olduğu zaman, yalnız, boşluk, yoksun,
ilâ şeyatini him : ancak, şeytani halleri, kendi şeytanlarıyla
Kâlû inna mea kum : dediler, biz, beraber, birlikte, siz,
İnnema nahnu : ancak, sadece, doğrusu, biz,
mustehziûn : alay edenler, önemsemeyen

 

14- İman edenlerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik, derler ve kendileri gibi şeytani hallerde olanlarla beraber olduklarında, biz onları önemsemedik sadece alay ettik, derler.

 

-15-

اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

Allâhu yestehziu bihim ve yemudduhum fî tugyânihim yamehûn

Allâhu yestehziu bihim : Allah, alay etmek, önemsememek, onlarla
ve yemuddu-hum : zaman, belirli, mühlet
Fi tugyani him : içinde, azgınlık, zulüm, haddi aşmışlık,
yamehun : inat, isyan, ikilik, şaşkınlık, şaşırmış, oyalanma,

 

15- Onlar halleriyle Allah’ı önemsemeyenlerdir. Onlar zamanlarını, haddi aşmışlık ve ikilik çıkaran haller içinde geçirirler.

 

-16-

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ

Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ fe mâ rabihat ticâretuhum ve mâ kânû muhtedîn

Ulâike ellezine : işte, o kimseler, o halde olanlar,
işterevu : satın almak, tercih etmek,
el dalâlete : dalalet, hakikatlerden sapma,
bi el huda : yol bulma, hidayet, hakk yolu üzere,
Fe ma rabihat : sonra, kazanamamak, kar, bir şey elde edememek
ticâretu-hum : alış veriş, hakikatleri anlamak, talep, ticaret, onlar
ve ma kanu muhtedîne : olmadı, olmaz, hakka yol bulan, hidayette olanlar,

 

16- İşte o hâlde olan kimseler; Hakk’a yol bulma yerine hakikatlerden sapmayı tercih ettiler. Sonra da onlar hakikatlerden bir şey elde edemediler ve onlar Hakk’a yol bulamadılar.

 

-17-

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ

Meseluhum ke meselillezistevkade nârâ fe lemmâ edâet mâ havlehu zeheballâhu bi nûrihim ve terekehum fî zulumâtin lâ yubsirûn

meselu-hum : misal, durum, halleri, onlar
Ke meseli ellezi : gibi, misal, durum, o kimseler,
İstevkade : tutuşturulmuş, yakılmış, ateş yakan
naren : ateş, aydınlık, nur, ışığı görmek,
Fe lemma edâet : artık, sonra, olduğunda, aydınlattı, yanar, ışık saçar
Mâ havle hu : şey, ne, değil, etrafı, güç, kuvvet, çevre, her varlık,
Zeheb : altın, giderdi, yok etmek, görememek, kaybetmek,
Allah bi nuri him : Allah, nur, aydınlık, ışık, onlar, kendindeki nuru,
ve tereke-hum : terk, bırakmak, uzaklaşmak, onlar
Fi zulumât : içinde, karanlık, cehaletin karanlığında,
la yubsirun : yok, görmek, göremeyen, idrak edemeyn,

 

17- Onların durumu ateş yakan kimseler gibidir, onlar o ateşin ışığını görürler, fakat onlar kendilerindeki Allah’ın nurunu, her varlıktaki o gücü göremezler ve onlar hakikatlerden uzaklaşmakla cehaletin karanlığında kalıp hakikatleri göremeyenlerdir.

 

-18-

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ

Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn

Summun bukmun : sağır, hakikatleri işitemeyen, konuşamayan,
umyun : göremeyen, âmâ, hakikati göremeyen,
Fe hum la yerciune : artık, onlar, yok, dönmek, asliyetine dönmek

 

18- O hâlde olanlar; hakikatleri işitemeyen, hakikatleri konuşamayan, hakikatleri göremeyenlerdir, artık onlar asliyetlerini anlamaktan uzaktırlar.

 

-19-

أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ

Ev ke sayyibin mines semâi fîhi zulumâtun ve radun ve berk yecalûne esâbiahum fî âzânihim mines savâiki hazaral mevt ve allâhu muhîtun bil kâfirîn

ev ke sayyibin : veya, ya da, gibi, yağmur, yağmak, şiddetli gelen,
min el sema : semadan, gökten, ulvi âlemden,
fî-hi zulumatun : onun içinde, karanlık,
ve radun : gök gürültüsü, şiddetli ses, kudretli ses,
ve berkun : şimşek, katı, sağlam, zinetlenme, göğüs,
Yecalûne esabia hum : kılarlar, yaparlar, tıkarlar, parmaklarını, onlar
fi azani him : kulaklarının içine, kulaklarına
min es savâiki : yıldırımlardan, şimşek,
Hazara el mevt : korku, ölüm, idraksizlik içinde olan,
ve Allâh muhit : Allah, ihata eden, kuşatan, tecellileriyle saran,
bi el kafirin : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler

 

19- Ya da onların durumu, bir karanlık içinde gökten şiddetli yağan yağmur ile birlikte gök gürültüsü ve şimşeklerin çakmasıyla, ölüm korkusundan kulaklarını parmaklarıyla tıkayanlar gibidir. Oysa ki onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtseler de, Allah onları da tecellileriyle ihata etmiştir.

 

-20-

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi semihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şeyin kadîr

Yekâdu el berk : neredeyse, şimşek, elektirik, ışık, sağlam,
yahtafu : kaçırır, kamaşma,
ebsâre-hum : bakışların, onların gözleri
Kullemâ edae lehum : her zaman, her defa, aydınlatan, aydınlık, onlar,
Meşev fî-hi : yürümek, gitmek, ilerlemek, onun içinde, onunla,
ve izâ azleme aleyhim : ise, olduğunda, karanlığında, onlarda,
kamu : hep, bütün, her şey, kalakalmak,
Ve lev şae allâh : eğer, istek, anlamak, Allah
le zehebe : elbette, gidermek, gitmek, yok etmek,
bi semi him : işitmek, anlamak, onlar,
ve ebsâri-him : bakıp görmek, anlamak, idrak, dikkatlice bakmak,
İnne allah : muhakkak, Allah
Ala kullu şeyin kadirun : bütün her şey, kudret, güç

 

20- Onların bakışları ışığın etkisinden kamaşır. Oysa onlara her zaman hakikatlerin aydınlığında ilerlemek vardır. Fakat onlar cehaletin karanlığında oldukları yerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteseler, elbette cehalet hallerini giderirler, hakikatleri işitirler ve onlar, muhakkak ki Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu anlarlardı.

 

-21-

 يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Yâ eyyuhen nâsubudû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekûn

yâ eyyuhâ el nas : ey insanlar
Abudû rabbe kum : kulluk, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
Ellezi halaka-kum : ki o, halk etti, yarattı, siz
ve ellezine min kabl kum : o kimseler, onlar, sizden önce
lealle-kum tettekune : umulur ki, siz, fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız, takva

 

21- Ey insanlar! Sizi vücudlandıranın kulu olduğunuzu anlayın. Sizleri ve sizlerden öncekileri de halkeden O’dur. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.

 

-22-

   الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ellezî ceale lekumul arda firâşen ves semâe binââ ve enzele mines semâi mâen fe ahrece bihî mines semarâti rızkan lekum fe lâ tecalû lillâhi endâden ve entum talemûn

Ellezi ceale lekum : ki o, kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, siz,
El ard firaşen : yeryüzü, yaymak, döşek, yatak, serilen
ve el semâe : sema, gökyüzü, ulvi alem,
binaen : düzenledi, bina, kurdu,
ve enzele : sundu, indirdi, verdi,
min semai maen : gök, gökyüzü, ulvi alem, su, ilim,
Fe ahrece bihi : böylelikle, çıkardı, ihraç, oradan,
Min el semarâti : ürünler, yemiş, mahsuller
Rızkan lekum : rızık, fayda, yarar, siz,
Fe la tecalu : artık, yok, yapmak, kılmak,
li Allâh endaden : Allah’a, Allah için, eş, benzer, ortak
ve entum talemun : siz, bilenlerden olun,

 

22- Ki O’dur; sizi sıfatlarıyla düzenleyen, yeryüzünü yayıp döşeyen ve gökyüzünü kuran ve gökten suyu indiren, sonra da onunla ürünler çıkartan. Sizler onlardan faydalanırsınız. Artık Allah’a eş koşmayın ve siz bilenlerden olun.

 

-23-

  وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

Ve in kuntum fî reybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fetû bi sûretin min mislihî vedû şuhedâekum min dûnillâhi in kuntum sâdıkîn

ve in kuntum fi reybin : eğer, siz iseniz, şüphe içinde, tereddüt,
mimma nezzelna : şeyden, hangi, indirilen, sunulan, biz,
Ala abdi na : üzerine, için, göre, kul, köle, mahluk, insan, biz
fe utu : sonrada, gelmek, getirmek, yapmak, incelemek,
bi suret : suret, biçim, sekil, tarz, dış yüz,
min misli-hi : benzeri, misli aynı, onun gibi
ve udu : davet, çağrı, talep, arayın, anlamak için davet,
şuhedae kum : bilip gören, şahit olmak, görmek, siz,
min dûni Allâh : ona ait, ondan başka, ona ait hakikatler, Allah
in kuntum sadıkin : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, sadakat

 

23- Eğer sunduğumuz şeylerden şüpheniz varsa, kullarımızın üzerlerindeki niteliklere bakın. Sonra da suretleri tutan o benzer tecellileri inceleyin ve eğer siz sadakatle bağlı olmak istiyorsanız, Allah’a ait olan her yerdeki tecellileri görün anlayın.

 

-24-

فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

Fe in lem tefalû ve len tefalû fettekûn nârelletî vakûduhân nâsu vel hicâratu uiddet lil kâfirîn

fe in lem tefalû : böylece, eğer, değil, yapmak, işlemek, fâil olan,
ve len tefalû : değil, asla, yapmak, yaparsınız, fâil olan,
fe itteku : bundan sonra, artık, sakının,
el nar : yakıcı, ateş, cehaletin yakıcı ateşi
Elleti vakudu ha el nâsu : ki o, yakıt, yakan, onun, insanlar
ve el hicaratu : uzaklaşmak, taş, taşlaşmış,
uiddet : bırakmak, katı, hazır, vardır, o halde kalmak,
li el kâfirîne : içinde, hakikatleri görmeyip örtenler,

 

24- Böylece fâil olanın siz olmadığınızı anlarsınız. Ki fâil olan siz değilsiniz. Bundan sonra insanları yakan o cehalet ateşinden sakının. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerinin içinde olursanız, o cehaletin taşlaşmış hallerinde olursunuz.

 

-25-

وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Ve beşşirillezîne âmenû ve amilûs sâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihel enhâr kullemâ ruzikû minhâ min semeretin rızkan kâlû hâzellezî ruzıknâ min kabl ve utû bihî muteşâbihâ ve lehum fîhâ ezvâcun mutahharatun ve hum fîhâ hâlidûn

ve beşir ellezîne âmenû : müjdele, bildir, sevindir, iman edenlere,
ve amilû el salihat : dosdoğru hak yolunda çalışanlara, iyi çalışmalarda olan
Enne lehum cennâtin : olduğu, onlar, cennetler, huzurlar, mutluluk,
Tecri mim tahtiha : vardır, iletilen, yapılan, akar, makamlarında
enhâru : akıp giden ilim, nehirler
Kullemâ ruziku minha : her an, hepsi, her seferinde, fayda, yarar, oradan,
min semeretin : ürün, netice, sonuç, verim,
rızkan : fayda, elde edilen, fayda, nimet
Kâlû haza ellezi : dediler, bu, ki o,
Rızık na min kablu : fayda, yarar, nimet, biz, önceden, ilk andan beri,
ve utû bihi : verildi, sunuldu, orada,
muteşâbih : teşbih, özü aynı görünüşleri farklı, benzerlik
ve lehum fî-hâ ezvâcun : onlar, orada, onun içinde, eş, tür, sınıf, aynı yolda olan
mutahharatun : tertemiz, temiz olan, temizlenmek,
ve hum fiha hâlidûne : onlar, orada, o hakikatler, devamlı, sürekli

 

25- İman edenlere ve dosdoğru iyi çalışmalarda bulunanlara bildir: Onlara huzur vardır, makamlarında akıp giden bir ilim vardır, her an o ilimden faydalanmak vardır, o yararlandıklarından verim almak vardır. Derler ki: Bizi ilk andan beri faydalandıran ve benzer güzellikler sunan O’dur. Onlarla aynı yolda olanlara temizlenmek vardır ve onlar devamlı o hakikatlerle hareket ederler.

 

-26-

إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ

İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten fe mâ fevkahâ fe emmellezîne âmenû fe yalemûne ennehul hakku min rabbihim ve emmellezîne keferû fe yekûlûne mâzâ erâdallâhu bi hâzâ meselâ yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn

İnne Allah la yestahyi : muhakkak, şüphesiz, Allah, yok, belirtmek, işaret,
en yadribe : vurmak, ilişkilendirmek, anlatmak, hakikati göstermek
meselen : misal, örnek, vurgu
mâ beûdaten : ne, şey, değil, sivrisinek
Fe ma fevka-hâ : öyle ki, fakat, şey, ne, değil, onun üstünde, büyük
Fe emma ellezîne âmenû : ama, iman edenler
Fe yalemûne enne hu : artık, bilirler, olduğu, onun
El hakk : hakk, gerçek, doğru, hakikatler
min rabbi-him : Rabbi, vücudlandıran, onlar, kendileri,
ve emmâ ellezine keferu : fakat, ama, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler
Fe yekûlûne : artık, böylece, derler, söylerler
Mâzâ erade Allah : ne, bu, irade, Allah,
Bi haza mesel yudıllu : bununla, bu, misal, vurgu, durum, sapar,
bihi kesîran : onda, onunla, çoğu, çok, kesret
ve yehdî bihi kesiran : yol bulur, onunla, hakikatlere yol bulur, çoğu, çok
ve mâ yudıllu : değil, şey, ne, dalalet, doru yoldan ayrılan, sapmayan,
bi-hi illa fasikin : onunla, ancak, başka, sadece, fasık, çıkan, sapan, bölen, ikilik çıkaran


 

26- Sivrisinekte ve ondan büyük şeylerde de ne varsa, şüphesiz Allah’ın işaretlerinden başka bir şey yoktur. Bu örneklerle hakikatler gösterilir. İman eden kimseler her yerde kendilerini vücudlandıranın hakikatleri olduğunu bilirler. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelenler, Allah’ın iradesi nedir ki, diye söylerler. Bu misallerle birçoğu, hakikatlerden kendi anlayışlarına saparlar ve birçoğu da hakikatlere yol bulurlar. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlardan başkası doğru yoldan sapmaz.

 

-27-

الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Ellezîne yenkudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıh ve yaktaûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yufsidûne fîl ard ulâike humul hâsirûn

ellezîne yenkudûne : onlar, bozar, kırmak,
ahdi Allâh : söz, ahd, Allah
Min badi misakı-hi : sonra, uzak, misak, o
ve yaktaûne : keserler, uzaklaşırlar, ayırırlar, ikilikte kalırlar,
ma emr Allah : ne, şey, değil, işleyiş, emir, hüküm, Allah
Bihi en yûsale : ona, varmak, ulaşmak, anlamak, ulaştırmak
ve yufsidune fî el ardı : fesat, bozguncu, ikilik çıkaran, yeryüzünde
Ulâike hum el hasirin : işte onlar, hüsran, kaybeden, başarısız,

 

27- Allah’a söz verdikten sonra sözlerini bozan o kimseler, Allah’ın işleyişini anlamaktan uzaklaşırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ikilik çıkarırlar. İşte onlar başarısız olanlardır.

 

-28-

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Keyfe tekfurûne billâhi ve kuntum emvâten fe ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum summe ileyhi turceûn

keyfe tekfurûne : nasıl, görmemezlikten gelmek, örtmek, kabul etmemek
bi Allah : Allah’ı, Allah ile, Allah’ın sizde olduğunu,
ve kuntum emvaten : siz idiniz, oldunuz, ölü, henüz yok iken,
Fe ahyâ-kum : sonra, sizi diriltti, dünyaya getirdi,
Summe yumitu kum : sonra, sınırlamak, ölü, siz
Summe yuhyi-kum : sonra, hayat, diri, diriltecek, siz
Summe ileyhi turceun : sonra, ona, aslınız olan ona döndürüleceksiniz

 

28- Allah’ı nasıl olur da görmemezlikten gelirsiniz. Siz ölü bir hâlde idiniz, sonra siz hayat buldunuz, sonra siz ölümü anlayacaksınız, sonra siz diriliği anlayacaksınız, sonra da aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.

 

-29-

هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seba semâvât ve huve bi kulli şeyin alîm

huve ellezi halaka lekum : o ki, yarattı, halk etti, sizi,
Ma fî el ardı : şey, ne, değil, yeryüzünde, birlik, bütünlük, hepsi, tüm,
cemian : birlik, bütünlük, hepsi, tüm varlık,
Summe estevâ : sonra, düzenledi, yöneldi, istiva, eşit olma, dosdoğru
İlâ el semai : gökler, sema, ulvi alem
Fe sevvâhunne : güzelce düzenledi, eşit kıldı, doğru, adaletli, onlarda,
Seba semavat : yedi, ulvi, gökleri, kişinin üzerinizdeki yücelikler, ulviyet
ve huve bi kull şeyin alim : o, bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

29- Ki O’dur sizi ve yeryüzünde ne varsa hepsini halkeden. Sonra gökleri bir istikamette düzenleyen ve onlarda olan her şeyi, yücelikleri gösterir bir şekilde güzelce düzenleyen ve O’dur bütün her şeyi ilmiyle vareden.

 

-30-

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh kâlû e tecalu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâe ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke kâle innî alemu mâ lâ tâlemûn

ve iz kâle rabbu-ke : demişti, bildirdi, rabbin, seni vücudlandıran,
li el melâiketi : güç, kuvve, melek, her varlıktaki güç,
İnni câilun : ben, kılan, yapan, düzenleyen
fî el ardı halifeten : yeryüzünde, ardından gelen, devam eden, halife
Kalu e tecalu fiha : dediler, belirtti, kılmak, yapmak, orada, o halde
Men yufsidu fî-hâ : kim, kimse, fesat, ikilik, bozguncu, orada
ve yesfiku el dimae : döken, kan, damla,
Ve nahnu nusebbihu : biz, tesbih ediyoruz, tecellileriz, sıfatları idrak etmek
bi hamdi-ke : hamd ile, hamdinle, sen,
ve nukaddisu leke : biz, kutsal, takdis, mukaddes, değerler, seni,
Kale innî alemu : dedi, ben, bilmek, ilmin sahibi
mâ lâ tâlemûne : değil, şey, ne, yok, bilmediğiniz şeyleri

 

30- Rabbin; tüm varlıktaki gücün sahibi, tüm varlığı düzenleyen, yeryüzünde devam edip giden Benim diye bildirdi. Kim yeryüzünde ikilik, bozgunculuk yapar ve kan dökücü olursa hakikatleri anlayamaz diye bildirildi. Sen varlıktaki tüm niteliklerinin sahibini bilerek, tecellilerimizi idrak ederek Bizi anla. Kendindeki Bize ait olan değerleri anla. Bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Benim, diye bildirdi.

-31-

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn

ve alime ademe : alim, bilgi, bilen, bilim, ilim, fen, öğretti, adem,
El esma : isimler, adlar, namlar, işaretler, işitmeler, dinlemeler,
kulle-hâ : onun hepsi, bütün varlık,
Summe arada hum : sonra, arz etmek, bildirmek, anlatmak, onlar, etrafındakiler
Ala el melâiketi : için, göre, hazır, karşı, güç, kuvve, melekler,
Fe kale enbiu ni : artık, dedi, haber vermek, bildirmek, bildirdiğim,
bi esmâe haulai : isimleri ile, tecellileri, işitmeleri, bunlar, onlar
in kuntum sadıkin : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, içren bağlanan

 

31- Âdem, bir ilim içinde bütün varlığı isimlendirdi. Sonra varlıktaki gücü etrafındakilere anlattı. Sonra da, eğer sizler içtenlikle bağlanmak istiyorsanız, bildirdiğim varlığın isimlerinin hakikatlerini anlayın, dedi.

 

-32-

قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm

kalu subhane ke : dedi, belirtti, noksan sıfatlardan münezzeh olan, sen
La alim lena : yok, ilim, bilgi, bizim,
illa ma allemte na : başka, ancak, değil, şey, bilgi, ilim, biz
inne-ke : muhakkak, sen
Ente el alim : sensin, ilmiyle vareden, ilmin sahibi,
el hakim : varlığa hakim olan, hükmün sahibi,

 

32- Âdem dedi ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, bizim ilmimiz yoktur, biz ancak senin ilmine tâbiyiz. Muhakkak ki sen ilmin sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.

 

-33-

قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ

Kâle yâ âdemu enbihum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim kâle e lem ekul lekum innî alemu gaybes semâvâti vel ardı ve alemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn

kâle yâ âdemu : dedi, bildirildi, ey adem
Enbi hum : haber ver, bildir, onlar,
bi esmai him : isimler, işaret, delili, belirtisi, onlar, etrafındakiler
fe lemmâ enbee hum : olunca, olduğu zaman, bildirme, haber vermek, onlar
bi esmâi-him : isimler, onlar
Kale e lem ekul lekum : dedi, değil mi, olmaz mı, demek, söylemek, sizin, size
inni alemu gaybe : ben, imin sahibi, bilinmeyen görünmeyen
El semavat ve el ardı : gökler, ulvi alem ve arz, yeryüzü, toprak
ve alemu : bilen, ilmin sahibi,
ma tubdune : açıkğa çıkan ne varsa, açıklamak, ortada olan
ve ma kuntum tektumûne : kapatıcı, gizlemek, örtmek, göremediğiniz şeyler,

 

33- Ey Âdem! Etrafındakilere o isimlendirdiklerini bildir, diye bildirildi. Böylece o etrafındakilere isimlendirdiği varlıkların isimlerini bildirdi. Rabbin onlara: Gökleri ve yeri, bilinmeyen görünmeyenleri ilmiyle vareden ve açığa çıkan ne varsa ve sizin göremediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi, Ben değil miyim, diyerek bildirdi.

 

-34-

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn

ve iz kulna : demiştik, bildirdik, hissiyat verdik,
li el melaiket : demiştik, melek, güç, kuvve, her varlıktaki güç,
Escudu li Adem : secde, teslimiyet, Adem’e
Fe secedu : böylece, tüm varlığıyla teslim oldu, secde etti,
illa iblis : ancak, libas, surette kalan, dış elbise, dış yüzde kalan,
eba : uymadı, yapmadı, kaçındı,
ve istekbere : kibirlendi, büyüklendi
ve kâne min el kâfirîne : oldu, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

34- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır ve bir kibirlilik içinde kalır ve hakikatleri görmemezlikten gelenlerden olur.

 

-35-

وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ

Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şitumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn

ve yâ âdem : ey Âdem,
uskun : iskan, mesken, yerleşme, oturma, orada bulunmak
Ente ve zevc ke : sen ve eş, aynı yolda olan, eşlik eden, benzer, cins, tür,
el cennet : huzur, bahçe, mutluluk,
ve kula minha : beslenme, fayda, yararlanmak, ondan
ragaden : refah, genişlik, kolaylık, bolluk, bereket, geçim kolaylığı
Haysu şituma : her yerden, istek, arzu, gaye,
Ve lâ takraba hazihi : yok, yakınlık, bu, ona sahiplenme, kendine nisbet etme
el şecerete : şecere, soy, aslınız, soyunun geldiği yer, ağaç
fe tekûnâ min el zalimin : yoksa, o zaman, zalimlerden olursunuz,

 

35- Ey Âdem! Sen ve eşin, yaşadığınız yerde huzur içinde olun. İstediğiniz her yerde, size refah getirecek olan o hakikatlerden yararlanın. Varlığınızın geldiği öze olan o yakınlığı yok etmeyin, o özü kendinize nisbet etmeyin. Yoksa zalimlerden olursunuz.

 

-36-

فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ

Fe ezellehumâş şeytânu anhâ fe ahrecehumâ mimmâ kânâ fîh ve kulnâhbitû badukum li badin aduvv ve lekum fîl ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn

fe ezelle huma : fakat, geçmiş, geldiği yeri, özleri, ezeli, onlar,
el şeytan : şeytani haller, kötülük, benlik halleri,
an-hâ : ondan, oradan
Fe ahrece-humâ : artık, ihraç, dışarı, çıkardı, onlar, ikilik,
mimmâ kane fihi : şeyden, oldu, içinde,
Kulna ıhbutu : dedi, inin, ileri gitme,
badukum li badın aduv : sizin bir kısmınız, bir kısmınıza, birbirinize, düşman
ve lekum fi el ard : sizin için, yeryüzü,
mustekar : kalma, kararlı olmak, yerleşme yeri, barınma,
ve metâun ila hinin : meta, geçinme, yarar, fayda, bir zamana kadar

 

36- Fakat onlar; şeytani hallerine uydular, geldikleri yer olan özlerini unuttular, böylece onlar bulundukları makamdan dışarı çıktılar. Bildirdik: Siz ileri giderek birbirinizin düşmanı oldunuz. Yeryüzü sizler için bir barınma yeridir ve bir zamana kadar faydalanma vardır.

 

-37-

فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Fe telekkâ âdemu min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh innehu huvet tevvâbur rahîm

fe telekkâ âdem : sonra, telakki etti, anlama, öğrenme, idrak etti, âdem
min rabb hi : Rabbinin, kendini vücudlandıran,
kelimat : kelime, tecelli, hakikatler
fe tâbe aleyhi : böylece, tövbe, yaptığından pişmanlık duyup dönen, onun
inne-hu huve : muhakkak, o, o dur
el tevvab : tövbeleri kabul eden,
el rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden

 

37- Daha sonra Âdem, kendini vücudlandırana ait olan tecellileri anladı. Yaptığı hatayı anlayıp tövbe etti. Muhakkak ki yaptığı hatayı anlayıp dönenlerin tövbesini kabul eden, varlığı özünden vareden O’dur.

 

-38-

قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Kulnâhbitû minhâ cemîa fe immâ yetiyennekum minnî hudenfe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

kulna ihbita : dedik, inmek, düşmek, çıkmak,
minha cemian : oradan, ondan, o hallerde, hepsi, tümü, birlik,
Fe imma yetiye enne-kum : sonra, artık, olunca, gelecek, olduğunda, siz
minni huden : benden, benim, yol gösteren, hidayet
Fe men tebia : artık, kim, tabi olan, uyan, o yol üzere olan,
hudâye : dosdoğru yol üzere, yol gösteren, yolun,
fe lâ havfun aleyhim : artık, korku yoktur, onlara
ve lâ hum yahzenûne : onlar mahzun olmazlar

 

38- Bildirdik: Fena hallerde olanların hepsi hakikatlerin idrakinden düşer. Artık size yolumuzu gösteren geldiğinde, kim dosdoğru yolumuz üzere olursa, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.

 

-39-

وَالَّذِينَ كَفَرواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

ve ellezîne keferu : o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen
ve kezzebû : yalanladılar, yalanlarda kalan,
bi ayeti na : ayetlerimiz, işaret, delil, biz
Ulaike ashabu el nârı : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı olan,
hum fî-hâ halidun : onlar orada, o halde, devamlı, sürekli

 

39- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar, işte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.

 

-40-

   يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ

Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum ve iyyâye ferhebûn

yâ beni israile : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları,
Uzkuru nimeti : zikredin, hatırlayan, anın, nimetleri, sıfatları,
Elleti enamtu aleykum : ki o, nimetlendirdim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki
ve evfû bi ahd : vefa edin, ifa edin, sevgi, içtenlikle, ahd, söz,
Ufi bi ahdi-kum : ifa etmek, yerine getirmek, ahd, söz, siz
Ve iyyâ ye : yalnız benden, sadece benden
Fe erhebun : o zaman, böylece, artık, huşu, saygı, tenezzül, korku

 

40- Ey Hakk yolunda yürüyenler! Nimetleri anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sözlerinizde samimi olun, siz verdiğiniz sözleri yerine getirin ve yalnızca Bana yönelin ve saygılı olun.

 

-41-

وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ

Ve âminû bi mâ enzeltu musaddikan li mâ meakum ve lâ tekûnû evvele kâfirin bihî ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlen ve iyyâye fettekûni

ve âminû : inanın, iman edin,
bima enzeltu : sunulan şey, indirilen, bildirilen, inzal, siz,
musaddikan : doğru olan, tasdik eden, doğrulayan
li mâ mea kum : için, o şeyi, değil, ne, birlikte, beraber, siz
ve lâ tekûnû evvele : yok, olmak, olmayın, ilk, önce,
Kafirin bihi : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onu
ve lâ teşterû : satmayın, çıkarlarınıza alet etmeyin,
bi ayeti : ayet, işaret, delil
Semenen kalîlen : bedel, ücret, karşılık, az bir değer,
ve iyya ye : yalnız ben
Fe itteku ni : artık, fenalardan sakınma ortak koşmama, bana

 

41- Size sunduğumuz şeylerin doğruluğunu anlayın ve inanın. Birlik içinde olmaktan ayrılmayın. Hakikatleri görmemezlikten gelme halleri olan önceki o cehalet hallerinizde olmayın. Ayetlerimizi; az bir değere de olsa, çıkarlarınıza alet etmeyin ve yalnız Bana yönelin. Artık fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.

 

-42-

وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum talemûn

ve lâ telbisû : aldanmak, karıştırmayın,
el hakka : hakk, gerçek, doğru olan, temeli olan,
bi el batıl : batıl, asılsız, temeli olmayan, hürafe,
ve entum talemun : siz, bilenlerden olun

 

42- Hakk ile batılı karıştırmayın ve siz hakikatleri bilin.

 

-43-

وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ

Ve ekîmûs salâte ve âtûz zekâte verkeû mear râkiîn

ve ekîmû el salat : her an salât üzere olun, hakka bağlılık şuuru
ve âtû el zekate : verin, paylaşın, zekat, temizlenme,
ve erkeû mea : rüku, nitelik, sıfatlar, beraber, birlikte, ile,
el rakiin : rüku, nitelik, sıfatlar,

 

43- Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve sıfatları anlayanlarla birlikte sıfatları anlayın.

 

-44-

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

E temurûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb e fe lâ takılûn

e temurûne : mi, emr, iş, çalışma, hüküm,
El nase bi el birri : insanlar, doğruluk, hayır iyilik yolunda olan,
ve tensevne : unutmak, unutmayın,
enfuse kum : nefs, iç alem, iç yüz, siz, kendiniz
ve entum tetlune : siz, okumak, anlamak, araştırmak, incelemek,
el kitâb : kitap, varlık kitabı,
e fe lâ takılûne : o halde,  hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz?

 

44- İnsanlara; doğruluk üzere olun, iyilikler yolunda çalışın, deyin ve kendiniz de unutmayın. Sizler, tüm varlığın okunacak, incelenecek bir kitap olduğunu anlayın. Hâlâ akledip düşünmez misiniz?

 

-45-

وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ

Vesteînû bis sabri ves salât ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn

ve isteînû : istiane, yardım, aramak, yönelme,
bi el sabr : sabır, beklemek, açığa çıkışını beklemek,
ve el sâlâti : sâlât, heran bağlılık şuurunda olmak, bağlılık,
ve inne-hâ le kebiretun : olduğu, muhakkak, o, elbette, yüce olan, mükemmel,
İlla alâ el haşiine : ancak, sadece, hep, huşu, huzur, saygılı olan

 

45- Sabırla hakikatlere yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olduğunuzun şuurunda durun ve yüce olanın elbette O olduğunu bilin ve hep saygılı davranışlar içinde olun.

 

-46-

الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn

ellezîne yezunnûne : o kimseler, düşünmek, bilmek,
enne-hum mulaku : olduğunu, onlar, kavuşma, ulaşma, anlama, tevhid
rabb him : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri,
ve enne-hum ileyhi raciun : olduğunu, onlar, kendi, ona, aslı olana dönmek

 

46- Düşünen o kimseler, kendilerini vücudlandıranı anlama içinde olurlar ve onlar asliyetlerine dönerler.

 

-47-

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve ennî faddaltukum alel âlemîn

yâ beni israile : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, yakubun oğulları
Uzkuru nimeti : zikredin, hatırlayan, anın, nimetler, sıfatlar,
Elleti enamtu aleykum : ki o, nimetlerim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki
ve enni faddaltu kum : ben, fazilet, lütuf, tercih, fark eden, şuurlu, siz
alâ el âlemîne : için, karşı, göre, yüce, alemlere, kimseler tüm varlığı

 

47- Ey İsrailoğulları! Sizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sizlere, Beni ve tüm varlığı anlayacak şuuru verdik.

 

-48-

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şeyen ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yuhazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn

ve ittekû yevmen : sakının, çekinin, gün, vakit, her an,
lâ tezci nefsun : yok, karşılık, nefs, kişi, kendisi, karşılığı ödenmez
An nefsin şeyen : kendisinden, bir şey
ve la yukbelu : yok, makbul, kabul olunmaz, anlamanız olmaz,
min-hâ şefaatun : ondan, bundan, şefaat, birliğe götüren, yardımcı, tek,
ve lâ yuhazu minha : yok, almak, edinmek, sarmak, ondan,
adlun : adalet, doğruluk, adil
ve lâ hum yunsarûne : onlara yardım olunmaz

 

48- Her an fenalardan sakının. Kendi çıkarlarınız için yaptığınız şeylerden kendinize karşılık yoktur ve şefaati anlamanız da olmaz ve o yaptıklarınızdan doğruluğu da edinemezsiniz ve o hâlde olanlar yardım da bulamazlar.

 

-49-

وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ

Ve iz necceynâkum min âli firavne yesûmûnekum sûel azâbi yuzebbihûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum ve fî zâlikum belâun min rabbikum azîm

ve iz neccey nâ kum : olduğu zaman, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz
min âli firavne : firavun ailesinden, kibirli olan,
yesûmûne-kum : sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar,
se el azab : kötü, azap, sıkıntı
Yuzebbihun ebnâe-kum : yok ediyor, yazık ediyor, oğullarınız
ve yestahyûne nisae kum : bırakıyor, kadınlarınız, nefsini tanıma yolunda olan,
Ve fi zalikum : işte bunlarda,
belâun : imtihan, dikkatlice düşünme,
min rabbi kum azim : rabbinizden, büyük, yüce

 

49- Siz firavun ailesine karşı Bizde necat bulmuştunuz. O sizlere kötü sıkıntılar veriyor, oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı bırakıyordu. İşte bunlarda Rabbinizi anlamada sizin için çok dikkatli düşünmeler vardır.

 

-50-

وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ

Ve iz faraknâ bikumul bahre fe enceynâkum ve agraknâ âle firavne ve entum tenzurûn

ve iz farakna : olduğunda, fark, fark etmek, ayırmak, biz,
Bikum el bahr : size, bilge, ilmin sonsuzluğu, bilgili kimse, deniz,
Fe encey nâ kum : böylece, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz
ve agrak nâ : boğulmak, cehaletinde boğulmak, biz
ala firavne : firavun ailesi, kibirli olan,
ve entum tenzurun : siz, bakıp görün

 

50- Biz size, bilge kimselerden olmanız için fark etmeyi sunduk. Böylece siz Bizde necat buldunuz. Firavun ailesi de Bizi anlayamayıp kendi cehaletinde boğulup gitmişti. Artık bakıp görün, anlayın.

 

-51-

وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ

Ve iz vâadnâ mûsâ erbaîne leyleten summettehaztumul icle min badihî ve entum zâlimûn

ve iz vaad na musa : sözler, tecelli, vaat, ortaya çıkış, biz, Musa
Erbain : rabbe dönmek, kısım kısım, kırk,
leyleten : gece, cehaletin karanlığı, fenalar,
summe ittehaztum : sonra, sarıldınız, edindiniz,
el ıcle : eski cehalet adetleri, tapınma, buzağı,
min badi-hi : ondan sonra
ve entum zalimin : siz, zulümlerde olan, haksızlık

 

51- Musa cehaletin karanlığından geçip Rabbine döndü. Tecellilerimizi anlayıncaya kadar tefekkür etti. Sonra siz ise eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınıza sarıldınız ve siz zalimlerden oldunuz.

 

-52-

 ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Summe afevnâ ankum min badi zâlike leallekum teşkurûn

Summe afevna ankum : sonra, af, bağışlamak, biz, sizler, sizden
min badi zalike : ondan sonra, sonradan, uzaklaşma, işte
lealle kum teşkurun : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz

 

52- Sonra da sizler Bizim affımıza sığındınız. Umulur ki sizler de varlığınızın sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.

 

-53-

وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Ve iz âteynâ mûsâl kitâbe vel furkâne leallekum tehtedûn

ve iz âteynâ : olduğu zaman, vermiştik, sunduk,
musa el kitab : Musa, kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
Ve el furkâne : fark edicilik, hakkı batıldan ayırma, idrak
lealle-kum tehtedune : umulur ki, sizlerde, hakka yol bulmak, hakikatler,

 

53- Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı ve hakk ile batılı fark edenlerdendi. Umulur ki sizler de Hakk’a yol bulursunuz.

 

-54-

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmi innekum zalemtum enfusekum bittihâzikumul icle fe tûbû ilâ bâriikum faktulû enfusekum zâlikum hayrun lekum inde bâriikum fe tâbe aleykum innehu huvet tevvâbur rahîm

ve iz kâle musa li kavmi hi : demişti, Musa, kavmine,
Ya kavmi : ey kavmim
inne-kum : oldunuz, elbette, siz
Zalemtum enfus kum : zulmettiniz, haksızlık, kendinize, nefsinize,
bi ittihâzi-kum : edinmek, sarılmak, siz,
el ıcle : cehalet halleri, tapınma, buzağı, sürgün, ayrılma,
fe tûbû : artık, pişman olup dönme,
ila barii kum : yaratıcı, sizi varedene
Fe uktulu : artık, yok etme, yazık etme, zarar vermek,
enfuse-kum : nefs, kendinizi, siz
Zâlikum hayrun lekum : işte bu, hayırlı olan, iyi olan, size
İnde barii kum : yanında, katında, ona ait, yaratıcı, sizi vareden
Fe tâbe aleykum : artık, tövbe, pişman olup dönme, si, üzerinizde
İnne hu huve : muhakkak, o, o’dur,
el tevvâbu : pişman olup dönülecek yer,
el rahim : varlığı özünden vareden, rahim olan

 

54- Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Sizler, cehalet halleriniz olan tapınma hallerinize sarılmakla, kendinize yazık edenlerden oldunuz. Artık yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, sizi varedene dönün. Kendinizdeki o cehalet hallerinizi yok edin. İşte bu sizin için hayırlı olandır. Siz, sizi varedene aitsiniz. Artık sizler yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere dönün. Muhakkak ki O, pişman olup dönülecek olandır, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-55-

 وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ

Ve iz kultum yâ mûsâ len numine leke hattâ nerallâhe cehreten fe ehazetkumus sâikatu ve entum tenzurûn

ve iz kultum ya musa : olduğu zaman, dediğinizde, ey Musa
len numine leke : değil, asla, olmaz, inanmak, sana
Hatta nera Allâh : görmek, görmedikçe, Allah
cehreten : açıkça, zahiren, apaçık
Fe ehazet-kum : aldı, yakaladı, sardı, siz,
el saikat : ilahi ses, kudretli ses, yıldırım
Ve entum tenzurûne : siz, bakıp görmek, araştırmak, incelemek,

 

55- Dediler ki: Ey Musa! Allah’ı açıkça görmeden inanmayız. Bildirildi: Siz her varlıktaki o ilahi sese sarılın ve siz bakıp inceleyin.

 

-56-

ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Summe beasnâkum min badi mevtikum leallekum teşkurûn

summe beasnâ-kum : diriltmek, hareket, açığa çıkarmak, biz, kendimiz, siz
Min badi mevti-kum : sonra, bir özden, nutfe, ölüm, dalalette olan, verimsiz, siz
lealle kum teşkurun : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz

 

56- Sizi kendimizden açığa çıkardık, sizi bir özden var ettik. Umulur ki siz, varlığınızın sahibini bilip, teslim edenlerden olursunuz.

 

-57-

وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Ve zallelnâ aleykumul gamâme ve enzelnâ aleykumul menne ves selvâ kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn

ve zallel nâ aleykum : gölgemiz, korundu, anladı, yöneldi, biz, üzerinizde,
el gamame : beyaz bulut, berrak, nur gibi, örten, üstünü kaplayan
ve enzelnâ aleykum : sunduk, indirdik, verdik, sizdeki,
el men : zat, kim, kimlik, nitelik, kudret helvası, akıl sahibi,
ve el selvâ : kanaat, yetinme, bal, mutlu olma, bıldırcın
Kulu : beslenme, gıda, yararlanma, bilgilenme, faydalanma,
min tayyibâti : temiz olan, zararsız, hoş, güzel,
mâ razak nâ kum : şey, ne, değil, rızık, fayda, yarar, lütuf, nimet, biz, siz,
ve ma zalemû-nâ : değil, şey, zulmetmek, kötülük veren değil, biz
ve lâkin kanu : lakin, fakat, oldu,
Enfus hum yazlimûne : kendilerine, zulmediyorlar, kötülük ediyorlar,

 

57- Üzerinizdeki o tertemiz nur Bizim gölgemizdir. Sizlere kimlik ve kanaat verdik. Size verdiğimiz rızıklardan tertemiz yararlanın. Biz kötülük veren değiliz. Lâkin onlar kendilerine kötülük ediyorlar.

 

-58-

وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ

Ve iz kulnâdhulû hâzihil karyete fe kulû minhâ haysu şitum ragaden vedhulûl bâbe succeden ve kûlû hıttatun nagfir lekum hatâyâkum ve senezîdul muhsinîn

ve iz kulna udhulu : denildi, bildirdik, onlara, girin, dahil olun,
hazihi el karyete : bu, belde, olduğunuz yer, bulunduğunuz yer,
ve kulû minha haysu : beslenme, yararlanma, ondan, her yer, istediğiniz
ragaden : bol bol,
ve udhulû el bâbe : dahil olun, girin, kapı, mevzu,
secede : teslim olma, secde, tüm varlığıyla teslim olmak,
ve kûlû hıttatun : deyin, söyleyin, yanılgılarınız anlayın, dönün,
nagfir lekum : mağfiretimiz, temiz olana kavuşmak, af, size,
hataya kum : yanılğı, hatasını anlama, siz
ve nezidu : artma, çoğalma,
el muhsinin : iyiliklerde olan, özüyle bağlı olan,

 

58- Onlara bildirildi: O bulunduğunuz yerlerde hakikatlere dahil olun ve istediğiniz her yerden hakikatler için faydalanın. Yanılgılarınızı anlayın ve dönün. Yanılgılarınızı anlayıp mağfiretimize ulaşın. Hakikatlerin geldiği kapıya dahil olup, teslim olun. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların idrakleri artacaktır.

 

-59-

فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ

Fe beddelellezîne zalemû kavlen gayrellezî kîle lehum fe enzelnâ alellezîne zalemû riczen mines semâi bimâ kânû yefsukûn

fe bedel : böylece, değiştirdi, başka bir anlayışa döndürme
ellezine zalemû : o kimseler, zalim, ilme sahiplenen, onlardan
kavlen gayra ellezi : söz, ondan başka, ondan, o kimse,
Kile lehum : söylenen, söz, onlara
fe enzel na : böylece, gönderdik, sunduk, biz, üzerlerinde, onlardaki
Ala ellezine zalemû : üzerine, için, göre, karşı, o kimseler, zulmettiler, zalim
riczen : şiddetli sıkıntı, müşkil, bir azap
min el semai : ulvi alem, ulviyet, semadan
Bimâ kanu yefsukun : sebebiyle, oldukları, fasık, hakikatlerden uzaklaşma

 

59- Fakat onlardan zalim olan o kimseler; onlara söylenen hakikatlerin sözlerini, başka bir anlayışa sebep olan sözlerle değiştirdiler. Böylece onlara sunduğumuz üzerlerindeki hakikatleri anlamadılar, yapmış oldukları zalimlikler sebebiyle şiddetli sıkıntılarda kaldılar, ulviyeti anlamada hakikatlerden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine saptılar.

 

-60-

وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ

Ve izisteskâ mûsâ li kavmihî fe kulnâdrib bi asâkel hacer fenfeceret minhusnetâ aşrete aynâ kad alime kullu unâsin meşrebehum kulû veşrebû min rızkıllâhi ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn

Ve iz isteskâ musa : yardım istediğinde, talep etti, su istedi, Musa
li kavmi-hi : kavmi için, o, Musa,
fe kulna : böylece, sonra, bildirdik, dedik,
ıdrıb : darbe, vurmak, vurgula, anlat,
bi asa ke : asası, dayanağı, taşıdığı bildiği, gönlünde dayandığı, sen
el hacer : taş, sağlam, sağlamlık,
fe enfeceret min hu : böylece, ortaya çıktı, fışkırdı, geldi, yön, konu, ondan
isnetâ aşrate : on iki, bütünlük içinde,
aynen : ayniyet, benzerlik, aynılık, pınar, göz, kaynak, öz
Kad alime : oldu, bilgili, bildi, bilen, ilmin sahibi,
kullu unâsin : her, bütün, insanlar, bütün insanlar, her insan,
meşreb hum : meşreb, anlayış biçimi, gittiği yol, onlar
Kul : beslenmek, fayda bulmak, yemek, iyice öğrenmek
ve işrebû : içmek, fayda, ilim ile beslenme, hissetmek, haz almak,
min rızkı Allâh : Allah’ın rızkından, nimetleri, fayda, yarar, lütuf,
ve lâ tasev : haddi aşmayın, azmayın, asi, karşı çıkan,
fî el ardı mufsidin : yeryüzünde, fasat, bozguncu, ikilik çıkaran

 

60- Musa, kavmi için hakikatleri anlatma konusunda yardım istediğinde, ona bildirdik: Bildiklerini, taşıdıklarını sağlam delillerle vurgula. Böylece Musa onlara, on iki delil üzere her varlığın aynı özden geldiğini anlattı. İnsanlar kendi meşreblerine göre faydalandı ve ilmi cihette bilenlerden oldu. Onlara bildirildi: Allah’ın lütuflarından yararlanın ve yeryüzünde ikilik çıkararak haddi aşanlardan olmayın.

