ENBİYÂ SÛRESİ
-1-
اقْتَرَبَ لِلنَّاسِ حِسَابُهُمْ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ مَّعْرِضُونَ
Ikterebe lin nâsi hisâbuhum ve hum fî gafletin muridûn
ıkterebe li el nas | : yakın, yakınlaşmak, anlamak, insanlar için, |
Hisab hum | : Hesap, kendinde olanın hesabını verme, araştırma, |
ve hum fi gaflet | : onlar, gaflet içinde, bilmezlik, dikkatsiz, şuursuz, |
muridun | : yüz çeviren, dönen |
1- İnsanlar için hakikatlere yakınlaşmak varken, onlara verilenlerin sahibini bilip teslim etmeleri gerekirken, onlar gaflet içinde kalıp hakikatlerden yüz çeviriyorlar.
-2-
مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَ
Mâ yetîhim min zikrin min rabbihim muhdesin illestemeûhu ve hum yelabûn
mâ yetî-him | : şey, ne, gelmek, sunulan, sunulmasın ki, onlar, |
min zikr | : anmak, anlamak, hatırlamak, öğüt, hakikat, |
min rabbi-him | : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
muhdesin | : yeni, olay, güncel, konu, söz, eskiden olmayan |
illâ istemeû-hu | : başka, sadece, dinlediler, duydular, o, hak, |
ve hum yelabun | : onlar, alay etme, oyun, önemsememe |
2- Onlara Rabbin hakikatlerini anlamaları için bir söz sunulmasın ki, sadece onu dinler gibi yaparlar ve onlar hakikatleri önemsemezler.
-3-
لَاهِيَةً قُلُوبُهُمْ وَأَسَرُّواْ النَّجْوَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ هَلْ هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ أَفَتَأْتُونَ السِّحْرَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُونَ
Lâhiyeten kulûbuhum ve eserrûn necvellezîne zalemû hel hâzâ illâ beşerun mislukum e fe tetûnes sihre ve entum tubsırûn
Lâhiyeten kulubu hum | : önemsiz, zayıf, başka şeylerle meşgul, kalpleri |
Ve eser el necve | : gizli, esir, fısıltı, gizli konuşma o kimseler |
Ellezîne zalemu | : zalim kimseler, |
hel haza | : bu mu? |
İllâ beşerun mislikum | : den başka, sadece, beşer, sizin gibi |
E fe tetûne el sıhre | : yoksa, öyleyse, büyü, sihre kapılıyorsunuz, etkilenme, |
ve entum tubsırun | : siz, bakıyor, bakıp ta seyrediyor |
3- Onların kalbleri başka şeylerle meşguldür. Zalim kimseler gizlice konuşurlar; bu da sizin gibi beşerden başka bir şey değildir, yoksa siz de bakıyor dinliyor ondan etkileniyor musunuz, derler.
-4-
قَالَ رَبِّي يَعْلَمُ الْقَوْلَ فِي السَّمَاء وَالأَرْضِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Kâle rabbî yalemul kavle fis semâi vel ardı ve huves semîul alîm
Kâle rabbi yalemu | : dedi, rabbim, ilmin sahibidir, |
el kavl | : söz, tarif, anlaşmak, tecelli, ilham, sözleşmek, |
Fi el semai ve el ardı | : içinde, ne varsa, gökte ve yerde |
ve huve el semiu | : o, işitme |
el alim | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
4- Hakikatleri gösteren dedi ki: Gökteki ve yerdeki tüm sözlerdeki ilmin sahibi Rabbimdir ve işitmek O’ndandır, ilmiyle var edendir.
