EN’ÂM SÛRESİ
-1-
الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِرَبِّهِم يَعْدِلُونَ
Elhamdu lillâhillezî halakas semâvâti vel arda ve cealez zulumâti ven nûr summ ellezîne keferû bi rabbihim yadilûn
el hamd li Allah | : tüm övgülerin sahibi, tüm niteliklerin sahibi, Allah |
ellezi halaka | : halketti, yaratmak, |
el semâvât ve el ard | : gökler ve yeryüzü |
ve ceale | : kıldı, yaptı, eyledi, çıkardı |
el zulumat | : cehaletin karanlığı, |
ve en nûra | : aydınlık, nur, hakikatlerin aydınlığı, |
Summe ellezine keferû | : böyle iken, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
bi rabbi him | : Rablerine, kendilerini vücudlandıran, |
yadilune | : eş, denk, akran, adil, |
1- Allah tüm niteliklerinin sahibidir. Ki O’dur gökleri ve yeri halkeden ve karanlıklardan aydınlığa çıkaran. Böyle iken hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, kendilerini Rablerine eş tutuyorlar.
-2-
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ
Huvellezî halakakum min tînin summe kadâ ecelâ ve ecelun musemmen ındehu summe entum temterûn
huve ellezi | : O, ki o |
halaka-kum | : sizi yarattı, halketti, |
min tinin | : özünden, toprak, nemli toprak |
Summe kada ecel | : sonra, takdir, hüküm, yapmak, ecel, belli bir vakit |
ve ecel musemmen | : ecel, vakit, belirli, isimlendirilmiş, |
İnde hu | : katında, ait, ona ait |
Summe entum temterun | : sonra, siz, kuşku, şüphe, tereddüt |
2- Ki O’dur sizi özünden halkeden. Sonra belli bir vakit takdir eden ve belirlenmiş vakit O’na aittir. Böyle iken siz şüphelerde kalıyorsunuz.
-3-
وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ
Ve huvellâhu fîs semâvâti ve fîl ard yalemu sirrakum ve cehrekum ve yalemu mâ teksibûn
ve huve allâh | : O, Allah, |
fî el semâvâti ve el ard | : göklerde ve yerde |
Yalemu | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, bilen |
Sirra kum | : bilinmeyen, görünmeyen, siz, |
ve cehre-kum | : açıkta olan, gördüğünüz, siz, |
ve yalemu | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
ma teksibun | : elde edilen, kazanılan, yaptığınız eserler, |
3- Allah O’dur ki, göklerde ve yerde bulunanları, gördüklerinizi ve göremediklerinizi ilmiyle varedendir. Yaptığınız eserlerdeki ilmin sahibidir.
-4-
وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ
Ve mâ tetîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû anhâ murıdîn
ve mâ teti him | : değil, şey, ne, gelmek, almak, sunulan, onlar |
min ayeti | : ayet, delil, işaret |
min âyâti rabbi him | : ayet, işaret, delil, Rablerinden, onları vücudlandıran, |
illâ kânû anha muridin | : ancak, sadece, oldu, ondan, yüz çeviren, isteyen, |
4- Onlara her varlıktan her an sunulan şeyler bir delildir, onları vücudlandıranın delillerindendir. Ancak onlar onu anlamaktan yüz çevirdiler.
-5-
فَقَدْ كَذَّبُواْ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ فَسَوْفَ يَأْتِيهِمْ أَنبَاء مَا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ
Fe kad kezzebû bil hakkı lemmâ câehum, fe sevfe yetîhim enbâû mâ kânûbihî yestehziûn
fe kad kezzebû | : böylece, yalanlarda kaldılar, |
bi el hakk | : hakikat, gerçek, doğru olan, |
lemmâ câe-hum | : geldi, sunuldu, geldiği zaman, onlar, |
fe sevfe | : sonra, artık, yakında, gelecekte, ilerde, yine de, hep |
yeti him | : geldi, sunuldu, gelecek, onlar, |
enbau | : haber, bilgi, bildirilen, |
Ma kanu bihi | : değil, şey, ne, oldu, olmadı, onunla, |
yestehziûne | : alay ediyorlar, önemsememe |
5- Böylece onlar, her varlıktan sunulan hakikatler hakkında yalanlarda kaldılar. Yine de onlara sunulan hakikatlerin bilgilerini onlar önemsemediler.
-6-
أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ
E lem yerev kem ehleknâ min kablihim min karnin mekkennâhum fîl ardı mâ lem numekkin lekum ve erselnes semâe aleyhim midrâren ve cealnâl enhâre tecrî min tahtihim fe ehleknâhum bi zunûbihim ve enşenâ min ba’dihim karnen âharîn
e lem yerev | : bakıp ta görmezler mi? |
kem ehlek na | : gibi, nice, helak olma, yazık olmak, biz |
min kabli-him | : onlardan önce, kendilerinden önce |
Min karnin | : nesil, yüzyıl, gelip geçen, |
meken na hum | : imkan, düzen, yer, mekan, biz, onlar |
fî el ardı | : arzda, yeryüzünde |
mâ lem numekkin lekum | : değil, şey, ne, imkân, düzen, mekan, yerleşme, sizi |
ve erselnâ el semae | : sunduk, gönderdik, gök, sema, ulvi âlem, |
Aleyhim midrâren | : onlara, bolca, arka arkaya, hiç kesintisiz |
ve cealnâ | : kıldık, yaptık, varettik, sunduk, |
el enhar | : nehir, akıp giden, akıp giden ilim |
Terci min tahti-him | : vardır, akar, makamlarında, onların altından |
fe ehlek nâ hum | : fakat, helak olma, yazık etme, biz, onlar |
bi zunûbi-him | : fenalarda kalmaları, günahları sebebiyle |
ve enşe nâ min badi him | : inşa, yapmak, oluşturmak, onlardan sonra |
karnen âharîne | : başka, diğer nesiller, |
6- Onlardan öncekilerinin, Bizi anlayamayıp nasıl helak olup gittiklerini bakıp ta görmezler mi? Yeryüzünde önceki nesillere de, size sunduğumuz imkânlar gibi imkânlar sunduk. Ulvi Âlem’in hakikatlerini kesintisiz sunduk. Onların makamlarında akıp giden bir ilim var ettik. Fakat onlar fenalarda kaldılar. Bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Onlardan sonra başka nesiller var ettik.
-7-
وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فِي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِأَيْدِيهِمْ لَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve lev nezzelnâ aleyke kitâben fî kırtâsin fe le mesûhu bi eydîhim le kâlelezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn
ve lev nezzelna aleyke | : eğer, şayet, indirseydik, sunsaydık, sana |
Kitaben fî kırtâsin | : kitap, kağıtda, yapraklı, yazılmış kitab, |
fe le mesûhu | : böylece, gerçekten, dokunma, temas, mesh, temizleme |
bi eydi him | : elleri, güçleri, |
Le kale ellezine keferû | : mutlaka, derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
in hâzâ illâ sihrun mubin | : bu ancak, aldatma, etkileme, sihir, apaçık |
7- Eğer sana kâğıtlara yazılmış bir kitap sunsaydık, böylece onlar elleri ile ona dokunsalardı, yine de hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler: Bu ancak bir aldatmadır, derlerdi.
-8-
وَقَالُواْ لَوْلا أُنزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌ وَلَوْ أَنزَلْنَا مَلَكًا لَّقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لاَ يُنظَرُونَ
Ve kâlû lev lâ unzile aleyhi melek ve lev enzelnâ meleken le kudıyel emru summe lâ yunzarûn
ve kalu lev la unzile | : derler, dediler, olsa olmaz mıydı, indirildi, sunuldu, oldu |
Aleyhi melekun | : ona, üzerinde, meleke, güç, kuvve, |
ve lev enzelna | : eğer, şayet, indirseydik, sunsaydık, |
meleken | : güç, kuvve, |
le kudıye el emr | : elbette, takdir, istek, tamamlamak, işleyiş, işin sahibi, |
Summe lâ yunzarûne | : öyle ki, yok, bakmak, nazar, aramak, bakıp anlamak, |
8- Dediler ki: Ona bir güç sunulsa olmaz mıydı? Eğer sana ayrı bir güç sunsaydık, elbette işleyişin sahibini isterlerdi. Öyle ki onlar anlamak için bakmadılar.
-9-
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَّجَعَلْنَاهُ رَجُلاً وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِم مَّا يَلْبِسُونَ
Ve lev cealnâhu meleken le cealnâhu raculen ve le lebesnâ aleyhim mâ yelbisûn
ve lev | : eğer, şayet, eğer anlamak için baksalardı, |
ceal nâ hu | : eğer, yapmak, düzenlemek, kılmak, sunmak, biz, o, |
meleke | : güç, kuvvet, her varlıktaki güç, kendindeki güç, meleke |
le cealnâ-hu | : elbette, yaptık, kıldık, sunduk, düzenledik, |
raculen | : ileri gelen, erkek, kâmil insan, bilge kişi, |
ve le lebes nâ | : elbette, şüphe, tereddüt, libas, suret, biz |
Aleyhim ma yelbisun | : onlar, kendileri, değil, şey, libas, suret, şüphe, tereddüt |
9- Eğer onlar anlamak için baksalardı, sunduğumuz kendilerindeki o gücü anlarlardı. Elbette o sunduğumuz gücü anlayan kâmil bir insan olur. Elbette suretlerde kalıp Bizi anlayamayanlar ise, kendi suretlerini tutan o gücü anlayamazlar.
-10-
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُواْ مِنْهُم مَّا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ
Ve lekadistuhzie bi rusulin min kablike fe hâka billezîne sehırû minhum mâ kânû bihî yestehziûn
ve lekad | : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
istuhzie | : andolsun, söz ettiler, alay etmek, önemsememek, |
bi rusulin min kablike | : resuller, hakikati gösterenler, senden önce de |
Fe hâka bi ellezine | : fakat, kuşattı, sardı, kapsama, o kimseler, |
Sehiru min-hum | : alay eden, önemsemeyen, onların, |
Ma kanu bihi yestehziûne | : oldukları şey, onu, alay ediyorlar |
10- Doğrusu, senden önceki Resullerin de anlattıkları hakikatleri önemsemediler. Fakat o önemsemeyen kimseler, önemsemedikleri hakikatlerle sarılıydılar.
-11-
قُلْ سِيرُواْ فِي الأَرْضِ ثُمَّ انظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
Kul sîrû fîl ardı summenzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn
Kul sıru fi el ardı | : anlat, de, söyle, gezin dolaşın, yeryüzü |
summe unzurû | : sonra, bakın, görün, araştırın, |
keyfe kane | : nasıl oldu, nasıl olur, |
Akıbet el mukezzibîne | : akıbetleri, sonu, yalanlayan kimseler, |
11- De ki: Yeryüzünü gezin dolaşın. Sonra bakın görün, hakikatleri yalanlayanların akıbetleri nasıl oldu.
-12-
قُل لِّمَن مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُل لِلّهِ كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Kul li men mâ fîs semâvâti vel ard kul lillâh ketebe alâ nefsihir rahmeh le yecmeannekum ilâ yevmil kıyâmeti lâ reybe fîh ellezîne hasirû enfusehum fe hum lâ yuminûn
Kul li men | : de, söyle, anlat, kim, kimin |
mâ fi el semâvât ve el ard | : değil, içinde, onda, şey, ne, göklerde ve yeryüzü |
kul li Allâh | : de, söyle, Allah için, Allah’ın |
Keteb | : kitab, yazılı olan, her varlık bir kitaptır, |
ala nefsi hi el rahmet | : üzerine, nefs, kendi, öz varlık, ruh, o, rahmet |
le yecmea | : elbette, toplayacak, toplamak, birlik, topluluk, |
enne-kum | : muhakkak siz |
ilâ yevmi el kıyamet | : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün |
la reybe fi hi | : yok, şüphe, onda, onun içinde |
Ellezine hasiru | : o kimseler, hüsran, kaybeden, |
enfus hum | : nefslerini, kendilerini |
fe hum la yuminun | : öyle ki, işte onlar, yok, mümin, inanma, emin olma |
12- De ki: Göklerde ve yerde olan bütün her şey kimindir? De ki: Allah’ındır. Her varlıkta hakikatler yazılıdır. O’nun öz varlığı elbette tüm toplulukları rahmetiyle kuşatmıştır. Muhakkak ki sizin, ölünceye kadar bu hakikatleri anlamaya vaktiniz vardır, o vaktin gelmesinde şüphe yoktur. Kendilerini tanıyamayanlar hüsrana uğrayan kimselerdir. Öyle ki onlar mümin olamazlar
-13-
وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve lehu mâ sekene fîl leyli ven nehâr ve huves semîul alîm
ve lehu ma sekene | : onun, ne varsa, bulunan, konut, oturan, mahlûkat, |
fî el leyli ve el nehar | : gecede ve gündüz, karanlık ve aydınlık |
ve huve el semiu | : O, işitme, işittiren, |
el alim | : ilmin sahibi, ilmyle vareden, |
13- Gece ve gündüz ortaya çıkan tüm varlık O’nundur ve O ilmin sahibidir, işittirendir.
-14-
قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلاَ يُطْعَمُ قُلْ إِنِّيَ أُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَسْلَمَ وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكَينَ
Kul e gayrallâhi ettehızu veliyyen fâtırıs semâvâti vel ardı ve huve yutımu ve lâ yutam kul innî umirtu en ekûne evvele men esleme ve lâ tekûnenne minel muşrikîn
Kul e gayr Allah | : de, söyle, anlat, gayrı, başka, Allah, |
Ettehızu veliyyen | : edinme, sığınma, sarılma, veli, dost |
Fatırı | : yaratan, ortaya çıkaran, açığa çıkaran, |
el semavat ve el ard | : gökler, ulvi alem ve yeryüzü, beden, toprak, |
ve huve yutımu | : O, doyurur, besler, |
ve la yutamu | : yedirilmez, doyurulmaz |
kul inni emr tu | : anlat, ben, işleyiş, hüküm, onun işleyişi üzereyim |
en ekûne evvel | : olmak, ilk, önce, |
men esleme | : kimse, kim, teslim olmak, barış ve huzur üzere |
ve lâ tekûne enne | : yok, olmak, olduğunda, |
Min el muşrıkin | : ortak koşanlardan, Hem Allah var hem benim diyen |
14- De ki: Allah’tan başkasını mı dost edineyim? O gökleri ve yeri ortaya çıkarandır. O besleyendir ve O beslenecek değildir. De ki: Ben O’nun işleyişi üzereyim. Öncelikle barış ve huzur üzere olan bir kimseyim ve ortak koşanlardan değilim.
-15-
قُلْ إِنِّيَ أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Kul innî ehâfu in asaytu rabbî azâbe yevmin azîm
Kul inni ehafu | : de, söyle, anlat, ben, korkmak, saygı, |
in asaytu rabbi | : eğer, ikilikte kalmak, asi, isyan, karşı çıkma |
Azâbe yevmin azimin | : azap, sıkıntı, gün, vakit, o zaman, büyük |
15- De ki: Eğer Rabbime karşı çıkarsam, o vakit büyük sıkıntılarda kalmaktan korkarım.
-16-
مَّن يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُ وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْمُبِينُ
Men yusraf anhu yevme izin fe kad rahımeh ve zâlikel fevzul mubîn
Men yusraf anhu | : kim, uzak durma, çevirilme, o halden, |
yevm izin | : vakit, zaman, an, yetki, icazet, her zaman |
fe kad rahıme hu | : böylece, artık, oldu, rahmet, rahim, o |
ve zâlike el fevzi el mubin | : işte bu, kurtuluş, apaçık, büyük kurtuluş, |
16- Kim o fena hâllerden her zaman uzak durursa, böylece o merhamet bulur. İşte büyük kurtuluş budur.
-17-
وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدُيرٌ
Ve in yemseskellâhu bi durrin fe lâ kâşife lehu illâ huve, ve in yemseske bi hayrın fe huve alâ kulli şeyin kadîr
ve in yemses ke Allah | : eğer, ise, olsa, dokunma, gelme, temas, sen, Allah |
bi durrin | : sıkıntı, zarar müşkil, darda kalmak |
fe lâ kâşife | : artık, yok, açmak, giderecek, |
lehu illa huve | : onu, ondan başka |
ve in yemses-ke | : eğer, dokunmak, temas, o halde olmak, |
bi hayr | : faydalı, yararlı, bir hayır |
Fe huve alâ kulli şeyin kadir | : işte o, bütün her şeydeki kudrettir, |
17- Eğer Allah hakkında sana bir müşkil gelmişse, artık onu O’ndan başkası gideremez. Eğer sana bir hayr gelmişse, o da O’ndandır. İşte O bütün her şeydeki kudrettir.
-18-
وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ
Ve huvel kâhiru fevka ıbâdih ve huvel hakîmul habîr
ve huve el kahıru | : O, mutlak galip olan, sımsıkı tutan, her şeye hâkim olan |
Fevka abıd hi | : üstünde, onun kulları |
ve huve el hakim | : o, hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
el habir | : bildiren, haber veren |
18- O, kullarını tecellileriyle sımsıkı tutandır ve O, tüm varlığa hâkim olandır, tüm varlıktan hakikatleri her an bildirendir.
-19-
قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادةً قُلِ اللّهِ شَهِيدٌ بِيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لأُنذِرَكُم بِهِ وَمَن بَلَغَ أَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ أَنَّ مَعَ اللّهِ آلِهَةً أُخْرَى قُل لاَّ أَشْهَدُ قُلْ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنَّنِي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ
Kul eyyu şeyin ekberu şehâdeh kulillâhu şehîdun beynî ve beynekum ve ûhiye ileyye hâzâl kurânu li unzirekum bihî ve men belaga e innekum le teşhedûne enne meallâhi âliheten uhrâ kul lâ eşhed kul innemâ huve ilâhun vâhidun ve innenî berîun mimmâ tuşrikûn
Kul eyyu şey ekber | : anlat, de ki, hangi şey, ne, yüce, |
şehadet | : heran her yerde hazır olan, şahit olmak, |
Kul allâh şehîdun | : anlat, Allah, her an her yerde hazır olan, |
Beyni ve beyne-kum | : bende de ve sizin aranız, sizde de |
ve ûhiye ileyye | : vahyolundu, bana, |
haza el kuran | : bu, kuran, ilahi sözler, okunan şey, |
li unzire kum bihi | : için, hakikatleri açıklamak uyarmak, onunla |
ve men belaga | : kim erişti, ulaştı |
e inne-kum | : öylemi, muhakkak, siz |
le teşhedûne | : gerçekten şahitlik ediyorsunuz, |
enne mea Allah | : beraber olduğuna, Allah |
âliheten uhrâ | : başka ilâhlar |
kul lâ eşhedu | : de, söyle ben şahitlik yapmam |
kul innemâ | : anlat, sadece, ancak, |
huve ilah vahid | : o, ilah, tek, bir |
ve inne ni beriun | : muhakkak ki ben, uzak olmak, beri durmak, |
min mâ tuşrikun | : şeylerden, ortak koştuklarınız |
19- De ki: Her an her yerde hazır olandan, daha yüce hangi şey vardır. De ki: Bende de ve sizde de her an her yerde hazır olan Allah’tır. Bu ilahi sözler, size ve kime ulaşırsa, hakikatleri açıklamam, uyarmam için bana vahyolundu. Siz gerçekten Allah ile beraber başka ilahlara şahit olabilir misiniz? De ki: Ben şahit olamam. Tek ilah ancak O’dur ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.
-20-
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yarifûnehu kemâ yarifûne ebnâehum ellezîne hasirû enfusehum fe hum lâ yuminûn
Ellezine ateyna hum | : o kimseler, verdik, sunduk, onlar, kendileri, |
el kitâbe | : kitap, yazılı olan, varlık kitabı, vücut kitabı, |
yarifune hu | : arif olma, bilme, o |
kemâ yarifûne | : gibi, tanırlar, bilirler, |
ebnae hum | : evlat, çocuk, onlar, kendi evlatları, |
Ellezine hasiru | : o kimseler, hüsran, kaybeden, |
enfus hum | : nefslerine, kendilerine |
fe hum la yuminun | : öyle ki, işte onlar, yok, mümin, inanma, emin olma |
20- Kendilerine sunduğumuz o kitaba arif olanlar, kendi evlatlarını bildikleri gibi onu bilirler. Kendilerine arif olamayanlar ise kaybeden kimselerdir, öyle ki onlar mümin olamazlar
-21-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih innehu lâ yuflihuz zâlimûn
ve men azlemu mimmen | : kim, daha zalim kimselerden |
İfterâ ala Allah | : iftira, uydurma, Allah’a karşı, Allah hakkında, |
keziben | : yalanlayan, yalanları yayan, |
ev kezzebe bi ayeti hi | : veya yalanladı, o ayetleri, işaret, delil, |
İnne hu la yuflihu | : doğrusu, o, yok, kurtulma, felah bulmak, özü anlama |
el zalimin | : zalimler, zulüm edenler, |
21- Allah hakkında iftira atanlar ve o yalanları yayanlar, ya da onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim olan kimdir. Doğrusu o zalimler felah bulamazlar.
-22-
وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَيْنَ شُرَكَآؤُكُمُ الَّذِينَ كُنتُمْ تَزْعُمُونَ
Ve yevme nahşuruhum cemîan summe nekûlu lillezîne eşrakû eyne şurekâukumullezîne kuntum tezumûn
ve yevme nahşuru hum | : gün, vakit, toplanma, ortay çıkma, onlar |
cemîan | : hepsini |
Summe nekulu | : sonra, öyle ki, demek, söylemek |
Li ellezi eşrakû | : o kimselere, şirk koştular, ortak koştular |
eyne şurekâu-kum | : nerede, nasıl, ortaklar, ortak koşmak, siz |
Ellezîne kuntum tezumun | : o kimseler, oldunuz, idiniz, zanda bulunan |
22- O hâlde olanların hepsi bir araya toplandığında, ortak koşan o kimselere bildirilir: Sizin zanlarda kalıp sığındığınız, o ortak koştuklarınız nerede.
-23-
ثُمَّ لَمْ تَكُن فِتْنَتُهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ وَاللّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ
Summe lem tekun fitnetuhum illâ en kâlû vallâhi rabbinâ mâ kunnâ muşrikîn
Summe lem tekun | : sonra, olmadı, |
fitnetu-hum | : fitne, kargaşa, müşkil, sınama, arayış, imtihan, onlar, |
illâ en kâlû | : ancak, sadece, yinede, demek, derler |
ve Allâh rabbi na | : Allah, rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
mâ kunnâ müşrikun | : biz olmadık, değiliz, ortak koşan |
23- Onların fitnelikten başka bir hâlleri olmadı. Ancak yine de derler ki: Rabbimiz Allah’tır, biz ortak koşanlardan değiliz.
-24-
انظُرْ كَيْفَ كَذَبُواْ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
Unzur keyfe kezebû alâ enfusihim ve dalle anhum, mâ kânû yefterûn
Unzur keyfe kezebu | : bak, gör, nasıl, yalanlarda kalan, |
alâ enfusi-him | : karşı, üzere, için, nefsleri, kendileri |
ve dalle anhum | : saptı, uzaklaştı, hakikatlerden saptı, onlardan |
mâ kânû yefterun | : şey, değil, ne, oldu, olmadı, iftira, uydurma |
24- Kendilerine karşı yalanlarda kalanlar nasıldır bak gör. Onlar, yalanlarda kaldıkları şeyler yüzünden hakikatlerden sapmışlardır.
-25-
وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَآ إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ
Ve minhum men yestemiu ileyke ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minû bihâ hattâ izâ câuke yucâdilûneke yekûlullezîne keferû in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn
ve minhum men yestemia ileyke | : onlardan, kim, dinlemek, işitmek, seni |
ve cealnâ | : yaptık, koyduk, sunduk, yarattık, |
ala kulubi him | : kalplerinde, idraklerinde, anlayış, onlar, |
Ekinet | : örtü, engel, perde, |
en yefkahû-hu | : örtü, anlamama, fıkıh, iyice anlayıp bilme, |
ve fî âzâni-him vakran | : kulakları, duymaları, onlar, işitememe, engel |
ve in yerev | : eğer, şayet, gören, açıklasan, göstersen, |
kulle ayetin | : bütün, ayet, işaret, delil, |
la yuminu biha | : iman etmezler, ona |
hattâ izâ câu-ke | : hatta, geldiklerinde, sen, |
yucadilune ke | : tartışmak, mücadele etmek, sen, |
Yekulu ellezîne keferû | : derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
in hâzâ illâ esatiru | : bu ancak, masalları, efsane, uydurma, |
el evvelin | :evvelki, öncekilerin |
25- Onlardan seni dinler gibi yapıp dinlemeyenler vardır. Onların kalblerinde, sunduğumuz hakikatleri anlamalarına engel olan şeyler vardır ve kulaklarında hakikatleri işitmeye engel vardır. Eğer onlara hakikatleri bütün delillerle açıklasan yine de iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışmaya kalkarlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, bu ancak öncekilerin efsaneleridir, derler.
-26-
وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْأَوْنَ عَنْهُ وَإِن يُهْلِكُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ
Ve hum yenhevne anhu ve yenevne anh ve in yuhlikûne illâ enfusehumve mâ yeşurûn
ve hum eynhevne anhu | : onlar, yasaklama, men etme, ondan, o hakikatlerden |
ve yenevne anhu | : mesafe, uzaklaşmak, ondan |
ve in yuhlikûn | : eğer, helak, yazık etme, yıkılma, kaybetme, |
illa enfushum | : ancak, sadece, kendi nefsleri, kendileri, |
ve mâ yeş’urûne | : değil, yok, şuur, kendinin çevresinin farkında değil |
26- Onlar, o hakikatlerden başkalarını da uzaklaştırırlar ve ondan kendileri de uzaklaşırlar. Eğer onlar yazık edeceklerse ancak kendilerine yazık ederler ve onlar, kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.
