EN’ÂM SÛRESİ

 

-1-

الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِرَبِّهِم يَعْدِلُونَ

Elhamdu lillâhillezî halakas semâvâti vel arda ve cealez zulumâti ven nûr summ ellezîne keferû bi rabbihim yadilûn

el hamd li Allah : tüm övgülerin sahibi, tüm niteliklerin sahibi, Allah
ellezi halaka : halketti, yaratmak,
el semâvât ve el ard : gökler ve yeryüzü
ve ceale : kıldı, yaptı, eyledi, çıkardı
el zulumat : cehaletin karanlığı,
ve en nûra : aydınlık, nur, hakikatlerin aydınlığı,
Summe ellezine keferû : böyle iken, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
bi rabbi him : Rablerine, kendilerini vücudlandıran,
yadilune : eş, denk, akran, adil,

 

1- Allah tüm niteliklerinin sahibidir. Ki O’dur gökleri ve yeri halkeden ve karanlıklardan aydınlığa çıkaran. Böyle iken hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, kendilerini Rablerine eş tutuyorlar.

 

-2-

  هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ

Huvellezî halakakum min tînin summe kadâ ecelâ ve ecelun musemmen ındehu summe entum temterûn

huve ellezi : O, ki o
halaka-kum : sizi yarattı, halketti,
min tinin : özünden, toprak, nemli toprak
Summe kada ecel : sonra, takdir, hüküm, yapmak, ecel, belli bir vakit
ve ecel musemmen : ecel, vakit, belirli, isimlendirilmiş,
İnde hu : katında, ait, ona ait
Summe entum temterun : sonra, siz, kuşku, şüphe, tereddüt

 

2- Ki O’dur sizi özünden halkeden. Sonra belli bir vakit takdir eden ve belirlenmiş vakit O’na aittir. Böyle iken siz şüphelerde kalıyorsunuz.

 

-3-

 وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ

Ve huvellâhu fîs semâvâti ve fîl ard yalemu sirrakum ve cehrekum ve yalemu mâ teksibûn

ve huve allâh : O, Allah,
fî el semâvâti ve el ard : göklerde ve yerde
Yalemu : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, bilen
Sirra kum : bilinmeyen, görünmeyen, siz,
ve cehre-kum : açıkta olan, gördüğünüz, siz,
ve yalemu : ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
ma teksibun : elde edilen, kazanılan, yaptığınız eserler,

 

3- Allah O’dur ki, göklerde ve yerde bulunanları, gördüklerinizi ve göremediklerinizi ilmiyle varedendir. Yaptığınız eserlerdeki ilmin sahibidir.

 

-4-

وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ

Ve mâ tetîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû anhâ murıdîn

ve mâ teti him : değil, şey, ne, gelmek, almak, sunulan, onlar
min ayeti : ayet, delil, işaret
min âyâti rabbi him : ayet, işaret, delil, Rablerinden, onları vücudlandıran,
illâ kânû anha muridin : ancak, sadece, oldu, ondan, yüz çeviren, isteyen,

 

4- Onlara her varlıktan her an sunulan şeyler bir delildir, onları vücudlandıranın delillerindendir. Ancak onlar onu anlamaktan yüz çevirdiler.

 

-5-

فَقَدْ كَذَّبُواْ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ فَسَوْفَ يَأْتِيهِمْ أَنبَاء مَا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ

Fe kad kezzebû bil hakkı lemmâ câehum, fe sevfe yetîhim enbâû mâ kânûbihî yestehziûn

fe kad kezzebû : böylece, yalanlarda kaldılar,
bi el hakk : hakikat, gerçek, doğru olan,
lemmâ câe-hum : geldi, sunuldu, geldiği zaman, onlar,
fe sevfe : sonra, artık, yakında, gelecekte, ilerde, yine de, hep
yeti him : geldi, sunuldu, gelecek, onlar,
enbau : haber, bilgi, bildirilen,
Ma kanu bihi : değil, şey, ne, oldu, olmadı, onunla,
yestehziûne : alay ediyorlar, önemsememe

 

5- Böylece onlar, her varlıktan sunulan hakikatler hakkında yalanlarda kaldılar. Yine de onlara sunulan hakikatlerin bilgilerini onlar önemsemediler.

 

-6-

   أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

E lem yerev kem ehleknâ min kablihim min karnin mekkennâhum fîl ardı mâ lem numekkin lekum ve erselnes semâe aleyhim midrâren ve cealnâl enhâre tecrî min tahtihim fe ehleknâhum bi zunûbihim ve enşenâ min ba’dihim karnen âharîn

e lem yerev : bakıp ta görmezler mi?
kem ehlek na : gibi, nice, helak olma, yazık olmak, biz
min kabli-him : onlardan önce, kendilerinden önce
Min karnin : nesil, yüzyıl, gelip geçen,
meken na hum : imkan, düzen, yer, mekan, biz, onlar
fî el ardı : arzda, yeryüzünde
mâ lem numekkin lekum : değil, şey, ne, imkân, düzen, mekan, yerleşme, sizi
ve erselnâ el semae : sunduk, gönderdik, gök, sema, ulvi âlem,
Aleyhim midrâren : onlara, bolca, arka arkaya, hiç kesintisiz
ve cealnâ : kıldık, yaptık, varettik, sunduk,
el enhar : nehir, akıp giden, akıp giden ilim
Terci min tahti-him : vardır, akar, makamlarında, onların altından
fe ehlek nâ hum : fakat, helak olma, yazık etme, biz, onlar
bi zunûbi-him : fenalarda kalmaları, günahları sebebiyle
ve enşe nâ min badi him : inşa, yapmak, oluşturmak, onlardan sonra
karnen âharîne : başka, diğer nesiller,

 

6- Onlardan öncekilerinin, Bizi anlayamayıp nasıl helak olup gittiklerini bakıp ta görmezler mi? Yeryüzünde önceki nesillere de, size sunduğumuz imkânlar gibi imkânlar sunduk. Ulvi Âlem’in hakikatlerini kesintisiz sunduk. Onların makamlarında akıp giden bir ilim var ettik. Fakat onlar fenalarda kaldılar. Bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Onlardan sonra başka nesiller var ettik.

 

-7-

وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فِي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِأَيْدِيهِمْ لَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ

Ve lev nezzelnâ aleyke kitâben fî kırtâsin fe le mesûhu bi eydîhim le kâlelezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn

ve lev nezzelna aleyke : eğer, şayet, indirseydik, sunsaydık, sana
Kitaben fî kırtâsin : kitap, kağıtda, yapraklı, yazılmış kitab,
fe le mesûhu : böylece, gerçekten, dokunma, temas, mesh, temizleme
bi eydi him : elleri, güçleri,
Le kale ellezine keferû : mutlaka, derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
in hâzâ illâ sihrun mubin : bu ancak, aldatma, etkileme, sihir, apaçık

 

7- Eğer sana kâğıtlara yazılmış bir kitap sunsaydık, böylece onlar elleri ile ona dokunsalardı, yine de hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler: Bu ancak bir aldatmadır, derlerdi.

 

-8-

وَقَالُواْ لَوْلا أُنزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌ وَلَوْ أَنزَلْنَا مَلَكًا لَّقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لاَ يُنظَرُونَ

Ve kâlû lev lâ unzile aleyhi melek ve lev enzelnâ meleken le kudıyel emru summe lâ yunzarûn

ve kalu lev la unzile : derler, dediler, olsa olmaz mıydı, indirildi, sunuldu, oldu
Aleyhi melekun : ona, üzerinde, meleke, güç, kuvve,
ve lev enzelna : eğer, şayet, indirseydik, sunsaydık,
meleken : güç, kuvve,
le kudıye el emr : elbette, takdir, istek, tamamlamak, işleyiş, işin sahibi,
Summe lâ yunzarûne : öyle ki, yok, bakmak, nazar, aramak, bakıp anlamak,

 

8- Dediler ki: Ona bir güç sunulsa olmaz mıydı? Eğer sana ayrı bir güç sunsaydık, elbette işleyişin sahibini isterlerdi. Öyle ki onlar anlamak için bakmadılar.

 

-9-

   وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَّجَعَلْنَاهُ رَجُلاً وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِم مَّا يَلْبِسُونَ

Ve lev cealnâhu meleken le cealnâhu raculen ve le lebesnâ aleyhim mâ yelbisûn

ve lev : eğer, şayet, eğer anlamak için baksalardı,
ceal nâ hu : eğer, yapmak, düzenlemek, kılmak, sunmak, biz, o,
meleke : güç, kuvvet, her varlıktaki güç, kendindeki güç, meleke
le cealnâ-hu : elbette, yaptık, kıldık, sunduk, düzenledik,
raculen : ileri gelen, erkek, kâmil insan, bilge kişi,
ve le lebes nâ : elbette, şüphe, tereddüt, libas, suret, biz
Aleyhim ma yelbisun : onlar, kendileri, değil, şey, libas, suret, şüphe, tereddüt

 

9- Eğer onlar anlamak için baksalardı, sunduğumuz kendilerindeki o gücü anlarlardı. Elbette o sunduğumuz gücü anlayan kâmil bir insan olur. Elbette suretlerde kalıp Bizi anlayamayanlar ise, kendi suretlerini tutan o gücü anlayamazlar.

 

-10-

   وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُواْ مِنْهُم مَّا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ

Ve lekadistuhzie bi rusulin min kablike fe hâka billezîne sehırû minhum mâ kânû bihî yestehziûn

ve lekad : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki,
istuhzie : andolsun, söz ettiler, alay etmek, önemsememek,
bi rusulin min kablike : resuller, hakikati gösterenler, senden önce de
Fe hâka bi ellezine : fakat, kuşattı, sardı, kapsama, o kimseler,
Sehiru min-hum : alay eden, önemsemeyen, onların,
Ma kanu bihi yestehziûne : oldukları şey, onu, alay ediyorlar

 

10- Doğrusu, senden önceki Resullerin de anlattıkları hakikatleri önemsemediler. Fakat o önemsemeyen kimseler, önemsemedikleri hakikatlerle sarılıydılar.

 

-11-

قُلْ سِيرُواْ فِي الأَرْضِ ثُمَّ انظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ

Kul sîrû fîl ardı summenzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn

Kul sıru fi el ardı : anlat, de, söyle, gezin dolaşın, yeryüzü
summe unzurû : sonra, bakın, görün, araştırın,
keyfe kane : nasıl oldu, nasıl olur,
Akıbet el mukezzibîne : akıbetleri, sonu, yalanlayan kimseler,

 

11- De ki: Yeryüzünü gezin dolaşın. Sonra bakın görün, hakikatleri yalanlayanların akıbetleri nasıl oldu.

 

-12-

قُل لِّمَن مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُل لِلّهِ كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

Kul li men mâ fîs semâvâti vel ard kul lillâh ketebe alâ nefsihir rahmeh le yecmeannekum ilâ yevmil kıyâmeti lâ reybe fîh ellezîne hasirû enfusehum fe hum lâ yuminûn

Kul li men : de, söyle, anlat, kim, kimin
mâ fi el semâvât ve el ard : değil, içinde, onda, şey, ne, göklerde ve yeryüzü
kul li Allâh : de, söyle, Allah için, Allah’ın
Keteb : kitab, yazılı olan, her varlık bir kitaptır,
ala nefsi hi el rahmet : üzerine, nefs, kendi, öz varlık, ruh, o, rahmet
le yecmea : elbette, toplayacak, toplamak, birlik, topluluk,
enne-kum : muhakkak siz
ilâ yevmi el kıyamet : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün
la reybe fi hi : yok, şüphe, onda, onun içinde
Ellezine hasiru : o kimseler, hüsran, kaybeden,
enfus hum : nefslerini, kendilerini
fe hum la yuminun : öyle ki, işte onlar, yok, mümin, inanma, emin olma

 

12- De ki: Göklerde ve yerde olan bütün her şey kimindir? De ki: Allah’ındır. Her varlıkta hakikatler yazılıdır. O’nun öz varlığı elbette tüm toplulukları rahmetiyle kuşatmıştır. Muhakkak ki sizin, ölünceye kadar bu hakikatleri anlamaya vaktiniz vardır, o vaktin gelmesinde şüphe yoktur. Kendilerini tanıyamayanlar hüsrana uğrayan kimselerdir. Öyle ki onlar mümin olamazlar

 

-13-

    وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Ve lehu mâ sekene fîl leyli ven nehâr ve huves semîul alîm

ve lehu ma sekene : onun, ne varsa, bulunan, konut, oturan, mahlûkat,
fî el leyli ve el nehar : gecede ve gündüz, karanlık ve aydınlık
ve huve el semiu : O, işitme, işittiren,
el alim : ilmin sahibi, ilmyle vareden,

 

13- Gece ve gündüz ortaya çıkan tüm varlık O’nundur ve O ilmin sahibidir, işittirendir.

 

-14-

   قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلاَ يُطْعَمُ قُلْ إِنِّيَ أُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَسْلَمَ وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكَينَ

Kul e gayrallâhi ettehızu veliyyen fâtırıs semâvâti vel ardı ve huve yutımu ve lâ yutam kul innî umirtu en ekûne evvele men esleme ve lâ tekûnenne minel muşrikîn

Kul e gayr Allah  : de, söyle, anlat, gayrı, başka, Allah,
Ettehızu veliyyen : edinme, sığınma, sarılma, veli, dost
Fatırı : yaratan, ortaya çıkaran, açığa çıkaran,
el semavat ve el ard : gökler, ulvi alem ve yeryüzü, beden, toprak,
ve huve yutımu : O, doyurur, besler,
ve la yutamu : yedirilmez, doyurulmaz
kul inni emr tu : anlat, ben, işleyiş, hüküm, onun işleyişi üzereyim
en ekûne evvel : olmak, ilk, önce,
men esleme : kimse, kim, teslim olmak, barış ve huzur üzere
ve lâ tekûne enne : yok, olmak, olduğunda,
Min el muşrıkin : ortak koşanlardan, Hem Allah var hem benim diyen

 

14- De ki: Allah’tan başkasını mı dost edineyim? O gökleri ve yeri ortaya çıkarandır. O besleyendir ve O beslenecek değildir. De ki: Ben O’nun işleyişi üzereyim. Öncelikle barış ve huzur üzere olan bir kimseyim ve ortak koşanlardan değilim.

 

-15-

قُلْ إِنِّيَ أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ

Kul innî ehâfu in asaytu rabbî azâbe yevmin azîm

Kul inni ehafu : de, söyle, anlat, ben, korkmak, saygı,
in asaytu rabbi : eğer, ikilikte kalmak, asi, isyan, karşı çıkma
Azâbe yevmin azimin : azap, sıkıntı, gün, vakit, o zaman, büyük

 

15- De ki: Eğer Rabbime karşı çıkarsam, o vakit büyük sıkıntılarda kalmaktan korkarım.

 

-16-

 مَّن يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُ وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْمُبِينُ

Men yusraf anhu yevme izin fe kad rahımeh ve zâlikel fevzul mubîn

Men yusraf anhu : kim, uzak durma, çevirilme, o halden,
yevm izin : vakit, zaman, an, yetki, icazet, her zaman
fe kad rahıme hu : böylece, artık, oldu, rahmet, rahim, o
ve zâlike el fevzi el mubin : işte bu, kurtuluş, apaçık, büyük kurtuluş,

 

16- Kim o fena hâllerden her zaman uzak durursa, böylece o merhamet bulur. İşte büyük kurtuluş budur.

 

-17-

وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدُيرٌ

Ve in yemseskellâhu bi durrin fe lâ kâşife lehu illâ huve, ve in yemseske bi hayrın fe huve alâ kulli şeyin kadîr

ve in yemses ke Allah : eğer, ise, olsa, dokunma, gelme, temas, sen, Allah
bi durrin : sıkıntı, zarar müşkil, darda kalmak
fe lâ kâşife : artık, yok, açmak, giderecek,
lehu illa huve : onu, ondan başka
ve in yemses-ke : eğer, dokunmak, temas, o halde olmak,
bi hayr : faydalı, yararlı, bir hayır
Fe huve alâ kulli şeyin kadir : işte o, bütün her şeydeki kudrettir,

 

17- Eğer Allah hakkında sana bir müşkil gelmişse, artık onu O’ndan başkası gideremez. Eğer sana bir hayr gelmişse, o da O’ndandır. İşte O bütün her şeydeki kudrettir.

 

-18-

   وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ

Ve huvel kâhiru fevka ıbâdih ve huvel hakîmul habîr

ve huve el kahıru : O, mutlak galip olan, sımsıkı tutan, her şeye hâkim olan
Fevka abıd hi : üstünde, onun kulları
ve huve el hakim : o, hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan,
el habir : bildiren, haber veren

 

18- O, kullarını tecellileriyle sımsıkı tutandır ve O, tüm varlığa hâkim olandır, tüm varlıktan hakikatleri her an bildirendir.

 

-19-

قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادةً قُلِ اللّهِ شَهِيدٌ بِيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لأُنذِرَكُم بِهِ وَمَن بَلَغَ أَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ أَنَّ مَعَ اللّهِ آلِهَةً أُخْرَى قُل لاَّ أَشْهَدُ قُلْ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنَّنِي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ

Kul eyyu şeyin ekberu şehâdeh kulillâhu şehîdun beynî ve beynekum ve ûhiye ileyye hâzâl kurânu li unzirekum bihî ve men belaga e innekum le teşhedûne enne meallâhi âliheten uhrâ kul lâ eşhed kul innemâ huve ilâhun vâhidun ve innenî berîun mimmâ tuşrikûn

Kul eyyu şey ekber : anlat, de ki, hangi şey, ne, yüce,
şehadet : heran her yerde hazır olan, şahit olmak,
Kul allâh şehîdun : anlat, Allah, her an her yerde hazır olan,
Beyni ve beyne-kum : bende de ve sizin aranız, sizde de
ve ûhiye ileyye : vahyolundu, bana,
haza el kuran : bu, kuran, ilahi sözler, okunan şey,
li unzire kum bihi : için, hakikatleri açıklamak uyarmak, onunla
ve men belaga : kim erişti, ulaştı
e inne-kum : öylemi, muhakkak, siz
le teşhedûne : gerçekten şahitlik ediyorsunuz,
enne mea Allah : beraber olduğuna, Allah
âliheten uhrâ : başka ilâhlar
kul lâ eşhedu : de, söyle ben şahitlik yapmam
kul innemâ : anlat, sadece, ancak,
huve ilah vahid : o, ilah, tek, bir
ve inne ni beriun : muhakkak ki ben, uzak olmak, beri durmak,
min mâ tuşrikun : şeylerden, ortak koştuklarınız

 

19- De ki: Her an her yerde hazır olandan, daha yüce hangi şey vardır. De ki: Bende de ve sizde de her an her yerde hazır olan Allah’tır. Bu ilahi sözler, size ve kime ulaşırsa, hakikatleri açıklamam, uyarmam için bana vahyolundu. Siz gerçekten Allah ile beraber başka ilahlara şahit olabilir misiniz? De ki: Ben şahit olamam. Tek ilah ancak O’dur ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.

 

-20-

    الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

Ellezîne âteynâhumul kitâbe yarifûnehu kemâ yarifûne ebnâehum ellezîne hasirû enfusehum fe hum lâ yuminûn

Ellezine ateyna hum : o kimseler, verdik, sunduk, onlar, kendileri,
el kitâbe : kitap, yazılı olan, varlık kitabı, vücut kitabı,
yarifune hu : arif olma, bilme, o
kemâ yarifûne : gibi, tanırlar, bilirler,
ebnae hum : evlat, çocuk, onlar, kendi evlatları,
Ellezine hasiru : o kimseler, hüsran, kaybeden,
enfus hum : nefslerine, kendilerine
fe hum la yuminun : öyle ki, işte onlar, yok, mümin, inanma, emin olma

 

20- Kendilerine sunduğumuz o kitaba arif olanlar, kendi evlatlarını bildikleri gibi onu bilirler. Kendilerine arif olamayanlar ise kaybeden kimselerdir, öyle ki onlar mümin olamazlar

 

-21-

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ

Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih innehu lâ yuflihuz zâlimûn

ve men azlemu mimmen : kim, daha zalim kimselerden
İfterâ ala Allah : iftira, uydurma, Allah’a karşı, Allah hakkında,
keziben : yalanlayan, yalanları yayan,
ev kezzebe bi ayeti hi : veya yalanladı, o ayetleri, işaret, delil,
İnne hu la yuflihu : doğrusu, o, yok, kurtulma, felah bulmak, özü anlama
el zalimin : zalimler, zulüm edenler,

 

21- Allah hakkında iftira atanlar ve o yalanları yayanlar, ya da onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim olan kimdir. Doğrusu o zalimler felah bulamazlar.

 

-22-

وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَيْنَ شُرَكَآؤُكُمُ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ

Ve yevme nahşuruhum cemîan summe nekûlu lillezîne eşrakû eyne şurekâukumullezîne kuntum tezumûn

ve yevme nahşuru hum : gün, vakit, toplanma, ortay çıkma, onlar
cemîan : hepsini
Summe nekulu : sonra, öyle ki, demek, söylemek
Li ellezi eşrakû : o kimselere, şirk koştular, ortak koştular
eyne şurekâu-kum : nerede, nasıl, ortaklar, ortak koşmak, siz
Ellezîne kuntum tezumun : o kimseler, oldunuz, idiniz, zanda bulunan

 

22- O hâlde olanların hepsi bir araya toplandığında, ortak koşan o kimselere bildirilir: Sizin zanlarda kalıp sığındığınız, o ortak koştuklarınız nerede.

 

-23-

ثُمَّ لَمْ تَكُن فِتْنَتُهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ وَاللّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ

Summe lem tekun fitnetuhum illâ en kâlû vallâhi rabbinâ mâ kunnâ muşrikîn

Summe lem tekun : sonra, olmadı,
fitnetu-hum : fitne, kargaşa, müşkil, sınama, arayış, imtihan, onlar,
illâ en kâlû : ancak, sadece, yinede, demek, derler
ve Allâh rabbi na : Allah, rabbimiz, bizi vücudlandıran,
mâ kunnâ müşrikun : biz olmadık, değiliz, ortak koşan

 

23- Onların fitnelikten başka bir hâlleri olmadı. Ancak yine de derler ki: Rabbimiz Allah’tır, biz ortak koşanlardan değiliz.

 

-24-

انظُرْ كَيْفَ كَذَبُواْ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ

Unzur keyfe kezebû alâ enfusihim ve dalle anhum, mâ kânû yefterûn

Unzur keyfe kezebu : bak, gör, nasıl, yalanlarda kalan,
alâ enfusi-him : karşı, üzere, için, nefsleri, kendileri
ve dalle anhum : saptı, uzaklaştı, hakikatlerden saptı, onlardan
mâ kânû yefterun : şey, değil, ne, oldu, olmadı, iftira, uydurma

 

24- Kendilerine karşı yalanlarda kalanlar nasıldır bak gör. Onlar, yalanlarda kaldıkları şeyler yüzünden hakikatlerden sapmışlardır.

 

-25-

وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَآ إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ

Ve minhum men yestemiu ileyke ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minû bihâ hattâ izâ câuke yucâdilûneke yekûlullezîne keferû in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn

ve minhum men yestemia ileyke : onlardan, kim, dinlemek, işitmek, seni
ve cealnâ : yaptık, koyduk, sunduk, yarattık,
ala kulubi him : kalplerinde, idraklerinde, anlayış, onlar,
Ekinet : örtü, engel, perde,
en yefkahû-hu : örtü, anlamama, fıkıh, iyice anlayıp bilme,
ve fî âzâni-him vakran : kulakları, duymaları, onlar, işitememe, engel
ve in yerev : eğer, şayet, gören, açıklasan, göstersen,
kulle ayetin : bütün, ayet, işaret, delil,
la yuminu biha : iman etmezler, ona
hattâ izâ câu-ke : hatta, geldiklerinde, sen,
yucadilune ke : tartışmak, mücadele etmek, sen,
Yekulu ellezîne keferû : derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
in hâzâ illâ esatiru : bu ancak, masalları, efsane, uydurma,
el evvelin :evvelki, öncekilerin

 

25- Onlardan seni dinler gibi yapıp dinlemeyenler vardır. Onların kalblerinde, sunduğumuz hakikatleri anlamalarına engel olan şeyler vardır ve kulaklarında hakikatleri işitmeye engel vardır. Eğer onlara hakikatleri bütün delillerle açıklasan yine de iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışmaya kalkarlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, bu ancak öncekilerin efsaneleridir, derler.

 

-26-

وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْأَوْنَ عَنْهُ وَإِن يُهْلِكُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ

Ve hum yenhevne anhu ve yenevne anh ve in yuhlikûne illâ enfusehumve mâ yeşurûn

ve hum eynhevne anhu : onlar, yasaklama, men etme, ondan, o hakikatlerden
ve yenevne anhu : mesafe, uzaklaşmak, ondan
ve in yuhlikûn : eğer, helak, yazık etme, yıkılma, kaybetme,
illa enfushum : ancak, sadece, kendi nefsleri, kendileri,
ve mâ yeş’urûne : değil, yok, şuur, kendinin çevresinin farkında değil

 

26- Onlar, o hakikatlerden başkalarını da uzaklaştırırlar ve ondan kendileri de uzaklaşırlar. Eğer onlar yazık edeceklerse ancak kendilerine yazık ederler ve onlar, kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.

