CÂSİYE SURESİ
-1-
حم
Hâ mîm
Ha mim | : zat, Hu, cemül cem, nokta, kemalat, mümin, emin |
1- Ha, Mim
-2-
تَنزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm
Tenzilu | : bölüm bölüm indirilme, ortaya çıkan her varlık, sunulan |
el kitabi min Allah | : kitap, yazılı olan, Allah’ın kitabı, |
el aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hakim olan, |
2- Ortaya çıkan her varlık, tüm değerlerin yüce sahibi, tüm varlığa hâkim olan Allah’ın bir kitabıdır.
-3-
إِنَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِّلْمُؤْمِنِينَ
İnne fîs semâvâti vel ardı le âyâtin lil mûminîn
İnne fî el semâvâti | : muhakkak ki, ne varsa, içinde, sema, gökler |
vel ardı | : yer, toprak, beden, |
Le ayatin | : elbette, işaretler, deliller, ayetler, |
li el müminine | : emin olan için, müminler için, |
3- Muhakkak ki göklerde ve yerde ne varsa elbette müminler için ayettir.
-4-
وَفِي خَلْقِكُمْ وَمَا يَبُثُّ مِن دَابَّةٍ آيَاتٌ لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Ve fî halkıkum ve mâ yebussu min dâbbetin âyâtun li kavmin yûkınûn
ve fî halkı-kum | : halkiyetinizde, yaratılışınızda, varoluşunuzda, siz |
ve mâ yebussu | : şey, yayılma, çoğalma, üreme, hayvan, yeryüzündeki varlık |
min dabbetin | : hayvan, varlık, yeryüzünde olan varlıklar |
Âyâtun | : ayetler, delil, işaretler, |
li kavmin yukinune | : insanlar için, kavim, hakka yakın olan, |
4- Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde üreyip çoğalan varlıklarda, yakınlığı anlamak isteyenler için deliller vardır.
-5-
وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاء مِن رِّزْقٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ آيَاتٌ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Vahtilâfil leyli ven nehâri ve mâ enzelallâhu mines semâi min rızkın fe ahyâ bihil arda ba’de mevtihâ ve tasrîfir rîyâhı âyâtun li kavmin yakılûn
ve ihtilâfı | : farklılık, karşılıklı takip etmesi, |
el leyli ve en nehar | : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık, |
ve mâ enzele Allahu | : şey, ne, sunma, ortaya çıkışı, indirdiği, gelişi, Allah |
min el semâi | : ulvi âlem, ulviyet, gökyüzü, |
min rızkın | : rızıklar, faydalı olan, rahmet, sıfatlar |
Fe ahya bi-hi el arda | : böylece, hayat, diriltti, onunla, yeryüzünde |
bade mevti ha | : sonra, ölüm, nutfe, tohum, sunması |
Ve tasrifi | : bir yönden diğer yöne çevirir, değiştirir, |
er riyâhı | : rüzgâr, esip giden, hissettiren, |
Âyâtun | : ayetler, delil, işaret, |
li kavmin yakılune | : insanlar için, kimseler, akıl edip düşünen |
5- Gece ve gündüzün farklı olmasında ve rızkınız için gökten Allah’ın indirdiği rahmette, böylece o rahmetle yeryüzünün hayat bulmasında, sonra da onda tohumların oluşmasında ve rüzgârların bir yönden diğer yöne çevrilmesinde, düşünen insanlar için deliller vardır.
-6-
تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَ اللَّهِ وَآيَاتِهِ يُؤْمِنُونَ
Tilke âyâtullahi netlûhâ aleyke bil hakk fe bi eyyi hadîsin ba’dallâhi ve âyâtihî yû’minûn
Tilke âyâtu Allâh | : işte bu, bunlar, tüm varlık, Allah’ın ayetleri, delilleri |
Netlu Aleyke | : okuyoruz, bildiriyoruz, bildirilip duruyor, sana, size |
bi el hakkı | : bir gerçek, hak, doğru, hakikat, |
Fe bi eyyi | : artık, hangi, ne, nasıl, her zaman, her an, |
hadisin | : söz, yeni, değişen, olay, hadise, gerçekleşen, varoluş, |
bade Allah | : sonra, böylece, Allah’tan |
ve âyâti-hi yuminune | : ayetler, deliller, işaretler, o, inanırlar |
6- Tüm varlık Allah’ın ayetleridir. Hakikatler size her an bildiriliyor. Artık Allah’tan açığa çıkan varoluşa ve O’nun delillerine inanın.