 

-61-

وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ

Ve iz kultum yâ mûsâ len nasbira alâ taâmin vâhidin fed’u lenâ rabbeke yuhric lenâ mimmâ tunbitulardu min baklihâ ve kıssâiha ve fûmihâ ve adesihâ ve basalihâ kâle e testebdilûnellezî huve ednâ billezî huve hayr ihbitû mısran fe inne lekum mâ seeltum ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bâu bi gadabin minallâh zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayril hak zâlike bi mâ asav ve kânû yatedûn

ve iz kutlum ya Musa : olduğu zaman, demişlerdi, ey Musa
len nasbirâ : değil, olmaz, biz, sabretmek,
ala taam vahid : gıda, aş, kalbin gıdası, hak ilmi, bir, tek,
fe udu lena rabbike : öyleyse, artık, dua et, iste, yönel, bize, rabbine
Yuhric lena mimmâ : çıkarmak, ortaya koymak, bize, şeyler, nesne, üstünlük
Tunbitu el ard : yetiştirir, üretmek, filiz, bitmek, yeryüzü
min bakli ha : tane, bakla, yeşillik, karıştırmak, halt, yakışıklı, gösteriş
ve kıssâi-hâ : katı, yaş gibi, salatalık,
ve fûmi-hâ : köpük, ağızla ilgili, sözü dinlenen, sarımsak,
ve adesi-hâ : mercimek, bakış açısı, uzağı görmek, geleceği görmek
ve basali-hâ : köklü olan, soğan ve benzeri, kabartı, iri,
Kale e testebdilûne : dedi, değiştiriyor musunuz? Değiştirme,
Ellezî huve edna : ki o, o, aşağı, alt, alt makam,
bi ellezi huve hayrun : onunla ki, o, hayırlı olan
ihbitu mısr : inmek, çıkmak, gidin, mısır, büyük şehir, iki şey arası
Fe inne lekum : artık, muhakkak, size
Mâ seeltum : şey, değil, sual etmek, sormak, istemek
ve duribet aleyhim : darbe, vurgu, tesir, üzerlerinde,
el zillet : kaybetmek, hüsran, zillet
ve el meskenetu : ilim yoksunluğu, düşkünlük, fakirlik, sefalet, acizlik
ve bâu bi gadab min allah : uğradılar, kaldılar, öfke, hiddet, Allah
Zalike bi enne-hum : işte bu, onların olduğu
Kanu yekfurûne : oldu, hakikatleri örten
bi ayeti Allah : ayet, işaret, delil, Allah
ve yaktulûne : öldürüyorlar, yazık etmek, zarar vermek,
el nebiyy : nebiler, haber getiren, hakikati bildiren,
Bi gayri el hakkı : haksızca, hakikatten başka bir şey bildirmeyen,
zâlike bi mâ asav : işte bu, dolayısıyla, isyan, karşı çıkma, ikilikte kalma
ve kânû yatedun : oldular, haddi aşan, saldırgan,

 

61- Musa’ya; biz hep birliğin ilminde olmaya sabredemeyiz. Artık sen Rabbine bizim için dua et. Bize yeryüzünde gösterişlilik ve sertlik, güçlülük ve bizden çekinme ve geleceği görme ve tuttuğunu koparan gibi farklı üstünlükler versin, demişlerdi. Dedi ki: Siz o hayırlı olan manevi hallerinizi, dünyalık hallerle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse Mısır’a gidin. Doğrusu siz ne aradığınızı bilmiyorsunuz. Böylece onlar üzerlerindeki o hallerden dolayı bir zillet içinde kaldılar ve bir ilim yoksunluğunda oldular ve Allah’a karşı hiddet hallerinde kaldılar. İşte böylece Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örttüler ve hakikatlerden başka bir şey bildirmeyen Nebileri öldürdüler. Böylece ikilikte kaldılar ve haddi aşanlardan oldular.

 

-62-

   إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

inne ellezîne amenu : muhakkak ki, iman edenler, inanan kimseler
ve ellezine hadu : o kimseler, yol gösteren, yol gösterilen,
ve el nasârâ : yardımcılar, yardım eden,
ve el sâbiîne : kendi inancından çıkıp hakikatlere tabi olan
Men amene bi Allah : kim, iman etti, inandı, Allah
ve el yevmi el âhiri : sonuna, son vaktine,
ve amile sâlihan : iyi çalışmalarda olan, salih amel, güzel amel,
Fe lehum ecr hum : artık, böylece, onlara, karşılık, ecir, onlar
İnde rabbi-him : ona ait hakikatler, rabb, vücudlandıran, onlar, kendileri
ve lâ havfun aleyhim : korku yoktur, onlara
ve lâ hum yahzenûne : onlar mahzun olmazlar

 

62- İnanan kimseler ve yol gösterenler ve yardımcı olanlar ve kendi inancını terk edip Allah’a iman eden kimseler ve sonlarına inanan kimseler ve hayırlı çalışmalarda olanlar, işte onların karşılığı; kendilerini vücudlandırana ait hakikatlerdir. Onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.

 

-63-

  وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ ateynâkum bi kuvvetin vezkurû mâ fîhi leallekum tettekûn

ve iz ehaz na : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz,
misak kum : verilen söz, misak, siz
ve refa na : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz,
fevka-kum : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz,
el tur : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud
Huzu mâ ateynâ-kum : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz
bi kuvvetin : kuvvetle, güçlü bir idrakle,
ve uzkurû ma fihi : hatırlayın, anlayın, anın, şey, ne, değil, onun içinde,
lealle-kum tettekune : umulur ki siz, takva, fenalardan sakınıp ortak koşmama

 

63- Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri anlayın. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.

 

-64-

ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ

Summe tevelleytum min ba’di zâlik fe lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu le kuntum minel hâsirîn

summe tevelley tum : sonra, geriye, cehalete, cehalete dönmek, siz
Min badi zâlike : bundan sonra, bu, böyle, işte bu
Fe lev la fadlu Allah : artık, böylece, eğer, yok, lütuf, fazilet, nitelik, Allah
aleykum : üzerinizde, kendinizde, sizde,
Ve rahmet hu : rahmet, o,
Le kuntum min el hasirin : elbette, oldunuz, hüsran, kaybeden, anlayamayan

 

64- Bundan sonra eski cehaletlerinize dönerseniz, kendinizdeki Allah’ın lütuflarını ve rahmetini eğer anlayamazsanız, elbette sizler kaybedenlerden olursunuz.

 

-65-

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ

Ve lekad alimtumullezînetedev minkum fîs sebti fe kulnâ lehum kûnû kıradeten hâsiîn

ve lekad alim tum : andolsun, bilirseniz, bilmek, ilmin sahibi, siz
Ellezine itedev minkum : o kimseler, saldırgan, haddi aşan, sizden,
fi el sebti : yasaklara uymayan, cumartesi, rahat etmek,
Fe kulnâ lehum kunu : böylece, bildirdik, dedik, onlara, olun, oldunuz,
Kıradeten : maymun, hayvani hal, taklitte kalma,
hasiin : reddedilen, uzaklaşan, zelil olan, aşağılanan,

 

65- Sizler bilenlerden olun. Sizlerden haddi aşan o kimseler, yasaklara uymayanlar, böylece bildirdiğimiz hakikatlere uymayanlar, kendi hayvani hallerinde kalıp, hakikatlerden uzaklaşanlardan olurlar, diye bildirdik.

 

-66-

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ

Fe cealnâhâ nekâlen li mâ beyne yedeyhâ ve mâ halfehâ ve mevızaten lil muttakîn

fe cealna ha : artık, böylece, sunmak, kılmak, yapmak, biz, onu
Nekâlen : nakledilen, aktarılan, taşıyan, anlatılan, söyleyen,
Li ma beyne yedey ha : için, şey, ne, değil, elleri, önündeki, kendindeki gücü
Ve ma halfe ha : şey, ne, değil, arkasında, o
ve mevızat : öğüt, nasihat, uyarı,
li el muttekin : fenalardan sakınıp hakikati araştıranlar için,

 

66- Nakledilen o sunduğumuz hakikatler, kendilerindeki o gücü anlamaları ve geçmiş cehaletlerinde kalmamaları içindir. Fenalardan sakınıp hakikatleri araştıranlar için bir öğüttür.

 

-67-

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

Ve iz kâle mûsâ li kavmihî innallâhe yemurukum en tezbehû bakaraten kâlû e tettehızunâ huzuvâ kâle eûzu billâhi en ekûne minel câhilîn

Ve iz kale musa li kavm hi : demişti, musa, kavmine
İnne Allah : muhakkak, Allah
yemuru-kum : işleyiş, hüküm, yetki, siz,
en tezbehû : kesmenizi, yok etmek,
bakaret : inek, eski adetler, eski tapınma
Kalu tettehızu-nâ huzuv : dediler, ediniyorsun, biz, alay, önemsememe,
Kale euzu bi Allâh : dedi, sığınmak, Allah’a
en ekûne min el cahilin : olmak, o halde olmak, cahillik, bilgisizlik

 

67- Musa kavmine: Allah, sizin vücut varlığınızda her işleyendir, eski cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınızı yok edin, dedi. Dediler ki: Bizimle alay mı ediyorsun. Dedi ki: Bilgisizlikten Allah’a sığınırım.

 

-68-

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ fâridun ve lâ bikr avânun beyne zâlike fefalû mâ tumerûn

Kâlû udu lena : dediler, dua, davet, yönelmek, bildirme, iste, bize,
rabbike : rabbin
Yubeyyin lena ma hiye : açıklasın, beyan emek, anlatmak, bize, ne, değil, şey, o
Kâle inne hu yekulu : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen,
inne-hâ bakaratun : doğrusu, o, inek, eski tapınma adeti, toprağı yaran
lâ fâridun : yok, yaşlı, ihtiyar, ömrünüz bitmeden
ve la bikrun : yok, bakir, tertemiz, bozuk, bozulmuş, evveli,
avânun : olgunlaşma, orta yaş, yardımcı, anlamak, esir,
beyne zâlike : arasında, bu, o, şu,
Fe ifalu : artık, yapın, işlemek, anlamak,
ma temurun : şey, ne, değil, iş, hüküm, emir,

 

68- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O, her an bildirir. Doğrusu yaşınız geçmeden, o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın ve bozuk hallerden vazgeçip, işte o hakikatleri anlayın ve bir olgunlaşma içinde olun. Artık size emredilen şeyi yapın.

 

-69-

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu fâkiun levnuhâ tesurrun nâzırîn

Kâlû udu lena rabbike : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bize, rabbin
Yubeyyin lena : açıklasın, beyan, etmek, bize
Ma levnu-hâ : ne, şey, değil, sıfat, renk, tür, çeşit, o
Kâle inne hu yekulu : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen,
inne-hâ : muhakkak ki onlar
bakaratun : inek, cehalet hallerinin tapınmaları,
safrâu : sıkıntı veren, tedirgin, sarı, sararmak, sıkılmak,
Fâkiun levnu ha : aydınlık, parlak, canlı, sıfat, renk, tür, cins, onun
Tesurru : tesir etme, hareket etme, neşe,
en nâzirîne : görenler, bakanlar

 

69- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o sıfatlar nedir, bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Size sıkıntı veren o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın. O sıfatlarla aydınlık bulursunuz, hareket edersiniz, görürsünüz.

 

-70-

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا هِيَ إِنَّ البَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّآ إِن شَاء اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye innel bakara teşâbehe aleynâ ve innâ in şâallâhu le muhtedûn

Kâlû udu lena : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bildirsin, bize,
rabbike : rabbin
Yubeyyin lena ma hiye : açıklasın, beyan, etmek, bize, değil, şey, ne, o
İnne el bakara : muhakkak, inek, cehalet hallerinin tapınmaları
Teşabehe aleyna : teşbih, benzerlik, bize
Ve inna in şâe Allâh : biz, eğer, istek, Allah
le muhtedûne : elbette, yol bulan, hidayete eren, ulaşanlar, yönlendirme

 

70- Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Elbette biz teşbih ederek tapınma hallerinde oluruz ve eğer bizde istek olursa elbette Allah’a yol buluruz.

 

-71-

قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ ذَلُولٌ تُثِيرُ الأَرْضَ وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاَّ شِيَةَ فِيهَا قَالُواْ الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُواْ يَفْعَلُونَ

Kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ zelûlun tusîrul arda ve lâ teskıl hars musellemetun lâ şiyete fîhâ kâlûlâne cite bil hakk fe zebehûhâ ve mâ kâdû yefalûn

kâle inne-hu yekulu : dedi, elbette, o, der, diyor, söylemek, bildirmek
İnne ha bakaratun : elbette, o, inek, cehalet hallerinin tapınmaları
lâ zelûlun tusiru : yok, zelil, yanılmak, artma, tesir, etki
el ard : yeryüzü, toprak, beden,
ve la teski : yok, sulamak, yıkamak, çabalamak, beslenmek
el hars : sürmek, ekin, kültür
musellemetun : herkezce kabul edilen bilgi, teslim olan, kaide, esas
lâ şiyete fiha : yok, alacalık, leke, huylar, haller, onda
Kalu elane cite : dediler, şuanda, şimdi, geldin
bi el hakkı : hak, gerçek, doğru olan
Fe zebehû-hâ : böylece, yok etmek, kıyım, kestiler
ve mâ kâdû yefalûne : ne, şey, oldu, yapan, fail olan, her varlıkta işleyen

 

71- Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Elbette o cehalet hallerinizdeki tapınmalar, yeryüzünde sizin yanılgılarınızı yok etmez. O değişik cehalet hallerinizi yok ederek, teslim olanlardan olun, o kendi cehalet kültürünüzden beslenmeyin. Dediler ki: Şimdi hakikatleri bildirdin. Böylece o hallerini yok ettiler ve her varlıkta fâil olanın ne olduğunu anladılar.

 

-72-

وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللّهُ مُخْرِجٌ مَّا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ

Ve iz kateltum nefsen feddâretum fîhâ vallâhu muhricun mâ kuntum tektumûn

ve iz kateltum : olduğunda, yok etme, yazık etmek, siz
nefsen : nefs, kişi, kendiniz
fe eddâre tum fiha : artık, yönlendirme, manevra, döndürme, orada, hakkında
Ve Allah muhricun : Allah, ortaya çıkaran, yönetici
mâ kuntum tektumûne : değil, şey, ne, siz, gizlemek, kapatmak, bilmemek

 

72- Siz kendinize yazık etmiştiniz ve siz o hakikatlere yönlendirildiniz. Allah sizin bilemediklerinizi ortaya çıkarandır.

 

-73-

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Fe kulnâdribûhu bi badıhâ kezâlike yuhyîllâhul mevtâ ve yurîkum âyâtihî leallekum takılûn

fe kulnâ ıdrubu hu : böylece, bildirdik, vurguladık, darbe, çarpmak, tesir, o
bi badı-hâ : bazı, her, kısım, onu
Kezâlike yuhyi Allah : işte böylece, bu, diri olan, hayat verir, Allah
el mevtâ : nutfe, öz, ölü, idraksizlik,
ve yuri kum ayeti hi : gösterir, görür, anlamak, işaret, delil, ayet,
Leallekum takılun : umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz

 

73- Böylece onlara her hakikati vurguladık. İşte siz ölü gibiyken, sizi hakikatleriyle diriliğe ulaştıran Allah’tır ve O ayetlerini size her yerden her an gösterir, umulur ki siz akıl edip düşünürsünüz.

 

-74-

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Summe kaset kulûbukum min badi zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasvet ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhul mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyet allâh ve ma âllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

Summe kaset : sonra, katılaşma, ilgilenmeme, sert, ölçmek,
kulub hum : kalpleriniz, anlayışlarınız, idrakleriniz,
Min badi zâlike : sonra, uzak, işte bu
Fe hiye ke el hicaret : artık, öyle ki, gibi, taş, katı olan, anlayışsız,
Ev eşeddu kasveten : veya, yada, daha fazla, şiddetli, katı, sert,
ve inne min el hicaret : muhakkak, taşlaşmış, sertleşmiş
Lema yetefecceru : olduğunda, fakat, patlamak, çıkar, fışkırır, kaynar,
min-hu el enhar : ondan, nehir, akıp giden, ilim,
ve inne min-hâ : muhakkak, ondan
Lemâ yeşşakkaku : olduğunda, hatta, yarılır, hakikatler ortaya çıkar
Fe yahruc min hu : artık, çıkar, ortaya çıkar, ondan,
el mâu : su, ilim
ve inne min-hâ : ve muhakkak ondan
Lemâ yehbitu : olduğunda, hatta, öyle, düşer, iner,
Min haşyete Allâh : saygı, sevgi, ürperme, korku, çekinme, Allah
ve mâ Allâh bi gafilin : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın
Amma tamelun : şeyler, yaptığınız, amellerden

 

74- Sonra kalbleriniz yine katılaştı, öyle ki sanki bir taş gibi, ya da ondan daha fazla katılaştı. Öyle taşlar vardır ki oradan bir su kaynar, akıp gider. Öyle taşlar vardır ki ondan bazı gerçekler ortaya çıkar, öyle ki oradan bir ilim bulursunuz. Elbette öyle kimseler vardır ki, Allah’a saygısından bir tenezzül içindedirler. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar ise, Allah’ı bilemezler.

 

-75-

أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

E fe tatmeûne en yuminû lekum ve kad kâne ferîkun minhum yesmeûne kelâmallâhi summe yuharrifûnehu min badi mâ akalûhu ve hum yalemûn

e fe tatmeûne : rahatlama, doygunluk, mutmain, gıpta
en yuminû lekum : inanmaları, size, sizin anlattıklarınıza inanma
ve kad kâne ferikun minhum : olmuştu, fırka, gurup, onlardan ,
Yesmeune : işitmek, dinlemek, kulak vermek,
kelam allâh : kelam, söz, hakikatlerin sözleri, Allah
summe yuharrifûne-hu : sonra, tahrif etme, değiştirmek
min badi ma aklu hu : ondan sonra, anladıkları şekilde, anlamadan
ve hum yalemun : onlar, bilir, bilirler,

 

75- O gaflet içinde olanlar, sizin anlattıklarınıza inanmazlar, mutmain olmazlar ve onlardan bazıları Allah’ın kelamını dinler gibi görünür, sonra da onun hakikatini anlamadan, kendi anladıkları şekilde değiştirirler ve onlar yalnız kendi anlayışlarını bilirler.

 

-76-

وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halâ baduhum ilâ badin kâlû e tuhaddisûnehum bi mâ fetehallâhu aleykum li yuhâccûkum bihî inde rabbikum e fe lâ takılûn

ve izâ leku ellezine amenu : olduğunda, karşılaşma, iman eden kimseler, inanan
Kalu âmennâ : dediler, iman ettik, inandık
ve izâ halâ : olduğunda, halleri, yalnız kaldıkları zaman
baduhum ilâ badin : onların bazıları, bazılarına, birbirlerine
Kalu e tuhaddisûne-hum : dediler, bahsediyor musunuz, anlatmak, bildirmek, onlar
bi mâ feteh : açıklanan o şeyler, ortaya çıktı,
Allah aleykum : Allah, size, kendiniz,
Li yuhâccû-kum bihi : için, delil, maksat, niyet, hüccet, siz, onu, o bahsedilen
inde rabbi-kum : katında, ona ait hakikatler, Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
e fe lâ takılûne : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşün mezmisiniz,

 

76- Onlar, iman eden kimselerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik derler. Fakat kendi hallerinde olanlarla bir araya geldiklerinde, onlardan bazıları bazılarına: Onların, size Allah’ın hakikatleri diye açıklanan şeylerden, birbirinize bahsediyor musunuz? Siz o bahsedilenlere karşı, kendi maksadınız için hareket edin, derler. Sizler hâlâ sizi vücudlandırana ait olan hakikatleri düşünmez misiniz?

 

-77-

أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ

E ve lâ yalemûne ennallâhe yalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn

e ve lâ yalemûne : bilemiyorlar mı, bilmezler mi?
Enne Allah yalemu : olduğunu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden
mâ yusirrûne : göremedikleri, bilemedikleri, sır olan, saklanan şeyler
ve mâ yulinûne : görünen şeyler, aleni olan, açıklanan şeyler

 

77- Göremedikleri ve gördükleri şeylerdeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilemiyorlar mı?

 

-78-

وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ

Ve minhum ummiyyûne lâ yalemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn

ve minhum ummiyyûne : onlardan, annesinden doğduğu gibi olan, asliyet
lâ yalemûne : yok, bilmek, bilmezler,
el kitab : kitap, hakikatlerin sözlerini
İllâ emaniyye : sadece, ancak, arzu, gaye, zan, temenni, inanmak,
ve in hum illâ yezunnune : onlar, sadece, ancak, zannederler, zanna tabi olmak,

 

78- Onlardan kitap nedir, geldikleri asliyet nedir bilmeyenler vardır. Onlar sadece inanırlar ve onlar ancak zanlara tabidirler.

 

-79-

فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ

Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlûne hâzâ min indillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn

Fe veylun li ellezine : artık, öyle ki, yazık, vah, vay, o kimseler,
Yektubûne el kitabi : yazarlar, kitap
bi eydî-him : kendi anlayışlarıyla, zanları, elleriyle
Summe yekulune : sonra, derler
Haza min inde Allâh : bu, Allah’ın katından
li yeşterû bihi : için, kendi çıkarları için, satmak için
Semenen kalilen bi-hi : az bir değere,
Fe veylun lehum : artık, yazık, vah, onlara
mimmâ ketebet eydihim : şeyler, yazdı, kendi ellri, kendi anlayışları, zanları
Fe veylun lehum : artık, yazık, vah, onlara
Mimma yeksibûne : şeyleri edindikleri, kazanıyorlar

 

79- Vay o kimselere ki, kendi zanlarıyla kitap yazarlar, sonra bu Allah’ın katından derler. Ondan kendilerine çıkar elde etmek isterler. Vay kendi zanlarıyla o kitap yazanlara! Vay onların edindikleri şeylere!

 

-80-

وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve kâlû len temessenen nâru illâ eyyâmen madûdeh kul ettehaztum indallâhi ahden fe len yuhlifallâhu ahdehu em tekûlûne alâllâhi mâ lâ talemûn

ve kâlû len temesse-nâ : dediler, değil, olmaz, temas, dokunmak, biz
en nâru : ateş, yakıcı olan,
İllâ eyyamen madudete : ancak, sadece, günler, vakit, sayılı, belirli
Kul e ittehaztum : anlat, söyle, siz edindiniz mi?, sarıldınız,
inde Allâh ahd : katında, ona ait, yanında, Allah, söz,
Fe len yuhlife Allah : artık, değil, asla, değiştirilmez, geride, halef, Allah,
ahde-hû : söz, ahd, ahdini, o
Em tekûlûne ala Allah : veya, yoksa, söylüyorsunuz, için, karşı, Allah
mâ lâ talemûne : bilmediğiniz bir şey

 

80- Dediler ki: Az bir zaman da olsa bize ateş dokunmaz. De ki: Allah’ın katından bir söz mü edindiniz? Allah’a ait olan hakikatlerin sözlerinde bir değişiklik olmaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

 

-81-

بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Belâ men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

Belâ men kesebe : bilakis, hayır, kim, kazandı, edindi,
seyyiet : fenalar, günah, kötülük,
ve ehâtat bihi : ihata etti, kuşattı, sardı, onu,
hatiet hu : hata, yanlış
Fe ulaike ashâbu en nâri : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı hal,
Hum fiha halidun : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli

 

81- Bilakis fena halleri edinen ve kendi yanlışlarıyla kuşatılmış olan kimseler, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler.

 

-82-

وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ulâike ashâbul cennet hum fîhâ hâlidûn

ve ellezîne amenu : o kimseler, onlar,iman eden, inanan
ve amilû el sâlihâti : iyi, hayırlı çalışmalarda olan, Salih amel
Ulaike ashâbu el cenneti : işte onlar, sahip, halk, huzur, cennet
Hum fiha halidun : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli

 

82- İman edenler ve dosdoğru iyi çalışmalarda olanlar ise, işte onlar huzura sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler

 

-83-

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâka benî isrâîle lâ tabudûne illâllâhe ve bil vâlideyni ihsânen ve zil kurbâvel yetâmâ vel mesâkîni ve kûlû lin nâsi husnen ve ekîmûs salâte ve âtûz zekât summe tevelleytum illâ kalîlen minkum ve entum muridûn

ve iz ehaznâ misaka : almıştık, sarılmak, biz, misak, söz vermek, yemin
benî isrâîle : hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, yakubun oğullar,
lâ tabudûn illa Allah : kul olmayın, Allah’tan başka
ve bi el vâlideyni : ana babaya, doğurtan, mürşidi kamil,
ihsan : iyi davranın,
ve zi el kurba : sahip, yakınlarınıza, yakınlık,
ve el yetâmâ : yetimler, atalarının inancından kopmuş olan,
ve el mesâkîni : miskinler, çaresiz, yoksun, hakikati arayan
ve kûlû liel nas : söyleyin, deyin, insanlara
husnen : güzel, iyi hoş, hoş sözler, güzei davranışlar,
ve ekîmû es salâte : heran sâlat üzere olmak, hakka bağlılık
ve âtû ez zekâte : kendinizde olanı paylaşın, zekât verin, temizlenin,
Summe tevelleytum : sonra, yoksa, siz yüz çevirdiniz, cehalete döndünüz
İlla kalilen min-kum : ancak, sadece, az, sizden
ve entum müridun : siz, yüz çeviren, reddeden,

 

83- Hakk yolunda olanlardan söz aldık: Allah’tan başkasına kul olmayın, anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere iyi davranın, insanlara güzel hoş sözler söyleyin, her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin, temizlenme içinde olup kendinizde olanı paylaşın. Yoksa sizden az bir kısmınız hariç, eski cehalet hallerinize dönerseniz ve sizler yüz çeviren olursunuz.

 

-84-

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum lâ tesfikûne dimâekum ve lâ tuhricûne enfusekum min diyârikum summe ekrartum ve entum teşhedûn

ve iz ehaznâ misaka kum : almıştık, biz, misak, söz, siz
lâ tesfikûne dimaekum : dökmeyin, kan, siz,
ve lâ tuhricûne enfus kum : çıkarmayın, birbirinizi
min diyâri-kum : yurdunuzdan, bulunduğunuz yerlerden
Summe ekrartum : sonra, ikrar, tastik, kabul etmek, siz kabul ettiniz
ve entum teşhedun : siz, şahit, bilen gören,

 

84- Sizler kan dökücü olmayın, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın, sonra hakikatleri kabul edin ve görüp bilenlerden olun, diye de söz almıştık.

 

-85-

ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Summe entum hâulâi taktulûne enfusekum ve tuhricûne ferîkan minkummin diyârihim tezâharûne aleyhim bil ismi vel udvân ve in yetûkum usârâ tufâdûhum ve huve muharremun aleykum ihrâcuhum e fe tu’minûne bi ba’dil kitâbive tekfurûne bi badın fe mâ cezâu men yef’alu zâlike minkum illâ hızyun fîl hayâtid dunyâ, ve yevmel kıyâmeti yureddûne ilâ eşeddil azâb ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

summe entum haulai : sonra, siz, onlar
Taktulune enfuse-kum : öldürmek, yazık etmek, nefsleriniz, birbiriniz, kendiniz
ve tuhricûn ferîk minkum : çıkarıyorsunuz, grup, bir kısım, sizden
min diyâri-him : yurtlarından, diyar, ev, onlar
Tezâharûne : yardımlaşıyorsunuz
Aleyhim bi el ism : onlara karşı, günah, hata, fenalar
ve el udvâni : düşmanlık
ve in yetû-kum : eğer size gelirse
Usârâ tufadu hum : esirler, cehaletine esir olan, kurtarmak,
Ve huve muharremun : o, kutsal olan, yasak, haram olan
Aleykum ihracu kum : size, çıkarmak, ihraç, onlar
e fe tuminûne : o halde iman mı, inanmak,
bi badi el kitab : bir kısmı, bazı, kitap, hakkın sözleri,
Ve tekfurune bi badın : hakikatleri örtmek, bir kısmı
fe mâ cezâu men yefalu : artık, değil, şey, ne, ceza, karşılık, kim, yaparsa
zâlike min-kum : işte, sizden, ancak, sadece,
illa hızyun : rezil, adi, kötü olan, ayıp, yazık eden,
fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, yaşamları,
ve yevme el kıyâmeti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü,
Yureddûn : reddedilirler, iade, geri çevrilmek, kayıpta olan
ila eşed el azab : daha fazla, şiddetli, sıkıntı, azap
ve mâ Allâh bi gafilin : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın
Amma tamelun : şeyler, yaptığınız, amellerden

 

85- Sonra sizler birbirlerinizi öldürdünüz ve sizlerden bazı kimseler bazı kimseleri yurtlarından dışarı attılar. Birbirlerinize fenalarda ve düşmanlıklarda yardımcı oldunuz. Eğer sizlere, cehaletine esir olan biri gelirse onu kurtarın. Birbirinizi kutsal olan hakikatlerin dışına çıkarmayın, diye bildirilmişti. Yoksa kitaptan işinize gelene inanıyorsunuz da, bazı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyor musunuz? İşte kim, ne yaparsa onun karşılığını bulur. İşte böyle hallerde olanlar, yaşamlarında kendine yazık edenlerdir ve onlar ölünceye kadar kayıpta olanlardır, daha fazla sıkıntıda kalanlardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Allah’ı bilemezler.

 

-86-

أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآَخِرَةِ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

Ulâikellezîneşteravul hayâted dunyâ bil âhireti, fe lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunsarûn

ulâike ellezîne : işte o kimseler,
eşterav : satın almak, değişmek, tercih etmek, çıkarında olmak
el hayâte ed dunyâ : dünya hayatı, yaşamları,
bi el âhireti : sonları, son anlarına kadar,
Fe lâ yuhaffefu an hum : artık, yok, hafif, onlardan
el azâbu : azap, sıkıntı,
ve lâ hum yunsarûne : ve onlar yardım olunmazlar

 

86- İşte o kimseler; son anlarına kadar dünya hayatının çıkarına koşmuşlardır. Artık onların sıkıntıları yok olmaz ve onlara bir yardımcı da yoktur.

 

-87-

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ

Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min badihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn

ve lekad ateyna musa : andolsun, sunduk, bildirdik, Musa
El kitabı : kitabı, hakikatlerin sözleri, yazılı olan,
ve kaffeynâ : ardarda, ardı sıra geldi,
min badi hi bi el resül : ondan sonra, resül, hakikatleri bildiren
ve âteynâ isa ibn meryem : verdik, sunduk, bildirdik, Meryem oğlu isa
el beyyinâti : apaçık deliller, açıklamalar, kanıtlar
ve eyyednâ-hu : el, güç, eller, her şeyi tutan kudret, destek, biz, o
bi rûhi el kudusi : temiz, bereketli, kutsal olan ruh, tertemiz ruh
Fe kullema cae kum : öyle ki, her sefer, her defa, gelen, bildiren, sunan, size,
resul : hakikati gösteren, açıklayan, bildiren,
Bima lâ tehvâ : şeyler, yok, hoşnut, memnun, sevgi, hoşlanmadınız
enfusu-kum : nefsleriniz, kendiniz,
istekbertum : kibirlenmek, gururlanmak
Fe ferikan kezzebtum : böylece, sonra, gurup, bazıları, yalanladınız,
ve ferikan taktulun : bir gurup, bazıları, öldürdünüz

 

87- Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı. Ondan sonra da, onun ardı sıra hakikatleri bildirenler geldi. Meryem oğlu İsa sunduğumuz apaçık delilleri anladı ve o her şeyi tutan kudretimizi anladı ve tertemiz bir ruh üzere oldu. Öyle ki hakikatleri gösterenlerin, her seferinde size sunduğu hakikatlerden hoşlanmadınız. Sizler onlara karşı kibirlendiniz ve bazılarınız onları yalanladı ve bazılarınız onları öldürdü.

 

-88-

وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ

Ve kâlû kulûbunâ gulf bel leanehumullâhu bi kufrihim fe kalîlen mâ yuminun

ve kâlû kulûbu-nâ : dediler, kalblerimiz, idraklerimiz, anlayışlarımız, biz
gulfun : kılıf, kabuk, örtülü, kapalı,
Bel leane-hum allâh : hayır, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma
bi kufri-him : hakikatleri örtmek, kabul etmemek
Fe kalîlen mâ yuminun : artık, bu yüzden, pek azın dışında, inanmadılar

 

88- Dediler ki: Bizim kalblerimiz o anlatılanlara karşı kapalıdır. Öyle ki onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar. Böylece az bir kısmı hariç inanmadılar.

 

-89-

وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ

Ve lemmâ câehum kitâbun min indillâhi musaddikun limâ meahum ve kânû min kablu yesteftihûne alellezîne keferû fe lemmâ câehum mâ arafû keferû bihî fe lanetullâhi alel kâfirîn

ve lemmâ cae hum : geldiğinde, sunulduğunda, onlar,
kitab : hakikatler, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
min inde Allâh : katından, yanında, ona ait, Allah
Musaddik : doğrulayan, sadık olan, tasdik,
lima mea hum : şeyi, beraber, birlikte,  onlar
Ve kanu min kablu : oldu, idi, önceden, tarafından, olarak,
yesteftihûne : açık, başarı, ortaya çıkma, fetih, zafer isterler
alâ ellezîne keferu : onlara karşı, hakikatleri örten kimseler,
Fe lemma câe-hum : artık, sonra, onlara geldi, sunuldu,
mâ arafû keferu bihi : şey, ne, değil, arif, bilen, hakikatleri örtmek, onunla
Fe leanet Allâh : böylece, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma
Alâ el kafirin : üzerine, hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek

 

89- Onlara, kendilerinde olan şeyleri doğrulayan Allah’a ait olan hakikatler sunulduğunda, onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı, bir başarı içinde olmak istiyorlardı. Onlara sunulan hakikatleri görmemezlikten gelip örtüklerinden dolayı, onlar hakikatleri bilemediler. Öyle ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı, rahmetten uzaklaşırlar.

 

-90-

بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ

Bisemeşterav bihî enfusehum en yekfurû bi mâ enzelallâhu bagyen en yunezzilallâhu min fadlihî alâ men yeşâu min ibâdih fe bâû bi gadabin alâ gadab ve lil kâfirîne azâbun muhîn

bise : ne kötü,
ma işterav bihi : satın almak, değişmek, çıkarında olmak, onula
enfuse-hum : nefsleri, kendileri, kendi çıkarları, onlar,
en yekferu : hakikati görmemezlikten gelmek, hakikatleri örtmeleri
bimâ enzele Allâh : şeyler, sunduğu, indirdiği, Allah
bagyen : haset, zulüm, isyan, itaatsizlik,
En yunezzile allâh : indirilmesi, sunulması, bildirilmesi, Allah
min fadli-hi : lütuf, nimet, fazlından, o
alâ men yeşâu : için, göre, karşı, kim, istek, isteyen,
min abid hi : kulluk, o, kullarından
Fe bau bi gadab : böylece, uğradı, kaldı, öfke, hiddet,
alâ gadab : üzere, öfke, kızgınlık, hiddet,
ve li el kâfirîne : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için
Azâbun muhin : azap, sıkıntı, alçaltıcı, kaybettirici, hor hakir bırakan

 

90- Allah’ın sunduğu o lütufları ve O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen kimselerin; hakikatler sunulduktan sonra bir itaatsizlik içinde olmaları, Allah’ın hakikatleri bildirildikten sonra, o hakikatleri görmemezlikten gelip örtüp, onları kendi çıkarları için kullanmaları ne kötüdür. Öyle ki onlar, öfkeyle oturan öfkeyle kalkan haller üzeredirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için alçaltıcı sıkıntılar vardır.

 

-91-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ نُؤْمِنُ بِمَآ أُنزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرونَ بِمَا وَرَاءهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنبِيَاء اللّهِ مِن قَبْلُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Ve izâ kîle lehum âminû bi mâ enzelallâhu kâlû numinu bi mâ unzile aleynâ ve yekfurûne bi mâ verâehu ve huvel hakku musaddikan limâ meahum kul fe lime taktulûne enbiyâallâhi min kablu in kuntum muminîn

ve izâ kile lehum aminu : olduğunda, denildi, onlara, inanın, iman edin
Bima enzele Allâh : şeyler, hakikatler, indirdi, sundu, verdi, Allah
Kâlû numinu : dediler, inanırız,
Bima unzile aleynâ : şeye, indirildi, sunuldu, bize
ve yekfurûne : hakikatleri örtüyorlar,
bi mâ verâe-hu : o şey, arkasındai geçmişinde, o
ve huve el hakku : o, hak, gerçek
Musaddik : doğrulayan, sadık olan, tasdik,
lima mea hum : şeyi, beraber, kendilerinde olan şeyler,
Kul fe lime taktulûne : söyle, o zaman, neden, niçin, öldürüyorsunuz
Enbiyâe Allah min kabl : nebiler, haber verenler, bildirenler, Allah, daha önce
in kuntum muminine : eğer müminler iseniz

 

91- Allah’ın sunduğu şeylere inanın denildiğinde, bize sunulan şeylere inandık derler. Fakat geçmişteki bildikleri o şeylerden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örterler. Onların kendi vücudlarında olan şeyler dosdoğrudur, gerçektir. De ki: Eğer inandık diyorsanız, neden daha önce Allah’ın hakikatlerini bildirenleri öldürdünüz?

 

-92-

وَلَقَدْ جَاءكُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ

Ve lekad câekum mûsâ bil beyyinâti summettehaztumul icle min ba’dihî ve entum zâlimûn

ve lekad cea kum : andolsun, doğrusu, geldi, size,
Musa bi el beyyinati : Musa, apaçık delillerle,
summe ittehaztum : sonra, fakat, siz edindiniz, sarıldınız,
el icle : cehaletin tapınma halleri, ayrılık, sürgün, buzağı,
min badi hi : ondan sonra
ve entum zâlimûne : siz, zalimler,

 

92- Doğrusu Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra sizler, cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınıza sarıldınız ve zalimlerden oldunuz.

 

-93-

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ âteynâkum bi kuvvetin vesmeû kâlû seminâ ve aseynâ ve uşribû fî kulûbihimul icle bi kufrihim kul bise mâ ye’murukum bihî îmânukum in kuntum muminîn

ve iz ehaz na : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz,
misak kum : verilen söz, misak, siz
ve refa na : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz,
fevka-kum : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz,
el tur : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud
Huzu mâ ateynâ-kum : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz
bi kuvvetin : kuvvetle, güçlü bir idrakle,
ve ismeû : işitin, dinleyin
Kâlû senina : dediler, işittik,
ve aseynâ : karşı çıkmak, asi, isyan, biz
ve uşribû : içmek, işlemek, beslenmek, yerleştirildi
fî kulûbi-him : içinde, kalpleri, idrakleri, onlar,
el ıcle : eski tapınma halleri, buzağı, hayvaniyet,
bi kufri-him : hakikatleri örtmek, onlar
Kul bise mâ : söyle, anlat, ne kötü şey
yemuru-kum : işleyiş, hüküm, emir, siz
bi-hi imanu-kum : inançlar, siz, onunla sizin imanınız
in kuntum muminîne : eğer, sizler, müminler, inananlar

 

93- Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri işitin, diye bildirildiğinde, dediler ki: Biz işittik, fakat kabul etmedik. Onların kalblerine eski tapınma halleri işlemişti. Onlar o hallerinden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüler. De ki: Siz inandık dediğiniz hâlde, sizin kendi inanışlarınız size ne kötü şeyler emrediyor.

 

-94-

قُلْ إِن كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الآَخِرَةُ عِندَ اللّهِ خَالِصَةً مِّن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُاْ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Kul in kânet lekumud dârul âhiretu indallâhi hâlisaten min dûnin nâsi fe temennevûl mevte in kuntum sâdikîn

Kul in kanet lekum : anlat, söyle, eğer, ise, oldu, size
ed dâru el âhiretu : yurt, ev, durum, ahiret, sonunda, ahiret yurdu
inde Allâh : katında, ona ait, Allah
Halisat min dûni en nâsi : halis olan, özel, saf, temiz, diğer insanlardan başka
fe temennevû : öyleyse, o zaman, temenni edin, isteyin,
el mevte : ölüm, nutfe, öz
in kuntum sadıkin : eğer, siz, emin olan, sadık, doğru söyleyen

 

94- De ki: Sizler kendinizi Allah’ın katında, diğer insanlardan daha temiz olduğunuzu, ahiret yurdunun size ait olduğunu düşünüyorsanız, eğer bundan eminseniz, öyleyse ölümü temenni edin.

 

-95-

وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ

Ve len yetemennevhu ebeden bimâ kaddemet eydîhim vallâhu alîmun biz zâlimîn

ve len yetemennev-hu : değil, asla, temenni etmek, istemek, o
ebeden : sonsuza kadar, ebediyen, hiçbir zaman
bi-mâ kaddemet : şeyler, sebebiyle, takdim eden, yaptıkları, verilen, sağlana
Eydi him : güç, yaptıkları, onların elleri, elleri
ve Allâh alimun : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
bi el zâlimîne : zalimleri,

 

95- Onlar kendi yaptıkları şeyler sebebiyle, böyle bir şeyi hiçbir zaman istemezler. Oysa zalimlerin bedenlerini de ilmiyle vareden Allah’tır

 

-96-

وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ

Ve le tecidennehum ahrasan nâsi alâ hayâtin ve minellezîne eşrakû yeveddu ehaduhum lev yuammeru elfe senet ve mâ huve bi muzahzihıhî minel azâbi en yuammer vallâhu basîrun bimâ yamelûn

ve le tecidenne-hum : elbette, bulursun, o halde görürsün, onlar
Ahrasa el nas : aç gözlü, çok hırslı, haris, insanlar,
ala hayat : yaşamlarında, hayatları
ve min ellezîne eşraku : o kimselerden, orta koşma
Yevuddu ehadu-hum : istek, arzu, dilek, onların herbiri
lev yuammeru : eğer, şayet, yaşamak, ömür,
elfe senet : bin sene, ünsiyet, ölümsüz, sonsuza kadar,
ve mâ huve : değil, şey, en, o
bi muzahzih hi min el azab : onu uzaklaştırıcı, kurtulacak, azap, sıkıntı,
en yuammere : yaşamlarında, ömürlerinde
ve Allâh basir : Allah, basiret veren, gösteren,
bima yamelun : yaptığınız şeyler,

 

96- Elbette onları, yaşamlarında aç gözlü olarak bulursun ve öyle kimseler ortak koşanlardan olurlar ve eğer onlar yaşasalar sonsuza kadar yaşamak isterler. Onlar yaşamlarında sıkıntılardan kurtulacak değillerdir. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.

 

-97-

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn

Kul men kane : de, anlat, kim, oldu,
Aduvven : düşman, husumet, düşmanlık,
li cibril : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl
Fe inne hu : artık, doğrusu, muhakkak, o,
nezzele-hu : indirdi, sundu, bildirdi,  inzal etti, açığa çıkardı, o
Alâ kalbi ke : üzerine, kalbinin, idrakinin, değiştirme, kalb sahibi,
bi izni allâhi : yetkili olan, hüküm sahibi, Allah
musaddikan : doğrulayan, tasdik eden, sadakat içinde olan
Lima beyne yedey-hi : şeyler, kendilerindeki o gücü, elleri arasında
ve huden : yol gösteren, kılavuz, hidayet eden,
ve buşra li el muminun : sevindirmek, bildirmek, müjde, mümin, emin, inanan

 

97- De ki: Kim; aklını Allah’ı idrak etmek için değil de, düşmanlık için kullanırsa, artık doğrusu o, ona sunulan şeyleri anlayamaz. Kalb sahibi olmanda yetkili olan Allah’tır. O sunulan hakikatler, kendilerindeki gücü doğrulayan ve yol gösteren ve müminler için huzur veren bilgilerdir.

 

-98-

مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

Men kâne aduvven lillâhi ve melâiketihî ve resulihî ve cibrîle ve mîkâle fe innallâhe aduvvun lil kâfirîn

Men kane aduvven : kim, oldu, düşman, düşmanlık içinde, husümet
li allâh : için, Allah, Allah’a karşı
ve melâiketi-hi : güç, kuvve, melekler, her varlıktaki güç, o
ve resuli-hi : resul, hakikati gösteren, hakikate ulaştıran,
ve cibrîle : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl
ve mikale : mika el, mika: muhabbet, sevgi, varlığı analiz eden eden
fe inne Allâh aduvvun : artık, o zaman, muhakkak, Allah, düşman
li el kâfirîne : için, hakikatleri görememezlikten gelip örtmek

 

98- Kim; Allah’a ve O’nun her varlıktaki gücüne ve o hakikatleri gösterenlere karşı düşmanlık içinde olursa ve aklını, Allah’ı idrak etmek ve sevgiyle varlığı anlamak için değil de düşmanlık içinde kullanırsa, muhakkak ki o hakikatleri görmemezlikten gelip örtendir, Allah’ı anlayamadığından dolayı halleri düşmanlık üzeredir.

 

-99-

وَلَقَدْ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلاَّ الْفَاسِقُونَ

Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinât ve mâ yekfuru bihâ illel fâsikûn

ve lekad enzelna ileyke : gerçek olan, sunduk, bildirdik, sana
Ayetin beyyinâtin : ayet, delil, her şeyden apaçık sunulan,
ve mâ yekfuru : değil, şey, ne, hakikatleri örten, örtmez,
bi-hâ illa : onu, o halde, ancak, sadece,
fasikun : fasık, bozguncu, cehalet anlayışında kalan,

 

99- Gerçek olan şu ki, her şeyden sana apaçık ayetler sunduk. Ancak kendi cahil anlayışlarında kalanlardan başkası o hakikatleri görmemezlikten gelip örtmez.

