CİN-BİLİNMEYENLER SURESİ
-1-
قُلْ أُوحِيَ إِلَيَّ أَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِّنَ الْجِنِّ فَقَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا
Kul ûhıye ileyye ennehustemea neferun minel cinni fe kâlû innâ semi’nâ kur’ânen acebâ
Kul uhiye | : de, anlat, açıkla, ortaya çıkmak, bildirmek, vahy |
ileyye | : bana, için, |
enne-hu | : o, onun olduğu |
istemea | : dinlemek, dinledi, kulak vermek, |
Neferun | : bir grup, |
Min el cinni | : cin, yabancı, tanınmayan, bilinmeyen, tanınamayan |
fe kâlû | : sonrada, dediler, |
İnnâ semina | : biz, duyduk, işittik, dinledik, |
kurânen | : okunan şey, anlatılan, kâinat kitabı, cem |
aceben | : garip, acayip, ilginç, hayret verici şey, harika güzel |
1- Bilinmeyenlerden bir gurup hakikatleri dinlemek için ortaya çıktılar. Sonra da dediler ki: Biz okunan şeylerden hayret verici bilgiler dinledik.
-2-
يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَن نُّشْرِكَ بِرَبِّنَا أَحَدًا
Yehdî ila ruşdi fe âmennâ bih, ve len nuşrike bi rabbinâ ehadâ
yehdî | : yol gösteren, kılavuz, ulaştıran |
ilâ er ruşdi | : rüşd, erginlik, kemal, irşat, bilgi erdemliliğe ulaşmış |
fe âmennâ bihi | : inandık, iman ettik, güvendik, ona, |
ve len nuşrike | : dahil değil, ortak değil, dahil etmemek, ortak koşmamak |
bi rabbi-nâ | : Rabbimize, bizi vücudlandıran |
ehaden | : bir, tek, birliği |
2- Yol göstericinin bilgisinin erdemliliğine, onun anlattığı hakikatlere ve bizi vücudlandıranın bir olduğuna, ortak koşmamamız gerektiğine inandık.
-3-
وَأَنَّهُ تَعَالَى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَدًا
Ve ennehu teâlâ ceddu rabbinâ mettehaze sâhıbeten ve lâ veledâ
ve enne-hu | : ve onun |
teâlâ | : her şeye gücü yeten, çok yüce, tecellilerin sahibi, |
ceddu | : büyük baba, ata, soy, şanı, azameti, büyük, soy, aslımız, |
rabbi-nâ | : Rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
mâ ittehaze | : edinmedi, çekilmek, uzak olmak |
sâhibeten | : sahibe, eş, mülkiyetin sahibi, bir şeyin sahibi |
ve lâ veleden | : çocuğu yok, oğul edinmedi, çocuğu olmadığı |
3- Bizi vücudlandıranın aslımız olduğuna, O’nun her şeye gücü yeten olduğuna, çocuk edinmekten, eşi olmasından uzak olduğuna inandık.
-4-
وَأَنَّهُ كَانَ يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللَّهِ شَطَطًا
Ve ennehu kâne yekûlu sefîhunâ alâllâhi şetatâ
ve enne-hu kane | : olduğunu, o, oldu, |
yekûlu | : söylüyor, anlatıyor, |
sefîhu-nâ | : sefih, ahmak, akılsız, zekâsı gelişmemiş, idraksiz, biz |
alâ allâhi | : Allah’a, Allah ile ilgili, Allah hakkında, |
şetatan | : engelleyici, asılsız, temelsiz, dayanaksız |
4- Bizim inandığımız o idraksiz kişiler, Allah ile ilgili asılsız şeyler söylüyorlarmış.
-5-
وَأَنَّا ظَنَنَّا أَن لَّن تَقُولَ الْإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا
Ve ennâ zanennâ en len tekûlel insu vel cinnu alâllâhi kezibâ
Ve enna zanennâ | : zannettik, sandık, |
en len tekülü | : demezler, söylemezler, yani olmayacak |
el insu | : insanlar, tanınan, bilinen |
ve el cinnu | : cinler, bilinmeyenler, tanınmayanlar, tanınmayan, |
alâ allâhi | : Allah’a, Allah için |
keziben | : yalan, yalanlarda kalmak, |
5- Tanıdıklarımıza ve tanımadıklarımıza Allah hakkında yalan söylemezler zannettik.