 

-27-

وَلَوْ تَرَىَ إِذْ وُقِفُواْ عَلَى النَّارِ فَقَالُواْ يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلاَ نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

Ve lev terâ iz vukıfû alen nâri fe kâlû yâ leytenâ nureddu ve lâ nukezzibe bi âyâti rabbinâ ve nekûne minel muminîn

ve lev terâ iz vukifu : görsen, görseydin, durdukları yer, bulundukları hal
alâ en nâri : içinde, üzerinde, ateşin, yakıcılık halinin sıkıntısı
fe kâlû ya leyte na : o zaman, derler, keşke biz olsaydık,
nureddu : biz, reddeden, geri dönebilen
ve la nukezibe : yok, yalanlama, yalanlamayız,
bi ayeti rabb na : işaret, delil, ayetler, rabbimiz
ve nekûne min el müminin : biz oluruz, müminlerden

 

27- O ateşte bulunanların hâllerini eğer görseydin; keşke biz reddedenlerden olmasaydık, o zaman Rabbimizin ayetlerini yalanlayanlardan olmazdık ve biz müminlerden olurduk, derler.

 

-28-

بَلْ بَدَا لَهُم مَّا كَانُواْ يُخْفُونَ مِن قَبْلُ وَلَوْ رُدُّواْ لَعَادُواْ لِمَا نُهُواْ عَنْهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

Bel bedâ lehum mâ kânû yuhfûne min kabl ve lev ruddû le âdû li mâ nuhû anhuve innehum le kâzibûn

Bel beda lehum : hayır, bilakis, gösterildi, açıklandı, onlara
mâ kânû yufhune min kabl : olmadı, oldukları şey, gizleme, bilmedikleri, daha önce
ve lev ruddû : şayet, eğer, geri dönseler, reddetmek,
le âdû : elbette, geri dönerler,
lima nuhu anhu : şeyler, yasaklanan, neyh edilen, ondan
ve inne-hum le kazibun : muhakkak onlar, elbette yalanlarda kaldılar, yalanladılar

 

28- Bilakis, daha önce onların bilmedikleri şeyler onlara açıklandı. Eğer onlar geri dönseler, yine onlara yasak olan şeylere dönerler ve muhakkak onlar, elbette yine hakikatleri yalanlarlardı.

 

-29-

وَقَالُواْ إِنْ هِيَ إِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ

Ve kâlû in hiye illâ hayatuned dunyâ ve mâ nahnu bi mebûsîn

ve kâlû in hiye : dediler, o
İlla Hayatı na el dunyâ : ancak, sadece, hayatımız, dünya
ve mâ nahnu bi mubusin : biz değiliz, dirilecek, ortaya çıkma, diriliğe ulaşmak,

 

29- Onlar dediler ki: Hayatımız sadece dünyadadır ve biz diriliğe kavuşacak değiliz.

 

-30-

وَلَوْ تَرَى إِذْ وُقِفُواْ عَلَى رَبِّهِمْ قَالَ أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُواْ بَلَى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُواْ العَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ

Ve lev terâ iz vukıfû alâ rabbihim, kâle e leyse hâzâ bil hakk kâlû belâ ve rabbinâ kâle fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn

ve lev terâ iz vukıfu : görsen, görseydin, durdukları yer, bulundukları hal
alâ rabbi-him : üzerlerinde, gerçekler, Rablerinin,
Kâle e leyse haza bi el hakk : dedi, bu değil mi, gerçek, hak, hakikat,
kâlû belâ : dediler, evet, doğrudur
ve rabbi-nâ : Rabbimize, bizi vücudlandıran
Kale fe zûkû el azabe : dedi, artık, öyle ki, o halde kalmak, tatmak, his, sıkıntı,
bimâ kuntum tekfurun : olduğunuzdan dolayı, hakikatleri örtmek

 

30- Onların Rabbine karşı durdukları o cehalet hâllerini görseydin. Onlara denildi ki: Bu görünenler gerçek değil midir? Dediler ki: Evet, Rabbimize andolsun gerçektir. Onlara denildi ki: Bu hâlleriniz, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüğünüzden dolayıdır.

 

-31-

قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِلِقَاء اللّهِ حَتَّى إِذَا جَاءتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُواْ يَا حَسْرَتَنَا عَلَى مَا فَرَّطْنَا فِيهَا وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلَى ظُهُورِهِمْ أَلاَ سَاء مَا يَزِرُونَ

Kad hasirellezîne kezzebû bi likâ allâh hattâ izâ câethumus sâatu bagteten kâlû yâ hasretenâ alâ mâ farratnâ fîhâ ve hum yahmilûne evzârehum alâ zuhûrihim e lâ sâe mâ yezirûn

kad hasire ellezine kezebu : oldu, hüsran, kayıp, o kimseler, yalanlarda kalan
bi likâi allâh : kavuşma, birlik, tevhid etme, toplanma
Hattâ iza caet hum : hatta, öyle ki, onlara geldiğinde,
es sâatu bagteten : o saat, o vakit, ecel, ölüm, vakti, aniden, ansızın
Kalu yâ hasrete-nâ : dediler, ya, ey, hasret, yazık, özlem, ayrılık, biz
alâ mâ farratna fiha : şey üzerine, aşırı gitme, fenalarda kalma, orada
ve hum yahmilun : onlar, taşırlar, kendi fenalarını taşıma,
evzar hum : taşıdıkları bildikleri, yükleri, onlar
alâ zuhûri-him : görünüm, zahirde kalma, suret, sırtlarında
e lâ sâe ma yezirun : ne kötü değil mi, şey, değil, ne, taşıdıkları,

 

31- Allah’ın birliğine karşı yalanlarda kalanlar, hüsrana uğrayanlardan olurlar. Hatta onlara ansızın ölüm vakti geldiğinde; biz aşırı gittik, fena hâllerde kaldık, ayrılıklara düştük, derler. Onların taşıdıkları bildikleri; suretlerde kalmak, kendi fenalarını taşımaktır. Taşıdıkları bildikleri ne kötü bir şeydir.

 

-32-

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Ve mâ el hayâtud dunyâ illâ leibun ve lehvun ve led dârul âhiretu hayrun lillezîne yettekûn e fe lâ takılûn

ve mâ el hayâtu ed dunyâ : değil, dünya hayatı, dünya yaşamı,
İllâ leibun ve lehven : ancak, değil, sadece, oyun ve eğlence
Ve le ed dâru el âhiretu : elbette, yurt, korunma, bulundukları yer, sonunda,
Hayrun : faydalı, hayırlı, yararlı,
li ellezine yettekun : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar için
e fe lâ takılûne : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşünmek, idrak etmek

 

32- Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlence yeri değildir. Fenalardan sakınan, ortak koşmayanların elbette sonları daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?

 

-33-

قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّهِ يَجْحَدُونَ

Kad nalemu, innehu le yahzunukellezî yekûlûne fe innehum lâ yukezzibûneke ve lâkinnez zâlimînebi âyâtillâhi yechadûn

kad nalemu : oldu, biz, bilmek, ilmin sahibi
inne-hu le yahzunu ke : doğrusu, o, elbette, mahzun, üzmek,
ellezî yekûlûne : onların söyledikleri
fe inne hum : fakat, muhakkak ki onlar
la yukezebene ke : yok, yok sayan, kabul etmez, yalanlarda kalan, sen
ve lâkinne el zalimin : lâkin, fakat, sanma, zalimler, zulüm eden,
bi âyâti Allâh : ayetleri, işaret, delil, Allah,
yechadun : cihad, mücadele ederler, karşı dururlar,

 

33- İlmin sahibi Biziz. Doğrusu onlar söyledikleri sözlerle seni üzerler. Muhakkak ki onlar senin söylediklerine karşı yalanlarda kalırlar, hakikatleri kabul etmezler. Zalimler, Allah’ın ayetlerini alet edip cihat ettiklerini sanırlar.

 

-34-

   وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ فَصَبَرُواْ عَلَى مَا كُذِّبُواْ وَأُوذُواْ حَتَّى أَتَاهُمْ نَصْرُنَا وَلاَ مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ وَلَقدْ جَاءكَ مِن نَّبَإِ الْمُرْسَلِينَ

Ve lekad kuzzibet rusulun min kablike fe saberû alâ mâ kuzzibû ve ûzû hattâ etâhum nasrunâ ve lâ mubeddile li kelimâtillâh ve lekad câeke min nebeil murselîn

ve lekad kezebet : andolsun, doğrusu, gerçek şu ki, yalanlandı
Resul min kabli-ke : resulle hakikati gösterenler, senden önce
fe saberû ala ma kezzibu : fakat, sabrettiler, yalanladıkları şeylere karşılık
ve ûzû hatta eta hum : eza, eziyet, hatta, onlara geldi, eziyet edilmeleri,
nasr na : yardım, biz, yardımımız,
ve lâ mubeddil li kelimat allah : yok, değiştirme, kelimeler, tecelli, Allah
ve lekad cae ke : andolsun, sana geldi, sana sunuldu,
Min nebei : haberleri, bilgileri,
el murseline : resuller, hakikatleri anlatanlar,

 

34- Doğrusu senden önce de Resulleri yalanlayanlar oldu. Fakat onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen yardımımızı bulana dek sabrettiler. Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Doğrusu hakikatleri anlatanlar hakkında bilgiler sana geldi.

 

-35-

وَإِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَن تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاء فَتَأْتِيَهُم بِآيَةٍ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ

Ve in kâne kebure aleyke irâduhum fe inistetate en tebtegıye nefekan fîl ardı ev sullemen fîs semâi fe tetiyehum bi âyet ve lev şâallâhu le cemeahum alel hudâ fe lâ tekûnenne minel câhilîn

ve in kâne kebure aleyke : eğer oldu ise, ağır, büyük, zor, sana
iradu-hum : isteksiz, gönülsüz, yüz çevirme, onlar
fe inistetate : öyleyse, gücün varsa, gücü yetmek,
en tebtegıye : aramak, yapmak, istemek,
Nefekan fi el ardı : tünel, yerin içine
ev sullemen : veya, bir merdiven, basamak,
fi el semai : gökyüzü, sema, ulvi alem,
fe tetiye hum bi ayetin : böylece, o zaman, getir, onlar, ayet, işaret, delil,
ve lev şâe allah : şayet, eğer, istek, Allah
le cemea-hum : elbette, toplanma, hepsi, onlar,
ala el huda : yol bulmak, kılavuz, rehber,
fe lâ tekûnen min el cahilin : artık, yok, olmak, olma, cehalet, cahillik, bilgisizlik

 

35- Eğer onların isteksiz davranıp yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, artık gücün varsa yerin içinde bir tünel yap ya da gökyüzüne doğru bir merdiven yap. Sonra da onlara oradan deliller sun. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteselerdi, elbette onların hepsi hakka yol bulurlardı. Artık bundan sonra sakın cahillik hâllerinde olma.

 

-36-

إِنَّمَا يَسْتَجِيبُ الَّذِينَ يَسْمَعُونَ وَالْمَوْتَى يَبْعَثُهُمُ اللّهُ ثُمَّ إِلَيْهِ يُرْجَعُونَ

İnnemâ yestecîbullezîne yesmeûn vel mevtâ yebasuhumullâhu summe ileyhi yurceûn

innemâ yestecibu ellezine : ancak, sadece, icabet etmek, cevap aramak, o kimseler
yesmeûne : işitirler,
ve el mevtâ : nutfe, ölülük, ölü halde olan, fena fillah
Yebasu hum Allah : diriliş, ortaya çıkış, onlar, Allah
Summe ileyhi yurceun : sonra, ona, aslı olan, asliyet,  ona döndürülür

 

36- Ancak seni işitenler icabet ederler. Fenafillâh olanları Allah diriliğe ulaştırır. Sonra da onlar asliyetlerini anlarlar.

 

-37-

وَقَالُواْ لَوْلاَ نُزِّلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّ اللّهَ قَادِرٌ عَلَى أَن يُنَزِّلٍ آيَةً وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

Ve kâlû lev lâ nuzzile aleyhi âyetun min rabbih kul innallâhe kâdirun alâ en yunezzile âyeten ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn

ve kâlû levla nuzzile : dediler, olsaydı, olmaz mı? İndirildi, sunuldu
Aleyhi ayet min rabbi hi : ona, üzerinde, işaret, ayet, delil, rabbinden
Kul inne Allâh kadir : anlat, muhakkak ki Allah, kudret,
alâ en yunezzile : üzerinize, size, bedeninizde, indirildi, sunuldu,
ayeten : üzerinize, indirmeye, işaret, delil, ayet
ve lâkin ekser hum la yalemun : lakin, fakat, çoğu, onlar, yok, bilmek

 

37- Rabbinden bir işaret onun üzerinde indirilseydi olmaz mıydı, dediler. De ki: Allah’ın işaretleri tüm kudretiyle bedeninizde size sunuldu. Fakat onların çoğu bilemiyorlar.

 

-38-

وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَّا فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum mâ farratnâ fîl kitâbi min şeyin summe ilâ rabbihim yuhşerûn

ve ma min dabbetin : değil, varlık, hareket eden, yürüyen,
fi el ard : yeryüzü,
ve lâ tâirin : yok, kuş, uçmak, yücelik,
yatiru bi cenahayhi : uçan, kanatları
illâ umemun emsal kum : topluluk, ümmet olmasın, gibi, sizin,
mâ farratnâ : değil, ne, şey, öne çıkan, fazla, eksik değil,
fi el kitab min şey : kitabın içinde, hiçbir şeyi
Summe ila rabb him yuhşerun : sonra, rablerine, toplanma, birliğinde

 

38- Yeryüzünde hiçbir varlık olmasın ki ve gökyüzünde kanatları ile uçan bir kuş yoktur ki, sizin gibi bir topluluk olmasın. Kâinat kitabının içinde olan hiçbir şeyde ihmal yoktur. Öyle ki onlar her an Rabbin birliğindedir.

 

-39-

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِ مَن يَشَإِ اللّهُ يُضْلِلْهُ وَمَن يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ summun ve bukmun fîz zulumât men yeşâillâhu yudlilhu ve men yeşe yec’alhu alâ sırâtın mustakîm

ve ellezine kezebe bi ayet na : o kimseler, yalanlayan, ayetlerimizi, delil, işaret
Summun ve bukmun : duyamayan ve dilsiz, konuşamayan,
fi el zulumat : cehaletin karanlığı, karanlık,
men yeşai : kim, istek, isteyen kimse,
Allah yudlil hu : Allah, dalalete sapan, cehalete sapan, çıkan,
ve men yeşe : isteyen kimse, kim isterse,
yecal hu : yapar, eyler, olur, o
ala sırâtın mustakîmin : üzerine, dosdoğru hak yolu

 

39- Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan o kimseler; cehaletin karanlığında kalan, hakikatleri işitemeyen ve hakikatleri konuşamayanlardır. İsteyen kimse Allah’ın hakikatlerinden kendi cehaletine sapar ve isteyen kimse de dosdoğru hakkın yolunda olur.

 

-40-

قُلْ أَرَأَيْتُكُم إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ أَوْ أَتَتْكُمُ السَّاعَةُ أَغَيْرَ اللّهِ تَدْعُونَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Kul e reeytekum in etâkum azâbullâhi ev etetkumus sâatu e gayrallâhi tedûn in kuntum sâdıkîn

kul e raeyte-kum : de, söyle, anlat, gördünüz mü? Düşündünüz mü?
in etâ-kum azab Allah : eğer size gelse, sıkıntı, müşkil, Allah
ev etet-kum el saat : veya size gelse, o saat, ölüm vakti
e gayre Allâh : gayrı, başka şeyler, zanni şeyler, Allah,
tedune : dua, yönelme, isteme,
in kuntum sadıkın : eğer siz, iseniz, sadık, doğru söyleyen, doğru iyi olan

 

40- De ki: Düşündünüz mü? Eğer size Allah yolunda bir müşkil gelse ya da o ölüm vakti gelse, eğer siz sadıklardan iseniz, Allah’ı bırakıp da zanna dayalı şeylere mi yöneleceksiniz?

 

-41-

بَلْ إِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ إِلَيْهِ إِنْ شَاء وَتَنسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ

Bel iyyâhu ted’ûne fe yekşifu mâ tedûne ileyhi in şâe ve tensevne mâ tuşrikûn

Bel iyya hu tedune : hayır, sadece, o, yönelme, dua, çağrı
fe yekşifu : artık, giderir, açar, açığa çıkaran, ortaya koyar, kâşif
mâ tedûne ileyhi : şey, ne, değil, yönelme, dua, ona,
in şae : eğer, şayet, istek, istenilen şey,
ve tensevne : unutursunuz,
ma tuşrikun : şey, ne, değil, ortak koşmak,

 

41- Hayır, yöneleceğiniz sadece O’dur. Eğer bir istekle O’na yönelirseniz, hakikatleri ortaya koyanın O olduğunu anlarsınız ve böylelikle ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.

 

-42-

 وَلَقَدْ أَرْسَلنَآ إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ

Ve lekad erselnâ ilâ umemin min kablike fe ehaznâhum bil besâi ved darrâi leallehum yetedarraûn

ve lekad ersalna ila : andolsun, doğrusu, gönderdik, sunduk, açığa çıktı, biz,
ilâ umemin min kabl ke : ümmetlere, topluluk, senden önce
fe ehaznâ-hum : öyle ki, sarmak, yakalamak, o halde olmak, biz, onlar
bi el besai : güçlü sıkıntı, zorluk,
ve el darrai : darlık, zarar, sıkıntı, zorluk, müşkil,
lealle-hum : umulur, onlar, o halde olanlar,
yetedarraune : müşkillerinden kurtulurlar, sıkıntı, darlık, korunmak,

 

42- Doğrusu senden önce de topluluklara Bizi anlatanlar açığa çıktı. Öyle ki onlar Bizi anlamaktan uzak olup, cehaletlerine sarılmışlardı. Müşkillerde ve sıkıntılı hallerdeydiler. Umulur ki o halde olanlar müşkillerinden kurtulurlar.

 

-43-

فَلَوْلا إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُواْ وَلَكِن قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Fe lev lâ iz câehum besunâ tedarraû ve lâkin kaset kulûbuhum ve zeyyene lehumuş şeytânu mâ kânû yamelûn

fe lev lâ iz cae hum : böylece olmaz mıydı, onlara geldiğinde,
Besu na tedarraû : sıkıntı, müşkil, biz, yalvarma, isteme, yönelmek,
ve lâkin kaset : lakin, fakat, katılaştı, noksan,
kulub hum : kalpleri, idrakleri, anlayışları,
ve zeyene lehum : süsledi, ego halleri, onlar süslendiler,
el şeytan : şeytani haller, kötü halleri
mâ kânû yamelun : şey, değil ne, olmadı, yapmadılar,

43- Onlar müşkilli hâllerden kurtulmak için Bize yönelselerdi olmaz mıydı? Fakat onların kalblerinde Hakk’ı aramada katılık vardı. Onlar şeytani hâllerle süslendiler, hakikatleri aramada bir şey yapmadılar.

 

-44-

فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ

Fe lemmâ nesû mâ zukkirû bihî fetahnâ aleyhim ebvâbe kulli şey hattâ izâ ferihû bimâ ûtû ehaznâhum bagteten fe izâhum mublisûn

fe lemmâ nesu : fakat, öyle ki, olduğunda, unutmak, unuttukları
mâ zukkirû bihi : şey, ne, değil, zikir, anmak, hatırlatmak, o
Fetahnâ aleyhim : açtık, ortaya koyduk, onlar,
ebvabe : kapı, hakikatler
kulli şeyin : bütün her şey, bütün varlık,
Hatta izâ ferihu : hatta, ferah, sevinince, rahat, huzur,
bima utu : şeyler, verilen, sunlan,
Ehaz na hum : sarmak, o hallerde olmak, yakalamak, biz, onlar,
bagteten : ansızın
fe izâ-hum mublisun : artık, yinede, onlar, umutsuz, ümit kesen,

 

44- Onlar o hatırlatılan şeyleri unutmalarına rağmen, yine de bütün varlık kapılarından hakikatleri onlara açtık. Onlara sunulan şeylerle rahatladıklarında, hemen Bizi unutup eski hâllerine sarıldılar. Yine onlar ümitsizlik içinde oldular.

 

-45-

فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Fe kutia dâbirul kavmillezîne zalemû vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn

fe kutia : böylece kesildi, engel, uzaklaştı,
dabiru el kavmi : gerisi, geçmişi, eski cehaleti, topluluk, kimseler
Ellezîne zalemu : o kimseler, zulmedenler, zalimlik
ve el hamdu li allah : hamd, varlığın tüm nitelikleri, övgüler, Allah
Rabbi el alemin : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran,

 

45- Böylece zalimlerden olan o kimseler, eski cehalet bilişlerinde kalıp hakikatleri anlamaktan uzaklaştılar. Tüm varlığı vücudlandıranın Allah olduğunu, tüm niteliklerin sahibinin O olduğunu anlayamadılar.

 

-46-

  قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُم مَّنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللّهِ يَأْتِيكُم بِهِ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ

Kul e reeytum in ehazallâhu semakum ve ebsârekum ve hateme alâ kulûbikum men ilâhun gayrullâhi yetîkum bihî unzur keyfe nusarriful âyâti summe hum yasdifûn

Kul e raeytum : anlat, gördünüz mü, anladınız mı?
in ehaze allah : eğer, ise, sarmak, edinmek, sarılmak, Allah
Sema kum ve ebsara kum : işitmeniz ve görmeniz,
ve hateme : kapalı, son, bitmek, mühürledi, örtü,
ala kulub kum : kalpleriniz, idrakleriniz, anlayış
Men ilahun : kim, ne, ilah, sığınılacak olan,
gayru allâh : gayrı, başka, Allah
Yeti kum bihi : getirir, sunar, siz, onu, hakikatleri,
Unzur : bak gör, anla, anlamak için bak,
keyfe nusaraf : nasıl, ayrıntılı açıklamak, göstermek,
el ayet : ayet, işaret, delilleriyle hakikatleri,
summe hum yasdifun : sonra onlar, yüz çevirme, uzak durmak, ilgilenmemek

 

46- De ki: Anladınız mı? Eğer Allah’ı anlamada cehalet hallerinize sarılı iseniz, işitmenizde ve görmenizde ve kalblerinizde örtüler varsa, size hakikatleri sunacak Allah’tan gayrı sığınılacak olan var mıdır? Tüm varlıktan delilleriyle hakikatleri, en ince ayrıntısına kadar nasıl sunduğumuzu anlamak için bak. Yine de onlar uzak duruyorlar.

 

-47-

  قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ بَغْتَةً أَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ إِلاَّ الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ

Kul e reeytekum in etâkum azâbullâhi bagteten ev cehreten hel yuhleku illel kavmuz zâlimûn

kul e raeyte kum : anlat, gördünüz mü, anladınız mı?
in etâ-kum : eğer, şayert, size gelse,
azabu Allah : sıkıntı, müşkil, Allah
Bagteten ev cehreten : ansızın, aniden, ya da açıkça, belli
Hel yuhleku : mı? helak olmak, yazık etmek, kayıp,
illa el kavmu : başka, kavim, kimse
el zâlimûne : zalimler, kötülük yapan, Allah’ın ilmine sahiplenenler,

 

47- De ki: Anladınız mı? Eğer size Allah yolunda ansızın içinizden ya da açıktan müşkiller gelse, ancak zalim kimseler onu çözemeyip helak olup gitmez mi?

 

-48-

  وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلاَّ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

ve mâ nursilu : değil, şey, ne, biz, açığa çıkmak, irsal,
el murselin : hakikati gösterenler, resuller, irsal,
illâ mubeşirin : ancak, sadece, umut veren, sevindiren,  müjdeleyici
ve munzirin : hakikatleri açıklayıp uyaran
fe men âmene : artık, kim, kimse, inanır, iman etmek,
ve asleha : ıslah olmak, temizlenmek, arınmak, kurtulmak,
fe lâ havfun aleyhim : artık korku yoktur, onlara
ve lâ hum yahzenun : yok, onlar, mahzun, üzülme, keder, onlar olmazlar

 

48- Hakikatleri gösterenler; ancak hakikatlerle sevindirmek ve hakikatlerimizi anlatıp uyarmanın dışında başka bir şey için açığa çıkmadı. Artık kim iman etmiş ve arınmışsa, onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.

 

-49-

 وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ

Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ yemessuhumul azâbu bimâ kânû yefsukûn

ve ellezine kezebu : o kimseler, yalanlayan,
bi ayet na : ayetlerimiz, işaret, delil,
yemessu-hum el azabu : dokunmak, temas etmek, o halde kalmak, sıkıntı.
bi mâ kânû yefsukun : olmaları sebebiyle, dolayısıyla, fasık, ikilik, bozguncu

 

49- Ayetlerimizi yalanlayan o kimseler ise, hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına saptıklarından dolayı sıkıntılı hâllerde kalırlar.