-7-
وَيْلٌ لِّكُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ
Veylun li kulli effâkin esîm
Veylun li kulli | : vah haline, bütün, hepsine, |
effakin | : yalan, dolan, iftira, ifk, |
esimin | : günahlar, fenalar, hatalar, kötülük, |
7- Yazık, günahlarda, yalanlarda kalanların hallerine.
-8-
يَسْمَعُ آيَاتِ اللَّهِ تُتْلَى عَلَيْهِ ثُمَّ يُصِرُّ مُسْتَكْبِرًا كَأَن لَّمْ يَسْمَعْهَا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Yesmeu âyâtillâhi tutlâ aleyhi summe yusırru mustekbiren ke en lem yesmahâ fe beşşirhu bi azâbin elîm
Yesmeu | : işitir, işiten, duyan, |
ayati Allah | : ayetler, işaretler, deliller, Allah |
tutla aleyhi | : okunan, okunur, açıklanan, ona, kendine, |
Summe yusırrı | : sonra, ısrarla, inatla, kapanmak, |
mustekbiren | : kibirlenir, büyüklenmek, |
Ke en lem yesma hâ | : gibi, onu işitmemiş, duymamış, |
Fe beşşir-hu | : artık, müjdele, bildir, öğüt ver, o |
bi azabin elime | : acı bir azap, acı bir sıkıntı, |
8- Ona okunan Allah’ın delillerini işiten, sonra da işitmemiş gibi davranıp kibrinde ısrar edene, artık acı bir azabı ona bildir.
-9-
وَإِذَا عَلِمَ مِنْ آيَاتِنَا شَيْئًا اتَّخَذَهَا هُزُوًا أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Ve izâ alime min âyâtinâ şeyen ittehazehâ huzuvâ ulâike lehum azâbun muhîn
ve izâ alime | : öğrendiği zaman, bildiğinde, |
min ayati na şeyen | : ayetlerimiz, delil, işaret, bir şey, |
ittehaze ha | : edindi, sarıldı, kullandı, o, |
huzuven | : eğlence, alay etmek, şaka, önemsememek, küçük görmek |
Ulâike lehum | : işte onlar, o kimseler, |
azabun muhinun | : azap, alçaltıcı, kaybettirici, küçük düşüren, hakir bırakan |
9- Delillerimizden bir şey öğrendiği zaman; onu kendi çıkarı, eğlencesi için kullanan, işte o kimseler için hakir bırakan bir azap vardır.
-10-
مِن وَرَائِهِمْ جَهَنَّمُ وَلَا يُغْنِي عَنْهُم مَّا كَسَبُوا شَيْئًا وَلَا مَا اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاء وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Min verâihim cehennem ve lâ yugnî anhum mâ kesebû şeyen ve lâ mattehazû min dûnillâhi evliyâe ve lehum azâbun azîm
min verâi-him | : arkaları, geçmişi, onlar, eski bilişlerinde kalan |
cehennemu | : cehaletin cehennemi, |
ve lâ yugnî anhum | : fayda vermez, onlara |
ma kesebu şeyen | : edindikleri şey, kazandıkları, şey, |
ve la ma ittehazu | : yok, şey, ne, edindikleri, sarıldıkları, faydası, |
Min duni Allahi evliyae | : ondan başka, Allah’tan başka, dostlar, evliya |
ve lehum azabun elim | : onlar, sıkıntı, acı, elim bir azap |
10- Onların geçmiş cehaletlerine dönmesi cehennemdir. Edindikleri şeylerin onlara bir faydası yoktur. Allah’tan başkasına evliya diye sarıldıklarından da onlara bir fayda yoktur ve onlar elim bir azabın içindedirler.
-11-
هَذَا هُدًى وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ لَهُمْ عَذَابٌ مَّن رِّجْزٍ أَلِيمٌ
Hâzâ hudâ vellezîne keferû bi âyâti rabbihim lehum azâbun min riczin elîm
Hâzâ huda | : bu, hakikatler, rehberlik, yol gösterme, |
ve ellezi keferu | :görmemezlikten gelen, örtenler, |
bi âyâti rabbi him | : ayetleri, delilleri, rabbinin |
Lehum azabun | : onlar, onlara, azap, sıkıntı, |
min riczin elim | : şiddetli azap, sıkıntı, gazap, öfke, acı |
11- Bu bir yol göstermedir. Rabbinin delillerini görmemezlikten gelenler, onlar acı bir öfkenin, sıkıntıların içindedirler.