-27-
وَلَوْ تَرَىَ إِذْ وُقِفُواْ عَلَى النَّارِ فَقَالُواْ يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلاَ نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lev terâ iz vukıfû alen nâri fe kâlû yâ leytenâ nureddu ve lâ nukezzibe bi âyâti rabbinâ ve nekûne minel muminîn
ve lev terâ iz vukifu | : görsen, görseydin, durdukları yer, bulundukları hal |
alâ en nâri | : içinde, üzerinde, ateşin, yakıcılık halinin sıkıntısı |
fe kâlû ya leyte na | : o zaman, derler, keşke biz olsaydık, |
nureddu | : biz, reddeden, geri dönebilen |
ve la nukezibe | : yok, yalanlama, yalanlamayız, |
bi ayeti rabb na | : işaret, delil, ayetler, rabbimiz |
ve nekûne min el müminin | : biz oluruz, müminlerden |
27- O ateşte bulunanların hâllerini eğer görseydin; keşke biz reddedenlerden olmasaydık, o zaman Rabbimizin ayetlerini yalanlayanlardan olmazdık ve biz müminlerden olurduk, derler.
-28-
بَلْ بَدَا لَهُم مَّا كَانُواْ يُخْفُونَ مِن قَبْلُ وَلَوْ رُدُّواْ لَعَادُواْ لِمَا نُهُواْ عَنْهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Bel bedâ lehum mâ kânû yuhfûne min kabl ve lev ruddû le âdû li mâ nuhû anhuve innehum le kâzibûn
Bel beda lehum | : hayır, bilakis, gösterildi, açıklandı, onlara |
mâ kânû yufhune min kabl | : olmadı, oldukları şey, gizleme, bilmedikleri, daha önce |
ve lev ruddû | : şayet, eğer, geri dönseler, reddetmek, |
le âdû | : elbette, geri dönerler, |
lima nuhu anhu | : şeyler, yasaklanan, neyh edilen, ondan |
ve inne-hum le kazibun | : muhakkak onlar, elbette yalanlarda kaldılar, yalanladılar |
28- Bilakis, daha önce onların bilmedikleri şeyler onlara açıklandı. Eğer onlar geri dönseler, yine onlara yasak olan şeylere dönerler ve muhakkak onlar, elbette yine hakikatleri yalanlarlardı.
-29-
وَقَالُواْ إِنْ هِيَ إِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ
Ve kâlû in hiye illâ hayatuned dunyâ ve mâ nahnu bi mebûsîn
ve kâlû in hiye | : dediler, o |
İlla Hayatı na el dunyâ | : ancak, sadece, hayatımız, dünya |
ve mâ nahnu bi mubusin | : biz değiliz, dirilecek, ortaya çıkma, diriliğe ulaşmak, |
29- Onlar dediler ki: Hayatımız sadece dünyadadır ve biz diriliğe kavuşacak değiliz.
-30-
وَلَوْ تَرَى إِذْ وُقِفُواْ عَلَى رَبِّهِمْ قَالَ أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُواْ بَلَى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُواْ العَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
Ve lev terâ iz vukıfû alâ rabbihim, kâle e leyse hâzâ bil hakk kâlû belâ ve rabbinâ kâle fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn
ve lev terâ iz vukıfu | : görsen, görseydin, durdukları yer, bulundukları hal |
alâ rabbi-him | : üzerlerinde, gerçekler, Rablerinin, |
Kâle e leyse haza bi el hakk | : dedi, bu değil mi, gerçek, hak, hakikat, |
kâlû belâ | : dediler, evet, doğrudur |
ve rabbi-nâ | : Rabbimize, bizi vücudlandıran |
Kale fe zûkû el azabe | : dedi, artık, öyle ki, o halde kalmak, tatmak, his, sıkıntı, |
bimâ kuntum tekfurun | : olduğunuzdan dolayı, hakikatleri örtmek |
30- Onların Rabbine karşı durdukları o cehalet hâllerini görseydin. Onlara denildi ki: Bu görünenler gerçek değil midir? Dediler ki: Evet, Rabbimize andolsun gerçektir. Onlara denildi ki: Bu hâlleriniz, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüğünüzden dolayıdır.
-31-
قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِلِقَاء اللّهِ حَتَّى إِذَا جَاءتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُواْ يَا حَسْرَتَنَا عَلَى مَا فَرَّطْنَا فِيهَا وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلَى ظُهُورِهِمْ أَلاَ سَاء مَا يَزِرُونَ
Kad hasirellezîne kezzebû bi likâ allâh hattâ izâ câethumus sâatu bagteten kâlû yâ hasretenâ alâ mâ farratnâ fîhâ ve hum yahmilûne evzârehum alâ zuhûrihim e lâ sâe mâ yezirûn
kad hasire ellezine kezebu | : oldu, hüsran, kayıp, o kimseler, yalanlarda kalan |
bi likâi allâh | : kavuşma, birlik, tevhid etme, toplanma |
Hattâ iza caet hum | : hatta, öyle ki, onlara geldiğinde, |
es sâatu bagteten | : o saat, o vakit, ecel, ölüm, vakti, aniden, ansızın |
Kalu yâ hasrete-nâ | : dediler, ya, ey, hasret, yazık, özlem, ayrılık, biz |
alâ mâ farratna fiha | : şey üzerine, aşırı gitme, fenalarda kalma, orada |
ve hum yahmilun | : onlar, taşırlar, kendi fenalarını taşıma, |
evzar hum | : taşıdıkları bildikleri, yükleri, onlar |
alâ zuhûri-him | : görünüm, zahirde kalma, suret, sırtlarında |
e lâ sâe ma yezirun | : ne kötü değil mi, şey, değil, ne, taşıdıkları, |
31- Allah’ın birliğine karşı yalanlarda kalanlar, hüsrana uğrayanlardan olurlar. Hatta onlara ansızın ölüm vakti geldiğinde; biz aşırı gittik, fena hâllerde kaldık, ayrılıklara düştük, derler. Onların taşıdıkları bildikleri; suretlerde kalmak, kendi fenalarını taşımaktır. Taşıdıkları bildikleri ne kötü bir şeydir.
-32-
وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Ve mâ el hayâtud dunyâ illâ leibun ve lehvun ve led dârul âhiretu hayrun lillezîne yettekûn e fe lâ takılûn
ve mâ el hayâtu ed dunyâ | : değil, dünya hayatı, dünya yaşamı, |
İllâ leibun ve lehven | : ancak, değil, sadece, oyun ve eğlence |
Ve le ed dâru el âhiretu | : elbette, yurt, korunma, bulundukları yer, sonunda, |
Hayrun | : faydalı, hayırlı, yararlı, |
li ellezine yettekun | : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar için |
e fe lâ takılûne | : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşünmek, idrak etmek |
32- Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlence yeri değildir. Fenalardan sakınan, ortak koşmayanların elbette sonları daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?
-33-
قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Kad nalemu, innehu le yahzunukellezî yekûlûne fe innehum lâ yukezzibûneke ve lâkinnez zâlimînebi âyâtillâhi yechadûn
kad nalemu | : oldu, biz, bilmek, ilmin sahibi |
inne-hu le yahzunu ke | : doğrusu, o, elbette, mahzun, üzmek, |
ellezî yekûlûne | : onların söyledikleri |
fe inne hum | : fakat, muhakkak ki onlar |
la yukezebene ke | : yok, yok sayan, kabul etmez, yalanlarda kalan, sen |
ve lâkinne el zalimin | : lâkin, fakat, sanma, zalimler, zulüm eden, |
bi âyâti Allâh | : ayetleri, işaret, delil, Allah, |
yechadun | : cihad, mücadele ederler, karşı dururlar, |
33- İlmin sahibi Biziz. Doğrusu onlar söyledikleri sözlerle seni üzerler. Muhakkak ki onlar senin söylediklerine karşı yalanlarda kalırlar, hakikatleri kabul etmezler. Zalimler, Allah’ın ayetlerini alet edip cihat ettiklerini sanırlar.
-34-
وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ فَصَبَرُواْ عَلَى مَا كُذِّبُواْ وَأُوذُواْ حَتَّى أَتَاهُمْ نَصْرُنَا وَلاَ مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ وَلَقدْ جَاءكَ مِن نَّبَإِ الْمُرْسَلِينَ
Ve lekad kuzzibet rusulun min kablike fe saberû alâ mâ kuzzibû ve ûzû hattâ etâhum nasrunâ ve lâ mubeddile li kelimâtillâh ve lekad câeke min nebeil murselîn
ve lekad kezebet | : andolsun, doğrusu, gerçek şu ki, yalanlandı |
Resul min kabli-ke | : resulle hakikati gösterenler, senden önce |
fe saberû ala ma kezzibu | : fakat, sabrettiler, yalanladıkları şeylere karşılık |
ve ûzû hatta eta hum | : eza, eziyet, hatta, onlara geldi, eziyet edilmeleri, |
nasr na | : yardım, biz, yardımımız, |
ve lâ mubeddil li kelimat allah | : yok, değiştirme, kelimeler, tecelli, Allah |
ve lekad cae ke | : andolsun, sana geldi, sana sunuldu, |
Min nebei | : haberleri, bilgileri, |
el murseline | : resuller, hakikatleri anlatanlar, |
34- Doğrusu senden önce de Resulleri yalanlayanlar oldu. Fakat onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen yardımımızı bulana dek sabrettiler. Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Doğrusu hakikatleri anlatanlar hakkında bilgiler sana geldi.
-35-
وَإِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَن تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاء فَتَأْتِيَهُم بِآيَةٍ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ
Ve in kâne kebure aleyke irâduhum fe inistetate en tebtegıye nefekan fîl ardı ev sullemen fîs semâi fe tetiyehum bi âyet ve lev şâallâhu le cemeahum alel hudâ fe lâ tekûnenne minel câhilîn
ve in kâne kebure aleyke | : eğer oldu ise, ağır, büyük, zor, sana |
iradu-hum | : isteksiz, gönülsüz, yüz çevirme, onlar |
fe inistetate | : öyleyse, gücün varsa, gücü yetmek, |
en tebtegıye | : aramak, yapmak, istemek, |
Nefekan fi el ardı | : tünel, yerin içine |
ev sullemen | : veya, bir merdiven, basamak, |
fi el semai | : gökyüzü, sema, ulvi alem, |
fe tetiye hum bi ayetin | : böylece, o zaman, getir, onlar, ayet, işaret, delil, |
ve lev şâe allah | : şayet, eğer, istek, Allah |
le cemea-hum | : elbette, toplanma, hepsi, onlar, |
ala el huda | : yol bulmak, kılavuz, rehber, |
fe lâ tekûnen min el cahilin | : artık, yok, olmak, olma, cehalet, cahillik, bilgisizlik |
35- Eğer onların isteksiz davranıp yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, artık gücün varsa yerin içinde bir tünel yap ya da gökyüzüne doğru bir merdiven yap. Sonra da onlara oradan deliller sun. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteselerdi, elbette onların hepsi hakka yol bulurlardı. Artık bundan sonra sakın cahillik hâllerinde olma.
-36-
إِنَّمَا يَسْتَجِيبُ الَّذِينَ يَسْمَعُونَ وَالْمَوْتَى يَبْعَثُهُمُ اللّهُ ثُمَّ إِلَيْهِ يُرْجَعُونَ
İnnemâ yestecîbullezîne yesmeûn vel mevtâ yebasuhumullâhu summe ileyhi yurceûn
innemâ yestecibu ellezine | : ancak, sadece, icabet etmek, cevap aramak, o kimseler |
yesmeûne | : işitirler, |
ve el mevtâ | : nutfe, ölülük, ölü halde olan, fena fillah |
Yebasu hum Allah | : diriliş, ortaya çıkış, onlar, Allah |
Summe ileyhi yurceun | : sonra, ona, aslı olan, asliyet, ona döndürülür |
36- Ancak seni işitenler icabet ederler. Fenafillâh olanları Allah diriliğe ulaştırır. Sonra da onlar asliyetlerini anlarlar.
-37-
وَقَالُواْ لَوْلاَ نُزِّلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّ اللّهَ قَادِرٌ عَلَى أَن يُنَزِّلٍ آيَةً وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve kâlû lev lâ nuzzile aleyhi âyetun min rabbih kul innallâhe kâdirun alâ en yunezzile âyeten ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn
ve kâlû levla nuzzile | : dediler, olsaydı, olmaz mı? İndirildi, sunuldu |
Aleyhi ayet min rabbi hi | : ona, üzerinde, işaret, ayet, delil, rabbinden |
Kul inne Allâh kadir | : anlat, muhakkak ki Allah, kudret, |
alâ en yunezzile | : üzerinize, size, bedeninizde, indirildi, sunuldu, |
ayeten | : üzerinize, indirmeye, işaret, delil, ayet |
ve lâkin ekser hum la yalemun | : lakin, fakat, çoğu, onlar, yok, bilmek |
37- Rabbinden bir işaret onun üzerinde indirilseydi olmaz mıydı, dediler. De ki: Allah’ın işaretleri tüm kudretiyle bedeninizde size sunuldu. Fakat onların çoğu bilemiyorlar.
-38-
وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَّا فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum mâ farratnâ fîl kitâbi min şeyin summe ilâ rabbihim yuhşerûn
ve ma min dabbetin | : değil, varlık, hareket eden, yürüyen, |
fi el ard | : yeryüzü, |
ve lâ tâirin | : yok, kuş, uçmak, yücelik, |
yatiru bi cenahayhi | : uçan, kanatları |
illâ umemun emsal kum | : topluluk, ümmet olmasın, gibi, sizin, |
mâ farratnâ | : değil, ne, şey, öne çıkan, fazla, eksik değil, |
fi el kitab min şey | : kitabın içinde, hiçbir şeyi |
Summe ila rabb him yuhşerun | : sonra, rablerine, toplanma, birliğinde |
38- Yeryüzünde hiçbir varlık olmasın ki ve gökyüzünde kanatları ile uçan bir kuş yoktur ki, sizin gibi bir topluluk olmasın. Kâinat kitabının içinde olan hiçbir şeyde ihmal yoktur. Öyle ki onlar her an Rabbin birliğindedir.
-39-
وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِ مَن يَشَإِ اللّهُ يُضْلِلْهُ وَمَن يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ summun ve bukmun fîz zulumât men yeşâillâhu yudlilhu ve men yeşe yec’alhu alâ sırâtın mustakîm
ve ellezine kezebe bi ayet na | : o kimseler, yalanlayan, ayetlerimizi, delil, işaret |
Summun ve bukmun | : duyamayan ve dilsiz, konuşamayan, |
fi el zulumat | : cehaletin karanlığı, karanlık, |
men yeşai | : kim, istek, isteyen kimse, |
Allah yudlil hu | : Allah, dalalete sapan, cehalete sapan, çıkan, |
ve men yeşe | : isteyen kimse, kim isterse, |
yecal hu | : yapar, eyler, olur, o |
ala sırâtın mustakîmin | : üzerine, dosdoğru hak yolu |
39- Ayetlerimize karşı yalanlarda kalan o kimseler; cehaletin karanlığında kalan, hakikatleri işitemeyen ve hakikatleri konuşamayanlardır. İsteyen kimse Allah’ın hakikatlerinden kendi cehaletine sapar ve isteyen kimse de dosdoğru hakkın yolunda olur.
-40-
قُلْ أَرَأَيْتُكُم إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ أَوْ أَتَتْكُمُ السَّاعَةُ أَغَيْرَ اللّهِ تَدْعُونَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Kul e reeytekum in etâkum azâbullâhi ev etetkumus sâatu e gayrallâhi tedûn in kuntum sâdıkîn
kul e raeyte-kum | : de, söyle, anlat, gördünüz mü? Düşündünüz mü? |
in etâ-kum azab Allah | : eğer size gelse, sıkıntı, müşkil, Allah |
ev etet-kum el saat | : veya size gelse, o saat, ölüm vakti |
e gayre Allâh | : gayrı, başka şeyler, zanni şeyler, Allah, |
tedune | : dua, yönelme, isteme, |
in kuntum sadıkın | : eğer siz, iseniz, sadık, doğru söyleyen, doğru iyi olan |
40- De ki: Düşündünüz mü? Eğer size Allah yolunda bir müşkil gelse ya da o ölüm vakti gelse, eğer siz sadıklardan iseniz, Allah’ı bırakıp da zanna dayalı şeylere mi yöneleceksiniz?
-41-
بَلْ إِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ إِلَيْهِ إِنْ شَاء وَتَنسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ
Bel iyyâhu ted’ûne fe yekşifu mâ tedûne ileyhi in şâe ve tensevne mâ tuşrikûn
Bel iyya hu tedune | : hayır, sadece, o, yönelme, dua, çağrı |
fe yekşifu | : artık, giderir, açar, açığa çıkaran, ortaya koyar, kâşif |
mâ tedûne ileyhi | : şey, ne, değil, yönelme, dua, ona, |
in şae | : eğer, şayet, istek, istenilen şey, |
ve tensevne | : unutursunuz, |
ma tuşrikun | : şey, ne, değil, ortak koşmak, |
41- Hayır, yöneleceğiniz sadece O’dur. Eğer bir istekle O’na yönelirseniz, hakikatleri ortaya koyanın O olduğunu anlarsınız ve böylelikle ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
-42-
وَلَقَدْ أَرْسَلنَآ إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ
Ve lekad erselnâ ilâ umemin min kablike fe ehaznâhum bil besâi ved darrâi leallehum yetedarraûn
ve lekad ersalna ila | : andolsun, doğrusu, gönderdik, sunduk, açığa çıktı, biz, |
ilâ umemin min kabl ke | : ümmetlere, topluluk, senden önce |
fe ehaznâ-hum | : öyle ki, sarmak, yakalamak, o halde olmak, biz, onlar |
bi el besai | : güçlü sıkıntı, zorluk, |
ve el darrai | : darlık, zarar, sıkıntı, zorluk, müşkil, |
lealle-hum | : umulur, onlar, o halde olanlar, |
yetedarraune | : müşkillerinden kurtulurlar, sıkıntı, darlık, korunmak, |
42- Doğrusu senden önce de topluluklara Bizi anlatanlar açığa çıktı. Öyle ki onlar Bizi anlamaktan uzak olup, cehaletlerine sarılmışlardı. Müşkillerde ve sıkıntılı hallerdeydiler. Umulur ki o halde olanlar müşkillerinden kurtulurlar.
-43-
فَلَوْلا إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُواْ وَلَكِن قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Fe lev lâ iz câehum besunâ tedarraû ve lâkin kaset kulûbuhum ve zeyyene lehumuş şeytânu mâ kânû yamelûn
fe lev lâ iz cae hum | : böylece olmaz mıydı, onlara geldiğinde, |
Besu na tedarraû | : sıkıntı, müşkil, biz, yalvarma, isteme, yönelmek, |
ve lâkin kaset | : lakin, fakat, katılaştı, noksan, |
kulub hum | : kalpleri, idrakleri, anlayışları, |
ve zeyene lehum | : süsledi, ego halleri, onlar süslendiler, |
el şeytan | : şeytani haller, kötü halleri |
mâ kânû yamelun | : şey, değil ne, olmadı, yapmadılar, |
43- Onlar müşkilli hâllerden kurtulmak için Bize yönelselerdi olmaz mıydı? Fakat onların kalblerinde Hakk’ı aramada katılık vardı. Onlar şeytani hâllerle süslendiler, hakikatleri aramada bir şey yapmadılar.
-44-
فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ
Fe lemmâ nesû mâ zukkirû bihî fetahnâ aleyhim ebvâbe kulli şey hattâ izâ ferihû bimâ ûtû ehaznâhum bagteten fe izâhum mublisûn
fe lemmâ nesu | : fakat, öyle ki, olduğunda, unutmak, unuttukları |
mâ zukkirû bihi | : şey, ne, değil, zikir, anmak, hatırlatmak, o |
Fetahnâ aleyhim | : açtık, ortaya koyduk, onlar, |
ebvabe | : kapı, hakikatler |
kulli şeyin | : bütün her şey, bütün varlık, |
Hatta izâ ferihu | : hatta, ferah, sevinince, rahat, huzur, |
bima utu | : şeyler, verilen, sunlan, |
Ehaz na hum | : sarmak, o hallerde olmak, yakalamak, biz, onlar, |
bagteten | : ansızın |
fe izâ-hum mublisun | : artık, yinede, onlar, umutsuz, ümit kesen, |
44- Onlar o hatırlatılan şeyleri unutmalarına rağmen, yine de bütün varlık kapılarından hakikatleri onlara açtık. Onlara sunulan şeylerle rahatladıklarında, hemen Bizi unutup eski hâllerine sarıldılar. Yine onlar ümitsizlik içinde oldular.
-45-
فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Fe kutia dâbirul kavmillezîne zalemû vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn
fe kutia | : böylece kesildi, engel, uzaklaştı, |
dabiru el kavmi | : gerisi, geçmişi, eski cehaleti, topluluk, kimseler |
Ellezîne zalemu | : o kimseler, zulmedenler, zalimlik |
ve el hamdu li allah | : hamd, varlığın tüm nitelikleri, övgüler, Allah |
Rabbi el alemin | : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran, |
45- Böylece zalimlerden olan o kimseler, eski cehalet bilişlerinde kalıp hakikatleri anlamaktan uzaklaştılar. Tüm varlığı vücudlandıranın Allah olduğunu, tüm niteliklerin sahibinin O olduğunu anlayamadılar.
-46-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُم مَّنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللّهِ يَأْتِيكُم بِهِ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ
Kul e reeytum in ehazallâhu semakum ve ebsârekum ve hateme alâ kulûbikum men ilâhun gayrullâhi yetîkum bihî unzur keyfe nusarriful âyâti summe hum yasdifûn
Kul e raeytum | : anlat, gördünüz mü, anladınız mı? |
in ehaze allah | : eğer, ise, sarmak, edinmek, sarılmak, Allah |
Sema kum ve ebsara kum | : işitmeniz ve görmeniz, |
ve hateme | : kapalı, son, bitmek, mühürledi, örtü, |
ala kulub kum | : kalpleriniz, idrakleriniz, anlayış |
Men ilahun | : kim, ne, ilah, sığınılacak olan, |
gayru allâh | : gayrı, başka, Allah |
Yeti kum bihi | : getirir, sunar, siz, onu, hakikatleri, |
Unzur | : bak gör, anla, anlamak için bak, |
keyfe nusaraf | : nasıl, ayrıntılı açıklamak, göstermek, |
el ayet | : ayet, işaret, delilleriyle hakikatleri, |
summe hum yasdifun | : sonra onlar, yüz çevirme, uzak durmak, ilgilenmemek |
46- De ki: Anladınız mı? Eğer Allah’ı anlamada cehalet hallerinize sarılı iseniz, işitmenizde ve görmenizde ve kalblerinizde örtüler varsa, size hakikatleri sunacak Allah’tan gayrı sığınılacak olan var mıdır? Tüm varlıktan delilleriyle hakikatleri, en ince ayrıntısına kadar nasıl sunduğumuzu anlamak için bak. Yine de onlar uzak duruyorlar.
-47-
قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ بَغْتَةً أَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ إِلاَّ الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ
Kul e reeytekum in etâkum azâbullâhi bagteten ev cehreten hel yuhleku illel kavmuz zâlimûn
kul e raeyte kum | : anlat, gördünüz mü, anladınız mı? |
in etâ-kum | : eğer, şayert, size gelse, |
azabu Allah | : sıkıntı, müşkil, Allah |
Bagteten ev cehreten | : ansızın, aniden, ya da açıkça, belli |
Hel yuhleku | : mı? helak olmak, yazık etmek, kayıp, |
illa el kavmu | : başka, kavim, kimse |
el zâlimûne | : zalimler, kötülük yapan, Allah’ın ilmine sahiplenenler, |
47- De ki: Anladınız mı? Eğer size Allah yolunda ansızın içinizden ya da açıktan müşkiller gelse, ancak zalim kimseler onu çözemeyip helak olup gitmez mi?
-48-
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلاَّ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
ve mâ nursilu | : değil, şey, ne, biz, açığa çıkmak, irsal, |
el murselin | : hakikati gösterenler, resuller, irsal, |
illâ mubeşirin | : ancak, sadece, umut veren, sevindiren, müjdeleyici |
ve munzirin | : hakikatleri açıklayıp uyaran |
fe men âmene | : artık, kim, kimse, inanır, iman etmek, |
ve asleha | : ıslah olmak, temizlenmek, arınmak, kurtulmak, |
fe lâ havfun aleyhim | : artık korku yoktur, onlara |
ve lâ hum yahzenun | : yok, onlar, mahzun, üzülme, keder, onlar olmazlar |
48- Hakikatleri gösterenler; ancak hakikatlerle sevindirmek ve hakikatlerimizi anlatıp uyarmanın dışında başka bir şey için açığa çıkmadı. Artık kim iman etmiş ve arınmışsa, onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.
-49-
وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ yemessuhumul azâbu bimâ kânû yefsukûn
ve ellezine kezebu | : o kimseler, yalanlayan, |
bi ayet na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
yemessu-hum el azabu | : dokunmak, temas etmek, o halde kalmak, sıkıntı. |
bi mâ kânû yefsukun | : olmaları sebebiyle, dolayısıyla, fasık, ikilik, bozguncu |
49- Ayetlerimizi yalanlayan o kimseler ise, hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına saptıklarından dolayı sıkıntılı hâllerde kalırlar.