-5-
بَلْ قَالُواْ أَضْغَاثُ أَحْلاَمٍ بَلِ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ شَاعِرٌ فَلْيَأْتِنَا بِآيَةٍ كَمَا أُرْسِلَ الأَوَّلُونَ
Bel kâlû adgâsu ahlâmin belifterâhu bel huve şâır fel yetinâ bi âyetin kemâ ursilel evvelûn
Bel kalu adgasu hulmun | : hayır, belki, dediler, şaşkın, karışık, düş, rüya, hayal |
Bel ifterâ-hu | : hayır, ya da, onu uydurdu, |
bel huve şairun | : hayır, o bir şair, aklına geleni söyleyen, hayalperest |
fe li yeti-nâ bi ayetin | : öyleyse, getirsin, sunsun, bir ayet, delil, işaret |
Kema ursile el evvelûne | : sunduğu gibi, irsal, açığa çıkarmak, evvelkiler |
5- Dediler ki: Belki hayallerinin şaşkınlığındadır, ya da onu uyduruyor, ya da aklına geleni söylüyor. Öyleyse öncekilerin sunduğu gibi bize deliller getirsin.
-6-
مَا آمَنَتْ قَبْلَهُم مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَفَهُمْ يُؤْمِنُونَ
Mâ âmenet kablehum min karyetin ehleknâhâ e fe hum yuminûn
mâ âmenet kable hum | : iman etmedi, inanmadı, onlardan öncekilerde |
min karyetin | : belde, köy, bulundukları yer, |
ehlek na | : helak, yazık olma, yazık etmek, biz |
Efe hum yuminûne | : nasıl, öyleyse, onlar mı, iman edecekler |
6- Onlardan öncekiler de iman etmedi. Bulundukları yerlerde Bizi anlamamakla kendilerine yazık ettiler. Artık o hâlde olanlar nasıl iman edecek?
-7-
وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim feselû ehlez zikri in kuntum lâ talemûn
ve mâ ersel-nâ | : açığa çıkmadı, bildirmedi, göndermek, biz, hakikatlerimiz |
kable ke | : senden önce |
İlla ricâlen | : başka, sadece, ileri gelen, er kişi, kâmil kişi, |
nuhi ileyhim | : vahyettiğimiz, sunduğumuz, bildirme, onlara |
fe eselû | : o zaman sorun, araştırın, |
ehle el zikr | : hakikati anlayıp anlatanlar, zikr ehli, ananlar, |
İn kuntum lâ talemûne | : eğer, siz, siz bilmiyorsanız |
7- Senden önce de onlara sunduğumuz hakikatleri bildirmek için açığa çıkan kâmil kişiler, Bizi anlatmaktan başka bir şey için açığa çıkmadı. Eğer hakikatleri bilmiyorsanız hakikatleri anlayıp anlatanlara sorun.
-8-
وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَّا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ
Ve mâ cealnâhum ceseden lâ yekulûnet taâme ve mâ kânû hâlidîn
ve mâ cealnâ-hum | : biz onları kılmadık |
Cesed | : ruhsuz vucud, beden, gövde, ten, |
la yekulune el taam | : yemek yemez değil, beslenmez |
ve ma kanû halidin | : değiller, ebedi, sonsuza |
8- Biz onları yemek yemez, ruhsuz bir halde yapmadık ve onlar ebedi de değillerdir.
-9-
ثُمَّ صَدَقْنَاهُمُ الْوَعْدَ فَأَنجَيْنَاهُمْ وَمَن نَّشَاء وَأَهْلَكْنَا الْمُسْرِفِينَ
Summe sadaknâhumul vade fe enceynâhum ve men neşâu ve ehleknel musrifîn
Summe sadak na hum | : sonra, gerçek, doğru, sadık olan, biz, onlar, |
el vade | : söz, vaat, |
fe enceynâ-hum | : böylece onlar bizde necat buldular, kurtuldular |
ve men neşau | : kim, kimse, diledik, irade ettik, yeni bir doğuş, doğan, |
ve ehlek-nâ | : helak, yazık etmek, yok olma, helak, biz |
el musrifin | : israf eden, dağıtan, haddi aşan |
9- Sonra sözlerine ve bize sadık kalanlar, işte onlar bizde necat buldular ve irademizi anlayan kimselerden oldular. Haddi aşıp bizi tanıyamayanlar ise kendilerine yazık ettiler.
-10-
لَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ كِتَابًا فِيهِ ذِكْرُكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Lekad enzelnâ ileykum kitâben fîhi zikrukum e fe lâ takılûn
Lekad enzel na | : doğrusu, gerçek şu ki, indirdik, sunduk, |
ileykum kitab | : size, kitab, tüm varlık bir kitap, |
Fihi zikr kum | : onda, onun içinde, zikr, anlamak, anlatmak, size, |
e fe lâ takılûne | : hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz? |
10- Doğrusu tüm varlığı size bir kitap olarak sunduk. Siz onun içindekileri anlayın. Hâlâ akıl etmez misiniz?