-12-
اللَّهُ الَّذِي سخَّرَ لَكُمُ الْبَحْرَ لِتَجْرِيَ الْفُلْكُ فِيهِ بِأَمْرِهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Allâhullezî sahhare lekumul bahre li tecriyel fulku fîhi bi emrihî ve li tehtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn
Allâhu ellezi | : Allah, |
sahhare lekum | : meydan, düzen, sıfatlandırdı, düzenledi, sizi |
el bahre li tecriye | : deniz, bilen, sonsuzluk, yapmak, akıp gitmek, |
El fulku fihi | : yörünge, izlenen yol, sürüp giden, onun içinde |
bi emri hi | : işi, emri, hüküm, bir işin yapılması |
ve li tebtegû | : istemeniz için, |
min fadli hi | : fazlı, yaratılışın nitelik, incelikleri, lütuf, o |
ve lealle-kum teşkurune | : umulur ki, siz, teşekkür, teslim eden, her şeyi ona veren, |
12- Sizi düzenleyip sıfatlandıran Allah’tır. O’nun işleyişinin izlediği yol, sonsuzluğa akar gider. O’nun yaratmasındaki incelik ve nitelikleri bilmeyi isteyin. Umulur ki siz varlığınızın sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.
-13-
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِّنْهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لَّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Ve sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn
ve sahhare lekum | : düzen, sahra, meydan, düzenledi, siz |
Ma fî es semâvâti | : göklerde olan, |
ve ma fi el ardı | : şey, ne, değil, yerde |
Cemîan min hu | : birlik, hepsi, toplanan, onda, |
İnne fi zalike | : muhakkak, işte bunlarda, |
le âyâtin | : elbette, ayet, delil, işaret |
li kavmin yetefekkerune | : kimseler için, kavim, tefekkür eden, düşünen, |
13- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa ve sizde ne varsa, hepsi birliği gösterir bir şekilde düzenlendi. Muhakkak ki bunların içinde tefekkür eden kimseler için deliller vardır.
-14-
قُل لِّلَّذِينَ آمَنُوا يَغْفِرُوا لِلَّذِينَ لا يَرْجُون أَيَّامَ اللَّهِ لِيَجْزِيَ قَوْمًا بِما كَانُوا يَكْسِبُونَ
Kul lillezîne âmenû yagfirû lillezîne lâ yercûne eyyâmallâhi li yecziye kavmen bi mâ kânû yeksibûn
Kul li ellezine amenu | : de, söyle, de ki, iman eden kimseler, inanan, |
Yagfirû li ellezine | : mağfiret, lütuflarıyla temizleyen, tertemiz olma, kimseler, |
lâ yercûne | : ümit kesmeyin, umutsuz, |
eyyame Allah | : gün, yol, güzellik, doğruluk, intizam, Allah |
li yecziye kavmen | : karşılığı, ceza, kavim, insanlar, kimseler, |
bi mâ kanu yeksebune | : onun, ne, oldu, kazanmak, edinmek, |
14- İman eden kimselere de ki: Allah yolunda doğruluk, güzellik üzere olsunlar, umutsuz olmasınlar, lütuflarıyla temizlenen kimselerden olsunlar, kazandıkları şeylerin karşılığını veren kimselerden olsunlar.
-15-
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاء فَعَلَيْهَا ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ
Men amile sâlihan fe li nefsih ve men esâe fe aleyhâ summe ilâ rabbikum turceûn
Men amile sâlihan | : kim, iyi güzel amel, dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Fe li nefsi hi | : kendisi için, kendinedir, |
Ve men esae | : kim, kötü hallerde, fenalar, kötü çalışma, |
fe aleyha | : o zaman, kendi aleyhine, ona, üzerine, |
Summe ila rabbi kum | : sonra rabbiniz, vücudlandıran, siz, |
turceune | : geri dönen, rücu, dönüş, |
15- Kim iyi çalışmalarda olursa kendisi lehinedir ve kim kötü çalışmalarda olursa kendi aleyhinedir. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir.
-16-
وَلَقَدْ آتَيْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Ve lekad âteynâ benî isrâîlel kitâbe vel hukme ven nubuvvete ve rezaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alel âlemîn
ve lekad ateyna | : andolsun, doğrusu, verdik, sunduk, |
beni israile | : Allah’ın kulları, hak yolunda olan, kullarımız, |
El kitabe | : kitap, her varlık bir kitap, yazılı olan, |
ve el hukme | : hüküm, hikmet, hakim olan, ince hikmetler |
ve el nubuvvete | : haber getiren, hakikati bildiren, hakka çağıran, nebiler |
ve rezak nâ hum | : rızık, sıfat, nimet, fayda, biz, onlar |
min et tayyibâti | : iyi, güzel, hoş, temiz şeylerden |
ve faddalnâ-hum | : fark edici, lütuf, nitelik, şuur, fazilet, erdemli, biz |
ala el alemin | : için, üzerine, âlemler, toplulukla tüm varlık, |
16- Doğrusu kullarımıza her varlığı bir kitap olarak sunduk. O kitapta ince hikmetleri ve hakikatlerin haberlerini bildirdik. Onları tertemiz bir şekilde sıfatlandırdık ve onlara tüm varlığı anlayabilecek şuuru bahşettik.