-50-
قُل لاَّ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ
Kul lâ ekûlu lekum indî hazâinullâhi ve lâ alemul gaybe ve lâ ekûlu lekum innî melek in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyyye kul hel yestevîl amâ vel basîre fe lâ tetefekkerûn
kul lâ ekulu lekum | : anlat, yok, söylemek, size |
İndi hazainu Allâh | : yanımda, bana ait, hazine, değer, Allah |
ve lâ alemu al gaybe | : yok, bilmek, görünmeyen bilinmeyen |
ve lâ ekûlu lekum | : yok, demek, demiyorum, söylemiyorum, size, |
inni melek | : ben, güç sahibi, kuvvet, |
in ettebiu | : ben, tabi olurum, uymak, takip etmek, |
illa ma yuha ileyye | : sadece, var, ne, şey, vahyolunan, sunulan, bana |
Kul hel yestevi | : anlat, hiç, bir olur mu, aynı, |
el ama | : hakikatleri göremeyen |
ve el basîru | : gören, basiret, bilmek, ariflik, |
E fe lâ tetefekkerûne | : hala, yok, tefekkür, hakikatler ulaşma o hal ile bakma |
50- De ki: Ben size Allah’ın değerleri bana ait demiyorum ve görünmeyen bilinmeyeni de bilmem ve ben size bir güç sahibiyim de demiyorum. Sadece bana sunulan hakikatlere tâbi olurum. De ki: Hiç hakikatleri göremeyenle, gören bir olur mu? Hâlâ var oluşu düşünüp hakikatleri anlamaz mısınız?
-51-
وَأَنذِرْ بِهِ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَن يُحْشَرُواْ إِلَى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُم مِّن دُونِهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Ve enzir bihillezîne yehâfûne en yuhşerû ilâ rabbihimleyse lehum min dûnihî veliyyun ve lâ şefîun leallehum yettekûn
ve enzir bihi ellezine | : açıkla, uyar, ikaz et, onunla, o hakikatlerle, o kimseler |
Yehafun | : korkan, çekinen, saygılı olan, |
en yuhşerû | : haşrolmak, birlik, toplanmak, cem eden, |
ilâ rabbi-him | : Rablerine |
leyse lehum min duni hi | : onların yoktur, ondan başka |
Veliyyin ve lâ şefîun | : bir dost ve yok, şefaat, tek, ulaştıran, tekliğe ulaştıran |
lealle-hum yettekune | : umulur, onlar, takva, fenalardan sakınma ortak koşmama |
51- Rabbine karşı birlik şuurunda olup, saygılı olan o kimselere hakikatleri açıkla uyar. Onların O’ndan başka bir dostu ve şefaat edeni yoktur. Umulur ki onlar fenalardan sakınırlar, ortak koşmazlar.
-52-
وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ
Ve lâ tatrudillezîne yedûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vecheh mâ aleyke min hısâbihim min şey’in ve mâ min hısâbike aleyhim min şeyin fe tatrudehum fe tekûne minez zâlimîn
Ve la tatrudi ellezine | : yok, kovmak, uzaklaştırmak, çıkarmak, o kimseler |
Yedune rabbe hum | : dua, yönelme, isteme, arama, rabbine |
Bi el gadati ve el aşiyyi | : uyanmak, uyandırmak, sabah ve akşam |
Yuridune veche hu | : dilerler, isterler, yüz, yön, zatını, gerçeği, o |
mâ aleyke | : senin üstüne değil, yoktur |
min hısâbi-him min şey | : hesaplarından, durum, tutum, anlayış, onlar, bir şey |
Ve ma min hısabi ke | : değil, yok, şey, ne, hesap, arayış, |
Aleyhim min şeyin | : onların üzerine, bir şey |
fe tatrude-hum | : artık onları kovarsan |
fe tekûne | : o zaman, artık, sen olursun, |
min el zalimin | : zalim, kötülük yapan, haksızlık, Allah’ın ilmine sahiplenen |
52- Rabbine yönelen kimseleri kovma. Onlar, sabah akşam O’nun gerçeğini anlamak isterler. Onların davranışlarından sen sorumlu değilsin ve senin davranışlarından da onlara bir sorumluluk yoktur. Artık onları kovarsan, o zaman sen de Allah’ın ilmini kendine nisbet edenlerden olursun.
-53-
وَكَذَلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لِّيَقُولواْ أَهَؤُلاء مَنَّ اللّهُ عَلَيْهِم مِّن بَيْنِنَا أَلَيْسَ اللّهُ بِأَعْلَمَ بِالشَّاكِرِينَ
Ve kezâlike fetennâ badahum bi badin li yekûlû e hâulâi mennallâhu aleyhim min beyninâ e leysallâhu bi aleme biş şâkirîn
Ve kezalike feten na | : işte böyle, imtihan, araştırma, sınama, biz |
Bada hum bi badin | : onların bazısı, bazıları, birbirlerinde |
li yekulu e haulai | : söylemek için, derler diye, bunlar mı, onlar, |
min Allâh aleyhim | : Allah’ın, onların üzerinde |
min beyni-na | : aramızdan |
e leyse | : değil mi? |
Allâh bi aleme | : Allah, ilmin sahibidir, bilen, |
bi el şakir | : nimetlerin sahibini bilip teslim eden |
53- İşte onlar birbirlerinde Bizim hakikatlerimizi ararlar. Bizim üzerimizde, onların üzerinde var olan Allah’ın tecellileri değil mi derler. Allah’ı bilenler, nimetlerin sahibini bilip teslim edenler değil midir?
-54-
وَإِذَا جَاءكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِنَا فَقُلْ سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ أَنَّهُ مَن عَمِلَ مِنكُمْ سُوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِن بَعْدِهِ وَأَصْلَحَ فَأَنَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve izâ câekellezîne yuminûne bi âyâtinâ fe kul selâmun aleykum ketebe rabbukum alâ nefsihir rahmete ennehu men amile minkum sûen bi cehâletin summe tâbe min badihî ve asleha fe ennehu gafûrun rahîm
ve izâ cea ke | : sana geldiği zaman, geldiklerinde, sen |
ellezine yuminun | : iman edenler, inananlar |
bi âyâti-nâ | : ayetlerimize, delil, işaret |
Fe kul selâmun aleykum | : o zaman, söyle, barış sizinle olsun |
Ketebe rabbu kum | : yazdı, kitap, rabbiniz |
alâ nefsi hi el rahmet | : nefsinizde, kendi üzerinde, kendinizde, rahmet, |
ennehu men amile minkum | : şüphesiz ki o, kim, yapar, amel eder, sizden |
Suen bi cehâletin | : kötülük, fenalık, cahillikle, cehalet içinde |
Summe tabe | : sonra, tövbe eder, pişman olur döner |
min badi hi | : ondan sonra, sonra, |
ve asleha | : ıslah eder, arınır, temizlenir |
fe enne-hu gafur | : muhakkak, o, mağfiret eden, lütfuyla temizleyen |
rahim | : özünden vareden, |
54- Ayetlerimize inanan kimseler sana geldiklerinde: Barış sizinle olsun, Rabbinizin kitabı bir rahmet ile kendi üzerinizdedir, diye söyle. Sizden kim; cehalet içinde, fenalıklar içinde amel ederken, sonra da yaptıklarından pişmanlık duyar dönerse, sonra da hakikatlerle ıslah olursa, muhakkak ki o lütuflarıyla temizleyeni, varlığı özünden varedeni anlar.
-55-
وَكَذَلِكَ نفَصِّلُ الآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَ
Ve kezâlike nufassılul âyâti ve li testebîne sebîlul mucrimîn
ve kezâlike nufassılu | : işte böylece, ayrıntılı açıklama, |
el ayet | : ayetler, deliller, işaretler |
Ve li testebîne | : açık seçik, tespit olsun, belli olsun, açığa çıksın |
Sebîlu | : yol, |
el mucrimin | : suçlu, günahkâr, fenalarda kalan |
55- İşte fena hâllerde olanlar, gittikleri yolu iyice anlasınlar diye ayetleri en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz.
-56-
قُلْ إِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ قُل لاَّ أَتَّبِعُ أَهْوَاءكُمْ قَدْ ضَلَلْتُ إِذًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ
Kul innî nuhîtu en abudellezîne tedûne min dûnillâh kul lâ ettebiu ehvâekum kad dalaltu izen ve mâ ene minel muhtedîn
Kul inni nuhitu | : anlat, söyle, ben, yasak, men edilme, |
en abud | : kul olmak, |
ellezine tedune min duni allah | : onlar, dua, yönelme, başka, zanni şeyler, Allah |
Kul lâ ettebiu | : deki, anlat, yok,, tabi olmak, uymak, takip etmek |
ehvae kum | : heva, zanlar, kendi çıkarları, siz |
kad dalaltu izen | : oldu, dalalet, hakikatlerden sapma, o zaman, eğer |
ve ma ene | : ben değilim, ben olmam, |
min el muhtedin | : hakka yol bulanlardan |
56- De ki: Sizin Allah’ı bırakıp ta zannınıza göre bir şeylere yönelip, onlara kulluk etmeniz, bana yasak edildi. De ki: Ben sizin hevalarınıza tâbi olmam, eğer tâbi olursam hakikatlerden sapmış olurum ve ben Hakk’a yol bulanlardan olamam.
-57-
قُلْ إِنِّي عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَكَذَّبْتُم بِهِ مَا عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ
Kul innî alâ beyyinetin min rabbî ve kezzebtum bihh mâ indî mâ testa’cilûne bihî inil hukmu illâ lillâh yakussul hakka ve huve hayrul fâsılîn
Kul inni ala beyyinet | : anlat, ben, apaçık deliller üzere |
min rabb | : rabbimin |
ve kezzebtum bihi | : siz yalanladınız, onu, hakikatleri, |
ma indi | : bana ait olmayan |
mâ testacilune bihi | : değil, şey, ne, acele etmek, onu, o hakikatleri |
in el hukmu | : ancak, hüküm, hakim olan, her şeye hakim olan |
illa li Allah | : sadece, ancak, vardır, Allah |
Yakussu el hakk | : sunar, kıssa eder, anlatır, hakikat, gerçek, |
ve huve hayru | : O, hayırlı, |
el fasılin | : fasıl, kısım, ayrı ayrı, hakkı batılı ayıran, ayrıntılı |
57- Anlat: Ben Rabbimin apaçık delilleri üzereyim. Sizler bana ait olmayan o hakikatleri yalanladınız, o hakikatler hakkında acele ettiniz. Tüm varlığa hâkim olan ancak Allah’tır. Hakikatleri sunan O’dur ve O bütün her şeyi hayırlısıyla ayrı ayrı açığa çıkarandır.
-58-
قُل لَّوْ أَنَّ عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ لَقُضِيَ الأَمْرُ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِالظَّالِمِينَ
Kul lev enne indî mâ testacilûne bihî le kudıyel emru beynî ve beynekum vallâhu alemu biz zâlimîn
Kul lev enne indi | : anlat, eğer, mutlaka, yanımda, katımda, bana ait |
Ma testacilûne bihi | : şey, ne, değil, siz acele ediyorsunuz, onu, |
le kudıye | : elbette, takdir, yerine getirme, ortaya çıkarma, |
el emr | : işleyiş, hükümler, iş, |
Beyni ve beyne-kum | : beni ve sizi, bizleri, aramızda, |
ve Allâh e alemu | : Allah, bilir mi, ilmin sahibi, |
bi el zalimin | : zalimler, |
58- Anlat: Eğer benim söylediğim o hakikatler hakkında acele etmeseydiniz, elbette beni de ve sizi de işleyişi ile ortaya çıkaranı anlardınız. Zalimler Allah’ı bilebilirler mi?
-59-
وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Ve indehu mefâtihul gaybi lâ yalemuhâ illâ huve ve yalemu mâ fîl berri vel bahr ve mâ teskutu min varakatin illâ yalemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn
ve inde-hu mefatihu | : yanında, katında, ona ait, açılma, anahtar, ışık, |
el gaybi | : görünmeyen, bilinmeyen |
lâ yalemu ha illa huve | : yok, ilmin sahibi, bilmek, onu, ondan başka |
ve yalemu mafi | : o bilir, ilmin sahibi, var olan her şey |
el berri ve el bahri | : kara ve deniz |
ve ma teskutu min varakat | : aşağı düşmez, bir yaprak |
İlla yalemu ha | : ancak, onun ilmiyledir, ondaki ilmin sahibi o dur. |
ve lâ habbetin | : yok, tane, tohum, bir tane, çekirdek, |
Fi zulumati el ard | : yerin karanlığı, yeryüzü, toprağın altı, |
ve lâ ratb ve la yabis | : yok, yaş ve yok, kuru |
İlla fi kitâbin mubînin | : ancak, olmasın, içinde, kitap, apaçık |
59- Görünmeyen bilinmeyen âlemin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilmin sahibi yoktur. Karada ve denizde var olan her şeydeki ilmin sahibidir. Bir yaprak düşmesin ki ancak O’nun ilmiyledir. Yerin karanlığında bir tohum yoktur ki ve yaş olan bir şey yoktur ki ve kuru olan bir şey yoktur ki, hepsinin hakikati ancak apaçık kâinat kitabının içindedir.
-60-
وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve huvellezî yeteveffâkum bil leyli ve yalemu mâ cerahtum bin nehâri summe yebasukum fîhi li yukdâ ecelun musemmâ summe ileyhi merciukum summe yunebbiukum bimâ kuntum tamelûn
ve huve ellezi yetevefa kum | : O, ki o, sevgiyle bağlanma, teslim olma, ölüm, siz |
bi el leyli | : geceleyin, karanlık, |
ve yalemu | : ilmin sahibi, bilmek, alim olan, |
mâ cerahtum | : açtığınız şeyler, yapmak, çalışmak, |
bi el nehar | : gündüz, aydınlık, |
Summe yebasu kum fihi | : sonra, diriltir, beas, ortaya çıkma, siz, onun içinde |
li yukdâ | : takdir, istenen, olması için, |
ecel musemma | : bir zaman, belirlenmiş zaman, |
Summe ileyhi merciu kum | : sonra, ona, kaynak, dönüşünüz, aslınız, kaynak, siz, |
Summe yunebbiu-kum | : sonra, haber veren, bildiren, bilgiler sunan, siz |
bi-mâ kuntum tamelun | : o şeyi, siz oldunuz, yapıyorsunuz, çalışma, amel |
60- Ki O’dur size vefâ duygusunu veren, geceleyin uykunuzu veren, gündüz yaptığınız bütün şeylerdeki ilmin sahibi olan, takdir edilmiş bir zaman içinde sizi dirilik içinde tutan O’dur. Sonra siz aslınız olan O’na dönersiniz. Sonra yaptığınız bütün şeylerden hakikatleri size her an bildiren O’dur.
-61-
وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُم حَفَظَةً حَتَّىَ إِذَا جَاء أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لاَ يُفَرِّطُونَ
Ve huvel kâhiru fevka ibâdihî ve yursilu aleykum hafazah hattâ izâ câe ehadekumul mevtu teveffethu rusulunâ ve hum lâ yuferritûn
ve huve el kahiru | : O, kahhar, galip olan, sımsıkı kavrayan, mutlak sahip |
Fevka ibadi-hi | : üzerinde, onlarda, kullarının, O |
ve yursilu aleykum | : gönderir, sunar, irsal eder, açığa çıkarır, üzerinizde, |
hafazat | : korumak, muhafaza etmek, |
Hattâ iza cae | : hatta, o zaman, geldiğinde, |
Ehade kum | : sizden biriniz, birlik, tek, siz, |
el mevtu | : nutfe, tohum, ölüm |
teveffet-hu | : teslim olma, sevgi bağlılığı, vefat, o, |
resul na | : hakikati gösteren, biz, |
ve hum la yuferritûne | : onlar, kusur etmezler, ilgisiz davranmazlar, kaçmazlar |
61- O kullarını tüm tecellileriyle sımsıkı kavrayandır. Sizden birinize ölüm gelinceye kadar, sizi tecellileriyle koruyandır ve sizin üzerinizde hakikatlerini açığa çıkarandır. Hakikatlerimizi gösterenler, sevgiyle teslim olmayı anlattı ve onlar, o hakikatleri anlatmada ilgisiz davranmadılar.
-62-
ثُمَّ رُدُّواْ إِلَى اللّهِ مَوْلاَهُمُ الْحَقِّ أَلاَ لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ أَسْرَعُ الْحَاسِبِينَ
Summe ruddû ilâllâhi mevlâhumul hakk e lâ lehul hukmu ve huve esraul hâsibîn
Summe red ila Allah | : sonra, red, döndürülme, iade, Allah |
mevlâ-hum el hakk | : onların mevlası, sahib, dostu, gerçek, hak |
E la lehu el hukmu | : değil mi, onun, hüküm |
ve huve esrau | : o, seri, hızlı, |
el hasibin | : cömert, değerler, hesab eden, değerlendiren, |
62- Sonra onlar gerçek sahipleri olan Allah’a dönerler. Tüm varlığa tecellileriyle hâkim olan O değil midir? O, tüm değerleri sunmada seri olandır.
-63-
قُلْ مَن يُنَجِّيكُم مِّن ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةً لَّئِنْ أَنجَانَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
Kul men yuneccîkum min zulumâtil berri vel bahri tedûnehu tedarruan ve hufyeh le in encânâ min hâzihî le nekûnenne mineş şâkirîn
Kul men yunecci kum | : anlat, kim, necat bulma, kurtaran, siz, |
min zulumati | : karanlıklardan, cehalatin karanlığından |
el ber ve el bahri | : kara ve deniz, her yer, |
tedune hu | : yönelmek, dua, aramak, o |
Tedarruan | : tevazu ile, yalvararak, samimi istemek, |
ve hufyeten | : gizli, saklı, ince, içten |
le in enca na min hazihi | : elbette, mutlaka, eğer, necat bulmak, kurtar, bundan |
le nekûne | : elbette, biz, olmak, |
Enne min el şakirin | : biz, nimetlerin sahibini bilip teslim eden, şükreden |
63- Anlat: Cehaletin karanlığından sizi kurtaran kimdir? Tevazu ve içtenlikle, her yerde olan o hakikatlere yönelir, eğer o bilmediklerinizden Bizde necat bulursanız, elbette nimetlerin sahibini bilir Bize teslim edenlerden olursunuz.
-64-
قُلِ اللّهُ يُنَجِّيكُم مِّنْهَا وَمِن كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ أَنتُمْ تُشْرِكُونَ
Kulillâhu yuneccîkum minhâ ve min kulli kerbin summe entum tuşrikûn
Kul Allah yunecci kum minha | : de ki, Allah, kurtulmak, necat bulmak, siz, ondan, |
ve min kulli kerbin | : hepsinden, tüm, ızdırap, cehaletin sıkıntısı, müşkil |
Summe entum tuşrikun | : siz, ortak koşmak, kendine varlık isnat etmek, |
64- De ki: Cehaletin tüm sıkıntılarından Allah’ı anlamakla kurtulursunuz. Ne yazık ki sizler ortak koşuyorsunuz.
-65-
قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ
Kul huvel kâdiru alâ en yebase aleykum azâben min fevkıkum ev min tahti erculikum ev yelbisekum şiyean ve yuzîka badakum bese badın unzur keyfe nusarrıful âyâti leallehum yefkahûn
Kul huve el kadir | : anlat, de ki, o, kudret, güç, kuvvetli olan |
Alâ en yebase aleykum | : gönderme, dirilik, ortaya çıkma, sizde diri olan, |
Azaben min fevkı-kum | : sıkıntı, azap, sizin üzerinizde, üst, yukarı |
ev min tahti erculi kum | : veya altından, makamlarında, ayak, bulunduğu yer, siz |
ev yelbise-kum | : veya, işbirliği, katar, sürükler, o halde kalmak, siz, |
şiyean | : cemaat tarikat mezhebe bölünmek, gurup, bölük |
ve yuzika | : o halde olmak, tatmak, his, |
Bada kum bese badın | : sizin bir kısmınız, şiddet, zarar, fenalık, bazı, bir kısmı |
Unzur | : bak gör, anla, anlamak için bak, |
keyfe nusaraf | : nasıl, ayrıntılı açıklamak, göstermek, |
el ayet | : ayet, işaret, delilleriyle hakikatleri, |
lealle-hum yefkahun | : umulur ki, onlar, iyice anlayıp bilirler, anlarlar, fıkıh, |
65- De ki: Kudret O’dur. Sizdeki diriliğin sahibi O’dur. Sizin kendinizdeki sıkıntılarda ya da bulunduğunuz yerlerde sıkıntılarda kalmanız, sizlerin; cemaat, tarikat, mezhep diye bölünüp, birbirinizi o fena hâllere sürüklemenizdendir. Tüm varlıktan delilleriyle hakikatleri en ince ayrıntısına kadar nasıl sunduğumuzu anlamak için bak. Umulur ki onlar iyice anlayıp bilirler.
-66-
وَكَذَّبَ بِهِ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّ قُل لَّسْتُ عَلَيْكُم بِوَكِيلٍ
Ve kezzebe bihî kavmuke ve huvel hakk kul lestu aleykum bi vekîl
ve kezzebe bihi | : yalanladı, onu, o hakikatleri, |
kavmu ke | : senin kavmin, kimseler, topluluk, |
ve huve el hakk | : O, hak, gerçek, hakikat, |
Kul lestu aleykum | : anlat, de ki, ben değilim, sizin üzerinize, yaptıklarınız, |
Bi vekil | : bir vekil, yetkili, sorumlu, |
66- Senin kavmin o hakikatleri yalanladı. O hakikatler gerçektir. De ki: Ben sizin üzerinize yetkili değilim.
-67-
لِّكُلِّ نَبَإٍ مُّسْتَقَرٌّ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Likulli nebein mustekar ve sevfe talemûn
li kulli nebein | : hepsi, bütün, bildiren, haber veren, hakikatler, |
mustekarrun | : kararlı, istikrarlı |
ve sevfe talemun | : belki yakında bileceksiniz |
67- Hakikatleri bildirenlerin hepsi kararlı bir şekilde hareket ederler. Belki yakında hakikatleri bilirsiniz.
-68-
وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلاَ تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Ve izâ reeytellezîne yahûdûne fî âyâtinâ fe arıd anhum hattâ yahûdû fî hadîsin gayrih ve immâ yunsiyennekeş şeytânu fe lâ takud badez zikrâ meal kavmiz zâlimîn
ve izâ raeyte ellezine | : gördüğünde, o kimseler |
Yahûdûne | : kavga halinda olan, yarışma, dalmak, |
fi ayeti na | : ayetlerimiz hakkında |
fe arıd anhum | : artık, uzak dur, yüz çevir, onlardan |
Hatta yahudu | : hatta, olduğunda, kavga halinde, yarışma, |
fi hadisin gayri hi | : içinde, sözler, konuşmak, ondan başka |
Ve amma yunsiyenne-ke | : fakat, sana unutturur |
El şeytanu | : şeytani haller, şeytan, |
fe lâ takud bade | : artık, yok, oturma, bulunma, sonra, uzak, |
el zikr | : zikr, hatırlatma, anmak, sohbet, |
mea el kavmi | : birlikte, beraber, topluluk, kavim, kimseler, |
el zalimin | : zalimler, kötülük yapan, |
68- Ayetlerimiz hakkında bir kavga hâlinde olan kimseleri gördüğünde, artık onlardan uzak dur. Hatta o hakikatlerin dışındaki konuşmalardan da. Bir kavga hâlinde olanlardan da uzak dur. Fakat şeytani hâller bunu sana unutturabilir. Artık hakikatleri anmaktan uzak olan kimselerle oturma. Kötülük hâllerinde olan kimselerle birlikte hareket etme.
-69-
وَمَا عَلَى الَّذِينَ يَتَّقُونَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَلَكِن ذِكْرَى لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Ve mâ alellezîne yettekûne min hısâbihim min şeyin ve lâkin zikrâ leallehum yettekûn
ve mâ ala ellezine | : değil, şey, ne, olmaz, yoktur, o kimseler |
yettekûne | : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar, takva |
min hisâbi-him min şeyin | : hesabından, sorumluluk, düşünce, irdeleme, onlar, birşey |
ve lâkin zikr | : lakin, fakat, zikr, anma, hatırlatma |
lealle-hum yettekun | : umulur ki, belki, onlar, fenalardan sakınır ortak koşmazlar |
69- Fenalardan sakınan, ortak koşmayan kimseler, zalimler gibi herhangi bir şeyde bir düşüncesizlik içinde olmazlar. Fakat yinede zalimlere, belki fenalardan sakınırlar diye hakikatleri hatırlatmak gerekir.