-11-
وَكَمْ قَصَمْنَا مِن قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَأَنشَأْنَا بَعْدَهَا قَوْمًا آخَرِينَ
Ve kem kasamnâ min karyetin kânet zâlimeten ve enşenâ badehâ kavmen âharîn
ve kem kasam na | : nice, bölünme, bozulma, dağılma, kırılma, |
min karyet | : belde, köy, bulundukları yer |
Kanet zâlimeten | : olan, zalimlerin olduğu, zulmeden |
ve enşenâ bade ha | : inşa ettik, oluşturduk, ortaya çıkardık, sonra |
Kavmen aharin | : kavim, kimse, topluklar, başka |
11- Niceleri bulundukları yerlerde Bizi anlayamayıp dağılıp gittiler, zalimlerden oldular. Sonra başka kavimler ortaya çıkardık.
-12-
فَلَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَرْكُضُونَ
Fe lemmâ ehassû besenâ izâ hum minhâ yerkudûn
fe lemmâ ehassu | : olduğu zaman, hissetme, |
bese na | : zorluk, meşakkat, zahmet, fenalık, fakir, biz, |
İza hum minha | : o zaman, onlar, ondan, |
yerkudûne | : çalışmak, kaçarlar, koşarlar, uzaklaşırlar, |
12- Onlar Bizi anlamada bir zorluk hissettikleri zaman anlamaktan kaçarlar.
-13-
لَا تَرْكُضُوا وَارْجِعُوا إِلَى مَا أُتْرِفْتُمْ فِيهِ وَمَسَاكِنِكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْأَلُونَ
Lâ terkudû verciû ilâ mâ utriftum fîhi ve mesâkinikum leallekum tuselûn
lâ terkudû | : kaçmayın, uzaklaşmayın, terk etmeyin |
ve ırciu | : dönün, aslınıza dönün, |
ilâ mâ utriftum fihi | : şeye, gösteriş, lüks, kendini beğenme hali, ihtişam, orada |
ve mesâkini-kum | : meskenlerinize, konut, oturma, bekleme, bulunduğunuz yer |
lealle-kum tuselune | : umulur ki, sorgularsınız ararsınız, sorarsınız, araştırmak, |
13- Kaçmayın, o gösterişli kendinizi beğenen hâllerinizden dönün ve bulunduğunuz yerlerde hakikatleri arayın. Umulur ki siz hakikatleri sorgular araştırırsınız.
-14-
قَالُوا يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
Kâlû yâ veylenâ innâ kunnâ zâlimîn
Kâlû ya veylena | : dediler, vah olsun bize, yazık |
İnnâ kunna zalimin | : biz olduk, zalimlerden |
14- Dediler ki: Ne yazık ki biz zalimlerden olmuşuz.
-15-
فَمَا زَالَت تِّلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّى جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ
Fe mâ zâlet tilke davâhum hattâ cealnâhum hasîden hâmidîn
fe mâ zâlet | : fakat, bitmedi, devam etti, sürdü, |
tilke davahum | : bu, dava, talep, davet, amaç, haller, sözleri, onlar |
Hattâ ceal na | : hatta, yaptık, kıldık, düzenledik, bizim düzenimizi |
Hum hasiden hâmidîne | : onlar, hasat, biçme, yıkılma, tükenmiş, soyu tükenmiş |
15- Fakat onların bu sözleri hâlâ bitmedi. Hatta onlar Bizim düzenimizi anlamadan bir tükenmişlik içinde yıkılıp gittiler.
-16-
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ
Ve mâ halaknes semâe vel arda ve mâ beynehumâ lâıbîn
ve mâ halakna | : yaratmadık, var etmedik, halk etmedik |
el semâe ve el ard | : gökleri ve yeri |
ve mâ beyne huma | : onlarda olan şeyler, arasında olan şeyler |
laibin | : oyun, eğlence, önemsememe, anlamsız, gereksiz |
16- Gökleri ve yeri ve onlarda olan şeyleri, gereksiz, anlamsız yaratmadık.