-17-
وَآتَيْنَاهُم بَيِّنَاتٍ مِّنَ الْأَمْرِ فَمَا اخْتَلَفُوا إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمْ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Ve âteynâhum beyyinâtin minel emr fe mahtelefû illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, inne rabbeke yakdî beynehum yevmel kıyâmeti fî mâ kânû fîhi yahtelifûn
ve âteynâ hum | : verdik, sunduk, onlar, |
beyyinatin | : apaçık deliller, |
Min el emr | : işleyiş, işler, emir, hüküm, |
Fe ma ihtelefû | : fakat, şey, ne, değil, ihtilaf, ayrılık, farklılık, |
İlla min badi | : ancak, sonra, bir süre sonra |
ma cae hum el ilmu | : şey, ne, değil, yok, gelen, verilen, sunulan, ilim, |
Bagyen beyne hum | : kıskançlık, zulüm, azgınlık, onların aralarında |
İnne rabbe ke | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
yakdi | : takdir, açığa çıkma, kada, oluş, işlemek, yaratmak, |
Beyne hum | : aralarında, onlar, onlarda, tüm varlıkta, |
yevme el kıyâmeti | : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı vakit, |
Fî ma kanu | : içinde, şey, ne, değil, oldu, olmadılar, anlamadılar, |
fi hi | : onda, o hakikatler hakkında, o hakikatler için |
yahtelifune | : ayrılığa düşüp tartışma, ikilik, ihtilaf, uyuşmazlık, |
17- Onlara işleyiş hakkında apaçık deliller sunduk. Ancak bir süre sonra onlar bazı şeylerde ayrılığa düştüler. Onların aralarında ortaya çıkan, kıskançlık, zulüm gibi şeyler sunulan ilimde yoktu. Muhakkak ki seni vücudlandıran, tüm varlığın açığa çıkmasında da takdir sahibi olandır. Bu hakikati anlayamayanlar, onlar kendi aralarında ölünceye kadar ayrılığa düştükleri şeyler hakkında tartışırlar.
-18-
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِّنَ الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Summe cealnâke alâ şerîatin minel emri fettebi hâ ve lâ tettebi ehvâellezîne lâ yalemûn
Summe cealna ke | : sonra, kıldık, yönelttik, yapmak, sunmak, düzenledik, sen |
alâ şerîatin | : şeriat, yüce düzen, doğru yol, yasa, hukuk, yol, nur, |
min el emri | : iş, işleyiş, hüküm, kâinatın işleyişi, |
fe ittebi ha | : böylece, bundan sonra, tabi olmak, uymak, |
ve lâ tettebi ehva | : uyma, tabi olma, heva, zanlar, hevesler, |
Ellezine la yalemune | : bilmeyen kimseler, |
18- Sana kâinatın işleyişinin yüce düzenini sunduk. Artık ona tâbi ol ve sakın bilmeyen kimselerin hevalarına uyma.
-19-
إِنَّهُمْ لَن يُغْنُوا عَنكَ مِنَ اللَّهِ شَيئًا وإِنَّ الظَّالِمِينَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُتَّقِينَ
İnnehum len yugnû anke minallâhi şeyâ ve innez zâlimîne baduhum evliyâu bad vallâhu veliyyul muttekîn
İnne hum len yugnû an-ke | : doğrusu, onlar, yok, değil, asla, fayda, yarar, sen |
min allâhi şeyen | : Allah, bir şey söyleyen, |
inne zalimine | : şüphesiz, doğrusu, zalimler, zalimlik yapan, |
badu-hum evliyau badin | : bazıları, onlar, evliya, dost, dostlar, bazıları, |
ve allâhu veliyyu | : Allah, dost, veli, |
el muttekine | : fenalardan sakınan şirk koşmayan |
19- Onların Allah hakkındaki söyledikleri şeylerde sana asla bir fayda yoktur. Şüphesiz zalimlerden bazıları bazılarının dostlarıdır. Fakat fenalardan sakınanlar, şirk koşmayanlar ise Allah’ı dost edinirler.