-70-
وَذَرِ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهِ أَن تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْ لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللّهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ وَإِن تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لاَّ يُؤْخَذْ مِنْهَا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أُبْسِلُواْ بِمَا كَسَبُواْ لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ
Ve zerillezînettehazû dînehum leiben ve lehven ve garrethumul hayâtud dunyâ ve zekkir bihî en tubsele nefsun bimâ kesebet leyse lehâ min dûnillâhi veliyyun ve lâ şefî ve in tadil kulle adlin lâ yuhaz minhâ ulâikellezîne ubsilû bimâ kesebû, lehum şarâbun min hamîmin ve azâbun elîmun bimâ kânû yekfurûn
ve zere ellezine | : bırak, terk et, uyma, uzak dur, o kimseler |
ettehazu | : edinenler, çekilmek, sarılmak, |
din hum | : din, yol, yasa, hüküm, onlar |
Leiben | : önemsememe, alay etme, oyun, eğlence, |
ve lehven | : nefsanî beklenti, eğlence, oyalanma, oyun, |
Garat hum | : aldanma, buraya kapılma, esir olma, onlar |
el hayat el dunya | : dünya hayatı, yaşamları |
ve zekkir bihi | : hatırlat, an, anlat, onunla, hakikatlerle, |
en tubsele nefsun | : fena, yazık, kendine yazık etmek, nefsine |
bima kesebet | : kazandıkları, yaptıkları şeyler sebebiyle |
leyse lehâ min duni Allah | : değil, yoktur, ona, Allah’tan başka, |
Veliyyun ve lâ şefîun | : bir dost ve yok şefaat, bir, birliğe ulaştıran |
ve in tadil kulle adlin | : eğer, ise, adil, doğruyu gösteren, hepsi, adil, eşdeğer |
lâ yuhaz min ha | : yok, almak, edinmek, sarılmak, ondan |
Ulâike ellezine ubsilu | : işte onlar, o kimseler, helak, yazık etme, |
bi mâ kesebu lehum | : dolayı, sebebiyle, kazandıkları, edindikleri, |
Şarâbun min hamim | : içeçek, beslenme, fayda, ateş, sıcak, yakıcı hal |
ve azâbun elîmun | : sıkıntı, azap, acı, elim |
bi mâ kanu yekfurun | : yaptıkları şeyler, sebebiyle, hakikatleri örtmeleri |
70- Nefsanî beklentileri ve oyalanmayı, eğlenceyi din edinenlerden uzak dur. Onlar yaşamlarında bir aldanma içindedirler. Yaptıkları şeyler sebebiyle kendilerine yazık edenlere hakikatleri hatırlat. Onlara Allah’tan başka bir dost olmaz ve şefaat eden de yoktur. Onların hepsine adaletle doğru yolu göstersen, o hakikatlere sarılmazlar. İşte onlar, yakıp yakıcı hâllerinden dolayı, hakikatlerden faydalanma konusunda kendilerine yazık edenlerdir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeleri sebebiyle acı sıkıntılardadırlar.
-71-
قُلْ أَنَدْعُو مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُنَا وَلاَ يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلَى أَعْقَابِنَا بَعْدَ إِذْ هَدَانَا اللّهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاطِينُ فِي الأَرْضِ حَيْرَانَ لَهُ أَصْحَابٌ يَدْعُونَهُ إِلَى الْهُدَى ائْتِنَا قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَىَ وَأُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Kul e nedû min dûnillâhi mâ lâ yenfeunâ ve lâ yadurrunâ ve nureddu alâ akâbinâ bade iz hedânâllâhu kellezîstehvethuş şeyâtînu fîl ardı hayrâne lehû ashâbun yedûnehû ilel hudetinâ kul inne hudallâhi huvel hudâ ve umirnâ li nuslime li rabbil âlemîn
Kul e nedu min duni allah | : anlat, yönelme, dua, Allahtan başka |
Ma la yenfeu-nâ | : şey, değil, ne, yok, fayda, yarar, biz |
ve lâ yadurru-nâ | : yok, koruma, biz |
ve nureddu | : red, döndürülme, dönmek, |
ala akabi na | : akabinde, ardından, sonra, takip, biz, |
Bade iz heda na Allâh | : sonra, doğru yolu gösteren, biz, Allah |
ke ellezi istehvet-hu | : o kimse gibi, saplantı, o hallere uyan, |
El şeytan | : şeytani haller, tüm kötülük halleri |
fi el ardı hayran | : yeryüzünde, şaşkın, beğenen, hayran |
Lehu ashab yedune-hu | : onun, arkadaş, çağırırlar, davet, onu |
ila el hudâ iti na | : doğru yola, gel, uy, bize |
Kul inne hudâ Allâh | : anlat, muhakkak, doğru yolu gösteren, Allah |
ve umir-nâ li nuslime | : emr, hüküm, işleyiş, biz, teslim olmakla, |
rabbi el âlemîne | : Âlemlerin Rabbine, tüm varlığı vücudlandıran, |
71- De ki: Allah’ı bırakıp ta, bize bir faydası olmayan ve bizi koruması da olmayan zanna dayalı şeylere mi yönelelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra, eski cehalet hallerimize mi dönelim? Yeryüzünde bir şaşkınlık halinde şeytani hallerine uyan o kimseler gibi mi olalım? O halde olanlar, arkadaşlarını kendi yollarının doğru yol olduğunu söyleyip davet ederler. De ki: Muhakkak ki doğru yol Allah’a aittir ve biz tüm varlığı vücudlandıran Allah’a teslim olmakla emrolunduk.
-72-
وَأَنْ أَقِيمُواْ الصَّلاةَ وَاتَّقُوهُ وَهُوَ الَّذِيَ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Ve en ekîmûs salâte vettekûh ve huvellezî ileyhi tuhşerûn
ve en ekimu el salat | : her an salât üzere olma, hakka bağlılık |
ve ittekû-hu | : takva, fenalardan sakınma ortak koşmama |
ve huve ellezi ileyhi | : o, ki o, onda, kendinde, kendi zatında, |
tuhşerun | : toplanma, birliğinde olma, bir arada, açığa çıkma, |
72- Her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin ve O’na karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. O’dur kendi Zatıyla hepinizi birlik içinde tutan.
-73-
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بِالْحَقِّ وَيَوْمَ يَقُولُ كُن فَيَكُونُ قَوْلُهُ الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّوَرِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ
Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda bil hakk ve yevme yekûlu kun fe yekûn kavluhul hakk ve lehul mulku yevme yunfehu fîs sûr âlimul gaybi veş şehâdeh ve huvel hakîmul habîr
ve huve ellezi halaka | : ki o, halkeden, yaratan, vareden |
el semavat ve el ard | : gökler, semalar ve yeryüzü |
bi el hakkı | : hak ile, gerçek, doğru |
ve yevme yekulu | : gün, heran, vakit, der, |
Kun fe yekûn | : ol, hemen, derhal olur |
kavlu-hu el hakku | : söz, onun sözü haktır |
ve lehu el mulku | : mülkün hakimiyeti her an onundur |
Yevme | : gün, vakit, her an, zaman, her zaman |
yunfehu fi el sur | : üfürülme, suretlerin içine üfleyen |
âlimu el gaybi | : görünmeyen bilinmeyen âlemi ilmiyle vareden, |
ve eş şehâdeti | : heran her yere hazır olan, şahit olan, |
ve huve el hakim | : o, hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
el habir | : bildiren, haber veren, her varlıktan hakikatleri bildiren |
73- O’dur gökleri ve yerleri hakk ile halkeden ve her an ol deyip olduran ve doğru sözün sahibi olan ve mülkün sahibi olan ve her an suretlerin içinden üfleyen. Görünmeyen bilinmeyen âlemdeki ilmin sahibi olan ve her an her yerde hazır olan ve O’dur tüm varlığa tecellileriyle hâkim olan, her varlıktan her an hakikatleri bildiren.
-74-
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
Ve iz kâle ibrâhîmu li ebîhi âzere e tettehizu esnâmen âliheh innî erâke ve kavmeke fî dalâlin mubîn
ve iz kâle ibrahim | : demişti, İbrahim |
li ebî-hi azer | : babasına, azer |
e tettehizu | : ediniyor musun? Sarılmak, tapmak, |
esnamen aliheten | : putlar, ilahlar |
İnni erâ | : ben, görüyorum |
Ke ve kavme-ke | : seni ve kavmini |
fi dalal mübin | : dalalet, hakikatlerden sapma, apaçık dalalet içinde |
74- İbrahim, babası Azer’e: Putlardan ilahlar mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmini apaçık bir dalalet içinde görüyorum, demişti.
-75-
وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ
Ve kezâlike nurî ibrâhîme melekûtes semâvâti vel ardı ve li yekûne minel mûkınîn
ve kezâlike nuri ibrahim | : böylece, nur, aydınlık, baktı, gösterme, İbrahim |
melekûte | : güçlü, kuvveler, melekût |
es semâvâti ve el ard | : semalar, gökler ve yerlerin |
ve li yekûne min el mukınin | : olması için, katiyet, kesinlik, yakınlık, emin olmak, |
75- İşte böylece İbrahim; göklerdeki ve yerdeki gücün sahibini anlamak, nurumuzu anlamak ve hakikatlerden emin olmak için baktı gözlemledi.
-76-
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ
Fe lemmâ cenne aleyhil leylu reâ kevkebâ kâle hâzâ rabbî fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbul âfilîn
fe lemmâ cenne | : sonra, olduğu zaman, büründü, bilmemezlik, tanınmazlık |
aleyhi el leylu | : onun üzeri, gece, karanlık, gaflet, |
Raâ kevkeben | : gördü, bir yıldız, yıldızlar, gösterişli, |
Kâle haza rabbi | : dedi, budur, bu mudur, rabbim |
fe lemmâ efele | : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan |
Kale la uhibbu | : dedi, yok, sevgi, |
el afilin | : gelip geçen, kaybolan, |
76- Sonra da, gece bir bilememezlik içindeyken bir yıldız gördü ve dedi ki: Rabbim bu mudur? Fakat o gelip geçtiği zaman, gelip geçenlerde sevgiye ulaşamam, dedi.
-77-
فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِن لَّمْ يَهْدِنِي رَبِّي لأكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ
Fe lemmâ reel kamere bâzigan kâle hâzâ rabbî fe lemmâ efele kâle le in lem yehdinî rabbî le ekûnenne minel kavmid dâllîn
fe lemmâ rae | : sonra, olduğu zaman, gördü, ay, |
El kamer bâzigan | : ay, yükselen, ortaya çıkan, doğarken |
Kâle haza rabbi | : dedi, budur, rabbim |
fe lemmâ efele | : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan |
Kale le in lem yehdi ni | : dedi, elbette, eğer, doğru yolu gösteren, hidayet, ben |
rabbi | : rabbim, vücudlandıran, |
le ekûne enne | : elbette, ben mutlaka olurum |
min el kavmi ed dâllîne | : kavim, kimseler, dalalette, hakikatlerden uzaklaşan |
77- Sonra da, ortaya çıkan Ay’ı gördüğünde dedi ki: Rabbim bu mudur? Fakat o da gelip geçtiği zaman, eğer ben Rabbimin hidayetini anlayamazsam, elbette dalalette kalan kimselerden olurum, dedi.
-78-
فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا رَبِّي هَذَآ أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ
Fe lemmâ reeş şemse bâzigaten kâle hâzâ rabbî hâzâ ekber fe lemmâ efelet kâle yâ kavmî innî berîun mimmâ tuşrikûn
fe lemmâ rae | : sonra, gördüğünde, |
el şems bazigat | : güneş, ortaya çıkan, doğarken |
Kâle haza rabbi haza ekber | : dedi, budur, rabbim, büyük, yüce olan, daha büyük |
fe lemmâ efelet | : fakat olduğu zaman, gelip geçen, kaybolan |
Kale yâ kavmî | : dedi, ey kavmim |
İnnî beriun | : ben, uzağım, beriyim, |
minma tuşrikun | : ortak koştuğunuz şeylerden |
78- Sonra da, ortaya çıkan güneşi gördüğünde dedi ki: Bu daha büyük olan mıdır Rabbim? Fakat o da gelip geçtiği zaman dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
-79-
إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
İnnî veccehtu vechiye lillezî fatares semâvâti vel arda hanîfen ve mâ ene minel muşrikîn
İnni vecehtu vechiye | : ben, yüz, dönmek, hakikatler, yüzümü, yön, |
Li ellezi fatare | : ki ona, yaratan, ortaya çıkaran, yaratıcı kuvvet, |
el semâvât ve el ard | : gökler ve yer |
hanîfen | : hanif, tevhid üzere olan, varlığın tekliğine inanan |
ve mâ ene min el müşrikin | : ben değilim, ortak koşan, kendine varlık isnat eden |
79- Ben yüzümü Tevhid üzere, gökleri ve yeri vareden o güce çevirdim ve ben O’nun varlığının yanında kendime varlık isnat eden değilim.
-80-
وَحَآجَّهُ قَوْمُهُ قَالَ أَتُحَاجُّونِّي فِي اللّهِ وَقَدْ هَدَانِ وَلاَ أَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِهِ إِلاَّ أَن يَشَاء رَبِّي شَيْئًا وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا أَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ
Ve hâccehu kavmuh kâle e tuhâccûnnî fîllâhi ve kad hedân ve lâ ehâfu mâ tuşrıkûne bihî illâ en yeşâe rabbî şeyâ vesia rabbî kulle şeyin ilmâ e fe lâ tetezekkerûn
ve hâcce-hu kavmu hu | : ihtiyaç, gereksinim, tartışma, o, onun kavmi |
Kale e tuhâccûn-ni fi Allah | : dedi, ihtiyac, tartışma, ben, Allah hakkında |
ve kad hedâ-ni | : oldu, doğru yolu gösteren, hidayet veren, ben, |
ve lâ ehâfu | : yok, korku, çekinme |
mâ tuşrikûne bihi | : şey, ne, değil, ortak koştuğunuz, ona |
İllâ en yeşae | : başka, hariç, ancak, istek, isteğim, |
rabbi şey | : rabbim, şey, her şey, eşyanın hakikati, |
Vesia rabbi | : kuşattı, sardı, rabbim, |
kulle şeyin ilm | : bütün her şeyi, ilmiyle |
e fe lâ tetezekkerûne | : hâlâ tezekkür, var oluşunu anlayıp o halde durma |
80- Kavmi onunla, ihtiyaç duydukları putları için tartıştı. Dedi ki: Allah hakkında, benimle o ihtiyaç duyduğunuz putlar için mi tartışıyorsunuz? Ben O’nun gösterdiği yol üzereyim. O ortak koştuklarınıza karşı benim bir korkum yok. Ancak isteğim Rabbimin hakikatleridir. Rabbim bütün her şeyi ilmiyle kuşatandır. Hâlâ var oluşu düşünüp hakikatlere ulaşmaz mısınız?
-81-
وَكَيْفَ أَخَافُ مَا أَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ أَنَّكُمْ أَشْرَكْتُم بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا فَأَيُّ الْفَرِيقَيْنِ أَحَقُّ بِالأَمْنِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve keyfe ehâfu mâ eşrektum ve lâ tehâfûne ennekum eşrektum billâhi mâ lem yunezzıl bihî aleykum sultânâ fe eyyul ferîkayni ehakku bil emn in kuntum tamelûn
ve keyfe ehafu | : nasıl, korkmak, çekinmek, |
ma eşrektum | : şey, değil, ne, ortak koştuğunuz |
ve lâ tehâfûne | : siz korkmuyorsunuz |
enne-kum eşrektum bi Allah | : siz şirk koştunuz, Allah |
mâ lem yunezzil | : değil, sunmak, vermek, bir şey sunmadı, |
bi-hî aleykum sultanen | : onun hakkında, siz, bir delil |
fe eyyu el ferikayni | : artık, nasıl, hangi, iki taraf, ikilik, fırkalar, ayrılıklar |
e hakk | : hakikat, gerçek, doğru olan, |
bi el emni | : emin olma, güven, |
İn kuntum talemun | : eğer iseniz, biliyorsunuz |
81- Sizler o taptıklarınız hakkında hiç bir delil üzere değilken, Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan mı korkayım. Nasıl olurda fırkalaşırsınız. Eğer biliyorsanız söyleyin; güvenilir olan, gerçek olan hangisidir.
-82-
الَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يَلْبِسُواْ إِيمَانَهُم بِظُلْمٍ أُوْلَئِكَ لَهُمُ الأَمْنُ وَهُم مُّهْتَدُونَ
Ellezîne âmenû ve lem yelbisû îmanehumbi zulmin ulâike lehumul emnu ve hum muhtedûn
ellezine amenû | : iman edenler, inananlar |
ve lem yelbisû | : giymek, karıştırmazlar, değiştirmezler |
imane-hum bi zulmin | : imanlarını, bir zulümle |
Ulaike lehum el emnu | : işte onlar, onlar emindirler, güvenilir olan, |
ve hum muhtedun | : onlar, doğru yolu bulanlar, hidayet erenler |
82- İman edenler, inançlarını zulüm ile karıştırmazlar. İşte onlar güvenilir olanlardır ve onlar doğru yolu bulanlardır.
-83-
وَتِلْكَ حُجَّتُنَا آتَيْنَاهَا إِبْرَاهِيمَ عَلَى قَوْمِهِ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَّن نَّشَاء إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ
Ve tilke huccetunâ âteynâhâ ibrâhîme alâ kavmih nerfeu derecâtin men neşâ inne rabbeke hakîmun alîm
ve tilke huccetu na | : işte bu, bunlar, kuvvetli delil, biz |
Âteynâ ha ibrahim | : verdiğimiz, sunduk, İbrahim |
alâ kavmi-hi | : kavmine karşı |
Nerfeu derecetun | : yükseltiriz, derece, makam, |
men neşâu | : kim, isteriz, biz, isteyen, |
İnne rabbe ke hakim | : muhakkak, seni vücudlandıran, hâkim olan, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
83- İşte, İbrahim sunduğumuz delillerimizle kavmine karşı durdu. Bizi anlamak isteyen kimseyi makam makam yükseltiriz. Muhakkak ki seni vücudlandıran, tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.
-84-
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ كُلاًّ هَدَيْنَا وَنُوحًا هَدَيْنَا مِن قَبْلُ وَمِن ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَى وَهَارُونَ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
Ve vehebnâ lehû ishâka ve yakûb kullen hedeynâ ve nûhâ hedeynâ min kablu ve min zurriyyetihî dâvude ve suleymâne ve eyyûbe ve yûsufe ve mûsâ ve hârûn ve kezâlike neczîl muhsinîn
ve vehebnâ lehu | : verdik, bağışladık, ona |
İshâka ve yakub | : İshak ve Yakub |
Kullen hedeyna | : hepsi, bizim, dosdoğru yolumuz üzereydi |
ve nûhan hedayna min kabl | : Nuh, dosdoğru yolumuz üzereydi, önceden |
ve min zurriyyeti-hî | : onun soyundan, neslinden, zürriyetinden |
Dâvude ve suleyman | : Davud ve Sülayman |
ve eyyûbe ve yusuf | : Eyyub ve Yusuf |
ve mûsâ ve harun | : Musa ve Harun |
ve kezâlike neczi | : işte böylece, karşılığımız, ceza, mukabil, |
el muhsinin | : iyi kimse, iyilik eden, ihsan, ikram, faydalı, cömert, |
84- Ona İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Hepsi dosdoğru yolumuz üzereydi. Nuh da bizim dosdoğru yolumuz üzereydi ve onun neslinden Davud, Süleyman, Eyüp, Yusuf, Musa ve Harun da dosdoğru yolumuz üzereydi. İşte böylece onlar karşılığımız olan, ihsan sahibi kimselerden oldular.
-85-
وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَى وَعِيسَى وَإِلْيَاسَ كُلٌّ مِّنَ الصَّالِحِينَ
Ve zekeriyyâ ve yahyâ ve îsâ ve ilyâs kullun mines sâlihîn
ve zekeriyyâ ve yahya | : Zekeriya ve Yahya |
ve isâ ve ilyas | : İsâ ve İlyas |
Kullun min el salihin | : hepsi, Salihlerden, dosdoğru çalışmalarda olan |
85- Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas, hepsi dosdoğru iyi çalışmalarda olanlardandı.
-86-
وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا وَكُلاًّ فضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ
Ve ismâîle velyesea ve yûnuse ve lûtâ ve kullen faddalnâ alel âlemîn
ve ismaîl ve ilyas | : İsmail ve İlyas |
ve yûnuse ve lut | : Yunus ve Lut |
ve kullen | : hepsi, |
Faddalnâ | : erdem, niteliklerimiz, fazilet, lütuflarımız, sıfatlarımız |
ala el alemin | : için, hakkında, alemler, topluluklar, tüm varlık, |
86- İsmail, İlyas, Yunus, Lut ve hepsi, tüm varlıktaki niteliklerimizi anlayan kimselerdendi.
-87-
وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim ve ihvânihim vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm
ve min âbâi-him | : onların babalarından, atalarından |
ve zurriyyâti-him | : onların zürriyetlerinden, nesillerinden |
ve ihvâni-him | : onların kardeşlerinden |
ve ictebey nâ-hum | : seçmek, seçiçilik, seçkin bir şeyi almak, biz, onları |
ve hedeynâ-hum | : bizim dosdoğru yolumuz üzere, rehber, onlar |
ilâ sırâtın mustekîmin | : hakikatlerin yolu üzere, Sıratı Mustakîm’e |
87- Onların ataları ve onların nesilleri ve onların kardeşleri ve onlar; Bizi anlamada seçici davrandılar ve onlar dosdoğru hakikatlerin yolunda Bizi rehber edindiler.
-88-
ذَلِكَ هُدَى اللّهِ يَهْدِي بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَلَوْ أَشْرَكُواْ لَحَبِطَ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ıbâdih ve lev eşrekû le habita anhum mâ kânû yamelûn
Zâlike huda Allah | : işte bu, yol gösteren, rehber, sahip, Allah |
Yehdi bihi | : yol bulur, onunla, tarafında, hakikatlere, |
men yeşau | : : kim, kimse, isteyen, ister, |
min ibâdi-hî | : kullarından |
ve lev eşreku | : eğer, ortak koşar, |
le habita | : elbette, heba olur, boş olan, bozuk, yaramaz, |
an-hum ma kanu yalemun | : onlardan, yaptıkları şeyler |
88- İşte bu Allah’a yol bulmadır. O’nun kullarından kim isterse hakikatlere yol bulur. Eğer onlar ortak koşanlardan olsalardı, elbette yaptıkları şeyler boşa giderdi.
-89-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ فَإِن يَكْفُرْ بِهَا هَؤُلاء فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَّيْسُواْ بِهَا بِكَافِرِينَ
Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe vel hukme ven nubuvveh fe in yekfur bihâ hâulâi fe kad vekkelnâ bihâ kavmen leysû bihâ bi kâfirîn
ulâike ellezîne | : işte onlar, o kimseler, |
ateyna hum | : sunduk, verdik, onlar |
El kitab | : kitap |
ve el hakim | : hakim olan, tecellileriyle hakim olan, hüküm hikmet |
ve en nubuvvete | : nebilik, haber getirenler, hakikatleri bildirmek, |
fe in yekfur biha haulai | : sonra, eğer, görmemezlikten gelen, bu hakikatler |
fe kad vekkelna biha | : böylece, olur, vekil, yetkili olan, biz, ona |
Kavmen leysû bihâ | : kavim, kimseler, değil, onu, |
bi kafirin | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
89- İşte o kimseler; tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anladılar, bütün varlığa tecellileriyle hâkim olanı ve nübüvveti anladılar. Bundan sonra, bu hakikatleri anlayamayıp hakikatleri görmemezlikten gelenler olsa da, artık hakikatleri örtmeyenler, her varlıkta yetkili olan Bizi anlatanlar elbette olacaktır.
-90-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ قُل لاَّ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ
Ulâikellezîne hedallâhu fe bi hudâyuhumuktedih kul lâ eselukum aleyhi ecrâ in huve illâ zikrâ lil âlemîn
ulâike ellezîne heda Allah | : işte o kimseler, rehber, yol bulma, Allah |
fe bi hudâyu-hum | : öyleyse, yol bulma, rehber, onlar, |
ıktedih | : tabi olma, o yola uymak |
Kul lâ eselu-kum | : anlat, de, yok istemek, sizden istemiyorum |
Aleyhi ecren | : bu anlatılanlar, karşılık, ecir, ücret, |
In huve illa | : ise, o, ancak, sadece, vardır, |
zikr li el âlemin | : zikr, hatırlatma, bütün herkes için |
90- İşte o kimseler; Allah’a yol bulanlardır. Bundan böyle, onların Hakk’a yol bulduğu gibi sende o yolda ol. De ki: Bu anlattıklarıma karşılık sizden bir karşılık istemiyorum, bu ancak herkes için hakikatleri hatırlatmaktır.
-91-
وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî iz kâlû mâ enzelallâhualâ beşerin min şey kul men enzelel kitâbellezî câe bihî mûsâ nûren ve huden lin nâsi tec’alûnehu karâtîse tubdûnehâ ve tuhfûne kesîrâ ve ullimtum mâ lem ta’lemû entum ve lâ âbâukum kulillâhu summe zerhum fî havdıhim yelabûn
ve mâ kaderû Allâh | : takdir edemediler, bilemediler, ölçü, Allah, |
Hakk kadri-hi | : hak, gerçek, hakikatler, kadr, kıymet, değer, kudret, o |
İz kalu mâ enzele allâhu | : dediklerinde, indirmedi, sunmadı, Allah |
Alâ beşerin minşey | : üzerine, beşer, insan, bir şey |
Kul men enzele | : de, kim, kime ait, sundu, indirdi, kitab, kutsal sözler, |
el kitab | : kitab, tüm varlık kitabı, kutsal sözler, |
Ellezi cae bi hi | : ki o, geldi, getirdi, sundu, onu, onda, onun içinde, |
Musa nur | : Musa, Nur, aydınlatıcı, ışık, açıklama, yol bulma, |
Ve huden li en nâsi | : yol gösterme, insanlara, insanlar için |
tecalûne-hu | : onu yapıyorsunuz, sunduğunuz, kıldığınız, |
karatise tubdûne-hâ | : sayfalar, kağıtlar, belge, açığa çıkartan, açıklama, onu |
ve tuhfûne kesiran | : bilmediğiniz, gizliyorsunuz, çoğu |
ve ullimtum | : size öğretildi, bilmediğiniz şeyler |
Entum ve la âbâu-kum | : siz ve yok, atalarınız, babalarınız |
kul Allâh | : de, anlat, Allah, |
summe zer hum | : sonra, artık, bırak, uyma, terk et, onlar |
Fi havdı-him yelabun | : içinde, oyun, dalma, oyalanma, oynama, önemsememe |
91- Allah’ı takdir edemediler. O değerlerin hakikatlerini anlayamadılar. Allah bir beşere bir şey sunmadı dediler. De ki: Tüm varlığı bir kitap olarak sunan kimdir? Ki onun içinde hakikatler sunuldu. Musa o hakikatlerle yol buldu. İnsanlar için tüm varlık kitabı her an yol gösterir. O size sunulanları okuyup incelediğinizde hakikatlere ulaşırsınız. Siz ve atalarınızın bilmediği birçok hakikatleri sizlere öğreten kimdir? De ki: Allah’tır. Artık bir oyalanma, önemsememe içinde olanlara uyma.
