DUHÂN SURESİ

 

-1-

حم

Hâ mîm

Ha mim : tevhidi zat, Hu, cemül cem, nokta, kemalat, mümin, emin

 

1- Ha, mim

 

-2-

وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ

Vel kitâbil mubîn

ve el kitâbi : kitap, her varlık bir kitap, yazılı olan,
el mubini : apaçık, açık, aşikâr

 

2- Her varlık apaçık bir kitaptır.

 

-3-

إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ

İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin innâ kunnâ munzirîn

İnnâ enzelna hu : biz, bizden, sunduk, indirdik, bildirdik, onu
fî leyletin : gece, karanlık, cehalet,
mubareketin : bereketli, ilahi hayır, ilahi hakikatler
İnna kunna munzirine : şüphesiz, biz, olduk, hakikatleri açıklayıp uyaran, bildiren

 

3- Her varlık ilahi hakikatleri taşır. Cehaletin karanlığından kurtulman için o hakikatleri sunduk. Muhakkak ki Biz her varlıktan hakikatleri her an apaçık gösteriyoruz.

 

-4-

فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ

Fihâ yufreku kullu emrin hakîm

Fihâ yufreku : onda, farklılık, ayrılık, başkalık, genişçe açıklanma
Kullu emrin : bütün, hepsi, işler, emir,
hakimin : hakim olan, hikmet, idare eden

 

4- Farklı gibi görünen bütün varlıklardaki işleyişin hâkimi Biziz.

 

-5-

أَمْرًا مِّنْ عِندِنَا إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ

Emren min indinâ innâ kunnâ mursilîn

Emren min indi na : işler, işleyiş, hüküm, bize ait, bizim katımızdan
İnna kunna mursiline : bizden, olduk, gönderilen, sunulan, ortaya çıkan

 

5- Her varlıktaki işleyiş Bize aittir. Ortaya çıkan her şey Bizdendir.

 

-6-

رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Rahmeten min rabbik innehu huves semîul alîm

Rahmeten : rahmet, ihsan eden,
min rabbi ke : Rabbin, seni vücudlandıran
İnne hu huve el semiu : muhakkak, o, işitmek, duymak,
el alim : ilmin sahibi, ilmiyle var edendir

 

6- Seni vücudlandıran rahmetin sahibidir. Muhakkak ki O işittirendir, ilmiyle varedendir.

 

-7-

رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن كُنتُم مُّوقِنِينَ

Rabbis semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ in kuntum mûkinîn

Rabbi el semavati : rabbi, vücudlandıran, göklerin, ulvi alem,
ve el ard : yerin, yeryüzü, toprak,
Ve ma beyne huma : şey, ne, arasındakilerin, onlarda olan her şey
İn kuntum mukinine : eğer, ise, için, siz olun, oldunuz, yakınlık sahibi

 

7- Göklerde ve yerde ve onlarda olan her şeyi vücudlandıran O’dur. Siz yakınlığı anlamak isteyenlerden olun.

 

-8-

لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ

Lâ ilâhe illâ huve yuhyî ve yumît rabbukum ve rabbu âbâikumul evvelîn

lâ ilâhe illa huve : ilah yoktur, o vardır
Yuhyi ve yumîtu : hayat veren ve sınırlayan, ölüm,
Rabbu kum : sizinde rabbiniz, sizi vücudlandıran
Ve rabb abai kum : vücudlandıran, rab, atalarınız,
el evveline : evvelkiler, öncekiler, daha önce yaşayanlar,

 

8- O’ndan başka güç yoktur. Hayat verendir ve sınırlayandır. Sizi de vücudlandırandır ve önceki atalarınızı da vücudlandırandır.

 

-9-

بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ يَلْعَبُونَ

Bel hum fî şekkin yelabûn

Bel hum fi şekkin : hayır, fakat, onlar, bir şüphe içinde, tereddüt,
yelabun : oyalanıyorlar, oynuyorlar, önemsemiyorlar, eğlence,

 

9- Fakat şüphe içinde olanlar oyalanıp duruyorlar.