 

-100-

أَوَكُلَّمَا عَاهَدُواْ عَهْداً نَّبَذَهُ فَرِيقٌ مِّنْهُم بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

E ve kullemâ âhedû ahden nebezehu ferîkun minhum bel ekseruhum lâ yuminûn

e ve kullemâ ahedu : mı, her sefer, her defa, hepsi, ahd, sözleşme,
ahden : ahd, antlaşma, çağ, dönem,
nebeze-hu : attı, bozdu, o,
ferikun minhum : bazıları, fırka, ayrılık, onlardan
Bel ekseru-hum : bilakis, hayır, onların çoğu
lâ yuminûne : yok, emin olmak, inanmak, iman etmek,

 

100- Onlardan bazıları her seferinde söz verip, o sözlerini bozmazlar mı? Bilakis onların çoğu iman etmezler.

 

-101-

وَلَمَّا جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ كِتَابَ اللّهِ وَرَاء ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

Ve lemmâ câehum resûlun min indillâhi musaddikun limâ meahum nebeze ferîkun minellezîne ûtûl kitâb kitâballâhi verâe zuhûrihim ke ennehum lâ yalemûn

ve lemmâ cae hum : geldiğinde, onlar,
resul : resul, hakikatleri gösteren,
min indi allahi : Allah’ın katından, Allah’a ait,
Musaddikun : tasdik eden, doğrulayan,
lima mea hum : beraber, birlikte, onlarda olan şeyler, nitelikler
Nebeze : attı, bıraktı, reddetti, kabul etmedi,
ferikun min ellezi : fırka, bazı kimseler, onlardan
Utu el kitâbe : verildi, sunuldu, kitap, ilahi sözler
kitâbe Allâh : kitap, hakikatlerin sözleri, Allah’ın
Verâe zuhuri him : arka, geçmiş, eski bildikleri, onlar
Ke enne-hum la yalemun : gibi, onların olduğu, yok, bilmek, ilmin sahibi

 

101- Onların kendilerinde olan nitelikleri doğrulayan, Allah’a ait olan hakikatleri açıklayan resul onlara geldiğinde, onlardan bazı kimseler sunulan ilahi sözleri kabul etmediler. Sanki onlar bilemeyenlerden değilmiş gibi, Allah’ın kitabına karşı kendi geçmiş cehalet bilişlerine sarıldılar.

 

-102-

وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ

Vettebeû mâ tetlûş şeyâtînu alâ mulki suleymân ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihrâ ve mâ unzile alel melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel meri ve zevcihî ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh ve yeteallemûne mâ yadurruhum ve lâ yenfeuhum ve lekad alimû le menişterâhu mâ lehu fîl âhireti min halâkın ve le bise mâ şerev bihî enfusehum lev kânû yalemûn

ve ittebeû ma tetlu : tabi oldular, uydular, şey, ne, değil, okumak,
el şeyatinu : şeytani hallerde olanlar, şeytanlar, kötülükler
Ala mulki suleymâne : mülkünde, makamında, Süleyman
ve mâ kefere suleyman : değil, şey, ne, hakikatleri örtmedi, süleyman
ve lâkinne el şeytan : lakin, fakat, şeytani hallerde olan
keferû : hakikatleri örten, kabul etmeyen
Yuallimûn le nas : öğretiyorlar, insanlar,
el sihr : etki, tesir, büyü, sihir, aldatma
ve mâ unzile : şey, ne, değil, sunulan, indirilen şey
alâ el melekeyni : üzere, güçlüler,
bi bâbile : Babil,
hârûte ve mârûte : yakıcı ve bozucu, azgın, inatçı, zaaf, şehvet, benlik
ve mâ yuallimâni min ehad : şey, ne, değil, öğretmiyorlar, bir kimse,
Hatta yekûlâ : hatta, söylüyorlar, derler
İnnemâ nahnu fitnetun : sadece, biz, deneme, imtihan, arabozucu, sınama
Fe lâ tekfur : artık, yok, örtmeyin, reddetme, inkar, kabul etmemek
Fe yeteallemûne min huma : artık, öğreniyorlar, onlardan, ikisi
Ma yuferrikûne : şey, ne, değil, ayırıyorlar, ayırırlar
bi-hi beyne el meri : onunla, arası, adam, insan, güzel, görünür, suret
ve zevci-hi : eş, tür, çift, aynı olan olan, ona uyan,
Ve ma hum bi dârrîne : değil, şey, ne, onlar, zarar, sıkıntı,
bi-hi min ehadin : onunla, bir kimse, bir, tek,
İlla bi izni allâhi : ancak, sadece, yetkili olan, ruhsat, Allah
ve yeteallemûne : öğreniyorlar, biliyorlar,
mâ yadurru-hum : şey, ne, değil, sıkıntı, zarar, onlar
ve lâ yenfeu-hum : yok, olmaz, fayda, yarar, onlar
ve lekad alimu : andolsun ki, gerçek olan, bilmek, bilim, öğrendiler
Le men işterâ-hu : elbette, kim, satın almak, çıkar, onu
mâ lehu fi el ahiret : değil, şey, ne, yok, onun sonunda,
min halâkın : verilen, bir pay, bir nasip
Ve lebi se mâ şerev : elbette, kötü olan, satın aldıkları şey, çıkarları
enfuse-hum : kendi kendilerini, kendileri
lev kânû yalemun : şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen

 

102- Ve şeytani hallerinden başka şeylere tâbi olmadılar. Süleyman mülkün sahibini bilenlerdendi ve Süleyman hakikatleri görmemezlikten gelip örtmedi. Fakat şeytani hallerde olanlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler. İnsanları öğretme konusunda aldattılar. Babil de harut ve marut adlı üzerlerinde bir güç taşıdıklarını söyleyenler, bir şey sunmuş değillerdir ve onlar bir kimseye bir şey öğretmediler. Hatta dediler ki: Biz sadece deneyeniz, artık bizi reddetmeyin. Onlara uyan insanlar; onlardan suretlere düşkünlüğü, ayrımcılığı öğreniyorlardı. Bir kimse; her şeyde yetkili olan Allah’ı bildiğinde, artık onda hiç bir kimseye zarar vermek olmaz. Onlardan öğrendikleri, kendilerine zarar verecek olan şeyler ve onlara faydası olmayacak şeylerdi. Gerçek olan şu ki; kim hakikatlerinin bilgilerini kendi çıkarları için kullanırsa, sonunda o hakikatlerden bir şey elde edemez. Elbette onların kendi çıkarları için elde ettikleri şey ne kötüdür, keşke bilselerdi.

 

-103-

وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُواْ واتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِّنْ عِندِ اللَّه خَيْرٌ لَّوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ

Ve lev ennehum âmenû vettekav le mesûbetun min indillâhi hayr lev kânû yalemûn

ve lev enne hum amenu : şayet, eğer, olması, onlar, iman eden, inanan,
ve ittekav : fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama
Le mesûbetun : elbette, sevap, hayır, elde edilen,
min indi allâhi hayrun : Allah’ın katından, ona ait,
lev kânû yalemun : şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen

 

103- Eğer onlar, iman etselerdi ve fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmasalardı, elbette Allah’a ait olan hakikatleri elde etmeleri onlar için hayırlı olurdu, keşke bilselerdi.

 

-104-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقُولُواْ رَاعِنَا وَقُولُواْ انظُرْنَا وَاسْمَعُوا ْوَلِلكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekûlû râinâ ve kûlûnzurnâ vesmeû ve lil kâfirîne azâbun elîm

yâ eyyuhâellezineamenu   : ey iman edenler
lâ tekûlû      : demeyin, söylemeyin,
raina   : çobanlar, güdülmek, gözet, bizi bak, bizi yönet,
Ve kulu unzur-nâ   : deyin, söyleyin, gör, bak, bize
ve ismeû   : dinleyin, işitin,
ve li el kâfirîn   : hakikatler görmemezlikten gelen, örtenler,
azab elim   : azap, sıkıntı, elim, acı

 

104- Ey iman edenler! Bizi yönetin demeyin, bizi de görün, bizi de dinleyin deyin. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için acı sıkıntılar vardır.

 

-105-

مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلاَ الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

Mâ yeveddullezîne keferû min ehlil kitâbi ve lel muşrikîne en yunezzele aleykum min hayrin min rabbikum vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu vallâhu zul fadlil azîm

mâ yeveddu : değil, şey, ne, beğenmek, istemezler,
ellezine kefer : hakikatler örtenler, görmemezlikten gelen,
min ehli el kitâbi : kendi anlayışlarında kalan, aktarılan söylentilerde kalan
ve lâ el muşrikîne : yok, ortak koşmak,
en yunezzel aleykum : sunulması, gelmesi, indirilmek, üzerinize
Min hayr min rabbi-kum : hayır, iyi olan, Rabbinizden
ve Allah yahtassu : Allah, tahsis eder, verir, vermek, sunmak, ulaşmak,
bi rahmeti-hi : rahmet, merhamet, o,
men yeşau : kim, kimse, ister, isteyen kimse,
ve Allâh zu el fadli : Allah, sahip, lütuf, nitelik,
el azim : büyük, yüce, sıfatların sahibi, karar sahibi,

 

105- Aktarılan söylentilerde kalıp, hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler; Rabbinizin hakikatleri üzere olmanızı, hayırlar üzere olmanızı ve ortak koşmaktan vazgeçmenizi istemezler. Allah’ın rahmetini anlamayı kim isterse o ona ulaşır. Allah bütün lütufların sahibidir, tüm varlığın işleyişinde karar sahibidir.

 

-106-

مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ neti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem talem ennallâhe alâ kulli şeyin kadîr

Ma nensah : gidermeyiz, tamamlamak, kopyalama, hükümsüz değil,
min ayetin : bir ayet, bir delil, işaret,
ev nunsi-hâ : ya da, gidermek, tamamlamak, aynını kopya etmek, onu
Neti : getiririz, sunarız, veririz, mesafe,
bi hayrin minha : hayırlı, yararlı, faydalı, ondan, bir ayetten, dahil,
ev misli-hâ : veya, benzer, aynı, misli, onun benzerini,
e lem talem : bilmez misin, bildin değil mi, bilmiyor musunuz?
enne allâh : muhakkak ki Allah,
alâ kulli şeyin kadir : bütün her şey, kudret

 

106- Bir ayeti hükümsüz kılmayız; onu başka bir ayetle tamamlarız. Ondan ya da onun  benzerinden bir hayr sunarız. Bilmez misin ki, muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-107-

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

E lem talem ennellâhe lehu mulkus semâvâti vel ard ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr

e lem talem : bilmez misiniz, bilmiyor musunuz?
Enne Allah lehu mulku : olduğu, Allah, onun, mülk, sahibi, hükümran
El semevat ve el ardı : gökler ve arz, yeryüzü
Ve ma lekum min duni allâh : değil, size, den başka, Allah
min veliyyin ve la nasirin : dost ve yok, yardımcı

 

107- Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranı Allah’tır ve size Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da yoktur.

 

-108-

أَمْ تُرِيدُونَ أَن تَسْأَلُواْ رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِن قَبْلُ وَمَن يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ

Em turîdûne en teselû resûlekum kemâ suile mûsâ min kabl ve men yetebeddelil kufra bil îmâni fe kad dalle sevâes sebîl

em turidune : veya, yoksa, istemek, arzu,
En tesulu : sorguya çekmek, sorgulamak, istek,
resule-kum : resul, siz, size hakikati gösteren,
Kema suile mûsâ : gibi, sual, sorgu, aramak, sorgulamak, istek, Musa
min kablu : daha önceden, daha önce
ve men yetebeddeli : kim, değiştirir
el kufra : hakikatler örtmek, kabul etmemek
bi el iman : iman, inanmak, eminlik yoluna giren,
Fe kad dalle : artık, oldu, sapmak, hakikatlerden cehalete çıkmak
Sevae el sebîli : eşit, bir, düzgün, doğru, yol

 

108- Yoksa, daha öncekilerin Musa’yı sorguladıkları gibi siz de Resul’ü sorgulamak mı istiyorsunuz? Kim Hakk’a olan inancını küfre değiştirirse, artık o birliğin yolundan kendi cehaletine sapmış olur.

 

-109-

وَدَّ كَثِيرٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُم مِّن بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّاراً حَسَدًا مِّنْ عِندِ أَنفُسِهِم مِّن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُواْ وَاصْفَحُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Vedde kesîrun min ehlil kitâbi lev yeruddûnekum min ba’di îmânikum kuffârâ haseden min indi enfusihim min badi mâ tebeyyene lehumul hakk fafû vasfehû hattâ ye’tiyallâhu bi emrih innallâhe alâ kulli şeyin kadîr

Ved kesir : istedi, sevdi, çoğu,
min ehli el kitâb : kendi anlayışlarında kalan, aktarılan söylentilerde
lev yeruddûne-kum : keşke, şayet, dönmek, siz
min badi imanı kum : sonra, iman, inanma, siz
kuffâran : hakikatleri örten, kabul etmeyen,
Haseden : haset, kıskanma, çekememezlik,
Min indi enfusi-him : yanında, ona ait, nefsler, kendileri
Min badi ma tebeyyene : daha sonra, şey, ne, değil, beyan oldu, açıklandı
Lehum el hakku : onlara, hakikatler, gerçekler
fe afû ve asfehu : o zaman affedin ve hoşgörme, anlayış
hatta yetiye : hatta, gelmek, anlamak, anlayıncaya kadar,
Allah bi emr hi : Allah, işleyiş, hüküm, o işleyiş
enne Allâh : muhakkak ki Allah
alâ kulli şeyin kadir : bütün her şey, kudret

 

109- Aktarılan söylentilerde kalanlardan çoğu, siz iman ettikten sonra sizin dönmenizi, hakikatleri kabul etmemenizi isterler. Onların halleri bir hasetlik hâlidir. Bundan sonra onlar, açıklanan hakikatler üzere olurlarsa, artık onlara karşı bir affetme içinde ve anlayış içinde olun. Hatta Allah’ın tüm varlıktaki o işleyişini anlayıncaya kadar onlara yardımcı olun. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-110-

وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Ve ekîmus salâte ve âtûz zekât ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâh innallâhe bi mâ tamelûne basîr

ve ekimu el salat : her an salat üzere olun, hakka bağlılık şuuru,
ve atu el zekâte : sizde olanı paylaşın, temizlenin
ve mâ tukaddimû : şey, ne, değil, takdim, vermek, teslim etmek, gelişim,
li enfusi-kum min hayır : kendinizde, nefsinizde, varlığınız, hayırlı olan, iyi,
tecidû-hu : bulursunuz, ulaşırsınız, o,
inde Allah : katında, ona ait, Allah
İnne allâhe : muhakkak, Allah
bi mâ tamelun : amellerinizden, yaptığınız şeylerden,
basirun : gösterendir, fark, anlayış, basiret

 

110- Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın. Kendinizde olan tüm sıfatları iyi bir şekilde sahibine teslim ettiğinizde, Allah’a ait olan hakikatlere ulaşırsınız. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.

 

-111-

وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve kâlû len yedhulel cennete illâ men kâne hûden ev nasâr tilke emâniyyuhum kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn

ve kâlû len yedhule : dediler, değil, asla, dahil olmak, girmek,
el cennete : cennet, huzur
İllâ men kane : ancak, kim, oldu,
Huden : yalnız bir yol gösteririz diyen, yol gösterilen,
ev nasârâ : veya, ya da, yardımcı olan, yardım eden,
Tilke emâniyyu-hum : bu, onların emaniyyesi, zan, kuruntu, inançları
Kul hatu : anlat, söyle, getir, bildir, göster,
burhâne-kum : delil, kanıt, siz
in kuntum sadikin : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen,

 

111- Ancak yol gösteren ve yardımcı olan kimselerden başkası asla cennete dâhil olamaz dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru söylediklerini iddia ediyorlarsa delillerini göstersinler.

 

-112-

بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Belâ men esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun fe lehû ecruhu inde rabbihî ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

Belâ men esleme : hayır, bilakis, evet, kim, teslim etti, oldu,
veche-hu li Allah : vechini, yüzünü, Allah’a
Ve huve muhsinun : o, muhsin, iyiliklerde olan
Fe lehu ecru-hu : artık, onun, karşılığı,
inde rabbi-hi : katında, ona ait, Rabbi, vücudlandıran,
Ve la havfun aleyhim : yok, korku, onlara
ve lâ hum yahzenûne : yok, onlar, mahzun olmak

 

112- Bilakis kim yüzünü Allah’a döner, tüm varlığı ile teslim olursa ve o iyiliklerde olursa, artık onun karşılığı kendini vücudlandırana ait olan hakikatlerdir ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.

 

-113-

وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَىَ شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

Ve kâletil yahûdu leysetin nasârâ alâ şey ve kâletin nasârâ leysetil yahûdu alâ şeyin ve hum yetlûnel kitâb kezâlike kâlellezine lâ yalemûne misle kavlihim, fallâhu yahkumu beynehum yevmel kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn

ve kâleti el ya hude : dedi, yol gösteririz diyen
Leyseti en nasârâ ala şey : değil, yok, yardımcı olan, üzerine, için, bir şey,
ve kâleti el nasara : dedi, yardımcı olan, yardım eden,
Leyseti el ya hude ala şey : değil, yol gösteririz diyen, üzerine, bir şey,
ve hum yetlune : onlar, o halde olanlar, okudular, bildirilen, açıklanan
el kitab : kitap, hakikatlerin sözleri,
kezâlike : bunun gibi, böylece, bu böyledir, gerçek budur,
Kâle ellezine la yalemu : dedi, söyledi, o kimseler, yok, bilmek, ilmin sahibi,
Misli kavli-him : benzer, aynı, sözleri, söylemleri, onlar
Fe allah yahkumu : oysa, Allah, hükmün sahibi, hakim olan, hakikatin sahibi
beyne-hum : arası, onlar, onların aralarında, herşeyde
yevme el kıyâmeti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü,
fî mâ kanu fihi yahtelifun : içinde, olmaz, onun içinde, ihtilaf, ikilik, ayrılık,

 

113- Yalnız biz yol gösteririz diyenler, yalnız biz yardımcı oluruz diyenler hakkında: Onlar bir şey üzere değillerdir, dediler. Yalnız biz yardımcı oluruz diyenler de, yalnız biz yol gösteririz diyenler hakkında: Onlar bir şey üzere değillerdir, dediler. O halde olanların hepsi, bildirilen hakikatlerin sözlerini kendi zanlarına göre anlayıp, bu böyledir dediler. Bilgisi olmayan kimseler de onların söylediği benzer şeyleri söylediler. Oysa onların aralarında konuştukları konulardaki hakikatin sahibi Allah’tır. O hâlde olanlar ölünceye kadar ikilikten başka bir şeyin içinde olmazlar.

 

-114-

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Ve men azlemu mimmen menea mesâcidallâhi en yuzkere fîhesmuhu ve seâ fî harâbihâ ulâike mâ kâne lehum en yedhulûhâ illâ hâifîn lehum fîd dunyâ hızyun ve lehum fîl âhireti azâbun azîm

ve men azlemu : kim, zalim olan,
minmen menea : ondan, kimseyi, men eden, engel olan
Mesâcide Allah : arama, anlama yeri, kutsal olana teslim olmak, Allah,
en yuzkere : zikir, anılması, söz etmek,
Fiha ismu-hu : orada, onun ismi, mana, tecellileri, işaretleri,
ve sea : aradı, iktidar, gayret, çalışma,
fi harâbi-hâ : içinde, bozulma, yıkılma, perişan, yozlaşma, harab, o
Ulaike mâ kâne lehum : işte onlar, olmadı, onlar
en yedhulû-hâ : dahil olmak, girmeleri, o
İllâ haifin lehum : ancak, başka, korkak, hakkı anlamaktan korkan, onlar
Fi el dunya hızyun : hayat, yaşam, dünya, rezillik, hor, kaybetme
ve lehum : onlar
fî el ahreti : sonunda, sonucunda,
azabun elim : azap, sıkıntı, acı

 

114- Allah’a bir teslimiyet içinde olanı, O’nun isminden söz eden kimseyi engelleyen ve onun yozlaşmasına gayret eden kimseden daha zalim kim vardır. İşte, ancak bir korku içinde olanlar o hakikatlere dahil olamazlar, yaşamlarında bir kaybetmişlik vardır ve onlar sonunda acı sıkıntılardadırlar.

 

-115-

وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh innallâhe vâsiun alîm

ve li allâhi el meşriku : Allah’ın, doğu,
ve el magribu : garb, batı
Fe eynema tuvellu : artık, nereye, dönerseniz
Fe summe vechu allâh : artık, orada, yüz, yön, hakikatler, Allah
İnne Allah vasiun : muhakkak ki, Allah, kuşatan, saran,
alim : ilmiyle, ilmin sahibi,

 

115- Doğu da ve batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır. Muhakkak ki bütün her şeyi ilmiyle kuşatan Allah’tır.

 

-116-

وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ

Ve kâlûttehazellâhu veleden subhânehu bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard kullun lehu kânitûn

ve kâlû ittehaz : dediler, edindi, sarıldı,
Allah veled : Allah, çocuk, evlat,
subhâne-hu : o noksan sıfatlardan münezzehtir, her şey onda, yüzme
Bel : bilakis,
lehu mafi el semavat : onun, ne varsa, semalardaki, göklerdeki olanlar
ve el ardı : arz, yeryüzü, yer
Kullun lehu kanitun : hepsi, ona, bağlı, birliktelik, teslim, onunla,

 

116- Allah çocuk edindi dediler. O noksan sıfatlardan münezzehtir. Bilakis göklerde ve yerde ne varsa O’nun dur, bütün hepsi O’na bağlıdır.

 

-117-

بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ

Bedîus semâvâti vel ard ve izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn

bediu : eşsiz, estetik, örneksiz, çok güzel, ilk olan,
el semâvât ve el ard : gök, ulvi alem ve yeryüzü, toprak,
Ve iza kada emren : olduğunda, takdir, oldu, emir, iş, hüküm,
Fe innema yekulu : o zaman, böylece, ancak, sadece, söyler,
Lehu kun fe yekun : ona, ol, böylece, olur

 

117- Gökleri ve yeri estetik bir halde vareden O’dur ve işleyiş O’nun takdirindedir, ona sadece ol der, böylece olur.

 

-118-

وَقَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ لَوْلاَ يُكَلِّمُنَا اللّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Ve kâlellezîne lâ yalemûne lev lâ yukellimunâllâhu ev tetînâ âyet kezâlike kâlellezîne min kablihim misle kavlihim teşâbehet kulûbuhum kad beyyennal âyâti li kavmin yûkınûn

ve kâle ellezine la yalemun : dedi, o kimseler, bilgiden yoksun, bilgisiz,
Lev la yukellimu-nâ Allah : olsa, olsaydı, konuşmak, kelime, biz, Allah
Ev teti na ayetun : yada, gelir, verir, biz, ayet, delil,
Kezâlike kale ellezine : işte böyle, bunun gibi, dedi, o kimseler
min kabli-him : onlardan önce
Misle kavli him : gibi, benzer, aynı, misal, sözler, onlar
Teşâbehet : benzedi, benzer,
kulub hum : kalpleri, anlayışları, onlar
Kad beyan el ayeti : beyan, açıkladık, apaçık bir şekilde ortada, ayet, işaret
li kavmin yukınun : için, kavim, kimseler, yakın, olan, kesin gören bilen

 

118- Hakikatlerin bilgisinden yoksun olanlar: Allah bizimle konuşsa ya da bize işaretler gösterse olmaz mıydı, dediler. İşte onlardan önceki kimseler de bunun benzeri sözler söylediler. Onların kalbleri birbirlerine benzer. Yakınlığı anlayan kimseler için işaretlerimiz apaçık ortadadır.

 

-119-

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلاَ تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ

İnnâ erselnâke bil hakkı beşîren ve nezîren ve lâ tuselu an ashâbil cahîm

İnnâ ersel na ke : muhakkak, irsal, açığa çıkmak, göndermek, biz, sen
bi el hakkı : hak ile, hakikatler, gerçekler,
Beşiren : sevindirici, umut verici,
ve neziren : hakikatleri açıklayıp uyarıcı
ve lâ tuselu : yok, sorulmaz, sorumluluk,
an ashâbi el cahîmi : sahip, halk, sıfatları kendine nisbet eden, cehalet, azmışlık

 

119- Muhakkak ki sen; gerçekleri anlatmak, sevindirip umut vermek, açıklayıp uyarmak, Bizi anlatmak için açığa çıktın. Sıfatları kendine nisbet edip bir azmışlık içinde olanlardan senin bir sorumluluğun yoktur.

 

-120-

وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinittebate ehvâehum badellezî câeke minel ilmi mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr

ve len terdâ anke : değil, asla, razı olmak, hoşlanmak, senden
El yahadu : biz yol gösteririz diyen, bize yol gösterildi diyen,
ve lâ en nasârâ : yok, yardımcı olan
Hattâ tettebia : hatta, tabi olmak, uymak, izlemek,
millet hum : örf, gelenek, adet, inanç, onlar
Kul inne hudâ allâh : anlat, muhakkak, yol gösteren, hidayet veren, Allah
Huve el huda : o, hidayet, kılavuz, rehber, sahip, efendi, yol gösteren
ve le in ittebate : elbette, eğer, şayet, tabi olmak, uymak, sen
ehvâe-hum : heva, çıkar, kendi çıkarlar, boş şeyler, asılsız, onlar
bade ellezi cea ke : sonra, ki o, geldi, sen
min el ilmi : bir ilim
mâ leke min Allah : değil, şey, ne, senin, Allah
min veliyyin : bir dost, veled, yakın olan,
ve la nasır : yok, yardımcı, destek, arka çıkan,

 

120- Yalnız biz yol gösteririz ve yalnız biz yardımcı oluruz diyenlerin, atalarından gelen inançlarına, adetlerine uymazsan, senden hoşlanmazlar. De ki: Muhakkak ki yol gösteren Allah’tır, tüm varlıktan her an yol gösteren O’dur. Eğer sen bir ilim geldikten sonra, onların hevalarına uyarsan, Allah’tan başka sana bir dost ve bir yardımcı da yoktur.

 

-121-

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلاَوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمن يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetihî ulâike yuminûne bihî ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn

Ellezine ateyna hum : o kimseler, verdik, sunduk, onlar, kendileri
el kitâbe : kitap, varlık kitabı,
yetlûne-hu : anlayarak okuma, okuyup takip edip ulaşmak,
hak : hak, gerçek, hakikat, doğru olan,
tilavet hi : okuyup temizlenme, ilave etmeden okuma,
Ulaike yuminun bi-hi : işte onlar, iman eden, inanan, ona
ve men yekfur bihi : kim, hakikatleri örtmek, kabul etmemek, ona,
fe ulâike hum el hâsirûn : işte onlar, kaybeden, başarısız olan, hüsran,

 

121- Kendilerine sunduğumuz varlık kitabını okuyup, anlayıp hakikatine ulaşan o kimseler, okudukça cehaletten temizlenirler. İşte onlar ondaki hakikatlere inanırlar. Artık varlık kitabındaki hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler ise, işte onlar kaybedenlerdir.

 

-122-

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve ennî faddaltukum alel âlemîn

Yâ beni israil : ey, hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, Yakuboğulları
Uzkurû nimetiye : zikredin, hatırlayın, anın, anlayın, nimet, sıfat,
Enamtu aleykum : varlığı, halk, nimetler, sıfatlarımı, nitelik, üzerinizdeki
Ve enni faddaltu-kum : muhakkak ki ben, fazilet, erdemlik, lütuf, rızk, siz,
alâ el âlemîne : kimseleri, alemleri, topluluklar, tüm varlığı,

 

122- Ey Hakk yolunda gidenler! Varlığınızı oluşturan üzerinizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığı ve sizi lütuflarımla sardığımı anlayın.

 

-123-

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şeyen ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn

ve ittekû yevmen : fenalardan sakının, gün, vakit, heran,
La teczi : yok, ceza, kısım, bölüm, karşılık,
nefsun an nefsin : bir kimse bir kimsenin,
şeyen : bir şey, hakikatlerden
ve lâ yukbelu : yok, kabul, makbul,
minha adlun : ondan, adil, doğruluk, eşit, bedel
ve lâ tenfeu-hâ : yok, fayda, yarar, ona,
şefaatun : şefaat, birliğe ulaştıran, tek olana ulaştıran
ve lâ hum yunsarûne : yok, onlar, yardım

 

123- Ve her an fenalardan sakının, ortak koşmayın. Bir kimse, bir kimsenin hakikatlerden bir karşılık bulmasına engel olursa, artık onların halleri adil olmaya uygun değildir. O hallerde olanlar, şefaatten bir fayda da bulamaz ve onlara yardımcı da yoktur.

 

-124-

وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ

Ve izibtelâ ibrâhîme rabbuhu bi kelimâtin fe etemmehun kâle innî câiluke lin nâsi imâmâ kâle ve min zurriyyetî kâle lâ yenâlu ahdiz zâlimîn

ve iz ibtelâ İbrahim : olduğunda, sıkıntı, boğulma, imtihan, gayret, İbrahim
Rabbu hu bi kelimatin : rabbi, o, kelimeler ile, tecellileri,
Fe etemme-hunne : böyece, sonra, tamamladı, anladı, onları
Kale inni cailu-ke : dedi, bildirdi, ben, yapmak, kılmak, sunmak, sen
li en nâsi : insanlar için, insanlara,
imamen : imam, öğretmen, önder, rehber,
Kale ve min zurriyyetî : dedi ve benim zürriyetimden, soyumdan, neslim
Kâle la yanelu : dedi, yok, ulaşamaz, anlayamaz, nail olamaz
Ahdi : söz, sözler, hakikatler, devir, zaman,
el zâlimîne : zalimlik, kötülük yapan, zalimler,

 

124- İbrahim, Rabbinin tecellilerini anlamak için gayret göstermişti. Sonra da onları anlamayı tamamladı. Sen insanlara hakikatlerimi anlatmak için öğretmenlik yap, diye bildirildi.  Benim neslimden gelenler de öyle olsunlar, dedi. Zalimler hakikatlere ulaşamazlar, diye bildirildi.

 

-125-

وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd

ve iz cealna : olduğunda, yaptık, kıldık, düzenledik, biz,
el beyt : ev, mesken, gönülleri, gönül evi, oda, hane,
Mesabeten : merci, kaynağına dönmek, aslı, derece, menzil, sevap yeri,
li en nâsi : insanlar için, insanların
ve emnen : emin, güvenli, emniyetli, hakikatlerden emin olmak,
ve ittehizû min makam : edinin, sarılmak, bir makam, yer, durulan yer,
ibrahime : İbrahim
musallen : arınıp teslim olma, yüce olana yönelen, istemek, dua
ve ahidna : ahd, söz, tecellilerimiz, bize söz verdi,
İla İbrahim ve ismaîle : İbrahim ve İsmail
en tahhirâ beytiye : temizlemek, arınmak, evi, gönüllerini,
li et tâifîne : dolaşan, arayan, tavaf edenler için, hakikati arayan,
ve el âkifîne : oturan, ayrılmayan, sebat eden, teveccüh, yönelme,
ve el rukkai : rüku, nitelik, sıfat,
el sucudu : secde, teslim olmak, varlığından geçmek,

 

125- İnsanların geldiği kaynağı anlamaları ve hakikatlerden emin olmaları için, gönüllerini düzenledik. Arınıp yüce olana yönelen İbrahim makamlar edindi. İbrahim ve İsmail; gönüllerini cehaletten temizlemek isteyenlere, hakikatleri arayanlara, hakikatten ayrılmayanlara, nitelikleri anlayıp tüm varlığıyla teslim olmak isteyenlere, yardım edeceklerine dair Bize söz verdiler.

 

-126-

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هََذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُم بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ قَالَ وَمَن كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

Ve iz kâle ibrâhîmu rabbical hâzâ beleden âminen verzuk ehlehu mines semerâti men âmene minhum billâhi vel yevmil âhir kâle ve men kefere fe umettiuhu kalîlen summe adtarruhu ilâ azâbin nâr ve bisel masîr

ve iz kâle İbrahim  : demişti, İbrahim
Rabbi ical : Rabbim, yap, kıl, sun,
haza beleden âminen : bu, yer, göğüs, sadr, emin, emniyetli, gönlü emin
ve urzuk ehle hu : rızıklandır, fayda, yarar, ehli, halk, bilgili,
min el semerâti : semere, istenilen sonuç, verimli, fayda, meyveler
Men amene minhum bi allah : kim, kimse, iman, inandı, onlardan, Allah’a
ve el yevmi el âhiri : sonraki vakit, son zaman, sonları,
Kale ve men kefere : dedi ve kim, hakikatleri örttü, görmemezlikten geldi
Fe umettiu-hu : böylece, metalandırırız, fayda, yarar, dünyalık, o,
kalilen : az bir şey, azda olsa,
Summe adtarru-hu : sonra, zorunlu, mecbur, maruz bırakmak, onu
ilâ azâbi en nâri : azap, sıkıntı, ateşin azabına
ve bise el masir : ne kötü, yer, barış yeri, o halde olmak

 

126- İbrahim demişti ki: Rabbim! Gönüllerimizi hakikatler yönünden emin kıl ve o hakikatlerin bilgilerinden bizleri faydalandır. Allah’a ve sonlarına inanan kimselerden eyle. Kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, artık o az bir şey için de olsa dünya çıkarında olur, sonra da o ateşin sıkıntılarına maruz kalır ve kötü bir hâlde olur, diye bildirildi.

 

-127-

وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Ve iz yerfeu ibrâhîmul kavâide minel beyti ve ismâîl rabbenâ tekabbel minnâ inneke entes semîul alîm

ve iz yerfeu ibrahim : olduğu zaman, yükseltme, yücelik, refah, huzur, İbrahim
El kavaid : kaide, usül, kural, esas, hakikatler, temel,
min el beyti : evini, gönlünü,
ve ismailu rabbe na : İsmail, rabbimiz
Tekabbel minnâ : kabul et, yönelmek, onaylamak, bizden, gayretlerimiz
inne-ke ente el semiu : muhakkak, sen, sensin, işitmek,
El alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

127- İbrahim, gönlünü hakikatlerin esaslarına göre yüceltti ve İsmail: Rabbimiz! Senin yolunda gayretlerimizi kabul et, muhakkak ki sen işittirensin, ilmiyle varedensin, dedi.

 

-128-

رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Rabbenâ vecalnâ muslimeyni leke ve min zurriyyetinâ ummeten muslimeten leke ve erinâ menâsikenâ ve tub aleynâ inneke entet tevvâbur rahîm

rabbe-nâ : Rabbimiz
ve ical na : kılmak, yapmak, eylemek, biz,
muslimeyni leke : anlayıp teslim olan, barış huzur üzere olan, sana
ve min zurriyyeti-nâ : soyumuzdan, neslimiz, biz,
Ummeten : ümmet, topluluk, kimse, aynı anadan olan,
muslimet leke : teslim olan, barış huzur, sana
ve eri-nâ : göster, bildir, biz,
menasike na : usûl, yol, tarz, kural, ahkam
ve tub aleynâ : tövbemizi kabul buyur
inne-ke ente el tevvab : muhakkak, sen, sensin, tövbeleri kabul eden, dönmek
El rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden

 

128- Rabbimiz! Seni anlayıp teslim olanlardan, barış ve huzur üzere olanlardan eyle bizi ve bizim neslimizden gelenleri de seni anlayıp teslim olanlardan, barış ve huzur üzere olanlardan eyle ve bize hakikatleri anlamadaki usûlleri bildir ve yaptığımız hatalardan pişman olup döndüğümüzde bizi bağışla. Muhakkak ki sen, yaptığı hataları anlayıp dönenlerin tövbelerini kabul edensin, varlığı özünden varedensin.

 

-129-

رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ

Rabbenâ vebas fîhim resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtike ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete ve yuzekkîhim inneke entel azîzul hakîm

rabbe-nâ : Rabbimiz
ve ibas fihim : dirilik, kaldırma, gönderme, açığa çıkma, onların içinden
Resulen : hakikatleri bildiren, resul,
min-hum : onlardan, kendilerinden
yetlû aleyhim : okur, açıklar, onlara,
ayeti ke : işaret, delil, ayet, sen
ve yuallimu-hum : öğretir, öğreten, açıklasın, öğretsin, onlar,
El kitab : kitap, her varlık bir kitap,
ve el hikmete : kitap hikmeti, hakikatleri bilmedeki şuur
ve yuzekkî-him : hakikatlerle temizlenmek, cehaletten arındırmak
inne-ke ente el aziz : muhakkak, sen, sensin, varlıktaki niteliklerin yüce sahibi
El hakim : tüm varlığa hakim olan

 

129- Rabbimiz! Onların içinden hakikatleri gösteren, diri olanın sen olduğunu anlatanlar açığa çıksın. Onların üzerlerinde olan senin işaretlerini onlara açıklasın ve onlara her varlığın bir kitap olduğunu ve her varlıkta ince hikmetler olduğunu ve cehaletten arınmayı öğretsin. Muhakkak ki sen, varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.

 

-130-

وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ

Ve men yergabu an milleti ibrâhîme illâ men sefihe nefseh ve lekadistafeynâhufîd dunyâ ve innehu fîlâhireti le mines sâlihîn

ve men yergabu : kim, uzaklaşır, yüz çevirir, istemez, aramaz,
an milleti : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan,
ibrâhîme : İbrahim, cumhurun babası, öze uygun yaşayan,
İllâ men sefih : kimseler, akılsız, idraksiz, düşünmeyen, zevk sefaya düşün
nefse hu : kendini, nefsini
ve lekad istafeynâ-hu : doğrusu, seçiçilik, fark edicilik, şuur verdik, biz, onu
fî ed dunyâ : yaşamında, hayatında, dünyada
ve inne-hu : muhakkak ki o, doğrusu o
fî el âhireti : sonunda, ahirette
le min es sâlihîne : elbette, Salihlerden, iyilerden, hayırlı çalışmalarda

 

130- Kim İbrâhim’in düzenlediği ilkelerden yüz çevirir, onun Hakk’ı aradığı gibi aramazsa, o kendini anlayamayan, düşünmeyen kimselerden olur. Doğrusu ona, yaşamı boyunca hakk ile batılı fark edeceği şuuru verdik ve doğrusu o şuurlu hareket ederse, sonunda elbette Sâlih kimselerden olur.

 

-131-

إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ

İz kâle lehû rabbuhû eslim kâle eslemtu li rabbil âlemîn

iz kâle lehu rabb hu : dediğinde, bildirildi, rabbi, o,
eslim : teslim ol, barış, huzur üzere ol,
Kale eslemtu : dedi, tüm varlığımla teslim oldum, barış huzur
li rabbi el âlemîne : âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücudlandıran

 

131- Rabbi ona: Tüm varlığınla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan ol, diye bildirdi. Dedi ki: Âlemlerin Rabbine tüm varlığımla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan oldum.

 

-132-

وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ

Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve yakûb yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn

ve vassâ biha İbrahim : vasiyet, öğüt, o hakikatler, onunla, İbrahim
Beni hi : evlatlarına, çocuk, o
ve yakubu ye beniyye : Yakub, ey evlatlarım, çocuk,
inne Allâh ıstafa : muhakkak, Allah, seçmek, seçicilik, fark etme, süzme,
Lekum el din : sizin, din, varlığın yaratılış yasaları,
Fe lâ temûtunne : artık, yok, ölmeden
İlla ve entum müslimin : ancak, ve siz, teslim olan, barış huzur üzere olan

 

132- İbrahim evlatlarına hakikatleri anlamalarını vasiyet etti. Yakub da: Ey evlatlarım! Muhakkak ki Allah size, varlığın yaratılış yasalarını anlamanız için fark etme yeteneği verdi. Artık siz ölmeden önce, varlığınızın sahibini bilip teslim olun, barış ve huzur üzere olanlardan olun, dedi.

 

-133-

أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِن بَعْدِي قَالُواْ نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Em kuntum şuhedâe iz hadara yakûbel mevtu iz kâle li benîhi mâ tabudûne min badî kâlû nabudu ilâheke ve ilâhe âbâike ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ilâhen vâhidâ ve nahnu lehu muslimûn

Em kuntum şuhedae : yoksa, veya, yada, öyleki, siz oldunuz, bilip gören, şahit
iz hadara : katıldığında, hazır, bulunduğunda, geldiğinde
Yakube el mevt : Yakub, ölüm, nutfe, öz,
İz kale li benî-hi : demişti, evlatlarına, çocuk,
ma tabudune min badi : ne, şey, değil, kulluk, sonra
Kâlû nabudu ilahe ke : dediler, kul olmak, ilah, sen
Ve ilahe abai-ke : ilah, senin ataların
İbrâhime ve İsmail : İbrahim ve İsmail
Ve ishak ilâhen vahiden : İshak, ilah, tek, bir
ve nahnu lehu muslimin : biz, ona, tüm varlığıyla teslim olan, barış huzur üzere olan,

 

133- Öyle ki sizler bilip görenlerden olun, dedi. Yakub’a ölüm geldiği zaman, o evlatlarına dedi ki: Benden sonra neye kul olacaksınız? Dediler ki: Senin inandığın, senin ataların İbrâhîm ve İsmâil’in inandığı ve İshâk’ın inandığı tek güce kul olacağız. Bizler de onlar gibi tüm varlığımızla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardan olacağız.

 

-134-

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Tilke ummetun kad halet lehâ mâ kesebet ve lekum mâ kesebtum ve lâ tuselûne ammâ kânû yamelûn

Tilke ummetun : o, bu, işte, ümmet, topluluk,
Kad halet : oldu, gelip geçti
lehâ mâ kesebet : onun, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği
ve lekum ma kesebtum : sizin, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği
ve la tuselune : yok, sormak, sual, sorumlu,
amma kanu yamelun : şeylerden, oldu, yaptıkları, amel

 

134- İşte o ümmetler gelip geçti. Onların edindiği şeyler ve sizin edindiğiniz şeyler vardır ve onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.

 

-135-

وَقَالُواْ كُونُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُواْ قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Ve kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû kul bel millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn

ve kâlû kunu huden : dediler, olun, yalnız bir yol gösteririz diyenler
ev nasârâ : veya, ya da, yardımcı olan,
tehtedu : yol gösterme, doğru yolu bulma
Kul bel : de, hayır, sadece, bilakis, millet, İbrahim
milleti : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan,
ibrâhîme : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere olan
hanifen : tevhid üzere, tek Allah’a inanan
ve mâ kâne : olmadı, değildi,
min el muşrikîne : ortak koşan, kendine varlık isnat eden, sıfatları sahiplenen

 

135- Yalnız biz yol gösteririz ya da yalnız biz yardımcı oluruz diyenler, bize uyun doğru yolu bulun dediler. De ki: Hayır, sadece İbrahim’in düzenlediği ilkeler üzere, Tevhid üzere oluruz. O Allah’a ait olan sıfatları kendine nisbet edenlerden olmadı.

 

-136-

قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn

Kûlû amenna bi Allah : deyin, inandık, iman ettik, Allah’ın bizde olduğuna,
ve mâ unzile ileyna : şey, ne, değil, indirilen, sunulan, verilen, bize
ve mâ unzile ila İbrahim : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, ulaştığı, İbrahim
ve İsmâîl ve ishak : ve İsmail ve ishak
ve yakûbe : Yakub
ve el esbâtı : torunları
ve mâ ûtiye musa : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, ulaştığı,
Musa ve isâ : Musa ve İsa
ve mâ utiye el nebiyyun : şey, ne, verilen, sunulan, bildirilen, nebiler, haber veren
min rabbi-him : Rabbinden, onlar, onları vücudlandıran,
lâ nuferriku  : yok, fark, ayırım yapmayız
Beyne ehadin minhum : arası, biri, birisi, onlardan
ve nahnu lehu müslimin : biz, ona, teslim olan, barış huzur üzere olan,

 

136- Deyin ki: Allah’a iman ettik. Bize verilen şeylere ve İbrahim’e sunulanlara, İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve torunlarına ve Musa’ya bildirilenlere ve İsa’ya ve Nebilere Rabbinden bildirilen şeylere inandık. Onların birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz onlar gibi tüm varlığımızla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardanız.

 

-137-

فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Fe in âmenû bi misli mâ âmentum bihî fe kadihtedev ve in tevellev fe innemâ hum fî şikâk fe se yekfîke hum allâh ve huves semîul alîm

Fe in amenu : artık, bundan sonra, eğer, iman etmek, inanmak
Bi misli mâ âmentum bihi : aynı, benzer, gibi, şey, ne, iman etmek, inanmak, ona
Fe kad ihtedev : artık, oldu, yol bulmak, yönlendirmek, kılavuz
ve in tevellev : eğer, yüz çevirirlerse, kendi cehaletlerine dönerlerse
Fe innema hum fi şikak : artık, sadece, ancak, onlar, içinde, ikilik, ayrılık
Fe se yekfi ke hum Allah : artık, kafidir, sen, onlar, Allah
ve huve el semiu : o, işitmek, ilmin sahibi,
el alim : ilmiyle vareden, ilmin sahibi,

 

137- Onlar nasıl inanmışsa, bundan sonra sizler de öyle inanın. Böylece yol bulanlardan olun. Bundan sonra kendi cehaletlerine dönen olursa, artık onlar sadece ikilik içinde olurlar. Böyle olanlara karşı Allah sana yeter ve O işittirendir, ilmin sahibidir.

 

-138-

صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ

Sıbgata allâh ve men ahsenu minallâhi sıbgaten ve nahnu lehu âbidûn

sıbgate Allâh : boya, nakış, kuvvet, şekil, renk, sistem, koku, Allah
ve men ahsenu : kim, en güzel şekilde, halde
Min Allah sıbgaten : Allah’ın, boya, nakış, sistem, şekil, koku,
ve nahnu lehu abıdun : biz, ona, kul olan

 

138- Allah’ın boyası. Kim en güzel bir şekilde Allah’ın boyası ile boyanırsa, biz onun kuluyuz, der.

 

-139-

قُلْ أَتُحَآجُّونَنَا فِي اللّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ

Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum ve lenâ âmâlunâ ve lekum amâlukum ve nahnu lehu muhlisûn

Kul e tuhâccûne-nâ : söyle, anlat, mücadele mi, gayret, biz
Fi allâhi : hakkında, için, Allah
ve huve rabbu na : o, rabbimiz
ve rabbu-kum : sizin Rabbiniz
ve lenâ amelu na : bizim, amellerimiz, yaptıklarımız
Ve lekum amâlu-kum : sizin amelleriniz, yaptıklarınız
ve nahnu lehu muhlisun : biz, ona, içten, tüm içtenliğiyle bağlı olan

 

139- De ki: Allah hakkında bizimle mücadeleye mi giriyorsunuz? O bizi de vücudlandırandır ve sizi de vücudlandırandır. Bizim yaptıklarımız bize ve sizin yaptıklarınız size. Biz O’na tüm içtenliğimizle bağlıyız.