-6-
وَأَنَّهُ كَانَ رِجَالٌ مِّنَ الْإِنسِ يَعُوذُونَ بِرِجَالٍ مِّنَ الْجِنِّ فَزَادُوهُمْ رَهَقًا
Ve ennehu kâne ricâlun minel insi yeûzûne bi ricâlin minel cinni fe zâdûhum rehekâ
ve ennehu kâne | : onun, oldular, olduklarında |
ricâlun | : adamlar, erkekler, kimseler, ileri gelenler, |
min el insi | : insanlardan |
yeûzûne | : sığınmak, sığındı |
bi ricâlin | : adamlara, erkekler, kimseler, |
min el cinni | : tanımlanamayan, tanımadıklar, cinlerden, |
Fe zadu hum | : böylece, sonra, artan, artmak, artırdılar, onlar |
rehekan | : yorgunluk, azgınlık, akıl etkinliği yavaşlamış |
6- Tanıdıklarımızdan bazı kimseler, tanımadıkları bazı kimselere sığındı. Böylece onların akıl etkinliği yavaşladı.
-7-
وَأَنَّهُمْ ظَنُّوا كَمَا ظَنَنتُمْ أَن لَّن يَبْعَثَ اللَّهُ أَحَدًا
Ve ennehum zannû kemâ zanentum en len yebasallâhu ehadâ
ve enne-hum zannu | : onlar zannettiler, onların zannı, zanlarda kaldılar, |
Kemâ zanentum | : öyle zannettiler, zannettikleri gibi, |
en len yebase | : değil, göndermek, beas, uyandırmak, ortaya çıkmak, diriltme |
Allâhu ehaden | : Allah, bir, birisi, |
7- Onlar zanlarda kaldılar. Allah’ın hakikatlerini anlatan biri ortaya çıkmaz zannettiler.
-8-
وَأَنَّا لَمَسْنَا السَّمَاء فَوَجَدْنَاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَدِيدًا وَشُهُبًا
Ve ennâ le mesnes semâe fe vecednâhâ muliet haresen şedîden ve şuhubâ
ve ennâ | : biz, bizler, |
le mesna | : uzanmak, dokunmak, dinlemek, yaşlanmak, temasa geçmek, |
el semâe | : sema, gökyüzü, ulvi âlem |
fe vecednâ-hâ | : bulundu, onu bulduk, anladık |
muliet | : dolu, doldurulmuş |
haresen | : muhafızlar, koruyan, koruyucular, koruyan, bekçiler, güvenli |
şedîden | : şiddetli, güçlü, kuvvetli, |
ve şuhuben | : şihaplar, kıvılcım, akan yıldız, parlama, sonsuz nur |
8- Biz Ulvi Âlem’in hakikatlerini anlamak için temasa geçtik. O hakikatleri daha güvenli ve sonsuz bir nurla dopdolu bulduk.
-9-
وَأَنَّا كُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ فَمَن يَسْتَمِعِ الْآنَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَّصَدًا
Ve ennâ kunnâ nak’udu minhâ mekâıde lis semi fe men yestemiıl âne yecid lehu şihâben rasadâ
ve ennâ kunna nakudu | : biz oturduk, oturanlardan olduk |
min-hâ mekaide | : koltuk, oturma yerlerine |
li es semi | : için, işitmek, dinlemek |
fe men yestemi | : sonra, böylece, kim, dinlemek, duymak, eğer kim dinlerse |
elâne | : şimdi, hemen, artık, |
yecid | : bulur, olur, |
lehu şihaben | : onu, o, bir parlama, kıvılcım, tecelliler, |
rasaden | : izleme, izleyen, gözetleyen, |
9- Ve biz o hakikatleri işitmek için oturma yerlerine oturanlardan olduk. Sonra da hakikatleri dinleyen kimselerden, o hakikatlerin nurunu izleyenlerden olduk.