 

-10-

فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَاء بِدُخَانٍ مُّبِينٍ

Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn

Fe irtekib : artık, bekle, izlemek, gözlemlemek, bakmak
yevme teti : vakit, zaman, an, getirir, gelmek, anla
el semâu : ulvi alem, gökyüzü, ulviyet
bi duhanin : gaflet dumanı, insanı hükmüne alan karışık düşünce,
mubin : apaçık olan, apaçık görünen hakikatler,

 

10- Bundan sonra, apaçık hakikatleri görmeye engel olan, insanı hükmüne alan o karışık düşüncenin hâlinden kurtulmak ve Ulvi Âlem’in hakikatlerini anlamak için, her zaman bakıp gözlemleyin.

 

-11-

 يَغْشَى النَّاسَ هَذَا عَذَابٌ أَلِيمٌ

Yagşân nâs hâzâ azâbun elîm

Yagşâ el nase : kaplar, sarar, bürüyen, etkisine alan, insanı
Haza azabun elim : bu, o, azap, sıkıntı, eziyet, elim, acı, kederli

 

11- Şüphe içinde bırakan o karışık düşünce insanı etkisi altına alır. Bu acı bir sıkıntıdır.

 

-12-

رَبَّنَا اكْشِفْ عَنَّا الْعَذَابَ إِنَّا مُؤْمِنُونَ

Rabbena ekşif annel azâbe innâ mûminûn

Rabbe nâ ekşif : Rabbimiz, ortaya çıkarma, çözme, gösterme, açığa çıkarma
Anna el azabe : bizden, hakkımızda, ilgili, sıkıntı, azap, müşkül,
inna müminun : muhakkak biz müminler

 

12- Derler ki: Rabbimiz! Biz müşkillerimizi çözelim, biz emin olanlardan olalım.

 

-13-

أَنَّى لَهُمُ الذِّكْرَى وَقَدْ جَاءهُمْ رَسُولٌ مُّبِينٌ

Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn

Ennâ lehum el zikra : nasıl, onlar, zikir, hatırlama, anma, öğüt, hafıza, anlama,
ve kad cea hum : oldu, geldi, sundu, onlar
resulu mubin : resul, hakikati gösteren, apaçık, açıklayan

 

13- Onlara hakikatleri açıklayan Resul geldi. Onlar nasıl anladılar ki?

 

-14-

ثُمَّ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَّجْنُونٌ

Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn

Summe tetevvel an hu : sonra, ondan yüz çevirip eski bildiklerine döndüler
ve kalu muallemun : dediler, öğretmen, öğretici,
mecnun : bilinmeyene ulaşmış, cinlenmiş, şaşırmış,

 

14- Sonra da ondan yüz çevirip eski bildiklerine döndüler ve o mecnun bir öğreticidir, dediler.

 

-15-

إِنَّا كَاشِفُو الْعَذَابِ قَلِيلًا إِنَّكُمْ عَائِدُونَ

İnnâ kâşifûl azâbi kalîlen innekum âidûn

İnnâ kaşifu : doğrusu, biz, bulan, gideren, ortaya çıkaran, çözen, keşfeden
el azabi kalilen : azap, sıkıntı, azda olsa, biraz
İnne kum aidune : doğrusu, siz, geri dönen, döndüren,

 

15- Hakikatlerimizi anlama yolunda az da olsa bir sıkıntıya uğrasanız, doğrusu siz eski hâlinize dönüverirsiniz.

 

-16-

 يَوْمَ نَبْطِشُ الْبَطْشَةَ الْكُبْرَى إِنَّا مُنتَقِمُونَ

Yevme nebtışul batşetel kubrâ innâ muntekimûn

Yevme nebtişu : vakit, gün, an, biz, şiddetli yakalama, sarılmak,
El batşete : şiddetli yakalama, sarılmak, kudretli tutuş, sımsıkı
el kubrâ : büyük, daha büyük, daha fazla, harika, mükemmel,
İnna muntekimûne : biz, hakikatten mahrum kalma, rahmetten mahrum kalma

 

16- Her an sizi sımsıkı tuttuğumuzu anlamaz, daha fazla eski hâllerinize sarılırsınız. Muhakkak ki Bizi anlayamayanlar, hakikatlerin idrakinden mahrum kalırlar.