 

-50-

قُل لاَّ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ

Kul lâ ekûlu lekum indî hazâinullâhi ve lâ alemul gaybe ve lâ ekûlu lekum innî melek in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyyye kul hel yestevîl amâ vel basîre fe lâ tetefekkerûn

kul lâ ekulu lekum : anlat, yok, söylemek, size
İndi hazainu Allâh : yanımda, bana ait, hazine, değer, Allah
ve lâ alemu al gaybe : yok, bilmek, görünmeyen bilinmeyen
ve lâ ekûlu lekum : yok, demek, demiyorum, söylemiyorum, size,
inni melek : ben, güç sahibi, kuvvet,
in ettebiu : ben, tabi olurum, uymak, takip etmek,
illa ma yuha ileyye : sadece, var, ne, şey, vahyolunan, sunulan, bana
Kul hel yestevi : anlat, hiç, bir olur mu, aynı,
el ama : hakikatleri göremeyen
ve el basîru : gören, basiret, bilmek, ariflik,
E fe lâ tetefekkerûne : hala, yok, tefekkür, hakikatler ulaşma o hal ile bakma

 

50- De ki: Ben size Allah’ın değerleri bana ait demiyorum ve görünmeyen bilinmeyeni de bilmem ve ben size bir güç sahibiyim de demiyorum. Sadece bana sunulan hakikatlere tâbi olurum. De ki: Hiç hakikatleri göremeyenle, gören bir olur mu? Hâlâ var oluşu düşünüp hakikatleri anlamaz mısınız?

 

-51-

وَأَنذِرْ بِهِ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَن يُحْشَرُواْ إِلَى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُم مِّن دُونِهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Ve enzir bihillezîne yehâfûne en yuhşerû ilâ rabbihimleyse lehum min dûnihî veliyyun ve lâ şefîun leallehum yettekûn

ve enzir bihi ellezine : açıkla, uyar, ikaz et, onunla, o hakikatlerle, o kimseler
Yehafun : korkan, çekinen, saygılı olan,
en yuhşerû : haşrolmak, birlik, toplanmak, cem eden,
ilâ rabbi-him : Rablerine
leyse lehum min duni hi : onların yoktur, ondan başka
Veliyyin ve lâ şefîun : bir dost ve yok, şefaat, tek, ulaştıran, tekliğe ulaştıran
lealle-hum yettekune : umulur, onlar, takva, fenalardan sakınma ortak koşmama

 

51- Rabbine karşı birlik şuurunda olup, saygılı olan o kimselere hakikatleri açıkla uyar. Onların O’ndan başka bir dostu ve şefaat edeni yoktur. Umulur ki onlar fenalardan sakınırlar, ortak koşmazlar.

 

-52-

 وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ

Ve lâ tatrudillezîne yedûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vecheh mâ aleyke min hısâbihim min şey’in ve mâ min hısâbike aleyhim min şeyin fe tatrudehum fe tekûne minez zâlimîn

Ve la tatrudi ellezine : yok, kovmak, uzaklaştırmak, çıkarmak, o kimseler
Yedune rabbe hum : dua, yönelme, isteme, arama, rabbine
Bi el gadati ve el aşiyyi : uyanmak, uyandırmak, sabah ve akşam
Yuridune veche hu : dilerler, isterler, yüz, yön, zatını, gerçeği, o
mâ aleyke : senin üstüne değil, yoktur
min hısâbi-him min şey : hesaplarından, durum, tutum, anlayış, onlar, bir şey
Ve ma min hısabi ke : değil, yok, şey, ne, hesap, arayış,
Aleyhim min şeyin : onların üzerine, bir şey
fe tatrude-hum : artık onları kovarsan
fe tekûne : o zaman, artık, sen olursun,
min el zalimin : zalim, kötülük yapan, haksızlık, Allah’ın ilmine sahiplenen

 

52- Rabbine yönelen kimseleri kovma. Onlar, sabah akşam O’nun gerçeğini anlamak isterler. Onların davranışlarından sen sorumlu değilsin ve senin davranışlarından da onlara bir sorumluluk yoktur. Artık onları kovarsan, o zaman sen de Allah’ın ilmini kendine nisbet edenlerden olursun.

 

-53-

وَكَذَلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لِّيَقُولواْ أَهَؤُلاء مَنَّ اللّهُ عَلَيْهِم مِّن بَيْنِنَا أَلَيْسَ اللّهُ بِأَعْلَمَ بِالشَّاكِرِينَ

Ve kezâlike fetennâ badahum bi badin li yekûlû e hâulâi mennallâhu aleyhim min beyninâ e leysallâhu bi aleme biş şâkirîn

Ve kezalike feten na : işte böyle, imtihan, araştırma, sınama, biz
Bada hum bi badin : onların bazısı, bazıları, birbirlerinde
li yekulu e haulai : söylemek için, derler diye, bunlar mı, onlar,
min Allâh aleyhim : Allah’ın, onların üzerinde
min beyni-na : aramızdan
e leyse : değil mi?
Allâh bi aleme : Allah, ilmin sahibidir, bilen,
bi el şakir : nimetlerin sahibini bilip teslim eden

 

53- İşte onlar birbirlerinde Bizim hakikatlerimizi ararlar. Bizim üzerimizde, onların üzerinde var olan Allah’ın tecellileri değil mi derler. Allah’ı bilenler, nimetlerin sahibini bilip teslim edenler değil midir?

 

-54-

وَإِذَا جَاءكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِنَا فَقُلْ سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ أَنَّهُ مَن عَمِلَ مِنكُمْ سُوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِن بَعْدِهِ وَأَصْلَحَ فَأَنَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve izâ câekellezîne yuminûne bi âyâtinâ fe kul selâmun aleykum ketebe rabbukum alâ nefsihir rahmete ennehu men amile minkum sûen bi cehâletin summe tâbe min badihî ve asleha fe ennehu gafûrun rahîm

ve izâ cea ke : sana geldiği zaman, geldiklerinde, sen
ellezine yuminun : iman edenler, inananlar
bi âyâti-nâ : ayetlerimize, delil, işaret
Fe kul selâmun aleykum : o zaman, söyle, barış sizinle olsun
Ketebe rabbu kum : yazdı, kitap, rabbiniz
alâ nefsi hi el rahmet : nefsinizde, kendi üzerinde, kendinizde, rahmet,
ennehu men amile minkum : şüphesiz ki o, kim, yapar, amel eder, sizden
Suen bi cehâletin : kötülük, fenalık, cahillikle, cehalet içinde
Summe tabe : sonra, tövbe eder, pişman olur döner
min badi hi : ondan sonra, sonra,
ve asleha : ıslah eder, arınır, temizlenir
fe enne-hu gafur : muhakkak, o, mağfiret eden, lütfuyla temizleyen
rahim : özünden vareden,

 

54- Ayetlerimize inanan kimseler sana geldiklerinde: Barış sizinle olsun, Rabbinizin kitabı bir rahmet ile kendi üzerinizdedir, diye söyle. Sizden kim; cehalet içinde, fenalıklar içinde amel ederken, sonra da yaptıklarından pişmanlık duyar dönerse, sonra da hakikatlerle ıslah olursa, muhakkak ki o lütuflarıyla temizleyeni, varlığı özünden varedeni anlar.

 

-55-

وَكَذَلِكَ نفَصِّلُ الآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَ

Ve kezâlike nufassılul âyâti ve li testebîne sebîlul mucrimîn

ve kezâlike nufassılu : işte böylece, ayrıntılı açıklama,
el ayet : ayetler, deliller, işaretler
Ve li testebîne : açık seçik, tespit olsun, belli olsun, açığa çıksın
Sebîlu : yol,
el mucrimin : suçlu, günahkâr, fenalarda kalan

 

55- İşte fena hâllerde olanlar, gittikleri yolu iyice anlasınlar diye ayetleri en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz.

 

-56-

قُلْ إِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ قُل لاَّ أَتَّبِعُ أَهْوَاءكُمْ قَدْ ضَلَلْتُ إِذًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ

Kul innî nuhîtu en abudellezîne tedûne min dûnillâh kul lâ ettebiu ehvâekum kad dalaltu izen ve mâ ene minel muhtedîn

Kul inni nuhitu : anlat, söyle, ben, yasak, men edilme,
en abud : kul olmak,
ellezine tedune min duni allah : onlar, dua, yönelme, başka, zanni şeyler, Allah
Kul lâ ettebiu : deki, anlat, yok,, tabi olmak, uymak, takip etmek
ehvae kum : heva, zanlar, kendi çıkarları, siz
kad dalaltu izen : oldu, dalalet, hakikatlerden sapma, o zaman, eğer
ve ma ene : ben değilim, ben olmam,
min el muhtedin : hakka yol bulanlardan

 

56- De ki: Sizin Allah’ı bırakıp ta zannınıza göre bir şeylere yönelip, onlara kulluk etmeniz, bana yasak edildi. De ki: Ben sizin hevalarınıza tâbi olmam, eğer tâbi olursam hakikatlerden sapmış olurum ve ben Hakk’a yol bulanlardan olamam.

 

-57-

 قُلْ إِنِّي عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَكَذَّبْتُم بِهِ مَا عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ

Kul innî alâ beyyinetin min rabbî ve kezzebtum bihh mâ indî mâ testa’cilûne bihî inil hukmu illâ lillâh yakussul hakka ve huve hayrul fâsılîn

Kul inni ala beyyinet : anlat, ben, apaçık deliller üzere
min rabb : rabbimin
ve kezzebtum bihi : siz yalanladınız, onu, hakikatleri,
ma indi : bana ait olmayan
mâ testacilune bihi : değil, şey, ne, acele etmek, onu, o hakikatleri
in el hukmu : ancak, hüküm, hakim olan, her şeye hakim olan
illa li Allah : sadece, ancak, vardır, Allah
Yakussu el hakk : sunar, kıssa eder, anlatır, hakikat, gerçek,
ve huve hayru : O, hayırlı,
el fasılin : fasıl, kısım, ayrı ayrı, hakkı batılı ayıran, ayrıntılı

 

57- Anlat: Ben Rabbimin apaçık delilleri üzereyim. Sizler bana ait olmayan o hakikatleri yalanladınız, o hakikatler hakkında acele ettiniz. Tüm varlığa hâkim olan ancak Allah’tır. Hakikatleri sunan O’dur ve O bütün her şeyi hayırlısıyla ayrı ayrı açığa çıkarandır.

 

-58-

   قُل لَّوْ أَنَّ عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ لَقُضِيَ الأَمْرُ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِالظَّالِمِينَ

Kul lev enne indî mâ testacilûne bihî le kudıyel emru beynî ve beynekum vallâhu alemu biz zâlimîn

Kul lev enne indi : anlat, eğer, mutlaka, yanımda, katımda, bana ait
Ma testacilûne bihi : şey, ne, değil, siz acele ediyorsunuz, onu,
le kudıye : elbette, takdir, yerine getirme, ortaya çıkarma,
el emr : işleyiş, hükümler, iş,
Beyni ve beyne-kum : beni ve sizi, bizleri, aramızda,
ve Allâh e alemu : Allah, bilir mi, ilmin sahibi,
bi el zalimin : zalimler,

 

58- Anlat: Eğer benim söylediğim o hakikatler hakkında acele etmeseydiniz, elbette beni de ve sizi de işleyişi ile ortaya çıkaranı anlardınız. Zalimler Allah’ı bilebilirler mi?

 

-59-

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ

Ve indehu mefâtihul gaybi lâ yalemuhâ illâ huve ve yalemu mâ fîl berri vel bahr ve mâ teskutu min varakatin illâ yalemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn

ve inde-hu mefatihu : yanında, katında, ona ait, açılma, anahtar, ışık,
el gaybi : görünmeyen, bilinmeyen
lâ yalemu ha illa huve : yok, ilmin sahibi, bilmek, onu, ondan başka
ve yalemu mafi : o bilir, ilmin sahibi, var olan her şey
el berri ve el bahri : kara ve deniz
ve ma teskutu min varakat : aşağı düşmez, bir yaprak
İlla yalemu ha : ancak, onun ilmiyledir, ondaki ilmin sahibi o dur.
ve lâ habbetin : yok, tane, tohum, bir tane, çekirdek,
Fi zulumati el ard : yerin karanlığı, yeryüzü, toprağın altı,
ve lâ ratb ve la yabis : yok, yaş ve yok, kuru
İlla fi kitâbin mubînin : ancak, olmasın, içinde, kitap, apaçık

 

59- Görünmeyen bilinmeyen âlemin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilmin sahibi yoktur. Karada ve denizde var olan her şeydeki ilmin sahibidir. Bir yaprak düşmesin ki ancak O’nun ilmiyledir. Yerin karanlığında bir tohum yoktur ki ve yaş olan bir şey yoktur ki ve kuru olan bir şey yoktur ki, hepsinin hakikati ancak apaçık kâinat kitabının içindedir.

 

-60-

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve huvellezî yeteveffâkum bil leyli ve yalemu mâ cerahtum bin nehâri summe yebasukum fîhi li yukdâ ecelun musemmâ summe ileyhi merciukum summe yunebbiukum bimâ kuntum tamelûn

ve huve ellezi yetevefa kum : O, ki o, sevgiyle bağlanma, teslim olma, ölüm, siz
bi el leyli : geceleyin, karanlık,
ve yalemu : ilmin sahibi, bilmek, alim olan,
mâ cerahtum : açtığınız şeyler, yapmak, çalışmak,
bi el nehar : gündüz, aydınlık,
Summe yebasu kum fihi : sonra, diriltir, beas, ortaya çıkma, siz, onun içinde
li yukdâ : takdir, istenen, olması için,
ecel musemma : bir zaman, belirlenmiş zaman,
Summe ileyhi merciu kum : sonra, ona, kaynak, dönüşünüz, aslınız, kaynak, siz,
Summe yunebbiu-kum : sonra, haber veren, bildiren, bilgiler sunan, siz
bi-mâ kuntum tamelun : o şeyi, siz oldunuz, yapıyorsunuz, çalışma, amel

 

60- Ki O’dur size vefâ duygusunu veren, geceleyin uykunuzu veren, gündüz yaptığınız bütün şeylerdeki ilmin sahibi olan, takdir edilmiş bir zaman içinde sizi dirilik içinde tutan O’dur. Sonra siz aslınız olan O’na dönersiniz. Sonra yaptığınız bütün şeylerden hakikatleri size her an bildiren O’dur.

 

-61-

  وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُم حَفَظَةً حَتَّىَ إِذَا جَاء أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لاَ يُفَرِّطُونَ

Ve huvel kâhiru fevka ibâdihî ve yursilu aleykum hafazah hattâ izâ câe ehadekumul mevtu teveffethu rusulunâ ve hum lâ yuferritûn

ve huve el kahiru : O, kahhar, galip olan, sımsıkı kavrayan, mutlak sahip
Fevka ibadi-hi : üzerinde, onlarda, kullarının, O
ve yursilu aleykum : gönderir, sunar, irsal eder, açığa çıkarır, üzerinizde,
hafazat : korumak, muhafaza etmek,
Hattâ iza cae : hatta, o zaman, geldiğinde,
Ehade kum : sizden biriniz, birlik, tek, siz,
el mevtu : nutfe, tohum, ölüm
teveffet-hu : teslim olma, sevgi bağlılığı, vefat, o,
resul na : hakikati gösteren, biz,
ve hum la yuferritûne : onlar, kusur etmezler, ilgisiz davranmazlar, kaçmazlar

 

61- O kullarını tüm tecellileriyle sımsıkı kavrayandır. Sizden birinize ölüm gelinceye kadar, sizi tecellileriyle koruyandır ve sizin üzerinizde hakikatlerini açığa çıkarandır. Hakikatlerimizi gösterenler, sevgiyle teslim olmayı anlattı ve onlar, o hakikatleri anlatmada ilgisiz davranmadılar.

 

-62-

ثُمَّ رُدُّواْ إِلَى اللّهِ مَوْلاَهُمُ الْحَقِّ أَلاَ لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ أَسْرَعُ الْحَاسِبِينَ

Summe ruddû ilâllâhi mevlâhumul hakk e lâ lehul hukmu ve huve esraul hâsibîn

Summe red ila Allah : sonra, red, döndürülme, iade, Allah
mevlâ-hum el hakk : onların mevlası, sahib, dostu, gerçek, hak
E la lehu el hukmu : değil mi, onun, hüküm
ve huve esrau : o, seri, hızlı,
el hasibin : cömert, değerler, hesab eden, değerlendiren,

 

62- Sonra onlar gerçek sahipleri olan Allah’a dönerler. Tüm varlığa tecellileriyle hâkim olan O değil midir? O, tüm değerleri sunmada seri olandır.

 

-63-

قُلْ مَن يُنَجِّيكُم مِّن ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةً لَّئِنْ أَنجَانَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ

Kul men yuneccîkum min zulumâtil berri vel bahri tedûnehu tedarruan ve hufyeh le in encânâ min hâzihî le nekûnenne mineş şâkirîn

Kul men yunecci kum : anlat, kim, necat bulma, kurtaran, siz,
min zulumati : karanlıklardan, cehalatin karanlığından
el ber ve el bahri : kara ve deniz, her yer,
tedune hu : yönelmek, dua, aramak, o
Tedarruan : tevazu ile, yalvararak, samimi istemek,
ve hufyeten : gizli, saklı, ince, içten
le in enca na min hazihi : elbette, mutlaka, eğer, necat bulmak, kurtar, bundan
le nekûne : elbette, biz, olmak,
Enne min el şakirin : biz, nimetlerin sahibini bilip teslim eden, şükreden

 

63- Anlat: Cehaletin karanlığından sizi kurtaran kimdir? Tevazu ve içtenlikle, her yerde olan o hakikatlere yönelir, eğer o bilmediklerinizden Bizde necat bulursanız, elbette nimetlerin sahibini bilir Bize teslim edenlerden olursunuz.

 

-64-

قُلِ اللّهُ يُنَجِّيكُم مِّنْهَا وَمِن كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ أَنتُمْ تُشْرِكُونَ

Kulillâhu yuneccîkum minhâ ve min kulli kerbin summe entum tuşrikûn

Kul Allah yunecci kum minha : de ki, Allah, kurtulmak, necat bulmak, siz, ondan,
ve min kulli kerbin : hepsinden, tüm, ızdırap, cehaletin sıkıntısı, müşkil
Summe entum tuşrikun : siz, ortak koşmak, kendine varlık isnat etmek,

 

64- De ki: Cehaletin tüm sıkıntılarından Allah’ı anlamakla kurtulursunuz. Ne yazık ki sizler ortak koşuyorsunuz.

 

-65-

 قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ

Kul huvel kâdiru alâ en yebase aleykum azâben min fevkıkum ev min tahti erculikum ev yelbisekum şiyean ve yuzîka badakum bese badın unzur keyfe nusarrıful âyâti leallehum yefkahûn

Kul huve el kadir : anlat, de ki, o, kudret, güç, kuvvetli olan
Alâ en yebase aleykum : gönderme, dirilik, ortaya çıkma, sizde diri olan,
Azaben min fevkı-kum : sıkıntı, azap, sizin üzerinizde, üst, yukarı
ev min tahti erculi kum : veya altından, makamlarında, ayak, bulunduğu yer, siz
ev yelbise-kum : veya, işbirliği, katar, sürükler, o halde kalmak, siz,
şiyean : cemaat tarikat mezhebe bölünmek, gurup, bölük
ve yuzika : o halde olmak, tatmak, his,
Bada kum bese badın : sizin bir kısmınız, şiddet, zarar, fenalık, bazı, bir kısmı
Unzur : bak gör, anla, anlamak için bak,
keyfe nusaraf : nasıl, ayrıntılı açıklamak, göstermek,
el ayet : ayet, işaret, delilleriyle hakikatleri,
lealle-hum yefkahun : umulur ki, onlar, iyice anlayıp bilirler, anlarlar, fıkıh,

 

65- De ki: Kudret O’dur. Sizdeki diriliğin sahibi O’dur. Sizin kendinizdeki sıkıntılarda ya da bulunduğunuz yerlerde sıkıntılarda kalmanız, sizlerin; cemaat, tarikat, mezhep diye bölünüp, birbirinizi o fena hâllere sürüklemenizdendir. Tüm varlıktan delilleriyle hakikatleri en ince ayrıntısına kadar nasıl sunduğumuzu anlamak için bak. Umulur ki onlar iyice anlayıp bilirler.

 

-66-

وَكَذَّبَ بِهِ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّ قُل لَّسْتُ عَلَيْكُم بِوَكِيلٍ

Ve kezzebe bihî kavmuke ve huvel hakk kul lestu aleykum bi vekîl

ve kezzebe bihi : yalanladı, onu, o hakikatleri,
kavmu ke : senin kavmin, kimseler, topluluk,
ve huve el hakk : O, hak, gerçek, hakikat,
Kul lestu aleykum : anlat, de ki, ben değilim, sizin üzerinize, yaptıklarınız,
Bi vekil : bir vekil, yetkili, sorumlu,

 

66- Senin kavmin o hakikatleri yalanladı. O hakikatler gerçektir. De ki: Ben sizin üzerinize yetkili değilim.

 

-67-

لِّكُلِّ نَبَإٍ مُّسْتَقَرٌّ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

Likulli nebein mustekar ve sevfe talemûn

li kulli nebein : hepsi, bütün, bildiren, haber veren, hakikatler,
mustekarrun : kararlı, istikrarlı
ve sevfe talemun : belki yakında bileceksiniz

 

67- Hakikatleri bildirenlerin hepsi kararlı bir şekilde hareket ederler. Belki yakında hakikatleri bilirsiniz.

 

-68-

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلاَ تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Ve izâ reeytellezîne yahûdûne fî âyâtinâ fe arıd anhum hattâ yahûdû fî hadîsin gayrih ve immâ yunsiyennekeş şeytânu fe lâ takud badez zikrâ meal kavmiz zâlimîn

ve izâ raeyte ellezine : gördüğünde, o kimseler
Yahûdûne : kavga halinda olan, yarışma, dalmak,
fi ayeti na : ayetlerimiz hakkında
fe arıd anhum : artık, uzak dur, yüz çevir, onlardan
Hatta yahudu : hatta, olduğunda, kavga halinde, yarışma,
fi hadisin gayri hi : içinde, sözler, konuşmak, ondan başka
Ve amma yunsiyenne-ke : fakat, sana unutturur
El şeytanu : şeytani haller, şeytan,
fe lâ takud bade : artık, yok, oturma, bulunma, sonra, uzak,
el zikr : zikr, hatırlatma, anmak, sohbet,
mea el kavmi : birlikte, beraber, topluluk, kavim, kimseler,
el zalimin : zalimler, kötülük yapan,

 

68- Ayetlerimiz hakkında bir kavga hâlinde olan kimseleri gördüğünde, artık onlardan uzak dur. Hatta o hakikatlerin dışındaki konuşmalardan da. Bir kavga hâlinde olanlardan da uzak dur. Fakat şeytani hâller bunu sana unutturabilir. Artık hakikatleri anmaktan uzak olan kimselerle oturma. Kötülük hâllerinde olan kimselerle birlikte hareket etme.

 

-69-

وَمَا عَلَى الَّذِينَ يَتَّقُونَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَلَكِن ذِكْرَى لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Ve mâ alellezîne yettekûne min hısâbihim min şeyin ve lâkin zikrâ leallehum yettekûn

ve mâ ala ellezine : değil, şey, ne, olmaz, yoktur, o kimseler
yettekûne : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar, takva
min hisâbi-him min şeyin : hesabından, sorumluluk, düşünce, irdeleme, onlar, birşey
ve lâkin zikr : lakin, fakat, zikr, anma, hatırlatma
lealle-hum yettekun : umulur ki, belki, onlar, fenalardan sakınır ortak koşmazlar

 

69- Fenalardan sakınan, ortak koşmayan kimseler, zalimler gibi herhangi bir şeyde bir düşüncesizlik içinde olmazlar. Fakat yinede zalimlere, belki fenalardan sakınırlar diye hakikatleri hatırlatmak gerekir.