-92-
وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَهُمْ عَلَى صَلاَتِهِمْ يُحَافِظُونَ
Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârekun musaddıkullezî beyne yedeyhi ve li tunzire ummel kurâ ve men havlehâ vellezîne yuminûne bil âhireti yuminûne bihî ve hum alâ salâtihim yuhâfizûn
ve haza kitabun | : bu, işte, kitab, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
enzelnâ-hu mubarek | : indirdik, sunduk, o, bereketli, kutsallık içinde, hayırlı |
musaddıku ellezi | : doğrulayan, tasdik eden, dosdoğru olan, tastamam ki o |
Beyne yedey hi | : elleri arasında, önlerinde, gelecekte, sana uyanlar |
ve li tunzire | : hakikatleri açıklayıp uyarman için, |
umme | : aslı, esası, ana, asliyetleri, geldikleri öz, |
el kura | : belde, köy, bulundukları yer, |
ve men havle-hâ | : kimseler, etrafındaki, çevrende, her yerde, o |
ve ellezine yuminune | : onlar, iman ederler, inanırlar |
bi el ahıreti | : sonlarına, |
yuminune bihi | : inanırlar, ona |
Ve hum alâ salâti-him | : onlar, salât, hakka olan bağlılıklarını |
yuhâfizûne | : muhafaza ederler, korurlar |
92- Her varlığı, içinde bereket taşıyıcı bir kitap olarak sunduk. Ki ondaki hakikatler dosdoğrudur. Sana uyanlara ve beldelerinde oturanlara ve bütün her yerde olan kimselere; geldikleri özü bildirmen, hakikatleri açıklayıp uyarman için sunduk. İman eden kimseler; sonlarına da, sunulan hakikatlere de inanırlar ve onlar Hakk’a bağlılıklarını her an muhafaza ederler.
-93-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ قَالَ أُوْحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَن قَالَ سَأُنزِلُ مِثْلَ مَا أَنَزلَ اللّهُ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ فِي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلآئِكَةُ بَاسِطُواْ أَيْدِيهِمْ أَخْرِجُواْ أَنفُسَكُمُ الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنتُمْ عَنْ آيَاتِهِ تَسْتَكْبِرُونَ
Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kâle ûhıye ileyye ve lem yûha ileyhi şeyun ve men kâle seunzilu misle mâ enzelallâh ve lev terâ iziz zâlimûne fî gamerâtil mevti vel melâiketu bâsitû eydîhim ahricû enfusekum el yevme tuczevne azâbel hûni bimâ kuntum tekûlûne alâllâhi gayrel hakkı ve kuntum an âyâtihi testekbirûn
ve men azlemu mimmen | : kim, daha zalim kimselerden |
İfterâ ala Allah | : iftira, uydurma, Allah’a karşı, Allah hakkında |
keziben | : yalanlayan, yalanları yayan, |
Ev kale uhıye ileyye | : veya, dedi, vahyolundu, bildirildi, bana |
ve lem yûha ileyhi şey | : vahyolunmadı, bildirilmedi, ona, bir şey |
ve men kale | : kim, kimse, dedi, der, söyler, |
se unzile misli | : sunarım, bildiririm, indirme, benzer, gibi |
mâ enzele Allâh | : şey, ne, değil, indirdi, sundu, Allah |
ve lev tera iz el zalimun | : eğer, olsa, görürsen, o zaman, zalimler, |
fî gamerâti | : şiddet, sıkıntı, yıkım, |
el mevti | : ölüm, idraksizlik, |
ve el melâiketu basıtu | : güçler, kuvveler, uzatarak, uzak yer, uzaklaşma |
eydi-him ahrıcu | : elleri, onlar, güçleri, çıkarmak, dışarı, |
enfus kum | : kendinizi, nefsinizi, |
el yevm tuczevne | : bugün, vakit, zaman, karşılık, ceza, |
azabel huni | : ceza, azab, sıkıntı, zillet, hor |
bi-mâ kuntum tekulune | : sebebiyle, oldunuz, söylersiniz |
Ala Allah gayre el hakkı | : Allah hakkında, karşı, gayrı, hak, gerçek değil |
ve kuntum an ayeti hi | : oldunuz o ayetlerle, ayatlerine karşı |
testekbirûne | : kibirleniyorsunuz, büyüklenme |
93- Allah’a karşı bir şey uyduran ve o yalanları yayan, ya da o sunulanları anlamayıp, bana da vahyolundu diyen ve Allah’ın sunduğu şeylerin benzerini ben de sunarım, diyen kimseden daha zalim olan kimdir. Zalimleri büyük bir idraksizlik içinde görürsün. Onlar yaptıklarıyla, kendilerindeki gücü anlamaktan uzaklaşırlar. Her zaman Allah hakkında gerçek olmayan şeyler söylediklerinden dolayı ve o ayetlere karşı kibirlendiklerinden dolayı, düştükleri durum alçaltıcı bir sıkıntıdır.
-94-
وَلَقَدْ جِئْتُمُونَا فُرَادَى كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَتَرَكْتُم مَّا خَوَّلْنَاكُمْ وَرَاء ظُهُورِكُمْ وَمَا نَرَى مَعَكُمْ شُفَعَاءكُمُ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ أَنَّهُمْ فِيكُمْ شُرَكَاء لَقَد تَّقَطَّعَ بَيْنَكُمْ وَضَلَّ عَنكُم مَّا كُنتُمْ تَزْعُمُونَ
Ve lekad citimûnâ furâdâ kemâ halaknâkum evvele merretin ve terektum mâ havvelnâkum verâe zuhûrikum ve mâ nerâ meakum şufeâekumullezîne zeamtum ennehum fîkum şurekâ lekad tekattaa beynekum ve dalle ankum mâ kuntum tezumûn
ve lekad cıtikum | : doğrusu, geldiniz, gelirsiniz, |
furada | : tek tek, tek olarak, ferd olarak, bağımsız |
Kema halaknâ-kum | : gibi, yarattık, halkettik, siz |
Evvele merretin | : evvel, önceki, ilk, defa, bir kere, kez, |
ve terk tum | : terkettiniz, bıraktınız, |
ma havelna kum | : şey, ne, verdiğimiz, yetki, lütfettik, sunduk, siz |
verâe zuhûri-kum | : arkası, geçmişi, geçmişteki şeyleri, siz |
ve mâ nerâ meakum | : ne, şey, değil, görmek, görmüyoruz, sizinle beraber, |
şufeâe-kum | : şefaat, ulaştıran, siz |
Ellezine zeamtum | : ki onlar, siz zannettiniz |
enne-hum fikum şurekau | : onların olduğunu, sizinle, içinizde, ortaklar |
Lekad tekatta beyne-kum | : doğrusu, kırmak, parçalamak, koparmak, aranızdaki |
ve dalle ankum | : saptı, uzaklaştı, kayboldu, sizlerden |
mâ kuntum tezumun | : sizin, olduğunuz şeyler, zannetme, |
94- Doğrusu sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine tek olarak bize dönersiniz. Siz geçmiş cehalet bildiklerinizde kaldığınızdan dolayı, size sunduğumuz hakikatleri terk ettiniz. Size şefaat edeceğini zannettiğiniz o kimseler, sizinle birlikte hakikatleri göremediler. Onlar da sizinle birlikte ortak koşanlardan oldular. Doğrusu siz aranızda hakikatlerin idrakini koparıp attınız ve sizler zannettiğiniz şeyler sebebiyle hakikatlerden uzaklaştınız.
-95-
إِنَّ اللّهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ ذَلِكُمُ اللّهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ
İnnallâhe fâlikul habbi ven nevâ, yuhrıcul hayye minel meyyiti ve muhricul meyyiti minel hayy zâlikumullâhu fe ennâ tufekun
inne Allâh faliku | : muhakkak ki Allah, ayıran, çıkaran, |
el habb | : dane, tohum, aşk, |
ve en nevâ | : çekirdek, ahenk, ses, korumak, özün açığa çıkması |
Yuhrice | : çıkarır, çıkaran, |
el hayy min el meyyit | : diri, canlı, ölüden diriyi |
ve muhricu el meyyiti | : ölüyü çıkarandır, ölü, |
min el hayyi | : diriden, canlıdan |
zâlikum allâhu | : işte bu, Allah |
fe ennâ tufekun | : öyleyse nasıl, dönüp gitme, hakikatlerden uzaklaşma |
95- Muhakkak ki Allah, tohumdan, çekirdekten bir ahenk içinde yarıp çıkarandır. Ölüden diriyi çıkarandır ve diriden ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl olur da hakikatlerden uzaklaşırsınız.
-96-
فَالِقُ الإِصْبَاحِ وَجَعَلَ اللَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Fâlikul ısbâh ve cealel leyle sekenen veş şemse vel kamere husbânâ zâlike takdîrul azîzil alîm
fâliku el ısbâhı | : sabahı yarıp çıkaran, aydınlığı ortaya çıkaran |
ve ceale | : yaptı, kıldı, düzenledi, |
el leyle sekenen | : gece, sukunet yeri, dinlenme |
ve e şemse ve el kamer | : güneş ve ay |
husbânen | : bir ölçü olarak, hesabıyla, hesaplama |
Zâlike takdir | : işte bu, takdir, ölçü, |
El aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi, tüm sıfatların sahibi, |
el alim | : ilmin sahibi, |
96- Aydınlığı ortaya çıkarandır. Geceyi sükûnet olarak, güneşi ve ayı bir ölçü ile düzenleyendir. İşte tüm sıfatların sahibi, ilmin sahibi olanın takdiri budur.
-97-
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُواْ بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Ve huvellezî ceale lekumun nucûme li tehtedû bihâ fî zulumâtil berri vel bahr kad fassalnal âyâti li kavmin yalemûn
ve huve ellezi ceale | : o ki, yaptı, hazırladı, var etti, düzenledi, |
lekum en nucûme | : sizin, yıldızlar |
li tehdedû biha | : yol bulmanız için, onlarla |
fî zulumâti | : karanlık, |
El berr ve el bahr | : kara ve deniz, |
Kad fassalna el âyâti | : oldu, en ince ayrıntısına kadar açıkladık, ayetleri |
li kavmin yalemun | : bir kavim için, insanlar, kimseler için, bilsinler |
97- Ki O’dur her şeyi bir ölçü ile düzenleyen. Sizler o yıldızların ölçüsü ile karada ve denizde, karanlıkda yol bulursunuz. İnsanlar hakikatleri bilsinler diye ayetleri tüm varlıktan en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz
-98-
وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ
Ve huvellezî enşeekum min nefsin vâhıdetin fe mustekarrun ve mustevda kad fassalnal âyâti li kavmin yefkahûn
ve huve ellezî enşee kum | : o ki, yarattı, var etti, oluşturdu, bedenlendirdi, inşa etti, siz |
min nefsin vahidetin | : bir neftsen, tek, bir, |
fe mustekarrun | : böylece, kararlı bir halda durma |
ve mustevdaun | : depo, bir emanet yeri, muhafaza, koruma |
Kad fassalna el âyâti | : oldu, en ince ayrıntısına kadar açıkladık, ayetleri |
li kavmin yefka hun | : kavim, kimseler için, insanlar, iyice anlayıp bilme |
98- Ki O’dur sizleri tek nefisten vareden. Sonra vücudlarınızı kararlı bir hâlde durduran ve vücudlarınızı bir emanet olarak size sunan. İnsanların iyice anlayıp bilmeleri için ayetlerimizi en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz.
-99-
وَهُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُّخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُّتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِن طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِّنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ انظُرُواْ إِلِى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Ve huvellezî enzele mines semâi mâ fe ahrecnâ bihî nebate kulli şey’in fe ahrecnâ minhu hadıran nuhricu minhu habben muterâkibâ ve minen nahli min talıhâ kınvânun dâniyetun ve cennâtin min anâbin vez zeytûne ver rummâne muştebihen ve gayre muteşâbih unzurû ilâ semerihî izâ esmere ve yenıh inne fî zâlikum le âyâtin li kavmin yuminûn
ve huve ellezî enzele | : o ki, indiren, sunan, veren, |
min es semâi mâen | : gökten, semadan, su |
fe ahrecnâ bihi nebate | : böylece çıkardık, bitkiler, nebatlar |
kulli şeyin | : her şey, her türlü |
fe ahrecnâ minhu | : böylece çıkardık, ondan, oradan, |
hadıran | : yeşillik |
Nuhricu minhu habb | : çıkarıyoruz, çıkarırız, ondan, dane, tohum |
muterâkiben | : üst üste olan, iç içe |
ve min en nahli min talı ha | : hurma ağacından, onun tomurcuğunda |
Kınvanun dâniyetun | : hurma salkımları, sarkıtılmış |
ve cennâtin min anabin | : bahçeler ve üzümler |
ve ez zeytûn ve el rumman | : zeytinler ve nar |
Muştebih ve gayr muteşâbih | : benzeyen ve benzemeyen |
Unzurû illa semeri hi | : bakın, onun meyvesi |
izâ esmere ve yenı hi | : meyve olduğunda ve onun olgun hali |
İnne fî zâlikum le ayet | : muhakkak, bunlarda vardır, elbette, işaret, ayet |
li kavmin yuminun | : bir kavim için, inanan kimseler için |
99- Ki O’dur gökten suyu indiren ve onunla her türlü nebatlar çıkaran. Sonra da ondan yeşillikler vareden. Ondan da iç içe geçmiş daneler vareden. Hurma ağacının dallarından sarkmış hurma salkımları vareden. Birbirine benzeyen ve benzemeyen, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri vareden. Artık onların olgunlaşmış meyvelerine bakın görün. Muhakkak işte bunların içinde inanan kimseler için elbette deliller vardır.
-100-
وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُواْ لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ
Ve cealû lillâhi şurekâel cinne ve halakahum ve harakû lehu benîne ve benâtin bi gayri ilm subhânehu ve teâlâ ammâ yasifûn
ve cealû li Allah | : kıldılar, yapmak, eylemek, Allah |
şurekâe | : ortak koştular, |
el cinne | : bilinmeyen, tanımlanamayan, tanımadıkları, |
ve halaka-hum | : halketti, onları yarattı |
ve harakû lehu | : kırık, bozmak, yalan uydurdular, isnat ettiler, onun, |
benin ve benâtin | : çocuk, evlat, erkek ve kızlar |
Bi gayri ilmin | : olmaksızın, gayrı, bir bilgi, bir ilim |
subhâne-hu | : noksan sıfatlardan münezzehtir, o |
ve teâlâ amma yasıfun | : yücedir, şeylerden, vasıflandırma, nitelik, anlatılamaz |
100- Tanımlayamadıkları şeyleri Allah’a ortak koştular. Onları da yaratan O’dur. Bir bilgileri olmadan erkek çocuklarını ve kız çocuklarını O’na isnat ettiler. O noksan sıfatlardan münezzeh olandır ve O’nun yüceliği vasfedilemez.
-101-
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُن لَّهُ صَاحِبَةٌ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Bedîus semâvâti vel ard ennâ yekûnu lehu veledun ve lem tekun lehu sâhıbeh ve halaka kulle şey ve huve bikulli şeyin alîm
Bediu | : eşsiz, çok güzel, estetik, |
el semavat ve el ard | : gökler ve yeryüzü |
Enna yekunu lehu veledun | : nasıl, olmak, onun, çocuk |
ve lem tekun lehu | : olmamıştır, onun olmaz, |
sahibetun | : sahip, arkadaş, dost, zevce |
Ve halaka kulle şey’in | : halketti, yarattı, vareden, bütün her şeyi |
ve huve bikulli şey alim | : O bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
101- Gökleri ve yeri estetik bir hâlde vareden O’dur. Nasıl çocuğu olur, O’nun bir eşi olmaz. Bütün her şeyi halkedendir ve O bütün her şeyi ilmiyle varedendir.
-102-
ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
Zâlikumullâhu rabbukum lâ ilâhe illâ huve hâliku kulli şeyin fabudûh ve huve alâ kulli şey’in vekîl
zâlikum Allâh | : işte bu, Allah, |
rabbu kum | : rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
lâ ilâhe illa huve | : ilah yoktur, o vardır |
Haliku kulli şeyin | : halkeden, vareden, yaratan, bütün her şeyi |
fe ubudû-hu | : artık onun kulu olduğunuzu anlayın |
ve huve ala kulli şey | : o, bütün her şeyde, bütün varlık, |
vekil | : yetkili olandır, vekil, koruyan, |
102- İşte sizi vücudlandıran Allah’tır. O’ndan başka güç yoktur. Bütün her şeyi halkedendir. Artık O’nun kulu olduğunuzu ve O’nun bütün varlığın var oluşunda yetkili olan olduğunu anlayın.
-103-
لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr
lâ tudriku-hu | : yok, kavramak, idrak etmek, görmek, o, |
El ebsar | : gözler, basiret, bakışlar, dikkat sahibi, kalp ile görmek |
ve huve yudriku | : O, kavrayan, idrak etmek, görür, |
el ebsar | : gözler, basiret, bakışlar, dikkat sahibi, kalp ile görmek |
ve huve el latif | : O, latif, ruhani, hoş, narin, inceliklerin sahibi, lütuf, |
el habir | : bildiren, haber veren, her an her varlıktan bildirip duran, |
103- Gözler O’nu göremez, O bütün gözlerden görür ve O bütün lütufların sahibi olandır, her varlıktan her an hakikatleri bildirir.
-104-
قَدْ جَاءكُم بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ
Kad câekum basâiru min rabbikum fe men ebsara fe li nefsih ve men amiye fe aleyhâ ve mâ ene aleykum bi hafîz
Kad cae kum | : oldu, olmuştu, gelmek, verdi, sundu, siz, |
basairu | : basiret, görme anlama yeteneği |
min rabbi-kum | : Rabbiniz |
fe men ebsar | : artık kim, gördü, anladı, tanıdı |
fe li nefsi-hi | : artık, onun lehinedir, kendi nefsi içindir |
ve men amiye | : kim, hakikatleri görmedi, anlamadı |
fe aleyhâ | : artık onun üzerine, aleyhine, karşı |
ve mâ ene aleykum bi hafız | : ben değilim, sizin üzerinize, koruyucu, muhafaza eden |
104- Rabbiniz size görme, anlama yeteneği verdi. Bundan sonra kim görür anlarsa, artık onun kendi yararı içindir ve kim hakikatleri görmezse artık onun aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde koruyucu olan değilim, de.
-105-
وَكَذَلِكَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ وَلِيَقُولُواْ دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Ve kezâlike nusarriful âyâti ve li yekûlû dereste ve li nubeyyinehu li kavmin yalemûn
ve kezâlike | : işte böylece, işte bu, |
nusarrifu | : en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz, sanatını gösteren |
el âyâti | : ayetler, deliller, işaretler, |
ve li yekûlû dereste | : için, diye, okunan, incelenen, anlayabilmeniz, akıl |
ve li nubeyyine-hu | : için, beyan, açıklama, o |
li kavmin yalemun | : bir kavme, bir topluluğa, kimseler, biliyorlar |
105- Hakikatleri anlayabilmeniz için, tüm varlıktan en ince ayrıntısına kadar ayetlerimizi gösteriyoruz ve insanların bilmeleri için o hakikatleri delillerle açıklıyoruz.
-106-
اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
İttebi mâ uhıye ileyke min rabbik lâ ilâhe illâ huve ve arıd anil muşrikîn
İttebi ma uhıye ileyke | : tabi ol, uy, vahyolunan şey, sana |
min rabbi-ke | : Rabbinden |
lâ ilâhe illa huve | : ilah yoktur, o vardır |
ve arıd | : uzak dur, reddet, |
an el muşrikin | : ortak koşmak, kendine varlık isnat eden, |
106- Rabbinden sana vahyolunan şeye tâbi ol. O’ndan başka güç yoktur. O’nun yüceliğinin yanında kendine varlık isnat etmekten uzak dur.
-107-
وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكُواْ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ
Ve lev şâallâhu mâ eşrekû ve mâ cealnâke aleyhim hafîzâ ve mâ ente aleyhim bi vekîl
ve lev şae Allah | : eğer, şayet, istek, arzu, Allah |
mâ eşrekû | : değil, şey, ne, ortak koşmak |
ve mâ cealnâ-ke | : değil, şey, ne, biz seni kılmadık, yapmadık |
Aleyhim hafizan | : onların üzerinde, koruyucu, muhafız |
ve mâ ente aleyhim bi vekil | : sen değilsin, onların üzerinde, yetkili olan |
107- Eğer Allah’ı anlamada arzulu olsalardı, ortak koşanlardan olmazlardı. Seni onların üzerine koruyucu kılmadık ve sen onların üzerine yetkili olan değilsin.
-108-
وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve lâ tesubbûllezîne yedûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû yamelûn
ve lâ tesubbû | : yok, sövmek, hakaret, |
ellezine yudune | : o kimseler, yönelenler, tapanlar, |
min dûni allâh | : Allah’tan başka |
fe yesubbû allâhe | : sonra, sövmek, hakaret, yermek, Allah |
Adven | : düşmanlık, haddi aşıp, |
bi gayri ilm | : bir ilmi olmaksızın, bilmeden, bilgisizce, |
Kezâlike zeyyenna | : işte böyle, süs, hoşluk, biz, |
li kulli ummetin | : her ümmete, topluluk, bütün herkes, |
amel hum | : amel, çalışma, yaptıkları, onlar |
Summe ilâ rabb him | : sonra, Rab, onlar, onları vücudlandıran, |
merci hum | : kaynak, aslı, merci, dönüş, onlar, |
fe yunebbiu-hum | : böylece, haber vermek, bildirmek, onlar |
bi-mâ kanu yamelun | : yaptıkları şeylerden |
108- Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere yönelenlere hakaret etmeyin. Sonra onlarda bilgisizce bir düşmanlık içinde Allah’a hakaret ederler. Bizi anlayamayan her ümmetin ameli kendilerine süslü görünür. Onların hepsinin kaynağı onları vücudlandırandır ancak. İşte onlara yaptıkları şeylerden hakikatler her an bildirilir.
-109-
وَأَقْسَمُواْ بِاللّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِن جَاءتْهُمْ آيَةٌ لَّيُؤْمِنُنَّ بِهَا قُلْ إِنَّمَا الآيَاتُ عِندَ اللّهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْ أَنَّهَا إِذَا جَاءتْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Ve aksemû billâhi cehde eymânihim le in câethum âyetun le yuminunne bih kul innemel ayâtu indallâhi ve mâ yuşirukum ennehâ izâ câet lâ yuminûn
ve aksemû bi allah | : yemin etmek, and, Allah |
Cehde | : kuvvetli, azimli, güçlü, |
eymani him | : inanma, yemin, sağ, diri, onlar |
le in caet hum | : elbette, mutlaka, eğer, geldi, onlar, |
ayet | : ayet, delil, işaret |
le yuminunne biha | : elbette, mutlaka iman edeceklerine, ona |
Kul innemâ el ayât | : anlat, ancak, ayetler, işaret, delil, |
inde allah | : ait, ona ait, katında, yanında, Allah |
ve mâ yuşiru-kum | : şuuruz, kendisinin çevresinin farkında değil, siz |
Enne ha iza caet la yuminun | : onun, olduğunu, geldiğinde, yok, iman etmek, |
109- Onlara bir işaret gelirse, inanacaklarına dair güçlü yeminlerle Allah’a yemin ederler. De ki: Allah’a ait işaretler her an her yerden sunulur. Kendilerinin ve çevrelerinin farkında olamayanlar, o işaretler onlarda olduğu halde onlar iman etmezler.
-110-
وَنُقَلِّبُ أَفْئِدَتَهُمْ وَأَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُواْ بِهِ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Ve nukallibu efidetehum ve ebsârehum kemâ lem yuminû bihî evvele merretin ve nezeruhum fî tugyânihim yamehûn
ve nukallibu | : çevrilmek, döndürülmek, |
efidet hum | : kalpler, idrakler, onlar |
ve ebsâre-hum | : basiretleri, görme tanıma, onlar |
Kemâ lem yuminu bihi | : gibi, değil, inanmamak, iman etmek, ona |
Evvele merretin | : evvel, ilk, önce, defa, kere, kez |
ve nezeru-hum | : biz, terk etmek, bırakmak, kalmak, onlar |
Fi tugyani him | : içinde, taşkınık, öfke, hiddet, onlar, |
yamehun | : bocalamak, şaşırmak, inatla |
110- Onların idrakleri ve onların varlığı görüp tanımaları kendi cehaletlerine dönüktür. Onlar önceki hâlleri olan, hakikatlere inanmama hâlleriyle hareket ederler ve onlar hiddet hâllerinde bocalayıp dururlar, Bizi idrak etmeyi terk ederler.