 

-17-

وَلَقَدْ فَتَنَّا قَبْلَهُمْ قَوْمَ فِرْعَوْنَ وَجَاءهُمْ رَسُولٌ كَرِيمٌ

Ve lekad fetennâ kablehum kavme firavne ve câehum resûlun kerîm

ve lekad feten na : doğrusu, sınama, anlama, imtihan, deneme, biz,
kable hum : daha önce, önceden,
Kavme firavne : firavunun kavmini, kibirli kimseler,
ve cae hum resulun : geldi, onlar, resul, hakikatleri açıklayan,
kerim : asil, faziletli, erdemli, güzel, değerlere ulaşan, çömert,

 

17- Doğrusu daha önce firavun kavmi de Bizi anlamada batıl olan şeylerde kaldı. Onlara bir asillik içinde hakikatleri anlatan bir Resul geldi.

 

-18-

أَنْ أَدُّوا إِلَيَّ عِبَادَ اللَّهِ إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

En eddû ileyye ibâdallâh innî lekum resûlun emîn

en eddû ileyye : eda edin, yerine getirin, verin, anlayın, bana, benim,
ibadi Allah : kulluk, Allah,
İnnî lekum resulun : muhakkak ki ben, size, resul, hakikatleri açıklayan,
eminun : emin, güvenilir

 

18- Dedi ki: Benim gibi sizde Allah’ın kulu olduğunuzu anlayın. Ben size, hakikatleri açıklayan güvenebileceğiniz biri olarak geldim.

 

-19-

وَأَنْ لَّا تَعْلُوا عَلَى اللَّهِ إِنِّي آتِيكُم بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ

Ve en lâ ta’lû alâllâh innîâtîkum bi sultânin mubîn

ve en lâ talû ala Allahi : ululuk, büyüklük taslamayın, Allaha karşı
İnni ati kum : ben, geldim, getirdim, sundum, size,
Bi sultanin : kâinatın sahibi, otorite, hükümdar,
mübin : delil, apaçık

 

19- Allah’a karşı büyüklük taslamayın. Kâinatın sahibini apaçık delillerle size bildirmeye geldim.

 

-20-

وَإِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ أَن تَرْجُمُونِ

Ve innî uztu bi rabbî ve rabbikumen tercumûni.

ve innî uztu : ben sığındım,
Bi rabbi : rabbim, beni de vücudlandıran
ve rabbi kum : rabbiniz, sizi de vücudlandıran,
en tercumu ni : çevirmek, uzaklaştırmak, anlatmaya çalışmak, tercüman

 

20- Beni uzaklaştırsanız da, beni de ve sizi de vücudlandırana sığınırım.

 

-21-

وَإِنْ لَّمْ تُؤْمِنُوا لِي فَاعْتَزِلُونِ

Ve in lem tû’minû lî fa’tezilûni.

Ve in lem tûminû li : ve eğer, siz inanmıyorsunuz, bana
Fe itezilû-ni : o halde, benden uzaklaşın, uzak durun, ayrılın

 

21- Eğer bana inanmıyorsanız, o hâlde benden uzak durun.

 

-22-

فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَؤُلَاء قَوْمٌ مُّجْرِمُونَ

Fe deâ rabbehû enne hâulâi kavmun mucrimûn

Fe dea rabbe hu : böylece, seslendi, dua etti, yöneldi, rabbine
Enne haulai kavmun : olduğu, bunlar, kavim, kimseler,
mücrimin : günahkar, kötülük yapan, fenalarda kalan

 

22- Böylece fenalarda kalan kavmi için Rabbine yöneldi.

 

-23-

فَأَسْرِ بِعِبَادِي لَيْلًا إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ

Fe esri bi ibâdî leylen innekum muttebeûn

Fe esri : artık, gece yürüyüşü, cehaletten çıkmak, bağlamak,
bi ibadi leylen : kullar, kullarım, gece, karanlık, cehaletin karanlığı,
İnne kum muttebeune : şüphesiz sizi, izleyen, tabi, takip edenler, eski bağların

 

23- Bildirildi: Artık kulluğunu bilmek isteyenleri cehalet karanlığından çıkar. Şüphesiz sizi eski bağlarınız izleyecektir.

 

-24-

وَاتْرُكْ الْبَحْرَ رَهْوًا إِنَّهُمْ جُندٌ مُّغْرَقُونَ

Vetrukil bahre rehvâ innehum cundun mugrekûn

ve etruki : bırak, terk et, deniz, ilmin sonsuzluğu,
el bahre : deniz, bilgili olan, ilmin sonsuzluğu,
rehven : sükunet, sakin, sessiz,
İnne hum cundun : şüphesiz, onlar, ordu, varlık, asker, kendi güçleri
mugrekun : kaybolma gitme, boğulmak, gark olmak,

 

24- Ve bilgili kimselerden olmaları için onları sükûnet içinde bırak. Şüphesiz kendine varlık isnat edenler, kendi cehaletlerinde boğulup gideceklerdir.