-20-
هَذَا بَصَائِرُ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّقَوْمِ يُوقِنُونَ
Hâzâ basâiru lin nâsi ve huden ve rahmetun li kavmin yûkınûn
Hâzâ basariu li en nasi | : bu basiret, kalp sahibi, görmek, insanlar için |
Ve huden | : yol gösterme, kılavuz, |
ve rahmetun | : rahmet, tüm varlığın tecellilerle sarılması, merhamet |
li kavmin yukinune | : insanlar için, yakınlığı anlamak, emin olmak, |
20- İşte bunlar insanların kalb sahibi olmaları içindir ve yol göstermedir ve yakınlığı anlayan kimseler için rahmettir.
-21-
أًمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أّن نَّجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاء مَّحْيَاهُم وَمَمَاتُهُمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ
Em hasibellezînecterahûs seyyiâti en necalehum kellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti sevâen mahyâhum ve memâtuhum, sâe mâ yahkumûn
Em hasibe ellezine | : yoksa, hesap etti, zannetti o kimseler |
İcterahû el seyyiati | : çalışma, yaptıkları, fena hallerde kalanlar, kötülük yapan |
en necale-hum | : kılmak, yapmak, olmak, edinmek, onlar |
Ke ellezine amenu | : gibi, iman eden kimseler |
ve amilû el sâlihât | : iyi çalışmalarda olmak, dosdoğru hak yolunda çalışmak |
sevaen | : bir olmak, eşit, aynı, |
Mahya hum | : hayat, yaşam, onlar |
ve memâtu-hum | : ölüm hakkında, onlar |
Sâe ma yahkumune | : kötü, fena, ne, şeş, hüküm veriyorlar. |
21- Yoksa kötülük yapanlar, iman eden kimseler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlarla bir olduklarını mı zannederler. Onlar yaşam hakkında ve ölüm hakkında ne kötü hüküm veriyorlar.
-22-
وَخَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Ve halakallâhus semâvâti vel arda bil hakkı ve li tuczâ kullu nefsin bimâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn
ve halaka Allahu | : halk etti, yarattı, Allah |
El semavat ve el arda | : göklerde ve yerde |
Bil el hakkı | : hak, hakikat, adalet, dosdoğru, gerçek, |
ve li tuzca | : için, karşılık, verilme |
Kullu nefsin | : bütün nefisler, herkes |
Bi ma kesebet | : edindikleri şeyler, sebep, çalışmak |
Ve hum la yuzlemune | : onlara zulüm yok, haksızlık edilmeden |
22- Allah, gökleri ve yeri, hakikatleri gösterir bir halde halketti. Herkese çalışmalarının karşılığı verilir ve onlara haksızlık edilmez.
-23-
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
E fe raeyte men ittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehu allâhu alâ ilmin ve hateme alâ semihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh fe men yehdîhi min badillâh e fe lâ tezekkerûn
E fe raeyte | : öyleyse gördün mü? Anladın mı? |
men ittehaze | : Kim, kimse, edinen, sarılan, |
İlahe hu | : ilah, tapınma, |
heva hu | : heva, çıkarları, cehalet bilişleri, düşkünlük, o |
ve edalle-hu | : dalalet, kendi cehalet anlayışına sapan, o |
Allahu ala ilmin | : Allah, için, yüce, üzerine, ilim, |
ve hateme | : son, mühürlü, kapalı, |
ala semi hi | : onun işitmesi |
ve kalbi-hi | : idraki, anlayışı, onun kalbi |
ve ceale | : kıldı, yaptı, edindi, oldu, |
ala basari hi | : görmesi, basiret, anlamak, o |
gışavet | : perde, engel, |
Fe men yehdîhi | : artık, kim, yol gösteren, kılavuz, hüda, o |
min badi Allah | : sonra, başka, Allah’tan başka |
E fe lâ tezekkerûne | : öyleyse, varlığın yaratılışını düşünüp hakikatlerle bakma |
23- Hevasını ilah edinen kimseyi gördün değil mi? O, Allah’ın ilmini bırakıp kendi cehalet anlayışına sapandır. Onun işitmesi ve idraki kapalıdır ve onun cehaleti o hakikatleri görmeye engeldir. Bundan sonra yine de ona Allah’tan başka kim yol gösterir? Öyleyse neden hâlâ varlığın yaratılışını düşünüp o hakikatlerle bu âleme bakmıyorsunuz?