-111-
وَلَوْ أَنَّنَا نَزَّلْنَا إِلَيْهِمُ الْمَلآئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتَى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلاً مَّا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ
Ve lev ennenâ nezzelnâ ileyhimul melâikete ve kellemehumulmevtâ ve haşernâ aleyhim kulle şey’in kubulen mâ kânû li yuminû illâ en yeşâallâhu ve lâkinne ekserehum yechelûn
ve lev enne na nezzelna | : eğer, olsaydı, elbette, biz, sunduk, indirdik, verdik |
İleyhim el melaikete | : onlara, güçlü olan, kuvvet, melekler |
ve kelleme-hum el mevta | : kelam, konuştu, onlar, ölü, tohum, |
ve haşernâ aleyhim | : topladık, verseydik, onlar |
Kulle şeyin kubulen | : her, bütün, şey, karşılarına, önce |
mâ kânû li yuminû | : olmadı, için, inanmak |
İlla en yeşâe Allâh | : başka, sacede, istek, Allah |
ve lakin ekser hum | : lakin, fakat, çoğu, onlar, |
yechelun | : cahillik eder, cahelet içinde olan, bilememezlik |
111- Eğer onlara gücün sahibi olmayı sunsaydık ve ölüler onlara konuşsaydı ve her şeyi öncelikle onlara verseydik, onlar yine de inananlardan olmazlardı. Ancak Allah’ı anlamayı isteyenler başka. Fakat onların çoğu cehalet içindedirler.
-112-
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاء رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven şeyâtînel insi vel cinni yûhî baduhum ilâ ba’dın zuhrufel kavli gurûrâ ve lev şâe rabbuke mâ fealûhu fe zerhum ve mâ yefterûn
ve kezâlike cealna | : işte, yaptık, kıldık, eyledik, sunduk, gösterdik, biz |
li kulli nebiyyin | : hepsine, haber getiren, nebi, hakikatleri bildiren, |
Aduvven şeyâtîne | : düşman, şeytani halleri, şeytanlar |
el insi ve el cini | : insan, tanıdık, bilinen ve bilinmeyen, tanımadıklarınız |
Yuhi | : vahy, bildirme, |
badu hum ila badın | : onlardan bazısı, bazısına, birbirlerini |
Zuhruf el kavli | : süslü, zahir, suret, görüntü, güzel, sözler, |
gurûran | : aldatarak, gurur, aldanma, |
ve lev şae rabbu ke | : eğer, istek, rabbin |
mâ fealû-hu | : değil, şey, ne, onu yapmazlardı |
fe zer-hum | : artık, uyma, bırak, onlar |
ve mâ yefterun | : değil, ne, şey, uydurma, iftira |
112- İşte bütün hakikatleri bildirenler için, şeytani hâlleri düşman olarak gösterdik. Tanıdıklarınız ve tanımadıklarınız birbirlerini suretlerle, güzel sözlerle aldatırlar. Eğer Rabbini tanımak isteselerdi böyle yapmazlardı. Artık onlara uyma ve onların uydurdukları şeylere de uyma.
-113-
وَلِتَصْغَى إِلَيْهِ أَفْئِدَةُ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُواْ مَا هُم مُّقْتَرِفُونَ
Ve li tesgâ ileyhi efidetullezîne lâ yu’minûne bil âhıreti ve li yerdavhu ve li yakterifû mâ hum mukterifûn
ve li tesgâ ileyhi | : meyletmek, dinlemek, ona, |
efidet | : kalpler, idrak |
Ellezine la yuminun | : ki onlar, inanmazlar, iman etmezler, |
bi el âhıreti | : sonlarına, sonunda, ölüm vakti, |
ve li yerdav-hu | : için, razı olmak, kabul, hoşnut, o |
ve li yakterifû | : için, işlemek, kazanmak, çalışmak, |
mâ hum mukterifûne | : şey, değil, ne, onlar, kazandıkları |
113- Sonlarına inanmayanların kalbleri o hâllere meyleder. Onlar o hâllerden hoşlanırlar ve çalışmaları o hâller içindir. Onlar bir şey kazanacak değillerdir.
-114-
أَفَغَيْرَ اللّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنَزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلاً وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِّن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
E fe gayrallâhi ebtegî hakemen ve huvellezî enzele ileykumul kitâbe mufassala vellezîne âteynâhumul kitâbe yalemûne ennehu munezzelun min rabbike bil hakkı fe lâ tekûnenne minel mumterîn
e fe gayre Allâh | : artık, gayrı, başka, Allah, |
ebtegi hakem | : aramak, araştırmak, hâkim, hüküm |
ve huve ellezi enzele ileykum | : o ki, ki o, indirdi, sundu, verdi, size |
El kitabe mufassalan | : kitap, açıklanmış olarak, apaçık, |
ve ellezine ateyna hum | : o kimseler, verdik, sunduk, onlar, |
El kitab yalemun | : kitap, bilen, ilmin sahibi, |
ennehu munezzele | : onun olduğu, doğrusu onun, sunulmuş, indirilen |
min rabbi-ke | : Rabbinden, kendini vücudlandıran, |
bi el hakk | : hak ile, gerçek, doğru olan, hakikat, |
Fe lâ tekûnen | : bundan sonra, sakın olma, kalma, |
min el mumterin | : şüphe, kuşku, |
114- Allah’tan başka hüküm sahibi aranır mı? Ki O’dur her bir varlığı açıklanmış bir kitap olarak sunan. Doğrusu sunduğumuz o kitaba bakanlar, o sunulanlarda kendilerini vücudlandıranın hakikatlerinin olduğunu bilirler. Bundan sonra sakın şüphe edenlerden olma.
-115-
وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلاً لاَّ مُبَدِّلِ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve temmet kelimetu rabbike sıdkan ve adla lâ mubeddile li kelimâtih ve huves semîul alîm
ve temmet kelimet | : tamam, tamdır, |
Kelime rabbike | : kelime, tecelli, söz, Rabbin, |
sıdkan ve adlen | : Rabbin, doğru olan, sadakat ve adalet, adil, |
La mubeddil | : yok, değiştirecek, değişme olmaz, |
li kelimât hi | : onun sözlerini, kelimelerini, hakikatlerini |
ve huve el semîu | : O, işittiren, |
el alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
115- Rabbinin kelimeleri dosdoğru ve adalet ile tamdır. O’nun kelimelerinde değişme olmaz. O işittirendir, ilmin sahibidir.
-116-
وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ
Ve in tutı eksere men fîl ardı yudıllûke an sebîlillâh in yettebiûne illez zanne ve in hum illâ yahrusûn
ve in tutı eksere | : eğer, kulak vermek, dinlemek, itaat, uyma, çoğuna |
men fi el ardı | : kim, kimse, yeryüzünde |
yudıllû-ke | : sapan, batıla sapmak, seni saptırırlar, |
an sebil Allah | : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden, |
İn yettebiûne | : eğer, tabi olmak, uyarlar, |
illa el zann | : ancak, zanda kalmak, zannetmek, sanmak, |
ve in hum illa yahrusun | : eğer olursa, onlar, ancak, yalanlarda kalan, yanlış, |
116- Eğer yeryüzündeki kimselerin çoğuna uyarsan, Allah’ın yolundan seni saptırırlar. Onlar ancak zanlara tâbi olurlar ve onlar yalanlarda kalanlardır.
-117-
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ مَن يَضِلُّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
İnne rabbeke huve alemu men yadıllu an sebîlih ve huve alemu bil muhtedîn
İnne rabbeke huve | : muhakkak, rabbin, vücudlandıran, sen, o, |
alemu | : ilmin sahibi |
men yadıllu | : kim, sapmak, hakikatlerden sapmak, dalalet, |
an sebili hi | : onun yolundan |
ve huve alem | : o, bilen, ilmin sahibi, bilen, |
bi el muhtedin | : yönlendirme, yol gösteren, hidayete ulaşan, |
117- Muhakkak ki seni vücudlandıran, ilmin sahibi olan O’dur. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışına çıkan O’nun yolundan sapandır. Hidayete ulaşanlar ise O’nu bilenlerdir.
-118-
فَكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ
Fe kulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi in kuntum bi âyâtihî muminîn
fe kulû mimma | : artık, beslenme, ilimden faydalanma, o şeyler, hangi |
zukire ismu | : zikr, anma, hatırlama, ismi, adıyla anma, işaret, |
Allâh aleyhi | : Allah, üzerinde, onun |
in kuntum bi ayet hi muminin | : eğer, siz iseniz, ayet, o, emin olan, iman, inanan |
118- Eğer siz O’nun ayetlerine inanan iseniz, o varlığın üzerinde olan hakikatleri Allah’ın adıyla anın, o hakikatlerden faydalanın.
-119-
وَمَا لَكُمْ أَلاَّ تَأْكُلُواْ مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيرًا لَّيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِم بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ
Ve mâ lekum ellâ tekulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi ve kad fassale lekum mâ harreme aleykum illâ madturirtum ileyh ve inne kesîren le yudıllûne bi ehvâihim bi gayri ilm inne rabbeke huve alemu bil mutedîn
ve mâ lekum | : değil, siz, |
ellâ tekulû | : değil, öylemi, faydalanma, beslenme, yararlanma, |
mimma zukire | : hangi, o şeyler, nsne, varlık, zikr, anma, anlamak, |
ismu Allâh aleyhi | : ismi, adı, işaretler, Allah, üzerine, onun, kendinizde, |
ve kad fassale lekum | : oldu, ayrı ayrı açıklamak, ayrıntılı, kısım kısım, size |
mâ hareme aleykum | : değil, şey, haram, yasak, kutsal, mubarek, size, kendiniz, |
illâ ma idturirtum ileyhi | : hariç, ancak, baskı altında, darda kalmak, mecbur, ona |
ve inne kesir le yudıllun | : muhakkak, çok, çoğu, dalalet, sapmak |
bi ehvâi-him | : heva, heves, onlar, |
bi gayri ilm | : bir ilim olmaksızın, bilgisizce, |
İnne rabbe-ke | : muhakkak, senin Rabbin, seni vücudlandıran, |
Huve alemu | : o, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, ilmiyle yol gösteren, |
bi el mutedin | : haddi aşan, husumet içinde olan, ölçüsüz, aşırılık, |
119- Siz neden o varlığın üzerinde olan hakikatleri Allah’ın adıyla anıp, o hakikatlerden faydalanmıyorsunuz. Size en ince ayrıntısına kadar sunulan hakikatleri kendinize yasak etmeyin. Ancak kendi cehaletlerinin baskısı altında olanlar, doğrusu onların çoğu bir bilgileri olmadan, kendi hevalarına uyarak hakikatlerden saparlar. Doğrusu Rabbin, o haddi aşanlara da ilmiyle yol gösterendir.
-120-
وَذَرُواْ ظَاهِرَ الإِثْمِ وَبَاطِنَهُ إِنَّ الَّذِينَ يَكْسِبُونَ الإِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُواْ يَقْتَرِفُونَ
zâhirel ismi ve bâtıneh innellezîne yeksibûnel isme seyuczevne bimâ kânû yakterifûn
ve zerû zahire | : terk edin, bırak, uyma, açıkta, zahir, |
el ism | : günah, fena, |
ve bâtıne-hu | : gizli olanını, |
inne ellezîne yeksibûn | : muhakkak, onlar, kazanma, edinmek, |
el ism | : günah, fena, ism, işaret, |
se-yuczevne | : elbette, yakında, karşılık görecekler, bulacaklar, |
bi-mâ kânû yakterifûne | : den dolayı, sebebiyle, oldu, kazanmak, edinmek, |
120- Fenaların açık olanını da ve gizli olanını da terk edin. Muhakkak ki fena hâlleriyle davranan o kimseler, edindikleri şeylerin karşılığını bulacaklardır.
-121-
وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ
Ve lâ tekulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi ve innehu le fısk ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum ve in etatumûhum innekum le muşrikûn
ve lâ tekulû mimma | : yok, beslenme, yararlanma, o şeyler, hangi |
lem yuzikr | : değil, zikr, anma, hatırlama, |
ismu Allâh aleyhi | : isim, ad, işaret, Allah, onun |
ve inne-hu le fıskın | : şüphesiz, o, elbette, fasık, hakikatlerden sapan |
ve inne el şeyâtîne | : muhakkak ki, şeytani haller, şeytanlar |
li yucâdilû-kum | : sizinle mücadele etmeleri için |
Ve ın etatumu hum | : eğer, onlara itaat edersiniz, uyma, o hallere |
inne-kum le muşrikun | : elbette, muhakkak siz, ortak koşanlar, |
121- O varlığın üzerinde olan hakikatlerin, Allah’a ait olan işaretler olduğunu anlayamazsanız, ilmi olarak onlardan yararlanamazsınız ve şüphesiz o hâl elbette hakikatlerden sapmaktır. Muhakkak ki o şeytani hâlleriniz, sizin hakikatleri anlamanıza engeldir. Eğer o hâllere uyarsanız, elbette siz ortak koşanlardan olursunuz.
-122-
أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ kezâlike zuyyine lil kâfirîne mâ kânû yamelûn
e ve men kane meyten | : o kişi, kimse mi? Oldu, ölmüş, ölü iken, kalbi ölü |
fe ahyeynâ-hu | : sonrada, böylece onu dirilttik |
ve cealnâ lehu nur | : kıldık, yaptık, verdik, ona, bir nur, ışık, |
Yemşi bihi fi el nas | : yürür, yol bulur, onunla, insanlar içinde, arasında |
ke men meselu hu | : o kimse gibi, misal, durum, o |
fî ez zulumâti | : karanlıklar içinde, cehalet içinde |
leyse bi-hâricin minha | : değil, çıkacak, dışarı, çıkamayacak olan, ondan |
Kezâlike zeyn | : işte böyle, süsü, gösteriş, |
li el kafirin | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
mâ kânû yamelûne | : yapmış oldukları şeyler |
122- Bir idrakten yoksun iken, sonra da diri olanın Biz olduğunu anlayan ve insanlar içinde hakikatlerle yol bulup, bir nur ile Bizi idrak eden kimse, cehaletin karanlığında kalıp o hâlden çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte o hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, yapmış oldukları şeyler sebebiyle bir gösteriş içindedirler.
-123-
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ أَكَابِرَ مُجَرِمِيهَا لِيَمْكُرُواْ فِيهَا وَمَا يَمْكُرُونَ إِلاَّ بِأَنفُسِهِمْ وَمَا يَشْعُرُونَ
Ve kezâlike cealnâ fî kulli karyetin ekâbire mucrimîhâ li yemkurû fîhâ ve mâ yemkurûne illâ bi enfusihim ve mâ yeşurûn
ve kezâlike cealna | : işte böylece, kıldık, yaptık, sunduk |
fî kulli karyetin | : her, bütün, belde, bulundukları yer |
Ekâbire | : büyük, kibirli, önde gelen, liderler, büyüklenme, |
mucrimin | : günahlar, fenalar |
li yemkurû fiha | : hile, aldatma, karanlık, zararlı haller, gizli, orada |
ve mâ yemkurûne | : değil, hile, aldatmak, karanlık, gizli, zararlı haller |
İlla bi enfusi-him | : ancak, kendilerini, nefslerini, onlar, |
ve mâ yeşurûne | : değil, şuur, kendisinin ve çevresinin farkında olmayan |
123- İşte böylece onlara sunduğumuz şeylerle, onlar bulundukları yerlerde fenalıklarda, kibirlilik içinde, zararlı hâller içinde kaldılar. Onlar ancak kendilerine zarar verdiler ve onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında olamadılar.
-124-
وَإِذَا جَاءتْهُمْ آيَةٌ قَالُواْ لَن نُّؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ اللّهِ اللّهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ أَجْرَمُواْ صَغَارٌ عِندَ اللّهِ وَعَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا كَانُواْ يَمْكُرُونَ
Ve izâ câethum âyetun kâlû len numine hattâ nutâ misle mâ ûtiye resulullâh allâhu alemu haysu yecalu risâleteh seyusîbullezîne ecremû sagârun indallâhi ve azâbun şedîdun bimâ kânû yemkurûn
ve izâ caet hum ayetun | : geldiğinde, sunulduğunda, onlar, ayet, işaret |
Kalu len numine | : dediler, asla inanmayız, |
Hattâ nuta misli | : oluncaya kadar, hatta, verilsin, misli, benzeri, |
mâ ûtiye resul allah | : verilen şey, resül, hakikati gösteren, Allah |
Allâhu alemu | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
haysu yecalu | : ne, hangi, yapmak, eylemek, |
risâlete-hu | : risaletini, hakikatleri göstermek, bildirmek, |
se yusîbu ellezîne | : yakında isabet, değme, o kimseler |
Ecremû sagarun | : cürüm, zarar, günah, fena, zillet, küçük, |
inde allah | : kantında, yanında, ona ait, Allah’ın |
ve azâbun şedid | : bir azap, sıkıntı, daha fazla, şiddetli |
Bima kânû yemkurûne | : sebebiyle, oldular, hile, aldatma, karanlık, gizli, zarar, |
124- Onlara ayetler sunulduğunda dediler ki: Allah’ın resul’üne verilen şeylerin benzeri bize verilmedikçe asla iman etmeyiz. Allah, var olan ne varsa her şeyde ve resul’ünde de ilmin sahibi olandır. Allah’ın hakikatlerini küçük gören kimseler fena hâllerde kaldılar ve zararlı hâllerde olduklarından dolayı şiddetli sıkıntılarda kaldılar.
-125-
فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm ve men yurid en yudıllehu yecal sadrehu dayyikan haracen ke ennemâ yassaadu fîs semâi kezâlike yecalûllâhur ricse alâllezîne lâ yuminûn
fe men yuridi Allah | : artık, kim, kimse, irade, dilek, istek, Allah |
en yehdiye-hu | : ona yol gösterilir, hakkın yolunu bulur, hidayete ulaşır, |
Yeşrah sadre hu | : açıklama, açar, açılma, gönül, o, |
li el slam | : barış, huzur, barış huzur içinde, |
ve men yurid | : kim, irade, dilek, istek, |
en yudille hu | : dalalet, sapmak, hakikatlerden sapmak, o, |
Yecal sadr hu | : kılar, yapar, olur, gönül, o, |
dayyk harec | : darlık, sıkıntı, zorluk, şüphe |
ke ennemâ yassaadu | : sanki, gibi, yükselme, artış, boşlukta kalmak, meşakkat |
fi es semâi | : semada, gökyüzü, ulviyet, boşluk |
Kezâlike yecal Allah | : işte böyle, yapmak, kılmak, olur, kalmak, Allah |
el ricse ala ellezine | : kirlilik, pislik, cehaletin kirliliği, o kimselerin üzerinde, |
lâ yuminûne | : iman etmeyen, inanmayan |
125- Artık kim Allah’ı anlamayı arzu ederse, o hidayete ulaştırılır. Böylelikle onun gönlü barışa ve huzura açılır. Kim kendi cehalet bilişlerinde kalır, hakikatlerden sapmayı isterse, onun gönlü şüpheler, sıkıntılar içinde olur. Sanki gökte bir boşlukta kalır gibi müşkillerde olur. İşte, cehaletin kirliliği içinde kalan kimseler Allah’a iman etmezler.
-126-
وَهَذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ
Ve hâzâ sırâtu rabbike mustekîm kad fassalnâl âyâti li kavmin yezzekkerûn
ve hâzâ sıratu rabbike | : bu, doğru yol, Rabbinin |
mustekimen | : istikamet üzere, yön, doğruluk dürüstlük üzere |
kad fassalnâ | : ayrı ayrı açıklamıştık, ayrıntılı, en ince ayrıntısına |
el âyâti li kavm | : ayetler, delil, işaret, kavim, kimseler için, insanlar, |
yezekkerun | : tezekkür, var oluşun hakikatleriyle bakmak, |
126- Rabbinin doğruluk üzere dosdoğru yolu budur. İnsanlar, varoluşu düşünüp ulaştıkları hakikatlerle bu âleme baksınlar diye, her varlıktan hakikatleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık.
-127-
لَهُمْ دَارُ السَّلاَمِ عِندَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû yamelûn
Lehum daru | : onlar için vardır, diyar, yurt, yer, |
el slam | : barış, huzur üzere |
İnde rabbi-him | : katında, yanında, Rabbi, Rab’leri, onlar |
ve huve veliy hum | : O, dost, veli, onlar |
Bima kânû yamelûne | : dolayı, sebebiyle, yapmış oldular, amellerinde |
127- Bulundukları yerlerde, Rabbine ait olan hakikatleri bilenler, barış ve huzur üzeredirler. Yapmış oldukları şeylerde onlar O’nu dost edinirler.
-128-
وَيَوْمَ يِحْشُرُهُمْ جَمِيعًا يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثَرْتُم مِّنَ الإِنسِ وَقَالَ أَوْلِيَآؤُهُم مِّنَ الإِنسِ رَبَّنَا اسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ وَبَلَغْنَا أَجَلَنَا الَّذِيَ أَجَّلْتَ لَنَا قَالَ النَّارُ مَثْوَاكُمْ خَالِدِينَ فِيهَا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَليمٌ
Ve yevme yahşuruhum cemîa yâ maşerel cinni kadisteksertum minel ins ve kâle evliyauhum minel insi rabbenestemtea badunâ bibadın ve belagnâ ecelenellezî eccelte lenâ kâlen nâru mesvâkum hâlidîne fîhâ illâ mâ şâallâhu inne rabbeke hakîmun alîm
ve yevme yahşur hum cemia | : gün, vakit, o zaman, toplanmak, hepsi, tüm, |
yâ maşere el cinni | : ey, ya, topluluk, tanımlanamayan, bilinmeyen |
kad isteksertum | : oldu, bol, çoktur, artmak, fazla, siz, |
min el ins | : insan, tanınan, aslını bilmek isteyen, |
ve kâle evliya hum | : dedi, dostlar, onlar, |
min el ins | : insan, bilmek isteyen, tanınan, |
rabbe-nâ | : Rabbimiz |
istemtea | : fayda, hoşlanmak, |
badu nâ bi badin | : bazımız bazısından, birbirimizden |
ve belagnâ ecele na ellezi | : ulaştık, eriştik, belirli zaman, ecel, biz, ki o |
Eccelte lenâ | : ecel, belirli zaman, ölüm vakti, bizim için, bize |
Kâle el nar | : dedi, ateş, yakıp yakıcı hal, |
mesva kum | : barınmak, yurt, mesken, bulunduğunuz yer, |
Halidine fiha | : ebedi, devamlı, orada, o hali |
İlla mâ şâe allâh | : ancak, hariç, şey, ne, değil, istek, istemediniz, Allah |
İnne rabbe ke hakim | : muhakkak ki, rabbin, seni vücudlandıran, hakim olan, |
alim | : ilmin sahibi olan, ilmiyle vareden, |
128- Onların hepsi bir araya toplandığı vakit onlara: Ey aslını bilmek isteyenler! Sizler, tanımadığınız toplulukların o hallerine fazlaca meylettiniz, diye bildirilir. Aslını bilmek isteyenlerden o halleri dost edinenler: Rabbimiz! Bizlerden bazılarımız, onlardan bazılarının o hâllerinden hoşlandık. Senin bize belirlediğin o ecel vaktine kadar o hâllerde kaldık, derler. Bulunduğunuz yerlerde yakıp yıkıcı hallerinizden vazgeçemediğinizden dolayı, Allah’ı anlamayı istemediniz, diye bildirilir. Muhakkak ki seni vücudlandıran, bütün varlığa tecellileriyle hâkim olandır, ilmin sahibidir.
-129-
وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Ve kezâlike nuvellî badaz zâlimîne badan bimâ kânû yeksibûn
ve kezâlike nuvelli | : işte böylece, dönmek, ayrılmak, evrilmek, meyletmek |
bada ez zâlimîne badan | : zalimlerin, bir kısmı bir kısmına, birbirlerine, |
Bima kânû yeksibûne | : sebebiyle, oldu, edinmek, kazanmış oldular |
129- İşte böylece zalimler, kazandıkları şeyler sebebiyle birbirlerine meylederler.
-130-
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالإِنسِ أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي وَيُنذِرُونَكُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُواْ شَهِدْنَا عَلَى أَنفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُواْ عَلَى
Yâ maşerel cinni vel insi e lem yetikum resulun minkum yakussûne aleykum âyâtî ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ kâlû şehidnâ alâ enfusinâ ve garrethumul hayâtud dunyâ ve şehidû alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn
yâ maşere el cinni | : ey, topluluk, bilinmeyen, bilemeyen, |
ve el insi | : insan, aslını bilen, tanınan, |
e lem yeti kum | : gelmedimi, size, |
resul minkum | : resul, hakikati gösteren, sizdeni sizin içinizden, |
Yakussu aleykum ayati | : anlatma, açıklama, size, ayetlerim, delil, işaret |
ve yunzirûne-kum | : hakikatleri açıklayıp uyarıyorlar, siz |
Likâe yevm kum haza | : ulaşma, tevhid, birlik, gün, vakit, heran, siz, bu |
Kâlû şehid na | : dediler, heran heryerde hazır olan, tanık, bilmek, biz |
Ala enfusi-nâ | : üzerinde, nefslerimize, kendi üzerimizde |
ve garret-hum | : aldattı, oyalanmak, onlar, |
el hayâtu ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
ve şehidû ala enfus him | : tanık, şahit, tanık, üzerine, kendi, nefs |
enne-hum kanu | : onlar, oldu, olduğundan dolayı, |
kafirun | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen |
130- Ey bilemeyenler topluluğu ve aslını bilme yolunda olanlar! Sizin içinizden, sizin üzerinizde olan işaretleri gösteren ve sizin her an bir birlik içinde olduğunuzun hakikatlerini açıklayıp uyaran resul’ler geldi değil mi? Dediler ki: Biz kendi üzerimizde olanları biliriz. Onlar dünya hayatına aldandılar ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı kendilerinin o hâllerine şahit oldular.