 

-140-

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطَ كَانُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَتَمَ شَهَادَةً عِندَهُ مِنَ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâta kânû hûden ev nasârâ kul e entum alemu emillâh ve men azlemu mimmen keteme şehâdeten indehu minallâh ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

Em tekulune : yoksa, veya, öyle mi oldu, demek, söylemek,
inne İbrahim : muhakkak, doğrusu, İbrahim
ve ismaile ve ishak : İsmail ve İshak
ve yakûbe ve esbâta : Yakub ve torunları
Kânû huden : oldular, yol gösteren, yalnız biz yol gösteririz diyen
ev nasârâ : veya yardımcı olan, yalnız biz yardımcı oluruz diyen
Kul e entum alemu : de, söyle, sizin, bir bilginiz, ilim,
Emi allâh : yada, yoksa Allah
ve men azlemu : kim, daha zalim
mimmen keteme : kimseden, saklamak, gizlemek, susmak,
şehadet : bilip gören, tanık
İnde hu min allâhi : yanında, katında, ona ait, Allah’tan
ve mâ Allâh : değil, şey, ne, Allah,
bi gafil : bir gaflet içinde olan, gafil, uzak olan, ayrı
Amma tamelun : şeyler, nesne, yaptığınız şeyler,

 

140- İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, yalnız biz yol gösteririz ya da yalnız biz yardım ederiz diyenlerden mi oldu diyorlar? De ki: İlmin sahibi siz misiniz, yoksa Allah mı? Allah’a ait olan hakikatleri bilip gördükten sonra saklayan kimseden ve Allah’ı unutup yaptığı şeylerde bir gaflet içinde olandan, daha zalim olan kimdir?

 

-141-

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Tilke ummetun kad halet lehâ mâ kesebet ve lekum mâ kesebtum ve lâ tuselûne ammâ kânû yamelûn

Tilke ummetun : o, bu, işte, ümmet, topluluk,
Kad halet : oldu, gelip geçti
lehâ mâ kesebet : onun, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği
ve lekum ma kesebtum : sizin, şey, ne, değil, kazandığı, endindiği
ve la tuselune : yok, sormak, sual, sorumlu,
amma kanu yamelun : şeylerden, oldu, yaptıkları, amel

 

141- İşte o ümmetler gelip geçti. Onların edindiği şeyler ve sizin edindiğiniz şeyler vardır ve onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.

 

-142-

سَيَقُولُ السُّفَهَاء مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُواْ عَلَيْهَا قُل لِّلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Se yekûlus sufehâu minen nâsi mâ vellâhum an kıbletihimulletî kânû aleyhâ kul lillâhil meşrıku vel magrıb yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustakîm

Se yekulu el sufehau : yakında, elbette, derler, söylerler, akılsız, düşüncesiz
min en nâsi : insanlardan
mâ ve lâ-hum : değil, şey, ne ve yok, onlar,
an kıbleti-him : yönelinen, kabul edilen, kıble, onlar
Elletî kanu aleyha : ki o, oldu, onun üzerinde, ondan, her şeyde,
Kul li Allâh el meşrıku : anlat, Allah’ın, doğu
ve el magrıbu : batı, her yer,
Yehdî : yol bulur, rehber, yol gösterir, hidayet eder,
men yeşau : kim, isterse, isteyen kimse,
ilâ sırâtın mustakîmin : dosdoğru hakkın yoluna,

 

142- İnsanlardan idraksiz olanlar derler ki: Onların kıblesi yoktur. De ki: Doğu da ve batı da Allah’ındır. Ki O her şeyde olandır. Dosdoğru Hakk’ın yolunda olmak isteyen kimseye hidayet edendir.

 

-143-

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

Ve kezâlike cealnâkum ummeten vasatan li tekûnû şuhedâe alen nâsi ve yekûner resûlu aleykum şehîdâ ve mâ cealnâl kıbletelletî kunte aleyhâ illâ li naleme men yettebiur resûle mimmen yenkalibu alâ akibeyhi ve in kânet le kebîreten illâ alellezîne hedallâh ve mâ kânallâhu li yudîa îmânekum innallâhe bin nâsi le raûfun rahîm

ve kezalike cealna kum : böylece, işte böyle, yaptık, kıldık, sunduk, siz
ummeten : bir ümmet, bir topluluk
Vasatan : orta, merkez, iki şeyin arası, muhit, ortam, uzlaşmacı,
li tekune şuheda : olmak, olması, bilen gören, tanık
Ala el nasi : üzerinde, kendinde, insanlara
ve yekûne el resul : olsun, resul, hakikati gösteren,
Aleykum şehiden : üzerinizde, kendinizde, bilen gören, şahit,
ve ma ceal na : değil, şey, yapmadık, kılmak, biz,
el kıblete : kabul, yönelmek, kıble,
Elleti kunte aleyha : ki o, sen oldun, onun üzerinde, onda, kendi üzerinde olan
İlla li naleme : ancak, vardır, sadece, için, bilmeniz
Men yettebiu : kim, tâbi olur, uyar, takip eder
El resule : Hakikati gösteren, irsal eden, açığa çıkaran, yürüten
mimmen yenkalibu : kimse, ondan, geri dönmek,
Ala akibeyni : üzerine, geriye, arkasına, geçmişine, cehaletine
ve in kânet le kebireten : eğer olursa, olsa bile, elbette, büyük, zor, güç
İlla ala ellezine : ancak, vardır, üzerine, o kimseler,
heda Allah : yol gösteren, rehber, Allah
ve mâ kâne Allah : olmadı, değildir, olmaz, Allah
Li yudia iman kum : için, zayi, boşa çıkarma, iman, inanmak, siz
İnne Allah bi el nas : muhakkak, Allah, insanlara
Le rauf : elbette, şefkati veren,
rahim : varlığı özünden vareden

 

143- İşte siz var ettiğimiz bir topluluksunuz. İnsanlar; kendilerinde olan hakikatleri bilip görenlerden olsunlar, uzlaşmacı bir yol izlesinler. Resul’ün sizlere anlattığı şekilde kendi üzerinizdeki hakikatleri bilip görenlerden olun. Biz ancak kendi üzerlerinde olan hakikatleri bilip görmeleri için, kendilerine dönmekten başka bir kıble yapmadık. Kim Resul’ün sunduğu hakikatleri bırakır, kendi cehaletine dönen kimselerden olursa, elbette o büyük müşkillerde kalır. Bütün herkese yol gösteren ancak Allah’tır. Allah sizin imanlarınızdaki gayretlerinizi zayi etmez. Muhakkak ki Allah insanları özünden varedendir, elbette şefkati verendir.

 

-144-

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

Kad nerâ tekallube vechike fîs semâi fe le nuvelliyenneke kıbleten terdâhâ fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve haysu mâ kuntum fe vellû vucûhekum şatrah ve innellezîne ûtûl kitâbe le yalemûne ennehul hakku min rabbihim ve mâllâhu bi gâfilin ammâ yamelûn

Kad nera : oldu, olmuştu, görmek, bilmek, anlamak istemek
tekallube : çevirmek, dönüş, içi dışa çevirmek, irfaniyete dönüş
Vechi ke fi el semai : yüzünü, yönünü, semaya, ulvi alem, ulviyet
fe le nuvelliye : artık, öyleki, elbette, çevireceğiz, döndürme,
Enne ke kıbleten : seni, kıbleye, yönelme, kabul etme
Terda ha : hoşnut, memnun, razı, huzur, hoşnut olacağın
Fe velli vechi ke : artık, çevirmek, yüz, siz,
şatra : taraf, yön, cihet, her taraf,
el mescidi el harami : Mescid-i Haram, kutsal olana teslim olmak
ve haysu ma kuntum : nerede, ne, şey, siz, olsanızda, olursanız
Fe vellu vucûhe-kum : artık, çevirmek, yüzlerinizi
şatrah : yönüne, tarafına, her taraf,
ve inne ellezi : muhakkak, o kimseler,
utu el kitab : verildi, sunuldu, kitab, ilahi sözler, varlık kitabı,
le yalemûne : elbette biliyorlar, bilirler, bilen,
Enne hu el hakku : olduğu, o, bir hak, gerçek, hakikat,
min rabbi-him : Rabbi, onlar, her şey, kendileri,
ve mâ Allâh : değil, yok, şey, ne, Allah, Allah’ı unutmak
bi gâfilin : bir gaflet içinde olmak, bilmemezlik, boş, ayrı değil,
amma yamelun : yaptığınız şeyler, amelleriniz,

 

144- Sen yüzünü Ulvi Âleme döndürüp hakikatleri anlamayı istiyordun. Elbette sen huzur bulduğun kıblen olan Bize döndürüldün. Öyle ki sen yüzünü, her tarafta kutsal olana bir teslimiyet içinde çevirdin. Her nerede olursanız olun, artık yüzünüzü, her tarafta olan O’na döndürün. Muhakkak ki her varlığın bir kitap olarak sunulduğunu bilen o kimseler; elbette gerçek olanın, kendilerini vücudlandıranın O olduğunu bilirler. İşte onlar, yaptıkları şeylerde Allah’a karşı bir gaflet içinde değildirler.

 

-145-

وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَّا تَبِعُواْ قِبْلَتَكَ وَمَا أَنتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُم بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم مِّن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذَاً لَّمِنَ الظَّالِمِينَ

Ve le in eteytellezîne ûtûl kitâbe bi kulli âyetin mâ tebiû kıbletek ve mâ ente bi tâbîın kıbletehum ve mâ baduhum bi tâbîın kıblete badın ve le inittebate ehvâehum min ba’di mâ câeke minel ilmi inneke izen le minez zâlimîn

ve le in eteyte ellezine : elbette, eğer, şayet, getirsen, sunsan, o kimseler
Utu el kitabe : verilen, sunulan, kitap, hakikatler, varlık kitabı,
bi kulli ayet : hepsi, bütün, ayet, işaret delil,
Ma tebiu : değil, şey, tâbi olmak, uymak,
kıblete-ke : kıblen, yönelme, kabul etme, uyduğun hakikatler, sen
ve mâ ente bi tabiın : sen değilsin, tabi olan, uyan,
kıblete-hum : kıble, yönelme, kabul etme, onlar
ve mâ badu hum : değil, bazı, kısım, onlar
Bi tabiın : tâbi olan, uyan,
kıblete badın : kıble, yönelme, kabul, bazıları,
ve le in itteba te : elbette, eğer, şayet, tabi olsan, uysan
ehvâe-hum : hevaları, istekleri, şahsi çıkarları,
min badi : sonra, den sonra,
ma cae ke : şey, ne, gelen, sunulan, ulaştığın, sen
min el ilmi : ilimden, bilgiden
İnne ke izen : muhakkak, doğrusu, sen, o zaman,
le min el zalimîne : elbette, şüphesiz, zalimlerden

 

145- Elbette sen o kimselere, varlık kitabındaki bütün delilleri sunsan, senin yöneldiğin hakikatlere onlar tâbi olmazlar ve sen de onların yöneldiklerine tâbi olacak değilsin. Zaten onların bir kısmı bir kısmının yöneldiğine tâbi olmaz. Elbette sen; sana sunulan ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan, muhakkak ki sen o zaman, elbette zalimlerden olursun.

 

-146-

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Ellezîne âteynâhumul kitâbe yarifûnehu kemâ yarifûne ebnâehum ve inne ferîkan minhum le yektumûnel hakka ve hum yalemûn

Ellezine ateyna hum : o kimseler, vermek, sunduk, bildirmek, onlar
El kitabe : kitab, varlık kitabı,
yarifûne-hu : arif olan, hakikati bilen, tanıyan, o
Kemâ yarifune : gibi, arif olmak, bilmek,
ebnae hum : evlat, idrakleri, onlar
ve inne ferikan minhum : muhakkak, fırka, grup, ayrılık, onlardan
Le yektumûne el hakk : elbette, gizlemek, saklamak, bilmemek, hak, gerçek,
ve hum yalemun : onlar, biliyorlar, biliyor sanmak,

 

146- Onlara sunduğumuz kitabın hakikatlerine arif olan o kimseler, kendi evlatlarını bilir gibi hakikatleri bilirler. Ayrılıklarda kalanlar ise, elbette o gerçekleri bilemezler. Onlar bildiklerini sanırlar.

 

-147-

الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

El hakku min rabbike fe lâ tekûnenne minel mumterîn

el hakk : hak, gerçek, hakikat,
min rabb ke : rabbin, vücudlandıran, sen,
Fe lâ tekûnenne : artık, sakın olma
min el mumterîne : bir şüphe, kuşku, tereddüd

 

147- Hakikat seni vücudlandırandır. Artık sen sakın bir şüphe içinde olma.

 

-148-

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Ve li kullin vichetun huve muvellîhâ festebikûl hayrât eyne mâ tekûnû yeti bikumullâhu cemîâ innallâhe alâ kulli şeyin kadîr

ve li kullin vichetun : için, herkez, bütün, cihet, yön, vech, hedef
Huve muvelli ha : o, ona yönelinen
Fe istebiku el hayrat : artık, yarışın, koşun, olun, hayırlarda, iyi çalışmalarda
Eyne ma tekunu : nerede olursanız olun,
Yeti kum Allah cemian : gelir, gelmek, tutar, siz, Allah, hepsi, topluca, biraraya
inne allâhe : muhakkak ki Allah
alâ kulli şeyin kadir : bütün her şey, kudret

 

148- Herkesin yöneldiği bir hedef vardır. Siz hep hayırlara yönelin. Nerede olursanız olun, sizi bir arada tutan Allah’tır. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-149-

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Ve min haysu harecte fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve innehu lel hakku min rabbike ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

ve min haysu harec te : nerden, neresi, nerede, nasıl, çıkış, dışarı, sen,
Fe velli vechi ke : artık, çevirmek, yönelmek, yüz, gerçek, sen,
şatra : taraf, yön, cihet, her taraf,
el mescidi el harami : kutsal olana teslim olmak, hürmet edilen yer,
Ve inne hu le el hakku : muhakkak, o, elbette, hak, gerçek, hakikat,
min rabbike : Rabbi, sen, seni vücudlandıran,
ve mâ Allâh : değil, yok, şey, ne, Allah
bi gâfilin : gafil, gaflet, unutmak, boş, ayrı değil,
amma yamelun : şeyler, yaptığınız,

 

149- Sen nerede olursan ol, artık yüzünü her tarafta olan O kutsal olana bir teslimiyet içinde çevir. Muhakkak ki O elbette gerçek olandır, seni vücudlandırandır. Allah’ı unutup yaptığınız şeylerde bir gaflet içinde olmayın.

 

-150-

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Ve min haysu harecte fe velli vecheke şatral mescidil harâm ve haysu mâ kuntum fe vellûvucûhekum şatrahu li ellâ yekûne lin nâsi aleykum huccetun illellezîne zalemû minhum fe lâ tahşevhum vahşevnî ve li utimme nimetî aleykum ve leallekum tehtedûn

ve min haysu harec te : nerden, neresi, nasıl, çıkış, dışarı, sen,
Fe velli vechi ke : artık, çevirmek, yüz, siz,
şatra : taraf, yön, cihet, her taraf
el mescidi : teslim olunan yer, secde edilen, bütünleşilen yer
el harami : kutsal olan, yasak olan, değerli olan,
ve haysu ma kuntum : nerede, ne, şey, siz, olsanızda, olursanız
Fe vellu vucûhe-kum : artık, çevirmek, yüzlerinizi
şatrah : yönüne, tarafına
li ellâ yekûne : için, değil, olmaması için
li en nâsi aleykum : insanlara, üzerinizde,
huccet : delil, hüccet, kanıt,
İlla ellezine zalemu minhum : ancak, sadece, o kimseler, zalim olan, onlardan
Fe lâ tahşev-hum : artık, onlardan korkmayın
vahşev-nî : korkun, beni anlamamaktan
ve li utimme : için, tamam olan, bütünlük, tastamam, noksansız,
nimet aleykum : nimet, sıfat, üzerinizde
ve lealle-kum tehtedun : umulur ki, siz, yol bulursunuz,

 

150- Sen nerede olursan ol, artık yüzünü her tarafta olan O kutsal olana bir teslimiyet içinde çevir. Kendi üzerinizdeki delilleri anlamayan insanlardan olmamanız için, her nerede olursanız olun, artık yüzünüzü her tarafta olan O’na döndürün. Ancak zalim kimseler böyle yapmazlar. Artık onlardan korkmayın, Beni anlamamaktan korkun. Size sıfatlarımızı bir bütünlük içinde sunduk. Umulur ki siz yol bulursunuz.

 

-151-

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû talemûn

Kemâ ersel na : gibi, öyle ki, göndermek, bildirmek, açığa çıkmak, biz
fî-kum resul minkum : içinizden, resul, hakikati gösteren, sizden
Yetlu aleykum âyâti-nâ : okur, bildirir, açıklar, üzerinizde, ayet, işaret, delil, biz
ve yuzekkî-kim : hakikatlerle temizlenmek, cehaletten arındırmak
ve yuallimu kum : öğretir, öğreten, onlar,
el kitab : kitap, her varlık bir kitaptır,
ve el hikmete : hikmeti, her varlıktaki ince hikmetler,
ve yuallimu-kum : size öğretir
Ma lem tekûnû talemûn : şey, ne, sizin bilmediğiniz

 

151- Öyle ki sizin içinizden sizlere; hakikatleri gösteren, Bizi anlatan biri açığa çıktı. Üzerinizdeki işaretlerimizi size bildirdi ve sizlere her varlığın bir kitap olduğunu ve her varlıkta ince hikmetler olduğunu ve cehaletten arınmayı öğretti ve sizlere bilmediğiniz şeyleri öğretti.

 

-152-

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ

Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurûn

Fe uzukuri ni : artık, o halde, zikir, anmak, anlamak, ben
ezkur-kum : zikir, anmak, siz
ve uşkurû li : şükredin, varlığınızın sahibini bilip teslim edin, bana
ve lâ tekfurû-ni : yok, örtmek, kabul etmemek, görmemezlikten gelmek, ben

 

152- Artık sizden zikredenin Ben olduğumu anlayın ve varlığınızın sahibini bilip teslim edenlerden olun ve Beni görmemezlikten gelmeyin.

 

-153-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenustainû bis sabri ves salât innallâhe meas sâbirîn

yâ eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler
ve isteinû bi el sabr : istiane, yardım isteme, yönelme, sabır,
ve el sâlâti : sâlât üzere, bağlılık şuuru, her an hakka bağlı olma hali,
İnne Allah mea : muhakkak ki, Allah, beraber, birlikte, kendinde
el sabirin : sabredenler, bir işin sonucunu bekleyen,

 

153- Ey iman edenler! Sabırla yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olma şuurunda olun. Muhakkak ki sabredenler Allah ile beraber olduklarını bilirler.

 

-154-

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ

Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât bel ahyâun ve lâkin lâ teşurûn

Ve la tekulu : yok, demek, demeyin, söylemeyin,
Li men yuktelu : için, kim, kimse, öldürülür, fani olan,
fî sebîli Allah : için, yol, anlatılan hakikatler için, Allah,
emvatun : ölü, fanilik, ölümlü olma, ölüler, faniler,
Bel ehyâun : hayır, bilakis, hayattadır, diridir,
ve lakin la teşurune : fakat, yok, şuur, kendinin çevresinin farkında olmayan

 

154- Allah’ın hakikatlerini anlatmak için, o yolda ölen, öldürülen kimselere, ölüp gitti demeyin. Bilakis onlar diriliğe kavuşmuşlardır. Fakat kendinin ve çevresinin farkında olmayanlar bunu anlayamazlar.

 

-155-

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

Ve le nebluvennekum bi şeyin minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât ve beşşiris sâbirîn

Ve le nebluvenne-kum : ebette, biz, imtihan, sınanmak, dikkatlice düşünme, siz,
Bi şeyin min el havfi : bir şey, korku
ve el cui : açlık
ve naksın : noksan, nakıs, eksik, azalma, kayıp,
min el emvali : mallar, değerler, sıfatlar,
ve el enfusi : nefsler, canlar, kendisi, varlık,
ve el semerâti : semere, ürünler, verim, elde edilen netice, meyve,
ve beşşir : müjdele, bildir, sevindir, umut ver,
el sabirin : sabredenler

 

155- Elbette sizler, Bizi anlamak için dikkatlice düşünceler içinde olacaksınız. Açlık ile ilgili ve mallarınızın kaybı ile ilgili ve nefsiniz ile ilgili ve elde edeceğiniz neticelerle ilgili, korktuğunuz şeyler olacaktır. Sabredenlere müjdeler vardır.

 

-156-

الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ

Ellezîne izâ esâbethum musîbetun kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn

Ellezine : o kimseler, sabredenler,
iza esabet hum : o kimseler, olduğunda, isabet, temas, etki, onlar
musibetun : bir musibet, sıkıntı, müşkil,
Kâlû inna li Allah : dediler, muhakkak, Allah için,
Ve inna ileyhi raciun : biz, ona, aslına dönen, dönecek,

 

156- Sabredenlere bir sıkıntı isabet ettiğinde; Allah bizimledir ve biz aslımız olan O’na döneceğiz, derler.

 

-157-

أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ

Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn

Ulaike aleyhim : işte onlar, onlarda,
salavat : bütün tecelliler hakkın, her şey ona bağlı,
Min rabbi-him : Rabbi, vücudlandıran, onlar
Ve rahmeten : rahmet, insandaki Allah’ın nuru,
Ve ulaike hum : işte onlar,
el muhtedûne : hak yol bulan,

 

157- İşte onlar; kendi üzerlerindeki bütün tecellilerin ve rahmetin, onları vücudlandırana ait olduğunu bilirler ve işte onlar Hakk’a yol bulanlardır.

 

-158-

إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ أَن يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ

İnnes safâ vel mervete min şeâirillâh fe men haccel beyte evıtemera fe lâ cunâha aleyhi en yettavvefe bi himâ ve men tetavvaa hayran fe innallâhe şâkirun alîm

İnne el safa : muhakkak, saflık, berraklık, temiz olma, ihtiyaç
ve el mervete : taş, kuvars, güzel koku, sahra, cömertlik,
Min şeairi allâh : işaret, delil, nişan, ilke, kural, temel kaide, bilgi, Allah
Fe men : artık kim, kimse,
hacce : özel maksat, mutlak olana yönelmek, arayış, niyet,
El beyt : ev, kendi vücud evi,
Ev ıtemera : ziyaret, arayış, hakikatin arayışı,
Fe la cunaha aleyhi : yok, vebal, günah, sorumluluk, onun üzerinde
en yettavvefe bi hima : dolaşma, anlamak için gayret, tavaf, vefalı, onları
ve men tetavvaa : kim, gönüllü, içten, samimi arayış,
hayran : hayır, iyilik, iyi olan, hayırlı olan,
Fe inne Allah  : böylece, muhakkak, Allah,
şakir : şükredilen, her şeyiyle teslim olunacak olan,
alim : bilen, ilmin sahibi,

 

158- Muhakkak ki Allah’ın işaretlerine ulaşan kimse saflık ve cömertlik içindedir. Artık kim mutlak olanı kendi vücud evinde arar ve onu anlamak için dolaşırsa, hakikatleri anlamak için varlığa bakmasında, dolaşmasında ona bir vebal yoktur. Kim hayırlar yolunda; samimi, içten olursa, böylece o, ilmin sahibinin, her şeyiyle teslim olunacak olanın Allah olduğunu bilir.

 

-159-

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ

İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ min el beyyinâti vel hudâ min badi mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi ulâike yelanuhumullâhu ve yelanuhumul lâinûn

İnne ellezine : muhakkak, doğrusu, o kimseler,
yektumune : ketum, gizlemek, saklamak, anlatmamak,
Ma enzelnâ : şey, ne, değil, verdik, sunduk, indirdik, bildirdik,
min el beyyinâti : apaçık deliller, açıklamalar
ve el huda : yol gösteren, rehber, klavuz, sahip,
min badi : sonra,
ma beyyenna hu : şey, ne, açıklanan, apaçık delillerimiz, o
li en nâsi : insanlar için, insanlara,
fî el kitâbi : kitapta, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
Ulaike : işte onlar,
yelanu humu allâh : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşan, düşme
ve yelanu hum el lainun : düşme, rahmetten uzaklaşan, onlar, uzaklaşmak,

 

159- İnsanlara tüm varlığın bir kitap olduğu bildirilip, apaçık delillerimizle yol gösterildikten sonra, sunduğumuz apaçık delilleri gizleyenler, işte onlar; Allah’ın rahmetinden uzaklaşırlar ve onlar hakikatlerden uzaklaşarak rahmetten uzaklaşırlar.

 

-160-

إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَبَيَّنُواْ فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

İllellezîne tâbû ve aslahû ve beyyenû fe ulâike etûbu aleyhim ve enet tevvâbur rahîm

İllâ ellezine tabu : ancak, o kimseler, tövbe, dönen, pişman olan,
Ve aslahu : ıslah olan, düzelen, temizlenen, iyileşen,
Ve beyyenû : açıkladılar, gerçeği ortaya koyan
Fe ulaike etûbu aleyhim : işte onlar, pişman olup dönen, onların
Ve ene el tevvab : ben, pişman olup dönülen yer,
el rahim : varlığı özünden vareden, rahim olan

 

160- Ancak yaptıkları hataları anlayıp dönenler ve ıslah olanlar ve hakikatleri açıklayanlar, işte onlar; hatalarını anlayıp Bana dönenlerdir ve tüm varlığı özünden varedenin, pişman olunup dönülecek yer olanın Ben olduğumu anlayanlardır.

 

-161-

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun ulâike aleyhim lanetullâhi vel melâiketi ven nâsi ecmaîn

İnne ellezine keferu : muhakkak, hakikatleri örten kimseler
ve matu : kaybetme, ölüm
ve hum kuffarun : onlar, hakikatleri örten, kabul etmeyen
Ulaike aleyhim : işte onlar, üzerlerinde, kendileri
lanetu Allâh : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşan
ve el melâiketi : güç, kuvve, tüm varlıktaki güç, melekler
ve el nâsi ecmain : insanlar, bütün, birlik, hepsi

 

161- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri kabul etmeyenlerdir. İşte onlar; kendilerini, Allah’ı ve tüm varlıktaki gücü ve tüm insanların nereden geldiğini anlayamayıp rahmetten uzaklaşanlardır.

 

-162-

خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ

Hâlidîne fîhâ lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunzarûn

Hâlidîne fiha : devamlı, sürekli, o halin içinde,
la yuhaffef : yok, hafif, rahat
Anhum el azâbu : onların, azap, sıkıntı
Ve la hum yunzarun : yok, onlar, bakıp görmek

 

162- Onlar devamlı o hâlin içindedirler, onların sıkıntılarında bir azalma olmaz ve onlarda görüp anlama yoktur.

 

-163-

وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ

Ve ilâhukum ilâhun vâhid lâ ilâhe illâ huver rahmânur rahîm

Ve ilahu kum : ilah, sığınılan, vareden, siz,
İlâhun vahidun : ilah, sığınılan, tek, bir
lâ ilâhe illa huve : yok, ilah, sığınılan, ancak, o,
Huve el rahman : o, tüm varlığı rahmetiyle saran,
el rahim : özünden vareden

 

163- Sizi vareden, tek var edicidir, O’ndan başka vareden yoktur. O tüm varlığı özünden varedendir, tüm varlığı rahmetiyle sarandır.

 

-164-

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri vel fulkilletî tecrî fîl bahri bimâ yenfeun nâse ve mâ enzelallâhu mines semâi min mâin fe ahyâ bihil arda ba’de mevtihâ ve besse fîhâ min kulli dâbbe ve tasrîfir riyâhı ves sehâbil musahhari beynes semâi vel ardı le âyâtin li kavmin yakılûn

İnne fi halkı : muhakkak, halkiyet, yaratılış, varoluş,
el semâvât ve el ard : semalar, gökler ve yeryüzü
ve ihtilâf : farklılık, değişiklik,
el leyl ve el nehar : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık
ve el fulki : sonsuzluk, yörünge, astronomi,
Elleti terci fi el bahri : ki o, vardır, akar, gider, sonsuzluk, ilmin sonsuzluğu
Bima yenfeu el nase : şeyler, sebebiyle, fayda, yarar, insanlar
ve mâ enzele Allah : şey, ne, değil, indirmek, sunmak, Allah
min es semai min main : semadan, gökten, su, ilim
fe ahya bi-hi el ard : böylece, hayat, dirilik, onunla, yeryüzü
Bade mevti-hâ : sonra, nutfe, tohum, orada
ve besse fiha min kulli : yaydı, yayıldı, ortaya çıktı, hepsi, bütün
dâbbetin : tüm varlık, hareket eden, hareketlilik
Ve tasrifi er riyâhı : esmek, rüzgâr
ve el sehabi el musahhar : bulutlar, bir ölçü içinde, bir halde,
Beyne el semâi : arasında, sema, gökyüzü
ve el ardı : yeryüzü, toprak, beden,
le ayetin : elbette, ayet, işaret, delil
Li kavmin yakılun : için, kimseler, topluluklar, akıl eden, düşünen

 

164- Muhakkak ki göklerin ve yerin halkoluşunda, gece ve gündüzün farklılığında ve bunların bir yörüngede hareket edişinde, ki bunlarda insanların bir bilgi ile faydalandığı şeyler vardır. Allah’ın gökten suyu sunmasında, böylece yeryüzünün hayat bulmasında, sonra da ondan tohumlar olmasında, bütün varlığın hareketinde, rüzgarın esmesinde ve bulutların bir ölçü içinde gökyüzünde hareket etmesinde, yeryüzünde olan her şeyde, elbette akıl edip düşünen insanlar için deliller vardır.

 

-165-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ

Ve minen nâsi men yettehızu min dûnillâhi endâden yuhıbbûnehum ke hubbillâh vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh ve lev yerâllezîne zalemû iz yeravnel azâbe ennel kuvvete lillâhi cemîan ve ennellâhe şedîdul azâb

ve min en nasi : insanlar,
men yettehizu : kim, kimse, bazıları, edinmek, sarılmak,
min dûni allâh : yanında, ona ait, katında, başka, olmadan, Allah
Endâden yuhıbbune hum : eş, eşit, ortak, bir, sever, sevgi, aşk, onlar
Ke hubbi Allah : gibi, sevgi, aşk, muhabbet, Allah
ve ellezine amenu : o kimseler, iman eden, inanan,
Eşeddu : daha fazla, güçlü, şiddetli,
hubben li Allah : sevgi, aşk, muhabbet, Allah
ve lev yera : eğer, bilselerdi, görselerdi,
ellezine zalemu : o kimseler, zalim, zalim kimseler, zulmedenler,
iz yeravne el azabe : gördüklerinde, gördükleri zaman, azap, sıkıntı
Enne el kuvvete : olduğu, kuvvet, güç,
li Allah cemian : Allah’ın, Allah’a ait, hepsi, bütün, tamamı
ve enne Allah : olduğunu, Allah,
şedid el azab : şiddetli, daha fazla, sıkıntı, azap

 

165- Bazı insanlar bazı kimselere sarılırlar, Allah’ı sever gibi onları severler, Allah’ın yanında onlara bir yücelik verip, eş koşarak onları severler. İmanlarında güçlü olan kimseler ise Allah aşkıyla yaşarlar. Zalim olan kimseler; eğer hakikatleri bilip görenlerden olsalardı, bir sıkıntı görseler bile, elbette bütün her şeydeki kuvvet sahibinin Allah olduğunu bilirler ve Allah’ı anlayamayanların daha fazla sıkıntılarda kaldığını anlarlardı.

 

-166-

إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُواْ مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ وَرَأَوُاْ الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الأَسْبَابُ

İz teberreellezînettubiû minellezînettebeû ve reavûl azâbe ve takattaat bihimul esbâb

İz teberree : o zaman, uzaklaştığında, beri durmak, arınmak,
Ellezine ittubiû : o kimseler, tabi olmak, uymak,
Min ellezine ittebeu : den, o kimseler, tabi olan, uyan
Ve reavu el azabe : gördüler, kaldılar, azab, sıkıntı,
takattaat : kati olan, kesin, kesildi, koparıldı, takılmama,
bi-him el esbabu : onlar ile, sebeb, neden, vasıta olan, bağlar,

 

166- O kimselere tâbi olanlar, o kimselerin nelere tâbi olduklarını anladıkları zaman beri dururlar ve sıkıntılar görseler de sebeplere takılmazlar.

 

-167-

وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُواْ مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ

Ve kâlellezînettebeû lev enne lenâ kerreten fe neteberree minhum kemâ teberreû minnâ kezâlike yurîhimullâhu amâlehum haserâtin aleyhim ve mâ hum bi hâricîne minen nâr

ve kâle ellezine ittebeu : dedi, o kimseler, tabi olmak, uymak
Lev enne lena kerreten : eğer, keşke, olduğu, bize, bir kere, tekrar, kez, sefer
fe neteberree minhum : o zaman, artık, uzaklaşalım, tanımamak, onlardan
Kema teberreû minna : gibi, uzaklaştığında, kabul etmemek, tanımamak, bizden
Kezalike yuri hum Allah : işte böyle, görür, bilir, onlar, Allah
Amel hum haserat aleyhim : amelleri, çalışma, ayrılık, acı, kayıp, keder, onların
ve mâ hum bi hacirin : değil, onlar, çıkmak, dışarı, hicret, göçen
min en nâri : ateşten, yakıcılık, yakıp yıkıcı haller

 

167- O kimselere tâbi olanlar derler ki: Keşke biz de tekrar tekrar hakikatleri gözden geçirseydik. Böylece onların bizden beri durduğu gibi bizde onlardan beri dururduk. İşte Allah’ı bilme konusunda, yaptıkları şeyler yüzünden ayrılıklar içinde kalanlar, onlar ateşin dışında olamazlar.

 

-168-

يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

Yâ eyyuhen nâsu kulû mimmâ fîl ardı halâlen tayyiben ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn

ya eyyuha el nas : ey insanlar,
Kulu mimmâ : yeyin, faydalanın, yarar, beslenmek, şeyler
Fi el ardı halal : yeryüzünden, helal, uygun,
tayyiben : temiz, güzel, hoş, iyi
Ve la tettebiu : yok, tabi olmak, uymak
Hutuvâti el şeytan : adımlar, ayak izleri, o halde olmak, şeytani haller
İnne hu lekum aduvv mubin : muhakkak, o, size, düşman, apaçık

 

168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden güzelce, uygun bir şekilde yararlanın ve şeytani hallere tâbi olmayın, muhakkak ki o haller sizin için apaçık düşmandır.

 

-169-

إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

İnnemâ yemurukum bis sûi vel fahşâi ve en tekûlû alâllâhi mâ lâ talemûn

innema yemuru-kum : ancak, sadece, iş, komut, siz
bi el sûi : kötülük, fena haller
ve el fahşa : aşırılık, ego, çirkin haller, ben benim demek, büyüklük
ve en tekûlû ala Allah : söylemeniz, Allah karşı
mâ lâ talemûne : değil, şey, ne, bilmediğiniz şeyler

 

169- Muhakkak ki o haller sizi fena hallere ve bir ego içinde aşırılıklara ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeye götürür.

 

-170-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ

Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ yakılûne şeyen ve la yehtedûn

ve iza kile lehum : olduğunda, söylemek, dendi, onlara
İttebiu ma enzele Allah : tabi olmak, uymak, sunulan, bildirilen, Allah
Kalu bel nettebiu : dediler ki, hayır, bilakis, tabi olmak, uymak
Ma elfeyna : şey, ne, değil, bulmak, biz
Aleyhi abae na : onun üzerinde, atalarımız,
E ve lev kane : eğer, şayet, olsa bile, oldu, olsa da
Abau hum : ataları, babaları, onlar
la yakılune şeyen : yok, akıl, idrak, düşünce, bir şey
ve la yehtedun : yok, yol bulmak, hidayete

 

170- Onlara Allah’ın sunduğu şeylere tâbi olun denildiği zaman, derler ki: Hayır, biz atalarımızı ne üzere bulduysak ona tâbi oluruz. Eğer ataları bir şeyi akıl etmiyorlar ve doğru yol üzere olmasalar da mı?

 

-171-

وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُواْ كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لاَ يَسْمَعُ إِلاَّ دُعَاء وَنِدَاء صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ

Ve meselullezîne keferû ke meselillezî yenıku bi mâ lâ yesmeû illâ duâen ve nidââ summun bukmun umyun fe hum lâ yakılûn

ve meselu : örnek, misal, durumu, hali,
ellezine keferu : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten kimseler
Ke meseli ellezi yenıku : gibi, örnek, misal, durumu, hali, o kimse, bağırma, öten
Bima la yesmeû : bu şey, bu yüzden sebeb, yok, işitmek
illa duaen ve nidâen : ancak, sadece, den başka çağırmak ve bağırmak
summun : sağır, duyup işitemeyen
bukmun : dilsiz, konuşamayan
umyun : ama, kör, bakıp göremeyen
Fe hum la yakılun : artık, yok, akıl etmek

 

171- Hakikati görmemezlikten gelip örtenlerin durumu; hep bağırıp çağırmaktan başkasını işitemeyen kimsenin durumu gibidir. Onlar duyarlar işitemezler, hakikatleri konuşamazlar, bakıp göremezler ve onlar akıl edip düşünemezler.

 

-172-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُواْ لِلّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû kulû min tayyibâti mâ razaknâkum veşkurû lillâhi in kuntum iyyâhu tabudûn

ya eyyuha ellezine amenu : ey iman kimseler
Kulu min tayyibati : yeyin, beslenin, yararlanın, fayda, temzi, güzel, hoş
mâ razaknâ-kum : şey, ne değiş, rızık, fayda, yarar, biz, siz
ve uşkurû li Allah : varlığın sahibini bilip teslim etmek, Allah
in kuntum : eğer, şayet, olduysanız, anlayın, olun, siz
iyyâ-hu tabudûne : sadece, o, kul olursunuz

 

172- Ey iman edenler! Size sunduğumuz rızıklardan güzelce, uygun bir şekilde yararlanın ve

varlığınızın sahibinin Allah olduğunu bilip teslim edin, sadece O’nun kulu olduğunuzu anlayın.

 

-173-

إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

İnnemâ harrame aleykumul meytete ved deme ve lahmel hınzîri ve mâ uhille bihî li gayrillâh fe menidturra gayra bâgin ve lâ âdin fe lâ isme aleyh innallâhe gafûrun rahîm

İnnema harrame aleykum : ancak, fakat, yasak, uygun olmayan, üzerinize, size
el meytete : ölü gibi, duyarsız, idraksiz hal,
ve ed dem : kan, içki, yudum, nefes, an,
ve lahme el hınziri : kötü düşünen, gaddar, zararlı olan, zararlı et, domuz eti
ve mâ uhıl li gayr : şey, ne, değil, uygun, başka, gayri,
Allah bihi : Allah, onu, ile, göre, onun hakikatleri,
fe men idturra : kim, mecbur, zaruret, zor durumda,
Gayrı bagın : başka, dışında, diğer, taşkınlık, haksızlık, hasedlik, isyan
ve la adin : yok, dönme, haktan ayrılmadan
fe lâ isme aleyhi : artık, böylece, yok, günah, suç, vebal, ona
inne Allâh gafur : Allah, mağfiret, bağışlayan,
rahim : rahim, özünden vareden

 

173- Hakikatlere duyarsız olmanız, kan dökücü olmanız, zararlı hallerde olmanız sizlere haramdır ve Allah’ın hakikatlerinin dışında olmanız haramdır. Artık kim zor durumda kalsa bile, taşkınlık yapmasın ve haktan ayrılmadan hareket etsin, böylece ona bir vebal yoktur. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-174-

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

İnnellezîne yektumûne mâ enzelallâhu minel kitâbî ve yeşterûne bihî semenen kalîlen ulâike mâ yekulûne fî butûnihim illen nâre ve lâ yukellimuhumullâhu yevmel kıyâmeti ve lâ yuzekkîhim ve lehum azâbun elîm

İnne ellezine yektumune : muhakkak, o kimseler, ketum, gizlemek, saklamak,
Ma enzele allah : verilen şey, sunulan, bildirilen, ulaşılan şey, Allah
min el kitabi : kitaptan, ilahi sözler, varlık kitabı,
ve yeşterûne bihi : çıkar elde etmek, satıyorlar, onu
Semenen kalilen : bedel, karşılık, değer, az, az bir
Ulâike ma yekulune : işte onlar, şey, ne, değil, yemek, beslenmek, fayda,
Fi butûni-him : içinde, karınları, içleri, gönülleri, onlar
İllâ el nar : ancak, sadece, den başka, ateş, yakıcılık hali
ve lâ yukellim hum allah : yok, kelam, sözler, konuşmak, söylemek, onlar, Allah
yevme el kıyameti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölünceye kadar
ve lâ yuzekki him : yok, temizlenmek, düzelmek, anlamak,
ve lehum azabun elim : onlar, azap, sıkıntı, acı, elim

 

174- Muhakkak ki Allah’ın kitabından sunulan hakikatleri gizleyen kimseler ve o hakikatleri az bir değer için de olsa çıkarlarına alet edip satanlar, işte onların hakikatlerden yararlanmaları olmaz, onların içlerinde bir ateş vardır ve onlar ölünceye kadar Allah’ın hakikatlerinden konuşamazlar ve onlar temizlenmiş değillerdir ve onlar acı sıkıntılardadır.

 

-175-

أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَآ أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ

Ulâikellezîneşteravud dalâlete bil hudâ vel azâbe bil magfireti fe mâ asberehum alen nâr

ulaike ellezine işterav : işte onlar, satın alma, tercih, elde ettikleri
el dalâlete : hakikatlerden sapmak, cehalete sapmak,
bi el hudâ : yol göstermek, doğru yol, hakikatin yolu,
ve el azâb : azap, sıkıntı,
bi el magfiret : mağfiret, temiz olanı almak, kirlilikten kurtulmak
Ma asbere-hum : şey, ne, değil, sabırlı olmak, onlar
alâ en nâri : üzere, karşı, ateş, yakıp yıkıcı olan,

 

175- İşte onlar; doğru yola karşı, hakikatlerden kendi cehaletine sapmayı ve mağfirete karşı, sıkıntıda olmayı elde etmişlerdir. Onlarda sabretmek yoktur, ateş üzeredirler.

 

-176-

ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ

Zâlike bi ennellâhe nezzelel kitâbe bil hakk ve innellezînahtelefû fîl kitâbi le fî şikâkin baîd

Zâlike bi enne allah : işte bu, sebebi ile, olduğu, Allah
Nezzele : sundu, bildirdi, indirdi,
el kitabe : kitap, kainat kitabı, her varlıkta yazılı olanlar,
bi el hakkı : hak ile, gerçek, doğru
ve inne ellezîne ıhtelefu : muhakkak ki onlar, ihtilaf, ayrılık, ikilik,
fî el kitâbi : kitap hakkında, hakikatlerin sözleri hakkında
Le fi şikak baidin : elbette, içinde, ayrılık, ikilik, bölünme, uzaklaşmak, uzak

 

176- İşte, Allah tüm gerçekleri kâinat kitabında sunmuştur. Kitabın içindeki hakikatler hakkında ihtilafa düşen o kimseler, elbette hakikatlerden uzaklaşma ve bölünme içinde olurlar.

 

-177-

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbelel maşrıkı vel magrıbi ve lâkinnel birre men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn ve âtel mâle alâ hubbihî zevil kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîne vebnes sebîli ves sâilîne ve fîr rıkâb ve ekâmes salâte ve âtez zekât vel mûfûne bi ahdihim izâ âhed ves sâbirîne fîl besâi ved darrâi ve hînel bes ulâikellezîne sadakû ve ulâike humul muttekûn

Leyse el birre : değil, doğruluk, iyilik, bol hayır, erdemlilik, temizlik,
en tuvellu veche kum : dönmeniz, yönelmeniz, yüz, yön, siz
kıbele : yön, cihet, kıble, yönelmek, önce,
El maşrıkı ve el magrıbi : doğu ve batı
ve lakinne el birr : lakin, fakat, doğruluk, iyilik, bol hayır, temizlik,
Men amene bi Allah : kim, iman etti, inandı, bir Allah
ve el yevmi el âhırı : sonuna,
ve el melâiketi : her varlıktaki hakkın gücüne, kuvvet
ve el kitâbi : kitap, her varlığın hakkın bir kitabı olduğuna
ve en nebiyyine : nebilere, haber verenlere
ve ate el male : verdi, sundu, mal, mülk, kendinde olan,
alâ hubbi-hi : ona sevgi duyma, sevme
zevi el kurbâ : sahip, yakınlık, akrabalar
ve el yetâmâ : yetimler, atalarının inancından kopmuş olan,
ve el mesâkîne : miskin, çaresiz,
ve ibne es sebîli : evlat, yol, hakk yolu, hakikat yolunda
ve es sâilîne : soran, arayan, isteyenler
ve fî er rıkâbi : cehalet köleliğinden kurtulmak isteyen
ve ekâme es salâte : her an salât üzere olan, hakka bağlılık
ve âte ez zekâte : kendinde olanı paylaşan, temizlenen,
ve el mûfûne : ifa eden, vefa eden, hakkıyla yerine getiren,
bi ahdi him : ahd, söz, ahdlerini, sözlerini, onlar
izâ âhedû : söz, ahd verdikleri zaman
ve el sâbirîne : sabredenler, bekleyen,
fi el besai : müşkil, sıkıntı, hastalık,
ve ed darrâi : darlık, zorluk, zaruret
ve hine el besi : o zaman, bazı bazı, ara sıra, o hallerde, iyi, güzel, çok
Ulaike ellezîne sadakû : işte onlar, sadık, en içten, samimi olan, gönül ehli
Ulaike hum el muttekun : işte onlar, fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar

 

177- Yüzlerinizi doğuya ve batıya döndürüp yönelmeniz doğruluk değildir. Fakat doğruluk; Allah ile birlikte olduğunuza ve sonunuza ve her varlıktaki Hakk’ın gücüne ve her varlığın Hakk’ın bir kitabı olduğuna ve Nebilere inanan kimse olmaktır. Hakk’ın sevgisiyle yakınlarına ve atalarının inancından kopmuş bir arayışta olanlara ve çaresizlere ve Hakk yolunda olanlara ve sorup arayanlara ve cehalet köleliğinden kurtulmak isteyenlere, mülkün sahibine ait bilgileri paylaşmak, yardım etmektir. Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket etmek ve temizlenme içinde olup kendinde olanı paylaşmaktır. Söz verdiğinde sözünü hakkıyla yerine getirmektir. Hastalıklarda ve sıkıntılarda sabırlı olmaktır ve her zaman güzel davranışlar içinde olmaktır. İşte onlar gönül ehli olanlardır. İşte onlar, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayanlardır.