-24-
وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
Ve kâlû mâ hiye illâ hayâtuned dunyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikunâ illa el dehr ve mâ lehum bi zâlike min ilm in hum illâ yezunnûn
ve kâlû ma hiye illa | : dediler, değil, şey, ne, o, değildir, sadece, başka |
hayatu na el dunyâ | : hayatımız, yaşamımız, dünya |
nemetu | : ölürüz, ölümlüyüz, |
ve nahya | : yaşarız, diriliriz, |
ve mâ yuhliku-nâ | : şey, ne, değil, helak olmak, yok olma, biz, |
illa el dehru | : zaman, yaşlanmak, yaşlanınca |
ve mâ lehum | : ve onların yoktur |
bi zâlike min ilmi in hum | : bununla, bu konuda, bir bildikleri, ilim, onlar, |
İlla yezunnune | : sadece, ancak, zanda bulunan, |
24- Dediler ki: Hayatımız ancak dünya hayatından başka bir şey değildir. Ölümlüyüz. Yaşarız ve yaşlanınca da yok olur gideriz. Onların bu konuda bir ilimleri yoktur, sadece zanda bulunuyorlar.
-25-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ مَّا كَانَ حُجَّتَهُمْ إِلَّا أَن قَالُوا ائْتُوا بِآبَائِنَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin mâ kâne huccetehum illâ en kâlûtû bi âbâinâ in kuntum sâdıkîn
ve izâ tutla aleyhim | : ve okunduğu zaman, halde, onlara, ayet, delillerimiz |
Ayatu na beyyinatun | : ayetlerimiz, delil, apaçık gösterme, açıklanarak |
Ma kane huccete-hum | : olmadı, onların hüccetleri, delilleri, iddiaları |
İllâ en kalu | : den başka, derler, |
etu bi abai na | : getirin, verin, atalarımız, anne baba, |
İn kuntum sadikine | : eğer, ise, siz, doğru olanlardan iseniz |
25- Onlara ayetlerimiz apaçık gösterildiği hâlde, eğer siz doğru söyleyenlerden iseniz getirin atalarımızı, demekten başka bir iddiaları olmadı.
-26-
قُلِ اللَّهُ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيبَ فِيهِ وَلَكِنَّ أَكَثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Kulillâhu yuhyîkum summe yumîtukum summe yecmeukum ilâ yevmil kıyâmeti lâ reybe fîhi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Kul Allahu yuhyi kum | : de, söyle, anlat, Allah, hayat, siz, |
Summe yumitu kum | : sonra, sınırlar, öldürür, siz, |
Summe yecmeu kum | : sonra, birlik, bütünlük, toplar, siz, |
İlla yevmi el kıyâmeti | : ancak, vardır, mutlaka gelecek, diriliş günü, ölüm vakti, |
lâ reybe fi hi | : şüphe yok, hata yok, onda, şüphesiz |
ve lâkinne ekseren | : lakin, çoğu |
En nasi la yalemune | : insanlar, bilmiyorlar |
26- De ki: Allah size hayat verendir. Sonra sizi sınırlayandır. Sonra sizleri bir arada tutandır. O ölüm vakti mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-27-
وَلَلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرضِ وَيَومَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَخْسَرُ الْمُبْطِلُونَ
Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard ve yevme tekûmus sâatu yevme izin yahserul mubtılûn
ve li allâhi mulku | : Allah, mülk, yönetimi, hükümran, idare eden, |
El semavati ve el ardı | : gökler ve yer |
ve yevme | : gün, vakit, asır, devir, an, zaman, devre, |
tekumu | : olur, vuku bulur, tecelli etme, meydana gelme, işlemek |
el saatu | : zaman, saat, gelip geçen zaman, vakit, an, |
Yevme izin | : gün, vakit, zaman, an, yetkili, icazet, |
yahseru | : hüsran, kaybeden, |
mubtilune | : batılda, gaflette, yalanda |
27- Göklerin ve yerin yönetimi Allah’a aittir. Bütün zamanlarda ve her an tecelli eden O’dur. Her an her şeyde yetkili olanı anlamada gaflette kalanlar, hüsrana uğrayanlardır.
-28-
وَتَرَى كُلَّ أُمَّةٍ جَاثِيَةً كُلُّ أُمَّةٍ تُدْعَى إِلَى كِتَابِهَا الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve terâ kulle ummetin câsiyeh kullu ummetin tud’â ilâ kitâbihâ el yevme tuczevne mâ kuntum tamelûn
ve terâ kulle ummetin | : görürsün, bütün insanlar, topluluklar |
casiyet | : diz çökmüş, aynı düşüncede olan, korkuya teslim, |
Kullu ümmetin | : bütün insanlar, topluluklar |
tuda ila kitabi ha | : çağrı, davet, kitabı, inancı |
el yevme tuczevne | : gün, vakit, zaman, karşılığı verilir. |
Mâ kuntum tamelune | : siz ne yapıyorsunuz, yaptığınız şeyler |
28- Korkuya teslim olanların hepsini görürsün ki, onların hepsi kendi batıl inançlarına göre hareket ederler. Yaptığınız şeylerin karşılığı her zaman verilir.