-17-
لَوْ أَرَدْنَا أَن نَّتَّخِذَ لَهْوًا لَّاتَّخَذْنَاهُ مِن لَّدُنَّا إِن كُنَّا فَاعِلِينَ
Lev erednâ en nettehıze lehven lettehaznâhu min ledunnâ in kunnâ fâılîn
Lev eredna | : eğer, olsa, isteseydik, irademizde |
en netehiz | : edinmek, almak, sarmak, kuşatmak |
lehve | : oyun, eğlence, anlamsız, gereksiz |
le ittehaz na hu | : ortaya koyma, edinmek, sarmak, almak, biz, o |
min ledun na | : katımızdan, yanımızdan, bize ait |
en kunna fâılîne | : eğer, bizim, olsaydık, fail, işleyen, yapan |
17- Eğer irademizi anlarsanız, kuşattığımız varlık anlamsız gereksiz değildir. Elbette varlığı işleyişimizle kuşattığımızı görürsünüz.
-18-
بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
Bel nakzifu bil hakkı alel bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhik ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn
Bel nakzifu | : hayır, bilakis, atmak, ortaya çıkarmak, çekip çıkarmak, |
bi el hakk | : hakikatler, gerçek |
alâ el bâtıli | : üzere, karşı, boş olan, anlamsız, batılın üzerine, asılsız, |
fe yedmegu-hu | : böylece, kapalı, susar, mühürlenir, silinir, mahveder |
fe izâ huve zahikun | : böylece o zaman, o perişan, helak olmuş, berbat |
ve lekum el veylu | : size, kendiniz, yazık etmek, size yazıklar olsun |
min mâ tesıfun | : şeylerden, anlatmak, tarif etme, |
18- Bilakis ortaya çıkardıklarımız gerçektir. Batıl üzere değildir. Böylece o asılsız olan şeyler mühürlenir, sonra da yıkılır gider. İşte vasfettiğiniz şeylerden dolayı kendinize yazık ettiniz.
-19-
وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ عِندَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَ
Ve lehu men fîs semâvâti vel ard ve men indehu lâ yestekbirûne an ıbâdetihî ve lâ yestahsirûn
ve lehu | : onundur |
Men fî es semâvâti ve el ard | : kimse, ne varsa, göklerde ve yerde |
ve men inde hu | : kimse, kim, onun katında, ona ait, ondan, |
lâ yestekbirûne | : büyüklenmez, kibirlenmez, |
an abid hu | : ona kul olanlar, ona olan kulluğunu anlayanlar, |
ve lâ yestahsirûne | : onlarda bıkkınlık, yorulma yoktur. |
19- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kim O’ndan olduğunu anlarsa büyüklenmez, yalnız O’na kulluk eder ve onlarda bıkkınlık yoktur.
-20-
يُسَبِّحُونَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ
Yusebbihûnel leyle ven nehâre lâ yefturûn
yusebbihûne | : tesbih eder, fiil, sıfat zatının tecellilerini anar, idrak eder |
El leyle ve en nehâre | : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık, |
lâ yefturûne | : durmadan, sonraya bırakmazlar, ara vermezler |
20- Ki onlar, gece ve gündüz hiç durmadan fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak ederler.
-21-
أَمِ اتَّخَذُوا آلِهَةً مِّنَ الْأَرْضِ هُمْ يُنشِرُونَ
Emittehazu âliheten minel ardı hum yunşirûn
em ittehazû aliheten | : yoksa edindiler, buldular, sarıldılar, ilahlar |
min el ardı hum | : yeryüzünde, onlar, inkâr eden, |
yunşirune | : yaymak, ortaya çıkarmak, diriltmek, dirilik veren, |
21- Yoksa hakikati inkâr edenler, yeryüzünde dirilik veren başka ilahlar mı edindiler?