 

-70-

وَذَرِ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهِ أَن تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْ لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللّهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ وَإِن تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لاَّ يُؤْخَذْ مِنْهَا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أُبْسِلُواْ بِمَا كَسَبُواْ لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ

Ve zerillezînettehazû dînehum leiben ve lehven ve garrethumul hayâtud dunyâ ve zekkir bihî en tubsele nefsun bimâ kesebet leyse lehâ min dûnillâhi veliyyun ve lâ şefî ve in tadil kulle adlin lâ yuhaz minhâ ulâikellezîne ubsilû bimâ kesebû, lehum şarâbun min hamîmin ve azâbun elîmun bimâ kânû yekfurûn

ve zere ellezine : bırak, terk et, uyma, uzak dur, o kimseler
ettehazu : edinenler, çekilmek, sarılmak,
din hum : din, yol, yasa, hüküm, onlar
Leiben : önemsememe, alay etme, oyun, eğlence,
ve lehven : nefsanî beklenti, eğlence, oyalanma, oyun,
Garat hum : aldanma, buraya kapılma, esir olma, onlar
el hayat el dunya : dünya hayatı, yaşamları
ve zekkir bihi : hatırlat, an, anlat, onunla, hakikatlerle,
en tubsele nefsun : fena, yazık, kendine yazık etmek, nefsine
bima kesebet : kazandıkları, yaptıkları şeyler sebebiyle
leyse lehâ min duni Allah : değil, yoktur, ona, Allah’tan başka,
Veliyyun ve lâ şefîun : bir dost ve yok şefaat, bir, birliğe ulaştıran
ve in tadil kulle adlin : eğer, ise, adil, doğruyu gösteren, hepsi, adil, eşdeğer
lâ yuhaz min ha : yok, almak, edinmek, sarılmak, ondan
Ulâike ellezine ubsilu : işte onlar, o kimseler, helak, yazık etme,
bi mâ kesebu lehum : dolayı, sebebiyle, kazandıkları, edindikleri,
Şarâbun min hamim : içeçek, beslenme, fayda, ateş, sıcak, yakıcı hal
ve azâbun elîmun : sıkıntı, azap, acı, elim
bi mâ kanu yekfurun : yaptıkları şeyler, sebebiyle, hakikatleri örtmeleri

 

70- Nefsanî beklentileri ve oyalanmayı, eğlenceyi din edinenlerden uzak dur. Onlar yaşamlarında bir aldanma içindedirler. Yaptıkları şeyler sebebiyle kendilerine yazık edenlere hakikatleri hatırlat. Onlara Allah’tan başka bir dost olmaz ve şefaat eden de yoktur. Onların hepsine adaletle doğru yolu göstersen, o hakikatlere sarılmazlar. İşte onlar, yakıp yakıcı hâllerinden dolayı, hakikatlerden faydalanma konusunda kendilerine yazık edenlerdir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeleri sebebiyle acı sıkıntılardadırlar.

 

-71-

قُلْ أَنَدْعُو مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُنَا وَلاَ يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلَى أَعْقَابِنَا بَعْدَ إِذْ هَدَانَا اللّهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاطِينُ فِي الأَرْضِ حَيْرَانَ لَهُ أَصْحَابٌ يَدْعُونَهُ إِلَى الْهُدَى ائْتِنَا قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَىَ وَأُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ

Kul e nedû min dûnillâhi mâ lâ yenfeunâ ve lâ yadurrunâ ve nureddu alâ akâbinâ bade iz hedânâllâhu kellezîstehvethuş şeyâtînu fîl ardı hayrâne lehû ashâbun yedûnehû ilel hudetinâ kul inne hudallâhi huvel hudâ ve umirnâ li nuslime li rabbil âlemîn

Kul e nedu min duni allah : anlat, yönelme, dua, Allahtan başka
Ma la yenfeu-nâ : şey, değil, ne, yok, fayda, yarar, biz
ve lâ yadurru-nâ : yok, koruma, biz
ve nureddu : red, döndürülme, dönmek,
ala akabi na : akabinde, ardından, sonra, takip, biz,
Bade iz heda na Allâh : sonra, doğru yolu gösteren, biz, Allah
ke ellezi istehvet-hu : o kimse gibi, saplantı, o hallere uyan,
El şeytan : şeytani haller, tüm kötülük halleri
fi el ardı hayran : yeryüzünde, şaşkın, beğenen, hayran
Lehu ashab yedune-hu : onun, arkadaş, çağırırlar, davet, onu
ila el hudâ iti na : doğru yola, gel, uy, bize
Kul inne hudâ Allâh : anlat, muhakkak, doğru yolu gösteren,  Allah
ve umir-nâ li nuslime : emr, hüküm, işleyiş, biz, teslim olmakla,
rabbi el âlemîne : Âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücudlandıran,

 

71- De ki: Allah’ı bırakıp ta, bize bir faydası olmayan ve bizi koruması da olmayan zanna dayalı şeylere mi yönelelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra, eski cehalet hallerimize mi dönelim? Yeryüzünde bir şaşkınlık halinde şeytani hallerine uyan o kimseler gibi mi olalım? O halde olanlar, arkadaşlarını kendi yollarının doğru yol olduğunu söyleyip davet ederler. De ki: Muhakkak ki doğru yol Allah’a aittir ve biz tüm varlığı vücudlandıran Allah’a teslim olmakla emrolunduk.

 

-72-

وَأَنْ أَقِيمُواْ الصَّلاةَ وَاتَّقُوهُ وَهُوَ الَّذِيَ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Ve en ekîmûs salâte vettekûh ve huvellezî ileyhi tuhşerûn

ve en ekimu el salat : her an salât üzere olma, hakka bağlılık
ve ittekû-hu : takva, fenalardan sakınma ortak koşmama
ve huve ellezi ileyhi : o, ki o, onda, kendinde, kendi zatında,
tuhşerun : toplanma, birliğinde olma, bir arada, açığa çıkma,

 

72- Her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin ve O’na karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. O’dur kendi Zatıyla hepinizi birlik içinde tutan.

 

-73-

وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بِالْحَقِّ وَيَوْمَ يَقُولُ كُن فَيَكُونُ قَوْلُهُ الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّوَرِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ

Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda bil hakk ve yevme yekûlu kun fe yekûn kavluhul hakk ve lehul mulku yevme yunfehu fîs sûr âlimul gaybi veş şehâdeh ve huvel hakîmul habîr

ve huve ellezi halaka : ki o, halkeden, yaratan, vareden
el semavat ve el ard : gökler, semalar ve yeryüzü
bi el hakkı : hak ile, gerçek, doğru
ve yevme yekulu : gün, heran, vakit, der,
Kun fe yekûn : ol, hemen, derhal olur
kavlu-hu el hakku : söz, onun sözü haktır
ve lehu el mulku : mülkün hakimiyeti her an onundur
Yevme : gün, vakit, her an, zaman, her zaman
yunfehu fi el sur : üfürülme, suretlerin içine üfleyen
âlimu el gaybi : görünmeyen bilinmeyen âlemi ilmiyle vareden,
ve eş şehâdeti : heran her yere hazır olan, şahit olan,
ve huve el hakim : o, hâkim olan, hüküm hikmet sahibi,
el habir : bildiren, haber veren, her varlıktan hakikatleri bildiren

 

73- O’dur gökleri ve yerleri hakk ile halkeden ve her an ol deyip olduran ve doğru sözün sahibi olan ve mülkün sahibi olan ve her an suretlerin içinden üfleyen. Görünmeyen bilinmeyen âlemdeki ilmin sahibi olan ve her an her yerde hazır olan ve O’dur tüm varlığa tecellileriyle hâkim olan, her varlıktan her an hakikatleri bildiren.

 

-74-

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ

Ve iz kâle ibrâhîmu li ebîhi âzere e tettehizu esnâmen âliheh innî erâke ve kavmeke fî dalâlin mubîn

ve iz kâle ibrahim : demişti, İbrahim
li ebî-hi azer : babasına, azer
e tettehizu : ediniyor musun? Sarılmak, tapmak,
esnamen aliheten : putlar, ilahlar
İnni erâ : ben, görüyorum
Ke ve kavme-ke : seni ve kavmini
fi dalal mübin : dalalet, hakikatlerden sapma, apaçık dalalet içinde

 

74- İbrahim, babası Azer’e: Putlardan ilahlar mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmini apaçık bir dalalet içinde görüyorum, demişti.

 

-75-

 وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ

Ve kezâlike nurî ibrâhîme melekûtes semâvâti vel ardı ve li yekûne minel mûkınîn

ve kezâlike nuri ibrahim : böylece, nur, aydınlık, baktı, gösterme, İbrahim
melekûte : güçlü, kuvveler, melekût
es semâvâti ve el ard : semalar, gökler ve yerlerin
ve li yekûne min el mukınin : olması için, katiyet, kesinlik, yakınlık, emin olmak,

 

75- İşte böylece İbrahim; göklerdeki ve yerdeki gücün sahibini anlamak, nurumuzu anlamak ve hakikatlerden emin olmak için baktı gözlemledi.

 

-76-

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ

Fe lemmâ cenne aleyhil leylu reâ kevkebâ kâle hâzâ rabbî fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbul âfilîn

fe lemmâ cenne : sonra, olduğu zaman, büründü, bilmemezlik, tanınmazlık
aleyhi el leylu : onun üzeri, gece, karanlık, gaflet,
Raâ kevkeben : gördü, bir yıldız, yıldızlar, gösterişli,
Kâle haza rabbi : dedi, budur, bu mudur, rabbim
fe lemmâ efele : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan
Kale la uhibbu : dedi, yok, sevgi,
el afilin : gelip geçen, kaybolan,

 

76- Sonra da, gece bir bilememezlik içindeyken bir yıldız gördü ve dedi ki: Rabbim bu mudur? Fakat o gelip geçtiği zaman, gelip geçenlerde sevgiye ulaşamam, dedi.

 

-77-

فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِن لَّمْ يَهْدِنِي رَبِّي لأكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ

Fe lemmâ reel kamere bâzigan kâle hâzâ rabbî fe lemmâ efele kâle le in lem yehdinî rabbî le ekûnenne minel kavmid dâllîn

fe lemmâ rae : sonra, olduğu zaman, gördü, ay,
El kamer bâzigan : ay, yükselen, ortaya çıkan, doğarken
Kâle haza rabbi : dedi, budur, rabbim
fe lemmâ efele : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan
Kale le in lem yehdi ni : dedi, elbette, eğer, doğru yolu gösteren, hidayet, ben
rabbi : rabbim, vücudlandıran,
le ekûne enne : elbette, ben mutlaka olurum
min el kavmi ed dâllîne : kavim, kimseler, dalalette, hakikatlerden uzaklaşan

 

77- Sonra da, ortaya çıkan Ay’ı gördüğünde dedi ki: Rabbim bu mudur? Fakat o da gelip geçtiği zaman, eğer ben Rabbimin hidayetini anlayamazsam, elbette dalalette kalan kimselerden olurum, dedi.

 

-78-

 فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا رَبِّي هَذَآ أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ

Fe lemmâ reeş şemse bâzigaten kâle hâzâ rabbî hâzâ ekber fe lemmâ efelet kâle yâ kavmî innî berîun mimmâ tuşrikûn

fe lemmâ rae : sonra, gördüğünde,
el şems bazigat : güneş, ortaya çıkan, doğarken
Kâle haza rabbi haza ekber : dedi, budur, rabbim, büyük, yüce olan, daha büyük
fe lemmâ efelet : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan
Kale yâ kavmî : dedi, ey kavmim
İnnî beriun : ben, uzağım, beriyim,
minma tuşrikun : ortak koştuğunuz şeylerden

 

78- Sonra da, ortaya çıkan güneşi gördüğünde dedi ki: Bu daha büyük olan mıdır Rabbim? Fakat o da gelip geçtiği zaman dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.

 

-79-

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

İnnî veccehtu vechiye lillezî fatares semâvâti vel arda hanîfen ve mâ ene minel muşrikîn

İnni vecehtu vechiye : ben, yüz, dönmek, hakikatler, yüzümü, yön,
Li ellezi fatare : ki ona, yaratan, ortaya çıkaran, yaratıcı kuvvet,
el semâvât ve el ard : gökler ve yer
hanîfen : hanif, tevhid üzere olan, varlığın tekliğine inanan
ve mâ ene min el müşrikin : ben değilim, ortak koşan, kendine varlık isnat eden

 

79- Ben yüzümü Tevhid üzere, gökleri ve yeri vareden o güce çevirdim ve ben O’nun varlığının yanında kendime varlık isnat eden değilim.

 

-80-

وَحَآجَّهُ قَوْمُهُ قَالَ أَتُحَاجُّونِّي فِي اللّهِ وَقَدْ هَدَانِ وَلاَ أَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِهِ إِلاَّ أَن يَشَاء رَبِّي شَيْئًا وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا أَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ

Ve hâccehu kavmuh kâle e tuhâccûnnî fîllâhi ve kad hedân ve lâ ehâfu mâ tuşrıkûne bihî illâ en yeşâe rabbî şeyâ vesia rabbî kulle şeyin ilmâ e fe lâ tetezekkerûn

ve hâcce-hu kavmu hu : ihtiyaç, gereksinim, tartışma, o, onun kavmi
Kale e tuhâccûn-ni fi Allah : dedi, ihtiyac, tartışma, ben, Allah hakkında
ve kad hedâ-ni : oldu, doğru yolu gösteren, hidayet veren, ben,
ve lâ ehâfu : yok, korku, çekinme
mâ tuşrikûne bihi : şey, ne, değil, ortak koştuğunuz, ona
İllâ en yeşae : başka, hariç, ancak, istek, isteğim,
rabbi şey : rabbim, şey, her şey, eşyanın hakikati,
Vesia rabbi : kuşattı, sardı, rabbim,
kulle şeyin ilm : bütün her şeyi, ilmiyle
e fe lâ tetezekkerûne : hâlâ tezekkür, var oluşunu anlayıp o halde durma

 

80- Kavmi onunla, ihtiyaç duydukları putları için tartıştı. Dedi ki: Allah hakkında, benimle o ihtiyaç duyduğunuz putlar için mi tartışıyorsunuz? Ben O’nun gösterdiği yol üzereyim. O ortak koştuklarınıza karşı benim bir korkum yok. Ancak isteğim Rabbimin hakikatleridir. Rabbim bütün her şeyi ilmiyle kuşatandır. Hâlâ var oluşu düşünüp hakikatlere ulaşmaz mısınız?

 

-81-

وَكَيْفَ أَخَافُ مَا أَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ أَنَّكُمْ أَشْرَكْتُم بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا فَأَيُّ الْفَرِيقَيْنِ أَحَقُّ بِالأَمْنِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ve keyfe ehâfu mâ eşrektum ve lâ tehâfûne ennekum eşrektum billâhi mâ lem yunezzıl bihî aleykum sultânâ fe eyyul ferîkayni ehakku bil emn in kuntum tamelûn

ve keyfe ehafu : nasıl, korkmak, çekinmek,
ma eşrektum : şey, değil, ne, ortak koştuğunuz
ve lâ tehâfûne : siz korkmuyorsunuz
enne-kum eşrektum bi Allah : siz şirk koştunuz, Allah
mâ lem yunezzil : değil, sunmak, vermek, bir şey sunmadı,
bi-hî aleykum sultanen : onun hakkında, siz, bir delil
fe eyyu el ferikayni : artık, nasıl, hangi, iki taraf, ikilik, fırkalar, ayrılıklar
e hakk : hakikat, gerçek, doğru olan,
bi el emni : emin olma, güven,
İn kuntum talemun : eğer iseniz, biliyorsunuz

 

81- Sizler o taptıklarınız hakkında hiç bir delil üzere değilken, Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan mı korkayım. Nasıl olurda fırkalaşırsınız. Eğer biliyorsanız söyleyin; güvenilir olan, gerçek olan hangisidir.

 

-82-

الَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يَلْبِسُواْ إِيمَانَهُم بِظُلْمٍ أُوْلَئِكَ لَهُمُ الأَمْنُ وَهُم مُّهْتَدُونَ

Ellezîne âmenû ve lem yelbisû îmanehumbi zulmin ulâike lehumul emnu ve hum muhtedûn

ellezine amenû : iman edenler, inananlar
ve lem yelbisû : giymek, karıştırmazlar, değiştirmezler
imane-hum bi zulmin : imanlarını, bir zulümle
Ulaike lehum el emnu : işte onlar, onlar emindirler, güvenilir olan,
ve hum muhtedun : onlar, doğru yolu bulanlar, hidayet erenler

 

82- İman edenler, inançlarını zulüm ile karıştırmazlar. İşte onlar güvenilir olanlardır ve onlar doğru yolu bulanlardır.

 

-83-

وَتِلْكَ حُجَّتُنَا آتَيْنَاهَا إِبْرَاهِيمَ عَلَى قَوْمِهِ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَّن نَّشَاء إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ

Ve tilke huccetunâ âteynâhâ ibrâhîme alâ kavmih nerfeu derecâtin men neşâ inne rabbeke hakîmun alîm

ve tilke huccetu na : işte bu, bunlar, kuvvetli delil, biz
Âteynâ ha ibrahim : verdiğimiz, sunduk, İbrahim
alâ kavmi-hi : kavmine karşı
Nerfeu derecetun : yükseltiriz, derece, makam,
men neşâu : kim, isteriz, biz, isteyen,
İnne rabbe ke hakim : muhakkak, seni vücudlandıran, hâkim olan,
alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden,

 

83- İşte, İbrahim sunduğumuz delillerimizle kavmine karşı durdu. Bizi anlamak isteyen kimseyi makam makam yükseltiriz. Muhakkak ki seni vücudlandıran, tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.

 

-84-

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ كُلاًّ هَدَيْنَا وَنُوحًا هَدَيْنَا مِن قَبْلُ وَمِن ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَى وَهَارُونَ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

Ve vehebnâ lehû ishâka ve yakûb kullen hedeynâ ve nûhâ hedeynâ min kablu ve min zurriyyetihî dâvude ve suleymâne ve eyyûbe ve yûsufe ve mûsâ ve hârûn ve kezâlike neczîl muhsinîn

ve vehebnâ lehu : verdik, bağışladık, ona
İshâka ve yakub : İshak ve Yakub
Kullen hedeyna : hepsi, bizim, dosdoğru yolumuz üzereydi
ve nûhan hedayna min kabl : Nuh, dosdoğru yolumuz üzereydi, önceden
ve min zurriyyeti-hî : onun soyundan, neslinden, zürriyetinden
Dâvude ve suleyman : Davud ve Sülayman
ve eyyûbe ve yusuf : Eyyub ve Yusuf
ve mûsâ ve harun : Musa ve Harun
ve kezâlike neczi : işte böylece, karşılığımız, ceza, mukabil,
el muhsinin : iyi kimse, iyilik eden, ihsan, ikram, faydalı, cömert,

 

84- Ona İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Hepsi dosdoğru yolumuz üzereydi. Nuh da bizim dosdoğru yolumuz üzereydi ve onun neslinden Davud, Süleyman, Eyüp, Yusuf, Musa ve Harun da dosdoğru yolumuz üzereydi. İşte böylece onlar karşılığımız olan, ihsan sahibi kimselerden oldular.

 

-85-

وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَى وَعِيسَى وَإِلْيَاسَ كُلٌّ مِّنَ الصَّالِحِينَ

Ve zekeriyyâ ve yahyâ ve îsâ ve ilyâs kullun mines sâlihîn

ve zekeriyyâ ve yahya : Zekeriya ve Yahya
ve isâ ve ilyas : İsâ ve İlyas
Kullun min el salihin : hepsi, Salihlerden, dosdoğru çalışmalarda olan

 

85- Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas, hepsi dosdoğru iyi çalışmalarda olanlardandı.

 

-86-

وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا وَكُلاًّ فضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ

Ve ismâîle velyesea ve yûnuse ve lûtâ ve kullen faddalnâ alel âlemîn

ve ismaîl ve ilyas : İsmail ve İlyas
ve yûnuse ve lut : Yunus ve Lut
ve kullen : hepsi,
Faddalnâ : erdem, niteliklerimiz, fazilet, lütuflarımız, sıfatlarımız
ala el alemin : için, hakkında, alemler, topluluklar, tüm varlık,

 

86- İsmail, İlyas, Yunus, Lut ve hepsi, tüm varlıktaki niteliklerimizi anlayan kimselerdendi.

 

-87-

وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim ve ihvânihim vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm

ve min âbâi-him : onların babalarından, atalarından
ve zurriyyâti-him : onların zürriyetlerinden, nesillerinden
ve ihvâni-him : onların kardeşlerinden
ve ictebey nâ-hum : seçmek, seçiçilik, seçkin bir şeyi almak, biz, onları
ve hedeynâ-hum : bizim dosdoğru yolumuz üzere, rehber, onlar
ilâ sırâtın mustekîmin : hakikatlerin yolu üzere, Sıratı Mustakîm’e

 

87- Onların ataları ve onların nesilleri ve onların kardeşleri ve onlar; Bizi anlamada seçici davrandılar ve onlar dosdoğru hakikatlerin yolunda Bizi rehber edindiler.

 

-88-

ذَلِكَ هُدَى اللّهِ يَهْدِي بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَلَوْ أَشْرَكُواْ لَحَبِطَ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ıbâdih ve lev eşrekû le habita anhum mâ kânû yamelûn

Zâlike huda Allah : işte bu, yol gösteren, rehber, sahip, Allah
Yehdi bihi : yol bulur, onunla, tarafında, hakikatlere,
men yeşau : : kim, kimse, isteyen, ister,
min ibâdi-hî : kullarından
ve lev eşreku : eğer, ortak koşar,
le habita : elbette, heba olur, boş olan, bozuk, yaramaz,
an-hum ma kanu yalemun : onlardan, yaptıkları şeyler

 

88- İşte bu Allah’a yol bulmadır. O’nun kullarından kim isterse hakikatlere yol bulur. Eğer onlar ortak koşanlardan olsalardı, elbette yaptıkları şeyler boşa giderdi.

 

-89-

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ فَإِن يَكْفُرْ بِهَا هَؤُلاء فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَّيْسُواْ بِهَا بِكَافِرِينَ

Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe vel hukme ven nubuvveh fe in yekfur bihâ hâulâi fe kad vekkelnâ bihâ kavmen leysû bihâ bi kâfirîn

ulâike ellezîne : işte onlar, o kimseler,
ateyna hum : sunduk, verdik, onlar
El kitab : kitap
ve el hakim : hakim olan, tecellileriyle hakim olan, hüküm hikmet
ve en nubuvvete : nebilik, haber getirenler, hakikatleri bildirmek,
fe in yekfur biha haulai : sonra, eğer, görmemezlikten gelen, bu hakikatler
fe kad vekkelna biha : böylece, olur, vekil, yetkili olan, biz, ona
Kavmen leysû bihâ : kavim, kimseler, değil, onu,
bi kafirin : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

89- İşte o kimseler; tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anladılar, bütün varlığa tecellileriyle hâkim olanı ve nübüvveti anladılar. Bundan sonra, bu hakikatleri anlayamayıp hakikatleri görmemezlikten gelenler olsa da, artık hakikatleri örtmeyenler, her varlıkta yetkili olan Bizi anlatanlar elbette olacaktır.

 

-90-

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ قُل لاَّ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ

Ulâikellezîne hedallâhu fe bi hudâyuhumuktedih kul lâ eselukum aleyhi ecrâ in huve illâ zikrâ lil âlemîn

ulâike ellezîne heda Allah : işte o kimseler, rehber, yol bulma, Allah
fe bi hudâyu-hum : öyleyse, yol bulma, rehber, onlar,
ıktedih : tabi olma, o yola uymak
Kul lâ eselu-kum : anlat, de, yok istemek, sizden istemiyorum
Aleyhi ecren : bu anlatılanlar, karşılık, ecir, ücret,
In huve illa : ise, o, ancak, sadece, vardır,
zikr li el âlemin : zikr, hatırlatma, bütün herkes için

 

90- İşte o kimseler; Allah’a yol bulanlardır. Bundan böyle, onların Hakk’a yol bulduğu gibi sende o yolda ol. De ki: Bu anlattıklarıma karşılık sizden bir karşılık istemiyorum, bu ancak herkes için hakikatleri hatırlatmaktır.

 

-91-

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî iz kâlû mâ enzelallâhualâ beşerin min şey kul men enzelel kitâbellezî câe bihî mûsâ nûren ve huden lin nâsi tec’alûnehu karâtîse tubdûnehâ ve tuhfûne kesîrâ ve ullimtum mâ lem ta’lemû entum ve lâ âbâukum kulillâhu summe zerhum fî havdıhim yelabûn

ve mâ kaderû Allâh  : takdir edemediler, bilemediler, ölçü, Allah,
Hakk kadri-hi : hak, gerçek, hakikatler, kadr, kıymet, değer, kudret, o
İz kalu mâ enzele allâhu : dediklerinde, indirmedi, sunmadı, Allah
Alâ beşerin minşey : üzerine, beşer, insan, bir şey
Kul men enzele : de, kim, kime ait, sundu, indirdi, kitab, kutsal sözler,
el kitab : kitab, tüm varlık kitabı, kutsal sözler,
Ellezi cae bi hi : ki o, geldi, getirdi, sundu, onu, onda, onun içinde,
Musa nur : Musa, Nur, aydınlatıcı, ışık, açıklama, yol bulma,
Ve huden li en nâsi : yol gösterme, insanlara, insanlar için
tecalûne-hu : onu yapıyorsunuz, sunduğunuz, kıldığınız,
karatise tubdûne-hâ : sayfalar, kağıtlar, belge, açığa çıkartan, açıklama, onu
ve tuhfûne kesiran : bilmediğiniz, gizliyorsunuz, çoğu
ve ullimtum : size öğretildi, bilmediğiniz şeyler
Entum ve la âbâu-kum : siz ve yok, atalarınız, babalarınız
kul Allâh : de, anlat, Allah,
summe zer hum : sonra, artık, bırak, uyma, terk et, onlar
Fi havdı-him yelabun : içinde, oyun, dalma, oyalanma, oynama, önemsememe

 

91- Allah’ı takdir edemediler. O değerlerin hakikatlerini anlayamadılar. Allah bir beşere bir şey sunmadı dediler. De ki: Tüm varlığı bir kitap olarak sunan kimdir? Ki onun içinde hakikatler sunuldu. Musa o hakikatlerle yol buldu. İnsanlar için tüm varlık kitabı her an yol gösterir. O size sunulanları okuyup incelediğinizde hakikatlere ulaşırsınız. Siz ve atalarınızın bilmediği birçok hakikatleri sizlere öğreten kimdir? De ki: Allah’tır. Artık bir oyalanma, önemsememe içinde olanlara uyma.