-29-
هَذَا كِتَابُنَا يَنطِقُ عَلَيْكُم بِالْحَقِّ إِنَّا كُنَّا نَسْتَنسِخُ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Hâzâ kitâbunâ yentıku aleykum bil hakk innâ kunnâ nestensihu mâ kuntum tamelûn
Hâzâ kitabu na | : bu, işte bu, kitabımız, |
yentiku | : söyleyen, konuşan, nutuk, |
Aleykum bi el hakkı | : size, sizde, üzerinizde, hak ile, gerçek, hakikat, |
İnna kunnâ | : muhakkak biz |
nestensihu | : kaydetme, yazdırıyorduk, klonlama, kopyalama, |
Mâ kuntum tamelune | : yaptığınız şeyler |
29- İşte, Bizim konuşan kitabımız sizin üzerinizdeki hakikatlerdir. Muhakkak ki Biz yaptığınız şeyleri sizde kaydederiz.
-30-
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُدْخِلُهُمْ رَبُّهُمْ فِي رَحْمَتِهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْمُبِينُ
Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe yudhıluhum rabbuhum fî rahmetih zâlike huvel fevzul mubîn
fe emmâ ellezine amenu | : artık, fakat, iman eden kimseler |
ve amilû es sâlihâti | : iyi çalışma, hak yolunda dosdoğru çalışanlar |
Fe yudhılu-hum rabbu hum | : artık, dahil eder, koyar, girer, onlar, rab, onlar |
fî rahmeti hi | : rahmetinin içine, o |
Zâlike huve | : işte bu, o, |
el fevzu el mubin | : kurtuluş, apaçık |
30- İman eden kimseler ve hakk yolunda dosdoğru çalışanlar, artık onlar Rabbin o rahmetine dahil olanlardır. İşte o apaçık kurtuluş budur.
-31-
وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا أَفَلَمْ تَكُنْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاسْتَكْبَرْتُمْ وَكُنتُمْ قَوْمًا مُّجْرِمِينَ
Ve emmellezîne keferû e fe lem tekun âyâtî tutlâ aleykum festekbertum ve kuntum kavmen mucrimîn
ve emmâ ellezine keferu | : fakat, ise, hakikati görmemezlikten gelip örten |
E fe lem tekun | : o zaman, olduğu zaman |
Ayati tutla aleykum | : ayet, işaret, delil, okunduğu, bildirildi, siz |
Fe istekbertum | : kibirlendiniz, büyüklendiniz, |
Ve kuntum kavmen mücrimine | : oldunuz, kimseler, fenalarda kalan, kötülük, |
31- Hakikatleri kabul etmeyenlere gelince; sizlere delillerimiz bildirildi değil mi? Fakat sizler kibirlendiniz ve fenalarda kalan kimseler oldunuz.
-32-
وَإِذَا قِيلَ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ لَا رَيْبَ فِيهَا قُلْتُم مَّا نَدْرِي مَا السَّاعَةُ إِن نَّظُنُّ إِلَّا ظَنًّا وَمَا نَحْنُ بِمُسْتَيْقِنِينَ
Ve izâ kîle inne va’dallâhi hakkun ves sâatu lâ reybe fîhâ kultum mâ nedrî mes sâatu in nezunnu illâ zannen ve mâ nahnu bi musteykınîn
ve izâ kile | : söylenildiği zaman, dendiğinde, |
İnne vade Allah hakkun | : muhakkak, söz, Allah, haktır, gerçek |
Ve el saat | : saat, zaman, vakit, |
la reybe fiha | : yok, şüphe, şek, hata, onda, |
kultum mâ el sâat | : dediniz, şey, ne, saat, zaman nedir |
in nezunnu illa zannen | : sadece biz zannediyoruz, biz zan ile |
ve mâ nahnu bi musteykinin | : biz değiliz, yakin sahibi olan, yakınlığı anlayamadık |
32- Muhakkak ki Allah’ın vaadi gerçektir. Hakikatler hakkında vaktinizi şüphe içinde geçirmeyin denildiğinde, hakikatler için bir zan ile zanda kaldık, vaktimizin değerini bilemedik ve biz yakınlığı anlayanlardan değiliz, dersiniz.