 

-178-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumul kısâsu fîl katlâ el hurru bil hurri vel abdu bil abdi vel unsâ bil unsâ fe men ufiye lehu min ahîhi şeyun fettibâun bil marûfi ve edâun ileyhi bi ihsân zâlike tahfîfun min rabbikum ve rahmet fe meni’tedâ bade zâlike fe lehu azâbun elîm

ya eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler, ey inananlar,
Kutibe aleykum : yazılı, kitab, sizlere,
el kısas : eşit karşılık, kıssa, hikaye, ibret, ders, öğüt,
fi el katla : için, öldürülme, ölüm, yazık etmek, mahv etmek
El hurr bi el hurri : özgür, hür, bağımsız, hür ile
ve el abdu bi el abdu : köle, kul, kul ile, köle ile,
ve el unsâ bi el unsa : ünsiyet, aslıyet, kadın, dişi,
fe men ufye lehu : artık, kim, af, bağışlama, o
min ahi hi şeyin : kardeş, arkadaş, dost, cömert, o, bir şey,
Fe ittibaun : artık, tabi olmak, uymak,
bi el marûfi : iyilikle, bilinen, ariflik
ve edâun ileyhi : eda, ödemek, yerine getirme, davranış, ona,
bi ihsan : ihsan ile, iyi güzel davranışlar içinde olmak,
Zalike tahfif : işte bu, hafif, zayıf, rahatlık, huzur, mutluluk,
min rabbkum : Rabbinizden, sizi vücudandıran,
ve rahmetun : bir rahmet,
Fe men iteda : artık, fakat, kim, haddi aşmak, saldırmak,
bade zâlike : bundan sonra, artık, böylece,
fe lehu azabun elim : o taktirde, artık, azap, sıkıntı, elim, acı

 

178- Ey iman edenler! Ölümde sizler için ibretler yazılıdır. Hür olmada hürlük, kul olmada kulluk, aslını tanımada asliyet. Artık kim; o dostluk yolunda ona yapılan şeylerde bir bağışlama içinde olursa, sonra da irfaniyete uygun davranırsa ve iyi davranışlar içinde olursa, işte böylece sizler Rabbinizden bir rahatlık ve rahmet içinde olursunuz. Bundan sonra kim haddi aşarsa, artık o acı sıkıntılarda olur.

 

-179-

وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ve lekum fîl kısâsı hayâtun yâ ulîl elbâbi leallekum tettekûn

ve lekum : size, sizin için
fi el kısas : içinde, kısas, eşit karşılık, kıssa, hikaye, öğüt, ibret, ders
hayatun : hayat, diri, yaşam,
Ya ulil elbâbi : ey akıl sahipleri, hakk üzere düşünen, aklından çıkarmayan
lealle-kum tettekune : umulur, böylece, fenalardan sakınma ortak koşmamak

 

179- Ey hakk üzere aklını işletenler! Sizin için yaşamda ibretler vardır. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşanlardan olmazsınız.

 

-180-

كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِن تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالأقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ

Kutibe aleykum izâ hadara ehadekumul mevtu in tereke hayrâ el vasiyyetu lil vâlideyni vel akrabîne bil marûf hakkan alel muttekîn

Kutibe aleykum : yazılı, kitap, üzerinizde hakikatler yazıldı
iza hadara ehade kum : hazır, vardır, o halde olun, bir, tek, siz
el mevt  : nutfe, tohum, öz, gelinen öz
İn tere ke hayran : eğer, terk, bırakmak, ayrılmak, hayır, iyi olan, güzel,
el vasiyyetu : vasiyet, tavsiye, bırakmak, öğüt,
li el valideyn : doğurtan, anne baba için,
ve el akrabine : yakınlar, yakınlık
bi el marufi hakk : ariflik, bilmek, kaynağından gelen bilgi, doğru, hak,
alâ el muttekîne : üzerine, ancak, fenalardan sakınan, ortak koşmayan

 

180- Sizin üzerinizde tüm hakikatler yazılıdır. Siz, birliği ve geldiğiniz özü anlama içinde olun. Eğer bir şey bırakmak istiyorsanız; anne babanız için ve yakınlarınız için güzel şeylerde olun, hakikatlerin bilgisinde olun, fenalardan sakınma, ortak koşmama hallerinde olun.

 

-181-

فَمَن بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Fe men beddelehu bade mâ semiahu fe innemâ ismuhu alellezîne yubeddilûneh innallâhe semîun alîm

fe men bedelde hu : o zaman, artık, kim, değiştirme, o
Bade ma semai hu : sonra, şey, ne, değil, işitmek, o
Fe innemâ ismu hu : artık, sadece, fakat, günah, suç, vebal, o
alâ ellezine : üzerine, ancak, o kimseler
yubeddilûne-hu : onu değiştirirler
inne Allâh semiın : muhakkak, Allah, işitmek,
alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

181- Artık kim; hakikatleri işittikten sonra onu kendi anlayışına göre değiştirirse, hakikatlerin sözlerini değiştiren o kimsenin üzerinde bir vebal vardır. Muhakkak ki Allah işittirendir, ilmin sahibi olandır.

 

-182-

فَمَنْ خَافَ مِن مُّوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Fe men hâfe min mûsın cenefen ev ismen fe aslaha beynehum fe lâ isme aleyh innallâhe gafûrun rahîm

Fe men hafe : artık, kim, korku, saygı,
min musın : vasiyet eden, öğüt, tansiye, itaatsiz,
cenefen : günah, hata, haktan uzaklaşarak
Ev ismen : yada, günah, hata, suç
Fe aslaha beyne hum : artık, böylece, ıslah, arınma, kurtuluş, arası, onlar,
Fe lâ isme aleyhi : artık, yok, günah, hata, onun üzerinde
İnne Allah gafur : muhakkak, Allah, mağfiret, bağışlayan,
rahim : varlığı özünden vareden,

 

182- Fakat kim; haktan uzaklaşanlara ya da günahlarda olanlara bir saygı ölçüsünde öğüt verirse, sonra da onların arınmasında yardımcı olursa, artık onun üzerinde bir vebal yoktur. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-183-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler,
Kutibe aleykum : yazılı, kitap, sizin üzerinize, size
el sıyâmu : sakınmak, bırakmak, çekinmek, hareket etmemek
Kemâ kutibe : gibi, yazıldı, var, kitap,
Ala ellezine min kabli kum : üzerine, o kimseler, sizden önce
lealle-kum : umulur siz, böylece,
tettekune : fenalardan sakınmak Allah’a ortak koşmamak

 

183- Ey iman edenler! Sakınmak sizden öncekilere yazıldığı gibi, sizlere de yazıldı. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.

 

-184-

أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Eyyâmen madûdât fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskîn fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun lehu ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum talemûn

eyyâmen madûdâtin  : günler, güzel, hayırlı, birkaç, sayılı, belirli, sınırlı,
Fe men kane min-kum  : fakat, kim, oldu, sizden
maridan  : hasta, rahatsız, sıkıntılı, müşkil
ev ala seferin  :veya, yada, sefer, yolculuk, arayışta olmak
Fe iddetun  : o zaman, birkaç, çeşitli, birçok, adet, bir dizi,
Min eyyamin uhara  : günlerden, güzel, iyi, hayırlı, diğer, başka
ve alâ ellezine  : onlar üzerine
yutikune-hu  : takat, güç, dayanmak, o
Fidyetun  : fidye, karşılık, sadaka, yardım,
taam  : yemek, beslenilen, şey, bilgilenmek, yararlanmak,
miskin  : çaresiz, miskin
Fe men tatavvaa hayran  : artık, kim, gönüllü, içten samimi, hayır, iyi olan şey
Fe huve hayrun lehu  : artık, o, hayırlı olan, onun için
ve en tesûmû  : cehaletten fenalardan sakınmak,
hayr lekum  : hayırlı, iyi olan, size
İn kuntum talemun  : eğer, şayet, siz oldunuz, bilen, biliyorsunuz

 

184- Günleriniz sınırlıdır. Artık sizden kim müşkillerde olur ya da bir arayışta olursa, bundan sonra o sınırlı günlerini hakikatlerden başka şeylerde geçirmesin. O gücünün yettiğince de çaresizlik içinde olan kimselerle hakikatlerin bilgilerini paylaşsın. Bundan sonra kim; samimi bir hâlde, hayırlı yolda olursa, artık onun için hayırlı olan şeyler vardır. Eğer siz bilenlerden, hayırlı kimselerden olmak istiyorsanız, cehaletten, fenalardan sakının.

 

-185-

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Şehru ramadânellezî unzile fîhil kurânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân fe men şehide minkumuş şehra fel yesumhu ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn

Şehru : ay, şehir, iç alem, medeniyet, açığa çıkış,
ramadan : yakmak, kesinleştirmek, hakkı arama ateşi,
Ellezi unzile fihi : ki o, sunuldu, verildi, indirildi, onun içinde, onda,
el kuran : Kuran, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri, okunan
huden li el nas : yol gösteren, insanlar için, insanlara,
ve beyyinâtin : apaçık deliller, açıklamalar,
min el huda : yol gösterenden, sahip, yol gösterme
ve el furkâni : furkan, fark edicilik, hakkı batıldan ayırmak
Fe men şehide minkum : artık, kim, bilip gören, tanık, sizden
el şehra : ay, iç alem, şehir, meşhur, şeref, şan sahibi,
fe li yesum-hu : artık, için, cehaletten fenalardan sakınmak, o
ve men kane maridan : kim, oldu, hasta, rahatsız, müşlüklerde,
ev ala seferin : veya, yada, sefer, yolculuk, arayışta olmak
Fe iddetun : o zaman, birkaç, çeşitli, birçok, adet, bir dizi,
Min eyyamin uhara : günlerden, güzel, iyi, diğer, başka
Yuridu Allah : irade, ister, Allah,
bikum el yusra : sizin, size, kolaylık, rahatlık
ve lâ yurîdu : yok, irade, dilek, istemez,
bikum el usra : sizin, size, zorluk, güçlük,
Ve li tukmilu el iddete : için, tamamlamak, anlamak, çeşitli, birçok, adet,
ve li tukebbirû Allah : için, yüce olan, yüceltmek, Allah
Ala ma hedâ-kum : üzerine, yücelik, şey, ne, yol göstermek, rehber, siz,
ve lealle-kum teşkurune : umulur, siz, varlığının sahibini bilip teslim etmek

 

185- İç aleminde Hakk’ı aramanın ateşi yananlar için, tüm kâinat kitabının içinde sunulmuş hakikatler vardır. Onda insanlar için yol gösterme vardır, apaçık delillerle yol gösterme vardır, hakk ile batılı fark etme vardır. Artık sizden kim, iç alemindeki hakikatleri bilip görenlerden olmak isterse, bundan sonra cehaletten, fenalardan sakınsın. Kim, müşkillerde olur ya da bir arayışta olursa, bundan sonra o sınırlı günlerini hakikatlerden başka şeylerde geçirmesin. Allah’ın iradesinde sizlere kolaylık vardır ve o iradede sizlere zorluk yoktur. Zamanınızı hakikatleri anlamak içinde geçirin. Allah’ın yüceliğini anlamak için, üzerinizdeki tecellilerin sahibini anlayın. Umulur ki siz varlığınızın sahibini bilir teslim edersiniz.

 

-186-

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb ucîbu daveted dâi izâ deâni fel yestecîbû lî vel yuminû bî leallehum yerşudûn

ve iza seele ke : olduğu zaman, soru, sorgulama, arayış, sen
Abid anni : kulluk, beni, bana,
fe inni karibun : muhakkak ki, ben, yakın,
Ucibu davete : icabet, cevap, karşılık, çağrı, davet, arama,
Ed dai iza deâ-ni : davet, arayan, çağıran, aradığında, davet ettiğinde
fe el yestecîbû-lî : artık, o halde, icabet, cevap, bana,
ve li yuminû bî : için, inanmak, iman etmek,
lealle-hum yerşudun : umulur, onlar, irşad, doğru yolu bulma, hakikate ulaşma,

 

186- Kullarım sana beni sorduklarında; elbette ben onlara yakınım, beni aradıkları zaman, arayanın arayışına her an cevap veririm. Artık onlar bana icabet etsinler ve bana iman etsinler. Umulur ki onlar hakikatlere ulaşırlar.

 

-187-

أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Uhılle lekum leyletes sıyâmir refesu ilâ nisâikum hunne libâsun lekum ve entum libâsun lehun alîmallâhu ennekum kuntum tahtânûne enfusekum fe tâbe aleykum ve afâ ankum fel âne bâşirûhunne vebtegû mâ keteballâhu lekum ve kulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumul haytul ebyadu minel haytıl esvedi minel fecri summe etimmus sıyâme ilel leyli ve lâ tubâşirûhunne ve entum âkifûne fîl mesâcid tilke hudûdullâhi fe lâ takrabûhâ kezâlike yubeyyinullâhu âyâtihî lin nâsi leallehum yettekûn

Uhılle lekum leylete : helal, uygun, ehil, sahip, gece, gaflet, cehalet
el sıyami : sakınmak, el çekmek, cehaletten fenalardan sakınmak
el refesu : edep dışı söylem, fena sözler sözleme
ilâ nisâi-kum : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, siz
Hunne libasun lekum : onlar, elbise, dış örtü, giysi, örnek, hâl elbisesi
ve entum libasun lehunne : siz, giysi, dış örtü, elbise, örnek, hâl elbisesi, onlar için
Alime allâh : bilin, ilmin sahibi, Allah
enne-kum kuntum : olduğunuz, siz, idiniz, oldunuz,
Tahtanun enfuse-kum : alt kat, aşağı, nefsleriniz, kendiniz
Fe tâbe aleykum : artık, pişman olup dönme, sizin, üzerinizde
Afâ ankum : af, bağışlamak, sizin
Fe elana bâşirû-hunne : artık, belli, açık, devam, ilerleme, başlamak, temas, onlar
ve ibtegû : isteyin, arayın, araştırmak, amaç,
ma ketebe allah : değil, şey, ne, yazılı olan, kitab, Allah
lekum : sizin için, size
ve kulû : beslenmek, yararlanma, fayda
ve işrabu : için, sindirin, hissedin
Hatta yetebeyyene : hatta, açığa çıkar, belli olur, görünen,
Lekum el hayt : sizin için, size, birbirine bağlayan, iplik,
Ebyadu min el haytı : beyaz, aydınlık, temiz, iplik, birbirine bağlayan
el evsedi : siyah, karanlık, cehalet karanlığı,
min el fecr : aydınlık vakti, aydınlanma
Summe etimmu : sonra, tamamlayın, anlayın,
el sıyâme ila el leyli : cehaletten fenalardan sakınmak, gece, gaflet
ve lâ tubâşirû-hunne : yok, devam, ilerlemek, başlamak, temas, onlarla
ve entum akifun : siz, devamlı ibadet den, sebat eden, inandığında duran
fî el mesacidi : içinde, teslimiyet, teslim olunan yer,
Tikle hududu Allah : bu, o, hudut, sınır, Allah
Fe lâ takrabû-hâ : artık, yok, yakınlık, ona
Kezâlike yubeyyine Allah : işte böyle, açıklamak, beyan, apaçık görünmek, Allah
Ayati hi li el nas : ayetler, işaretlerini, delil, insanlar için, insanlarda
lealle-hum yettekune : umulur ki onlar, fenalardan sakınmak, hakikati anlamak

 

187- Sizler cehaletten, fena hallerden sakınıp ehil kimseler olun. Siz nefsini tanıma yolunda olanlara fena sözler söylemeyin. Onlar size örnektir, sizler de onlar için bir örneksinizdir. Allah’ı bilin. Siz nefsinizi tanımada henüz alt makamlarda bulunuyorsunuz. Artık yaptığınız hatalardan dönüp bağışlanma içinde olun. Apaçık görünen varlığı anlamaya başlayın. Allah’ın tüm varlıkta yazılı olan hakikatlerini arayın ve faydalanın ve hissedin. Hatta cehalet karanlığından aydınlığa çıkıncaya kadar, tüm varlığın birbirine bağlılığını anlayıncaya kadar, tertemiz bir bağla Hakk’a bağlanıncaya kadar. Sonra da cehaletten, fenalardan sakınıp hakikatleri anlamayı tamamlayın ve o hakikatleri anlama yolunda olmayı yok etmeyin. Siz teslimiyet içinde olmaya devam edin. Bunlar Allah’ın hududlarıdır, artık O’na olan yakınlığı yok etmeyin. İşte Allah insanlarda işaretlerini apaçık gösterir. Umulur ki onlar fenalardan sakınır, hakikatleri anlarlar.

 

-188-

وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ve lâ tekulû emvâlekum beynekum bil bâtılı ve tudlû bihâ ilel hukkâmi li tekulû ferîkan min emvâlin nâsi bil ismi ve entum talemûn

ve la tekulû : yok, yemeyin, faydalandırmayın, söylemeyin,
emval kum : mal, varlık, değer, siz
beyne-kum bi el batıl : sizin aranızda, birbirinizi, batıl olan, boş, asılsız,
ve tudlû biha : siz olun, belirtmek, göstermek, onu
ilâ el hakim : için, ancak, hüküm, hakim olan,
li tekulû : için, yemek, beslenmek, fayda, yarar,
ferikan : kısım, gurup, ekip, fırka,
min emvali el nas : mallar, varlık, değerler, insanlar
bi el ismi : suç, günah, hata, vebal,
ve entum talemûne : siz, bilin, biliyorsunuz, bilmelisiniz,

 

188- Sizler birbirinize, varlığın hakikatleri hakkında aslı olmayan şeyler söylemeyin. Sizler ancak hâkim olduğunuz konuları belirtin. İnsanlar hakikatlerin değerleri hakkında bir hataya düşmeden, bir ekip olarak faydalanma içinde olsunlar. Siz hakikatleri bilmelisiniz.

 

-189-

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوْاْ الْبُيُوتَ مِن ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

Yeselûneke anil ehillet kul hiye mevâkîtu lin nâsi vel hacc ve leysel birru bi en tetûl buyûte min zuhûrihâ ve lâkinnel birre menittekâ vetûl buyûte min ebvâbihâ vettekûllâhe leallekum tuflihûn

Yeselûne ke : ararlar, sorarlar, araştırırlar, sen,
an el ehillet : ehil, bakış, görüş, hilal, saf, halis,
Kul hiye mevakitu : anlat, söyle, kez, kere, vakit, zaman, belirli olan
li en nâsi : insanlar için
ve el haccı : kutsal olanı arayış, maksat, niyet, hacc
ve leyse el birr : değil, doğruluk, dürüstlük, temizlik,
Bi en tetu : gelmek, girmek,
el buyûte : evler, bulunulan yer,
min zuhuri ha : arkasından, geçmiş, görünüm, görünüş,
ve lakinne el birre : lakin, fakat, doğruluk, dürüstlük,
men ittekâ : kim, kimse, kişi, fenalardan sakınmak, ortak koşmamak
ve utu el buyut : gelin, girin, ev, ikamet edilen bulunulan yer,
min ebvâbi-hâ : kapı, hakikatlere ulaşmak, onun
ve ittekû allah : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah
lealle-kum tuflihun : umulur, siz, kurtuluş, başarılı olmak, felah bulmak

 

189- Sana ehil olmayı sorarlar, de ki: O insanların zaman içinde ve kutsal olanı arayışta kazandıkları bilgiyledir. Bulunduğunuz yerlere eski bilişlerinizle gelmeniz doğruluk değildir. Fakat doğruluk; fenalardan, cehaletten sakınarak, bulunduğunuz yerlere o hakikatlere ulaşarak gelmenizdir ve fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamaktır. Umulur ki siz başarılı olursunuz.

 

-190-

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ

Ve kâtilû fî sebîlillâhillezîne yukâtilûnekum ve lâ ta’tedû innallâhe lâ yuhıbbul mutedîn

ve kâtilû : gayret, mücadele, savaşmak,
fi sebil Allah : yol, hakikatler için, hakkında, Allah yolunda,
Ellezine yukâtilûne-kum : o kimseler, savaşmak, mücadele etmek, siz
ve la tatedû : yok, aşırı gitmek, haddi aşmak,
inne Allâh la yuhıbbu : muhakkak ki, Allah, yok sevgi, aşk,
el mutedîne : aşırı gidenler, haddi aşanlar, saldırgan

 

190- Allah’ın hakikatleri hakkında sizinle mücadele edenlerle siz de mücadele edin ve haddi aşmayın. Muhakkak ki haddi aşanlarda Allah sevgisi yoktur.

 

-191-

وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ

Vaktulûhum haysu sekıftumûhum ve ahricûhum min haysu ahracûkum vel fitnetu eşeddu minel katli ve lâ tukâtilûhum indel mescidil harâmi hattâ yukâtilûkum fîhî fe in kâtelûkum faktulûhum kezâlike cezâul kâfirîn

ve uktulu hum haysu : mücadele, yok etmek, yazık, öldürmek, onlar, yer, nerede
sekıftumû-hum : durduğu yer, cehaletin yeri, buldunuz, karşılaşmak, onlar
ve ahricû-hum min haysu : çıkarmak, dışarı, kurtarmak, onlar, yer, nerede,
ahracû-kum : çıkarmak, dışarı, siz
ve el fitnet eşeddu : fitne, ikilik, arabozan, bozguncu, daha fazla, şiddetli
min el katli : öldürmek, yok etmek, mahv etmek, cinayet,
ve lâ tukâtilû-hum : yok, öldürmek, mücadele etmek, onlar
İnde el mescidi el haram : yanında, katında, ona ait, secde, teslim, kutsal mescid
Hattâ yukatilu kum fihi : hatta, oluncaya kadar, savaşmak, mücadele, siz, orada
Fe in kâtelû-kum : artık, eğer, savaşmak, mücadele, siz
fe uktulû-hum : o zaman, savaşın, mücadele edin, yok etmek, onlar
Kezâlike cezau : işte böyle, karşılık, ceza,
el kafirin : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

191- Fena hallerde olanlarla karşılaştığınızda nerede olursa olsun mücadele edin. Sizi hakikatlerden çıkarmak isteyenlerle nerede olursa olsun, onları fenalardan çıkarmak için mücadele edin. Fitne öldürmekten daha tehlikelidir. Onlar kutsal olana bir teslimiyet içinde olurlarsa, onlarla mücadele etmeyin, hatta siz onların hakikatleri anlamasında mücadele edin. Eğer sizinle mücadele ederlerse, böylece onlarla mücadele edin. İşte bunlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere karşı yapacaklarınızdır.

 

-192-

فَإِنِ انتَهَوْاْ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Fe inintehev fe innallâhe gafûrun rahîm

fe in intehev : artık, bundan sonra, eğer, şayet, vazgeçmek, bırakmak
Fe inne Allâh gafur : muhakkak ki Allah, mağfiret eden, bağışlamak,
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

192- Bundan sonra eğer kendi fenalarından vazgeçerlerse, muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-193-

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلّهِ فَإِنِ انتَهَواْ فَلاَ عُدْوَانَ إِلاَّ عَلَى الظَّالِمِينَ

Ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun ve yekûned dînu lillâh fe inintehev fe lâ udvâne illâ alez zâlimîn

ve kâtilû-hum : mücadele edin, gayret, onlar, cehalet halinde olanlar
Hattâ la tekunu : hatta, kadar, yok oluncaya kadar,
fitnetun : fitne, ikilik, karışıklık, kargaşa, sahtelik, kavga,
ve yekûne : olsun, oluncaya kadar,
el din li Allah : din, varlığın yaratılış yasaları, Allah
fe in intehev : artık, eğer, şayet, vazgeçmek, bırakmak
Fe lâ udvâne : artık, yok, düşmanlık
İllâ ala el zalimin : ancak, sadece, zalimlik, kötülükler,

 

193- Fitne yok oluncaya kadar ve varoluş yasalarının Allah’a ait olduğunun anlaşılmasına kadar, o cehalet hallerinde olanlarla mücadele edin. Eğer o hallerinden vazgeçerlerse onların yararınadır. Ancak zalimlerin düşmanlık halleri yok olmaz.

 

-194-

الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

Eş şehrul harâmu biş şehril harâmi vel hurumâtu kısâs fe menitedâ aleykum fatedû aleyhi bi misli matedâ aleykum vettekûllâhe valemû ennellâhe meal muttekîn

el şehru : ay, iç alem, enfus, kemalat, ortaya çıkarmak, teşhir,
el haram : kutsal, yasak, haram, muhterem, değerli,
Bi el şehri : ay, iç alem, kemalat, ortaya çıkmak, teşhir olan,
el harami : kutsal olan, yasak
ve el hurumat : hürmet, kutsallık,
kısasun : benzer, ibret, karşılık misli, dengi,
Fe men iteda aleykum : artık, kim, saldırmak, taciz, size, üzerinize
fe itedû aleyhi bi misli : artık, o zaman, saldırmak, taciz, misli, onun gibi
Ma iteda aleykum : değil, yok, saldırmayın, taciz, kendinizde,
Ve itteku Allâh : fenalardan sakının, ortak koşmayın, Allah
ve ilemû : bilin, anlayın,
Enne Allah : olduğunu, muhakkak, Allah,
mea el muttekin : beraber, birlikte, fenalardan sakınan, takva sahibi

 

194- Ortaya çıkan her varlık kutsaldır. Ortaya çıkan her varlıkta bir kutsallık vardır ve kutsal olan tüm varlıkta benzerlikler vardır. Bundan sonra sizden saldırganlık içinde olan kimse, artık o saldırgan olanlar gibidir. Kendinizdeki o saldırganlık hallerinizi yok edin. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Fenalardan sakınanlar Allah’ın kendilerinde olduğunu bilirler.

 

-195-

وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi ve ahsinû innallâhe yuhıbbul muhsinîn

ve enfikû : infak edin, verin, Allah’a teslim etmek
fi sebîli Allâh : yol, hakikatler için, hakikatler hakkında, Allah
ve lâ tulkû : yok, atmak, bırakmak,
bi eydi kum : el, güç, siz, yaptıklarınız, ellerinizle
ilâ et tehluketi : tehlikeye, yıkım, tahribat,
ve ahsinû : iyilerden olmak, güzel çalışmalarda, hoş,
inne Allâh yuhıb : muhakkak ki, Allah, sevgi, aşk,
el muhsinin : muhsin, iyi olan, içten samimi, iyiliklerde olan,

 

195- Allah yolunda tüm varlığınızın Allah’a ait olduğunu bilip, Allah’a teslim edin. Yaptıklarınızla yıkım meydana getirmeyin ve güzel çalışmalarda olun. Muhakkak ki o iyilik yapanlarda Allah sevgisi vardır.

 

-196-

وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ وَلاَ تَحْلِقُواْ رُؤُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضاً أَوْ بِهِ أَذًى مِّن رَّأْسِهِ فَفِدْيَةٌ مِّن صِيَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَن تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذَلِكَ لِمَن لَّمْ يَكُنْ أَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Ve etimmûl hacce vel umrete lillâh fe in uhsirtum fe mesteysera minel hedyi ve lâ tahlikû ruûsekum hattâ yeblugal hedyu mahillehu fe men kâne minkum marîdan ev bihî ezen min rasihî fe fidyetun min sıyâmin ev sadakatin ev nusuk fe izâ emintum fe men temettea bil umreti ilel haccı fe mesteysera minel hedyi fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâmin fîl haccı ve sebatin izâ recatum tilke aşaratun kâmilet zâlike li men lem yekun ehluhu hâdırıl mescidil harâm vettekûllâhe valemû ennellâhe şedîdul ikâb

ve etimmu : tamamlayın, anlayın,
el hacce : hakkı arayış, özel maksat, niyet, hakikati arama niyeti,
ve el umrete li Allah : emr, amr, imar, ziyaret, arayış, düzen işleyiş, Allah
Fe uhsirtum : fakat, artık, sınırlamak, engellemek, hapsetmek
Fe ma isteysera : o zaman, artık, şey, ne, değil, kolay, gücünün yettiği
Min el hedyi : verilen, karşılık, hediye, teslim etme, huda, yol gösterme
ve lâ tahlikû : yok, traş, öğütme, yok etme, temizlemek, bırakın, terk edin
ruus kum : başınızdaki, aklınızdaki, önder, reis,
Hatta yebluga : hatta, ulaşır, erişir, anlamak,
el hedyu mahille hu : verilen, karşılık, huda, yol gösterme, yer, mahal, makam, o
fe men kane minkum : fakat, kim, oldu, sizden
marîdan : hasta, sıkıntılı, rahatsız,
Ev bihi ezen : yada, onunla, eza, ağrı, eziyet,
min rasi hi : baş, önder, reis, o
fe fidyetun : o zaman, vermek, karşılık, fidye, bağış,
min siyamin : sakınmak, korunmak, cehaletten fenalardan sakınma
Ev sadakatin : sadakat, içten samimi bağlanma, sadaka, doğru olan,
Ev nusukin : veya, temizlemek, arınmak, yıkamak,
fe izâ emin-tum : artık emin olduğunuz zaman
fe men temettea : artık, sonra, kim, fayda, yarar, yardım,
bi el umreti : ziyaret,
ilâ el haccı : hakkı arayış, özel maksat, niyet
Fe ma isteysera : o zaman, artık, şey, ne, değil, kolay,
Min el hedyi : verilen, karşılık, huda, sahip, yol gösterme
Fe men lem yecid : artık, sonra, kim, değil, bulmak, bulur,
Fe sıyamu : o zaman, artık, cehalatten fenalardan sakınma
Selâseti : üç, sözün akıcı olması, kolay, ahenkli,
eyyamin : güzel, iyi, temiz, günler
fî el haccı : içinde, hakkı arayış, özel maksat, niyet, gerçeği arayış
ve sebatin iza recatum : sebat etme, yerinde durma, yedi, döndüğünde, siz
Tikle aşaratun : bu, on, kısım, bölüm, gurup,
kamilet : kemalat, kamil olan, tam olan,
Zalike li men lem yekun : işte bu, için, kim, değil, olmak, olur,
ehlu-hu : ehil olan, bilen, ailesi, halkı, o,
hadırı : hazır olan, var olan, bulunan, sunulan
el mescidi el harâmi : kutsal olana teslim olmak, mutlak olanı aramak
Ve itteku Allâh : fenalardan sakının, ortak koşmayın, Allah
ve ilemû : bilin, anlayın, bilenlerden olun.
Enne Allah : olduğunu, doğrusu, Allah,
şedid el akabe : daha fazla, şiddetli, zorluk, müşkiller

 

196- Allah’ı anlamak için bir arayışta olun ve Allah’ı bilmek için bilen kimseleri bulup ziyaret edin. Artık fena hallerinize engel olun. Artık gücünüzün sahibini anlayın, varlığınızı teslim edin ve akıllarınızdaki cehalet bilişlerinizi terk edin, hatta o makamlarınızda hakikatlere ulaşıp varlığınızı teslim edinceye kadar o cehalet kirliliğinden temizlenin. Sizlerden kim müşkillerde kalsa da ya da başına eziyetler gelse de, cehaletten, fenalardan sakınarak varlığını sahibine teslim etsin ve samimi olsun ve arınma içinde olsun. Artık siz bir eminlik içinde olduğunuzda; Allah’ı anlamak için arayışta olanlara, Allah’ı anlamak için bilen kimseleri bulup ziyaret etmek isteyen kimselere yardımcı olun. Artık gücünüzün sahibini bilip teslim edin. Böylece hakikatleri anlayamayan kimselere; cehaletten, fenalardan sakınmaları için hakikatleri anlaşılır güzel bir şekilde anlatın. Allah’ı anlamak için her an arayışta olun. Bu kemalat yolunda kısım kısım hakikatlere ulaşıp, siz aslınızı anladığınızda sebatkâr olun. İşte bunlar her an her yerde hazır olanı bilemeyen kimseler için, kutsal olana teslimiyet içinde olan kimseler için sunulan hakikatlerdir. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve bilenlerden olun. Doğrusu Allah’ı anlayamayanlar daha fazla zorluklardadır.

 

-197-

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ

El haccu eşhurun malûmât fe men farada fîhinnel hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc ve mâ tefalû min hayrın yalemhullâh ve tezevvedû fe inne hayraz zâdit takvâ vettekûni yâ ulîl elbâb

el haccu : hac, özel niyet, Allah’ı anlamak için arayış, maksat
Eşhurun malumatin : aylar, iç dünya, enfus, medeniyet, meşhur, bilinen, bilgi
Fe men farada : artık, kim, farz, gerekli, yük, icabet,
Fe hinne el hacc : o zaman, işte, onlarda, Allah’ı anlamak için arayış
Fe lâ refese : artık, o zaman, yok, ayıp, çirkin söz, yanaşmak
ve lâ fusûka : yok, fasıklık, çıkmak, cehalate sapmak,
ve lâ cidâle : yok, kavga, tartışmak,
fi el hacc : Allah’ı anlamak için arayış, özel niyet, maksat,
ve mâ tefalû min hayrın : ne, şey, değil, yaparsanız, hayırlı olan, iyi haller,
Yalem hu allâh : bilen, bilir, o hakikatler, Allah
ve tezevvedû : tedarik, bilgilenmek, ürün, verilen, azık
Fe inne hayra el zâdi : böylece, hayırlı olan, güzel davranış, doğuş, azık, çok olan
et takvâ : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak
ve ittekû-ni : fenalardan sakının, ortak koşmayın, korunmak, bana
Ya ulî el elbâbi : ey akıl sahipleri, aklını işleten, aklını hakikatlerle kullanan

 

197- Allah’ı arayış iç âleminizi bilmekten başlar. Artık Allah’ı anlamak için arayışta olan, o yola icabet eden kimseler çirkin söz söylemesinler ve hakikatlerden cehalete sapmasınlar ve Allah’ı anlamak için olan o arayışta kavga haline girmesinler. Sizden Allah’ın o hakikatlerini bilenler, hep hayırlı çalışmalar olurlar ve hakikatlerin bilgileriyle donanırlar. Böylece güzel davranışlarda olan o kimseler fenalardan sakınırlar. Ey aklını hakkikatler ölçüsüyle işletenler! Fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.

 

-198-

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُم مِّنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُواْ اللّهَ عِندَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِن كُنتُم مِّن قَبْلِهِ لَمِنَ الضَّآلِّينَ

Leyse aleykum cunâhun en tebtegû fadlan min rabbikum fe izâ efadtum min arafâtin fezkurûllâhe indel meşaril harâm vezkurûhu kemâ hedâkum ve in kuntum min kablihî le mined dâllîn

Leyse aleykum cunahun : değil, üzerinizde, size, günah, vebal
En tebtegu : aramak, istemek, talep,
Fadlan min rabbi-kum : lütuf, Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
Fe iza efadtum : artık, ulaştığın zaman, gelmek, toplanmak, elde etmek,
min arafâtin : ariflik, bilmek, bilgilere, hakikatleri bilmek,
fe uzkurû Allah : artık, o zaman, zikredin, anın, anlayın, anlatın, Allah
İnde : yanında, katında, ona ait,
el meşari el harami : duygu, açık yol, anlayış, kutsal olan, işaret , şuur
ve uzkurû-hu : zikredin, anın, anlayın,
Kemâ heda kum : gibi, şeklinde, dogru yola sevk eden, hidayet, siz
Ve in kuntum minkabli hi : doğrusu, siz oldunuz, idiniz, önceden,
Le min ed dâllîne : elbette, doğrusu, cehalete sapmış, dalalette olanlardan

 

198- Rabbinizin lütuflarını aramanızda sizlere bir vebal yoktur. Böylece hakikatlerin bilgilerine ulaştığın zaman, Allah’ı anın. Böylece o kutsal yolda hep o hakikatler üzere olun ve size yol gösterildiği gibi O’nu anın. Doğrusu sizler daha önce dalalet içindeydiniz.

 

-199-

ثُمَّ أَفِيضُواْ مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Summe efîdû min haysu efâdan nâsu vestagfirûllâh innallâhe gafûrun rahîm

Summe efidu min haysu : sonra, geliştirmiş, topluca gelmek, dökmek, her yer,
Efada el nâsu : açıklanmış, özenli, gelmek, geliştirmiş, insan, kişi, kimse
ve istagfirû allah : istiğfar, mağfiret, bağışlamak, temizlenmek, Allah
İnne Allâh gafur rahim : muhakkak, Allah, bağışlayan, mağfiret,
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

199- Böylece her nerede olursanız olun, bir gelişim içinde kendinizi geliştiren kimselerden olun ve Allah’ın mağfiretini anlayın. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-200-

فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ

Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ ve mâ lehu fîl ahirati min halâk

Fe iza kadaytum : böylece, olduğunda, tamamlamak, takdir, yapmak,
menâsike-kum : usül, yol, tarz, siz
fe uzkurû Allah : artık, o zaman, zikredin, anın, anlayın, Allah
Ke zikri kum : gibi, anmak, anlamak, siz,
abae kum : anne babalarınız, atalarınız
Ev eşedde zikren : veya, yada, daha fazla, kuvvetli şiddetli, anmak, anlamak
Fe min en nâsi : artık, insanlardan
Men yekulu rabbe na : kim, kimse, der, rabbimiz
Ati na fi el dunya : vermek, sunmak, biz, dünyada, yaşamda,
Ve ma lehu fi el ahiret : değil, şey, ne, onun, sonunda, ahiret
min halâkın : yaratıcı, yaratanı anlamak, halkeden, bir pay

 

200- Artık sizler usûllere uyduğunuzda, atalarınızı andığınız gibi Allah’ı anın, anlatın, hatta daha güçlü anlayın, anlatın. Fakat insanlardan bazı kimseler: Rabbimiz! Bize dünyalık ver, derler. Onlar sonunda yaratıcıyı anlayacak değillerdir.

 

-201-

وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr

Ve minhum yekulu rabb na : onlardan, der, söyler, rabbimiz
Ati na fi el dunya : bize ver, sun, dünyada, yaşamlarında,
hasenat : hayırlı, iyi, güzellik
ve fî el âhirati : sonunda,
hasenat : hayırlı, iyi olan, güzellik
ve kı nâ azabe el nar : koru, biz, azap, sıkıntı, ateş, yakıcı haller

 

201- Onlardan bazıları da: Rabbimiz! Bize dünyada hayırlı çalışmalarda olmayı nasip et ve sonunda da hayırlı olmayı nasip et ve yakıcı hallerden bizi uzak tut, derler.

 

-202-

أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ

Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb

Ulâike lehum nasibun : işte onlar, nasip, pay, karşılık, verilen, edinilen,
Mimma kesebû : şeyler, kazandılar, derece, yaptıkları,
ve Allâh seriu el hesab : Allah, seri, çabuk, hesap, karşılık,

 

202- İşte onların yaptıkları çalışmalardan dolayı, elde ettikleri nasipler vardır. Allah’ın hesabı seridir.

 

-203-

وَاذْكُرُواْ اللّهَ فِي أَيَّامٍ مَّعْدُودَاتٍ فَمَن تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَن تَأَخَّرَ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقَى وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Vezkurûllâhe fî eyyâmin madûdât fe men teaccele fî yevmeyni fe lâ isme aleyhi ve men teahhara fe lâ isme aleyhi li menittekâ vettekûllâhe ve alemû ennekum ileyhi tuhşerûn

ve ezkurû allah : anın, anlayın, zikredin, Allah
fî eyyâmin : güzellik, hayırlı, iyi bir halde, doğruluk, günler,
madudatin : günler, belirli, sayılı, vakit
Fe men teaccele : artık, kim, acele eder, çabuk, gayretli
Fî yevmeyni : içinde, günler, günlerini,
Fe la isme aleyhi : artık, yok, günah, vebal, onun üzerine, ona
ve men teahhara : kim, sonraya, tehir, başka
Fe la isme aleyhi : artık, yok, günah, vebal, onun üzerine, ona
Li men ittekâ : için, kim, kimse, fenalardan sakınmak,
ve ittekû Allah : fenalardan sakınmak, ortak koşmamak, Allah
ve alemû : bilin, anlayın,
enne-kum ileyhi tuhşerun : olduğunuzu, siz, onda, onun, toplanmak, birlik

 

203- Allah’ı anın. Vaktinizi doğruluk içinde, hakikatleri anlama içinde geçirin. Hakikatleri anlamada günlerini gayret içinde geçiren kimse vardır, artık ona bir vebal yoktur ve kimi de tehir eder durur. Fenalardan sakınma içinde olan kimselerin üzerlerinde bir vebal yoktur. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve hepinizin O’nun birliği içinde olduğunuzu bilin.

 

-204-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ

Ve minen nâsi men yucibuke kavluhu fîl hayâtid dunyâ ve yuşhidullâhe alâ mâ fî kalbihî ve huve eleddul hısâm

ve min en nâsi : insanlardan
Men yucibu ke : kim, kimse, hayret, merak, acayip, şaşkın, sen
kavlu-hu : onun sözü, konuşmaları,
fî hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, yaşamlarında,
ve yuşhidu Allâh : tanık, bilmek, bilir, şahit olmuş, Allah
Ala ma fi kalbi-hi : üzerine, için, içinde, onun kalbi, idraki,
ve huve eleddu el hısam : o, çetin, şiddetli, yaman, hasım, rakip, düşman

 

204- İnsanlardan bazıları dünya hayatı hakkında öyle sözler söylerler ki, sen hayret edersin. Kalblerinde olan şeyler hakkında Allah’ı biliyor sanırsın. İşte o yaman bir rakiptir.

 

-205-

وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ

Ve izâ tevellâ seâ fîl ardı li yufside fîhâ ve yuhlikel harse ven nesl vallâhu lâ yuhıbbul fesâd

ve izâ tevella : olduğunda, döndü, döner durur,
sea fi el ard : çalışmak, yeryüzü
Li yufsidu fiha : için, fesat, bozgunculuk, orada
ve yuhlike el hars : helak etmek, yok etmek, yazık, kültür, ürün, bilgi,
ve en nesle : nesil, soy, sop, kuşak,
ve Allâh la yuhıbbı : Allah, yok, sevgi, aşk, muhabbet,
el fesad : fesat, bozgunculuk, ikilik çıkaran,

 

205- O kimse yeryüzünde bir çalışma, bir gayret içinde döner durur. Fakat o kimse orada ikilik, bozgunculuk içinde ve gönüllere sunulacak hakikatlerin bilgilerini ve gelecek nesilleri helak etme içindedir. İkilik, bozgunculuk içinde olanlarda Allah sevgisi yoktur.

 

-206-

وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ

Ve izâ kîle lehuttekıllâhe ehazethul izzetu bil ismi fe hasbuhu cehennem ve le bisel mihâd

ve izâ kile lehu : denildiğinde, söylemek, ona
Itteku allâhe : fenalardan sakın, ortak koşma, Allah
ehazet-hu : edinmek, sarılmak, o,
el izzet : izzet, yücelik, değer, itibar, şeref
bi el ismi : vebal, günah
Fe hasbu hu cehennem : artık, hakkında, onun hali, durumu, cehennem, cehalet
ve le bise el mihad : elbette, ne kötü, yatak, bulunduğu yer, hal,

 

206- Ona fenalardan sakın, Allah’a ortak koşma denildiği zaman; hemen yüceliğe, üstünlüğe, vebale sarılır ve onun hâli cehaletin cehennemidir ve bulunduğu hâl ne kötüdür.

 

-207-

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ

Ve minen nâsi men yeşrî nefsehubtigâe mardâtillâh vallâhu raûfun bil ıbâd

ve min en nâsi men : insanlardan, kimi, kimse,
yeşri nefs hu : verir, feda eder, satar, karşılık, değişir, nefs, kendini
İbtigae : arzu, istek, aramak, ulaşmak,
mardâti Allâh : rıza, huzur, tatmin, Allah,
ve Allâh rauf : Allah, şefkat, merhamet, rauf olan,
bi el abid : kullar

 

207- İnsanlardan kimi, Allah’ı anlamanın huzuruna ulaşmak için kendini feda eder. Allah kullarına şefkati verendir.

 

-208-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenûdhulû fîs silmi kâffeten ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn

yâ eyyuhâ elllezine amenu : ey imen edenler
Udhulû : girin, dahil olun,
fi el slam : barış, huzur, huzura teslim olmak,
kaffet : hepiniz, topluca
ve lâ tettebiû : yok, uymak, tabi olmayın, uymayın
Hutuvâti el şeytan : adımlar, halleri, şeytani haller, kötülükler
inne-hu lekum aduv mubin : muhakkak ki o, sizin, düşman, apaçık

 

208- Ey iman edenler! Hepiniz barış ve huzur üzere olun ve şeytani hallere tâbi olmayın. Muhakkak ki sizin o halleriniz apaçık düşmanınızdır.

 

-209-

فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Fe in zeleltum min badi mâ câetkumul beyyinâtu falemû ennallâhe azîzun hakîm

Fe in zelel-tum : artık, öyleki, yanılan, hata eden, ayağı kayan, siz
min badi : sonradan
mâ câet kum : şey, ne, değil, gelen, sunulan, siz,
el beyyinat : apaçık deliller, açıklama, görünen,
Fe alemu : artık, o zaman, bilin,
enne Allâh aziz : olduğu, Allah, tüm niteliklerin yüce sahibi,
hakim : hakim olan, hüküm hikmet sahibi,

 

209- Apaçık deliller size sunulduktan sonra, o hallerinize uyarsanız hata edersiniz. Artık varlığın tüm niteliklerinin yüce sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilin.