 

-25-

كَمْ تَرَكُوا مِن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

Kem terekû min cennâtin ve uyûn

Kem tereku : nice, nasıl, eksiklik, terk ettiler, bıraktılar, ayrıldılar
Min cennatin : cennet, huzur, bahçe, huzur bulunulan yer,
ve uyunin : ayniyet, aynı, eşit, birlik, benzer, göz, zat,

 

25- Fenalarını terk edenler; huzur içindedirler, birlik içindedirler.

 

-26-

وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ

Ve zurûin ve makâmin kerîm

ve zurûin : ekin, kültür, bilgiye ulaşma, genişlik, düğme,
ve makamin kerim : asil makam, yüce makam, yüce hakikatler

 

26- Ve hakikatlerin bilgisinde ve asil makamlardadırlar.

 

-27-

وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ

Ve na’metin kânû fîhâ fâkihîn

ve nametin : nimetler, lütuf, sıfatlar, hak, halk,
kanu fiha fakifine : oldu, orada, bilenlerden, fakih, anlayışlı, zevkinde,

 

27- Ve Hakk sırrının zevkindedirler.

 

-28-

كَذَلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا قَوْمًا آخَرِينَ

Kezâlik ve evresnâhâ kavmen âharîn

Kezalike : böylece, işte böyle,
ve evresnâ-hâ : miras, vasiyet, öğüt, uyulması gerekenleri tavsiye,
Kavmen aharine : sonraki kavimlere, nesil

 

28- İşte böylece, sonraki nesillere öncekilerin hallerini miras bıraktık.

 

-29-

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاء وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنظَرِينَ

Fe mâ beket aleyhimus semâu vel ardu ve mâ kânû munzarîn

Fe ma beket : şey, ne, değil, ağlamadı, bağırma, yakınma, sızlanma,
aleyhim : onlarda, üzerlerinde, onlar
El semau ve el ardu : gök, sema, ulvi âlem ve yer
Ve ma kanu munzarine : olmadı, geriye bırakılan, geciktirme, açıklanmadı, görmek

 

29- Böylece onlar, göklerin ve yerin hakikatleri hakkında yakınmasınlar ve bize hakikatler açıklanmadı, demesinler diye

 

-30-

وَلَقَدْ نَجَّيْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنَ الْعَذَابِ الْمُهِينِ

Ve lekad necceynâ benî isrâîle minel azâbil muhîn

ve lekad necceyna : andolsun, doğrusu, kurtardık, necat bulmak, biz
beni israil : İsrailoğulları, Yakup’un oğulları, hakk yolunda olanlar
min el azâbi el muhini : sıkıntı, azap, alçaltıcı bir azap, küçültücü,

 

30- Doğrusu İsrailoğulları alçaltıcı sıkıntılara karşı Bizde necat buldular.

 

-31-

مِن فِرْعَوْنَ إِنَّهُ كَانَ عَالِيًا مِّنَ الْمُسْرِفِينَ

Min firavn innehu kâne âliyen minel musrifîn

min firavne : firavundan, kibirli olan
İnne hu Kane aliyen : muhakkak, doğrusu, o, oldu, büyüklük taslayan, yüce,
min el müsrifin : aşırı, tutumsuz, taşkınlık

 

31- Doğrusu o firavun; büyüklük taslayan, aşırı gidenlerdendi.

 

-32-

 وَلَقَدِ اخْتَرْنَاهُمْ عَلَى عِلْمٍ عَلَى الْعَالَمِينَ

Ve lekad ehternâ hum alâ ilmin alel âlemîn

ve lekad : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki,
ihterna hum : seçmek, fark etmek, tercih, anlamak, dikkat, biz, onlar
Ala ilmin ala el alemin : ilimin üzerine, yüce ilim, âlemler üzerine

 

32- Gerçek olan şu ki; onlardan Bizi fark edenler, âlemlerin yüce ilmi üzeredirler.