-33-
وَبَدَا لَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا عَمِلُوا وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Ve bedâ lehum seyyiâtu mâ amilû ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn
ve bedâ lehum | : ortaya çıktı, göründü, onlar, kimseler, |
seyyiatu | : kötülük, kötü haller, zarar veren haller, |
Mâ amilu | : şey, ne, değil, olmaz, yapan, işleyen, çalışan, |
ve haka bi him | : sarı, kuşattı, onları, |
Ma kanu bi hi yestehziune | : şeyler, oldu, onunla, alay ettikleri, |
33- Kötü hâllerle ortaya çıkan kimselerin amelleri boştur ve onlar alay ettikleri şeylerle sarılıdırlar.
-34-
وَقِيلَ الْيَوْمَ نَنسَاكُمْ كَمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا وَمَأْوَاكُمْ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن نَّاصِرِينَ
Ve kîlel yevme nensâkum kemâ nesîtum likâe yevmikum hâzâ ve mevâkumun nâru ve mâ lekum min nâsırîn
ve kile el yevme | : denildi, olduğunda, vakit, gün, zaman, |
nensa kum | : unutmak, siz, hakikatlerimizi unuttunuz, |
Kame nesîtum | : gibi, unuttunuz, unutulursunuz, uzaklaştınız, |
Likâe yevmi kum haza | : tevhit, buluşma, kavuşma, gün, vakit, sizin, işte bu |
ve mevâ kum en narı | : barınak, kalacağınız yer, o halde, ateş, yakıp yıkıcı |
ve mâ lekum min nasırine | : yoktur, değil, siz, bir yardımcı, |
34- Siz hakikatlerimizi unuttuğunuz an, siz o zaman Tevhid şuurunda olmayı unutursunuz. O vakit sizin hâlleriniz yakıp yıkıcı hâllerde olmaktır ve sizin bir yardımcınız da olmaz.
-35-
ذَلِكُم بِأَنَّكُمُ اتَّخَذْتُمْ آيَاتِ اللَّهِ هُزُوًا وَغَرَّتْكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فَالْيَوْمَ لَا يُخْرَجُونَ مِنْهَا وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ
Zâlikum bi ennekumuttehaztum âyâtillâhi huzuven ve garretkumul hayâtud dunyâ, fel yevme lâ yuhrecûne minhâ ve lâ hum yustatebûn
Zalikum bi enne kum | : işte bu sizin olmanız sebebiyle, |
ittehaztum | : edindiniz, sarıldınız, kaldınız, |
âyâti allâhi | : ayet, işaret, delil, Allah, |
huzuven | : önemsemediniz, alaya almak, küçük görmek, |
ve garret-kum | : aldanma, aldattı, yağmalama, siz |
el hayat el dünya | : mal, dünya hayatı, yaşamınız, |
Fe el yevme | : artık, öyleyse, gün, vakit, zaman, |
la yuhrecune min ha | : yok, çıkarılma, dışarı, oradan |
Ve la hum yustatebûne | : yok, onlar, özür, telafi, mazeret |
35- Allah’ın işaretlerini önemsemediğinizden dolayı, işte siz böyle hâllerde kaldınız ve siz yaşamınızda, yağmalar gibi mal mülk peşinde koştunuz. Sonra da vaktinizi hakikatlerin dışında geçirdiniz. Artık o hâllerde olanların mazeretleri olmaz.
– 36-
فَلِلَّهِ الْحَمْدُ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَرَبِّ الْأَرْضِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Fe lillâhil hamdu rabbis semâvâti ve rabbil ardı rabbil âlemîn
Fe li allâhi el hamdu | : Allah’a aittir, hamd, övgüler, tüm niteliklerin sahibi, |
Rabbi el semavati | : rabbi, düzenleyen, vücudlandıran, ulvi âlem, gökler, |
ve rabbi el ardı | : rabbi, vücudlandıran, yerde olan, |
rabbi | : rabbi, vücudlandıran, |
el alemin | : topluluklar, bütün her şeyi, tüm kâinat, tüm alem, |
36- Bütün nitelikler; göklerde olanları vücudlandıran, yerde olanları vücudlandıran ve tüm âlemleri vücudlandıran Allah’a aittir.
-37-
وَلَهُ الْكِبْرِيَاء فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Ve lehul kibriyâu fîs semâvâti vel ard ve huvel azîzul hakîm
Ve lehu el kibriyâu | : onundur, sahip, has, ululuk, azamet, yüce, meliklik |
fî el semâvâti ve el ardı | : semalarda, göklerde ve yerde olan |
ve huve el aziz | : o, bütün değerlerinin yüce sahibi, sıfatların sahibi |
el hakim | : hâkim olan, tüm varlığı hâkim olan, |
37- Göklerdeki ve yerdeki azamet sahibi O’dur ve O bütün sıfatların sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.