-131-
ذَٰلِكَ أَنْ لَمْ يَكُنْ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَىٰ بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا غَافِلُونَ
Zâlike en lem yekun rabbuke muhlikel kurâ bi zulmin ve ehluhâ gâfilûn
Zâlike en lem yekun | : işte bu, değil, olamaz, hakikati bilen olamaz. |
rabb ke | : rabbin, vücudlandıran, |
Muhlike | : helak eden, yazık eden, kendine yazık eden, |
el kura bi zulmin | : bulundukları yerde, belde, zulüm, zalimlik yapan |
ve ehlu-hâ | : sahip olma, onun ehli, halkı, |
gafilun | : gaflet içinde, bilememezlik |
131- İşte, bulundukları yerlerde bir zalimlik içinde olup kendilerine yazık edenler, Rabbini bilenlerden olamazlar ve onlar orada bir gaflet içindedirler.
-132-
وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا ۚ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Ve li kullin derecâtun mimmâ amilû ve mâ rabbukebi gâfilin ammâ yamelûn
ve li kullin derecet | : herkes için vardır, derece, basamak, makam, |
Mimmâ amilu | : şeylerden, yaptığı, |
ve mâ rabbu-ke | : değil, şey, ne, Rabbin, sen, |
bi gafil | : bir gaflet içinde olan, bilmemezlik, |
Amma yamelun | : yaptıkları şeylerden |
132- Herkes için yaptıkları şeylere göre dereceler vardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Rabbini bilenlerden olamazlar.
133-
وَرَبُّكَ الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَةِ ۚ إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَسْتَخْلِفْ مِنْ بَعْدِكُمْ مَا يَشَاءُ كَمَا أَنْشَأَكُمْ مِنْ ذُرِّيَّةِ قَوْمٍ آخَرِين
Ve rabbukel ganiyyu zur rahmeh in yeşe yuzhibkum ve yestahlif min badikum mâ yeşâu kemâ enşeekum min zurriyyeti kavmin âharîn
ve rabbu-ke | : Rabbin, seni vücudlandıran, |
el ganiyy | : gani, zengin, değerlerin, tüm varlığın sahibi |
zu er rahmeti | : Rahmet sahibi, tüm varlıktaki rahmetin sahibi, |
in yeşe | : eğer, ise, istek, ister, |
yuzhib kum | : mahvolmak, yok etme, hatasını gideren, siz |
ve yestahlif min badi kum | : ardından, yerine gelen, halef, takip edilen, sizden sonra |
ma yeşau | : ne, şey, değil, istek, ister, isteksiz, |
kema enşee kum | : varetmek, inşa etmek, varoluş, vücudlandırma, siz, |
Min zürriyet | : asliyet, soy, neslinden, |
kavmin ahirin | : kavim, kimseler, başka, diğer, sonra, |
133- Seni vücudlandıran tüm varlığın sahibidir, tüm varlıktaki rahmetin sahibidir. Siz eğer isterseniz hatalarınızı giderirsiz. Sizden sonra gelen kimselerden varoluşu anlamada isteksiz olanlar da olacaktır, başka kimselerden asliyetini anlama üzere olanlar da olacaktır.
-134-
إِنَّ مَا تُوعَدُونَ لَآتٍ ۖ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ
İnne mâ tûadûne le âtin ve mâ entum bi mucizîn
İnni ma tuadune | : muhakkak, şey, ne, değil, vaad, söz, |
le atin | : elbette, gelen, verilen, olacak, |
ve ma entum bi mucizin | : tüm varlığın sahibi, siz değilsiniz, aciz bırakan, acizlik |
134- Muhakkak ki size vaat edilen şeyler elbette olacaktır ve siz aciz bırakılacak değilsiniz.
-135
قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدِّارِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
Kul yâ kavmimelû alâ mâ kânetikum innî âmil fe sevfe ta’lemûne men tekûnu lehu âkıbetud dâr innehu lâ yuflihuz zâlimûn
Kul ya kavmi amelu | : anlat, ey kavmim, yapmak, çalışmak, amel |
ala ma kaneti kum | : amel, için, karşı, üzerine, sonuç, oldu, siz |
İnni amilun | : ben, yapan, çalışan, amel eden, |
fe sevfe talemun | : artık, öyle ki, yakında, belki, bileceksiniz, amel |
men tekûnu lehu | : kim, olmak, olur, onun, |
akıbet el dar | : akibet, sonu, yurt, ev, kalınan yer, |
inne-hu la yuflihu | : muhakkak, o, yok, felah, kurtuluş, |
el zalimin | : zalimler, zulüm eden, |
135- De ki: Ey kavmim! Siz hakikatleri anlamak için çalışın. Ben de çalışmaktayım. Belki bütün bu yerlerin sonunda kimin olduğunu bilenlerden olursunuz. Doğrusu o zalimler felah bulamazlar.
-136-
وَجَعَلُواْ لِلّهِ مِمِّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالأَنْعَامِ نَصِيبًا فَقَالُواْ هَذَا لِلّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَذَا لِشُرَكَآئِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَآئِهِمْ فَلاَ يَصِلُ إِلَى اللّهِ وَمَا كَانَ لِلّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَآئِهِمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ
Ve cealû lillâhi mimmâ zeree minel harsi vel en’âmi nasîbenfe kâlû hâzâ lillâhi bi zamihim ve hâzâ li şurekâinâ, fe mâ kâne li şurekâihim fe lâ yasılu ilâllahi ve mâ kâne lillâhi fe huve yasilu ilâ şurekâihim sâe mâ yahkumûn
ve cealû li allah | : yapmak, kılmak, eylemek, için, Allah |
mimmâ zere min el harsi | : o şeyler, serpmek, üst, yaymak, var etmek, çiftçi, ekmek, ekin |
ve el enami | : varlık, nimetler, hayvanlar, sığır, |
nasiben | : nasibi, pay, elde edilen şey |
fe kâlû haza li Allah | : böylece dediler, bu, için, Allah |
bi zami-him | : kendi zanlarıyla, iddia etmek, talep |
Ve haza li şurekâi-nâ | : bu, için, ortak koşmak, biz, ortaklarımız için |
fe mâ kâne li şurekai him | : fakat, olmadı, olmaz, için, ortak koşmak, onlar |
fe lâ yasılu ila Allah | : fakat ulaşmaz, erişmez, varmaz, anlamak, Allah |
ve mâ kâne li allah | : olmadı, için, Allah |
fe huve yasılu | : artık, fakat, sonra, o, ulaşmak, vasıl olmak, anlamak, |
ilâ şurekâi-him | : onların ortaklarına |
Sâe ma yahkumun | : ne kötü, değil, şey, ne, karar, hüküm, kural |
136- Allah’ın var ettiği yayılmış ekinleri ve hayvanları, bir pay olarak Allah için ayırdılar. Böylece onlar kendi zanlarıyla, bu Allah için ve bu da bizim ortaklarımız için dediler. Artık onların ortak koştuklarından dolayı anlamaları olmaz. Onların Allah’ın hakikatlerine ulaşmaları olmaz ve onların Allah’ı anlamaları olmaz. Öyle ki onlar ancak ortak koştuklarına ulaşırlar. Koydukları kurallar ne kötüdür.
-137-
. وَكَذَٰلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ ۖ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا فَعَلُوهُ ۖ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
Ve kezâlike zeyyene li kesîrin minel muşrikîne katle evlâdihim şurekâuhum li yurdûhum ve li yelbisû aleyhim dînehum ve lev şâellâhu mâ fealûhu fe zerhum ve mâ yefterûn
ve kezâlike zeyyen li kesir | : işte böyle, süs, güzel gösterdi, gösteriş, çoğu |
min el muşrikîne | : ortak koşanların, müşriklerden |
katle evlâdi-him | : öldürmek, yok etmek, çocuklarını, yeni bir doğuş |
Şurekau hum | : ortak koşmak, onlar, |
li yurdû-hum | : helak etmek, yazık etmek, onlar |
ve li yelbisû aleyhim | : için, takmak, giymek, suret, karıştırmaları, onlara, |
din hum | : din, onlar, din hakkında, |
Ve lev şae Allah | : eğer, ise, istek, Allah, |
ma fealu hu | : şey, ne, değil, yapan, yapmazdı, o, |
fe zer-hum | : artık, bırak, terk et, uyma, onlar |
ve mâ yefterûne | : iftira ettikleri, uydurdukları şeyleri |
137- İşte ortak koşanların çoğu gösterişlerde olurlar. Onlar irfaniyetin doğuşunu katlederler. Onlar ortak koştuklarından dolayı kendilerine yazık ederler ve onlar din hakkında suretlerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamada arzulu olsalardı o hâlleri yapmazlardı. Artık onlardan ve onların uydurdukları şeylerden uzak dur.
-138-
وَقَالُوا هَٰذِهِ أَنْعَامٌ وَحَرْثٌ حِجْرٌ لَا يَطْعَمُهَا إِلَّا مَنْ نَشَاءُ بِزَعْمِهِمْ وَأَنْعَامٌ حُرِّمَتْ ظُهُورُهَا وَأَنْعَامٌ لَا يَذْكُرُونَ اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا افْتِرَاءً عَلَيْهِ ۚ سَيَجْزِيهِمْ بِمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Ve kâlû hâzihi en’âmun ve harsun hicrun lâ yat’amuhâ illâ men neşâu bi zamihim ve enâmun hurrimet zuhûruhâ ve en’âmun lâ yezkurûnesmallâhi aleyhaftirâen aleyh se yeczîhim bimâ kânû yefterûn
ve kâlû hazihi enamun | : dediler, bu, bütün varlık, yaratılmış olan, halk, hayvanlar |
ve harsun hicrun | : ekin, sürmek, kültür, taş, akıllarınca, bırakmak, men etmek, |
la yatamu ha | : yok, beslenme, yarar, fayda, onu |
illa men neşau | : ancak, başka, kim, istediğimiz, isterse |
Bi zami him | : zanları, iddia, kendi zanları ile |
ve enamun | : bütün varlık, yaratılmış olan, halk, hayvanlar |
Hurrimet | : reddedilen, engel, yasak, haram, |
zuhuru ha | : geçmiş, arkası, sırtı, onu |
ve enamun | : bütün varlık, yaratılmış olan, hayvanlar |
La yezkurune | : yok, zikir, anmak, hatırlamak, |
İsm Allah aleyha | : isim, ad, işaret, belirti, Allah, onun |
İftiraen aleyhi | : uydurmak, iftira, ona iftira ederek |
Se yeczi him | : yakında, karşılık, ceza, onlar, |
Bima kanu yefterun | : sebebiyle, dolayısıyla, uydurdular, iftira etmiş oldular |
138- Onlar bütün varlık hakkında ve kültürleri hakkında, hakikatlerin anlaşılamayacağını söylediler. Onlar zanlarıyla, ancak biz istediğimiz kimseleri faydalandırırız, diye söylediler. Geçmiş cehalet bilişleri onların varlığı anlamasına engel olur. Bütün varlıkta Allah’ın işaretlerinden başka bir hatırlatma yoktur. Onlar böylece uydurulan şeyler sebebiyle, karşılık olarak o hakikatler hakkında uydurmalarda kaldılar.
-139-
وَقَالُواْ مَا فِي بُطُونِ هَذِهِ الأَنْعَامِ خَالِصَةٌ لِّذُكُورِنَا وَمُحَرَّمٌ عَلَى أَزْوَاجِنَا وَإِن يَكُن مَّيْتَةً فَهُمْ فِيهِ شُرَكَاء سَيَجْزِيهِمْ وَصْفَهُمْ إِنَّهُ حِكِيمٌ عَلِيمٌ
Ve kâlû mâ fî butûni hazihil enâmi hâlisatun li zukûrinâ ve muharremun alâ ezvâcinâ ve in yekun meyteten fe hum fîhi şurekâu se yeczîhim vasfehum innehu hakîmun alîm
ve kâlû mafi butuni | : dediler, şey, ne, değil, içinde, karın, içlerinde, iç yüzü |
hazihi el enâmi | : bu, tüm varlık, hayvanlar, mahlûkat, halk, |
haliset | : hastır, özeldir, temel, saf |
li zikr na | : zikir, anma, anlamak, erkek, biz |
ve muharremun | : yasak olan, kutsal olan, haramdır, değerli olan, |
alâ ezvâci-nâ | : aynı yolda olan, eş olan, tür, cins, biz, |
ve in yekun meyteten | : eğer olursa, ölü, diriliğin farkında olmayan, hayvan leşi, |
fe hum fihi şurekau | : o taktirde, onlar, onda, onun içinde, ortaktır, ortak koşma |
se yeczi-him | : yakında, karşılık, onlar, |
vasfe hum | : vasıf, sıfatlar, nitelik, onlar |
İnne hu hakim alim | : muhakkak ki o, Allah, hâkim olan, ilmin sahibi |
139- Dediler ki: Bütün varlığın içyüzü hakikati bize özeldir. Bizim anlamamız için ve bizimle aynı yolda olanlar için kutsaldır. Eğer onlar diriliğin farkında olmazlarsa, artık onlar bir ortak koşma hâlinde olurlar. Onların bulduğu karşılık onların kendi vasıflarıdır. Muhakkak ki Allah tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.
-140-
قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ قَتَلُواْ أَوْلاَدَهُمْ سَفَهًا بِغَيْرِ عِلْمٍ وَحَرَّمُواْ مَا رَزَقَهُمُ اللّهُ افْتِرَاء عَلَى اللّهِ قَدْ ضَلُّواْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Kad hasirellezîne katelû evlâdehum sefehan bi gayri ilmin ve harremû mâ rezekahumullâhuftirâen alâllâh kad dallû ve mâ kânû muhtedîn
Kad hasire ellezi katelu | : oldu, hüsran, kayıp, o kimseler, yazık, mahv, öldürme |
evlâde-hum | : evlat, doğuş, nesil, irfaniyetin, doğuşu, kendi evlatlarını |
Sefehan bi gayri ilmin | : sefih olarak, akılsızca, bir ilim olmaksızın |
ve harremû | : yasak, haram kıldılar, kutsal, |
Ma rezaka-hum Allâh | : değil, şey, ne, rızık, fayda, yarar, onlar, Allah |
İftirâen ala Allah | : iftira, uydurmak, Allah için, hakkında, |
Kad dallû | : oldu, dalalet, hakikatlerden kendi anlayışlarına sapma |
ve mâ kânû muhtedun | : olmadılar, yol bulma, yönlendirme, rehber olma |
140- Bir bilgisi olmadan, akılsızca kendi evlatlarına yazık edip onları hüsrana uğratanlar ve Allah’ın onlara verdiği rızıkları haram sayanlar ve Allah’a karşı uydurmalarda kalanlar; hakikatlerden kendi anlayışlarına sapanlardır ve onlar doğru yolu bulamayanlardır.
-141-
وَهُوَ الَّذِي أَنشَأَ جَنَّاتٍ مَّعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُواْ مِن ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Ve huvellezî enşee cennâtin marûşâtin ve gayre marûşâtin ven nahle vez zera muhtelifen ukuluhu vez zeytûne ver rummâne muteşâbihen ve gayre muteşâbih kulû min semerihî izâ esmere ve âtû hakkahu yevme hasâdihî ve lâ tusrifû innehu lâ yuhibbul musrifîn
ve huve ellezi enşee | : o ki, var etti, yarattı, ortaya koydu, |
Cennat marûşâtin | : bahçe, asmalı |
ve gayre ma ruşatin | : olmaksızın, değil, asmalı, |
ve en nahle | : hurma |
ve el zera muhtelif | : ekinler, muhtelif, başka başka, çeşitli |
ukulu-hu | : beslenme, o, yenilen |
ve el zeytûn ve el rumman | : zeytin ve nar |
muteşâbihen | : benzeyen |
ve gayre muteşabih | : benzemeyen |
Kulû min semeri hi | : beslenin, fayda, yarar, yeyin, ürünler, o |
izâ esmere | : ürün verdiği zaman |
ve âtû hakk hu | : verin, ödemek, hak, gerçek, doğru olan, o |
Yevme hasâdi-hî | : gün, vakit, toplamak, o |
ve lâ tusrifû | : yok, taşkınlık, dağıtma, israf etmeyin |
İnne hu la yuhib | : doğrusu, o, yok, sevgi, |
el müsrifin | : taşkınlık içinde olan, israf |
141- Ki O’dur, asmalı ve asmasız bahçeleri ve hurma ağaçlarını ve o beslendiğiniz çeşitli ekinleri ve zeytini ve narı, birbirine benzeyen ve benzemeyen, ürün verdiğinde faydalandığınız o ürünleri ortaya çıkaran. Onları topladığınızda her zaman onların hakikatlerini anlayın ve taşkınlık yapmayın. Doğrusu o taşkınlık yapanlarda sevgi yoktur.
-142-
وَمِنَ الأَنْعَامِ حَمُولَةً وَفَرْشًا كُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Ve minel enâmi hamûleten ve ferşâ kulû mimmâ rezekakumullâhu ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn
ve min el enâmi | : varlık, hayvanlardan, |
hamulet | : yük taşımak, |
ve ferşan | : yayma, serme, döşeme, yeryüzü, |
Kulû mimma | : beslenmek, fayda, şeyler |
razaka-kum allâh | : rızık, fayda, yarar, siz, Allah |
ve lâ tettebiû | : tâbi olmayın, uymayın |
hutuvâti el şeytani | : dürtü, adım, şeytan, haller |
inne-hu lekum aduv mubin | : doğrusu, muhakkak ki o, size, düşman, apaçık, |
142- Hayvanlarla yük taşırsınız, onlardan yaygı giysi yaparsınız. Allah’ın sunduğu rızıklardan faydalanın ve şeytani hâllerinizin dürtülerine tâbi olmayın. Doğrusu o hâlleriniz sizin apaçık düşmanınızdır.
-143-
ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ مِّنَ الضَّأْنِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْمَعْزِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الأُنثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الأُنثَيَيْنِ نَبِّؤُونِي بِعِلْمٍ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Semâniyete ezvâc minad danisneyni ve minel mazisneyn kul âz zekereyni harreme emil unseyeyni emmeştemelet aleyhi erhâmul unseyeyn nebbiûnî bi ilmin in kuntum sâdıkîn
Semâniyete ezvacin | : sekiz adet, eş, tür, çeşit, aynı yolda olan, |
min el dani isneyni | : koyunlardan, koyundan iki, koyunlar |
ve min el mazi isneyni | : keçilerden, keçiden iki |
Kul el zekereyn | : de, anlat, erkekler, iki erkek, |
harrem | : yasak, kutsal, haram |
em el unseyeyni | : yoksa, dişiler, unsiyetler, iki dişi, |
Emma eştemelet aleyhi | : ya da, fakat, ihata, dahil, kaplamak, gelişip büyüyen, onu, |
Erham el unseyeyni | : rahim, rahmet, iki dişi |
nebbiû-ni bi ilmin | : bana haber verin, bildirin, bir ilim, bilgi, |
İn kuntum sâdıkîne | : eğer, siz, doğru söyleyenler, doğru sözlüler |
143- Koyunlardan ve keçilerden olmak üzere sekiz çeşit yaratıldı derler. De ki: Erkekleri ya da dişileri, ya da dişilerin rahimlerinde gelişip büyüyeni haram diyorsunuz. Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız, bir ilminiz varsa bana bildirin.
-144-
وَمِنَ الإِبْلِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْبَقَرِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الأُنثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الأُنثَيَيْنِ أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ وَصَّاكُمُ اللّهُ بِهَذَا فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Ve minel ibilisneyni ve minel bakarisneyn kul âz zekereyni harreme emil unseyeyni emmeştemelet aleyhi erhâmul unseyeyn em kuntum şuhedâe iz vassâkumullâhu bi hâzâ fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben li yudillen nâse bi gayri ilm innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn
ve min el ibilisneyni | : develer, deveden iki |
ve min el bakarisneyni | : sığırlar, sığırdan iki |
Kul e el zekereyn | : de, anlat, erkekler, iki erkek, |
harrem | : yasak, kutsal, haram |
em el unseyeyni | : yoksa, dişiler, unsiyetler, iki dişi, |
Emma eştemelet aleyhi | : yada, fakat, ihata, dahil, birlikte, onu, kendisini |
Ehram el unseyeyni | : rahim, rahmet, iki dişi |
em kuntum şuhedae | : yoksa siz oldunuz mu, şahit, tanık, bilen |
iz vas kum Allâh bi haza | : o zaman, bildirme, vasiyet, ören, Allah, bunları |
Fe men azlemu | : artık, öyleyse, kim, zalim olan |
mimmen ifterâ | : kimseden, iftira, uyduran, |
alâ Allâh keziben | : Allah’a karşı, yalan |
Li yudill el nas | : için, sapkınlık, hakikatlerden sapmak, insanlar, |
bi gayr ilm | : bir ilim olmaksızın, bir şey bilmeden, |
inne Allâh la yehdi | : muhakkak ki, Allah, yok, yol bulma, rehber |
el kavme el zalimin | : kavim, topluluk, kimseler, zulümlerde olan |
144- Develer ve sığırlar hakkında da yorum yaparlar. De ki: Erkekleri ya da dişileri, ya da dişilerin rahimlerinde gelişip büyüyeni haram diyorsunuz. Yoksa siz Allah’ın bildirdiği hakikatlere şahit mi oldunuz? Artık Allah hakkında uydurmalarda olan ve o yalanları yayan, bir ilim olmaksızın hareket eden, insanları hakikatlerden saptırandan daha zalim olan kimdir? Muhakkak ki zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar
-145-
قُل لاَّ أَجِدُ فِي مَا أُوْحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلاَّ أَن يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَّسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَإِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Kul lâ ecidu fî mâ ûhiye ileyye muharremen alâ tâimin yatamuhu illâ en yekûne meyteten ev demen mesfûhan ev lâhme hinzîrin fe innehu ricsun ev fıskan uhille li gayrillâhi bih fe menidturra gayre bâgın ve lâ âdin fe inne rabbeke gafûrun rahîm
Kul la ecidu | : de, anlat, yok, bulmak, değildir, |
fi mâ uhiye ileyye | : içinde, şey, ne, değil, vahyolunan, bildirilen, bana |
Muharremen | : haram, kutsal, yasak, |
Ala taimin yatamu-hu | : karşı, göre, fayda, yiyecek, faydalanılan, yenilen, o |
İllâ en yekune meyteten | : sadece, olmak, ölü, diriliğin farkında olmayan, hayvan leşi |
Ev demen mesfûhan | : veya, kan dökücü, dökülen, akıtılmış |
Ev lahme hinzırin | : kötü düşünen, gaddar, zararlı olan, zararlı et, domuz eti |
fe inne-hu ricsun | : ki o mutlaka, kirli, pis, cehalet kirliliğinde |
Ev fıskan uhille | : veya ya da, fısk, çıkma, sapma, halk, ehil, |
li gayri Allâh bihi | : Allah’tan başkası için, onu |
fe men idturra | : sonra, kim, darda, ihtiyaç, arama, |
gayre bagın | : başka, hadi aşan olmaksızın |
ve lâ âdin | : yok, dönmek, haktan dönmek |
fe inne rabb ke | : muhakkak, şüphesiz, rabbin, seni vücudlandıran, |
gafur rahim | : mağfiret eden, rahim olan, varlığı özünden vareden, |
145- De ki: Bana bildirilen şeylerin içinde bunları bulamazsınız; o beslendiğiniz yiyeceklere karşı haramlar içinde olmak, kendini diri tutan gücün farkında olmayan hâllerde olmak veya kan dökücülük veya zararlı hâllerde olmak. Sonra da elbette o cehalet kirliliğinde olmak veya Allah’ın hakikatlerinden başka şeyler içinde olan kimseler gibi kendi anlayışlarına sapmak. Bundan sonra kim; haddi aşmadan bir arayış içinde olursa ve hakikatlerden dönmezse, artık mağfiret edenin, varlığı özünden varedenin şüphesiz Rabbi olduğunu anlayacaktır.
-146-
وَعَلَى الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلاَّ مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ذَلِكَ جَزَيْنَاهُم بِبَغْيِهِمْ وِإِنَّا لَصَادِقُونَ
Ve alellezîne hâdû harremnâ kulle zî zufur ve minel bakari vel ganemi harremnâ aleyhim şuhûmehumâ illâ mâ hamelet zuhûruhumâ evil havâyâ ev mahteleta bi azm zâlike cezeynâhum bi bagyihim ve innâ le sâdikûn
ve alâ ellezine hadu | : o kimseler, kılavuz, yalnız bize yol gösterilir diyenler |
harremnâ | : haram, kutsal, yasak, biz, |
Kulle zi zufurin | : hepsi, bütün hepsi, sahip, tırnak gibi, kir, pas, |
ve min el bakari | : sığır, hayvan, tapınma halleri, |
ve el ganem | : koyunlar, koyun gibi olma durumu, |
haremna aleyhim | : yasak kıldık, haram, kutsal olan, onlara |
şuhûme-humâ | : karın, iç yağlar, içlerinde bulundukları durum |
İlla mâ hamelet | : ancak, hariç, şey, ne, değil, taşımak, yüklü olmak |
Zuhuru humâ | : arkası, geçmişi, sırtı, geçmiş cehaleti, onların |
Ev el havaya | : veya aşağı düşmek, uçurum, boşluk, bağırsaklar |
Ev mâ ıhteleta bi azmin | : yüceliğin içinde olamamak, karışan, kemik, yüce |
Zalike cezeynâ-hum | : işte böylece, karşılık, ceza, biz, onlar |
bi bagyi-him | : azgınlık, haset, zulüm, onlar |
ve innâ le sadikun | : biz, elbette, sadık, doğru sözlü, dosdoğru hareket |
146- O kimselere; yalnız bize yol gösterilir demelerini yasak kıldık. Bütün o kirliliğe sahip oldukları hâlleri ve tapınma hâllerini ve koyun gibi nereye çekilirse oraya gitme hâllerini onlara yasak kıldık. Onların içlerinde bulundukları durum; ancak ne taşıdıklarını bilememek, geçmiş cehalet bilişlerinde kalmak veya o hakikatlerden düşmek veya o yüceliğin içinde olamamaktır. İşte onların azgınlık hâllerinden dolayı karşılıkları budur. Elbette dosdoğru hareket edenler ise Bizi bilir.
