CUMA SURESİ
-1-
يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Yusebbihu lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardıl melikil kuddûsil azîzil hakîm
Yusebbihu li Allahi | : tesbihat, yüzmek, tecellileri ile her yerde olan, Allah, |
Ma fî es semâvâti | : göklerde olanlar |
ve ma fî el ardı | : yerde olanlar |
el meliki | : mülkün sahibi, vücutların sahibi, padişah |
el kuddûsi | : sıfatların sahibi, mukaddes |
el azîzi | : değerli, tüm değerlerin yüce sahibi, işleyişin sahibi |
el hakîmi | : hâkim olan, varlığa hâkim olan, vücutlara hâkim olan |
1- Göklerde olanlar ve yerde olanlar; vücutların sahibi, sıfatların sahibi, tüm varlıktaki işleyişin sahibi olan, tüm varlığa hâkim olan Allah’ın tecellilerini gösterir.
-2-
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُوا مِن قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn
huve ellezî beasa | : o ki, biri, dirilik, görevlendirmek, kaldırmak, ortaya çıkış, |
fî el ummiyyîne | : anasından doğduğu saflıkta, |
Resûlen min hum | : resul, hakikatleri gösteren, onlara |
Yetlû aleyhim | : tilâvet eder, okur, açıklar, anlatır, onlara, |
ayati hi | : ayet, işaret, delil, o |
ve yuzekkî-him | : arınıp temizlenme, tezkiye, aklı temizlemek, onlar |
ve yuallimu-hum | : muallim olan, öğreten, onlara, |
el kitâbe | : kitap, yazılı olan, varlık kitabı, |
ve el hikmete | : hikmeti, ilmin incelikleri, varlıktaki ince hikmetler |
Ve in kanu min kablu | : eğer, oldular, önceden, daha önce |
Le fi dalalin mubinin | : elbette, dalalet, yalan, sapma, ayrılma, apaçık |
2- Onların içinden hakikatleri gösteren biri, anasından doğduğu saflığın halinde hakikatleri anlatmak için ortaya çıktı. O, hakikatleri delilleriyle açıklayıp anlattı. Onlara arınıp temizlenmeyi ve onlara her varlığın bir kitap olduğunu ve her varlıkta ince hikmetler olduğunu öğretti. Onlar daha önceden apaçık bir dalalet içinde idiler.
-3-
وَآخَرِينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Ve âharîne minhum lemmâ yelhakû bi him, ve huvel azîzul hakîm
ve âharîne min hum | : ve başkaları, diğerleri, sonrakiler, onları, onlar |
lem mâ yelhakû bi him | : değil, henüz, ilhak, katılmamış, gelmemiş, olanlar, |
ve huve el aziz | : o, azîz, tüm değerlerin sahibi, yüce, işleyişin sahibi |
el hakim | : hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
3- Ve onlardan başkalarına da, hakikatleri anlamamış olanlara da, tüm varlıktaki işleyişin sahibi olan, tüm varlığa hâkim olan O’nu anlatır.
-4-
ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Zâlike fadlullâhi yû’tîhi men yeşâu, vallâhu zûl fadlil azîm
Zâlike fadlu allahi | : işte, fazlı, lütuf, yaratılışın tüm incelikleri, Allah, |
Yutî hi | : verir, sunar, ihsan eder, ulaşır, o, |
men yeşau | : kim, ister, isteyen, kim ister, |
ve allâhu | : Allah, |
zu el fadli | : sahibi, lütuf, yaratılışın tüm incelikleri |
El azimi | : yüce, ulu, kararlı, mükemmel, karar sahibi |
4- İşte, yaratılışın tüm incelikleri Allah’ındır. Hakikatleri anlamak isteyen kimse o hakikatlere ulaşır. Allah, yaratılıştaki tüm inceliklerin sahibidir, işleyişteki karar sahibidir.