-10-
وَأَنَّا لَا نَدْرِي أَشَرٌّ أُرِيدَ بِمَن فِي الْأَرْضِ أَمْ أَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُمْ رَشَدًا
Ve ennâ lâ nedrî eşerrun urîde bi men fîl ardı em erâde bi him rabbuhum reşedâ
ve ennâ la nedri | : doğrusu, bilmiyoruz, bilemiyoruz |
eşerrun | : nokta, ilmin sonu, konu ile ilgili önemli bölüm, kötü, kibirli |
uride | : istemek, istiyorum, |
bi men | : kimselere |
fîy el ardı | : dünyada, yeryüzünde |
em erada | : ya da, istedi, diledi, diler, |
bi him rabbu hum | : onlar, rableri, onları vücudlandıran, |
raşeden | : akıllı, erdem, kemal, ilmin erdemliliğe ulaşmış, irşat olmak, |
10- Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzündeki kimselerin istedikleri şey, kötülüklerde kibirlilik içinde olmak mıdır, yoksa irşat olup onları vücudlandıranı anlamayı istemek midir?
-11-
وَأَنَّا مِنَّا الصَّالِحُونَ وَمِنَّا دُونَ ذَلِكَ كُنَّا طَرَائِقَ قِدَدًا
Ve ennâ minnes sâlihûne ve minnâ dûne zâlik kunnâ tarâika kıdedâ
ve ennâ minna | : doğrusu biz, bizden, aramızdan, |
es sâlihûne | : iyi, Salih, hakikatlere uygun hareket eden |
ve min-nâ | : ve bizden |
dûne zâlike | : olmadan önce, onsuz, bunun dışında, olmayanda var |
kun-nâ | : biz olduk |
tarâika | : yöntem, tarikler, tarikat, yollar |
kıdeden | : çeşitli, değişik, şerit, ayrılmış yollar, ayrılmış bölümler |
11- Doğrusu bizden iyi olan kimseler de var ve iyi olmayanlar da var. Bizler çeşit çeşit yollara ayrılanlardan idik.
-12-
وَأَنَّا ظَنَنَّا أَن لَّن نُّعجِزَ اللَّهَ فِي الْأَرْضِ وَلَن نُّعْجِزَهُ هَرَبًا
Ve ennâ zanennâ en len nu’cizallâhe fîl ardı ve len nu’cizehu herebâ
ve ennâ zanenna | : biz zannettik, düşünemedik |
en len nucize | : biz değil, yetersizlik, acizlik, güçsüzlük |
allâhe | : Allah |
fî el ardi | : yeryüzünde, dünyada, yaşam, |
ve len nucize-hu | : aciz, yetersiz, güçsüzlük, |
heraben | : kaçarak, kaçtık |
12- Yeryüzünde Allah’a karşı acizliğimizi düşünemedik ve o acizliği anlamaktan kaçtık.
-13-
وَأَنَّا لَمَّا سَمِعْنَا الْهُدَى آمَنَّا بِهِ فَمَن يُؤْمِن بِرَبِّهِ فَلَا يَخَافُ بَخْسًا وَلَا رَهَقًا
Ve ennâ lemmâ semi’nel hudâ âmennâ bih fe men yu’min bi rabbihî fe lâ yehâfu bahsen ve lâ rehekâ
ve ennâ lemma semina | : doğrusu, biz, duyduğumuz zaman, işitmek, biz, |
el hudâ | : hidayet, doğru yol göstermek, kılavuz, |
Âmennâ bihi | : iman etmek, inanmak, güvenmek, ona, o hakikatlere |
fe men yumin | : artık, böylece, bundan sonra, kim, iman ederse |
bi rabbi-hî | : Rabbine |
fe lâ yehâfu | : yok, korku, çekinmek, sakınmak, |
bahsen | : yetersiz, ucuz, değersiz kılınma, küçük düşürülme, nakıs |
ve lâ rehekan | : yok, yorulma, ruh, beden, akıl olarak bitkinlik hissetme, |
13- Bize doğru yolu gösterenden hakikatleri işittiğimiz zaman inandık. Böylece anladık ki, kim Rabbine iman ederse o küçük düşürülmekten korkmaz ve akıl etkinliği yavaşlamaz.