 

-92-

 وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَهُمْ عَلَى صَلاَتِهِمْ يُحَافِظُونَ

Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârekun musaddıkullezî beyne yedeyhi ve li tunzire ummel kurâ ve men havlehâ vellezîne yuminûne bil âhireti yuminûne bihî ve hum alâ salâtihim yuhâfizûn

ve haza kitabun : bu, işte, kitab, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
enzelnâ-hu mubarek : indirdik, sunduk, o, bereketli, kutsallık içinde, hayırlı
musaddıku ellezi : doğrulayan, tasdik eden, dosdoğru olan, tastamam ki o
Beyne yedey hi : elleri arasında, önlerinde, gelecekte, sana uyanlar
ve li tunzire : hakikatleri açıklayıp uyarman için,
umme : aslı, esası, ana, asliyetleri, geldikleri öz,
el kura : belde, köy, bulundukları yer,
ve men havle-hâ : kimseler, etrafındaki, çevrende,  her yerde, o
ve ellezine yuminune : onlar, iman ederler, inanırlar
bi el ahıreti : sonlarına,
yuminune bihi : inanırlar, ona
Ve hum alâ salâti-him : onlar, salât, hakka olan bağlılıklarını
yuhâfizûne : muhafaza ederler, korurlar

 

92- Her varlığı, içinde bereket taşıyıcı bir kitap olarak sunduk. Ki ondaki hakikatler dosdoğrudur. Sana uyanlara ve beldelerinde oturanlara ve bütün her yerde olan kimselere; geldikleri özü bildirmen, hakikatleri açıklayıp uyarman için sunduk. İman eden kimseler; sonlarına da, sunulan hakikatlere de inanırlar ve onlar Hakk’a bağlılıklarını her an muhafaza ederler.

 

-93-

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ قَالَ أُوْحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَن قَالَ سَأُنزِلُ مِثْلَ مَا أَنَزلَ اللّهُ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ فِي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلآئِكَةُ بَاسِطُواْ أَيْدِيهِمْ أَخْرِجُواْ أَنفُسَكُمُ الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنتُمْ عَنْ آيَاتِهِ تَسْتَكْبِرُونَ

Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kâle ûhıye ileyye ve lem yûha ileyhi şeyun ve men kâle seunzilu misle mâ enzelallâh ve lev terâ iziz zâlimûne fî gamerâtil mevti vel melâiketu bâsitû eydîhim ahricû enfusekum el yevme tuczevne azâbel hûni bimâ kuntum tekûlûne alâllâhi gayrel hakkı ve kuntum an âyâtihi testekbirûn

ve men azlemu mimmen : kim, daha zalim kimselerden
İfterâ ala Allah : iftira, uydurma, Allah’a karşı, Allah hakkında
keziben : yalanlayan, yalanları yayan,
Ev kale uhıye ileyye : veya, dedi, vahyolundu, bildirildi, bana
ve lem yûha ileyhi şey : vahyolunmadı, bildirilmedi, ona, bir şey
ve men kale : kim, kimse, dedi, der, söyler,
se unzile misli : sunarım, bildiririm, indirme, benzer, gibi
mâ enzele Allâh : şey, ne, değil, indirdi, sundu, Allah
ve lev tera iz el zalimun : eğer, olsa, görürsen, o zaman, zalimler,
fî gamerâti : şiddet, sıkıntı, yıkım,
el mevti : ölüm, idraksizlik,
ve el melâiketu basıtu : güçler, kuvveler, uzatarak, uzak yer, uzaklaşma
eydi-him ahrıcu : elleri, onlar, güçleri, çıkarmak, dışarı,
enfus kum : kendinizi, nefsinizi,
el yevm tuczevne : bugün, vakit, zaman, karşılık, ceza,
azabel huni : ceza, azab, sıkıntı, zillet, hor
bi-mâ kuntum tekulune : sebebiyle, oldunuz, söylersiniz
Ala Allah gayre el hakkı : Allah hakkında, karşı, gayrı, hak, gerçek değil
ve kuntum an ayeti hi : oldunuz o ayetlerle, ayatlerine karşı
testekbirûne : kibirleniyorsunuz, büyüklenme

 

93- Allah’a karşı bir şey uyduran ve o yalanları yayan, ya da o sunulanları anlamayıp, bana da vahyolundu diyen ve Allah’ın sunduğu şeylerin benzerini ben de sunarım, diyen kimseden daha zalim olan kimdir. Zalimleri büyük bir idraksizlik içinde görürsün. Onlar yaptıklarıyla, kendilerindeki gücü anlamaktan uzaklaşırlar. Her zaman Allah hakkında gerçek olmayan şeyler söylediklerinden dolayı ve o ayetlere karşı kibirlendiklerinden dolayı, düştükleri durum alçaltıcı bir sıkıntıdır.

 

-94-

وَلَقَدْ جِئْتُمُونَا فُرَادَى كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَتَرَكْتُم مَّا خَوَّلْنَاكُمْ وَرَاء ظُهُورِكُمْ وَمَا نَرَى مَعَكُمْ شُفَعَاءكُمُ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ أَنَّهُمْ فِيكُمْ شُرَكَاء لَقَد تَّقَطَّعَ بَيْنَكُمْ وَضَلَّ عَنكُم مَّا كُنتُمْ تَزْعُمُونَ

Ve lekad citimûnâ furâdâ kemâ halaknâkum evvele merretin ve terektum mâ havvelnâkum verâe zuhûrikum ve mâ nerâ meakum şufeâekumullezîne zeamtum ennehum fîkum şurekâ lekad tekattaa beynekum ve dalle ankum mâ kuntum tezumûn

ve lekad cıtikum : doğrusu, geldiniz, gelirsiniz,
furada : tek tek, tek olarak, ferd olarak, bağımsız
Kema halaknâ-kum : gibi, yarattık, halkettik, siz
Evvele merretin : evvel, önceki, ilk, defa, bir kere, kez,
ve terk tum : terkettiniz, bıraktınız,
ma havelna kum : şey, ne, verdiğimiz, yetki, lütfettik, sunduk, siz
verâe zuhûri-kum : arkası, geçmişi, geçmişteki şeyleri, siz
ve mâ nerâ meakum : ne, şey, değil, görmek, görmüyoruz, sizinle beraber,
şufeâe-kum : şefaat, ulaştıran, siz
Ellezine zeamtum : ki onlar, siz zannettiniz
enne-hum fikum şurekau : onların olduğunu, sizinle, içinizde, ortaklar
Lekad tekatta beyne-kum : doğrusu, kırmak, parçalamak, koparmak, aranızdaki
ve dalle ankum : saptı, uzaklaştı, kayboldu, sizlerden
mâ kuntum tezumun : sizin, olduğunuz şeyler, zannetme,

 

94- Doğrusu sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine tek olarak bize dönersiniz. Siz geçmiş cehalet bildiklerinizde kaldığınızdan dolayı, size sunduğumuz hakikatleri terk ettiniz. Size şefaat edeceğini zannettiğiniz o kimseler, sizinle birlikte hakikatleri göremediler. Onlar da sizinle birlikte ortak koşanlardan oldular. Doğrusu siz aranızda hakikatlerin idrakini koparıp attınız ve sizler zannettiğiniz şeyler sebebiyle hakikatlerden uzaklaştınız.

 

-95-

إِنَّ اللّهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ ذَلِكُمُ اللّهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ

İnnallâhe fâlikul habbi ven nevâ, yuhrıcul hayye minel meyyiti ve muhricul meyyiti minel hayy zâlikumullâhu fe ennâ tufekun

inne Allâh faliku : muhakkak ki Allah, ayıran, çıkaran,
el habb : dane, tohum, aşk,
ve en nevâ : çekirdek, ahenk, ses, korumak, özün açığa çıkması
Yuhrice : çıkarır, çıkaran,
el hayy min el meyyit : diri, canlı, ölüden diriyi
ve muhricu el meyyiti : ölüyü çıkarandır, ölü,
min el hayyi : diriden, canlıdan
zâlikum allâhu : işte bu, Allah
fe ennâ tufekun : öyleyse nasıl, dönüp gitme, hakikatlerden uzaklaşma

 

95- Muhakkak ki Allah, tohumdan, çekirdekten bir ahenk içinde yarıp çıkarandır. Ölüden diriyi çıkarandır ve diriden ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl olur da hakikatlerden uzaklaşırsınız.

 

-96-

فَالِقُ الإِصْبَاحِ وَجَعَلَ اللَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

Fâlikul ısbâh ve cealel leyle sekenen veş şemse vel kamere husbânâ zâlike takdîrul azîzil alîm

fâliku el ısbâhı : sabahı yarıp çıkaran, aydınlığı ortaya çıkaran
ve ceale : yaptı, kıldı, düzenledi,
el leyle sekenen : gece, sukunet yeri, dinlenme
ve e şemse ve el kamer : güneş ve ay
husbânen : bir ölçü olarak, hesabıyla, hesaplama
Zâlike takdir : işte bu, takdir, ölçü,
El aziz : tüm değerlerin yüce sahibi, tüm sıfatların sahibi,
el alim : ilmin sahibi,

 

96- Aydınlığı ortaya çıkarandır. Geceyi sükûnet olarak, güneşi ve ayı bir ölçü ile düzenleyendir. İşte tüm sıfatların sahibi, ilmin sahibi olanın takdiri budur.

 

-97-

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُواْ بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Ve huvellezî ceale lekumun nucûme li tehtedû bihâ fî zulumâtil berri vel bahr kad fassalnal âyâti li kavmin yalemûn

ve huve ellezi ceale : o ki, yaptı, hazırladı, var etti, düzenledi,
lekum en nucûme : sizin, yıldızlar
li tehdedû biha : yol bulmanız için, onlarla
fî zulumâti : karanlık,
El berr ve el bahr : kara ve deniz,
Kad fassalna el âyâti : oldu, en ince ayrıntısına kadar açıkladık, ayetleri
li kavmin yalemun : bir kavim için, insanlar, kimseler için, bilsinler

 

97- Ki O’dur her şeyi bir ölçü ile düzenleyen. Sizler o yıldızların ölçüsü ile karada ve denizde, karanlıkda yol bulursunuz. İnsanlar hakikatleri bilsinler diye ayetleri tüm varlıktan en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz

 

-98-

وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ

Ve huvellezî enşeekum min nefsin vâhıdetin fe mustekarrun ve mustevda kad fassalnal âyâti li kavmin yefkahûn

ve huve ellezî enşee kum : o ki, yarattı, var etti, oluşturdu, bedenlendirdi, inşa etti, siz
min nefsin vahidetin : bir neftsen, tek, bir,
fe mustekarrun : böylece, kararlı bir halda durma
ve mustevdaun : depo, bir emanet yeri, muhafaza, koruma
Kad fassalna el âyâti : oldu, en ince ayrıntısına kadar açıkladık, ayetleri
li kavmin yefka hun : kavim, kimseler için, insanlar, iyice anlayıp bilme

 

98- Ki O’dur sizleri tek nefisten vareden. Sonra vücudlarınızı kararlı bir hâlde durduran ve vücudlarınızı bir emanet olarak size sunan. İnsanların iyice anlayıp bilmeleri için ayetlerimizi en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz.

 

-99-

وَهُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُّخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُّتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِن طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِّنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ انظُرُواْ إِلِى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Ve huvellezî enzele mines semâi mâ fe ahrecnâ bihî nebate kulli şey’in fe ahrecnâ minhu hadıran nuhricu minhu habben muterâkibâ ve minen nahli min talıhâ kınvânun dâniyetun ve cennâtin min anâbin vez zeytûne ver rummâne muştebihen ve gayre muteşâbih unzurû ilâ semerihî izâ esmere ve yenıh inne fî zâlikum le âyâtin li kavmin yuminûn

ve huve ellezî enzele : o ki, indiren, sunan, veren,
min es semâi mâen : gökten, semadan, su
fe ahrecnâ bihi nebate : böylece çıkardık, bitkiler, nebatlar
kulli şeyin : her şey, her türlü
fe ahrecnâ minhu : böylece çıkardık, ondan, oradan,
hadıran : yeşillik
Nuhricu minhu habb : çıkarıyoruz, çıkarırız, ondan, dane, tohum
muterâkiben : üst üste olan, iç içe
ve min en nahli min talı ha : hurma ağacından, onun tomurcuğunda
Kınvanun dâniyetun : hurma salkımları, sarkıtılmış
ve cennâtin min anabin : bahçeler ve üzümler
ve ez zeytûn ve el rumman : zeytinler ve nar
Muştebih ve gayr muteşâbih : benzeyen ve benzemeyen
Unzurû illa semeri hi : bakın, onun meyvesi
izâ esmere ve yenı hi : meyve olduğunda ve onun olgun hali
İnne fî zâlikum le ayet : muhakkak, bunlarda vardır, elbette, işaret, ayet
li kavmin yuminun : bir kavim için, inanan kimseler için

99- Ki O’dur gökten suyu indiren ve onunla her türlü nebatlar çıkaran. Sonra da ondan yeşillikler vareden. Ondan da iç içe geçmiş daneler vareden. Hurma ağacının dallarından sarkmış hurma salkımları vareden. Birbirine benzeyen ve benzemeyen, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri vareden. Artık onların olgunlaşmış meyvelerine bakın görün. Muhakkak işte bunların içinde inanan kimseler için elbette deliller vardır.

 

-100-

وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُواْ لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ

Ve cealû lillâhi şurekâel cinne ve halakahum ve harakû lehu benîne ve benâtin bi gayri ilm subhânehu ve teâlâ ammâ yasifûn

ve cealû li Allah : kıldılar, yapmak, eylemek, Allah
şurekâe : ortak koştular,
el cinne : bilinmeyen, tanımlanamayan, tanımadıkları,
ve halaka-hum : halketti, onları yarattı
ve harakû lehu : kırık, bozmak, yalan uydurdular, isnat ettiler, onun,
benin ve benâtin : çocuk, evlat, erkek ve kızlar
Bi gayri ilmin : olmaksızın, gayrı, bir bilgi, bir ilim
subhâne-hu : noksan sıfatlardan münezzehtir, o
ve teâlâ amma yasıfun : yücedir, şeylerden, vasıflandırma, nitelik, anlatılamaz

 

100- Tanımlayamadıkları şeyleri Allah’a ortak koştular. Onları da yaratan O’dur. Bir bilgileri olmadan erkek çocuklarını ve kız çocuklarını O’na isnat ettiler. O noksan sıfatlardan münezzeh olandır ve O’nun yüceliği vasfedilemez.

 

-101-

بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُن لَّهُ صَاحِبَةٌ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Bedîus semâvâti vel ard ennâ yekûnu lehu veledun ve lem tekun lehu sâhıbeh ve halaka kulle şey ve huve bikulli şeyin alîm

Bediu : eşsiz, çok güzel, estetik,
el semavat ve el ard : gökler ve yeryüzü
Enna yekunu lehu veledun : nasıl, olmak, onun, çocuk
ve lem tekun lehu : olmamıştır, onun olmaz,
sahibetun : sahip, arkadaş, dost, zevce
Ve halaka kulle şey’in : halketti, yarattı, vareden, bütün her şeyi
ve huve bikulli şey alim : O bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

101- Gökleri ve yeri estetik bir hâlde vareden O’dur. Nasıl çocuğu olur, O’nun bir eşi olmaz. Bütün her şeyi halkedendir ve O bütün her şeyi ilmiyle varedendir.

 

-102-

ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ

Zâlikumullâhu rabbukum lâ ilâhe illâ huve hâliku kulli şeyin fabudûh ve huve alâ kulli şey’in vekîl

zâlikum Allâh : işte bu, Allah,
rabbu kum : rabbiniz, sizi vücudlandıran,
lâ ilâhe illa huve : ilah yoktur, o vardır
Haliku kulli şeyin : halkeden, vareden, yaratan, bütün her şeyi
fe ubudû-hu : artık onun kulu olduğunuzu anlayın
ve huve ala kulli şey : o, bütün her şeyde, bütün varlık,
vekil : yetkili olandır, vekil, koruyan,

 

102- İşte sizi vücudlandıran Allah’tır. O’ndan başka güç yoktur. Bütün her şeyi halkedendir. Artık O’nun kulu olduğunuzu ve O’nun bütün varlığın var oluşunda yetkili olan olduğunu anlayın.

 

-103-

لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr

lâ tudriku-hu : yok, kavramak, idrak etmek, görmek, o,
El ebsar : gözler, basiret, bakışlar, dikkat sahibi, kalp ile görmek
ve huve yudriku : O, kavrayan, idrak etmek, görür,
el ebsar : gözler, basiret, bakışlar, dikkat sahibi, kalp ile görmek
ve huve el latif : O, latif, ruhani, hoş, narin, inceliklerin sahibi, lütuf,
el habir : bildiren, haber veren, her an her varlıktan bildirip duran,

 

103- Gözler O’nu göremez, O bütün gözlerden görür ve O bütün lütufların sahibi olandır, her varlıktan her an hakikatleri bildirir.

 

-104-

قَدْ جَاءكُم بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ

Kad câekum basâiru min rabbikum fe men ebsara fe li nefsih ve men amiye fe aleyhâ ve mâ ene aleykum bi hafîz

Kad cae kum : oldu, olmuştu, gelmek, verdi, sundu, siz,
basairu : basiret, görme anlama yeteneği
min rabbi-kum : Rabbiniz
fe men ebsar : artık kim, gördü, anladı, tanıdı
fe li nefsi-hi : artık, onun lehinedir, kendi nefsi içindir
ve men amiye : kim, hakikatleri görmedi, anlamadı
fe aleyhâ : artık onun üzerine, aleyhine, karşı
ve mâ ene aleykum bi hafız : ben değilim, sizin üzerinize, koruyucu, muhafaza eden

 

104- Rabbiniz size görme, anlama yeteneği verdi. Bundan sonra kim görür anlarsa, artık onun kendi yararı içindir ve kim hakikatleri görmezse artık onun aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde koruyucu olan değilim, de.

 

-105-

وَكَذَلِكَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ وَلِيَقُولُواْ دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Ve kezâlike nusarriful âyâti ve li yekûlû dereste ve li nubeyyinehu li kavmin yalemûn

ve kezâlike : işte böylece, işte bu,
nusarrifu : en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz, sanatını gösteren
el âyâti : ayetler, deliller, işaretler,
ve li yekûlû dereste : için, diye, okunan, incelenen, anlayabilmeniz, akıl
ve li nubeyyine-hu : için, beyan, açıklama, o
li kavmin yalemun : bir kavme, bir topluluğa, kimseler, biliyorlar

 

105- Hakikatleri anlayabilmeniz için, tüm varlıktan en ince ayrıntısına kadar ayetlerimizi gösteriyoruz ve insanların bilmeleri için o hakikatleri delillerle açıklıyoruz.

 

-106-

اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ

İttebi mâ uhıye ileyke min rabbik lâ ilâhe illâ huve ve arıd anil muşrikîn

İttebi ma uhıye ileyke : tabi ol, uy, vahyolunan şey, sana
min rabbi-ke : Rabbinden
lâ ilâhe illa huve : ilah yoktur, o vardır
ve arıd : uzak dur, reddet,
an el muşrikin : ortak koşmak, kendine varlık isnat eden,

 

106- Rabbinden sana vahyolunan şeye tâbi ol. O’ndan başka güç yoktur. O’nun yüceliğinin yanında kendine varlık isnat etmekten uzak dur.

 

-107-

وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكُواْ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ

Ve lev şâallâhu mâ eşrekû ve mâ cealnâke aleyhim hafîzâ ve mâ ente aleyhim bi vekîl

ve lev şae Allah : eğer, şayet, istek, arzu, Allah
mâ eşrekû : değil, şey, ne, ortak koşmak
ve mâ cealnâ-ke : değil, şey, ne, biz seni kılmadık, yapmadık
Aleyhim hafizan : onların üzerinde, koruyucu, muhafız
ve mâ ente aleyhim bi vekil : sen değilsin, onların üzerinde, yetkili olan

 

107- Eğer Allah’ı anlamada arzulu olsalardı, ortak koşanlardan olmazlardı. Seni onların üzerine koruyucu kılmadık ve sen onların üzerine yetkili olan değilsin.

 

-108-

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Ve lâ tesubbûllezîne yedûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû yamelûn

ve lâ tesubbû : yok, sövmek, hakaret,
ellezine yudune : o kimseler, yönelenler, tapanlar,
min dûni allâh : Allah’tan başka
fe yesubbû allâhe : sonra, sövmek, hakaret, yermek, Allah
Adven : düşmanlık, haddi aşıp,
bi gayri ilm : bir ilmi olmaksızın, bilmeden, bilgisizce,
Kezâlike zeyyenna : işte böyle, süs, hoşluk, biz,
li kulli ummetin : her ümmete, topluluk, bütün herkes,
amel hum : amel, çalışma, yaptıkları, onlar
Summe ilâ rabb him : sonra, Rab, onlar, onları vücudlandıran,
merci hum : kaynak, aslı, merci, dönüş, onlar,
fe yunebbiu-hum : böylece, haber vermek, bildirmek, onlar
bi-mâ kanu yamelun : yaptıkları şeylerden

 

108- Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere yönelenlere hakaret etmeyin. Sonra onlarda bilgisizce bir düşmanlık içinde Allah’a hakaret ederler. Bizi anlayamayan her ümmetin ameli kendilerine süslü görünür. Onların hepsinin kaynağı onları vücudlandırandır ancak. İşte onlara yaptıkları şeylerden hakikatler her an bildirilir.

 

-109-

وَأَقْسَمُواْ بِاللّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِن جَاءتْهُمْ آيَةٌ لَّيُؤْمِنُنَّ بِهَا قُلْ إِنَّمَا الآيَاتُ عِندَ اللّهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْ أَنَّهَا إِذَا جَاءتْ لاَ يُؤْمِنُونَ

Ve aksemû billâhi cehde eymânihim le in câethum âyetun le yuminunne bih kul innemel ayâtu indallâhi ve mâ yuşirukum ennehâ izâ câet lâ yuminûn

ve aksemû bi allah : yemin etmek, and, Allah
Cehde : kuvvetli, azimli, güçlü,
eymani him : inanma, yemin, sağ, diri, onlar
le in caet hum : elbette, mutlaka, eğer, geldi, onlar,
ayet : ayet, delil, işaret
le yuminunne biha : elbette, mutlaka iman edeceklerine, ona
Kul innemâ el ayât : anlat, ancak, ayetler, işaret, delil,
inde allah : ait, ona ait, katında, yanında, Allah
ve mâ yuşiru-kum : şuuruz, kendisinin çevresinin farkında değil, siz
Enne ha iza caet la yuminun : onun, olduğunu, geldiğinde, yok, iman etmek,

109- Onlara bir işaret gelirse, inanacaklarına dair güçlü yeminlerle Allah’a yemin ederler. De ki: Allah’a ait işaretler her an her yerden sunulur. Kendilerinin ve çevrelerinin farkında olamayanlar, o işaretler onlarda olduğu halde onlar iman etmezler.

 

-110-

وَنُقَلِّبُ أَفْئِدَتَهُمْ وَأَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُواْ بِهِ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

Ve nukallibu efidetehum ve ebsârehum kemâ lem yuminû bihî evvele merretin ve nezeruhum fî tugyânihim yamehûn

ve nukallibu : çevrilmek, döndürülmek,
efidet hum : kalpler, idrakler, onlar
ve ebsâre-hum : basiretleri, görme tanıma, onlar
Kemâ lem yuminu bihi : gibi, değil, inanmamak, iman etmek, ona
Evvele merretin : evvel, ilk, önce, defa, kere, kez
ve nezeru-hum : biz, terk etmek, bırakmak, kalmak, onlar
Fi tugyani him : içinde, taşkınık, öfke, hiddet, onlar,
yamehun : bocalamak, şaşırmak, inatla

 

110- Onların idrakleri ve onların varlığı görüp tanımaları kendi cehaletlerine dönüktür. Onlar önceki hâlleri olan, hakikatlere inanmama hâlleriyle hareket ederler ve onlar hiddet hâllerinde bocalayıp dururlar, Bizi idrak etmeyi terk ederler.