-5-
مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Meselullezîne hummilût tevrâte summe lem yahmilûhâ ke meselil hımâri yahmilu esfârâ bise meselul kavmillezîne kezzebû bi âyâtillâh vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn
Mesel ellezine | : örnektir, misal, durum, hal, o kimseler, |
hummilu | : taşıdıkları, yüklendi, aldı, |
el tevrat | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, bilgi |
Summe lem yahmilû-hâ | : fakat, taşıdığı şeyi bilmeyen, anlamını bilmeyen |
Ke meseli | : gibi, mesele, örnek, durum, hal |
el himâri | : eşek, hayvani hal, |
yahmilu | : hamal, taşıyan, taşıdığı yük, |
esfaren | : sefer, götürme, bir yerden bir yere gitmek |
bise mesele | : ne kötü mesele, misal, hal, |
el kavmi ellezine | : o kimseler, onlar |
Kezzebu | : yalanmak, yalanlarda kalmak, |
bi âyâti allâhi | : ayet, delil, işaret, Allah |
ve Allâhu la yehdi | : Allah, yok, hidayet, kılavuz, önder, yol gösteren |
el kavme ez zalimine | : kavim, zalim kimseler, haksız adaletsiz kişiler. |
5- Öğretileri yüklenen, fakat yüklendiği şeyin anlamını bilmeyen kimsenin durumu, ne taşıdığını bilmeyen eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerine karşı yalanlarda kalan kimselere ne kötü bir misaldir. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar
-6-
قُلْ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ هَادُوا إِن زَعَمْتُمْ أَنَّكُمْ أَوْلِيَاء لِلَّهِ مِن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Kul yâ eyyuhellezîne hâdû in zeamtum ennekum evliyâu lillâhi min dûnin nâsi fe temennevul mevte in kuntum sâdikîn
Kul ya eyyuha ellezine | : de, anlat, ey öyle kimseler. |
hâdû | : kılavuz, yalnız onlara yol gösterildiğini söyleyen, |
İn zeamtum | : eğer siz iddia ettiniz, zannettiniz |
ennekum evliyau li allahi | : sizleri, kendilerinin, dostlar, evliya, Allah |
min dûni en nasi | : diğer, ayrı, üstün, olarak, insanlardan, |
Fe temennevû | : o zaman, isteyin, temenni edin, uzun, gecikme, |
el mevte | : ölüm, nutfe, idraksizlik, ölü gibi, verimsiz, |
İn kuntum sadikine | : eğer sadıklardan, dosdoğru olduğunu düşünen kimse |
6- İnsanlardan kendilerini ayrı görüp üstün sanan, yalnız kendilerine yol gösterildiğini, kendilerinin Allah’ın dostları olduğunu zanneden kimselere anlat: Eğer doğru söylediğinizi düşünüyorsanız, o zaman ölümü geciktirmeyi isteyin, de.
-7-
وَلَا يَتَمَنَّوْنَهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Ve lâ yetemennevnehû ebeden bi mâ kaddemet eydîhim, vallâhu alîmun biz zâlimîn
ve lâ yetemennevne-hû | : temenni etmez, isteyemez, kuruntu, onu |
ebeden | : hiçbir zaman, asla, ebedilik, sonu olmayan, sonsuz |
Bi ma kaddemet | : anlayamadılar, sağlanan, takdim edemediler, adım |
eydi him | : gücünü, elleri, kendilerindeki güç, onlar |
ve allâhu alimin | : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
bi ez zâlimîne | : zalimler, zulmedenler |
7- Ve asla onu temenni etmezler. Onlar kendilerindeki gücün sahibini anlayamazlar ve bir zalimlik içinde olan kimseler, ilmiyle var edenin Allah olduğunu bilemezler.
-8-
قُلْ إِنَّ الْمَوْتَ الَّذِي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإِنَّهُ مُلَاقِيكُمْ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Kul innel mevtellezî tefirrûne minhu fe innehu mulâkîkum summe tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdeti fe yunebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn
Kul inne el mevte ellezi | : anlat, de, muhakkak, doğrusu, ölüm, ki o |
Tefirrûne min hu | : siz kaçıyorsunuz, terk etmek, istememek ondan |
Fe inne-hu | : sonunda, artık, elbette, o, o ölüm |
mulaki kum | : kavuşma, buluşma, yüz yüze gelme, görüşme, siz |
Summe tureddûne | : sonra döndürüleceksiniz |
ilâ âlimi | : ilmiyle var edene, ilmin sahibi, |
el gaybi | : görünmeyen bilinmeyen |
ve eş şehâdeti | : her an hazır her yerde hazır olan, görülen |
Fe yunebbiu-kum | : o zaman size anlatılacak, haber verecek |
bi mâ kuntum tamelun | : yaptığınız şeyler, amelleriniz, |
8- Anlat: Doğrusu siz ölümü istemiyorsunuz. Sonunda siz elbette o ölüm ile yüz yüze geleceksiniz. Sonra da, görünmeyeni bilinmeyeni ilmiyle var edene ve her an her yerde hazır olana döndürüleceksiniz. Öyle ki bu gerçek size yaptığınız şeylerden her an bildirilir.