 

-33-

وَآتَيْنَاهُم مِّنَ الْآيَاتِ مَا فِيهِ بَلَاء مُّبِينٌ

Ve âteynâhum minel âyâti mâ fîhi belâun mubîn

ve âteynâhum : onlara verdik, sunduk
min el ayati : işaretler, deliller, ayetler
Fi hi belaun mubinin : içinde, bela, imtihan, dikkatlice düşünmek, apaçık, izah

 

33- Ve onlara sunduğumuz ayetlerimizi dikkatlice düşünerek anlamaya çalışırlar.

 

-34-

إِنَّ هَؤُلَاء لَيَقُولُونَ

İnne hâulâi le yekûlûn

İnne haulai le yekulune : yinede, bunlar, bazıları, söylenen, diyecekler, derler

 

34- Yinede onlardan bazıları derler ki:

 

-35-

إِنْ هِيَ إِلَّا مَوْتَتُنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُنشَرِينَ

İn hiye illâ mevtetunel ûlâve mâ nahnu bi munşerîn

en hiye illa : sadece, o, ancak, var,
mevtetuna el ula : ölümümüz, o ilk, önce, bir gün
ve ma nahnu bi munşerin : biz değiliz, diriliğe ulaşmak, yayılma, bir dirilik

 

35- Biz öncekiler gibi ölür gideriz ve biz diriliğe kavuşacak değiliz.

 

-36-

فَأْتُوا بِآبَائِنَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Fetû bi âbâinâ in kuntum sâdikîn

fetû bi abai na : o halde, haydi, getirin, atalarımızı
in kuntum sadikin : eğer, siz, doğru söylüyorsanız

 

36- Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız haydi getirin atalarımızı.

 

-37-

أَهُمْ خَيْرٌ أَمْ قَوْمُ تُبَّعٍ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ أَهْلَكْنَاهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمِينَ

E hum hayrun em kavmu tubbein vellezîne min kablihim, ehleknâhum innehum kânû mucrimîn

E hum hayrun : onlar mı, iyilik üzere, hayırlı
Em kavmu tubbein : onlar, yoksa, tuba kavmi, yalanlayıp inkar eden kimseler
Ve ellezine min kabli-him : o kimseler, kim, onlardan önce
ehleknâ-hum : onlar helâk oldular, yazık etmek,
inne-hum kanu mücrimine : doğrusu, muhakkak ki onlar, oldu, fenalarda kalanlar

 

37- Onlar hayırlı olanlar mı, yoksa yalanlayıp inkâr eden kimseler midir? Onlardan önceki kimseler de Bizi anlayamayıp helak oldular. Doğrusu onlar da fenalarda kalanlardı.

 

-38-

وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ

Ve mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ lâibîn

ve mâ halaknâ : şey, ne, değil, halketmedik, yaratmadık
es semâvâti ve el arda : semalar ve gökler, yer, yeryüzü,
ve ma beyne huma : arasındakileri, onların, onlarda olan her şey,
laibine : oyun, eğlence, önemsememek, alaya almak, laubali

 

38- Gökler ve yeri ve onlarda olan her şeyi önemsememezlik yapın diye yaratmadık.

 

-39-

مَا خَلَقْنَاهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Mâ halaknâhumâ illâ bil hakkı ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn

mâ halak nâ : şey, ne, değil, halk etmek, yaratmak, biz,
humâ : onları, onlarda, ikisinde,
İllâ bi el hakkı : ancak, sadece, hak, gerçek, doğru, hakikatler,
ve lâkinne eksere hum : lakin, fakat, çoğu, ekseri, onlar, insanlar
lâ yalemûne : bilmezler, bilemiyorlar,

 

39- Onlarda olan her şeyi hakikatleri göstermesinden başka bir şey için yaratmadık. Fakat onların çoğu bilemiyorlar.

 

-40-

إِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ مِيقَاتُهُمْ أَجْمَعِينَ

İnne yevmel faslı mîkâtuhum ecmaîn

İnne yevme el faslı : muhakkak, gün, vakit, zaman, bölüm, süre, ayırma, dönem
Mikatu hum : belirli, sınırlı, onlar,
ecmaine : hepsi, bütün topluluk

 

40- Elbette onların hepsinin belirli sınırları, belli zamanları vardır.

 

-41-

يَوْمَ لَا يُغْنِي مَوْلًى عَن مَّوْلًى شَيْئًا وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ

Yevme lâ yugnî mevlen an mevlen şeyen ve lâ hum yunsarûn

Yevme la yugni : gün, zaman, vakit, yok, olmaz, fayda, yarar,
mevlen an mevlen şeyen : dost, dostun, bir şeyde
ve la hum yunsarune : yok, onlar, yardımcı, yardım eden,

 

41- O ölüm vakti geldiğinde dostun dosta bir faydası yoktur ve onların yardımcısı da yoktur.