 

-210-

هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن يَأْتِيَهُمُ اللّهُ فِي ظُلَلٍ مِّنَ الْغَمَامِ وَالْمَلآئِكَةُ وَقُضِيَ الأَمْرُ وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ

Hel yenzurûne illâ en yetiyehumullâhu fî zulelin minel gamâmi vel melâiketu ve kudiyel emr ve ilâllâhi turceul umûr

hel yenzurûne : bakıp görmezlermi?
İlla en yetiye hum Allah : ancak, sadece, gelmesi, sunulması, Allah
Fi zulalin min el gamâmi : gölge, semayı örten, bulut, nuru ile kaplanmak, örtülü
ve el melâiketu : güç kuvvet, her varlıktaki güç, melekler
ve kudiye el emr : takdir, düzen, tamamlamak, işleyiş
ve ilâ Allâh turceu : ancak, Allah’a, aslına, döndürülür, döndürüp durur,
el emr : iş, işleyiş, hüküm, varlıktaki işleyiş,

 

210- Allah’ın onlardaki tecellilerini, tüm varlığın O’nun nuruyla kaplandığını ve her varlıktaki gücü ve işleyişin takdirini ve bütün varlıktaki işleyişi her an Allah’ın döndürdüğünü, bakıp ta görmezler mi?

 

-211-

سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُم مِّنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَن يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Sel benî isrâîle kem âteynâhum min âyetin beyyineh ve men yubeddil ni’metallâhi min ba’di mâ câethu fe innallâhe şedîdul ikâb

sel : sor, araştır, sorgula, anla,
benî isrâîle : İsrailoğulları, hakk yolunda olanlar, Yakuboğulları
Kem âteynâ-hum : ne, kaç, nice, verdik, sunduk, onlar,
min ayetin beyyinetin : ayet, delil, işaret, açıklanmış, apaçık deliller
ve men yudebbil : kim, değiştiririr, değişim içine olur,
nimet allâh : nimet, ilim, fayda, yarar, lütuf, tecelli, Allah
Min badi mâ câet-hu : sonra, ondan sonra, şey, ne, değil, gelen, sunulan, o
Fe inne Allah : artık, böylece, muhakkak, Allah,
şedid el akabe : daha fazla, şiddetli, zorluk, güçlük, müşkil,

 

211- Hakk yolunda olanlara sor; onlar sunduğumuz nice apaçık deliller üzere oldular. Allah’ın nimeti kendine sunulduktan sonra, kim onu bir değiştirme içinde olursa, artık muhakkak ki o Allah’ı anlamada büyük müşkillerde kalır.

 

-212-

زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ

Zuyyine lillezîne keferûl hayâtud dunyâ ve yesharûne minellezîne âmenû vellezînettekav fevkahum yevmel kıyâmet vallâhu yerzuku men yeşâu bi gayrihisâb

Zuyyine : süs, değer, çıkar, kendi çıkarı için,
li ellezine keferu : hakikatleri görememezlikten gelen kimseler
el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı, yaşantılarında
ve yesharûne : küçük görme, önemsememe, alay ediyorlar
min ellezîne amenu : iman edenleri, inanan kimse
ve ellezine ittekav : o kimseler, fenalardan sakınıp bir iman içinde olan
fevka-hum : üstünde, üst derece, ileri, hep yukarı, onların
yevme el kıyâmeti : diriliş günü, hakikatler orta çıktığı gün, ölüm vakti,
ve Allâh yerzuku : Allah, rızık, nimet, varlığın nitelikleri, bilgiler, hakikatler
men yeşâu : kim, kimse, ister, isteyen, anlamak isteyen kimse
bi gayri hisab : hesabsız, sonsuz, beklentisiz,

 

212- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, yaşantılarında hep kendi çıkarları için hareket ederler ve iman eden kimseleri önemsemezler. Fenalardan sakınan kimseler ise, ölünceye kadar hep hakikatler için ileri giderler ve Allah’ın nimetlerini anlamak isteyen kimseye sonsuz bir ilim sunulduğunu bilirler.

 

-213-

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلاَّ الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Kânen nâsu ummeten vâhıdeten fe beasallâhun nebiyyîne mubeşşirîne ve munzirîne ve enzele meahumul kitâbe bil hakkı li yahkume beynen nâsi fî mâhtelefû fîhi ve mâhtelefe fîhi illellezîne ûtûhu min badi mâ câethumul beyyinâtu bagyen beynehum fe hedâllâhullezîne âmenû li mâhtelefû fîhi minel hakkı bi iznihî vallâhu yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustakîm

Kâne el nas ummet vahidet : oldu, insanlar, topluluk, ümmet, bir, tek,
Fe beas allâhu : böylece, ortaya çıkma, gönderdi, Allah
en nebiyyîn : nebiler, haberci, hakikatleri bildiren,
mubeşşir : müjde, ümit veren, bildiren, sevindiren
ve munzirîne : uyarıcılar, hakikatleri anlatan uyaran
ve enzele mea hum : indirdi, sundu, birlikte, beraber, onlar
el kitâbe : kitap, ilahi sözler,
bi el hakkı li yahkume : hak ile, gerçek, doğru, hüküm, karar,
Beyne en nâsi : arasında, insanlar
Fi ma ıhtelefû fihi : için, şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında
ve mâ ıhtelefû fihi : şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında,
illâ ellezîne : sadece, ancak o kimseler
ûtû-hu : ona verildi
Min badi mâ câet-hum : sonra, şey, ne, değil, gelen, sunulan, onlar
el beyyinâtu : apaçık deliller, açıklamalar,
Bagyen beyne hum : düşmanlık, haset, zulüm, aralarında
Fe hedâ allâhu : artık, yol göstermek, hidayet, Allah
Ellezîne amenu : o kimseler, onlar, iman eden, inanan
li mâ ıhtelefû fihi : için, şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, onun hakkında,
min el hakkı : haktan
bi izni-hi : yetkili, izin, ruhsat,
ve Allâh yehdi : Allah, yol göstermek, hidayet ulaştırır, rehber,
men yeşâu : kim, isterse
ilâ sırâtın mustakîmin : dosdoğru hakikatlerin yolu,

 

213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah’ı anlatan ve hakikatleri anlatıp uyaran nebiler ortaya çıktı. İnsanlar arasında doğru hükümler verilebilmesi için, onlarla beraber ilahi sözler sunuldu. Onlara apaçık deliller sunulduktan sonra, o hakikatler hakkında ayrılığa düştüler. Onların aralarında düşmanlıklar, hasetlikler oluştu. Ancak iman edenler Allah’a yol buldular. İhtilafa düştükleri şeylerin hakikatlerini, bütün her şeyde yetkili olan O’nda buldular. Dosdoğru hakikatin yolunda olmak isteyen kimse Allah’a yol bulur.

 

-214-

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ

Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ yetikum meselullezîne halev min kablikum messethumul be’sâu ved darrâu ve zulzilû hattâ yekûler resûlu vellezîne âmenû meahu metâ nasrullâh e lâ inne nasrallâhi karîb

em hasibtum : yoksa zanmı ettiniz, sandınız,
en tedhulû el cennet : girmek, dahil olmak, cennet, huzur
ve lemmâ yeti kum : olmadıkça, olduğunda, gelir, sunar, siz,
mesele : durum, haller
Ellezine halev min kabl kum : o kimseler, gelip geçen, önceden, sizden önce
messet-hum el besau : dokundu, isabet etti, onlar, müşkil, sıkıntı, azap
ve el darrâu : zarar, sıkıntı, felaket
ve zulzilû : sarsılmak, kendine gelmek,
Hattâ yekule el resul : söyledi, anlattı, dedi, resul, hakikati gösteren
ve ellezine amenu : o kimseler, iman eden, inanan,
mea hu : beraber, birlikte, o
Meta nasru allâh : ne zaman, her an, yardım, zafer, Allah
E la inne nasra : değil mi, muhakkak, yardım,
Allâh karib : Allah, yakınlık

 

214- Sizlerden önce gelip geçen kimselerin başlarına gelen müşkiller ve sıkıntılar ve kendilerine gelmek için yaptığı mücadeleler, sizin başınıza gelmeden, siz hiç mücadele etmeden huzur bulacağınızı mı zannettiniz? Resul, onunla beraber iman eden kimselere, Allah’ın yardımı her zaman vardır, diye söyledi. Yakınlığı anlamak isteyenlere Allah her zaman yardım eden değil midir?

 

-215-

يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ مَا أَنفَقْتُم مِّنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

Yeselûneke mâzâ yunfikûn kul mâ enfaktum min hayrin fe lil vâlideyni vel akrabîne vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîl ve mâ tefalû min hayrin fe innallâhe bihî alîm

yeselûne-ke : sana soruyorlar, sorarlar,
Mâzâ yunfikune : ne, nasıl, infak etmek, vermek, infak hakkında
Kul mâ enfaktum : anlat, de ki, şey, ne, değil, infak, vermek, siz
min hayrin : hayırlı, iyi olan, dosdoğru, mal, faydalı, nimet, mülk,
Fe li el vâlideyni : anne baba için
ve akrabîne : akrabalar, yakınlar
ve yetâmâ : yetimler, kendi inançlarından kopan,
ve el mesâkîni : miskin, çaresiz, hakikatlerin müşkilinde olan,
ve ibni es sebîli : hakikate yol alan,
ve mâ tefalû min hayrin : şey, ne, değil, yaparsanız, hayırlı iyi çalışma,
fe inne Allâh bihi alim : muhakkak, Allah, onu, o şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

215- Sana infakın nasıl olacağını soruyorlar. De ki: Siz ne infak edecekseniz bir hayr içinde yapın. Anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere, hakk yolunda olanlara ne yaparsanız hayr içinde yapın. Muhakkak ki Allah her şeydeki ilmin sahibidir.

 

-216-

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum ve asâ en tekrahû şeyen ve huve hayrun lekum ve asâ en tuhıbbû şeyen ve huve şerrun lekum vallâhu yalemu ve entum lâ talemûn

Kutibe aleykum : yazıldı, kitap, üzerinizde,
el kital : gayret, mücadele, öldürme, mahvetme, yazıketme,
ve huve kurhun lekum : o, olan, küçük görmek, kerih, hoşa gitmeyen, size
Ve asa tekrehu şeyen : umulur, kerih, küçük görmek, hoşa gitmeyen, bir şey
ve huve hayrun lekum : o, hayırlı olan, iyi olan, size
Ve asa tuhıbbu şeyen : umulur, sevmek, aşk, muhabbet, bir şey
ve huve şerrun lekum : o, şer, kötü olan, zararlı, size,
Ve Allah yalemu : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir, bilin
ve entum la talemun : siz, yok, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

216- Üzerinizdeki yazılı olan hakikatleri anlamak için mücadele edin. Var olanları küçük görmeyin, küçük gördüğünüz şeyler belki sizin için hayırlıdır ve belki sevdiğiniz şeyler sizin için şerdir. Allah ilmin sahibidir. Sizler ilmin sahibi değilsiniz.

 

-217-

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Yeselûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîhi kul kıtâlun fîhi kebîr ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh vel fitnetu ekberu minel katli ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat amâluhum fîd dunyâ vel âhiret ve ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

Yeselûne ke : soruyorlar, sorarlar, sana
an el şehri : iç alem, enfus, ay, meşhur, teşhir olan, açığa çıkan,
el harami : kutsal, haram,
Kıtalin fihi : mücadele, gayret, onun hakkında, onun içinde
Kul kıtalun : anlat, deki, bildir, mücadele, gayret,
fihi kebîrun : onun hakkında, içinde, büyük
ve saddun : men etmek, engellemek,
an sebil Allah : yol, hakikatler, Allah,
Ve kufrun bi-hi : hakikatleri örtmek, onu
ve el mescidi el harâmi : kutsal olana teslim olmak, yönelmek,
ve ihrâcu ehli hi : dışarı, çıkarmak, ortaya çıkarmak, ehli, sahip, halk, o
Minhu ekber inde allâh : ondan, oradan, büyük, yüce, katında, Allah
ve el fitnetu : fitne, arabozuculuk, kargaşa, haktan ayıran her şey
Ekber min el katli : büyük, daha büyük, tehlikeli, öldürmek, dağıtmak,
ve lâ yezâlûne : yok, zail olmazlar, geri kalmazlar
yukâtilûne-kum : savaşmak, mücadele etmek, sizinle savaşırlar
Hatta yeruddû-kum : hatta, döndürürler, reddetmek, siz,
an dini-kum : din hakkında, sizi
in istetâû : eğer, şayet, güç, güçleri yetse
Ve men yertedid min-kum : kim, dönmek, cehalete dönmek, sizden
an dini-hi : din hakkında, varlığın yaratılış yasaları, o
fe yemut : böylece, o taktirde ölür, kaybeder
ve huve kafirun : o, hakikatleri örtmek
Fe ulaike habitat : artık, işte onlar, boşa giden,
amal hum : amelleri, çalışma, onlar
fî el dunyâ ve el ahiret : dünyada, yaşarken ve sonunda,
Ve ulaike ashâbu : işte onlar, sahip, halk, hali,
en nâri : ateş, yakıp yıkıcılık
Hum fiha halidin : onlar, orada, o halin içinde, devamlı,

 

217- Sana kutsal olan o iç âlemin hakikatlerini anlamak için mücadeleyi soruyorlar. De ki: O büyük bir mücadeledir. Allah yolunda hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeyi engellemektir. Kutsal olana teslim olmaktır. Allah’a ait olan o yüce hakikatleri ortaya çıkarmak, ehil olmaktır. Fitne öldürmekten daha tehlikelidir. Sizlerden dinin hakikatlerini anlamak isteyenlere karşı, güçleri yettiğince sizleri yolunuzdan döndürmek için mücadele eden, geri durmayanlar vardır. Kim, sizden o varoluş yasalarını anlamayı bırakıp, cehalete dönerse, işte onlar kaybedenlerdir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir. İşte onların amelleri, yaşarken ve sonunda boşa gitmiştir. İşte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.

 

-218-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

İnnellezîne âmenû vellezîne hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi ulâike yercûne rahmetallâh vallâhu gafûrun rahîm

inne ellezîne amenu : muhakak ki onlar, iman eden, inanan
ve ellezîne haceru : o kimseler, hicret, cehaletten irfaniyete yol alan
Ve cahedu : gayret, mücadele, hakikatleri anlamak,
fî sebîli allâh : hakikatler için, hakikatler hakkında, Allah’ın yolunda
Ulâike yercune : işte onlar, arzu, ümit, umut,
rahmete allâh : Allah’ın rahmeti
Ve Allâh gafur : Allah, mağfiret, temizleyen, tertemzi lütuflar sunan
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

218- Muhakkak ki iman edenler ve cehaletten irfaniyete yol alanlar ve Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterenler, işte onların arzusu Allah’ın rahmetinde olmayı arzu etmektir. Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-219-

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

Yeselûneke anil hamri vel meysir kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu lin nâsi ve ismuhumâ ekberu min nefihimâ ve yes’elûneke mâzâ yunfikûn kulil afve kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn

yeselûne-ke : sorarlar, araştırırlar, sana,
an el hamr : şarap, içki, aklı örten, uyuşturan
ve el meysiri : oyun, şans, kolaylık, kumar
Kul fi hima : anlat, de, söyle, onlarda,
ismun kebîrun : günah, vebal, büyük
ve menâfiu li el nas : fayda, yarar, ibret, insanlara
ve ismu-humâ ekber : vebal, günah, yanlış, onlarda, büyük
min nefi hima : fayda, yarar, menfaat çıkaran, çıkarcı
Ve yeselûne-ke : sana soruyorlar, sorarlar,
Mâzâ yeunfikune : ne, nasıl, infak etmek, varlığını sahibine teslim etmek
Kul el afv : anlat, bağışlamak, bağışlayıcı olmak
Kezalike yubeyyinu allâh : işte böyle, açıklıyor, gösteriyor, apaçık delillerle, Allah
Lekum el ayeti : size, ayetler, işaretler, deliller,
Lealle kum tetefekkerûne : umulurki siz, tefekkür edersiniz, düşünürsünüz

 

219- Sana aklı örten, uyuşturan şeyleri ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda büyük vebal vardır ve insanlar için ibretler de vardır ve onların vebali ibretinden daha büyüktür. Sana infakın nasıl olacağını sorarlar. De ki: O bir bağışlamadır. İşte Allah ayetleri size apaçık delilleriyle ortaya koyandır. Umulur ki siz hakikatlere ulaşmak için düşünürsünüz.

 

-220-

فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Fîd dunyâ vel âhirat ve yeselûneke anil yetâmâ kul ıslâhun lehum hayr ve in tuhâlitûhum fe ıhvânukum vallâhu yalemul mufside minel muslihi ve lev şâallâhu le anetekum innallâhe azîzun hakîm

fî el dunyâ ve el ahiret : dünya için, yaşam ve sonları, sonunda,
ve yeselûne-ke : sana soruyorlar, sorarlar
an el yetâmâ : yetimler, atalarının inancından kopup hakikati arayan
Kul ıslâhun lehum hayrun : anlat, ıslah etmek, düzeltmek, onları, hayır, iyi olan
ve in tuhâlitû-hum : eğer, şayet, karıştırıcı, karışırsanız, katılırsanız
Fe ıhvânu-kum : artık, kardeş, yoldaş, dost, siz,
ve Allâh yalemu : Allah, ilmin sahibi, bilin
El mufsid : fesatlık, arabozucu, ikilik çıkarmak,
min el muslihi : ıslah edenlerden, iyileştirme
ve lev şae Allah : şayet, olsa, ise, eğer, istek, Allah
Le anete-kum : elbette, günah, fesat, sıkıntı, müşkil, kötülük, siz
inne Allâh aziz : olduğu, Allah, tüm niteliklerin sahibi, sıfatların sahibi,
hakim : hakim olan, tüm varlığa hakim olan,

 

220- Bunlar yaşamınız ve sonunuz için açıklamalardır. Atalarının inancından kopup hakikati arayanlar hakkında sana sorarlar, de ki: Onlara hakikatler yolunda ıslah olmaları için hayırlı bir şekilde yardım edin. Onlar sizinle aynı düşüncelere katılırlarsa, artık onlar sizin yoldaşınızdır. Allah’ın ilmin sahibi olduğunu unutmayın. İkiliğe, bozgunculuğa karşı iyileştirme düzeltme yolunda olun. Eğer isterseniz elbette sizin müşkillerinizi Allah giderir. Muhakkak ki Allah tüm sıfatların sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-221-

وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُواْ الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُواْ وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

Ve lâ tenkihûl muşrikâti hattâ yuminne ve le emetun mu’minetun hayrun min muşriketin ve lev acebetkum ve lâ tunkihûl muşrikîne hattâ yuminû ve le abdun muminun hayrun min muşrikin ve lev acebekum ulâike yedûne ilen nâr vallâhu yedû ilel cenneti vel magfireti bi iznihi ve yubeyyinu âyâtihî lin nâsi leallehum yetezekkerûn

ve la tenkihû : yok, nikah, uygunluk, birleştirme,
el müşrikat : müşriklik yolunda olan, müşrikliğe meyleden
hattâ yuminne : hatta, oluncaya, iman, inanan,
ve le emetun muminetun : elbette, ulus, çalışan, uğraşan, iman etmeye adım atmış
Hayrun min muşriketin : hayırlı olan, iyi olan, müşriklik yolunda olan,
ve lev acebet kum : eğer, ise, hayret, acayip, farklı, hoş, siz
ve la tenkihû : yok, nikah, uygunluk,
el müşrikin : müşrik olan, ortak koşan
hattâ yuminne : hatta, oluncaya, iman, inanan,
ve le abdun müminin : elbette, kul, kulluk, mümin, emin olan, inanan
Hayrun mim müşrikin : hayırlı, iyi olan, ortak koşan, müşrik olan
ve lev acebe kum : eğer, ise, hayret, acayip, farklı, hoş, siz
ulâike yedûne : işte onlar, davet, çağrı,
ila el nar : ancak, sadece, ateş, yakıp yıkıcı haller,
Ve Allah yedu : Allah, davet, çağrı, aramak,
ilâ el cennet : huzur, huzur üzere, cennet,
ve el magfireti : mağfiret, bağışlama, tertemiz yapan,
bi izni hi : mağfiret, bağışlama, izin, yetkili, ruhsat, o
ve yubeyyinu : açıklıyor, beyan, delilleriyle ortaya koyan
Ayati hi li el nas : ayet, işaret, delil, o, insanlara
lealle-hum yetezekkerûne : umulur ki onlar, tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakan

 

221- İman etmedikleri müddetçe müşriklik yolunda olanlarla bir araya gelmeniz uygun değildir. Eğer sizin gittiğiniz yolu sevmişse, elbette iman etmek için çalışan kimse, müşriklik yolunda olandan daha hayırlıdır. İman etmedikleri müddetçe müşrik olanlarla da bir araya gelmeniz uygun değildir. Eğer sizin gittiğiniz yolu sevmişse, elbette iman edip Allah’a kul olan kimse, müşrik olandan daha hayırlıdır. Müşrik olanların daveti ateşedir. Allah’ın davetine uyanlar huzur üzere olurlar ve her şeyde O’nun yetkili olduğunu bilirler, mağfireti anlarlar. İşte insanlar için ayetler apaçık açıklanır. Umulur ki onlar varoluşu düşünüp anlarlar, o hakikatlerle bu âleme bakarlar.

 

-222-

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ

Ve yeselûneke anil mahîd kul huve ezen fatezilûn nisâe fîl mahîdi ve lâ takrabûhunne hattâ yathurne fe izâ tetahherne fetûhunne min haysu emerekumullâh innallâhe yuhıbbut tevvâbîne ve yuhibbul mutetahhirîn

ve yeselûn ke : soruyorlar, sorarlar, araştırırlar, sana,
an el mahid : akmak, adet kanaması, kirliliğin akması, yer, aslı, içyüzü
Kul huve : anlat, deki, o, o durum, o olay
ezen : eza, zor süreç, ıstırap, kibirden geçmek, sıkıntı, koparmak
fe ıtezilu : bu yüzden, uzak durun, yaklaşmayın, dokunmayın,
el nisae : nefsini tanıma yolunda olan, kadın
fî el mahîdi : akmak, yer, beşik, döşenmiş
ve lâ takrabûhunne : yok, yaklaşmak, onlar
hattâ yathurne : hatta, olunca, temizleninceye kadar, arınmak
fe izâ tetahherne : artık, o zaman, sonra, temizlenmek, arınmak,
Fe etuhunne min haysu : artık, sonra, gelmek, bulmak, onlara, yerden
emere-kum Allâh : hüküm, emir, iş, siz, Allah
inne Allâh yuhıbbu : muhakkak, Allah, sevgi, sever, aşk,
et tevvâbîne : tövbe edenler, yaptığı hatadan dönen,
ve yuhibbu : sever, sevgi, aşk, sevgi içinde olan,
el mutetahhirin : arınan, temizlenen, temizlenmek,

 

222- Sana kirliliğin akması hakkında sorarlar. De ki: O bir eziyettir. Bu yüzden nefsini tanıma yolunda olanlara kirlilikten geçinceye kadar dokunmayın. Onlar temizleninceye kadar yaklaşmayın. Artık onlar temizlendiğinde, Allah’ın hükümleri ölçüsünce onlara yakınlaşın. Muhakkak ki yaptıkları hataları anlayıp dönenler, Allah sevgisine ulaşırlar ve kendilerini hakikatlerle temizleyenler bir sevgi içindedirler.

 

-223-

نِسَآؤُكُمْ حَرْثٌ لَّكُمْ فَأْتُواْ حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُم مُّلاَقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ

Nisâukum harsun lekum fetû harsekum ennâ şitum ve kaddimû li enfusikum vettekûllâhe valemû ennekum mulâkûhu ve beşşiril muminîn

nisâu-kum : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, siz,
harsun lekum : ekin, kültür, ekmek, yetiştirmek, geliştirmek, siz
Fe etu harse-kum : artık, gelmek, bulmak, yaklaşmak, kültür, ekin, siz
Ennâ şitum : nasıl, isteme, dileme, arzu,
ve kaddimû : takdim edin, sağlamak, vermek, temin,
li enfus kum : nefsiniz, kendinizi,
Ve itteku allâh : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın
Ve alemû : bilin, anlayın,
Enne kum : olduğu, siz,
mulâkû-hu : kavuşmak, ulaşmak, buluşmak, görüşen
ve beşşir : müjdele, bildir, sevindir, ümit veren,
el müminin : mümin, inanan,

 

223- Siz nefsinizi tanıma yolunda olun, kendinizi hakikatlerle yetiştirin. Öyle ki siz kendinizi yetiştirmede arzulu olun, hakikatlere ulaşın ve kendinizi hakikatlere teslim edin ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve O’nun kendinizde olduğunu bilin ve ümit veren müminlerden olun.

 

-224-

وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ve lâ tecalûllâhe urdaten li eymânikum en teberrû ve tettekû ve tuslihû beynen nâs vallâhu semîun alîm

ve lâ tecalû allah : yok, edinmeyin, kılmayın, yapmayın, Allah
Urdaten : gösteriş, mani, siper,
li eymâni-kum : yeminleriniz, sağ, noksansız, sağlamlık, siz,
en teberrû : erdemlilik, pak, temiz, iyi kimse, hayırlı kimse
ve tettekû : fenalardan sakının, takva sahibi,
ve tuslihû beyne el nas : ıslah edin, düzeltin, uzlaşmacı, arasını, insanlar,
ve Allâh semiun alim : Allah, işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

224- Kendinizi; erdemlilik içinde noksansız görüp, bir gösteriş içinde Allah’ın yerine koymayın, fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın, insanlar arasında uzlaşmacı olun, işittirenin ve ilmin sahibi olanın Allah olduğunu bilin.

 

-225-

لاَّ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِيَ أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ

Lâ yuâhızukumullâhu bil lagvi fî eymânikum ve lâkin yuâhızukum bi mâ kesebet kulûbukum vallâhu gafûrun halîm

lâ yuâhızu-kum Allah : yok, niyet, amaç, alma, edinme, siz, Allah
bi el lagvi : düşüncesizlik, boş, lüzumsuz sözler
fî eymâni-kum : noksansızlık, mükemmel, yemin, sağ,
ve lâkin yuâhızu-kum : lakin, niyet, amaç, alma, edinme, sarılma, siz
bi mâ kesebet : şey, ne, değil, edinmek, kazandığı şeyler ile
kulûbu-kum : kalpleriniz, idrakleriniz,
Ve Allâh gafur : Allah, magfiret eden, tertemiz lütuflar sunan
halim : uysal, sakin,

 

225- Allah hakkında boş lüzumsuz sözler edinmeyin. Siz mükemmeli arama içinde olun ve kalb sahibi olmak için hakikatlere sarılın ve tertemiz lütufları sunanın, güzel halleri sunanın Allah olduğunu bilin.

 

-226-

لِّلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِن نِّسَآئِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَآؤُوا فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Lillezîne yulûne min nisâihim terabbusu erbaati eşhur fe in fâû fe innallâhe gafûrun rahîm

li ellezîne : o kimseler için, onlara, olanlar,
Yulune, ila, : yakınlık, çok istekli, son, nihayet, birlikte, derd, yemin
min nisâi-him : nefsini tanıma yolunda olan, insan olma yolunda olanlar
Terabbusu : beklerler, durmak, yaklaşmamak, bitirmek
erbaat : dört, tamam, rabbine dönmek, vücud sıfatları, rububiyet
eşhurin : ay, meşhur, iç alem, görünen, ortaya çıkan, tecelliler
Fe in fau : böylece, fakat, sonlandırma, bitiş, dönmek,
Fe inne Allâh gafur : muhakkak ki, Allah, magfiret, tertemiz lütuflar sunan
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

226- Nefsini tanıma yolunda olanlardan hakikatleri anlamaya istekli olanlar; fenalara yaklaşmaz, tecellileri anlar, Rabbine döner, sonra da o cahil hallerini bitirirlerse, muhakkak ki tertemiz lütufları sunanın, varlığı özünden varedenin Allah olduğunu anlarlar.

 

-227-

وَإِنْ عَزَمُواْ الطَّلاَقَ فَإِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ve in azemût talâka fe innallâhe semîun alîm

ve in azemû : eğer, ise, azimli, kararlı,
el talak : boşamak, ayrılmak, bırakmak, çözmek,
Fe inne Allâh semiun : muhakkak, Allah, işitmek,
alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

227- Eğer o cahil hallerini bırakmada kararlı davranırlarsa, muhakkak ki işittirenin, ilmiyle varedenin Allah olduğunu anlarlar.

 

-228-

وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ

Vel mutallakâtu yeterabbasne bi enfusihinne selâsete kurûin ve lâ yahıllu lehunne en yektumne mâ halakallâhu fî erhâmihinne in kunne yuminne billâhi vel yevmil âhır ve buûletuhunne ehakku bi reddihinne fî zâlike in erâdû ıslâhâ ve lehunne mislullezî aleyhinne bil marûf ve lir ricâli aleyhinne derecet vallâhu azîzun hakîm

ve el mutallakatu : ayrılmış, bırakmış, boşanmış
yeterabbasne : dururlar, beklerler,
bi enfusi-hinne : enfus, nefis, onlar, kendileri
selasete : akıcı anlaşılır konuşmak, ifadedeki ahenk, üç, birleşmiş
kurûin : dönem, zaman, devir, iki bölüm
ve la yahıllu lehunne : yok, helal, uygun, onlara
en yektumne : gizlemek, saklamak, tutmak,
mâ halaka allah : şey, ne, değil, halk, yaratmak, Allah
fî erhâmi-hinne : içinde, rahimler, özünden gelenler, yakınlar, onlar
in kunne yuminne bi allah : eğer, ise, onlar, iman eder, inanır, Allah
ve el yevmi el âhıri : son güne, sonraki güne, son vakit,
ve buûletu-hunne : eşler, eşlik, aynılık, karakoca, onlar
ehakku : gerçek, doğru, hakikat,
bi reddi hinne : red, kabul etmeme, geri dönme, onlar
Fi zalike in eradu : işte bunda, içinde, eğer, istek, irade, arzu,
ıslaha : ıslah, düzelme, iyileşme, nefsini ıslah etmek,
ve lehunne mislu ellezi : onların, misli, benzer, gibi, aynı, onun gibi, o kimseler
Aleyhinne bi el marufi : onların üzerinde, irfaniyet, bilmek, erdem, fazilet,
ve li el ricâli : için, ileri gelen, bilgili olan, kamil olan, ehil kimse, erkek
Aleyhinne derecetun : onların üzerinde, derece, makam, kademe,
ve Allâh aziz : Allah, tüm niteliklerin yüce sahibi, sıfatların sahibi,
hakim : hakim olan, tüm varlığa hakim olan,

 

228- Onlar nefslerini anlama yolunda cehaletlerini bırakıp beklerler, hakikatlerin akıcı sözlerini zaman içinde anlamaya çalıştıklarında, artık onlara cahil hallerine sarılmak uygun değildir. Eğer onlar Allah’a iman ederler ve sonlarına inanırlarsa, tüm varlığın bir özden geldiğini, halk edilen şeylerin Allah’tan olduğunu anlarlar. İşte böylece eğer düzelmeye istekli olurlarsa, cehalet hallerinden geri dönerlerse, hakikatleri, varlığın birbiriyle eş olduğunu anlarlar ve onlar irfaniyet içinde olanlar gibi olurlar ve onlar makamlarında kemalat içinde olurlar ve tüm sıfatların sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilirler.

 

-229-

الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Et talâku merratân fe imsâkun bi marûfin ev tesrîhun bi ihsân ve lâ yahıllu lekum en tehuzû mimmâ âteytumûhunne şeyen illâ en yehâfâ ellâ yukîmâ hudûdallâh fe in hıftum ellâ yukîmâ hudûdallâhi fe lâ cunâha aleyhimâ fî meftedet bihi tilke hudûdullâhi fe lâ tatedûhâ ve men yeteadde hudûdallâhi fe ulâike humuz zâlimûn

el talâku : bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak,
merratâni : makamlar üzere, kere, birçok, iki kere
Fe imsakun : artık, tutmak, el çekmek, uzak durmak,
bi marafin : belirtilmiş, bilinen, nezaket, irfaniyet içinde,
Ev tesrihun bi ihsânin : yada, bırakmak, terhis, bitirmek, ihsan, güzelce,
ve lâ yahıllu lekum : yok, uygun, helal, size,
En tehuzu mimmâ : almak, edinmek, sarılmak, şeyden
âteytumû-hunne şeyen : verdiniz, bıraktınız, onlar, bir şey
İlla en yehâfâ : ancak, başka, korkmak, çekinmek,
ellâ yukîmâ : değil, ikame etmek, hep o halde durmak, sağlam, diri
hudûda allâhi : Allah’ın hudutları, sınırları, kanunları, mertebe, derece,
Fe in hıftum : artık, eğer, ise, korkmak, çekinmek,
ellâ yukîmâ : değil, yok, ikame, dirilik, sağlamlık
hudûda allâh : Allah’ın hudutları, derece, mertebe, sınırları
Fe lâ cunâha aleyhima : artık, yok, vebal, günah, hata, onların, üzerlerinde
Fi ma iftedet bihi : için, şey, ne, değil, fidye, bedel, vazgeçmek, vermek, ona
Tilke hudûda Allâh : işte bu, hudur, sınır, mertebe, derece, Allah
Fe lâ tatedû-hâ : artık, yok, aşmak, haddi aşmak, onu
Ve men yeteadde : kim, taşkınlık, aşıyor,
hudûda Allâh : hudur, sınır, Allah
Fe ulaike hum el zalimin : artık, işte onlar, zalimler, zulümlerde olan

 

229- Cehalet bağından kurtulmak makamlar üzeredir, öyle ki bir irfaniyet içinde o hallerden el çekmektir, ya da iyi bir şekilde cehaleti anlayıp o halleri bırakmaktır. Bıraktığınız o hallere tekrar dönüp sarılmanız size uygun değildir. Ancak o hallerinize dönmekten korkarsanız, Allah’ı anlamak için makamlara bakın, o sağlam duruştan başka bir hâlde olmayın. Yine de bir korku içinde olursanız, Allah’ı anlamak için her varlıktaki o dirilik şuurundan başka bir hâl üzere olmayın. Artık böyle yapanlar, o hallerden vazgeçenler bir vebal içinde olmazlar. İşte bunlar Allah’ı anlamadaki mertebelerdir. Bundan sonra haddi aşmayın ve kim Allah’ı anlamada, mertebelerinde haddi aşanlardan olursa, işte onlar zalimlerdir.

 

-230-

فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ تَحِلُّ لَهُ مِن بَعْدُ حَتَّىَ تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَن يَتَرَاجَعَا إِن ظَنَّا أَن يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Fe in tallakahâ fe lâ tahıllu lehu min badu hattâ tenkiha zevcen gayrahu fe in tallakahâ fe lâ cunâha aleyhimâ en yeterâceâ in zannâ en yukîmâ hudûdallâh ve tilke hudûdullâhi yubeyyinuhâ li kavmin yalemûn

fe in talak ha : artık, ise, eğer, bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak, o
Fe lâ tahıllu lehu : artık, yok, helal, uygun, ona, sonradan, uzak,
min badu : sonra, sonrası, ardından, sonradan, uzak,
Tenkiha : eklemek, katmak, uygun, nikah, bağlılık,
zevcen : eş, benzer, cins, tür, birlik, aynı yolda olan,
gayra-hu : gayrı, başka, başkası, diğer,
fe in talak ha : artık, bundan sonra, bağı çözmek, bırakmak, ayrılmak, o
Fe lâ cunâha aleyhima : artık, yok, vebal, günah, hata, onların, üzerlerinde
en yeterâceâ in zanna : dönmeleri, zan, sanma, düşünme, zannetme
En yukima : ikame, hep o halde durmak, sağlam, diri,
hudûd allâh : hudud, sınır, hükmü anlama, derece, makam, Allah
Ve tikle hudûda Allâh : işte bu, hudur, sınır, mertebe, derece, Allah
Yubeyyinu ha : açıklıyor, izah ediyor, onu
li kavmin yalemun : için, kavim, topluluk, insanlar, biliyorlar, bilsinler

 

230- Artık o kişi o hallerini bıraktığında, artık onun sonradan o hallere dönmesi uygun değildir. O kişi başka bir yola değil, birlik üzere olan hakikatin yoluna bağlanır. Artık o hallerini bırakan kişi, o haller üzere olanların zanlarından dönmeleri ve Allah’ın hükümlerini anlamada sağlam bir duruşta olmaları için, onlara yardım etmesinde ona bir vebal yoktur. İşte bunlar Allah’ı anlamadaki mertebelerdir, bilmek isteyen kimselere o hakikatleri açıklamaktır.

 

-231-

وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلاَ تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لَّتَعْتَدُواْ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Ve izâ tallaktumun nisâe fe belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi marûfin ev serrihûhunne bi marûf ve lâ tumsikûhunne dırâran li tatedû ve men yefal zâlike fe kad zaleme nefsehu ve lâ tettehızû âyâtillâhi huzuvâ vezkurû nimetallâhi aleykum ve mâ enzele aleykum minel kitâbi vel hikmeti yeızukum bihî vettekûllâhe valemû ennallâhe bi kulli şeyin alîm

ve izâ tallaktum : bıraktığınızda, bağı çözmek, ayrılmak, bırakmak,
el nisâe : nefsini anlama yolunda olan, kadın
Fe belagne : artık, anlamak, ulaşmak, erişmek,
ecele hunne : süre, belirli zaman, belli süre, bir süre, onları,
fe emsik hunne : artık, sımsıkı sarılmak, el çekmek, tutmak, kavramak, onlar
bi maruf : irfaniyet, bilmek, iyi haller, iyi olan,
Ev serrihu hunne : yada, bırakmak, kopmak, ayrılmak, taburcu, onlar,
bi marûfin : irfaniyet, bilmek, iyi olan, ariflik,
ve lâ tumsikû-hunne : tutmayın, el çekmek, bırakmak, onlar
Dırâran : ikilik, arabozmak,
li tadedu : haddi aşmışlık, bozmak, zarar vermek, saldırmak,
ve men yefal zalike : kim, yapar, işler, bunu, bu o,
Fe kad zaleme : artık, oldu, zulüm, haksızlık, kötülük,
nefse-hu : kendi nefsine, kendine, o
ve lâ tettehızû : yok, edinmek, sarılmak, edinmeyin, yapmayın
âyâti Allâh huzuven : ayet, işaret, delil, Allah, alay etmek, önemsememek
ve uzkurû nimet Allah : hatırlayın, anlayın, nimet, sıfatlar, tecelli, Allah
aleykum : sizin üzerinize, size
ve mâ enzele aleykum : sunulan şey, verilen, indirilen, üzerinize
min el kitabi : kitaptan, hakikatlerin sözleri, her varlık bir kitap,
ve el hikmeti : bilgelik, yaratılışı anlama düşüncesi, ince hikmetler,
yeızu-kum bihi : vazeder, öğüt, nasihat, siz, onunla
Ve itteku allâhe : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın
Ve alemû enne Allah : bilin, biliniz, olduğunu, Allah,
Bi kulli şeyin alim : bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

231- Nefsini anlama yolunda olanlara, cehaletten ayrılmaları için yardım ettiğinizde, bundan sonra onlar bir irfaniyet içinde hakikatlere sımsıkı sarılıncaya, bir irfaniyet içinde o cehalet hallerini bırakıncaya, hakikatleri anlayıncaya kadar bekleyin. Haddi aşmışlık içinde, ikilik hallerinde olanlardan uzaklaşın. Kim o haller üzere olursa, işte o nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini önemsememezlik yapmayın ve üzerinizdeki Allah’ın nimetlerini anlayın. Tüm varlık kitabından size sunulan şeyleri ve her varlığın içinde ince hikmetler olduğunu anlayın. Bunlar sizlere öğütlerdir. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilin.

 

-232-

وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ مِنكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكُمْ أَزْكَى لَكُمْ وَأَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

Ve izâ tallaktumun nisâe fe belagne ecelehunne fe lâ tadulûhunne en yenkıhne ezvâcehunne izâ terâdav beynehum bil marûf zâlike yûazu bihî men kâne minkum yu’minu billâhi vel yevmil âhır zâlikum ezkâ lekum ve ather vallâhu yalemu ve entum lâ talemûn

ve izâ tallaktum : bıraktığınızda, bağı çözmek, ayrılmak, bırakmak,
el nisâe : nefsini anlama yolunda olan, kadın
Fe belagne : artık, anlamak, ulaşmak, erişmek,
ecele hunne : süre, belirli süre, onlar, belli süre beklemek
Fe lâ tadulû-hunne : artık, yok, engel, adil, doğruluk, onlar
en yenkıhne : uygun, nikah, bağlanmak, birleşmek, katılmak,
ezvâce-hunne : eş, aynı yolda olan, tür, birlikte, onlar
izâ terâdav beyne hum : hoşluk, memnun, razı olmak, aralarında
bi el marûfi : irfaniyet, bilmek, iyi olan, ariflik
Zalike yuazu bihi : işte bu, vazeder, öğüt, nasihat, onunla
Men kane min kum : kim, oldu, sizden,
yuminu bi Allah : iman eder, inanır, Allah
ve el yevmi el âhıri : son gün, sonuna, sonunun geleceği gün,
Zâlikum ezka lekum : işte bu, arınmak, saf, temiz, zeki, anlayışlı, pak, idrak, sizin
ve atheru : arınmak, cehaletten arınmak, daha temiz olma
Ve Allah yalemu : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir, bilin
ve entum la talemun : siz, yok, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

232- Nefsini anlama yolunda olanlara, cehaletten ayrılmaları için yardım ettiğinizde, bundan sonra onlar hakikatleri anlayıncaya kadar bekleyin. Artık o yolda olanlar hakikatlere bağlansınlar, adaletten ayrılmasınlar. Onlar aralarında irfaniyet üzere, hoşnutluk üzere olsunlar. Bunlar sizlere öğütlerdir. Sizden kim Allah’a iman eder ve sonunun geleceği güne inanırsa, işte bu sizin için zeki olmaktır ve cehaletten arınmaktır. Allah ilmin sahibidir ve sizler ilmin sahibi değilsiniz.

 

-233-

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Vel vâlidâtu yurdıne evlâdehunne havleyni kâmileyni li men erâde en yutimmer radâate ve alel mevlûdi lehu rızkuhunne ve kisvetuhunne bil marûf lâ tukellefu nefsun illâ vusahâ lâ tudârra vâlidetun bi veledihâ ve lâ mevlûdun lehu bi veledihî ve alel vârisi mislu zâlike fe in erâdâ fısâlen an terâdın min humâ ve teşâvurin fe lâ cunâha aleyhimâ ve in eradtum en testerdıû evlâdekum fe lâ cunâha aleykum izâ sellemtum mâ âteytum bil marûf vettekullâhe valemû ennellâhe bi mâ tamelûne basîr

ve el validatu yurdine : anneler, emzirmek, süt vermek, beslemek,
evlâde-hunne : kendi evlâtlarını
Havleyni kamileyni : sene, yıl, bir halden bir hale geçme, gelişme, olgunlaşma
Li men erade en yutimme : için, kim, kimse, istek, arzu, tamamlamak
el radâate : emzirmek, beslemek, büyütmek
ve alâ el mevlûdi lehu : üzerine, için, yeni doğmuş, bebek, doğuş, onu
rızku-hunne : rızıkları, ihtiyaç, lütuf, hakikat bilgileri
ve kisvetu-hunne : kılık, kıyafet, giyimleri, halleri, terbiye, edep, onların
bi el marûfi : irfaniyet, bilgili, iyi olmak
lâ tukellefu nefsun : yok, sorumluluk, yükümlü, nefs, kendisi, kimse
illâ vusa-hâ : ancak, gücü, korumak, onu
lâ tudârra : yok, zarar, sıkıntı,
Vâlidetun bi veledi ha : anne, çocuk, evlat, onun, kendi
Ve la mevlûdun lehu : yok, yeni doğmuş, onu,
bi veledi-hi : evlat, çocuk, o
ve alâ el vâris misli zalike : için, üzerine, kalan, varis, misli, aynı, benzer, bu,
Fe in erada fısâlen an : artık, eğer, şayet, ister, sütten kesme
Terâdın min huma : razı, hoşnut, onların
ve teşâvurin : müşavere, görüşerek, kara vermek,
Fe la cunaha aleyhima : artık, yok, günah, vebal, hata, onların
Ve in eradtum : eğer, isterseniz,
en testerdıû : emzirmek, sütanne, evlat, çocuk, siz
Fe la cunaha aleykum : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde
izâ sellemtum : olduğunda, teslim, teslim ettiğiniz zaman
mâ âteytum bi el maruf : şey, ne, değil, vermek, irfaniyet, bilgili
ve ittekû allâhe : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın
Ve alemû enne Allah : bilin, olduğunu, Allah
bi mâ tamelûne : yaptığınız şeyleri, yaptıklarınızı,
basirun : gören anlayan, gösterip duran, basiret sahibi,

 

233- Anneler bebeklerini onların süt istekleri tamamlanıncaya kadar, büyüyüp gelişinceye kadar emzirsinler. O yeni doğmuşlara onların rızıklarından versinler ve onları iyi bir halde yetiştirsinler. Sorumluluklarını unutmasınlar. Anneler evlatlarını güçleninceye kadar sıkıntılardan korusunlar ve o yeni doğmuşların evlatları olduğunu ve onların her şeyiyle varisleri olduğunu unutmasınlar. Sütten kesecekleri zaman onların rızasına baksınlar ve ona göre karar versinler. Artık bundan dolayı onlara bir vebal yoktur. Eğer bir sütanneye vermek isterseniz, iyi bir hâlde gelişmesi için teslim ettiğinizde, size bir vebal yoktur. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterenin Allah olduğunu bilin.