-9-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِي لِلصَّلَاةِ مِن يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fesav ilâ zikrillâhi ve zerûl beya zâlikum hayrun lekum in kuntum talemûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
izâ nûdiye | : o zaman, nida, davet, çağrılma, |
li el salat | : salât, bağlılık şuuru, hakka bağlılık |
min yevmi | : gün, vakit, zaman, an, her an |
el cumuati | : cem, toplama, birlik, bütünlük, tutan, |
fesav | : acele edin, uyun, hemen koşun, |
ila zikri Allahi | : anmak, Allah’ın zikrine |
ve zerû | : bırakın, terk edin, |
el beya | : alış veriş, alış satış, alıp vermek, |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, daha hayırlı, sizin için |
İn kuntum talemune | : eğer, keşke, bilirseniz, |
9- Ey iman edenler! Tüm varlığı nuruyla her an bir birlik içinde tutanı anlamak için, Hakk’a bağlılık şuuruna davet edildiğinizde, Allah’ın zikrine uyun ve alıp vermeyi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.
-10-
فَإِذَا قُضِيَتِ الصَّلَاةُ فَانتَشِرُوا فِي الْأَرْضِ وَابْتَغُوا مِن فَضْلِ اللَّهِ وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيرًا لَّعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Fe izâ kudiyetıs salâtu fenteşirû fîl ardı vebtegû min fadlillâhi vezkurûllâhe kesîren leallekum tuflihûn
fe izâ | : o zaman, durumunda |
kudiyeti | : bitirmek, bütünleşme, tamamlamak, yapmak, ulaşmak, |
el salatu | : salât, bağlılık şuurunda olmak, hakka bağlılık, |
fe inteşirû fi el ardı | : yayılın, dağılın, bakın, hareket edin, yeryüzüne |
ve ibtegu | : arayın, bakın, araştırın, anlamaya çalışın, |
min fadli allâhi | : lütuf, değer, fazilet, yaratılışın tüm incelikleri |
Ve uzkuru allâhe | : anmak, hatırlamak, zikir, Allah, |
kesiran | : devamlı, çok, hep |
lealle-kum | : umulur ki, siz, |
tuhlifune | : kurtuluş, başarırsınız, selamet, özü anlama, |
10- Her an Hakk’a bağlı olduğunuzun şuuruna ulaştığınızda; artık yeryüzüne o şuurla bakın, o şuurla hareket edin ve tüm varlıktaki Allah’a ait olan değerleri anlamaya çalışın ve Allah’ı devamlı hatırlayın. Umulur ki siz başarırsınız.
-11-
وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِمًا قُلْ مَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ مِّنَ اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِ وَاللَّهُ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
Ve izâ reev ticâreten ev lehveninfaddû ileyhâ ve terekûke kâimâ kul mâ indallâhi hayrun minel lehvi ve minet ticâreh vallâhu hayrur râzıkîn
ve izâ reav ticaret | : gördükleri zaman, ticaret, dünyevi alış veriş, çıkar |
Ev lehven | : veya eğlence, oyun, nefsanî beklenti, şahsi çıkar, |
İnfaddû ileyha | : silkelemek, ayrılıp döndüler, dağıldılar, ona |
ve terekû ke | : terk etmek, bıraktılar, sen, |
kaimen | : ayakta, hakikati anlatırken, |
Kul ma inde Allahi | : Anlat, de, şey, ne, değil, katında, ona ait, Allah |
Hayrun | : daha hayırlı, iyi olan, |
min el lehvi | : oyun, eğlence, nefsanî beklenti, |
ve min et ticâreti | : ticaretten, alış veriş, dünyevi çıkar, |
ve Allâh hayru | : Allah, mal, hayır, |
el razıkin | : rızık, sağlanan, rızkın sahibi |
11- Dünyevi bir çıkar veya nefsanî beklenti gördükleri zaman o şeylere döndüler. Hakikatleri anlatırken seni bırakıp gittiler. De ki: Allah’a ait olan hakikatler, nefsanî beklentilerden ve dünyevi çıkardan daha hayırlıdır ve Allah hayırlısıyla rızkı verendir.