 

-111-

وَلَوْ أَنَّنَا نَزَّلْنَا إِلَيْهِمُ الْمَلآئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتَى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلاً مَّا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ

Ve lev ennenâ nezzelnâ ileyhimul melâikete ve kellemehumulmevtâ ve haşernâ aleyhim kulle şey’in kubulen mâ kânû li yuminû illâ en yeşâallâhu ve lâkinne ekserehum yechelûn

ve lev enne na nezzelna : eğer, olsaydı, elbette, biz, sunduk, indirdik, verdik
İleyhim el melaikete : onlara, güçlü olan, kuvvet, melekler
ve kelleme-hum el mevta : kelam, konuştu, onlar, ölü, tohum,
ve haşernâ aleyhim : topladık, verseydik, onlar
Kulle şeyin kubulen : her, bütün, şey, karşılarına, önce
mâ kânû li yuminû : olmadı, için, inanmak
İlla en yeşâe Allâh : başka, sacede, istek, Allah
ve lakin ekser hum : lakin, fakat, çoğu, onlar,
yechelun : cahillik eder, cahelet içinde olan, bilememezlik

 

111- Eğer onlara gücün sahibi olmayı sunsaydık ve ölüler onlara konuşsaydı ve her şeyi öncelikle onlara verseydik, onlar yine de inananlardan olmazlardı. Ancak Allah’ı anlamayı isteyenler başka. Fakat onların çoğu cehalet içindedirler.

 

-112-

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاء رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ

Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven şeyâtînel insi vel cinni yûhî baduhum ilâ ba’dın zuhrufel kavli gurûrâ ve lev şâe rabbuke mâ fealûhu fe zerhum ve mâ yefterûn

ve kezâlike cealna : işte, yaptık, kıldık, eyledik, sunduk, gösterdik, biz
li kulli nebiyyin : hepsine, haber getiren, nebi, hakikatleri bildiren,
Aduvven şeyâtîne : düşman, şeytani halleri, şeytanlar
el insi ve el cini : insan, tanıdık, bilinen ve bilinmeyen, tanımadıklarınız
Yuhi : vahy, bildirme,
badu hum ila badın : onlardan bazısı, bazısına, birbirlerini
Zuhruf el kavli : süslü, zahir, suret, görüntü, güzel, sözler,
gurûran : aldatarak, gurur, aldanma,
ve lev şae rabbu ke : eğer, istek, rabbin
mâ fealû-hu : değil, şey, ne, onu yapmazlardı
fe zer-hum : artık, uyma, bırak, onlar
ve mâ yefterun : değil, ne, şey, uydurma, iftira

 

112- İşte bütün hakikatleri bildirenler için, şeytani hâlleri düşman olarak gösterdik. Tanıdıklarınız ve tanımadıklarınız birbirlerini suretlerle, güzel sözlerle aldatırlar. Eğer Rabbini tanımak isteselerdi böyle yapmazlardı. Artık onlara uyma ve onların uydurdukları şeylere de uyma.

 

-113-

وَلِتَصْغَى إِلَيْهِ أَفْئِدَةُ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُواْ مَا هُم مُّقْتَرِفُونَ

Ve li tesgâ ileyhi efidetullezîne lâ yu’minûne bil âhıreti ve li yerdavhu ve li yakterifû mâ hum mukterifûn

ve li tesgâ ileyhi : meyletmek, dinlemek, ona,
efidet : kalpler, idrak
Ellezine la yuminun : ki onlar, inanmazlar, iman etmezler,
bi el âhıreti : sonlarına, sonunda, ölüm vakti,
ve li yerdav-hu : için, razı olmak, kabul, hoşnut, o
ve li yakterifû : için, işlemek, kazanmak, çalışmak,
mâ hum mukterifûne : şey, değil, ne, onlar, kazandıkları

 

113- Sonlarına inanmayanların kalbleri o hâllere meyleder. Onlar o hâllerden hoşlanırlar ve çalışmaları o hâller içindir. Onlar bir şey kazanacak değillerdir.

 

-114-

أَفَغَيْرَ اللّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنَزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلاً وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِّن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

E fe gayrallâhi ebtegî hakemen ve huvellezî enzele ileykumul kitâbe mufassala vellezîne âteynâhumul kitâbe yalemûne ennehu munezzelun min rabbike bil hakkı fe lâ tekûnenne minel mumterîn

e fe gayre Allâh : artık, gayrı, başka, Allah,
ebtegi hakem : aramak, araştırmak, hâkim, hüküm
ve huve ellezi enzele ileykum : o ki, ki o, indirdi, sundu, verdi, size
El kitabe mufassalan : kitap, açıklanmış olarak, apaçık,
ve ellezine ateyna hum : o kimseler, verdik, sunduk, onlar,
El kitab yalemun : kitap, bilen, ilmin sahibi,
ennehu munezzele : onun olduğu, doğrusu onun, sunulmuş, indirilen
min rabbi-ke : Rabbinden, kendini vücudlandıran,
bi el hakk : hak ile, gerçek, doğru olan, hakikat,
Fe lâ tekûnen : bundan sonra, sakın olma, kalma,
min el mumterin : şüphe, kuşku,

 

114- Allah’tan başka hüküm sahibi aranır mı? Ki O’dur her bir varlığı açıklanmış bir kitap olarak sunan. Doğrusu sunduğumuz o kitaba bakanlar, o sunulanlarda kendilerini vücudlandıranın hakikatlerinin olduğunu bilirler. Bundan sonra sakın şüphe edenlerden olma.

 

-115-

وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلاً لاَّ مُبَدِّلِ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Ve temmet kelimetu rabbike sıdkan ve adla lâ mubeddile li kelimâtih ve huves semîul alîm

ve temmet kelimet : tamam, tamdır,
Kelime rabbike : kelime, tecelli, söz, Rabbin,
sıdkan ve adlen : Rabbin, doğru olan, sadakat ve adalet, adil,
La mubeddil : yok, değiştirecek, değişme olmaz,
li kelimât hi : onun sözlerini, kelimelerini, hakikatlerini
ve huve el semîu : O, işittiren,
el alim : ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

115- Rabbinin kelimeleri dosdoğru ve adalet ile tamdır. O’nun kelimelerinde değişme olmaz. O işittirendir, ilmin sahibidir.

 

-116-

وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ

Ve in tutı eksere men fîl ardı yudıllûke an sebîlillâh in yettebiûne illez zanne ve in hum illâ yahrusûn

ve in tutı eksere : eğer, kulak vermek, dinlemek, itaat, uyma, çoğuna
men fi el ardı : kim, kimse, yeryüzünde
yudıllû-ke : sapan, batıla sapmak, seni saptırırlar,
an sebil Allah : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden,
İn yettebiûne : eğer, tabi olmak, uyarlar,
illa el zann : ancak, zanda kalmak, zannetmek, sanmak,
ve in hum illa yahrusun : eğer olursa, onlar, ancak, yalanlarda kalan, yanlış,

 

116- Eğer yeryüzündeki kimselerin çoğuna uyarsan, Allah’ın yolundan seni saptırırlar. Onlar ancak zanlara tâbi olurlar ve onlar yalanlarda kalanlardır.

 

-117-

إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ مَن يَضِلُّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

İnne rabbeke huve alemu men yadıllu an sebîlih ve huve alemu bil muhtedîn

İnne rabbeke huve : muhakkak, rabbin, vücudlandıran, sen, o,
alemu : ilmin sahibi
men yadıllu : kim, sapmak, hakikatlerden sapmak, dalalet,
an sebili hi : onun yolundan
ve huve alem : o, bilen, ilmin sahibi, bilen,
bi el muhtedin : yönlendirme, yol gösteren, hidayete ulaşan,

 

117- Muhakkak ki seni vücudlandıran, ilmin sahibi olan O’dur. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışına çıkan O’nun yolundan sapandır. Hidayete ulaşanlar ise O’nu bilenlerdir.

 

-118-

فَكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ

Fe kulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi in kuntum bi âyâtihî muminîn

fe kulû mimma : artık, beslenme, ilimden faydalanma, o şeyler, hangi
zukire ismu : zikr, anma, hatırlama, ismi, adıyla anma, işaret,
Allâh aleyhi : Allah, üzerinde, onun
in kuntum bi ayet hi muminin : eğer, siz iseniz, ayet, o, emin olan, iman, inanan

 

118- Eğer siz O’nun ayetlerine inanan iseniz, o varlığın üzerinde olan hakikatleri Allah’ın adıyla anın, o hakikatlerden faydalanın.

 

-119-

وَمَا لَكُمْ أَلاَّ تَأْكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيرًا لَّيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِم بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ

Ve mâ lekum ellâ tekulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi ve kad fassale lekum mâ harreme aleykum illâ madturirtum ileyh ve inne kesîren le yudıllûne bi ehvâihim bi gayri ilm inne rabbeke huve alemu bil mutedîn

ve mâ lekum : değil, siz,
ellâ tekulû : değil, öylemi, faydalanma, beslenme, yararlanma,
mimma zukire : hangi, o şeyler, nsne, varlık, zikr, anma, anlamak,
ismu Allâh aleyhi : ismi, adı, işaretler, Allah, üzerine, onun, kendinizde,
ve kad fassale lekum : oldu, ayrı ayrı açıklamak, ayrıntılı, kısım kısım, size
mâ hareme aleykum : değil, şey, haram, yasak, kutsal, mubarek, size, kendiniz,
illâ ma idturirtum ileyhi : hariç, ancak, baskı altında, darda kalmak, mecbur, ona
ve inne kesir le yudıllun : muhakkak, çok, çoğu, dalalet, sapmak
bi ehvâi-him : heva, heves, onlar,
bi gayri ilm : bir ilim olmaksızın, bilgisizce,
İnne rabbe-ke : muhakkak, senin Rabbin, seni vücudlandıran,
Huve alemu : o, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, ilmiyle yol gösteren,
bi el mutedin : haddi aşan, husumet içinde olan, ölçüsüz, aşırılık,

 

119- Siz neden o varlığın üzerinde olan hakikatleri Allah’ın adıyla anıp, o hakikatlerden faydalanmıyorsunuz. Size en ince ayrıntısına kadar sunulan hakikatleri kendinize yasak etmeyin. Ancak kendi cehaletlerinin baskısı altında olanlar, doğrusu onların çoğu bir bilgileri olmadan, kendi hevalarına uyarak hakikatlerden saparlar. Doğrusu Rabbin, o haddi aşanlara da ilmiyle yol gösterendir.

 

-120-

وَذَرُواْ ظَاهِرَ الإِثْمِ وَبَاطِنَهُ إِنَّ الَّذِينَ يَكْسِبُونَ الإِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُواْ يَقْتَرِفُونَ

zâhirel ismi ve bâtıneh innellezîne yeksibûnel isme seyuczevne bimâ kânû yakterifûn

ve zerû zahire : terk edin, bırak, uyma, açıkta, zahir,
el ism : günah, fena,
ve bâtıne-hu : gizli olanını,
inne ellezîne yeksibûn : muhakkak, onlar, kazanma, edinmek,
el ism : günah, fena, ism, işaret,
se-yuczevne : elbette, yakında, karşılık görecekler, bulacaklar,
bi-mâ kânû yakterifûne : den dolayı, sebebiyle, oldu, kazanmak, edinmek,

 

120- Fenaların açık olanını da ve gizli olanını da terk edin. Muhakkak ki fena hâlleriyle davranan o kimseler, edindikleri şeylerin karşılığını bulacaklardır.

 

-121-

وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

Ve lâ tekulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi ve innehu le fısk ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum ve in etatumûhum innekum le muşrikûn

ve lâ tekulû mimma : yok, beslenme, yararlanma, o şeyler, hangi
lem yuzikr : değil, zikr, anma, hatırlama,
ismu Allâh aleyhi : isim, ad, işaret, Allah, onun
ve inne-hu le fıskın : şüphesiz, o, elbette, fasık, hakikatlerden sapan
ve inne el şeyâtîne : muhakkak ki, şeytani haller, şeytanlar
li yucâdilû-kum : sizinle mücadele etmeleri için
Ve ın etatumu hum : eğer, onlara itaat edersiniz, uyma, o hallere
inne-kum le muşrikun : elbette, muhakkak siz, ortak koşanlar,

 

121- O varlığın üzerinde olan hakikatlerin, Allah’a ait olan işaretler olduğunu anlayamazsanız, ilmi olarak onlardan yararlanamazsınız ve şüphesiz o hâl elbette hakikatlerden sapmaktır. Muhakkak ki o şeytani hâlleriniz, sizin hakikatleri anlamanıza engeldir. Eğer o hâllere uyarsanız, elbette siz ortak koşanlardan olursunuz.

 

-122-

أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ kezâlike zuyyine lil kâfirîne mâ kânû yamelûn

e ve men kane meyten : o kişi, kimse mi? Oldu, ölmüş, ölü iken, kalbi ölü
fe ahyeynâ-hu : sonrada, böylece onu dirilttik
ve cealnâ lehu nur : kıldık, yaptık, verdik, ona, bir nur, ışık,
Yemşi bihi fi el nas : yürür, yol bulur, onunla, insanlar içinde, arasında
ke men meselu hu : o kimse gibi, misal, durum, o
fî ez zulumâti : karanlıklar içinde, cehalet içinde
leyse bi-hâricin minha : değil, çıkacak, dışarı, çıkamayacak olan, ondan
Kezâlike zeyn : işte böyle, süsü, gösteriş,
li el kafirin : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen,
mâ kânû yamelûne : yapmış oldukları şeyler

 

122- Bir idrakten yoksun iken, sonra da diri olanın Biz olduğunu anlayan ve insanlar içinde hakikatlerle yol bulup, bir nur ile Bizi idrak eden kimse, cehaletin karanlığında kalıp o hâlden çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte o hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, yapmış oldukları şeyler sebebiyle bir gösteriş içindedirler.

 

-123-

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ أَكَابِرَ مُجَرِمِيهَا لِيَمْكُرُواْ فِيهَا وَمَا يَمْكُرُونَ إِلاَّ بِأَنفُسِهِمْ وَمَا يَشْعُرُونَ

Ve kezâlike cealnâ fî kulli karyetin ekâbire mucrimîhâ li yemkurû fîhâ ve mâ yemkurûne illâ bi enfusihim ve mâ yeşurûn

ve kezâlike cealna : işte böylece, kıldık, yaptık, sunduk
fî kulli karyetin : her, bütün, belde, bulundukları yer
Ekâbire : büyük, kibirli, önde gelen, liderler, büyüklenme,
mucrimin : günahlar, fenalar
li yemkurû fiha : hile, aldatma, karanlık, zararlı haller, gizli, orada
ve mâ yemkurûne : değil, hile, aldatmak, karanlık, gizli, zararlı haller
İlla bi enfusi-him : ancak, kendilerini, nefslerini, onlar,
ve mâ yeşurûne : değil, şuur, kendisinin ve çevresinin farkında olmayan

 

123- İşte böylece onlara sunduğumuz şeylerle, onlar bulundukları yerlerde fenalıklarda, kibirlilik içinde, zararlı hâller içinde kaldılar. Onlar ancak kendilerine zarar verdiler ve onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında olamadılar.

 

-124-

وَإِذَا جَاءتْهُمْ آيَةٌ قَالُواْ لَن نُّؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ اللّهِ اللّهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ أَجْرَمُواْ صَغَارٌ عِندَ اللّهِ وَعَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا كَانُواْ يَمْكُرُونَ

Ve izâ câethum âyetun kâlû len numine hattâ nutâ misle mâ ûtiye resulullâh allâhu alemu haysu yecalu risâleteh seyusîbullezîne ecremû sagârun indallâhi ve azâbun şedîdun bimâ kânû yemkurûn

ve izâ caet hum ayetun : geldiğinde, sunulduğunda, onlar, ayet, işaret
Kalu len numine : dediler, asla inanmayız,
Hattâ nuta misli : oluncaya kadar, hatta, verilsin, misli, benzeri,
mâ ûtiye resul allah : verilen şey, resül, hakikati gösteren, Allah
Allâhu alemu : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
haysu yecalu : ne, hangi, yapmak, eylemek,
risâlete-hu : risaletini, hakikatleri göstermek, bildirmek,
se yusîbu ellezîne : yakında isabet, değme, o kimseler
Ecremû sagarun : cürüm, zarar, günah, fena, zillet, küçük,
inde allah : kantında, yanında, ona ait, Allah’ın
ve azâbun şedid : bir azap, sıkıntı, daha fazla, şiddetli
Bima kânû yemkurûne : sebebiyle, oldular, hile, aldatma, karanlık, gizli, zarar,

 

124- Onlara ayetler sunulduğunda dediler ki: Allah’ın resul’üne verilen şeylerin benzeri bize verilmedikçe asla iman etmeyiz. Allah, var olan ne varsa her şeyde ve resul’ünde de ilmin sahibi olandır. Allah’ın hakikatlerini küçük gören kimseler fena hâllerde kaldılar ve zararlı hâllerde olduklarından dolayı şiddetli sıkıntılarda kaldılar.

 

-125-

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ

Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm ve men yurid en yudıllehu yecal sadrehu dayyikan haracen ke ennemâ yassaadu fîs semâi kezâlike yecalûllâhur ricse alâllezîne lâ yuminûn

fe men yuridi Allah : artık, kim, kimse, irade, dilek, istek, Allah
en yehdiye-hu : ona yol gösterilir, hakkın yolunu bulur, hidayete ulaşır,
Yeşrah sadre hu : açıklama, açar, açılma, gönül, o,
li el slam : barış, huzur, barış huzur içinde,
ve men yurid : kim, irade, dilek, istek,
en yudille hu : dalalet, sapmak, hakikatlerden sapmak, o,
Yecal sadr hu : kılar, yapar, olur, gönül, o,
dayyk harec : darlık, sıkıntı, zorluk, şüphe
ke ennemâ yassaadu : sanki, gibi, yükselme, artış, boşlukta kalmak, meşakkat
fi es semâi : semada, gökyüzü, ulviyet, boşluk
Kezâlike yecal Allah : işte böyle, yapmak, kılmak, olur, kalmak, Allah
el ricse ala ellezine : kirlilik, pislik, cehaletin kirliliği, o kimselerin üzerinde,
lâ yuminûne : iman etmeyen, inanmayan

 

125- Artık kim Allah’ı anlamayı arzu ederse, o hidayete ulaştırılır. Böylelikle onun gönlü barışa ve huzura açılır. Kim kendi cehalet bilişlerinde kalır, hakikatlerden sapmayı isterse, onun gönlü şüpheler, sıkıntılar içinde olur. Sanki gökte bir boşlukta kalır gibi müşkillerde olur. İşte, cehaletin kirliliği içinde kalan kimseler Allah’a iman etmezler.

 

-126-

وَهَذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ

Ve hâzâ sırâtu rabbike mustekîm kad fassalnâl âyâti li kavmin yezzekkerûn

ve hâzâ sıratu rabbike : bu, doğru yol, Rabbinin
mustekimen : istikamet üzere, yön, doğruluk dürüstlük üzere
kad fassalnâ : ayrı ayrı açıklamıştık, ayrıntılı, en ince ayrıntısına
el âyâti li kavm : ayetler, delil, işaret, kavim, kimseler için, insanlar,
yezekkerun : tezekkür, var oluşun hakikatleriyle bakmak,

 

126- Rabbinin doğruluk üzere dosdoğru yolu budur. İnsanlar, varoluşu düşünüp ulaştıkları hakikatlerle bu âleme baksınlar diye, her varlıktan hakikatleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık.

 

-127-

لَهُمْ دَارُ السَّلاَمِ عِندَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû yamelûn

Lehum daru : onlar için vardır, diyar, yurt, yer,
el slam : barış, huzur üzere
İnde rabbi-him : katında, yanında, Rabbi, Rab’leri, onlar
ve huve veliy hum : O, dost, veli, onlar
Bima kânû yamelûne : dolayı, sebebiyle, yapmış oldular, amellerinde

 

127- Bulundukları yerlerde, Rabbine ait olan hakikatleri bilenler, barış ve huzur üzeredirler.  Yapmış oldukları şeylerde onlar O’nu dost edinirler.

-128-

وَيَوْمَ يِحْشُرُهُمْ جَمِيعًا يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثَرْتُم مِّنَ الإِنسِ وَقَالَ أَوْلِيَآؤُهُم مِّنَ الإِنسِ رَبَّنَا اسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ وَبَلَغْنَا أَجَلَنَا الَّذِيَ أَجَّلْتَ لَنَا قَالَ النَّارُ مَثْوَاكُمْ خَالِدِينَ فِيهَا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَليمٌ

Ve yevme yahşuruhum cemîa yâ maşerel cinni kadisteksertum minel ins ve kâle evliyauhum minel insi rabbenestemtea badunâ bibadın ve belagnâ ecelenellezî eccelte lenâ kâlen nâru mesvâkum hâlidîne fîhâ illâ mâ şâallâhu inne rabbeke hakîmun alîm

ve yevme yahşur hum cemia : gün, vakit, o zaman, toplanmak, hepsi, tüm,
yâ maşere el cinni : ey, ya, topluluk, tanımlanamayan, bilinmeyen
kad isteksertum : oldu, bol, çoktur, artmak, fazla, siz,
min el ins : insan, tanınan, aslını bilmek isteyen,
ve kâle evliya hum : dedi, dostlar, onlar,
min el ins : insan, bilmek isteyen, tanınan,
rabbe-nâ : Rabbimiz
istemtea : fayda, hoşlanmak,
badu nâ bi badin : bazımız bazısından, birbirimizden
ve belagnâ ecele na ellezi : ulaştık, eriştik, belirli zaman, ecel, biz, ki o
Eccelte lenâ : ecel, belirli zaman, ölüm vakti, bizim için, bize
Kâle el nar : dedi, ateş, yakıp yakıcı hal,
mesva kum : barınmak, yurt, mesken, bulunduğunuz yer,
Halidine fiha : ebedi, devamlı, orada, o hali
İlla mâ şâe allâh : ancak, hariç, şey, ne, değil, istek, istemediniz, Allah
İnne rabbe ke hakim : muhakkak ki, rabbin, seni vücudlandıran, hakim olan,
alim : ilmin sahibi olan, ilmiyle vareden,

 

128- Onların hepsi bir araya toplandığı vakit onlara: Ey aslını bilmek isteyenler! Sizler, tanımadığınız toplulukların o hallerine fazlaca meylettiniz, diye bildirilir. Aslını bilmek isteyenlerden o halleri dost edinenler: Rabbimiz! Bizlerden bazılarımız, onlardan bazılarının o hâllerinden hoşlandık. Senin bize belirlediğin o ecel vaktine kadar o hâllerde kaldık, derler. Bulunduğunuz yerlerde yakıp yıkıcı hallerinizden vazgeçemediğinizden dolayı, Allah’ı anlamayı istemediniz, diye bildirilir. Muhakkak ki seni vücudlandıran, bütün varlığa tecellileriyle hâkim olandır, ilmin sahibidir.

 

-129-

وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

Ve kezâlike nuvellî badaz zâlimîne badan bimâ kânû yeksibûn

ve kezâlike nuvelli : işte böylece, dönmek, ayrılmak, evrilmek, meyletmek
bada ez zâlimîne badan : zalimlerin, bir kısmı bir kısmına, birbirlerine,
Bima kânû yeksibûne : sebebiyle, oldu, edinmek, kazanmış oldular

 

129- İşte böylece zalimler, kazandıkları şeyler sebebiyle birbirlerine meylederler.

 

-130-

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالإِنسِ أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي وَيُنذِرُونَكُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُواْ شَهِدْنَا عَلَى أَنفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُواْ عَلَى

Yâ maşerel cinni vel insi e lem yetikum resulun minkum yakussûne aleykum âyâtî ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ kâlû şehidnâ alâ enfusinâ ve garrethumul hayâtud dunyâ ve şehidû alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn

yâ maşere el cinni : ey, topluluk, bilinmeyen, bilemeyen,
ve el insi : insan, aslını bilen, tanınan,
e lem yeti kum : gelmedimi, size,
resul minkum : resul, hakikati gösteren, sizdeni sizin içinizden,
Yakussu aleykum ayati : anlatma, açıklama, size, ayetlerim, delil, işaret
ve yunzirûne-kum : hakikatleri açıklayıp uyarıyorlar, siz
Likâe yevm kum haza : ulaşma, tevhid, birlik, gün, vakit, heran, siz, bu
Kâlû şehid na : dediler, heran heryerde hazır olan, tanık, bilmek, biz
Ala enfusi-nâ : üzerinde, nefslerimize, kendi üzerimizde
ve garret-hum : aldattı, oyalanmak, onlar,
el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı, yaşam,
ve şehidû ala enfus him : tanık, şahit, tanık, üzerine, kendi, nefs
enne-hum kanu : onlar, oldu, olduğundan dolayı,
kafirun : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen

 

130- Ey bilemeyenler topluluğu ve aslını bilme yolunda olanlar! Sizin içinizden, sizin üzerinizde olan işaretleri gösteren ve sizin her an bir birlik içinde olduğunuzun hakikatlerini açıklayıp uyaran resul’ler geldi değil mi? Dediler ki: Biz kendi üzerimizde olanları biliriz. Onlar dünya hayatına aldandılar ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı kendilerinin o hâllerine şahit oldular.