 

-234-

وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

Vellezîne yuteveffevne minkum ve yezerûne ezvâcen yeterabbasne bi enfusihinne erbeate eşhurin ve aşrâ fe izâ belagne ecelehunne fe lâ cunâhe aleykum fî mâ fealne fî enfusihinne bil marûf vallâhu bi mâ tamelûne habîr

ve ellezine yuteveffevne : o kimseler, vefat, teslim olma, sevgi bağlılığı, vefa
Min kum : sizden,
ve yezerûne : geride kalan, geriye bırakılan, küçük görmek,
ezvacen : eş, birlikte olan, aynı yolda olan, tür, cins, benzer
yeterabbasne : beklemek, durmak, hakikati anlamak için beklemek
bi enfusi-hinne : nefslerinde, kendilerinde, öz varlığı,
Erbeate : dört, makam, Rabbine dönmek, Allah’a dönmek
eşhurin : ay, meşhur olan, açığa çıkan, ışık veren, teşhir,
ve aşran : on, kısım, bölüm, grup, her biri, tamamlamak, hepsi
Fe iza belagne : artık, anladığında, ulaşmak, erişmek
ecele hunne : süre, belirli süre, zaman, onlar
Fe la cunaha aleykum : artık, yok, vebal, hata, fenadan kurtulmak, kendinizde
Fi ma fealne : içinde, fâil olan, çalışmak, yaptılar, nisbet ettiler,
fî enfusi-hinne : nefslerinde, kendilerinde,
bi el marufi : irfaniyet, bilgili, iyi olmak, bir ariflik içinde olmak,
ve Allâh bima tamelun : Allah, yaptığınız şeyler,
habir : bildiren, haber veren, hakikatleri bildiren,

 

234- Sizden sevgiyle teslim olan kimseler vardır. Onlarla birlikte olup hakikatleri anlamada geride kalanlar; onlar nefslerini anlamak için beklerler, hakikatler açığa çıkıncaya kadar Rabbine dönerler ve her bir inceliği anlamak için gayret gösterirler. Artık onlar belli bir süre içinde hakikatleri anladıklarında, böylece kendilerine nisbet ettikleri fenalardan kurtulurlar, bir irfaniyet içinde olurlar. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.

 

-235-

وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ

Ve lâ cunâhe aleykum fîmâ arradtum bihî min hitbetin nisâi ev eknentum fî enfusikum alimallâhu ennekum se tezkurûnehunne ve lâkin lâ tuvâıdûhunne sirran illâ en tekûlû kavlen marûfâ ve lâ tazimû ukdeten nikâhı hattâ yeblugal kitâbu ecelehu valemû ennallâhe yalemu mâ fî enfusikum fahzerûhu valemû ennallâhe gafûrun halîm

ve la cunaha aleykum : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde
Fima arradtum bihi : içinde, şey, ne, hakkında, getirmek, göstermek, onu
Min hitbeti : konuşmak, hitab, açıklamak,
en nisâi : kadın, nefsini anlama yolunda olan
Ev eknentum : veya, örtmek, gizlemek, susmak,
Fi enfusi-kum : içinde, nefsleriniz, kendiniz, siz
Alime Allah : bildi, ilmin sahibi, Allah,
enne-kum : olduğunuzu, siz
se tezkurûne-hunne : anlamak, anmak, zikretmek, onlar
Ve lâ tuvâıdû-hunne : lakin, fakat, yok, vaad, sözleşmeyin, onlar
sirran : sır, bilinmeyen, gizli,
İlla en tekulu kavlen : ancak, sadece, söylemek, demek, bir söz
marûfen : iyi, ariflik, bilmek,
ve lâ tazimû : yok, kararlı, azmetmeyin, duyarsız
Ukdeten el nikah : düğüm, bağ, sözleşme, akid, anlaşma, uygun, nikah
Hatta yebluga : hatta, oluncaya kadar, ulaşır, tamamlanır, anlar,
el kitâbu ecele hu : kitap, yazılı olan, süre, belirli, o
Ve alemu enne allâh : bilin, olduğunu, Allah,
Yalemu mafi enfus kum : bilir, içinde, nefs, siz
Fe ahzerû-hu : artık, sakının, dikkatli olmak, o
Ve alemû enne Allah : biliniz, olduğu, Allah
Gafur : mağfiret, temizleyen, tertemiz lütuflar sunan
halim : halim, sakin, yumuşak, güzel haller

 

235- Nefsini anlama yolunda olanlarla hakikatler hakkında konuşmanız, o hakikatleri göstermeniz ya da bazı hakikatleri gizlemenizde size bir vebal yoktur. Siz Allah’ı bilenlerden olun, anlamak isteyenlere de yardımcı olun ve bilmediğiniz şeyler hakkında vaatte bulunmayın. Sadece irfaniyet üzere güzel sözler söyleyin. Uygun bir şekilde Hakk’a bağlanacaklara karşı duyarsız olmayın. Hatta onlar varlık kitabındaki hakikatleri anlayıncaya kadar belirli süre onlara yardım edin. Nefsinizi bilip Allah’ı bilenlerden olun. Bundan sonra o hakikatleri anlamada dikkatli olun ve tertemiz lütuflar sunanın, güzel halleri sunanın Allah olduğunu bilin.

 

-236-

لاَّ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن طَلَّقْتُمُ النِّسَاء مَا لَمْ تَمَسُّوهُنُّ أَوْ تَفْرِضُواْ لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ

Lâ cunâha aleykum in tallaktumun nisâe mâ lem temessûhunne ev tefridû lehunne farîdât ve mettiûhunne alel mûsiı kaderuhu ve alel muktiri kaderuhu metâan bil marûf hakkan alel muhsinîn

la cunaha aleykum : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinizde
İn talaktum : eğer, bırakmak, ayrılmak,
el nisae : nefsini anlama yolunda olan
ma lem temessû-hunne : değil, şey, ne, değil, temas, dokunma, yakınlaşmak, onlar
Ev tefridu lehunne : yada, veya, yüklemek, şart, karşılık, teklik, onlara
faridaten : görev, hizmet, mehir,
ve mettiû-hunne : meta, fayda, yarar, onlar
alâ el mûsiı : genişlik, rahatlık, zenginlik, bilgilendirmek,
kadere hu : ölçü, kudret, o, muktedir olan,
ve ala el muktiri : üzerine, için, hakkında, fakir, kıt, yetersiz, bilgisiz,
kaderu-hu : ölçü, kudret, o, muktedir olan,
Metâan : meta, fayda, yarar, yardım,
bi el maruf : irfaniyet, bilgili, iyi olan
Hakk : hak olan, doğru, gerçek, mecburi, farzdır.
alâ el muhsinîne : Muhsinlere, iyilik yapan, lütuf, sunan, veren, ihsan eden

 

236- Nefsini anlama yolunda olanların cehaletten ayrılmaları için, onların hallerine temas etmeden yardım etmenizde ya da onların yapması gerekenleri sunmanızda size bir vebal yoktur. Onları, bir ölçü içinde hakikatlerden bilgilendirerek faydalandırın. Bilgisizlik içinde olanlara, bir ölçü içinde irfaniyetle yardım etmek, Muhsinlerin üzerine farzdır.

 

-237-

وَإِن طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إَلاَّ أَن يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَن تَعْفُواْ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلاَ تَنسَوُاْ الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Ve in tallaktumûhunne min kabli en temessûhunne ve kadfaradtum lehunne farîdaten fe nısfu mâ faradtum illâen yafûne ev yafuvellezî bi yedihî ukdetun nikâh ve en tafû akrabu lit takvâ ve lâ tensevul fadla beynekum innallâhe bi mâ tamelûne basîr

ve in tallaktumu-hunne : eğer, ayrılmak, bırakmak, boşarsanız, onlar
min kabli : önceden, daha önce
en temessû-hunne : dokunmanız, temas, yakınlaşmak, onlar
ve kad farad tum : oldu, farz, gerekli, empoze, gereki, görev, siz
Lehunne faridaten : onlara, farz, gerekli, empoze, görev, hizmet
Fe nısfu : artık, yarısı, ortası,
mâ faradtum : farz, gerekli, karşılık, empoze, takip, uyma, siz
İllâ en yafune : ancak, hariç, af, bağışlamak, özür,
ev yafûve ellezi : affeder, özür, bahşeder, vermek, ki o,
bi yed hi : eli, gücü, o, kendi gücü,
Ukdetun el nikah : söz, bağ, söz vermek, uygun, nikah
ve en tafû akrabu : af, özür, yakın olan, için,
li el takva : fenalardan sakınmak, takva içinde olmak,
ve lâ tensevu : unutmayın
el fadla beyne kum : lutüf, fazl, fazilet, aranızda
inne Allah : bilin, olduğunu, Allah
bi mâ tamelûne basirun : yaptığınız şeyleri, gösteren, gören, anlayan,

 

237- Onlara cehaletlerini bırakmaları için yardım ettiğinizde, önceki hallerine yaklaşmamaları gerektiğini anlatın. Bu durum sizin de görevinizdir, onların da görevidir. Artık orta yolu takip etmeniz size gereklidir. Affedici olun. Uygun bir şekilde Hakk’a bağlanacakların, kendilerindeki gücün sahibini bilip teslim etmelerini söyleyin. Yakınlarınızı fenalardan sakınmaları için hatalarını anlayıp dönmelerini söyleyin. Size verilen lütufları unutmayın. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.

 

-238-

حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ

Hâfizû alâs salavâti ves salâtil vustâ ve kûmû lillâhi kânitîn

Hafizu : korumak, muhafaza etmek,
ala el salavat : itikatlar, yönelmeler, istekler, iman, hatırlamalar,
ve el salati : bağlılık şuuru, her an hakka bağlı olma durumu,
el vustâ : merkez edinmek, ortası, her an o şuurda olmak,
ve kûmû li Allah : durmak, hep o halde hareket etmek, diri olan, halk, Allah
kanitin : itaat, boyun eğmek, tecellilerin sahibine teslim olmak

 

238- Hakk’a olan yönelmenizi, imanınızı, saygınızı muhafaza edin ve her an Hakk’a bağlı olma şuuruyla hareket edin ve tüm tecellilerinin Allah’a ait olduğunu bilip, hep o hâlde hareket edin.

 

-239-

فَإنْ خِفْتُمْ فَرِجَالاً أَوْ رُكْبَانًا فَإِذَا أَمِنتُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَمَا عَلَّمَكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

Fe in hıftum fe ricâlen ev rukbânâ fe izâ emintum fezkurûllâhe kemâ allemekum mâ lem tekûnû talemûn

Fe ın hıftum : fakat, eğer, çekinmek, korkmak, siz
Fe ricalen : erkek, ileri gelen, ehil kimse, yaya,
Ev rukbanen : ya da, binen, binici, usta olan, ustaca hareket eden,
fe iza emintum : artık, emin, güvenli, inanılır, güvenilir,
Fe uzkuru allâh : artık,  anlayın, anın, anlatın, Allah’ı
Kemâ alleme kum : gibi, öğretti, siz,
Ma lem tekunu talemune : şey, değil, ne, değil, olmak, biliyorsunuz

 

239- Eğer hakikatleri anlamada bir korkuya düşerseniz, artık ehil kimselere ya da o yolda hareket edenlere danışın. Böylece emin olduğunuzda, artık siz bilmiyor iken size öğretildiği gibi Allah’ı anlayın, anın.

 

-240-

وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِّأَزْوَاجِهِم مَّتَاعًا إِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ إِخْرَاجٍ فَإِنْ خَرَجْنَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِي مَا فَعَلْنَ فِيَ أَنفُسِهِنَّ مِن مَّعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Vellezîne yuteveffevne minkum ve yezerûne ezvâcâ vasıyyeten li ezvâcihim metâan ilel havli gayre ıhrâcın fe in harecne fe lâ cunâha aleykum fî mâ fealne fî enfusihinne min marûf vallâhu azîzun hakîm

ve ellezine yuteveffevne : o kimseler, onlar, vefat, teslim olma, sevgi bağlılığı,
Min kum : sizden
ve yezerûne ezvacen : geride kalan, geriye bırakılan, eş, birlikte olan, tür,
Vasıyyeten : vasiyet, geride bırakılan,
li ezvaci-him : için, eş, cins, tür, aynı yolda olan, onlar
Metâan ila el havli : meta, fayda, yarar, ancak, için, yıl, değişim, güç,
gayre ıhrâcın : çıkarılmaksızın, çıkmaksızın
Fe in harecne : artık, eğer çıkarsa
Fe la cunaha aleykum : artık, yok, vebal, günah, hata, üzerinize, size
fî mâ fealne : içinde, şey, ne, değil, yaptıkları, gayret, mücadele, faal
fî enfus hine : nefslerine, kendilerini,
min maruf : irfaniyet, bilmek,
ve Allâh aziz : Allah tüm niteliklerin yüce sahibi, sıfatların sahibi,
hakim : hakim olan, tüm vücudlara hakim olan,

 

240- Sizden sevgiyle teslim olan kimseler, onlarla aynı yolda olanlara; hakikatlerden ayrılmaksızın bir değişim içinde hakikatlerden faydalanmalarını, aynı yolda olup cehaletlerini terk etmelerini vasiyet ederler. Eğer onlardan hakikatlerden ayrılan olursa, sizin üzerinize bir vebal yoktur. Kendilerini bilmek isteyenler bir gayret içinde olduklarında, tüm sıfatların sahibinin, tüm vücudlara hâkim olanın Allah olduğunu bilirler.

 

-241-

وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ

Ve lil mutallakâti metâun bil marûf hakkan alel muttekîn

ve li el mutallakâti : için, ayrılmış, bırakmış, boşanmış
Metaun : meta, faydalanmak, yararlanmak,
bi el maruf : bir irfaniyet üzere, bilmek, iyi olan
Hakkan : hak olan, doğru, gerçek,
ala el muttekin : fenalardan sakınanlar

 

241- Cehaletlerinden ayrılanlar; bir irfaniyet içinde hakikatlerden faydalanırlar, fenalardan sakınıp, Hakk üzere olurlar.

 

-242-

كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum takılûn

Kezâlike yubeyyine Allah : işte böyle, açıklıyor, beyan, Allah
Lekum âyâti-hi : size, ayet, işaret, delil,
lealle-kum takılun : umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz,

 

242- Allah o ayetleri size böylece açıklıyor. Umulur ki siz akıl edersiniz.

 

-243-

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُواْ مِن دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللّهُ مُوتُواْ ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ

E lem tera ilellezîne haracû min diyârihim ve hum ulûfun hazaral mevti fe kâle lehumullâhu mûtû summe ahyâhum innallâhe le zû fadlin alen nâsi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yeşkurûn

e lem tera : gördün değil mi?
İla ellezine haracu : o kimseler, dışarı, çıkmak, ikilikte kalmak,
Min diyari him : yurtlarından, bulundukları yer, memleket,
ve hum elf : onlar, unsiyet eylemek, bin, çokluk, ardında olan,
Hazır : hazır olan, var olan, göz önünde olan, mevcut,
el mevt : ölü, idraksiz, tevhidden sapmış, anlayamamış,
Fe kale lehum Allâh : artık, öyle ki, dedi, bildirdi, onlar, Allah
Mûtû : ölü, kayıp, bilmeyen, ölü gibi, idraksiz,
summe ahya hum : sonra, dirilik, diri olan, onlar,
İnne Allah : muhakkak, Allah,
le zu fadlin : elbette, sahip, fazl, lütuf, tecellilerin sahibi,
alâ en nâsi : insanlardaki,
ve lâkinne eksere : lakin, fakat, ekser, çoğu, bir çok,
El nas lâ yeşkurûne : insanlar, yok, şükür, varlığın sahibini bilip teslim etmek

 

243- Bulundukları o makamlardan, kendi cehaletlerine çıkan o kimseleri gördün değil mi? Onlar görünen varlığın ardında olanı anlayamamışlardır. Öyle ki onlar Allah’ı anlamada ölü gibiyken, sonra onlara her varlıkta diri olan anlatılmış, muhakkak ki insanlardaki tüm tecellilerin sahibi Allah’tır, diye bildirilmişti. Fakat insanların çoğu varlığının sahibini bilip teslim etmiyorlar.

 

-244-

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ve kâtilû fî sebîlillâhi valemû ennallâhe semîun alîm

ve kâtilû : mücadele, gayret göstermek, yazık etmek,
sebil Allah : Allah yolunda,
Ve alemu enne allâhe : bilin, olduğunu, Allah’ın
Semîun alimun : işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

244- Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterin ve işittirenin, ilmiyle varedenin Allah olduğunu bilin.

 

-245-

مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Menzellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehû edâfen kesîrah vallâhu yakbidu ve yebsutu ve ileyhi turceûn

Men za ellezi : kim, sahip, o kimse, ki o
Yukridu Allâh : borç vermek, borcunu verir, teslim etmek, Allah
Kardan hasenen : borç, güzelce, iyi bir şekilde
Fe yudaife hu lehu : artık, artmak, çoğalmak, verilir, bolbol, o, ona
Edâfen kesiraten : kat kat, çok, çoğalmak,
ve Allâh yakbıdu : Allah, kapmak, yakalamak, daraltır, anlamak,
ve yebsutu : kolaylık, genişletir
ve ileyhi turceun : ona, aslına dönmek, döndürülmek,

 

245- Kim varlığının sahibinin Allah olduğunu bilir, o varlığını güzelce teslim ederse, ona kat kat cömertçe karşılığı vardır ve Allah’ı anlama ve bilgisini genişletme ve aslını anlayıp O’na dönme vardır.

 

-246-

أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ

E lem tera ilel melei min benî isrâîle min ba’di mûsâ, iz kâlû li nebiyyin lehumub’as lenâ meliken nukâtil fî sebîlillâh kâle hel aseytum in kutibe aleykumul kıtâlu ellâ tukâtilu kâlû ve mâ lenâ ellâ nukâtile fî sebîlillâhi ve kad uhricnâ min diyârinâ ve ebnâinâ fe lemmâ kutibe aleyhimul kıtâlu tevellev illâ kalîlen minhum vallâhu alîmun biz zâlimîn

e lem tera : görmedin mi? gördün değil mi?
ila el melei : ileri gelen, şef, din adamları,
min beni İsrail : İsrailoğulları, yakubun oğulları, hakk yolunda olanlar
min badi mûsâ : Musa’dan sonra
iz kâlû li nebiyyin lehum : demişlerdi, nebi, haber getiren, onlar, onlardan
İbas lena : göndermek, görevli, açığa çıkmak, tayin et, biz,
meliken : melik, hükümdar
Nukâtil fi sebil Allah : gayret, mücadele edelim, Allah yolunda
Kale hel aseytum : dedi, belki, oldu, umulur mu, sizin
in kutibe aleykum : yazılırsa, kitap, üzerinizde, kendinizde, vücudunuzda,
Le kıtalu : elbette, gayret, mücadele, yazık etmek,
ellâ tukâtilû : değil, gayret, mücadele, yazık etmek,
Kalu ve ma lenâ : dediler, değil, şe, ne, bizim
ellâ nukâtile : değil, yok, gayret, mücadele, savaşmamamız
fî sebîli Allâh : Allah’ın yolunda
ve kad uhric na : oldu, çıkarmak, dışarı atılmak,, biz,
min diyâri-nâ : bulunduğumuz yerden, yurdumuzdan
ve ebnâi-nâ : evlat, oğul, çocuk, biz,
fe lemmâ kutibe aleyhim : artık, fakat, olduğunda, yazılı, kitap, üzerlerine
el kıtâlu : mücadele, gayret, yazık etmek,
Tevellev : uzaklaştılar, yüz çevirdiler,
illa kalil minhum : hariç, az, bir kısmı, onlardan
Ve Allah alimun : Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, bilen,
bi el zâlimîne : bir zalimlikte kalan, zulüm yapan,

 

246- Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini gördün değil mi? Onlar Nebilerine dedilerdi ki: Bize bir hükümdar gönder, Allah yolunda mücadele edelim. Dedi ki: Umulur ki siz kendi üzerinizde yazılı olan hakikatleri anlamak için mücadele edersiniz. Fakat mücadele etmediniz. Dediler ki: Biz ve evlatlarımız bulunduğumuz yerlerde Allah yolundan dışarı atılmışken nasıl mücadele etmeyiz. Öyle ki onların kendi üzerlerinde hakikatler yazılı iken, mücadele etmeleri gerekirken, onlardan az bir kısmı hariç hakikatlerden yüz çevirdiler ve bir zalimlik içinde kalıp, ilmin sahibi olan Allah’ı anlayamadılar.

 

-247-

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Ve kâle lehum nebiyyuhum innallâhe kad bease lekum tâlûtemelikâ kâlû ennâ yekûnu lehul mulku aleynâ ve nahnu ehakku bil mulki minhu ve lem yute seaten minel mâli kâle innallâhestafâhu aleykum ve zâdehu bestaten fîl ilmi vel cism vallâhu yutî mulkehu men yeşâu vallâhu vâsiun alîm

ve kâle lehum : dedi, söyledi, açıkladı, onlara,
nebiyy hum : nebiy, haber veren, bildiren, onlar, onlardan
İnne Allah : muhakkak, Allah,
kad bease : oldu, geldi, ortaya çıkma, dirilme, beas olma,
Lekum taluta meliken : size, talut, uzun boylu kudretli, melik, hükümdar,
Kalu enna yekûnu : dediler, nasıl, olur
Lehu el mulku aleyna : onun, melik, sahip, hükümdar, bize
ve nahnu e hakku : biz, hak, doğru, gerçek,
Bi el mulki minhu : mülk, sahip, hükümdar, ondan
ve lem yute : değil, vermek, sunmak,
Seaten min el mali : genişlik, bolluk, mal, varlık,
Kale inne allâh : dedi, muhakkak, Allah
Estafa hu aleykum : seçiçilik, fark edici, o, üzerinize
Ve zade hu bestaten : artmak, çoğalmak, o, genişlik, kuvvet, üstünlük
fî el ilmi : ilimde, bilgide
ve el cismi : cisim, vücut, varlık,
ve Allah yuti : Allah, verir, sunar, ulaşır,
mulke-hu : mülk, değerler, varlık, sahip, o
men yeşâu : kim, ister, diler, arzu eder
ve allâhu vasiun alim : Allah, vasi, saran, kuşatan, ilmin sahibi, ilmiyle

 

247- Onlardan olan Nebileri onlara dedi ki: Muhakkak ki Talut size Allah’ı anlatmak için bir melik olarak açığa çıktı. Dediler ki: O bizim hükümdarımız nasıl olur? Bizim sahip olduğumuz hakikatlerin yanında, varlık hakkında o geniş bilgiye de sahip değildir. Dedi ki: Muhakkak ki Allah ona fark edicilik verdiği gibi size de vermiştir. O fark edicilikle bilginiz genişler, artar ve varlığı anlarsınız. Allah’ı anlamak isteyen kimseye o değerler sunulur ve o ilmiyle her şeyi kuşatanın Allah olduğunu anlar.

 

-248-

وَقَالَ لَهُمْ نِبِيُّهُمْ إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِّمَّا تَرَكَ آلُ مُوسَى وَآلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Ve kâle lehum nebiyyuhum inne âyete mulkihî en yetiyekumut tâbûtu fîhi sekînetun min rabbikum ve bakiyyetun mimmâ terake âlu mûsâ ve âlu hârûne tahmiluhul melâiketu inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum muminîn

ve kâle lehum nebiyy hum : dedi, onlara, nebi, haber getiren, bildiren, onlar
İnne ayete mulki-hi : muhakkak, delil, ayet, işaret, mülk, sahip, melik, o
en yetiye-kum : size gelmesi, sunulması,
el tabut : tabut, sandık, hakikat bilgileri
Fihi sekinet : onun içinde, onda, sakinlik, huzur, rahatlık,
min rabbi-kum : sizi vücudlandıran, rabbiniz,
ve bakiyyetun : sonsuzluk, bakiye, kalanlar, arda kalan, o bilgiler,
Mimmâ terake : şeylerden, o bilgiler, terk, bırakmak, ayrılmak,
Alu musa ve âlu hârûne : Musa ailesi ve Harun ailesi
tahmilu-hu : taşımak, yüklenmek, kabullenmek, o,
el melaiket : güç, kuvve, her varlıktaki güç,
İnne fî zalike le ayeten : muhakkak, içinde, işte, bunda, elbette, işaret delil, ayet
Lekum in kuntum muminin : size, eğer, iseniz, müminler, emin olan

 

248- Onlardan olan Nebileri onlara dedi ki: Muhakkak ki hakikatlerin bilgileri size verildi, ona sahip olana deliller vardır, o hakikatlerin içinde sizi vücudlandıranı anlamak vardır, size huzur vardır. Musa ailesinin ve Harun ailesinin sizlere bıraktığı o bilgilerde, onu kabullenenler için her varlıktaki gücü anlamak vardır. Muhakkak ki onların içinde, eğer sizler hakikatlerden emin olmak istiyorsanız, elbette deliller vardır.

 

-249-

فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ

Fe lemmâ fesale tâlûtu bil cunûdi, kâle innallâhe mubtelîkum bi neher fe men şeribe minhu fe leyse minnî ve men lem yatamhu fe innehu minnî illâ menigterafe gurfeten bi yedihî fe şeribû minhu illâ kalîlen minhum fe lemmâ câvezehu huve vellezîne âmenû meahu kâlû lâ tâkate lenâl yevme bi câlûte ve cunûdihî kâlellezîne yezunnûne ennehum mulâkûllâhi kem min fietin kalîletin galebet fieten kesîraten bi iznillâh vallâhu meas sâbirîn

fe lemma fesale talut : böylece, olduğunda, ayırma, kısım kısım, ara, her, talut
Bi el cunûdi : ile, askerler, ordu, varlık, güç,
Kâle inne Allah : dedi, muhakkak, Allah
Mubteli kum bi el nehar : etki, dert, sınama, yenilmiş, nehir, akıp giden bir ilim
Fe men şeribu min-hu : artık, sonra, kim, içmek, ondan
Fe leyse minni : artık, bundan sonra, değil, yok, benden
ve men lem yatam hu : kim, değil, doymak, beslemek, yarar, o
Fe inne hu minni : artık, bundan sonra, muhakkak, o, benden
İllâ men igteraf : ancak, sadece, hariç, kim, bir avuç, oda, kısım,
Gurfeten bi yedi-hi : oda, bir kısım, bölüm, bir avuç, eliyle, güç, o
Fe şeribu min-hu : artık, sonra, içmek, faydalanmak, anlamak, ondan
İllâ kalilen minhum : ancak, sadece, hariç, az, pek az, onlardan
Fe lemma câveze-hu huve : artık, olduğunda, karşılıklı, karşısında, yol bulmak, o, o
Ve ellezine amenu : o kimseler, iman eden, inanan,
mea-hu : beraber, birlikte, o
Kâlû la takate lena : dediler, yok, güç, takat, bizim,
El yevme bi calute : bügün, vakit, Calut,
ve cunûdi-hi : asker, güç, o
Kale ellezine yezunnûne : dedi, o kimseler, düşünen, yakın olan,
enne-hum mulaku Allah : olduğunu, onlar, kavuşmak, ulaşmak, anlamak, Allah
Kem min fietin kalilet : gibi, kaç, nice, topluluk, grup, kalabalık, az, pek az,
Galebet fietin kesiraten : galip, başaran, üstün, topluluk, grup, çok
bi izni Allah : yetkili olan, ruhsat, izin, Allah
ve Allah mea sabirin : Allah, beraber, birlikte, kendinde, sabreden

 

249- Böylece Talut varlığın hakikatlerini kısım kısım anlattığında, dedi ki: Muhakkak ki siz Allah’ı anlama yolunda akıp giden bir ilim ile sınanırsınız. Artık kim ondan yararlanırsa; ben varlığımın sahibi değilmişim, der. Kim ondan yararlanamaz hakikatleri anlayamazsa; o, ben benim, der. Ancak o hakikatlerden az da olsa yararlanıp anlayan böyle demez. Böylece onlardan az bir kısmı hariç o hakikatlerden faydalandılar, o hakikatlerle yol buldular ve o iman eden kimselerle birlikte olanlar; bugün bizim calut ve onun askerleriyle mücadele edecek takatimiz yoktur, dediler. Allah’ı anlama yolunda olup, düşünen o kimseler dediler ki: Nice az olanlar vardır, yetkili olan Allah’ı anlamada, çok olanlara nazaran daha başarılıdırlar ve sabredenler Allah’ın kendilerinde olduğunu bilirler.

 

-250-

وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

Ve lemmâ berazû li câlûte ve cunûdihî kâlû rabbenâ efrig aleynâ sabren ve sebbit ekdâmenâ vensurnâ alel kavmil kâfirîn

ve lemma berazû : olduğunda, bariz, ortaya çıkmak, bariz, beliren
li calut : calut, dev, büyüklenen, barbarlık, benlik içinde olan,
ve cunûdi-hi : asker, taraftar, güç, yardımcı, varlık, o, onun kötü halleri,
Kalu rabbe-nâ : dediler, Rabbimiz
Efrig aleyna sabren : rahmet, boşalt, yağdır, ver, bize, sabır,
Ve sebbit ekdâme-nâ : sağlam duruş, sabit, durduğumuz yer, ayaklarımız
ve unsur-nâ : yardım, biz,
alâ el kavmi el kafirin : kimseler, kavmine karşı, hakikatleri örtenler

 

250- Calut ve onun yardımcıları ortaya çıktığında da: Rabbimiz! Bize sabır ver ve sağlam duruş ver ve hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı bize yardım et, dediler.

 

-251-

فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاء وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ

Fe hezemûhum bi iznillâhi ve katele dâvudu câlûte ve âtâhullâhul mulke vel hikmete ve allemehu mimmâ yeşâu ve lev lâ defullâhin nâse bâdahum bi badin le fesedetil ardu ve lâkinnallâhe zû fadlin alel âlemîn

fe hezemû-hum : böylece, sonra, mağlup, yenmek, başarılı olmak, onlar
bi izni allâh : yetkili, ruhsat, Allah
ve katele Davut calut : öldürdü, yok etti, savaştı, gayret, Davut, calut,
ve ata hu Allah el mulk : verdi, sundu, ona, o, Allah, sahip, hükümran, melik
ve el hikmete : ve hikmet
ve alleme-hu : öğretti, öğrenmek, o,
mimma yeşau : şeyler, o şeyler, istek, arzu, isteyen,
ve lev lâ defu Allah : eğer, ise, yok, def, uzaklaştırmak, yok etmek, Allah
El nas bâda hum bi badin : insanlar, bir kısmı, bazıları, onlar, bazıları, birbirlerine
Le fesdeti el ardu : elbette, fesat, ikilik, bozgunculuk, arz, yeryüzü
ve lâkinne Allâh : lakin, fakat, Allah
Zû fadlin ala el alemin : sahip, lütuf, fazilet, alemler, tüm varlık,

 

251- Böylece onlar, her şeyde yetkili olan Allah’ı anlamada başarılı oldular. Davut, calut’u öldürdü ve o, mülkün Allah’a ait olduğunun idrakine ve hikmete ulaştı ve ona anlamak istedikleri şeyler öğretildi. Eğer insanlardan bazıları bazılarını Allah’ı anlamada cehaletten uzaklaştırmasalardı, elbette onlar yeryüzünde ikilik, bozgunculuk içinde kalırlardı. Allah tüm varlıktaki lütufların sahibidir.

 

-252-

تِلْكَ آيَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ

Tilke âyâtullâhi netlûhâ aleyke bil hakk ve inneke le minel murselîn

Tilke ayet Allah : işte bunlar, ayet, işaret, delil, Allah
netlû-hâ aleyke : tilavet, okuyup açıklama, gösterme, sana,
bi el hakk : hak olan, gerçek, hakikat, doğru olan,
Ve inne ke : elbette, muhakkak, sen,
Le min el murselîne : elbette, irsal olan, ortaya çıkan, hakikati gösteren

 

252- İşte bu anlatılanlar Allah’ı anlamak için delillerdir. Sana hakikatleri tüm varlıktan her an gösteriyoruz. Muhakkak ki sen, elbette hakikatleri göstermek için açığa çıktın.

 

-253-

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ

Tilker rusulu faddalnâ badahum alâ badin minhum men kellemallâhu ve rafea badahum derecât ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhıl kudus ve lev şâallâhu maktetelellezîne min badihim min badi mâ câethumul beyyinâtu ve lâkinihtelefû fe minhum men âmene ve minhum men kefer ve lev şâallâhu maktetelû ve lâkinnallâhe yefalu mâ yurîd

Tilke el resul : o, bu, şu, resul, irsal eden, hakikati gösteren, yürüten
Faddal na : fazilet, erdemli, lutüf, biz,
badahum ala badın minhum : bazıları, onlar, bazılarına, birbirlerine, onlar
Men kelleme Allâh : kim, kimse, kelam, konuşmak, Allah
ve rafea bada hum : yüce, yüksek, refah, bazıları, onlar,
derecat : derece, makam, mertebe,
Ve ateyna isa ibne meryeme : sunduk, verdik, biz, Meryem oğlu İsa
el beyyinati : açıklamalar, delillerle açıklamalar
ve eyyednâ hu : destek, onay, güç, kuvvet, biz, o,
bi ruh el kudus : ruh, kutsal, tertemiz, kutsal ruh, mukaddes,
ve lev şâe Allâh : eğer, istek, dilek, anlamayı istemek, Allah,
ma iktetelu ellezine : öldürmez, yazık etmez, zarar vermez, o kimseler
min badi him min badi : sonra, bazı, onlar, birbirlerini,
Ma caet hum : sonlara gelen şey, sunulanlar,
el beyyinat : açıklamalar, deliller,
ve lâkin ihtelef : lakin, fakat, ayrılık, ikilik, ihtilaf,
Fe min hum men âmene : artık, onlardan, kim, kimse, inanır, iman eder,
Ve minhum men kefere : onlardan, kim, kimse, hakikatleri örttü
ve lev şâe Allâh : eğer, istek, dilek, anlamayı istemek, Allah,
ma iktetelu : öldürmez, yazık etmez,
ve lâkinne Allâh yefalu : lakin, amma, fakat, Allah, fâil olan, işleyen, yapan,
ma yuridu : şey, ne, değil, irade, istek,

 

253- O resuller Bizi anlayan erdemli kimselerdi. Onlardan bazıları bazılarından daha erdemliydi. Allah’ın kelamını anlayan kimselerdi. Onlardan bazılarının dereceleri yüksekti. Meryemoğlu İsâ apaçık delillerle sunduklarımızı ve ondaki kuvvetin mukaddes Ruh’umuz olduğunu anlayanlardandı. Onlardan sonra gelenlere, apaçık delillerle hakikatler sunulduğu halde, eğer Allah’ı anlamak isteselerdi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ayrılığa düştüler. Onlardan iman eden kimseler de vardır ve onlardan hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler de vardır. Eğer onlar Allah’ı anlamayı isteselerdi birbirlerini öldürmezlerdi. Tüm varlığın işleyişinde fâil olan Allah’tır, ne varsa O’nun iradesiyledir.

 

-254-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Yâ eyyûhellezîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en yetiye yevmun lâ beyun fîhi ve lâ hulletun ve lâ şefâat vel kâfirûne humuz zâlimûn

ya eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler
Enfeku mimma : infak, vermek, şeyler, rızık, nimet, biz, siz
Razak na kum : rızık, nimet, sıfat, fayda, biz, siz,
min kabl en yetiye yevm : önceden, gelmesi, verilmesi, gün, vakit,
La beyun fihi : yok, satış, alış veriş, onda, içinde
ve lâ hulletun : yok, dostluk
ve lâ şefâatun : yok, şefaat, arınmak, iyileşmek,
ve el kafirun hum : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onlar,
el zalimun : zalimler, zulüm eden,

 

254- Ey iman edenler! Bir şey alıp vermenin olmadığı ve dostluğun yok olduğu ve şefaatin yok olduğu, o ölüm günü gelip çatmadan, sizdeki sıfatlarımı anlayın, varlığınızı infak edin. Zalimler hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.

 

-255-

اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ

Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm, lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard, menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhus semâvâti vel arda  ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm

Allâh la ilahe illa huve : Allah, yok, ilah, ancak, var, o
el hayyu : diri olan, canlı, varlıktaki dirilik, hayat,
el kayyûmu : yöneten, varlığı ayakta tutan, sürüp giden
lâ tehuzu-hu : onu almaz, olmaz, çekmek, kabul etmez, olmaz
sinetun : sene, yıl, yaş, uyuklama hali
ve lâ nevmun : yok, uyku
Lehu mâ fî es semâvâti : göklerde olan şeyler
ve mâ fi el ardı : yeryüzünde her şey
men zâ : kim, her şey, ne var sa, sahiptir, sahibidir,
Ellezî yeşfeu : o ki, ki, olan, şefaat edendir, eşlik eden, birlikte olan
inde-hu : has, sahip, var, onun katından, yanında, ona ait, ondan
İlla bi izni-hi : vardır, izni, yetki, topluluk, yaradılış, ruhsat, icazet, o
yalemu : bilir, ilmiyledir, bilgisiyledir. Bilgisinden dir.
mâ beyne eydî-him : onların elleri arasında, onların önlerindeki
ve mâ halfe-hum : onların arkalarında şeyler, geçmişde,
ve lâ yuhîtûne : çevrelenemez, ihata edemez, kavranmaz, kuşatılmaz
bi şey min ilmi hi : onun ilminden başka bir şey
İlla bi mâ şâe : var, olacak, olur, isteği, dilediği şey, dilediği, herşey
vesia : kaplar, kapladı, kuşattı, kapsadı
kursiyyu-hu : onun kürsüsü, tahtı, ilmiyle makamı
es semâvâti ve arda : semalar, gökler ve yerler, yeryüzü
ve lâ yeûdu hu : ona ağır, zor gelmez, ona kolaydır,
Hıfzu humâ : onları kaydeden, koruyan, muhafaza eden, saklayan,
Ve huve el aliyyu : âlâ, yüce, üstün olan, ilmin sahibi,
el azîmu : azîm, büyük, ulu, yüce, kudret sahibi, azamet, kararlı

 

255- Allah, ilah yoktur, O vardır. Diri olandır. Varlığı ayakta tutan, sürüp giden diriliğin sahibidir. O’nun yaşı olmaz, uyuması olmaz. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa her şeyin sahibidir. Ki O’dur şefaat eden. Bütün her şeyin varoluşu O’ndandır, O’nun yetkisindedir. Geçmişteki var olan şeyler, gelecekteki var olacak şeyler hep O’nun ilmiyledir. O’nun ilmi olmadan hiçbir şey kavranamaz. Her şey O’nun isteğiyle var olur. O’nun kürsüsü; gökleri ve yeri, her şeyi kuşatmıştır. O bütün her şeyi muhafaza edendir, O’na zorluk yoktur ve O ilmiyle yüce olandır, varlığın var oluşunda karar sahibidir.

 

-256-

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy fe men yekfur bit tâgûti ve yumin billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ vallâhu semîun alîm

lâ ikrahe : yok, zorlama,
fi el din : hakkında, için, din, varlığın yaratılış yasaları,
Kad tebeyyene : oldu, beyan oldu, açığa çıktı, açıklandı
el ruşdu : irşad olma, doğruyu bulmak, cehaletten kurtulma
min el gayyi : akılsızlık, dalalete düşme, hakikatten dalalete sapmak
Fe men yekfur : artık, kim, kimse, hakikatleri görmemezlikten gelmek, örter,
bi et taguti : Allah’ı idrak etmeyip putlar edinen, zanlarını ilah edinen
ve yumin bi Allah : iman eder, Allah
Fe kad istemseke : artık, oldu, tutunmuştur, sapasağlam tutunmak, sımsıkı
bi el urveti : tutunmuş olan, bir kulpa, bağlanmış olan,
el vuska : deliller üzere, sağlam,
La infisame lehâ : yok, ayrılmak, kopmak, onda, onun
ve Allâh semiun alim : Allah, işitmek, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

256- Din hakkında zorlayıcılık yoktur. Akılsızlıktan, cehaletten geçip, doğru yolu bulmak için hakikatler apaçık delillerle açıklanmıştır. Artık kim, hakikatleri idrak etmeyip, zanlarını ilah edinirse, hakikatleri görmemezlikten gelip örter. Allah’a iman edenler ise, sağlam delillerle hakikatlere sımsıkı tutunmuşlardır, ondan kopmazlar ve ilmin sahibinin ve işittirenin Allah olduğunu bilirler.

 

-257-

اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

Allâh veliy

ellezine amenu

Allah, dost

iman edenler, iman etmiş kimseler,

yuhricu-hum : çıkarır, çıkar, dışarı, onları,
min ez zulumâti : karanlıklardan, cehaletin karanlığı
ilâ en nûri : nura, aydınlığa, ilmin aydınlığı, irfaniyete
ve ellezîne keferu : onlar, o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen
evliyâu-hum : dost, onlar,
el tagut : zannını ilah edinen, putlar edinen, batıl şeyler
yuhricûne-hum : çıkarır, girer, dalar, onları
min en nûri : aydınlıktan, nurdan,
ilâ ez zulumâti : karanlıklara, cehaletin karanlığına
Ulâike asbahu el nar : işte onlar, sahip olan, o halde, ateş, yakıcılık,
Fi ha halidun : orada, o halde, devamlı, sürekli

 

257- Allah’ı dost edinen kimseler iman etmiş kimselerdir. Onlar cehaletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkarılırlar. Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler ise, batıl olan şeyleri evliya edinirler, onlar da ilmin aydınlığını bırakıp cehaletin karanlığına dalarlar. İşte onlar yakıp yakıcı hallere sahiptirler, devamlı o hallerin içindedirler.

-258-

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

E lem tera ilellezî hâcce ibrâhîme fî rabbihî en âtâhullâhul mulk iz kâle ibrâhîmu rabbiyellezî yuhyî ve yumîtu kâle ene uhyî ve umît kâle ibrâhîmu fe innallâhe yetî biş şemsi minel maşrıkı feti bihâ minel magribi fe buhitellezî kefer vallâhu lâ yehdil kavmez zâlimîn

e lem tera ilâ : gördün değil mi? anladın,
Ellezî hacce İbrahim : o kimse, tartıştı, kavga, İbrahim
fî rabbi-hi : Rabbi hakkında, onu vücudlandıran hakkında,
en âtâ-hu Allah : vermek, sunmak, o, Allah,
El mulk : mülk, hükümran, sahip, değerler,
İz kale ibrahimu : demişti, İbrahim
Rabbiye ellezi yuhyi : Rabbim, ki o, hayat veren, dirilten,
ve yumîtu : öldüren, sınırlayan,
Kâle ene uhyi : dedi, ben, hayat veren, diriltmek
ve umitu : öldürmek, sınırlıyan
Kale ibrahimu : dedi, İbrahîm
Fe inne Allâh : öyleyse, muhakkak, Allah
Yeti bi el şems : getirir, verir, sunar, güneşi
min el maşrıkı : doğudan,
feti biha min el magrip : sonra, haydi, onu getir, batıdan
Fe buhite ellezi kefere : artık, sonra, böylece, şaşırmış, hakikatleri örtenler
Ve Allâh la yehdi : Allah, hidayet, yol bulma,
El kavme el zalimin : kavim, kimseler, topluluk, zalimler, zulümlerde olan

 

258- Allah’ın ona verdikleriyle kendini her şeyin hükümdarı gören kimsenin, İbrahim ile, onları vücudlandıran hakkında tartışan kimseyi anladın değil mi? İbrahim: Beni vücudlandıran, hayat veren ve sınırlayandır O’dur, dedi. Tartışan kimse de dedi ki: Ben de hayat veririm ve sınır koyarım. İbrahim: Muhakkak ki güneşi doğudan getiren Allah’tır, haydi sen batıdan getir, dedi. Böylece hakikatleri görmemezlikten gelip örten o kimse şaşırdı. İşte, zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.

 

-259-

أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِي هََذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Ev kellezî merra alâ karyetin ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ, fe emâtehullâhu miete âmin summe beasehu kâle kem lebiste kâle lebistu yevme ev bada yevm kâle bel lebiste miete âmin fenzur ilâ taâmike ve şerâbike lem yetesenneh venzur ilâ hımârike ve li necaleke âyeten lin nâsi venzur ilâl izâmi keyfe nunşizuhâ summe neksûhâ lahmen fe lemmâ tebeyyene lehu kâle alemu ennallâhe alâ kulli şeyin kadîr

Ev ke ellezi : veya, yada, gibi, benzeri, o kimse,
Merra alâ karyetin : uğradı, güzel, amir, şef, beldeye, kasaba, o yer,
ve hiye haviyetun : o, boş, harabe, ıssız, çökük, aşağı düşmek,
alâ urûşi-hâ : üzer, taht, makam, arş, çatı, o
Kâle enna yuhyi : dedi, nasıl, ne zaman, hayat veren, dirilik
Hazihi Allah : bu, o, işte bu, Allah,
bade mevtiha : sonra, ölümü, nutfe, öz, o
fe emâte-hu allâhu : böylece, katılaşmak, duygusuz, donuk, sessiz, o, Allah
miete âmin : yüz, yıl, yüz sene, uzun yıllar,
Summe bease hu : sonra, ortaya çıkmak, diriliş, diriliğe kavuşmak, o
Kale kem lebiste : dedi, nice, ne kadar, kaldın, yakında, çok geçmeden,
Kâle lebistu yevmen : dedi, yakında, kaldım, hemen, gün, vakit, zaman
Ev bada yevmin : yada, veya, bazı, biraz, kısım, gün, vakit, zaman
kâle bel lebiste : dedi, hayır, kaldın, yakında, çok geçmeden, hemen
miete âmin : yüz, yıl, yüz sene, bir ömür
fe unzur ila taami ke : böylece, haydi, bak gör, yemek, gıda, yarar, sen
ve şerâbi-ke : içecek, iyice öğrenmek, iyice anlamak
lem yetesenneh : değil, çıkarmak, bozulmak, ayrılmak,
Ve unzur : bak gör, incele,
ilâ hımâri-ke : hayvaniyetine, bedenine, merkebine, aptallık,
ve li necale-ke : için, yapmak, olmak, sen
ayeten li el nas : ayet, işaret, delil, insanlar için, insanlara
Ve unzur ilâ el izâmi : bak gör, üzeri, için, kemikler, büyük, yüce,
Keyfe nunşizu ha : nasıl, inşa etmek, yapmak, birleştirmek, onu
summe neksu ha : sonra, giydirmek, asmak, ayırma, bozma,
lahmen : et, dış yüz, deri, haller,
Fe lemma tebeyyene lehu : artık, olduğunda, beyan etmek, göstermek, ona
Kâle alemu enne Allah : dedi, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, olduğu, Allah
alâ kulli şeyin kadir : bütün her şey, kudret

 

259- Ya da bulunduğu yerde kendini üstün görürken ve o bulunduğu tahtda bir boşlukta kalan kimsenin durumu gibi. Dedi ki: Allah nutfeden nasıl dirilik verir. Sonra o Allah’ı anlamak için uzun yıllar sessizce kaldı. Sonra o varlıktaki diriliğe baktı. Dedi ki: Günlerim geçmişken ya da az bir zamanım kalmışken hakikatleri ne kadar zamanda anlarım. Ona bildirildi: Bilakis her an anlamaya yakındın. Artık bak gör seni besleyen ilme ve hakikatlerden ayrılmadan iyice anla ve hayvaniyetine bak anla, anlamak için kendindeki ve insanlardaki işaretlere bak, kemiklerin nasıl birleştirildiğini, onlara nasıl et giydirildiğine bak, anla. Böylece o hakikatleri apaçık anladığında: Allah, ilmin sahibi olandır, bütün her şeydeki kudrettir, dedi.