-14-
وَأَنَّا مِنَّا الْمُسْلِمُونَ وَمِنَّا الْقَاسِطُونَ فَمَنْ أَسْلَمَ فَأُوْلَئِكَ تَحَرَّوْا رَشَدًا
Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ
ve ennâ minna | : doğrusu, biz |
el muslimûne | : slam’a, barışa teslim olanlar, esenliğe gelen, teslim olan |
ve min-nâ | : ve bizden |
el kâsitûne | : sertleşmiş, katılaşmış, kasitun |
Fe men esleme | : artık, kim barışa geldi, hakikatlere teslim oldu, |
Fe ulaike | : artık, bundan sonra, işte onlar, |
teharrev | : sapmak, hakikatlerden sapmak, |
raşeden | : erginlik, kemal, irşat, ilmin erdemliliğe ulaşmış, doğru yol |
14- Doğrusu bizlerden hakikatlere teslim olanlar da var, kalbleri katılaşmış olanlar da. Artık bundan sonra kim hakikatlere teslim olursa, işte onlar hakikatlerden sapmaz, dosdoğru hakk yolunda olur.
-15-
وَأَمَّا الْقَاسِطُونَ فَكَانُوا لِجَهَنَّمَ حَطَبًا
Ve emmel kâsitûne fe kânû li cehenneme hatabâ
ve emmâ | : ve lâkin, fakat, |
el kâsitûne | : sertleşmiş, katılaşmış, kasitun, kalpleri katı olan, |
Fe kanu | : edildiler, oldular, oldu |
li cehenneme | : cehennem, derin kuyu, cehaletin derinliği |
hataben | : ahşap, odun, içi boş, bilgisizlik, cehalet |
15- Fakat kalbleri katılaşmış olanların bilgisizlikleri cehennemleri olur.
-16-
وَأَلَّوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُم مَّاء غَدَقًا
Ve en levistekâmû alet tarîkati le eskaynâhum mâen gadekâ
ve en lev | : olanlar, eğer, ise, |
istekâmû | : düz gitmek, istikamet, belli bir yön, dosdoğru |
alâ et tarîkati | : yüce yolda, tarikata |
Le eskayna hum | : elbette, sulamak, sulandılar, bereketlendiler |
mâen | : su, rahmet, ilim |
gadekan | : boğmak, kana kana, bol bol, boğarcasına, kanarcasına |
16- Hakikatlerin yüce yolunda dosdoğru gidenler ise, bol bol rahmetle bereketlenirler.
-17-
لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَمَن يُعْرِضْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا
Li neftinehum fîh ve men yurıd an zikri rabbihî yeslukhu azâben saadâ
Li neftine hum fihi | : için, araştırma, imtihan, sınama, anlamak, onlar, onda, |
ve men yurid | : kim, kimse, reddeden, yüz çeviren, |
an zikri | : anma, anlamak, |
rabba hi | : rabbi, onu vücudlandıran |
yesluk-hu | : uğrar, gider, sevk olur, kalır, |
azâben | : ceza, azap, sıkıntı, |
saaden | : yokuş yukarı, meşakkatli, güç, sıkıntılı, zorlu, yorucu, ağır |
17- Onlar hakikatleri anlamak için uğraşırlar. Kim kendini vücudlandıranı anlamaktan yüz çevirirse, o ağır bir sıkıntıda kalır.
-18-
وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا
Ve ennel mesâcide lillâhi fe lâ tedû maallâhi ehadâ
ve enne | : muhakkak ki |
el mesâcide | : mescid, Allah’ın tefekkür edildiği yer, teslim olunan yer |
li allâhi | : Allah |
Fe la tedü | : artık, icabet etmeyin, yönelmeyin, dua, istemeyin, |
Mea Allah ehaden | : birlikte, beraber, Allahın birliği, bir, tek, kimse, |
18- Muhakkak ki teslim olunan yer Allah’tır. Artık Allah ile beraber bir kimseyi yüce bilip ona yönelmeyin.