 

-131-

ذَٰلِكَ أَنْ لَمْ يَكُنْ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَىٰ بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا غَافِلُونَ

Zâlike en lem yekun rabbuke muhlikel kurâ bi zulmin ve ehluhâ gâfilûn    

 

Zâlike en lem yekun : işte bu, değil, olamaz, hakikati bilen olamaz.
rabb ke : rabbin, vücudlandıran,
Muhlike : helak eden, yazık eden, kendine yazık eden,
el kura bi zulmin : bulundukları yerde, belde, zulüm, zalimlik yapan
ve ehlu-hâ : sahip olma, onun ehli, halkı,
gafilun : gaflet içinde, bilememezlik

 

131- İşte, bulundukları yerlerde bir zalimlik içinde olup kendilerine yazık edenler, Rabbini bilenlerden olamazlar ve onlar orada bir gaflet içindedirler.

 

-132-

وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا ۚ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

         Ve li kullin derecâtun mimmâ amilû ve mâ rabbukebi gâfilin ammâ yamelûn

ve li kullin derecet : herkes için vardır, derece, basamak, makam,
Mimmâ amilu : şeylerden, yaptığı,
ve mâ rabbu-ke : değil, şey, ne, Rabbin, sen,
bi gafil : bir gaflet içinde olan, bilmemezlik,
Amma yamelun : yaptıkları şeylerden

 

132- Herkes için yaptıkları şeylere göre dereceler vardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Rabbini bilenlerden olamazlar.

 

133-

وَرَبُّكَ الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَةِ ۚ إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَسْتَخْلِفْ مِنْ بَعْدِكُمْ مَا يَشَاءُ كَمَا أَنْشَأَكُمْ مِنْ ذُرِّيَّةِ قَوْمٍ آخَرِين

Ve rabbukel ganiyyu zur rahmeh in yeşe yuzhibkum ve yestahlif min badikum mâ yeşâu kemâ enşeekum min zurriyyeti kavmin âharîn  

ve rabbu-ke : Rabbin, seni vücudlandıran,
el ganiyy : gani, zengin, değerlerin, tüm varlığın sahibi
zu er rahmeti : Rahmet sahibi, tüm varlıktaki rahmetin sahibi,
in yeşe : eğer, ise, istek, ister,
yuzhib kum : mahvolmak, yok etme, hatasını gideren, siz
ve yestahlif min badi kum : ardından, yerine gelen, halef, takip edilen, sizden sonra
ma yeşau : ne, şey, değil, istek, ister, isteksiz,
kema enşee kum : varetmek, inşa etmek, varoluş, vücudlandırma, siz,
Min zürriyet : asliyet, soy, neslinden,
kavmin ahirin : kavim, kimseler, başka, diğer, sonra,

 

133- Seni vücudlandıran tüm varlığın sahibidir, tüm varlıktaki rahmetin sahibidir. Siz eğer isterseniz hatalarınızı giderirsiz. Sizden sonra gelen kimselerden varoluşu anlamada isteksiz olanlar da olacaktır, başka kimselerden asliyetini anlama üzere olanlar da olacaktır.

 

-134-

إِنَّ مَا تُوعَدُونَ لَآتٍ ۖ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ

                          İnne mâ tûadûne le âtin ve mâ entum bi mucizîn

İnni ma tuadune : muhakkak, şey, ne, değil, vaad, söz,
le atin : elbette, gelen, verilen, olacak,
ve ma entum bi mucizin : tüm varlığın sahibi, siz değilsiniz, aciz bırakan, acizlik

 

134- Muhakkak ki size vaat edilen şeyler elbette olacaktır ve siz aciz bırakılacak değilsiniz.

 

-135

قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدِّارِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ

Kul yâ kavmimelû alâ mâ kânetikum innî âmil fe sevfe ta’lemûne men tekûnu lehu âkıbetud dâr innehu lâ yuflihuz zâlimûn   

Kul ya kavmi amelu : anlat, ey kavmim, yapmak, çalışmak, amel
ala ma kaneti kum : amel, için, karşı, üzerine, sonuç, oldu, siz
İnni amilun : ben, yapan, çalışan, amel eden,
fe sevfe talemun : artık, öyle ki, yakında, belki, bileceksiniz, amel
men tekûnu lehu : kim, olmak, olur, onun,
akıbet el dar : akibet, sonu, yurt, ev, kalınan yer,
inne-hu la yuflihu : muhakkak, o, yok, felah, kurtuluş,
el zalimin : zalimler, zulüm eden,

 

135- De ki: Ey kavmim! Siz hakikatleri anlamak için çalışın. Ben de çalışmaktayım. Belki bütün bu yerlerin sonunda kimin olduğunu bilenlerden olursunuz. Doğrusu o zalimler felah bulamazlar.

 

-136-

وَجَعَلُواْ لِلّهِ مِمِّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالأَنْعَامِ نَصِيبًا فَقَالُواْ هَذَا لِلّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَذَا لِشُرَكَآئِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَآئِهِمْ فَلاَ يَصِلُ إِلَى اللّهِ وَمَا كَانَ لِلّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَآئِهِمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ

Ve cealû lillâhi mimmâ zeree minel harsi vel en’âmi nasîbenfe kâlû hâzâ lillâhi bi zamihim ve hâzâ li şurekâinâ, fe mâ kâne li şurekâihim fe lâ yasılu ilâllahi ve mâ kâne lillâhi fe huve yasilu ilâ şurekâihim sâe mâ yahkumûn

ve cealû li allah : yapmak, kılmak, eylemek, için, Allah
mimmâ zere min el harsi : o şeyler, serpmek, üst, yaymak, var etmek, çiftçi, ekmek, ekin
ve el enami : varlık, nimetler, hayvanlar, sığır,
nasiben : nasibi, pay, elde edilen şey
fe kâlû haza li Allah : böylece dediler, bu, için, Allah
bi zami-him : kendi zanlarıyla, iddia etmek, talep
Ve haza li şurekâi-nâ : bu, için, ortak koşmak, biz, ortaklarımız için
fe mâ kâne li şurekai him : fakat, olmadı, olmaz, için, ortak koşmak, onlar
fe lâ yasılu ila Allah : fakat ulaşmaz, erişmez, varmaz, anlamak, Allah
ve mâ kâne li allah : olmadı, için, Allah
fe huve yasılu : artık, fakat, sonra, o, ulaşmak, vasıl olmak, anlamak,
ilâ şurekâi-him : onların ortaklarına
Sâe ma yahkumun : ne kötü, değil, şey, ne,  karar, hüküm, kural

 

136- Allah’ın var ettiği yayılmış ekinleri ve hayvanları, bir pay olarak Allah için ayırdılar. Böylece onlar kendi zanlarıyla, bu Allah için ve bu da bizim ortaklarımız için dediler. Artık onların ortak koştuklarından dolayı anlamaları olmaz. Onların Allah’ın hakikatlerine ulaşmaları olmaz ve onların Allah’ı anlamaları olmaz. Öyle ki onlar ancak ortak koştuklarına ulaşırlar. Koydukları kurallar ne kötüdür.

 

-137-

. وَكَذَٰلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ ۖ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا فَعَلُوهُ ۖ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ

Ve kezâlike zeyyene li kesîrin minel muşrikîne katle evlâdihim şurekâuhum li yurdûhum ve li yelbisû aleyhim dînehum ve lev şâellâhu mâ fealûhu fe zerhum ve mâ yefterûn 

ve kezâlike zeyyen li kesir : işte böyle, süs, güzel gösterdi, gösteriş, çoğu
min el muşrikîne : ortak koşanların, müşriklerden
katle evlâdi-him : öldürmek, yok etmek, çocuklarını, yeni bir doğuş
Şurekau hum : ortak koşmak, onlar,
li yurdû-hum : helak etmek, yazık etmek, onlar
ve li yelbisû aleyhim : için, takmak, giymek, suret, karıştırmaları, onlara,
din hum : din, onlar, din hakkında,
Ve lev şae Allah : eğer, ise, istek, Allah,
ma fealu hu : şey, ne, değil, yapan, yapmazdı, o,
fe zer-hum : artık, bırak, terk et, uyma, onlar
ve mâ yefterûne : iftira ettikleri, uydurdukları şeyleri

 

137- İşte ortak koşanların çoğu gösterişlerde olurlar. Onlar irfaniyetin doğuşunu katlederler. Onlar ortak koştuklarından dolayı kendilerine yazık ederler ve onlar din hakkında suretlerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamada arzulu olsalardı o hâlleri yapmazlardı. Artık onlardan ve onların uydurdukları şeylerden uzak dur.

 

-138-

وَقَالُوا هَٰذِهِ أَنْعَامٌ وَحَرْثٌ حِجْرٌ لَا يَطْعَمُهَا إِلَّا مَنْ نَشَاءُ بِزَعْمِهِمْ وَأَنْعَامٌ حُرِّمَتْ ظُهُورُهَا وَأَنْعَامٌ لَا يَذْكُرُونَ اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا افْتِرَاءً عَلَيْهِ ۚ سَيَجْزِيهِمْ بِمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ

Ve kâlû hâzihi en’âmun ve harsun hicrun lâ yat’amuhâ illâ men neşâu bi zamihim ve enâmun hurrimet zuhûruhâ ve en’âmun lâ yezkurûnesmallâhi aleyhaftirâen aleyh se yeczîhim bimâ kânû yefterûn

ve kâlû hazihi enamun : dediler, bu, bütün varlık, yaratılmış olan, halk, hayvanlar
ve harsun hicrun   : ekin, sürmek, kültür, taş, akıllarınca, bırakmak, men etmek,
la yatamu ha : yok, beslenme, yarar, fayda, onu
illa men neşau : ancak, başka, kim, istediğimiz, isterse
Bi zami him : zanları, iddia, kendi zanları ile
ve enamun : bütün varlık, yaratılmış olan, halk, hayvanlar
Hurrimet : reddedilen, engel, yasak, haram,
zuhuru ha : geçmiş, arkası, sırtı, onu
ve enamun : bütün varlık, yaratılmış olan, hayvanlar
La yezkurune : yok, zikir, anmak, hatırlamak,
İsm Allah aleyha : isim, ad, işaret, belirti, Allah, onun
İftiraen aleyhi : uydurmak, iftira, ona iftira ederek
Se yeczi him : yakında, karşılık, ceza, onlar,
Bima kanu yefterun : sebebiyle, dolayısıyla, uydurdular, iftira etmiş oldular

 

138- Onlar bütün varlık hakkında ve kültürleri hakkında, hakikatlerin anlaşılamayacağını söylediler. Onlar zanlarıyla, ancak biz istediğimiz kimseleri faydalandırırız, diye söylediler. Geçmiş cehalet bilişleri onların varlığı anlamasına engel olur. Bütün varlıkta Allah’ın işaretlerinden başka bir hatırlatma yoktur. Onlar böylece uydurulan şeyler sebebiyle, karşılık olarak o hakikatler hakkında uydurmalarda kaldılar.

 

-139-

وَقَالُواْ مَا فِي بُطُونِ هَذِهِ الأَنْعَامِ خَالِصَةٌ لِّذُكُورِنَا وَمُحَرَّمٌ عَلَى أَزْوَاجِنَا وَإِن يَكُن مَّيْتَةً فَهُمْ فِيهِ شُرَكَاء سَيَجْزِيهِمْ وَصْفَهُمْ إِنَّهُ حِكِيمٌ عَلِيمٌ

Ve kâlû mâ fî butûni hazihil enâmi hâlisatun li zukûrinâ ve muharremun alâ ezvâcinâ ve in yekun meyteten fe hum fîhi şurekâu se yeczîhim vasfehum innehu hakîmun alîm

ve kâlû mafi butuni : dediler, şey, ne, değil, içinde, karın, içlerinde, iç yüzü
hazihi el enâmi : bu, tüm varlık, hayvanlar, mahlûkat, halk,
haliset : hastır, özeldir, temel, saf
li zikr na : zikir, anma, anlamak, erkek, biz
ve muharremun : yasak olan, kutsal olan, haramdır, değerli olan,
alâ ezvâci-nâ : aynı yolda olan, eş olan, tür, cins, biz,
ve in yekun meyteten : eğer olursa, ölü, diriliğin farkında olmayan, hayvan leşi,
fe hum fihi şurekau : o taktirde, onlar, onda, onun içinde, ortaktır, ortak koşma
se yeczi-him : yakında, karşılık, onlar,
vasfe hum : vasıf, sıfatlar, nitelik, onlar
İnne hu hakim alim : muhakkak ki o, Allah, hâkim olan, ilmin sahibi

 

139- Dediler ki: Bütün varlığın içyüzü hakikati bize özeldir. Bizim anlamamız için ve bizimle aynı yolda olanlar için kutsaldır. Eğer onlar diriliğin farkında olmazlarsa, artık onlar bir ortak koşma hâlinde olurlar. Onların bulduğu karşılık onların kendi vasıflarıdır. Muhakkak ki Allah tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.

 

-140-

قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ قَتَلُواْ أَوْلاَدَهُمْ سَفَهًا بِغَيْرِ عِلْمٍ وَحَرَّمُواْ مَا رَزَقَهُمُ اللّهُ افْتِرَاء عَلَى اللّهِ قَدْ ضَلُّواْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ

Kad hasirellezîne katelû evlâdehum sefehan bi gayri ilmin ve harremû mâ rezekahumullâhuftirâen alâllâh kad dallû ve mâ kânû muhtedîn

Kad hasire ellezi katelu : oldu, hüsran, kayıp, o kimseler, yazık, mahv, öldürme
evlâde-hum : evlat, doğuş, nesil, irfaniyetin, doğuşu, kendi evlatlarını
Sefehan bi gayri ilmin : sefih olarak, akılsızca, bir ilim olmaksızın
ve harremû : yasak, haram kıldılar, kutsal,
Ma rezaka-hum Allâh : değil, şey, ne, rızık, fayda, yarar, onlar, Allah
İftirâen ala Allah : iftira, uydurmak, Allah için, hakkında,
Kad dallû : oldu, dalalet, hakikatlerden kendi anlayışlarına sapma
ve mâ kânû muhtedun : olmadılar, yol bulma, yönlendirme, rehber olma

 

140- Bir bilgisi olmadan, akılsızca kendi evlatlarına yazık edip onları hüsrana uğratanlar ve Allah’ın onlara verdiği rızıkları haram sayanlar ve Allah’a karşı uydurmalarda kalanlar; hakikatlerden kendi anlayışlarına sapanlardır ve onlar doğru yolu bulamayanlardır.

 

-141-

وَهُوَ الَّذِي أَنشَأَ جَنَّاتٍ مَّعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُواْ مِن ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ

Ve huvellezî enşee cennâtin marûşâtin ve gayre marûşâtin ven nahle vez zera muhtelifen ukuluhu vez zeytûne ver rummâne muteşâbihen ve gayre muteşâbih kulû min semerihî izâ esmere ve âtû hakkahu yevme hasâdihî ve lâ tusrifû innehu lâ yuhibbul musrifîn

ve huve ellezi enşee : o ki, var etti, yarattı, ortaya koydu,
Cennat marûşâtin : bahçe, asmalı
ve gayre ma ruşatin : olmaksızın, değil, asmalı,
ve en nahle : hurma
ve el zera muhtelif : ekinler, muhtelif, başka başka, çeşitli
ukulu-hu : beslenme, o, yenilen
ve el zeytûn ve el rumman : zeytin ve nar
muteşâbihen : benzeyen
ve gayre muteşabih : benzemeyen
Kulû min semeri hi : beslenin, fayda, yarar, yeyin, ürünler, o
izâ esmere : ürün verdiği zaman
ve âtû hakk hu : verin, ödemek, hak, gerçek, doğru olan, o
Yevme hasâdi-hî : gün, vakit, toplamak, o
ve lâ tusrifû : yok, taşkınlık, dağıtma, israf etmeyin
İnne hu la yuhib : doğrusu, o, yok, sevgi,
el müsrifin : taşkınlık içinde olan, israf

 

141- Ki O’dur, asmalı ve asmasız bahçeleri ve hurma ağaçlarını ve o beslendiğiniz çeşitli ekinleri ve zeytini ve narı, birbirine benzeyen ve benzemeyen, ürün verdiğinde faydalandığınız o ürünleri ortaya çıkaran. Onları topladığınızda her zaman onların hakikatlerini anlayın ve taşkınlık yapmayın. Doğrusu o taşkınlık yapanlarda sevgi yoktur.

 

-142-

وَمِنَ الأَنْعَامِ حَمُولَةً وَفَرْشًا كُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

Ve minel enâmi hamûleten ve ferşâ kulû mimmâ rezekakumullâhu ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn

ve min el enâmi : varlık, hayvanlardan,
hamulet : yük taşımak,
ve ferşan  : yayma, serme, döşeme, yeryüzü,
Kulû mimma : beslenmek, fayda, şeyler
razaka-kum allâh : rızık, fayda, yarar, siz, Allah
ve lâ tettebiû : tâbi olmayın, uymayın
hutuvâti el şeytani : dürtü, adım, şeytan, haller
inne-hu lekum aduv mubin : doğrusu, muhakkak ki o, size, düşman, apaçık,

 

142- Hayvanlarla yük taşırsınız, onlardan yaygı giysi yaparsınız. Allah’ın sunduğu rızıklardan faydalanın ve şeytani hâllerinizin dürtülerine tâbi olmayın. Doğrusu o hâlleriniz sizin apaçık düşmanınızdır.

 

-143-

ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ مِّنَ الضَّأْنِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْمَعْزِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الأُنثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الأُنثَيَيْنِ نَبِّؤُونِي بِعِلْمٍ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Semâniyete ezvâc minad danisneyni ve minel mazisneyn kul âz zekereyni harreme emil unseyeyni emmeştemelet aleyhi erhâmul unseyeyn nebbiûnî bi ilmin in kuntum sâdıkîn

Semâniyete ezvacin : sekiz adet, eş, tür, çeşit, aynı yolda olan,
min el dani isneyni : koyunlardan, koyundan iki, koyunlar
ve min el mazi isneyni : keçilerden, keçiden iki
Kul el zekereyn : de, anlat, erkekler, iki erkek,
harrem : yasak, kutsal, haram
em el unseyeyni : yoksa, dişiler, unsiyetler, iki dişi,
Emma eştemelet aleyhi : ya da, fakat, ihata, dahil, kaplamak, gelişip büyüyen, onu,
Erham el unseyeyni : rahim, rahmet, iki dişi
nebbiû-ni bi ilmin : bana haber verin, bildirin, bir ilim, bilgi,
İn kuntum sâdıkîne : eğer, siz, doğru söyleyenler, doğru sözlüler

 

143- Koyunlardan ve keçilerden olmak üzere sekiz çeşit yaratıldı derler. De ki: Erkekleri ya da dişileri, ya da dişilerin rahimlerinde gelişip büyüyeni haram diyorsunuz. Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız, bir ilminiz varsa bana bildirin.

 

-144-

وَمِنَ الإِبْلِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْبَقَرِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الأُنثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الأُنثَيَيْنِ أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ وَصَّاكُمُ اللّهُ بِهَذَا فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

Ve minel ibilisneyni ve minel bakarisneyn kul âz zekereyni harreme emil unseyeyni emmeştemelet aleyhi erhâmul unseyeyn em kuntum şuhedâe iz vassâkumullâhu bi hâzâ fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben li yudillen nâse bi gayri ilm innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn

ve min el ibilisneyni : develer, deveden iki
ve min el bakarisneyni : sığırlar, sığırdan iki
Kul e el zekereyn : de, anlat, erkekler, iki erkek,
harrem : yasak, kutsal, haram
em el unseyeyni : yoksa, dişiler, unsiyetler, iki dişi,
Emma eştemelet aleyhi : yada, fakat, ihata, dahil, birlikte, onu, kendisini
Ehram el unseyeyni : rahim, rahmet, iki dişi
em kuntum şuhedae : yoksa siz oldunuz mu, şahit, tanık, bilen
iz vas kum Allâh bi haza : o zaman, bildirme, vasiyet, ören, Allah, bunları
Fe men azlemu  : artık, öyleyse, kim, zalim olan
mimmen ifterâ : kimseden, iftira, uyduran,
alâ Allâh keziben : Allah’a karşı, yalan
Li yudill el nas : için, sapkınlık, hakikatlerden sapmak, insanlar,
bi gayr ilm : bir ilim olmaksızın, bir şey bilmeden,
inne Allâh la yehdi : muhakkak ki, Allah, yok, yol bulma, rehber
el kavme el zalimin : kavim, topluluk, kimseler, zulümlerde olan

 

144- Develer ve sığırlar hakkında da yorum yaparlar. De ki: Erkekleri ya da dişileri, ya da dişilerin rahimlerinde gelişip büyüyeni haram diyorsunuz. Yoksa siz Allah’ın bildirdiği hakikatlere şahit mi oldunuz? Artık Allah hakkında uydurmalarda olan ve o yalanları yayan, bir ilim olmaksızın hareket eden, insanları hakikatlerden saptırandan daha zalim olan kimdir? Muhakkak ki zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar

 

-145-

قُل لاَّ أَجِدُ فِي مَا أُوْحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلاَّ أَن يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَّسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَإِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Kul lâ ecidu fî mâ ûhiye ileyye muharremen alâ tâimin yatamuhu illâ en yekûne meyteten ev demen mesfûhan ev lâhme hinzîrin fe innehu ricsun ev fıskan uhille li gayrillâhi bih fe menidturra gayre bâgın ve lâ âdin fe inne rabbeke gafûrun rahîm

Kul la ecidu : de, anlat, yok, bulmak, değildir,
fi mâ uhiye ileyye : içinde, şey, ne, değil, vahyolunan, bildirilen, bana
Muharremen : haram, kutsal, yasak,
Ala taimin yatamu-hu : karşı, göre, fayda, yiyecek, faydalanılan, yenilen, o
İllâ en yekune meyteten : sadece, olmak, ölü, diriliğin farkında olmayan, hayvan leşi
Ev demen mesfûhan : veya, kan dökücü, dökülen, akıtılmış
Ev lahme hinzırin : kötü düşünen, gaddar, zararlı olan, zararlı et, domuz eti
fe inne-hu ricsun : ki o mutlaka, kirli, pis, cehalet kirliliğinde
Ev fıskan uhille : veya ya da, fısk, çıkma, sapma, halk, ehil,
li gayri Allâh bihi : Allah’tan başkası için, onu
fe men idturra : sonra, kim, darda, ihtiyaç, arama,
gayre bagın : başka, hadi aşan olmaksızın
ve lâ âdin : yok, dönmek, haktan dönmek
fe inne rabb ke : muhakkak, şüphesiz, rabbin, seni vücudlandıran,
gafur rahim : mağfiret eden, rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

145- De ki: Bana bildirilen şeylerin içinde bunları bulamazsınız; o beslendiğiniz yiyeceklere karşı haramlar içinde olmak, kendini diri tutan gücün farkında olmayan hâllerde olmak veya kan dökücülük veya zararlı hâllerde olmak. Sonra da elbette o cehalet kirliliğinde olmak veya Allah’ın hakikatlerinden başka şeyler içinde olan kimseler gibi kendi anlayışlarına sapmak. Bundan sonra kim; haddi aşmadan bir arayış içinde olursa ve hakikatlerden dönmezse, artık mağfiret edenin, varlığı özünden varedenin şüphesiz Rabbi olduğunu anlayacaktır.

 

-146-

وَعَلَى الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلاَّ مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ذَلِكَ جَزَيْنَاهُم بِبَغْيِهِمْ وِإِنَّا لَصَادِقُونَ

Ve alellezîne hâdû harremnâ kulle zî zufur ve minel bakari vel ganemi harremnâ aleyhim şuhûmehumâ illâ mâ hamelet zuhûruhumâ evil havâyâ ev mahteleta bi azm zâlike cezeynâhum bi bagyihim ve innâ le sâdikûn

ve alâ ellezine hadu : o kimseler, kılavuz, yalnız bize yol gösterilir diyenler
harremnâ : haram, kutsal, yasak, biz,
Kulle zi zufurin : hepsi, bütün hepsi, sahip, tırnak gibi, kir, pas,
ve min el bakari : sığır, hayvan, tapınma halleri,
ve el ganem : koyunlar, koyun gibi olma durumu,
haremna aleyhim : yasak kıldık, haram, kutsal olan, onlara
şuhûme-humâ : karın, iç yağlar, içlerinde bulundukları durum
İlla mâ hamelet : ancak, hariç, şey, ne, değil, taşımak, yüklü olmak
Zuhuru humâ : arkası, geçmişi, sırtı, geçmiş cehaleti, onların
Ev el havaya : veya aşağı düşmek, uçurum, boşluk, bağırsaklar
Ev mâ ıhteleta bi azmin : yüceliğin içinde olamamak, karışan, kemik, yüce
Zalike cezeynâ-hum : işte böylece, karşılık, ceza, biz, onlar
bi bagyi-him : azgınlık, haset, zulüm, onlar
ve innâ le sadikun : biz, elbette, sadık, doğru sözlü, dosdoğru hareket

 

146- O kimselere; yalnız bize yol gösterilir demelerini yasak kıldık. Bütün o kirliliğe sahip oldukları hâlleri ve tapınma hâllerini ve koyun gibi nereye çekilirse oraya gitme hâllerini onlara yasak kıldık. Onların içlerinde bulundukları durum; ancak ne taşıdıklarını bilememek, geçmiş cehalet bilişlerinde kalmak veya o hakikatlerden düşmek veya o yüceliğin içinde olamamaktır. İşte onların azgınlık hâllerinden dolayı karşılıkları budur. Elbette dosdoğru hareket edenler ise Bizi bilir.