 

-260-

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Ve iz kâle ibrâhîmu rabbî erinî keyfe tuhyil mevtâ kâle e ve lem tu’min kâle belâ ve lâkin li yatmainne kalbî kâle fe huz erbeaten minet tayri fe surhunne ileyke summecal alâ kulli cebelin minhunne cuzen summe eduhunne yetîneke sayyen valem ennallâhe azîzun hakîm

ve iz kâle ibrahim : demişti, İbrahim
Rabbi erini : rabbim, göster, öğret, bildir, bana,
keyfe tuhyi : nasıl, dirilik, hayat, hayat verensin,
el mevtâ : nutfe, öz, ölü, idraksizlik,
Kale e ve lem tumin : dedi, bildirdi, inanmıyor musun?
Kâle bela : dedi, hayır, bilakis, inanırım
ve lakin li yatmainne : fakat, lâkin, mutmain, içi rahat, şüphesi kalmamış,
kalb : kalbim, idrak, anlayış, ilmi olarak anlamak,
Kale fe huz : dedi, bildirdi, öyleyse, tut, sarıl, edin,
erbeaten : dört, dört makam, Rabbe dönmek,
min et tayri : kuşlar, uçmak, yücelik, yüksek, hissiyat,
Fe sur hunne ileyke : analiz etmek, sır, gizli, ayır, dağıt, sen, burada
Summe ical ala kulli : sonra, kıl, yap, edin, anla, hepsi için, tüm varlık,
cebelin : dağ, yücelik, alim fazıl kimse, ileri gelen, erdemlilik,
minhunne cuzen : onlardan, onlardaki, cüz, parça, kısım,
Summe idu hunne : sonra, davet, çağır, onlar,
yetine-ke sayen : gelir, bulur, sen, takip, izler, peşinde, arayış,
Ve alem : bil, bilim, ilmin sahibi,
enne Allâh aziz : olduğu, Allah, yüce, sıfatların sahibi,
hakim : hakim olan, tüm bedenlere hakim olan,

 

260- İbrahim demişti ki: Rabbim! Nutfeden nasıl hayat verensin bana bildir. O’na bildirildi: Yoksa inanmadın mı? Dedi ki: Evet inandım, lâkin ilmi olarak anlayayım, içimde şüphe kalmasın. O’na bildirildi: Rabbine dönerek onun yüceliğine sarıl, sonra da tüm varlıktaki onun tecellilerini analiz et. Sonra bütün hepsini bir erdemlilik içinde anla. Tüm varlığın O’ndan bir cüz olduğunu bil. Sonra bu hakikatleri arayanlar sana geldiklerinde, onları davet et ve tüm sıfatların sahibinin, tüm bedenlere hâkim olanın Allah olduğunu bilip anlat.

 

-261-

مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seba senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbetin vallâhu yudâifu li men yeşâu vallâhu vâsiun alîm

Meselu : durum, hal, mesele,
ellezine yunfikun : o kimseler, infak, harcama, vermek
Emvâl hum : mallarını, varlığını, değerler, onlar,
sebil allah : mallarını, varlığını, onlar, yol, Allah
Ke meseli habbetin : gibi, durum, misal, hal, tane, tohum
Enbetet seba senabil : yetiştirdi, nebat, yetişen, yedi, sünbül, başak,
Fi kulli sunbuletin : içinde, hepsi, her, her biri, sünbül, başak
Mietu habbetin : yüz, tohum, öz, tane,
Ve Allah yudâifu : Allah, çoğaltır, kat kat arttırır, verir
li men yeşau : için, kim, kimse, isteyen, ister
ve Allâh vasiun : Allah, kuşatan, saran, kaplayan,
alim : ilmiyle, ilmin sahibi,

 

261- Allah yolunda, varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip infak edenlerin durumu; bir tek tohumdan, yedi başak oluşan, her birinin içinden yüzlerce tohum oluşan bir taneye benzer. Kim hakikatleri anlamak isterse, Allah onun bilgisini böyle kat kat artırır. Allah bütün her şeyi ilmiyle kuşatandır.

 

-262-

الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ثُمَّ لاَ يُتْبِعُونَ مَا أَنفَقُواُ مَنًّا وَلاَ أَذًى لَّهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Ellezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi summe lâ yutbiûne mâ enfekû mennen ve lâ ezen lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

ellezine yunfikun : durum, hal, mesele, o kimseler, infak, harcama, vermek
Emvâl hum sebil allah : mallarını, varlığını, onlar, yol, Allah
Summe lâ yutbiûne : sonra, yok, tabi, takip, izlemek,
mâ enfekû mennen : değil, şey, ne, infak, vermek, bize, minnet,
ve lâ ezen lehum : yok, eza, sıkıntı, onlar
Ecr hum : ecir, karşılık, onlar,
inde rabbi-him : katında, ona ait, Rab, onlar
Ve la havfun aleyhim : yok, korku, tereddüt, onlara, onlarda
ve lâ hum yahzenûne : yok, onlar, mahzun olmazlar

 

262- Allah yolunda, varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip infak edenler, sonra da eski hallerini takip etmeyenler, infak ettiklerinin Bize ait olduğunu bilenler, işte onlara sıkıntı yoktur, karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak ta yoktur.

 

-263-

قَوْلٌ مَّعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِّن صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَآ أَذًى وَاللّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ

Kavlun marûfun ve magfiretun hayrun min sadakatin yetbeuhâ ezâ vallâhu ganiyyun halîm

Kavlun marufun : söz, konuşma, irfaniyet, kaynağından güzel söz,
ve magfiretun : mağfiret, bağışlayıcı olma, iyi davranma, temizlenmek,
Hayrun : hayırlı, iyi olan, güzel hallerde olmak,
min sadakat : bağlılık, içten samimi sadık olan, dostluk,
Yetbeu ha ezen : takip, izlemek, ardından, eza, eziyet, zarar, sıkıntı
ve Allâh ganiyy : Allah, tüm varlığın sahibi, zengin,  tüm değerlerin sahibi
halim : halim olan, güzel haller, incelik, sakinlik, zerafet

 

263- Bir irfaniyet üzere güzel konuşmak, iyi davranışlarda olmak, içten samimi bir şekilde hayırlı çalışmalarda olmak, zarar veren halleri takip etmekten daha iyidir. Allah tüm değerlerin sahibidir, güzel halleri sunandır.

 

-264-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtikum bil menni vel ezâ kellezî yunfiku mâlehu riâen nâsi ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhır fe meseluhu ke meseli safvânin aleyhi turâbun fe esâbehu vâbilun fe terakehu saldâ lâ yakdirûne alâ şey’in mimmâ kesebû vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn

ya eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler
La tubtılu : yok, iptal, yok etmek, bırakmayın, kopmayın,
sadakati kum : içten samimi olmak, sadık, dosdoğru olmak, siz
bi el menni : nimet, kesmek, kimin, minnet, dolayı, den, kim,
ve el ezâ ke : eza, eziyet, sıkıntı, gibi,
ellezi yunfiku : o kimse, onlar, infak eder, verir,
Male hu : mal, değer, varlığını, o,
riae en nâsi : o, gösteriş, riya, insanlar
ve la yuminu bi Allah : yok, inanmak, iman etmek, Allah
ve el yevmi el ahıri : son güne, sonuna, sonunun gelecegi zamana
fe meselu-hu ke mesele : atık, o zaman, durum, misal, o, gibi, durum, misal
Safvânin : kaygan taş, sert kaya,
aleyhi turab : onda, üzerinde, toprak,
Fe esâbe-hu vabilin : artık, sonra, isabet, temas, dokunmak, o, şiddetli yağmur
Fe terake-hu : sonra, böylece, terketti, bıraktı, o,
salden : katı, sert, verimsiz, bir şey olmayan,
la yakdirûne ala şeyin : yok, muktedir olamazlar, elde edemezler, bir şey
Mimma kesebû : şeyler, edinmek, kazandılar
ve Allâh la yehdi : Allah, yok, hidayet, yol bulmak, doğru yolu bulmak
El kavme el kafirin : kavim, kimseler, hakikatleri örten

 

264- Ey iman edenler! Sadakat içinde olan o hallerinizi bırakmayın. Kendinde olanları gösteriş içinde veren insanlar gibi eziyet eden olmayın. Allah’a ve sonunuzun geleceği güne olan inancınızı yok etmeyin. Yoksa böyle olanın durumu, kayanın üzerindeki toprağın durumu gibidir. Sonra da şiddetli bir yağmur yağar o toprak ta akar gider, katı bir hâlde üzerinde bir şey olmayan bir duruma gelir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler Allah’a yol bulamazlar.

 

-265-

وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَتَثْبِيتًا مِّنْ أَنفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِن لَّمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Ve meselullezîne yunfikûne emvâlehumubtigâe mardâtillâhi ve tesbîten min enfusihim ke meseli cennetin bi rabvetin esâbehâ vâbilun fe âtet ukulehâ dıfeyn fe in lem yusıbhâ vâbilun fe tall vallâhu bimâ tamelûne basîr

Ve mesel ellezine yunfikun : durum, hal, mesele, o kimseler, infak, harcama, vermek
emvale-hum : mal, varlık, onlar
İbtigae : arzu, gaye, talep, istek,
mardati allâh : amaç, rıza, Allah
ve tesbiten min enfusi-him : tespit, sabit kılarak, sağlamca, nefsilerini, kendilerini
Ke meseli cennetin : gibi, durum, hali, cennet, bahçe, huzur
bi rabvetin : yüksek tepede,
esâbe-hâ vabilun : isabet, temas, dokunmak, ona, bol yağmur
fe âtet ukule ha : böylece, verdi, sundu, meyve, ürün, ona
dıfeyni : iki kat, kat kat,  fazlaca,
Fe in lem yusıb ha : artık, öyle ki, eğer, değil, isabet, temas, ona,
vabilun : bol yağmur
fe tallun : hatta, az bir yağmur, çiselese bile
ve Allâh bima tamelun : Allah, şeyler, yaptığınız,
Basirun : gösteren, bildiren, içteki dıştaki işleyiş sırrının sahibi

 

265- Allah’ı anlamayı amaç edinip ve nefslerini sağlam bir şekilde anlayıp, varlığını infak edenlerin durumu, yüksek bir tepedeki bahçenin durumu gibidir. Oraya bol yağmur isabet eder, böylece orada iki kat ürün olur, hatta bol yağmur isabet etmese bile, az bir yağmur isabet etse de orada bol ürün olur. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri gösterip durandır.

 

-266-

أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

E yeveddu ehadukum en tekûne lehu cennetun min nahîlin ve anâbin tecrî min tahtihel enhâru lehû fîhâ min kullis semarâti ve esâbehul kiberu ve lehu zurriyyetun duafâu fe esâbehâ ısârun fîhi nârun fahterakat kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn

e yeveddu ehadu kum : ister mi, temenni eder mi? biri, sizden,
En tekune lehu cennetun : olması, onun, bir bahçe, huzur, cennet,
min nahilin ve anabin : hurmalıktan ve üzüm bağları
Terci min tahti-ha : vardır, akar, makam, o yerde, altından, o,
El enhar : nehir, akıp giden,
Lehu fiha : orada, onda vardır,
min kull el semerat : hepsinden, her türlü, bol ürün, ürün meyve,
ve esabe-hu : isabet, temas, dokunmak, o,
el kiber : yaşlılık, büyüklük, ihtiyar
Ve lehu zurriyyet : zürriyet, nesil, çocuklar, ondan gelen, ondan alınan
duafau : zayıf, güçsüz,
fe esâbe-hâ ısarun : sonra da, isabet, temas, dokunmak, kasırga,
fihi narun : onun içinde, ateş,
fe ihterakat : böylece, yakar, yanmış,
Kezalike yubeyyin allâh : işte böyle, beyan, açıklamak, Allah
lekum el âyâti : size ayetleri, delil, işaret
lealle-kum tetefekkerun : umulur ki, siz, tefekkür,

 

266- Sizden biriniz ister mi? Onun yanında akıp giden bir nehri olan, oradan bol ürünler aldığı, hurmalıktan ve üzüm bağlarından bir bahçesi varken, ona hastalık isabet etsin ve ondan aldığı ürünler zayıf olsun, sonra da içinde ateş olan yakıcı bir kasırganın o bahçeye isabet edip yok etmesini. İşte Allah sizlere delillerle hakikatleri apaçık açıklar. Umulur ki siz varlığın var oluş hakikatlerini anlamak için düşünürsünüz.

 

-267-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَلاَ تَيَمَّمُواْ الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُم بِآخِذِيهِ إِلاَّ أَن تُغْمِضُواْ فِيهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû enfikû min tayyibâti mâ kesebtum ve mimmâ ahracnâ lekum minel ard ve lâ teyemmemûl habîse minhu tunfikûne ve lestum bi âhızîhı illâ en tugmidû fîhî ve alemû ennallâhe ganiyyun hamîd

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler
Enfiku min tayyibâti : infak, vermek, güzelce, temiz, iyi işler,
mâ kesebtum : şey, ne, değil, edinmek, kazanmak
ve mimmâ ahrac na : şeylerden, nesneler, çıkarmak, dışarı, biz
Lekum min el ardı : sizin, arzdan, yerden, topraktan,
ve lâ teyemmemû : yok, yönelmek, araştırmak, kalkışmayın
el habise minhu : zararlı, kötü, fena ahller, ondan,
tunfikune : infak, veriyorsunuz
Ve lestum bi âhızî-hi : siz değilsiniz, alacak, edinen, onu
illâ en tugmidu : ancak, sadece, karartmak, koyu, kapalı, görünmeyen
ve alemu : bilin
enne Allah ganiy : olduğunu, Allah, tüm varlığın sahibi, zengin,
hamid : niteliklerin sahibi, hamd sahibi,

 

267- Ey iman edenler! Edindiğiniz şeylerden güzelce infak edin. Biz sizi topraktan ortaya çıkardık. Fenalarınızı infak etmeye kalkışmayın. Siz cehaletin o karanlık hallerine sarılmayın. Tüm varlığın sahibinin, varlığın tüm niteliklerinin sahibinin Allah olduğunu bilin.

 

-268-

الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاء وَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

El şeytânu yeidukumul fakra ve yemurukumbil fahşâi vallâhu yeidukum magfireten minhuve fadlâ vallâhu vâsiun alîm

el şeytân : şeytani haller, tüm kötülük halleri
yeidu-kum : vaad, bildirmek, söylemek, davet eder, verir,
el fakr : fakirlik, yoksukluk
ve yemuru kum : emreder, hüküm, sürükler, siz,
bi el fahşa : benlik hâli, ego, çirkinlik, aşırılık, büyüklenmek
Ve Allah yeidu-kum : Allah, vaad, bildirmek, söylemek, davet, istemek,
Magfireten minhu : mağfiret, merhametli, bağışlama, ondan, kendisinden
ve fadlan : fazl, erdemli,
ve Allâh vasiun : Allah, kuşatan, saran
alim : ilmiyle, ilmin sahibi

 

268- Şeytani halleriniz size yoksulluk korkusu verir ve sizi, kendini büyük görme hallerine sürükler. Allah sizi, kendinden olan merhameti üzere olmaya ve erdemli olmaya ve bütün her şeyi ilmiyle kuşatanın Allah olduğunu bilmeye, davet eder.

 

-269-

يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

Yutil hikmete men yeşâu ve men yutel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb

Yuti el hikmet : verir, sunar, sunulur, hikmet, var oluşun bilgisi
Men yeşau : kim, kimse, ister, isteyen kimse, kim isterse,
ve men yute el hikmet : kim, kimse, sunulur, verilir, hikmet, var oluş bilgileri,
Fe kad utiye : artık, böylece, oldu, olur, sunulur, verilir,
hayran kesir : hayır, iyi olan, çok
ve mâ yezzekkeru : tezekkür etmez, varoluşu düşünmez, anlamak,
İlla ulû el elbâbi : başka, yüce akıl sahipleri, hakk üzere düşünme

 

269- İsteyen kimse sunulan hikmet üzere olur. Kim sunulan hikmet üzere olmuşsa, böylece o çok hayırlı çalışmalar içinde olur. Hakk üzere aklını işletenlerden başkası varlığın varoluşunu düşünmez.

 

-270-

وَمَا أَنفَقْتُم مِّن نَّفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُم مِّن نَّذْرٍ فَإِنَّ اللّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ

Ve mâ enfaktum min nafakatin ev nezertum min nezrin fe innallâhe yalemuhu ve mâ liz zâlimîne min ensâr

ve mâ enfaktum : değil, şey, ne, infak ettiniz, verdiniz,
min nafakatin : nafaka, gider, yardım
Ev nezertum min nezrin : veya, taahhüd, söz vermek, yüklenim, adama
Fe inne allâh : artık, böylece, muhakkak, Allah
Yalemu hu : bilir, ilmin sahibidir, ilmiyle vareden, o,
Ve ma li el zâlimîne : değil, yok, şe, ne, zalimler için, zulüm eden,
min ensârın : bir yardımcı, yardımcı olan,

 

270- Siz infak etmemezlik, yardım etmemezlik yapmayın ya da söz verip sözünüzü yerine getirmemezlik yapmayın. Muhakkak ki Allah her şeyi ilmiyle varedendir. Zalimler için bir yardımcıda yoktur.

 

-271-

إِن تُبْدُواْ الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِن تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاء فَهُوَ خَيْرٌ لُّكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنكُم مِّن سَيِّئَاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

İn tubdûs sadakâti fe niimmâ hiye ve in tuhfûhâ ve tutûhâl fukarâe fe huve hayrun lekum ve yukeffiru ankum min seyyiâtikum vallâhu bi mâ tamelûne habîr

İn tubdu : eğer, ise, görünüş, açıkça, açığa vurmak
el sadakat : içten samimi olmak, dosdoğru olmak, sadakat,
Fe niim mâ hiye : artık, ne güzel, o güzel bir hal,
ve in tuhfû-hâ : eğer, ise, gizlerseniz, saklı, onu
ve tutû ha el fukarae : verirsiniz, sunmak, yardım, fakir, yoksul, ihtiyacı olan
Fe huve hayrun lekum : artık, o, hayırlı, iyi olan, sizin için
ve yukeffiru ankum : örter, örtülür, sizin,
min seyyiâti-kum : fenalarınız, günahlarınızdan
ve Allâh bima tamelun : Allah, yaptığınız şeyler,
habir : bildiren, haber veren

 

271- Sadakat içinde olduğunuzu açığa vursanız da ya da o halinizi gizleseniz de, o ne güzel bir hâldir. İhtiyacı olana yardım etmek, o sizin için hayırlı olandır ve sizin fena halleriniz bu hallerinizden dolayı örtülür. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri bildirendir.

 

-272-

لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ

Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu ve mâ tunfikû min hayrin fe li enfusikum ve mâ tunfikûne illebtigâe vechillâh ve mâ tunfikû min hayrin yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn

Leyse aleyke huda hum : değil, senin üzerinde, sen, hidayet, yol gösterme, onlar
ve lâkin Allah : lakin, fakat, ancak, Allah
Yehdi men yeşau : hidayet, yol gösterme, kim, isterse, kimde istek varsa
ve mâ tunfikû min hayrin : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan
Fe li enfusi-kum : artık, o zaman, için, nefsiniz, kendiniz
ve mâ tunfikû : şey, ne, değil, infak, vermek
illâ ibtigâe : ancak, sadece, istedi, diledi, arzu, gaye, aranılan
vechi Allâh : yüz, yön, gerçek olan, Allah
ve mâ tunfikû min hayrin : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan
Yuveffe ileykum : vefalı, içten, dostluk sevgi, samimi, karşılık, size
ve entum la tuzlemun : siz, yok, haksızlık, zulüm

 

272- Sen onları doğru yola getiremezsin. Ancak Allah’ı anlamak isteyen kimseye yol gösterilir. Hayırlı bir şekilde infak ettiğiniz şeyler, sizin kendiniz içindir. İnfak edilen şeylerde ancak aranılan gerçek Allah’ın vechine kavuşmaktır. Hayırlı bir şekilde infak ettiğiniz şeylerde, size sevgi, dostluk vardır ve size haksızlık edilmez.

 

-273-

لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

Lil fukarâillezîne uhsirû fî sebîlillâhi lâ yestatîûne darben fîl ardı yahsebuhumul câhilu agniyâe minet teaffufi tarifuhum bi sîmâhum lâ yeselûnen nâse ilhâfâ ve mâ tunfikû min hayrin fe innallâhe bihî alîm

li el fukarâi : için, ihtiyacı olan, yoksul, varlığından geçen,
ellezine uhsir : onlar, sınırlı, verilen, kendini adayan
fî sebîl Allâh : Allah’ın yolunda
lâ yestatîûne : yok, istidat, güçleri, kendi güçleri yok,
Darben fi el ard : vurmak, isabet, dolaşarak, aramak, hareket, yeryüzü,
yahsebu-hum el cahil : sanır, zanneder, bilmez, onlar, cahil, bilmeyen
Agniyâe : zengin, varlıklı, gani olan, değerleri taşıyan,
min el teaffufi : iffet, doğruluk, namus
Tarifu hum : tanımak, arif olmak, bilmek, onlar,
bi simâ-hum : yüzleri, simaları, onlar
lâ yeselûne el nas : yok, sormak, istemek, aramak, insanlar,
ilhafen : rahatsız ederek, bilmiş bir halde, kendini bilmez, gizli
ve mâ tunfikû min hayrin : şey, ne, değil, infak, vermek, hayırlı, iyi olan
Fe inne Allâh : böylece, işte, olduğu, doğrusu, muhakkak ki Allah
bi-hi alimun : onu, her şeyi, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,

 

273- Allah yoluna kendini adayanlar; tüm varlıklarından geçerler, kendilerindeki gücün onların olmadığını bilirler. Onlar yeryüzünde dolaşırken onları bilmeyenler zannederler ki onlar fakir, lâkin onlar doğruluğun zenginliği içindedirler. Onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlara bilmişlik taslayarak soru sormazlar. Ne infak ederlerse hayırlı bir şekilde ederler. İşte onlar her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilirler.

 

-274-

الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Ellezîne yunfikûne emvâlehum bil leyli ven nehâri sirran ve alâniyeten fe lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

Ellezine yunfikune : onlar, o kimseler, infak, vermek,
Emvale hum : mal, varlık, değer, onlar
bi el leyli ve el nehar : gece ve gündüz
Sirran ve alaniyet : sır, gizli ve açıkça, aleni, açık
Fe lehum ecru-hum : işte, artık, onlar, ecir, karşılık, onlar
İnde rabbi him : yanında, katında, ona ait, rabbi, onlar
Ve la havfun aleyhim : yok, korku, onlara
ve lâ hum yahzenûne : yok, onlar, mahzun, üzülme, kederlenme,

 

274- Kendindeki değerleri gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, işte onların karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.

 

-275-

الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Ellezîne yekulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel mess zâlike bi ennehum kâlû innemal beyu mislur ribâ ve ehallallâhul bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min rabbihî fentehâ fe lehu mâ selef ve emruhû ilâllâh ve men âde fe ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

Ellezine yekulune : onlar, yerler, beslenmek, faydalanmak,
El riba : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkar, artmak, şişmek,
lâ yekûmûne : yok, kalkmak, yapmayın, anlamazlar,
İllâ kema yekumu : ancak, sadece, sürece, gibi, kalkmak, hareket etmek,
Ellezi yetehabbetu-hu : ki o, çarpar, acındırmak, hırpalamak, kıvranmak, darp
el şeytân min el mess : şeytani haller, dokunmak, hareket etmek, temas, değmek
Zalike bi enne-hum : işte bu, o, olması sebebi ile, olduğu, onlar
Kâlû innema el beyu : dediler, ancak, elbette, alış veriş, satış, satma,
Mislu el ribâ : gibi, benzer, riba, şahsi menfaat peşinde olmak
ve ehalle : helal, uygun, Allah,
Allah el beya : satış, alış veriş
ve harrame : haram, yasak,
el riba : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkar üzere hareket etmek
Fe men cae hu mevizat : artık, bundan sonra, kim, geldi, kabul etti, o, vaaz, öğüt,
min rabbi-hi : Rabbinden
Fe enteha : böylece, artık, bıraktı, vazgeçti, son, bitiş, uç
Fe lehu mâ selefe : artık, onun, şey, ne, değil, önce geçen, ced, ata,
ve emru-hu ila allah : iş, hüküm, o, ancak, Allah
Ve men âde : kim, döndü, cehalete döndü
fe ulâike ashabu el nar : işte onlar, sahip, ehli, halk, ateş, yakıcılık,
Hum fiha halidin : onlar, orada, o halde, devamlı,

 

275- Şahsi menfaat ile kendine fayda sağlama peşinde olanlar, hakikatleri anlayamazlar. O kimseler şeytani halleriyle hareket ettikleri sürece, zarar verme içinde olurlar. İşte bu hâlde olanlar, elbette alış veriş şahsi menfaat peşinde olmaktır, derler. Allah için alış veriş helaldir.  Şahsi menfaat peşinde olmak ise haramdır. Artık kim; o hakikatleri Rabbinden bir öğüt olarak kabul ederse, böylece o hallerini sona erdirirse, artık o geride kalmaz ve o, tüm varlığın işleyişinin ancak Allah’a ait olduğunu anlar. Artık kim cehalet hallerine dönerse, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.

 

-276-

يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ

Yemhakullâhur ribâ ve yurbîs sadakât vallâhu lâ yuhıbbu kulle keffârin esîm

 

Yemhaku Allah : yok etmek, yıkım, başarısız, Allah,
el riba : şahsi menfaat peşinde olmak, çıkarcılık,
ve yurbi : eğiten, yetişen, başarmak, artmak,
el sadakati : içten, samimi olan, sadık olan, dosdoğru olan,
ve Allâh la yuhıb : Allah, yok, sevgi
kulle keffârin : bütün, hepsi, hakikatleri örten, kâfir, görmezlikten gelen
esimin : fena, günah, cürüm suç, fena haller

 

276- Şahsi menfaat peşinde olanlar, Allah’ı anlamada başarısız olurlar. Dosdoğru hareket edenler ise başarılı olurlar. Fenalarda olup, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerde Allah sevgisi yoktur.

 

-277-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ekâmûs salâte ve âtevûz zekâte lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

inne ellezîne amenu : muhakkak, iman edenler, inananlar
ve amilû el sâlihâti : dosdoğru hak yolunda çalışanlar
Ve ekamu el salat : her an salat üzere olanlar, bağlılık şuurunda olan,
Ve atavu el zekâte : vermek, paylaşmak, kendinde olanı paylaşmak
lehum ecru-hum : işte, artık, onlar, ecir, karşılık, onlar
İnde rabbi him : yanında, katında, ona ait, rabbi, onlar
Ve la havfun aleyhim : yok, korku, onlara
ve lâ hum yahzenûne : yok, onlar, mahzun, üzülme, kederlenme,

 

277- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edenler ve temizlenme içinde olup kendilerinde olanı paylaşanlar, işte onların karşılıkları Rabbin katındandır ve onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.

 

-278-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmen ittekû allâhe ve zerû mâ bakiye miner ribâ in kuntum muminîn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler, inananlar
İtteku Allâh : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak
Ve zeru ma : bırakmak, terk etmek, sarılmayın,
Ma bakiye : şey, ne, değil, geride kalan, arda kalan,
min el ribâ : şahsi menfaat peşinde olmak, riba, faizden
İn kuntum muminin : eğer, ise, siz oldunuz, müminler, emin olan

 

278- Ey iman edenler! Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve eğer müminlerden olmak istiyorsanız, geride kalan cehalet hallerinize, şahsi menfaat peşinde olan hallerinize tekrar sarılmayın.

 

-279-

فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ

Fe in lem tefalû fezenû bi harbin minallâhi ve resûlihî ve in tubtum fe lekum ruûsu emvâlikum lâ tazlimûne ve lâ tuzlemûn

fe in lem tefalû : artık, eğer, değil, yapmak, faaliyet, gayret
fe izenû : artık, böylece, farkına varmak, bilin
bi harbin min allah : mücadele, savaş, harbi, karşı çıkmak, vuruşmak,
Allah ve resûli-hi : Allah ve resulü, hakikati gösteren, o
ve in tubtum : eğer, tövbe, dönmek, pişman olup dönmek
Fe lekum ruûsu : artık, sizin, tüm varlığınız, başınız, sahibiniz
emvâli-kum : mallarınız, varlığınız, değerleriniz,
lâ tazlimûne : yok, zulmetmezsiniz, haksızlık
ve lâ tuzlemûne : yok, zulmedilmezsiniz, haksızlığa uğramazsınız

 

279- Eğer böyle yapmazsanız, artık Allah ve o resule karşı çıktığınızı bilin. Eğer yaptıklarınızdan pişmanlık duyar dönerseniz, sonra da sizdeki değerlerin, tüm varlığınızın sahibini bilirseniz, zalimlerden olmazsınız ve zulmü yok edersiniz.

 

-280-

وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ve in kâne zû usratin fe naziratun ilâ meyseret ve en tesaddekû hayrun lekum in kuntum talemûn

Ve in kane zu usratin : eğer, ise, oldu, sahip, darlık, müşkil, zorluk, sıkıntı,
Fe naziratun : artık, bakmak, aramak, beklemek, araştırmak,
İla meyseretin : kolaylık, kolaylaştırıcı, bolluk, rahatlatıcı,
Ve en tesaddekû : sadakat, samimi olmak, doğruluk içinde hareket etmek
Hayrun lekum : hayırlı, iyi olan, size
İn kuntum talemun : eğer, ise, siz, bilirseniz,

 

280- Eğer müşkilli hallere sahip iseniz, artık siz müşkillerden kurtulup rahatlamak için hakikatleri araştırın. Doğruluk içinde hareket etmeniz, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

 

-281-

وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ

Vettekû yevmen turceûne fîhî ilâllâhi summe tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn

ve itteku yevm : fenalardan sakının, her zaman, an, vakit,
turceun : aslına dönmek, döndürülmek, aslını aramak, rucu
Fihi ila allah : onun içinde, onda, Allah
Summe tuveffa : sonra, vefalı, sevgi bağlılığı, tamamını verme, teslim etme
Kullu nefsin : bütün herkes, nefs, kişi,
ma kesebet : şey, ne, değil, kazanmak, edinmek
Ve hum la yuzlemune : onlar, o kimseler, yok, zulmedilmezler, haksızlık

 

281- Her zaman fenalardan sakının, Allah’ın hakikatlerine dönün. Sonra sevgiyle hareket edin. Herkes kazandığının karşılığını bulur ve kimseye haksızlık edilmez.

 

-282-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûhu velyektub beynekum kâtibun bil adl ve lâ yebe kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub velyumlilillezî aleyhil hakku velyettekıllâhe rabbehû ve lâ yebhas minhu şeyen fe in kânellezî aleyhil hakku sefîhan ev daîfen ev lâ yestatîu en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil adl vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum fe in lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâl uhrâ ve lâ yebeş şuhedâu izâ mâ duû ve lâ tesemû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelihî zâlikum aksatu indallâhi ve akvemu liş şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâyatum ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd ve in tef’alû fe innehu fusûkun bikum vettekûllâh ve yuallimukumullâh vallâhu bi kulli şeyin alîm

yâ eyyuhe ellezine amenu : ey iman edenler
İza tedâyentum : olduğu zaman, olunca, sözleşme, siz,
bi deynin : alan, borç veren, talep edene verilmesi lazım olan
İla ecelin musemmen : belli süre, zaman, süre, belirlenmiş, isimlendirilmiş
fe uktubû-hu : o zaman, yazın, kaydedin,
ve li yektub beyne kum : için, yazsın, aranızda,
Katibun bi el adli : yazan, katip, adalet, doğru
ve lâ yebe : yok, yap, çekinmesin
Kâtibun en yektube : katip, yazıcı, yazmak
Kema alleme hu allah : gibi, öğretti, öğretmek, o, Allah
fe li yektub : böylece, için, yazsın, yazar
Ve liyalim ellezî : için, bilen, alim, bildirsin, öğretsin, yazdırsın, ki o,
Aleyhi el hakku : onun üzerinde, üzerine, hak, hakikat, doğru, gerçek
Ve li yettekı Allâh rabbe hu : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak, rabbi
ve lâ yebhas min hu şey            : yok, eksiltmek, noksan, ondan, bir şey
Fe in kane ellezi : artık, fakat, oldu, ki o, o
Aleyhi el hakk sefihan : onun üzerinde, hak, doğru, akıl etmeyen, akılsız,
Ev daifen : veya, zayıf, güçsüz
Ev la yestatiu en yamil huve : veya, yok, isdidat, güç, bildirsin, öğretsin, yazdırsın, o
fe li liyalim : artık, o zaman, bildirsin, öğretsin, yazdırsın
veliyyu-hu bi el adli : velisi, dostu, o, adalet, doğru, adil
Ve isteşhidu şehîdeyni : bilenler, bilip görenleri şahit,
min ricali-kum : ileri gelen, bilgili kimse, lider, siz
fe in lem yekûna raculeyn : fakat, eğer, değil, bulunmak, ileri gelen, kamil kimse
Fe raculun : artık, kamil kimse, bilgili, ileri gelen,
ve emr etâni : iş, işleyiş, onun, o işler, iki kadın
mimmen terdavne : o kimselerden, onlardan, hoşnut, rıza, memnun, huzur,
min eş şuhedâi : bilip görünceye kadar, şahitlerden, birliğe ulaşmak
en tedılle ıhda huma : kaybeden, dalalet, ikilik, cehalette kalan, onlardan
Fe tuzekkire : artık, böylece, anlayıp ulaşmak, hatırlatır
Ihda huma el uhra : onlardan birisi, diğer, başka,
Ve la yebe el şuhedâu : yok, kaçınmak, üşenmek, bilip gören, şahitler
İzâ ma duu : olduğu zaman, olunca, şey, ne, değil, davet, çağrı
ve lâ tesemû : yok, usanmayın, üşenmeyin, sıkılmasın, kaçınmasın
en tektubû-hu sagiran : onu yazmanız, küçük, ufak, bilgiye ulaşmamış
Ev kebir ila eceli hi : veya, büyük, ancak, süre, belirli olan, o, yaşça büyük
Zalikum aksatu inde allâh : işte bu, o, doğru olan, adaletli, katında, ona ait, Allah
ve akvemu li el şehadet : sağlam duruş, doğru olan, tanık, bilmek,
Ve ellâ tertâbû : değil, daha yakın, tereddüd, şüphe etmemeniz
İllâ en tekune ticaret : ancak, hariç, olmak, ticaret, alış veriş, paylaşma,
Hâdıraten tudirun ha : var olan, hazır olan, yapılması, yürütmek, hareket, o
beyne-kum : kendi aranızda
Fe leyse aleykum cunâhun : artık, böylece, değil, yok, üzerinizde, size, günah, vebal
ellâ tektubû-hâ : değil, yok, yazmak, onu
ve eşhidû izâ tebâyatum : görün bilin, şahit, olduğunda, anlaşma, satın alma
Ve la yudarra kâtibun : yok, zarar, sıkıntı, zorluk, katip, yazıcı
ve lâ şehîdun : yok, şahit, tanık, bilmek,
ve in tefalû : eğer yaparsanız
Fe innehu fasık bikum : artık, elbette, o, çıkan, hakikatlerden cehalete, size
Ve itteku allâh : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak
ve yuallimu-kum Allah : öğretiyor, öğreten, size, Allah
Ve Allâh bi kulli şeyin alim : Allah, bütün her şey, ilim sahibi, ilmiyle vareden

 

282- Ey iman edenler! Siz hakikatleri talep edip söz verdiğiniz zaman, ölünceye kadar o hakikat bilgilerini gönlünüze yazın ve kendi aranızda o hakikatleri gönüllerinize aktaracağınız zaman doğru bir şekilde aktarın. O hakikatleri gönlüne yazan, Allah’ın size öğrettiği gibi yazsın, başka türlü yapmasın ve üzerindeki hakikatleri bilen kimselerden olsun. Kendini vücudlandıran Allah’a karşı fenalardan sakınsın, ortak koşmasın. O hakikatlere karşı eksik anlama içinde olmasın. Eğer kendindeki hakikatleri anlamada akıl edemiyorsa ya da bir zayıflık içindeyse ya da o hakikatleri bilmede güçsüz kalıyorsa, o zaman o hakikatlere dost olanlardan hakikatleri öğrenme içinde olsun. Böylece ilimde ileri gelenlerin gösterdiği, öğrettiği gibi bilip görenlerden olsun ve işleyişin sahibini bilip huzur bulanlardan olsun. Cehalette kalanlardan olmasın, bilip görenlerden olsun. Böylece hakikatleri anlayıp, başka görmeyip, ikilikten geçip birlik şuuru ile bu âleme baksın. Hakikatlere davet edildiği zaman üşenmesin. Bilgide henüz yeni ya da bilgide kemalat içinde olanlar da, ömürlerinin sonuna kadar hakikatleri öğrenmekten kaçınmasınlar. İşte bu, Allah’a ait olan hakikatleri öğrenmek için doğru olandır ve bilip görenlerden olmak için sağlam duruştur ve tereddüt edenlerden olmamanız içindir. Ancak sizler, kendi aranızda hakikatlerin bilgilerini paylaşmada var olan gerçeklerle hareket edin. Böyle yaparsanız sizlere bir vebal yoktur. Hakikatlerin bilgilerini paylaşmamazlık yapmayın ve paylaştığınızda bilip görenlerden olun. Hakikatlerin bilgilerini paylaşmada zorluk çıkarmayın ve bilip görmeyi yok etmeyin, eğer böyle yaparsanız hakikatlerden cehalete çıkmış olursunuz. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve Allah’ın tüm varlıktan size her an öğrettiğini unutmayın ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilin.

 

-283-

وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ

Ve in kuntum alâ seferin ve lem tecidû kâtiben fe rihânun makbûdat fe in emin badukum badan felyueddillezîtumine emânetehu velyettekıllâhe rabbehu ve lâ tektumûş şehâdet ve men yektumhâ fe innehû âsimun kalbuhu vallâhu bi mâ tamelûne alîm

ve in kuntum ala seferin : eğer siz, iseniz, sefer, arayış, gezip dolaşmak, yolculuk
Ve lem tecidu kâtiben : hayır, yok, bulmak, katip, yazıcı, yazan, kaydeden
fe rihânun makbudat : artık, tutulan, hapis, alınmış, tutulmuş, bilgileri tutan,
fe in emin : artık, emin olan, güvenen, emin olduğunuz taktirde
badu-kum badan : bazınız, bazınıza, birbirinize
fe li yueddi : böylece, artık, ödemek, iade, vermek, ki o
Ellezi utumin emanete-hu : ki o, o kimse, itimat, güvenli, güvendiği, emaneti, o
Ve li yettekı Allâh : fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak,
rabb hu : vücudlandıran, rab, o
Ve la tektumu : yok, gizlemek, saklar, susar,
el şehâdete : bilip görmek, şahit olmak, heran her yerde hazır olan,
ve men yektum ha : kim, saklar, gizler, susar, o, o hakikatleri
Fe inne hu asimun : artık, muhakkak, o, günahkar, hatalı, yanılan, fenalar
kalbu-hu : kalbi, idraki, anlayışı, o
ve Allâh bima tamel alim : Allah, yaptığınız şeyler, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

283- Hakikatlerin bilgilerini paylaşmak için gezip dolaştığınızda, hakikatleri gönlüne alacak birini bulamazsanız, artık o bilgilere sahip çıkacak birini bulduğunuz zaman, sonra da birbirinizden emin olduğunuzda, artık güvendiğiniz o kimselere o emanetleri verin. Sizi vücudlandıran Allah’a karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. Bilip gördüğünüz hakikatleri gizlemeyin. Kim o hakikatleri gizlerse, onların kalbi muhakkak fenalara sürüklenir. Yaptığınız şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır.

 

-284-

لِّلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve in tubdû mâ fî enfusikum ev tuhfûhu yuhâsibkum bihillâh fe yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâu vallâhu alâ kulli şeyin kadîr

li Allah ma fi el semavat  : Allah’ın, göklerde olanlar, ne varsa
ve mâ fî el ardı : yeryüzünde olan ne varsa
ve in tubdu : eğer, görünen, açıklarsanız, açıkça,
mâ fi enfusi-kum : kendiniz, nefsleriniz, içinizde olan
Ev tuhfû-hu : yada, görünmeyen, gizli olan,
yuhâsib-kum bihi Allah : hesap, düşünmek, alıp verme, siz, onunla, Allah
Fe yagfiri : artık, öyle ki, mağfiret, rahmet,
li men yeşâu : için, kim, kimse, ister, istek, isteyen kimse,
ve yuazzibu men yeşau : azap eden, sıkıntı, kim, ister, istek
Ve Allah alâ kul şeyin kadir : Allah, bütün her şey, kudret,

 

284- Göklerde olanlar ve yerde olanlar, sizin gördüğünüz ve görmediğiniz şeyler Allah’ındır. Kendinizdeki Allah’ın hakikatlerini en ince ayrıntısına kadar düşünün. Artık isteyen kimse mağfiret bulur ve isteyen kimse de sıkıntılarda kalır. Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-285-

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ

Âmener resûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihî vel muminûn kullun âmene billâhi ve melâiketihî ve kutubihî ve resulihî lâ nuferriku beyne ehadin min resulih ve kâlû seminâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr

amene el resul : inandı, iman etti, resul, hakikati gösteren,
Bima unzile ileyhi : şeye, hakikatlere, sunulan, indirilen, bildirilen, ona
Min rabbi hi : rabbinden
ve el muminûne : müminler, emin olan,
Kullun amene : hepsi, iman eden, inanan,
bi Allah : ile, Allah ile birlikte, Allah’a
ve melâiketi-hi : tüm varlıktaki onun gücüne, gücün ona ait olduğuna
ve kutubi-hi : kitaplarına, her varlığın onun kitabı olduğuna
ve resuli-hi : resullerine, hakikati gösteren,
la nuferriku : yok, fark, ayırt etmek,
Beyne ehadin min resul hi : arasında, biri, resullerin, hakikati gösteren,
ve kalu seminâ : dediler, işittik, hakikatlere işitik,
ve atanâ : itaat ettik, uyduk, hakikatlere uyduk,
gufrâne-ke : mağfiret etmen, temizlenmek, rahmet,
rabbe na : rabbimiz
ve ileyke el masir : sana, sürüp giden, dönüp varılacak yer,

 

285- Resul, kendi üzerindeki tecellilerin Rabbinden olduğuna iman etti. Bütün müminler de; Allah’a ve tüm varlıktaki gücün O’na ait olduğuna ve her varlığın O’nun kitabı olduğuna ve O Resullere inandılar. O Resullerin arasında ayrım yapmadılar. Dediler ki: Hakikatleri işittik ve hakikatlere uyduk. Rabbimiz! Mağfiretin senden olduğuna ve dönüp varılacak yerin sen olduğuna inandık.

 

-286-

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vusahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahtanâ rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bihî vafu annâ vagfir lenâ verhamnâ ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn

lâ yukellifu Allah : yok, mükellef, sorumlu olan, yapmada görevli, Allah,
nefsen : nefs, kendi, kişi,
İlla vusa ha lehâ : ancak, kendi gücü, kapasite, genişletmek, o, onun
mâ kesebet : şey, ne, değil, kazandığı, edindiği, öğrendiği, anladığı
ve aleyhâ ma iktesebet : onun üzerinde,  kendine, kazanamayan, elde edemeyen
Rabbe na lâ tuâhız-nâ : rabbimiz, yok, uzaklaşma, sarılma, edinme, sorumlu, biz
in nesîna : eğer, şayet, unutmak,
ev ahtana : veya, ya da, hata, düşmek, yanlış yapmak, şaşırmak,
rabbe-nâ : Rabbimiz
ve lâ tahmil aleyna : yok, yükleme, taşımak, üzerimize
Isran kema hamelte-hu : zorluk, sıkıntı, yükledin, taşımak, o
alâ ellezîne min kabl na : karşı için, o kimseler, onlara, önceden, biz
ve lâ tuhammil-nâ : yok, yükleme, taşımak, terke etmeyelim, biz
mâ lâ tâkate lenâ nihi : takatımız kesilmesin, güç, şevk, bizim, onu
ve afu anna : affet, bağışla, bizim
ve ıgfir lenâ : mağfiret, bağışlama, bize,
ve irham-nâ : rahmet et, merhamet, biz
Ente Mevla na : sen, sahip, Mevla, efendi, biz,
Fe ensur-nâ : artık, böylece, yardım, zafer, başarı, biz
alâ el kavmi : kavim, kimseler, toplumlar,
el kâfirîne : hakikatleri örten , görmemezlikten gelen

 

286- Kişi Allah’ı anlamadan yok sayamaz. Ancak o gücün gücü nisbetince O’nu. Hakikatlerden bir elde edemeyenlerin canlandıracakları şeydir. Rabbimiz! Unutursak ya da hata yaparsak bizi hakikatlerden uzaklaştırma. Rabbimiz! Bizden yolculukların senin hakikatlerini yüklendikleri gibi, olsa olsak bile biz de yüklendiğimiz o hakikatleri terk etmeyelim ve bu yolda şevkimiz bitmesin. Bize bağışlayıcılığı ve bize mağfireti ve bize merhameti bağışla. Sen bizim sahibimizsin. Bundan böyle hakikatleri görmemezlikten gelen örtenlere karşı hakikatlerini anlamada, anlatmada bizi başarılı kıl.

[/vc_column]