-19-
وَأَنَّهُ لَمَّا قَامَ عَبْدُ اللَّهِ يَدْعُوهُ كَادُوا يَكُونُونَ عَلَيْهِ لِبَدًا
Ve ennehu lemmâ kâme abdullâhi yedûhu kâdû yekûnûne aleyhi libedâ
ve enne-hu | : bu, doğrusu, muhakkak ki o |
lemmâ | : için, olduğu zaman |
kâme | : kalktı, hareket etti, |
abdu allâhi | : kul, Allah, Allah’ın kulu |
Yedû hu | : çağrı, davet, ona, hakka, |
Kâdû yekunune | : neredeyse, olurlar, oluyorlar, oldular, |
aleyhi | : onda, onun çevresinde |
libeden | : keçe, üst üste birikip toplanma, kalabalık, birbirine girmek |
19- Doğrusu o; Allah’ın kulu olmanın hakikatini, O’na yönelmeyi anlatmak için hareket ettiği zaman, neredeyse birbirlerine girerler.
-20-
قُلْ إِنَّمَا أَدْعُو رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِهِ أَحَدًا
Kul innemâ edû rabbî ve lâ uşriku bihî ehadâ
Kul innema | : demek, anlatmak, söyle, sadece, yalnızca, |
edû | : aramak, istemek, dua etmek, yönelmek, |
rabbî | : Rabbim |
ve lâ uşriku | : ilgili, ilgilenmemek, ortak koşmamak, |
bi-hî ehaden | : ona birini, hiç kimseyi |
20- De ki: Yalnızca Rabbime yönelirim ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.
-21-
قُلْ إِنِّي لَا أَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلَا رَشَدًا
Kul innî lâ emliku lekum darren ve lâ reşedâ
Kul inni | : anlat, de, söyle, ben |
lâ emliku | : malik, sahip değilim, sağlayamam |
Lekum darren | : size zarar, sıkıntı, müşkül, |
ve lâ raşeden | : yok, erginlik, kemal, irşat, ilmin erdemliliğe ulaşmış, hidayet |
21- De ki: Benim kendime ait bir gücüm yoktur. Size bir zararım olmaz ve irşad edemem.
-22-
قُلْ إِنِّي لَن يُجِيرَنِي مِنَ اللَّهِ أَحَدٌ وَلَنْ أَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَدًا
Kul innî len yucîrenî minallâhi ehadun ve len ecide min dûnihî multehadâ
Kul inni | : de, anlat, ben |
len yucîre-nî | : korumak, kurtarmak, sığınmak, beni korumaz |
min allâhi | : Allah’tan |
ehadun | : bir, birisi, bir olan, |
ve len ecide | : ben değil, bulamam |
min dûni-hî | : olmadan, ondan başka |
multehaden | : sığınak, korunulan yer, sığınacak yer |
22- De ki: Beni Allah’tan başka biri koruyamaz ve O’ndan başka sığınılacak yer de yoktur.
-23-
إِلَّا بَلَاغًا مِّنَ اللَّهِ وَرِسَالَاتِهِ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا
İllâ belâgan minallâhi ve risâlâtih ve men yasıllâhe ve resûlehu fe inne lehu nâre cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ
illâ | : ancak, sadece |
belâgan | : tebliğ, iletişim, hakikatlerin, bilgilerin aktarılması |
min allâhi | : Allah’tan, Allahın |
ve risâlâti-hî | : mesajları, risaleti, bilgiler, haber, küçük kitap |
ve men yasi | : kim, isyan, karşı gelmek, kabul etmemek, |
Allâh | : Allah |
ve resûle-hu | : resulü, hakikati gösteren, o |
Fe inne lehu | : artık, bundan sonra, onun hali, |
Nâre cehenneme | : yakıcı, yakıp yıkıcı haller, cehaletin cehennemi |
hâlidîne | : devamlı, sonsuz, hep o halde olmak, |
fî-hâ ebeden | : orada, içinde, içlerinde, devamlı, sürekli, sonsuz, |
23- Sadece Allah’ın hakikatlerini ve tüm varlık kitabında O’nun hakikatlerinin yazılı olduğunu tebliğ ederim. Kim Allah’a isyan ederse ve o resulü anlamazsa, artık onun hâli, devamlı cehaletin cehenneminin o yakıp yakıcı hâllerinde kalmaktır.