 

-42-

إِلَّا مَن رَّحِمَ اللَّهُ إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

İllâ men rahimallâh innehu huvel azîzur rahîm

İllâ men rahime Allahu : ancak, kim, rahim olan, özünden var eden, Allah
İnne hu huve el aziz : muhakkak o, bütün değerlerin sahibi, sıfatların sahibi
el rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

42- Ancak tüm varlığın Allah’ın özünden geldiğini anlayan kimseler kurtulur. Muhakkak ki O bütün değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-43-

إِنَّ شَجَرَةَ الزَّقُّومِ

İnne şeceretez zakkûm

İnne şecerete : soy, gelen, aktarım, ağaç, geldiği yer,
el zakkumi : zararlı haller, kötülük, fenalar, zehirli haller,

 

43- Muhakkak ki kötülükleri, zararlı halleri aktaranlar,

 

-44-

طَعَامُ الْأَثِيمِ

Taâmul esîm

Taâmu : taam, gıda, fayda, beslenmeleri,
el esimi : kötülük, fenalar, kötü haller,

 

44- Kötü hâllerden beslenirler.

 

-45-

كَالْمُهْلِ يَغْلِي فِي الْبُطُونِ

Kel muhl yaglî fîl butûn

Ke el muhl yagli : gibi, kaynayıp durmakta,
fi el butun : içinde karın, kafaları

 

45- İçlerinde hep kötü hâller kaynayıp durmaktadır.

 

-46-

كَغَلْيِ الْحَمِيمِ

Ke galyil hamîm

Ke galyi : gibi, kaynar suyun kaynaması, ortaya çıkıp durmak,
el hamimi : sıcak, yakıp yakıcı, öfkeli,

 

46- Yakıp yıkıcı olan, öfkeli hâlleri hep ortaya çıkar.

 

-47-

خُذُوهُ فَاعْتِلُوهُ إِلَى سَوَاء الْجَحِيمِ

Huzûhu fatilûhu ilâ sevâil cahîm

huzû-hu : alay eder, yakalar, sarılır, tutmak, o halleri
fe atili hu : sürüklenir, uzaklaşır, o, hak,
İla sevai : hususundan, durum, kalmak, ortasında
el cahimi : azmışlık, sıfatları kendine nisbet etmenin cehaleti,

 

47- Hep o hâllerine sarılır. Böylece o hakikatleri anlamaktan uzaklaşır. Sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletinde kalır.

 

-48-

  ثُمَّ صُبُّوا فَوْقَ رَأْسِهِ مِنْ عَذَابِ الْحَمِيمِ

Summe subbû fevka resihî min azâbil hamîm

Summe subbu : sonra, dökmek, dökülür, sürüklenmek, o halde olmak
fevka resi hi : üzerinde, baş, düşünce, onun halleri, yönelmesi, gerçeği,
Min azabi el hamimi : azap, sıkıntı, kaynayan, yakıcı, öfke, hiddet,

 

48- Artık onun hâlleri, düşünceleri; yakıcı hâllerde, öfkeli hâllerde, sıkıntılarda kalmaktır.

 

-49-

ذُقْ إِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْكَرِيمُ

Zuk inneke entel azîzul kerîm

Zuk : hışım, hiddet, öfke hali, hissetmek, zevk,
inne ke : şüphesiz sen, doğrusu sen,
Ente el aziz : sen, tüm varlığın sahibi, niteliklerin sahibi, yüce, ulu,
el kerim : asil olan, yüce olan, asliyet,

 

49- Şüphesiz kendini yüce gören, niteliklerin sahibi gören, o hallerin hissiyatındadır.

 

-50-

 إِنَّ هَذَا مَا كُنتُم بِهِ تَمْتَرُونَ

İnne hâzâ mâ kuntum bihî temterûn

İnne haza ma kuntum : muhakkak ki işte ne olduğunuzu bilemediniz
Bi hi temterune : şüphelerde kalan, şüphe edip duran

 

50- Şüphesiz hakikatleri bilemeyenler, şüphelerde kalanlardır.