 

-147-

فَإِن كَذَّبُوكَ فَقُل رَّبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُهُ عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ

Fe in kezzebûke fe kul rabbukum zû rahmetin vâsiah ve lâ yureddu besuhu anil kavmil mucrimîn

fe in kezzebu ke : artık, bundan sonra, eğer yalanlamak, sen
fe kul rabbu kum : o zaman de, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
zû rahmetin : rahmet sahibi,
vasietin : her yerdeki, geniş, her yeri kuşatan,
ve la yureddu : yok, reddetmek, uzaklaştırmak,
bese hu : güç, sıkıntı, iyi, o
an el kavmi el mücrimin : kavminden, kimseler, fenalarda kalan, günahkarlar, suçlu

 

147- Bundan sonra eğer seni yalanlarlarsa, de ki: Sizi vücudlandıran her yerdeki rahmetin sahibidir ve fenalarda kalanlar o sıkıntılı hâllerini uzaklaştıramazlar.

 

-148-

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ

Seyekûlullezîne eşrekû lev şâallâhu mâ eşreknâ ve lâ âbâunâ ve lâ harremnâ min şey kezâlike kezzebellezîne min kablihim hattâ zâkû besenâ kul hel indekum min ilmin fe tuhricûhu lenâ, in tettebiûne illez zanne ve in entumillâ tahrusûn

se yekûlu ellezine eşreku : söyleyecekler, derler, ortak koşan kimseler
lev şae Allah : eğer, istek, dilek, Allah,
ma eşrekna : değil, şey, ne, ortak koşmak, biz ortak koşmazdık,
ve la abau na : yok, atalarımız,
ve lâ harremnâ min şey : yasak, haram kılmazdık, bir şey,
Kezâlike kezzebe : böyle, işte böyle, yalanladılar
ellezîne min kabli-him : onlardan öncekiler
Hattâ zaku bese na : hatta, tatmak, o halde kalmak, güç, sıkıntı, iyi, biz
kul hel inde kum : de, anlat, bu konuda varmı, nasıl, katınızda, yanızda, siz
min ilmin : ilimden bir şey, bir bilgi
fe tuhricû-hu lenâ : öyleyse onu bize çıkarın, isbat edin.
İn tettebiûne : eğer, olursa, tabi olmak, uymak
illâ ez zanne : ancak zanna
ve in entum illa tahrusun : eğer, siz, ancak, sadece, yalan, asılsız, temelsiz,

 

148- Ortak koşan kimseler derler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ve atalarımız ortak koşanlardan olmazdık ve haram şeylerde kalmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle yalanlarda kaldılar. Hatta Bizi anlayamayıp güçlü sıkıntılı hâllerde kaldılar. De ki: Bu söyledikleriniz hakkında sizin katınızda bir ilim var mı? Eğer varsa onu bize ispat edin. Fakat siz yalnızca zanna uydunuz ve sizlerin söylediği sadece asılsız şeylerdir.

 

-149-

قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ

Kul fe lillâhil huccetul bâligah fe lev şâe le hedâkum ecmaîn

Kul fe li allah : de, anlat, Allah’a ait
el huccetu el baligatu : delil, kesin deliller, kuvvetli
Fe lev şâe : artık, öyleyse, eğer, istek
le hedâ-kum : elbette, yol gösterme, hidayet, rehber, doğru yol, siz,
ecmain : hepiniz, topluca

 

149- De ki: Bundan sonra Allah’a ait kesin deliller üzere olun. Eğer sizler hakikatleri anlamada istekli olursanız, elbette hepiniz hidayete ulaşırsınız.

 

-150-

قُلْ هَلُمَّ شُهَدَاءكُمُ الَّذِينَ يَشْهَدُونَ أَنَّ اللّهَ حَرَّمَ هَذَا فَإِن شَهِدُواْ فَلاَ تَشْهَدْ مَعَهُمْ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَالَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ وَهُم بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ

Kul helumme şuhedâekumullezîne yeşhedûne ennallâhe harreme hâzâ fe in şehidû fe lâ teşhed meahum ve lâ tettebi ehvâellezîne kezzebû bi âyâtinâ vellezîne lâ yuminûne bil âhireti ve hum bi rabbihim ya’dilûn

Kul helumme şuhedae kum : de, anlat, söyle, getirin, gösterin, şahit, tanık, siz
Ellezine yeşhedûne : o kimseler, şahitlik ederler
enne Allâh hareme haza : olduğu, Allah, yasak, haram, kutsal, bunu
Fe in şehidû : artık, eğer, tanık, şahit, her an her yerde olan.
fe lâ teşhed : artık, yok, tanık, bilen, şahitlik etme,
mea hum : onlarla beraber, birlikte,
ve lâ tettebi : tabi olma, uyma,
ehva : heva, kendi çıkarlarına meyil
ellezîne kezzebû bi ayat na : yalanlayan kimseler, ayetlerimiz
ve ellezine la yuminun : onlar, o kimseler, yok, iman etmek, inanmak
bi el âhireti : sonlarına, ahirete
ve hum bi rabb him : onlar, Rablerine, kendileri,
yadilun : eş tutmak, aynı görmek, ayarlamak,

 

150- Bu Allah’ın yasaklarıdır diye yalan yere şahitlik eden kimselere de ki: Siz şahit olduğunuz delillerinizi getirin. Eğer, şahidiz deseler de, artık onlarla beraber olduğunda bildiklerini anlatma ve kendi çıkarlarına meyledenlere, ayetlerimize karşı yalanlarda kalan o kimselere uyma. Onlar sonlarına inanmayan kimselerdir ve onlar Rablerine karşı kendilerini eş tutarlar.

 

-151-

قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Kul teâlev etlu mâ harreme rabbukum aleykum ellâ tuşrikû bihî şeyâ ve bil vâlideyni ihsânâ ve lâ taktulû evlâdekum min imlak nahnu nerzukukum ve iyyâhum ve lâ takrebûl fevâhışe mâ zahere minhâ ve mâ batan ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bil hakk zâlikum vassâkum bihî leallekum takılûn

Kul tealev etlu : de, anlat, gelin, okuyayım, izah edeyim, söyleyeyim,
Ma harem rabb kum aleykum : şey, ne, değil, haram, yasak, rabbiniz, size
ellâ tuşrikû bihi şeyen : ortak koşmayın, ona, hiçbir şeyi
ve bi el vâlideyni ihsanen : anne babaya, iyi davranma
ve la taktulû : yok, yazık etme, mahv,
evlade hum : çoçuklar, evlat, onlar
min imlakin : yoksulluk, mahrumiyet, bilgisizlik
Nahnu nerzuku : biz, Allah, rızıklandırırız, nimet,
Kum ve iyyâ-hum : siz, yalnız, onlar
ve lâ takrebû : yok, yakınlık, yaklaşmayın,
el fevâhışe : haddini aşmak, kötülük, fena haller
mâ zahere minha : zahir olan, açık olan, ondan
ve mâ batane : gizli olan
ve lâ taktulû en nefse : öldürmeyin, nefs, can, kimse
elletî harreme allâhu : ki onu Allah haram kıldı
illâ bi el hakkı : ancak, sadece, hakikat, doğruluk, adalet,
Zâlikum vassa kum bihi : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler
lealle-kum takılun : umulur ki siz, akıl etme, düşünme

 

151- De ki: Allah’ın yasak kıldığı şeyleri gelin size izah edeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babanıza iyi davranın. Evlatlarınıza bilgisizlikle yazık etmeyin. Sizlerdeki ve onlardaki nimetlerin sahibinin Allah olduğunu bilin. Fena hâllerinizin, haddi aşma hâllerinizin açık olanını da ve gizli olanını da yok edin. Bir cana kıymayın ki onu Allah yasakladı. Ancak hakikat üzere olun. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz akıl edersiniz.

 

-152-

وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُواْ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللّهِ أَوْفُواْ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fadilû ve lev kâne zâ kurbâ ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn

ve lâ takrebû : yok, yakınlık, yaklaşmayın,
male el yetim : mal, değer, yetim,
İlla bi elleti hiye ahsenu : ancak, ki o, o, en güzel,
hatta yebluga eşedde hu : erişinceye kadar, kuvvet, daha fazla, o
ve evful keyl : vefa, ifa, yerine getirin,
vel mizan : ölçü, mizan, kıl, idrak, şuurlu,
bil kıst : adalet, doğruluk üzere olmak,
lâ nukellif nefsen : yok, sorumlu, mükellef, kişi, nefs,
illa vusa ha : ancak, güç, onun
ve izâ kultum fe adilu : olduğu zaman, söylendiğinde, artık, adalet,
ve lev kâne za kurba : eğer, oldu, olsada, sahip, yakınlık, akraba
ve bi ahdi allâhi evfu : söz, ahd, Allah, yerine getirme, vefa,
Zâlikum vassa kum bihi : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler
lealle-kum : umulur ki böylece siz,
tezekkerun : var oluşu anlama o hakikatlerle bakma

 

152- Yetim kuvvetlenip olgunluk çağına erişinceye kadar, yetimin malına yaklaşmayın. Ancak o ondan güzellikler bulacaksa başka. Hep adalet üzere olun, şuurlu hareket edin. Gücünün dışında bir kimseye sorumluluk yoktur. Konuştuğunuz zaman mutlaka doğru konuşun. Yakınlığı anlayanlardan olun. Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz var oluşu düşünüp anlar, o hakikatlerle bu âleme bakarsınız.

 

-153-

وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn

ve enne haza sırat mustakim : muhakkak ki ben, budur, dosdoğru hak yolu
fe ittebiû-hu : öyleyse ona tabi olun
ve lâ tettebiû : yok, uymak, tabi olmayın,
el subul : yollar, hakikat yolu,
fe teferreka bikum : ayrılık, ikilik getiren, size,
an sebil hi : hakikatlerin yolu, onun yolu,
Zâlikum vassa kum bihi : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler
lealle-kum tettekun : umulur ki, siz, fenalardan sakınma ortak koşmama

153- Muhakkak ki Benim dosdoğru yolum budur. Artık bunlara tâbi olun. Hakikatin yolundan başka yola tâbi olmayın. Sizi ikiliğe düşürecek yollara tâbi olmayın. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.

 

-154-

ثُمَّ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ تَمَامًا عَلَى الَّذِيَ أَحْسَنَ وَتَفْصِيلاً لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَّعَلَّهُم بِلِقَاء رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ

Summe âteynâ mûsel kitâbe tamâmen alellezî ahsene ve tafsîlen li kulli şeyin ve huden ve rahmeten leallehum bi likâi rabbihim yuminûn

Summe ateyna : sonra, verdik, sunduk,
musa el kitab : Musa, kitab, hakkın sözleri, yazılı olan,
Tamâmen : tamam, bütün, noksansız,
ala ellezi ahsen : ki o kitap, ona, en güzel, iyi
ve tafsilen li kulli şeyin : ayrı ayrı açıklayan, ayrıntılı, bütün her şeyi
ve huden : yol gösteren, hidayete erdiren
ve rahmeten : rahmet olan
lealle-hum bi likai : umulur ki, onlar, birlik, tevhit üzere, kavuşmak
rabbi-him yuminun : Rablerine, iman ederler, inanırlar

 

154- Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. O kitap; en güzel bir şekildedir, noksansızdır, bütün hakikatleri en ince ayrıntısına kadar gösterir, hidayete erdirir ve bir Rahmettir. Umulur ki onlar Tevhid üzere olurlar. Rablerine iman ederler.

 

-155-

وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârekun fettebiûhu vettekû leallekum turhamûn

ve hâza kitab : bu, o, o her varlık kitabı, hakikatin sözleri,
enzelna hu : sunduk, verdik, indirdik, biz, onu
mubârekun : mübarek, kutsal, verimli, bereket,
Fe ittebiû-hu : ona tabi olun, uyun
ve ittekû : fenalardan sakınma ortak koşmama
lealle-kum turhamun : umulur ki, siz, rahmet bulursunuz

 

155- Her varlık kitabını bereket taşıyan bir hâlde sunduk. Bundan böyle o hakikatlere uyun ve fenalardan sakının, ortak koşmayın. Umulur ki siz rahmet bulursunuz.

 

-156-

أَن تَقُولُواْ إِنَّمَا أُنزِلَ الْكِتَابُ عَلَى طَآئِفَتَيْنِ مِن قَبْلِنَا وَإِن كُنَّا عَن دِرَاسَتِهِمْ لَغَافِلِينَ

En tekûlû innemâ unzilel kitâbu alâ tâifeteyni min kablinâ ve in kunnâ an dirâsetihim le gâfilîn

en tekulu innema : demek, söylemek, sadece, yalnızca,
Unzile el kitabu : indirildi, sunuldu, kitap, hakikatlerin sözleri
Ala taifeyni min kabli-nâ : üzerine, topluluk, taife, bizden önce
ve in kunnâ : biz olduk
an dirâseti-him : ders, çalışmak, incelemek, öğrenmek,
le gafilin : elbette, gafil, habersiz, bilmeyen,

 

156- Her varlık bir kitap olarak bizden önceki topluluklara da sunuldu ve bizler onu anlamaya çalışmadık, elbette gafillerden olduk, dersiniz.

 

-157-

أَوْ تَقُولُواْ لَوْ أَنَّا أُنزِلَ عَلَيْنَا الْكِتَابُ لَكُنَّا أَهْدَى مِنْهُمْ فَقَدْ جَاءكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَذَّبَ بِآيَاتِ اللّهِ وَصَدَفَ عَنْهَا سَنَجْزِي الَّذِينَ يَصْدِفُونَ عَنْ آيَاتِنَا سُوءَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُواْ يَصْدِفُونَ

Ev tekûlû lev ennâ unzile aleynel kitâbu le kunnâ ehdâ minhum fe kad câekum beyyinetun min rabbikum ve huden ve rahmeh fe men azlemu mimmen kezzebe bi âyâtillâhi ve sadefe anhâ se neczîllezîne yasdifûne an âyâtinâ sûel azâbi bimâ kânû yasdifûn

Ev tekulu lev enna : veya, demek, söylemek, eğer, bize olsa,
Unzile aleynâ el kitâbu : sunuldu, indirildi, bize kitap
le kunnâ ehda minhum : elbette biz olurduk, yol bulan, onlardan
fe kad câe-kum beyyinet : işte size gelmişti, apaçık deliller
min rabbi-kum : Rabbinizden
ve huden ve rahmeten : yol gösteren ve rahmet, merhamet
fe men azlemu mimmen : öyleyse kim, daha zalim, o kimseden
Kezzebe bi âyâti allâh : yalanlayan, ayetler, delil, işaret, Allah
ve sadefe anha : yüz çevirdi, uzak durdu, ondan
Se neczi : karşılık, ceza,
ellezine yasdifûn : yüz çeviren kimseler, uzak duran
an ayati na : ayetlerimiz, delil, işaret
sûe el azâb : kötü, fena, ağır bir azap,
bima kanu yasdifun : dolayı, oldu, yüz çevirme

 

157- Ya da: Bize sunulan kitaptaki hakikatlerin sözlerini eğer anlasaydık, elbette o hakikatlerle biz yol bulurduk, diye söyleyin. Öyle ki Rabbinizden apaçık deliller; bir yol gösterici olarak ve bir rahmet olarak size sunuldu. Artık Allah’ın delillerini yalanlayan ve o hakikatlerden yüz çevirenden daha zalim olan kimdir. O delillerimizden uzak duran o kimselerin karşılığı, yüz çevirmelerinden dolayı fena hâllerin sıkıntısında kalmaktır.

 

-158-

هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن تَأْتِيهُمُ الْمَلآئِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا قُلِ انتَظِرُواْ إِنَّا مُنتَظِرُونَ

Hel yanzurûne illâ en tetiyehumul melâiketu ev yetiye rabbuke ev yetiye badu âyâti rabbik yevme yetî badu âyâti rabbike lâ yenfeu nefsen îmânuhâ lem tekun âmenet min kablu ev kesebet fî îmânihâ hayrâ kul intezırû innâ muntezırûn

hel yanzurune : bakıp ta görmezler mi?
İlla en tetiye hum : ancak, gelmesi, verilen, sunulan, onlar, kendileri
el melaiket : güç, kuvvet, meleke,
Ev yetiye rabbu-ke : yada, gelmek, sunulan, verilen, Rabbin,
Ev yetiye : veya, yoksa, gelir, sunulur, gösterilir,
badu ayat rabbike : bazı, işaret, delil, ayet, rabbinin,
Yevme yeti : gün, vakit, her an, gelir, bulur,
badu ayet rabbi ke : bazı, delil, işaret, rabbin, vücudlandıran,
La yenfeu : yok, fayda, yarar,
nefs imanu ha : nefs, kişi, onun imanı
lem tekun amenet min kablu : olmaz, iman eden, inanan, daha önceden,
Ev kesebet : veya, kazandı, edindi,
fi imani ha hayran : iman, inanmak, beğenmek, hayranlık, memnun,
Kul intezırû : anlat, bekleyin, gözlemleyin,
inna muntezırrun : bizde gözlemliyoruz

 

158- Kendilerinde olan gücün varlığını, ya da Rabbinin onlara verdiklerini ya da Rabbinin onlardaki işaretlerini, Rabbinin işaretlerinin her an onlara sunulduğunu bakıp ta görmezler mi? Kendi inançlarının onlara bir faydası olmaz, öncekilerin inançlarının da bir faydası yoktur. O inançlardan edindiklerinin de bir hayrı olmaz. De ki: Gözlemleyin bizde gözlemliyoruz.

 

-159-

إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُواْ دِينَهُمْ وَكَانُواْ شِيَعًا لَّسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ

İnnellezîne ferrekû dînehum ve kânû şiyean leste minhum fî şey innemâ emruhum ilâllâhi summe yunebbiuhum bimâ kânû yefalûn

inne ellezine ferreku : muhakkak ki, o kimseler, fırkalara, bölmek, ayrılmak
Dine hum : din, onlar
ve kanu şiyean : oldu, cemaat, tarikat, mezhep diyerek
Leste min hum fi şeyin : sen değilsin, onlar gibi, bir şey içinde
İnnemâ emr hum ila Allah : fakat, ancak, iş, işleyiş, hüküm, onlar, Allah’ın
Summe yunebbiu-hum : sonra, öyle ki, haber vermek, bildirmek, onlar
Bima kanû yefalûne : şeyler, oldu, yapmış oldukları

 

159- Doğrusu onlar dini bölük bölük ettiler ve cemaat, tarikat, mezhep diye bölündüler. Sen onların olduğu şeylerin içinde değilsin. Allah hakkında onların işleyişi anladığı gibi değilsin. Öyle ki onlara yaptıkları şeylerden hakikatler her an bildirilir.

 

-160-

مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ

Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn

Men cae bi el hasenet : kim, geldi, yapar, olur, iyi, yararlı çalışmak, hayr
fe lehu aşru emsal ha : artık, o, on, kısım, kat kat, gibi, benzer, misli
ve men cae : kim, geldi, yapar, olur,
bi el seyyiet : fanalıklar, kötülük, şer,
fe lâ yuczâ : o zaman, yok, karşılık,
illa misli ha : ancak, sadece, başka, misli, benzeri, o
ve hum lâ yuzlemûne : onlar, yok, zulüm, haksızlık

 

160- Kim yararlı çalışmalar içinde olursa, artık o kat kat karşılık bulur ve kim fenalıklar içinde olursa, o misli ile karşılık bulur ve onlara haksızlık edilmez.

 

-161-

قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Kul innenî hedânî rabbî ilâ sırâtın mustekîm dînen kıyamen millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn

Kul inne ni : de, anlat, elbette ben,
Heda ni rabbi : yol gösteren, rehber, ben, rabbim
ilâ sırâtın mustekimin : dosdoğru hak yolu üzere
Dinen : din olarak, var oluş yasaları,
kıyamen : diri olan, dosdoğru, canlanmak,
milleti : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan,
ibrâhîme : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere
hanif : tevhid üzere, birlik üzere,
ve ma kane min el müşrikin : olmadı, olmaz, değilim, ortak koşmak,

 

161- De ki: Elbette ben: Rabbimin bana yol gösterdiği şekilde dosdoğru hakikatin yolunda, dosdoğru din üzere, İbrahim’in düzenlediği ilkeler üzereyim, Tevhid idraki üzereyim ve ortak koşan değilim.

 

-162-

قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Kul inne salâtî ve nusukî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbil âlemîn

Kul inne salati : anlat, de, muhakkak ki ben, salât, bağlılık,
ve nesik  : düzen, intizam, donanım, sistem, tertip
ve mahyâye : benim hayatım
ve memati : benim ölümüm
Li Allah rabbi el alemîne : için, ait, Allah, alemlerin Rabbi, tüm vrlığı vücudlandıran,

 

162- De ki: Muhakkak ki ben her an O’na bağlıyım. Tüm varlığımın sistemi ve hayatım ve ölümüm, tüm varlığı vücudlandıran Allah’a aittir.

 

-163-

لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ

Lâ şerîke lehu ve bi zâlike umirtu ve ene evvelul muslimîn

la şerike lehu : ortağı yoktur, onun
ve bi zâlike emr tu : bununla, işte böylece, işleyiş,
Ve enne evvel el muslimin : ben, ilk, önce, barış huzur üzereyim

 

163- O’nun ortağı yoktur ve varlıktaki bütün işleyiş O’nundur ve ben öncelikle barıştan ve huzurdan yana olanım.

 

-164-

قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلاَّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ

Kul e gayrallâhi ebgî rabben ve huve rabbu kulli şeyin ve lâ teksibu kullu nefsin illâ aleyhâ ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ summe ilâ rabbikum merciukum fe yunebbiukum bimâ kuntum fîhi tahtelifûn

kul e gayr Allâh : de ki, anlat, başkası, gayrı, Allah,
ebgi rabb : istemek, aramak, bilmek, rab, vücudlandıran,
ve huve rabbu kulli şeyin : O, rabbidir, vücudlandıran, bütün her şeyin,
ve lâ teksibu : yok, edinmek, kazanmak, elde etmek,
kull nefs : hepsi, kişi, herkes, bütün nefsler,
İlla aleyhâ : ancak, başka, ona, kendisine
ve la teziru vaziretun : yok, taşıma, yük, vebal, ağırlık, yükü taşıyan
Vizre uhra : vebal, günah, ağırlık, yük, diğeri, başkası
Summe ilâ rabbi-kum : sonra, Rabbiniz, vücudlandıran,
merciu-kum : kaynagınız, aslınız, sizin dönüşünüz
fe yunebbiu-kum : öyleki, bildirilir, haber vermek, siz,
bimâ kuntum : siz olduğunuz, olduğunuz şeyler,
fihi tahtelifun : o hakikatler hakkında, ihtilaf, farklılık

 

164- De ki: Allah’tan gayrı bir vücudlandıran bilmiyorum ve bütün her şeyi vücudlandıran O’dur. Bütün nefsler ancak kendi edindiklerini taşır ve başkasının vebalini başkası taşımaz. Sizin kaynağınız ancak sizi vucudlandırandır. Öyle ki ihtilafa düştüğünüz hakikatler her an size bildirilir.

 

-165-

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ الأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve huvellezî cealekum halâifelardı ve refea badakum fevka badın derecâtin li yebluvekum fî mâ âtâkum inne rabbeke serîul ikâbi ve innehu le gafûrun rahîm

ve huve ellezi ceale kum : o, ki o, yaptı, düzenledi, kıldı, var etti, siz
halâife el ardı : halifeleri, ardından, yerine gelen, yeryüzünde
ve refea : refah, yücelik, yükseklik,
bada kum fevka : bazınızı, birbirinizi, üzerinde, üstünde
badın derecatin : bazınıza, derece, basamak, farklı
li yebluve-kum : için, imtihan, afet, sıkıntı, ders alma, gerçeği arama, siz
fî mâ ata kum : içinde, şey, ne, değil, verdi, sundu, siz
İnne rabb ke : muhakkak, rabbinin, vücudlandıran,
seriu el akabe : seri, çabuk, zorluk, güç engel
ve inne-hu le gafur : muhakkak ki o, elbette, mağfiret eden, temizleyen
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden,

 

165- Ki O’dur sizi yeryüzünde halifeler olarak vareden ve birbirinizi farklı derecelerle yükselten. Size sunulan şeylerde siz gerçeği arama içinde olun. Muhakkak ki Rabbin müşkilleri seri bir şekilde giderendir ve muhakkak ki O mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.