-24-
حَتَّى إِذَا رَأَوْا مَا يُوعَدُونَ فَسَيَعْلَمُونَ مَنْ أَضْعَفُ نَاصِرًا وَأَقَلُّ عَدَدًا
Hattâ izâ reev mâ yûadûne fe se ya’lemûne men ad’afu nâsıren ve ekallu adedâ
hattâ | : sonunda, nihayet |
izâ raev | : gördükleri zaman, idrak etmek, tanımak, |
Mâ yuadune | : şey, ne, değil, söz, vaat, vaat edilen, verilen söz |
Fe se yalemune | : artık, bilecekler |
Men adafu | : kim, zayıf, aciz, |
nâsiran | : yardımcı, yardım |
ve ekallu | : daha az, kısa, düşük, aciz, |
adeden | : adet, sayı |
24- Vaat edilen şeyleri gördükleri zaman, yardımlarında zayıf olan ve aciz kalan kimdir, artık bilecekler.
-25-
قُلْ إِنْ أَدْرِي أَقَرِيبٌ مَّا تُوعَدُونَ أَمْ يَجْعَلُ لَهُ رَبِّي أَمَدًا
Kul in edrî e karîbun mâ tûadûne em yec’alu lehu rabbî emedâ
Kul in edri | : de, anlat, biliyorum ki, idrak ediyorum ki, anlıyorum |
e karibun | : yakınlık, |
mâ tuadune | : söz verdi, vaat etti, |
em yecalu | : yaptığında, yapar, oluşturmak, ortaya koymak, |
lehu Rabbi | : rabbine |
emedan | : vade, dönem, süre, müddet, belli bir zaman içinde |
25- De ki: Bilin ki vaat edilen şeyler yakındır. Rabbimizin tecellileri belli bir zaman içinde yerine gelir.
-26-
عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا
Âlimul gaybi fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ
âlimu | : bilen, âlim, bilgi, ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
el gaybi | : gaip, gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen, |
fe la yuzhiru | : göstermez, bildirmez, açığa çıkarmaz, anlayamaz |
alâ gaybi-hî | : gaip, görünemeyen, bilinmeyen |
ehaden | : bir, bir kimse, birisi |
26- Görünmeyen her şeydeki ilmin sahibi O’dur. Görünmeyen o hakikatleri O’na tâbi olandan başka biri anlayamaz.
-27-
إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا
İllâ menirtedâ min resûlin fe innehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihî rasadâ
illâ | : sadece, ancak, var |
men irtedâ | : muvafakat, uygun görme, onama, kabul eden kimse |
min resûlin | : resullerden, haberci, hakikatleri gösteren, |
fe inne hu | : doğrusu o, |
yesluku | : sergiler, sevk eder, tanıtır, sunar, takdim eder, gösterir |
min beyni yedey-hi | : onların elleri arasından, önünden |
ve min halfi-hî | : halefi, sonradan gelen, ardından, soy, izini takip eden |
rasadan | : izleme, gözleyen, gözeten |
27- Ancak Resullerin gösterdiği hakikatleri anlayan kimseler başka. Doğrusu o; ulaştığı hakikatleri takdim eder ve onun izinden gelenler de o hakikatleri izler.
-28-
لِيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا
Li yaleme en kad eblegû rısâlâti rabbihim ve ehâta bimâ ledeyhim ve ahsâ kulle şeyin adedâ
li yaleme | : için, bilsin, bilmek, bilmeleri için, |
en kad eblegû | : bildirim, tebliğ edilmiş oldu, tebligat |
risâlâti | : mesajlar, risale, mektup, bilgiler, hakikatleri bildirmek, |
rabbi-him | : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve ahâta | : aldı, ihata etti, kuşattı, tecellileriyle sardı, Zatıyla kavradı |
bimâ | : dahil, şeyleri, sıfatları, nesne, bedenleri, |
ledey-him | : var, yanında, onlarda, kendilerinde, bedenlerinde |
ve ahsâ | : saymak, idrak etmek, sonsuz varlık, zaptetmek, fehmetmek, |
Kule şeyin adeden | : her şey, bütün varlık, adedi, adet, sayı, rakam, miktar |
28- Böylece onlara; kendilerini vücudlandıranı ve bedenlerinde olan her şeyi ve sayısı sonsuz olan bütün varlığı, tecellileriyle ihata edeni bilmeleri için hakikatlerin bilgileri tebliğ edildi.