 

-51-

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي مَقَامٍ أَمِينٍ

İnnel muttekîne fî makâmin emîn

İnne el muttekine : muhakkak ki, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan
Fi makamin eminin : makamlarının içinde, emindirler, güvende

 

51- Muhakkak ki fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlar, makamlarında hakikatlerden emin bir hâldedirler.

 

-52-

فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

Fî cennâtin ve uyûn

Fî cennatin : içinde, huzur, cennetler,
uyunin : ayniyet, göz, benzer, eş, birlik, bakış,

 

52- Birliğin huzuru içindedirler.

 

-53-

يَلْبَسُونَ مِن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَقَابِلِينَ

Yelbesûne min sundusin ve istebrakın mutekâbilîn

Yelbesûne : giyinirler, giyerler, birliğinde, kemalat,
min sundusin : ipek, içi dışı bir
ve istebrakin : zahiri elbise, kalın ipek, mazhariyet,
mutekabiline : karşısında, seyrinde, karşılıklı,

 

53- İçi dışı bir bilmenin kemalâtındadırlar ve zahiri anlamanın seyrindedirler.

 

-54-

كَذَلِكَ وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ

Kezâlik ve zevvecnâhum bi hûrin ayn

Kezalike : işte böyle,
ve zevvec na hum : aynı yolda olan, bir, eş, cins, tür, benzer, biz, onlar
bi hurin in : saf tertemiz, hür,
ayn : bakış, göz, aynılık, birlik,

 

54- İşte böylece onlar Bizi anlayanlarla birliktedirler, bakışları saf tertemizdir.

 

-55-

 يَدْعُونَ فِيهَا بِكُلِّ فَاكِهَةٍ آمِنِينَ

Yed’ûne fîhâ bi kulli fâkihetin âminîn

Yedûne fiha bi kulli : ister, talep, arzu orada, bütün, hep
Fakihetin aminine : bilginin eminliğinde, zeki anlayışlı, güveninde

 

55- Hep hakikatleri anlamayı, emin olmayı isterler.

 

-56-

 لَا يَذُوقُونَ فِيهَا الْمَوْتَ إِلَّا الْمَوْتَةَ الْأُولَى وَوَقَاهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ

Lâ yezûkûne fîhel mevte illel mevtetel ûlâ ve vekâhum azâbel cahîm

lâ yezûkûne : yok, hissetmek, tatmazlar, hissetmez, çekinmezler,
fi ha el mevte : orada, o hallerde, ölüm, idraksizlik,
İlla el mevtete el ula : başka, ölümlüler evvelki, öncekiler
ve vekâ-hum azabe : korunmak, sakınmak, onlar, sıkıntı, azap,
el cahim : sıfatları kendine nisbet etmek, cehaletin azmışlığı,

 

56- Önceki ölüp gidenler gibi, ölümden çekinmezler ve onlar sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletinin sıkıntılarından sakınırlar.

 

-57-

 فَضْلًا مِّن رَّبِّكَ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

Fadlen min rabbik zâlike huvel fevzul azîm

Fadlen min rabbi ke : fazıl, lütuf, nimet, sıfat, erdemlilik, fazilet, rabbin
Zalike huve : işte bu, o,
el fevzu el azim : kurtuluş, başarı, yüce, yüce kurtuluştur

 

57- Rabbini anlamakla bir erdemlilik içindedirler. İşte o yüce kurtuluş budur.

 

-58-

 فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

Fe innemâ yessernâhu bi lisânike leallehum yetezekkerûn

fe innemâ yesserna hu : işte, onu kolaylaştırdık, akıcı, yürümek, hakikatler
bi lisâni-ke : lisanın ile, konuşma dili, konuşmak, lisanınız,
lealle-hum yetezekkerune : umulur, onlar, tezekkür, hakikatlerle hareket eden,

 

58- Lisanınızı o hakikatler için akıcı kıldık. Umulur ki varlığın yaratılışını düşünür, ulaştığınız hakikatlerle hareket edersiniz.

 

-59-

 فَارْتَقِبْ إِنَّهُم مُّرْتَقِبُونَ

Fertekib innehum murtekıbûn

Fe irtekib : bundan sonra, artık, gözlemle, izle,
İnne hum murtekibûne : onlar, muhtemelen, gelecekteki, gözleyenler, bekleyenler

 

59- Bundan sonra hakikatleri anlamak için gözlemleyin, anlayanlar gibi gözlemleyin.