-147-
فَإِن كَذَّبُوكَ فَقُل رَّبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُهُ عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ
Fe in kezzebûke fe kul rabbukum zû rahmetin vâsiah ve lâ yureddu besuhu anil kavmil mucrimîn
fe in kezzebu ke | : artık, bundan sonra, eğer yalanlamak, sen |
fe kul rabbu kum | : o zaman de, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
zû rahmetin | : rahmet sahibi, |
vasietin | : her yerdeki, geniş, her yeri kuşatan, |
ve la yureddu | : yok, reddetmek, uzaklaştırmak, |
bese hu | : güç, sıkıntı, iyi, o |
an el kavmi el mücrimin | : kavminden, kimseler, fenalarda kalan, günahkarlar, suçlu |
147- Bundan sonra eğer seni yalanlarlarsa, de ki: Sizi vücudlandıran her yerdeki rahmetin sahibidir ve fenalarda kalanlar o sıkıntılı hâllerini uzaklaştıramazlar.
-148-
سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ
Seyekûlullezîne eşrekû lev şâallâhu mâ eşreknâ ve lâ âbâunâ ve lâ harremnâ min şey kezâlike kezzebellezîne min kablihim hattâ zâkû besenâ kul hel indekum min ilmin fe tuhricûhu lenâ, in tettebiûne illez zanne ve in entumillâ tahrusûn
se yekûlu ellezine eşreku | : söyleyecekler, derler, ortak koşan kimseler |
lev şae Allah | : eğer, istek, dilek, Allah, |
ma eşrekna | : değil, şey, ne, ortak koşmak, biz ortak koşmazdık, |
ve la abau na | : yok, atalarımız, |
ve lâ harremnâ min şey | : yasak, haram kılmazdık, bir şey, |
Kezâlike kezzebe | : böyle, işte böyle, yalanladılar |
ellezîne min kabli-him | : onlardan öncekiler |
Hattâ zaku bese na | : hatta, tatmak, o halde kalmak, güç, sıkıntı, iyi, biz |
kul hel inde kum | : de, anlat, bu konuda varmı, nasıl, katınızda, yanızda, siz |
min ilmin | : ilimden bir şey, bir bilgi |
fe tuhricû-hu lenâ | : öyleyse onu bize çıkarın, isbat edin. |
İn tettebiûne | : eğer, olursa, tabi olmak, uymak |
illâ ez zanne | : ancak zanna |
ve in entum illa tahrusun | : eğer, siz, ancak, sadece, yalan, asılsız, temelsiz, |
148- Ortak koşan kimseler derler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ve atalarımız ortak koşanlardan olmazdık ve haram şeylerde kalmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle yalanlarda kaldılar. Hatta Bizi anlayamayıp güçlü sıkıntılı hâllerde kaldılar. De ki: Bu söyledikleriniz hakkında sizin katınızda bir ilim var mı? Eğer varsa onu bize ispat edin. Fakat siz yalnızca zanna uydunuz ve sizlerin söylediği sadece asılsız şeylerdir.
-149-
قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ
Kul fe lillâhil huccetul bâligah fe lev şâe le hedâkum ecmaîn
Kul fe li allah | : de, anlat, Allah’a ait |
el huccetu el baligatu | : delil, kesin deliller, kuvvetli |
Fe lev şâe | : artık, öyleyse, eğer, istek |
le hedâ-kum | : elbette, yol gösterme, hidayet, rehber, doğru yol, siz, |
ecmain | : hepiniz, topluca |
149- De ki: Bundan sonra Allah’a ait kesin deliller üzere olun. Eğer sizler hakikatleri anlamada istekli olursanız, elbette hepiniz hidayete ulaşırsınız.
-150-
قُلْ هَلُمَّ شُهَدَاءكُمُ الَّذِينَ يَشْهَدُونَ أَنَّ اللّهَ حَرَّمَ هَذَا فَإِن شَهِدُواْ فَلاَ تَشْهَدْ مَعَهُمْ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَالَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ وَهُم بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ
Kul helumme şuhedâekumullezîne yeşhedûne ennallâhe harreme hâzâ fe in şehidû fe lâ teşhed meahum ve lâ tettebi ehvâellezîne kezzebû bi âyâtinâ vellezîne lâ yuminûne bil âhireti ve hum bi rabbihim ya’dilûn
Kul helumme şuhedae kum | : de, anlat, söyle, getirin, gösterin, şahit, tanık, siz |
Ellezine yeşhedûne | : o kimseler, şahitlik ederler |
enne Allâh hareme haza | : olduğu, Allah, yasak, haram, kutsal, bunu |
Fe in şehidû | : artık, eğer, tanık, şahit, her an her yerde olan. |
fe lâ teşhed | : artık, yok, tanık, bilen, şahitlik etme, |
mea hum | : onlarla beraber, birlikte, |
ve lâ tettebi | : tabi olma, uyma, |
ehva | : heva, kendi çıkarlarına meyil |
ellezîne kezzebû bi ayat na | : yalanlayan kimseler, ayetlerimiz |
ve ellezine la yuminun | : onlar, o kimseler, yok, iman etmek, inanmak |
bi el âhireti | : sonlarına, ahirete |
ve hum bi rabb him | : onlar, Rablerine, kendileri, |
yadilun | : eş tutmak, aynı görmek, ayarlamak, |
150- Bu Allah’ın yasaklarıdır diye yalan yere şahitlik eden kimselere de ki: Siz şahit olduğunuz delillerinizi getirin. Eğer, şahidiz deseler de, artık onlarla beraber olduğunda bildiklerini anlatma ve kendi çıkarlarına meyledenlere, ayetlerimize karşı yalanlarda kalan o kimselere uyma. Onlar sonlarına inanmayan kimselerdir ve onlar Rablerine karşı kendilerini eş tutarlar.
-151-
قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Kul teâlev etlu mâ harreme rabbukum aleykum ellâ tuşrikû bihî şeyâ ve bil vâlideyni ihsânâ ve lâ taktulû evlâdekum min imlak nahnu nerzukukum ve iyyâhum ve lâ takrebûl fevâhışe mâ zahere minhâ ve mâ batan ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bil hakk zâlikum vassâkum bihî leallekum takılûn
Kul tealev etlu | : de, anlat, gelin, okuyayım, izah edeyim, söyleyeyim, |
Ma harem rabb kum aleykum | : şey, ne, değil, haram, yasak, rabbiniz, size |
ellâ tuşrikû bihi şeyen | : ortak koşmayın, ona, hiçbir şeyi |
ve bi el vâlideyni ihsanen | : anne babaya, iyi davranma |
ve la taktulû | : yok, yazık etme, mahv, |
evlade hum | : çoçuklar, evlat, onlar |
min imlakin | : yoksulluk, mahrumiyet, bilgisizlik |
Nahnu nerzuku | : biz, Allah, rızıklandırırız, nimet, |
Kum ve iyyâ-hum | : siz, yalnız, onlar |
ve lâ takrebû | : yok, yakınlık, yaklaşmayın, |
el fevâhışe | : haddini aşmak, kötülük, fena haller |
mâ zahere minha | : zahir olan, açık olan, ondan |
ve mâ batane | : gizli olan |
ve lâ taktulû en nefse | : öldürmeyin, nefs, can, kimse |
elletî harreme allâhu | : ki onu Allah haram kıldı |
illâ bi el hakkı | : ancak, sadece, hakikat, doğruluk, adalet, |
Zâlikum vassa kum bihi | : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler |
lealle-kum takılun | : umulur ki siz, akıl etme, düşünme |
151- De ki: Allah’ın yasak kıldığı şeyleri gelin size izah edeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babanıza iyi davranın. Evlatlarınıza bilgisizlikle yazık etmeyin. Sizlerdeki ve onlardaki nimetlerin sahibinin Allah olduğunu bilin. Fena hâllerinizin, haddi aşma hâllerinizin açık olanını da ve gizli olanını da yok edin. Bir cana kıymayın ki onu Allah yasakladı. Ancak hakikat üzere olun. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz akıl edersiniz.
-152-
وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُواْ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللّهِ أَوْفُواْ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fadilû ve lev kâne zâ kurbâ ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn
ve lâ takrebû | : yok, yakınlık, yaklaşmayın, |
male el yetim | : mal, değer, yetim, |
İlla bi elleti hiye ahsenu | : ancak, ki o, o, en güzel, |
hatta yebluga eşedde hu | : erişinceye kadar, kuvvet, daha fazla, o |
ve evful keyl | : vefa, ifa, yerine getirin, |
vel mizan | : ölçü, mizan, kıl, idrak, şuurlu, |
bil kıst | : adalet, doğruluk üzere olmak, |
lâ nukellif nefsen | : yok, sorumlu, mükellef, kişi, nefs, |
illa vusa ha | : ancak, güç, onun |
ve izâ kultum fe adilu | : olduğu zaman, söylendiğinde, artık, adalet, |
ve lev kâne za kurba | : eğer, oldu, olsada, sahip, yakınlık, akraba |
ve bi ahdi allâhi evfu | : söz, ahd, Allah, yerine getirme, vefa, |
Zâlikum vassa kum bihi | : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler |
lealle-kum | : umulur ki böylece siz, |
tezekkerun | : var oluşu anlama o hakikatlerle bakma |
152- Yetim kuvvetlenip olgunluk çağına erişinceye kadar, yetimin malına yaklaşmayın. Ancak o ondan güzellikler bulacaksa başka. Hep adalet üzere olun, şuurlu hareket edin. Gücünün dışında bir kimseye sorumluluk yoktur. Konuştuğunuz zaman mutlaka doğru konuşun. Yakınlığı anlayanlardan olun. Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz var oluşu düşünüp anlar, o hakikatlerle bu âleme bakarsınız.
-153-
وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn
ve enne haza sırat mustakim | : muhakkak ki ben, budur, dosdoğru hak yolu |
fe ittebiû-hu | : öyleyse ona tabi olun |
ve lâ tettebiû | : yok, uymak, tabi olmayın, |
el subul | : yollar, hakikat yolu, |
fe teferreka bikum | : ayrılık, ikilik getiren, size, |
an sebil hi | : hakikatlerin yolu, onun yolu, |
Zâlikum vassa kum bihi | : işte bunlar, öğüt, vasiyet, siz, onunla, o hakikatler |
lealle-kum tettekun | : umulur ki, siz, fenalardan sakınma ortak koşmama |
153- Muhakkak ki Benim dosdoğru yolum budur. Artık bunlara tâbi olun. Hakikatin yolundan başka yola tâbi olmayın. Sizi ikiliğe düşürecek yollara tâbi olmayın. İşte bunlar size hakikatlerin öğütleridir. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.
-154-
ثُمَّ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ تَمَامًا عَلَى الَّذِيَ أَحْسَنَ وَتَفْصِيلاً لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَّعَلَّهُم بِلِقَاء رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ
Summe âteynâ mûsel kitâbe tamâmen alellezî ahsene ve tafsîlen li kulli şeyin ve huden ve rahmeten leallehum bi likâi rabbihim yuminûn
Summe ateyna | : sonra, verdik, sunduk, |
musa el kitab | : Musa, kitab, hakkın sözleri, yazılı olan, |
Tamâmen | : tamam, bütün, noksansız, |
ala ellezi ahsen | : ki o kitap, ona, en güzel, iyi |
ve tafsilen li kulli şeyin | : ayrı ayrı açıklayan, ayrıntılı, bütün her şeyi |
ve huden | : yol gösteren, hidayete erdiren |
ve rahmeten | : rahmet olan |
lealle-hum bi likai | : umulur ki, onlar, birlik, tevhit üzere, kavuşmak |
rabbi-him yuminun | : Rablerine, iman ederler, inanırlar |
154- Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. O kitap; en güzel bir şekildedir, noksansızdır, bütün hakikatleri en ince ayrıntısına kadar gösterir, hidayete erdirir ve bir Rahmettir. Umulur ki onlar Tevhid üzere olurlar. Rablerine iman ederler.
-155-
وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârekun fettebiûhu vettekû leallekum turhamûn
ve hâza kitab | : bu, o, o her varlık kitabı, hakikatin sözleri, |
enzelna hu | : sunduk, verdik, indirdik, biz, onu |
mubârekun | : mübarek, kutsal, verimli, bereket, |
Fe ittebiû-hu | : ona tabi olun, uyun |
ve ittekû | : fenalardan sakınma ortak koşmama |
lealle-kum turhamun | : umulur ki, siz, rahmet bulursunuz |
155- Her varlık kitabını bereket taşıyan bir hâlde sunduk. Bundan böyle o hakikatlere uyun ve fenalardan sakının, ortak koşmayın. Umulur ki siz rahmet bulursunuz.
-156-
أَن تَقُولُواْ إِنَّمَا أُنزِلَ الْكِتَابُ عَلَى طَآئِفَتَيْنِ مِن قَبْلِنَا وَإِن كُنَّا عَن دِرَاسَتِهِمْ لَغَافِلِينَ
En tekûlû innemâ unzilel kitâbu alâ tâifeteyni min kablinâ ve in kunnâ an dirâsetihim le gâfilîn
en tekulu innema | : demek, söylemek, sadece, yalnızca, |
Unzile el kitabu | : indirildi, sunuldu, kitap, hakikatlerin sözleri |
Ala taifeyni min kabli-nâ | : üzerine, topluluk, taife, bizden önce |
ve in kunnâ | : biz olduk |
an dirâseti-him | : ders, çalışmak, incelemek, öğrenmek, |
le gafilin | : elbette, gafil, habersiz, bilmeyen, |
156- Her varlık bir kitap olarak bizden önceki topluluklara da sunuldu ve bizler onu anlamaya çalışmadık, elbette gafillerden olduk, dersiniz.
-157-
أَوْ تَقُولُواْ لَوْ أَنَّا أُنزِلَ عَلَيْنَا الْكِتَابُ لَكُنَّا أَهْدَى مِنْهُمْ فَقَدْ جَاءكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَذَّبَ بِآيَاتِ اللّهِ وَصَدَفَ عَنْهَا سَنَجْزِي الَّذِينَ يَصْدِفُونَ عَنْ آيَاتِنَا سُوءَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُواْ يَصْدِفُونَ
Ev tekûlû lev ennâ unzile aleynel kitâbu le kunnâ ehdâ minhum fe kad câekum beyyinetun min rabbikum ve huden ve rahmeh fe men azlemu mimmen kezzebe bi âyâtillâhi ve sadefe anhâ se neczîllezîne yasdifûne an âyâtinâ sûel azâbi bimâ kânû yasdifûn
Ev tekulu lev enna | : veya, demek, söylemek, eğer, bize olsa, |
Unzile aleynâ el kitâbu | : sunuldu, indirildi, bize kitap |
le kunnâ ehda minhum | : elbette biz olurduk, yol bulan, onlardan |
fe kad câe-kum beyyinet | : işte size gelmişti, apaçık deliller |
min rabbi-kum | : Rabbinizden |
ve huden ve rahmeten | : yol gösteren ve rahmet, merhamet |
fe men azlemu mimmen | : öyleyse kim, daha zalim, o kimseden |
Kezzebe bi âyâti allâh | : yalanlayan, ayetler, delil, işaret, Allah |
ve sadefe anha | : yüz çevirdi, uzak durdu, ondan |
Se neczi | : karşılık, ceza, |
ellezine yasdifûn | : yüz çeviren kimseler, uzak duran |
an ayati na | : ayetlerimiz, delil, işaret |
sûe el azâb | : kötü, fena, ağır bir azap, |
bima kanu yasdifun | : dolayı, oldu, yüz çevirme |
157- Ya da: Bize sunulan kitaptaki hakikatlerin sözlerini eğer anlasaydık, elbette o hakikatlerle biz yol bulurduk, diye söyleyin. Öyle ki Rabbinizden apaçık deliller; bir yol gösterici olarak ve bir rahmet olarak size sunuldu. Artık Allah’ın delillerini yalanlayan ve o hakikatlerden yüz çevirenden daha zalim olan kimdir. O delillerimizden uzak duran o kimselerin karşılığı, yüz çevirmelerinden dolayı fena hâllerin sıkıntısında kalmaktır.
-158-
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن تَأْتِيهُمُ الْمَلآئِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا قُلِ انتَظِرُواْ إِنَّا مُنتَظِرُونَ
Hel yanzurûne illâ en tetiyehumul melâiketu ev yetiye rabbuke ev yetiye badu âyâti rabbik yevme yetî badu âyâti rabbike lâ yenfeu nefsen îmânuhâ lem tekun âmenet min kablu ev kesebet fî îmânihâ hayrâ kul intezırû innâ muntezırûn
hel yanzurune | : bakıp ta görmezler mi? |
İlla en tetiye hum | : ancak, gelmesi, verilen, sunulan, onlar, kendileri |
el melaiket | : güç, kuvvet, meleke, |
Ev yetiye rabbu-ke | : yada, gelmek, sunulan, verilen, Rabbin, |
Ev yetiye | : veya, yoksa, gelir, sunulur, gösterilir, |
badu ayat rabbike | : bazı, işaret, delil, ayet, rabbinin, |
Yevme yeti | : gün, vakit, her an, gelir, bulur, |
badu ayet rabbi ke | : bazı, delil, işaret, rabbin, vücudlandıran, |
La yenfeu | : yok, fayda, yarar, |
nefs imanu ha | : nefs, kişi, onun imanı |
lem tekun amenet min kablu | : olmaz, iman eden, inanan, daha önceden, |
Ev kesebet | : veya, kazandı, edindi, |
fi imani ha hayran | : iman, inanmak, beğenmek, hayranlık, memnun, |
Kul intezırû | : anlat, bekleyin, gözlemleyin, |
inna muntezırrun | : bizde gözlemliyoruz |
158- Kendilerinde olan gücün varlığını, ya da Rabbinin onlara verdiklerini ya da Rabbinin onlardaki işaretlerini, Rabbinin işaretlerinin her an onlara sunulduğunu bakıp ta görmezler mi? Kendi inançlarının onlara bir faydası olmaz, öncekilerin inançlarının da bir faydası yoktur. O inançlardan edindiklerinin de bir hayrı olmaz. De ki: Gözlemleyin bizde gözlemliyoruz.
-159-
إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُواْ دِينَهُمْ وَكَانُواْ شِيَعًا لَّسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
İnnellezîne ferrekû dînehum ve kânû şiyean leste minhum fî şey innemâ emruhum ilâllâhi summe yunebbiuhum bimâ kânû yefalûn
inne ellezine ferreku | : muhakkak ki, o kimseler, fırkalara, bölmek, ayrılmak |
Dine hum | : din, onlar |
ve kanu şiyean | : oldu, cemaat, tarikat, mezhep diyerek |
Leste min hum fi şeyin | : sen değilsin, onlar gibi, bir şey içinde |
İnnemâ emr hum ila Allah | : fakat, ancak, iş, işleyiş, hüküm, onlar, Allah’ın |
Summe yunebbiu-hum | : sonra, öyle ki, haber vermek, bildirmek, onlar |
Bima kanû yefalûne | : şeyler, oldu, yapmış oldukları |
159- Doğrusu onlar dini bölük bölük ettiler ve cemaat, tarikat, mezhep diye bölündüler. Sen onların olduğu şeylerin içinde değilsin. Allah hakkında onların işleyişi anladığı gibi değilsin. Öyle ki onlara yaptıkları şeylerden hakikatler her an bildirilir.
-160-
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn
Men cae bi el hasenet | : kim, geldi, yapar, olur, iyi, yararlı çalışmak, hayr |
fe lehu aşru emsal ha | : artık, o, on, kısım, kat kat, gibi, benzer, misli |
ve men cae | : kim, geldi, yapar, olur, |
bi el seyyiet | : fanalıklar, kötülük, şer, |
fe lâ yuczâ | : o zaman, yok, karşılık, |
illa misli ha | : ancak, sadece, başka, misli, benzeri, o |
ve hum lâ yuzlemûne | : onlar, yok, zulüm, haksızlık |
160- Kim yararlı çalışmalar içinde olursa, artık o kat kat karşılık bulur ve kim fenalıklar içinde olursa, o misli ile karşılık bulur ve onlara haksızlık edilmez.
-161-
قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Kul innenî hedânî rabbî ilâ sırâtın mustekîm dînen kıyamen millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn
Kul inne ni | : de, anlat, elbette ben, |
Heda ni rabbi | : yol gösteren, rehber, ben, rabbim |
ilâ sırâtın mustekimin | : dosdoğru hak yolu üzere |
Dinen | : din olarak, var oluş yasaları, |
kıyamen | : diri olan, dosdoğru, canlanmak, |
milleti | : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan, |
ibrâhîme | : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere |
hanif | : tevhid üzere, birlik üzere, |
ve ma kane min el müşrikin | : olmadı, olmaz, değilim, ortak koşmak, |
161- De ki: Elbette ben: Rabbimin bana yol gösterdiği şekilde dosdoğru hakikatin yolunda, dosdoğru din üzere, İbrahim’in düzenlediği ilkeler üzereyim, Tevhid idraki üzereyim ve ortak koşan değilim.
-162-
قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Kul inne salâtî ve nusukî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbil âlemîn
Kul inne salati | : anlat, de, muhakkak ki ben, salât, bağlılık, |
ve nesik | : düzen, intizam, donanım, sistem, tertip |
ve mahyâye | : benim hayatım |
ve memati | : benim ölümüm |
Li Allah rabbi el alemîne | : için, ait, Allah, alemlerin Rabbi, tüm vrlığı vücudlandıran, |
162- De ki: Muhakkak ki ben her an O’na bağlıyım. Tüm varlığımın sistemi ve hayatım ve ölümüm, tüm varlığı vücudlandıran Allah’a aittir.
-163-
لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ
Lâ şerîke lehu ve bi zâlike umirtu ve ene evvelul muslimîn
la şerike lehu | : ortağı yoktur, onun |
ve bi zâlike emr tu | : bununla, işte böylece, işleyiş, |
Ve enne evvel el muslimin | : ben, ilk, önce, barış huzur üzereyim |
163- O’nun ortağı yoktur ve varlıktaki bütün işleyiş O’nundur ve ben öncelikle barıştan ve huzurdan yana olanım.
-164-
قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلاَّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
Kul e gayrallâhi ebgî rabben ve huve rabbu kulli şeyin ve lâ teksibu kullu nefsin illâ aleyhâ ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ summe ilâ rabbikum merciukum fe yunebbiukum bimâ kuntum fîhi tahtelifûn
kul e gayr Allâh | : de ki, anlat, başkası, gayrı, Allah, |
ebgi rabb | : istemek, aramak, bilmek, rab, vücudlandıran, |
ve huve rabbu kulli şeyin | : O, rabbidir, vücudlandıran, bütün her şeyin, |
ve lâ teksibu | : yok, edinmek, kazanmak, elde etmek, |
kull nefs | : hepsi, kişi, herkes, bütün nefsler, |
İlla aleyhâ | : ancak, başka, ona, kendisine |
ve la teziru vaziretun | : yok, taşıma, yük, vebal, ağırlık, yükü taşıyan |
Vizre uhra | : vebal, günah, ağırlık, yük, diğeri, başkası |
Summe ilâ rabbi-kum | : sonra, Rabbiniz, vücudlandıran, |
merciu-kum | : kaynagınız, aslınız, sizin dönüşünüz |
fe yunebbiu-kum | : öyleki, bildirilir, haber vermek, siz, |
bimâ kuntum | : siz olduğunuz, olduğunuz şeyler, |
fihi tahtelifun | : o hakikatler hakkında, ihtilaf, farklılık |
164- De ki: Allah’tan gayrı bir vücudlandıran bilmiyorum ve bütün her şeyi vücudlandıran O’dur. Bütün nefsler ancak kendi edindiklerini taşır ve başkasının vebalini başkası taşımaz. Sizin kaynağınız ancak sizi vucudlandırandır. Öyle ki ihtilafa düştüğünüz hakikatler her an size bildirilir.
-165-
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ الأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve huvellezî cealekum halâifelardı ve refea badakum fevka badın derecâtin li yebluvekum fî mâ âtâkum inne rabbeke serîul ikâbi ve innehu le gafûrun rahîm
ve huve ellezi ceale kum | : o, ki o, yaptı, düzenledi, kıldı, var etti, siz |
halâife el ardı | : halifeleri, ardından, yerine gelen, yeryüzünde |
ve refea | : refah, yücelik, yükseklik, |
bada kum fevka | : bazınızı, birbirinizi, üzerinde, üstünde |
badın derecatin | : bazınıza, derece, basamak, farklı |
li yebluve-kum | : için, imtihan, afet, sıkıntı, ders alma, gerçeği arama, siz |
fî mâ ata kum | : içinde, şey, ne, değil, verdi, sundu, siz |
İnne rabb ke | : muhakkak, rabbinin, vücudlandıran, |
seriu el akabe | : seri, çabuk, zorluk, güç engel |
ve inne-hu le gafur | : muhakkak ki o, elbette, mağfiret eden, temizleyen |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
165- Ki O’dur sizi yeryüzünde halifeler olarak vareden ve birbirinizi farklı derecelerle yükselten. Size sunulan şeylerde siz gerçeği arama içinde olun. Muhakkak ki Rabbin müşkilleri seri bir şekilde giderendir ve muhakkak ki O mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.