-22-
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ fe subhânallâhi rabbil arşi ammâ yasıfûn
Lev kane fi huma alihetun | : eğer, şayet, olsaydı, birçok ilahlar |
illâ Allâh le fesedeta | : başka, vardır, Allah, bozgunculuk, fesat, kargaşa |
Fe subhâne Allâh | : noksan sıfattan münezzehtir, her şey onda, Allah |
rabbi | : Rab, vücudlandıran, |
el arşi | : bütün her yer, bütün kâinat, sonsuzluk, |
amma yasıfun | : anlatmak, vasıf, açıklama, tarif |
22- Eğer Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kargaşalık olurdu. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün kâinatı vücudlandırandır. Onu tarif etmeye kelimeler yetmez.
-23-
لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ
Lâ yuselu ammâ yefalu ve hum yuselûn
la yuselu | : yok, sorumlu değil, sormayın, sorumlu olmaz, |
amma yefalu | : fail, işleyişinde, yapma |
ve hum yuselune | : onlar, insanlar, sorumludurlar, sorgulamak, |
23- Allah fiilinden sorumlu değildir. Ama insanlar amellerinden sorumludurlar.
-24-
أَمِ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ هَذَا ذِكْرُ مَن مَّعِيَ وَذِكْرُ مَن قَبْلِي بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ الْحَقَّ فَهُم مُّعْرِضُونَ
Emittehazû min dûnihî âliheh kul hâtû burhânekum hâzâ zikru men maiye ve zikru men kablî bel ekseruhum lâ yalemûnel hakka fehum muridûn
em ittehazû | : yoksa edindiler mi? |
min dûni-hî alihet | : ondan başka, ilahlar |
Kul hatu burhâne-kum | : söyle, getirin, burhanınız, kesin deliliniz |
Hâzâ zikru men maiye | : bu, zikir, anmak, anlatmak, benimle beraber, birlikte |
ve zikru men kabli | : zikir, anmak, anlatmak, benden öncekilerin |
Bel ekseru-hum | : hayır, onların çoğu |
lâ yalemûne el hakka | : bilmiyorlar, bilmezler, hakkı, gerçek, hakikat, |
Fe hum muridûne | : böylece, onlar yüz çevirenler |
24- Yoksa başka ilahlar mı edindiler? De ki: Siz delillerinizi getirin, benimle beraber olanların anlattıkları ve benden öncekilerin anlattıkları budur. Hayır, onların çoğu Hakk’ı bilemiyorlar. Böylece onlar yüz çeviriyorlar.
-25-
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ
Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin illâ nûhî ileyhi ennehu lâ ilâhe illâ ene fabudûn
ve mâ ersel-nâ | : açığa çıkmadı, bildirmedi, göndermek, |
min kablike | : senden önce |
min resûlin | : bir resul, hakikati gösteren, anlatan, |
İllâ nuhi ileyhi | : ancak, den başka, vahyimiz, sunduğumuz, |
enne hu | : olduğu, onun, doğrusu, o, |
lâ ilâhe illa ene | : ilâh yoktur, ben varım |
fe abudûn | : bundan sonra, o zaman bana kul olun |
25- Senden önce de bir resul, Bizi anlatmaktan başka bir şey için açığa çıkmadı. Ancak o, kendindeki ve cümle varlıktaki vahyimiz olan; ilah yoktur, Ben varım, artık Benim kulum olduğunuzu bilin, hakikatini anlattı.
-26-
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُّكْرَمُونَ
Ve kâlûttehazer rahmânu veleden subhâneh bel ıbâdun mukremûn
ve kâlû ittehaze | : dedi, edindi, |
El rahman veleden | : rahman, çoçuk, evlat, |
subhâne-hu | : münezzeh, sübhan, yüzme, her şey onun deryasında |
Bel abadu | : bilakis, hayır, kul |
mukremun | : ikram eden, lütuflar ikram eden, layık, onur |
26- Rahman evlat edindi, dediler. Bilakis O noksan sıfatlardan münezzehtir, kuluna lütufları ikram edendir.
-27-
لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُم بِأَمْرِهِ يَعْمَلُونَ
Lâ yesbikûnehu bil kavli ve hum bi emrihî yamelûn
lâ yesbikûne-hu | : yok, ileri gitme, geçmek, sabikun, önce, hareket etmek |
bi el kavli | : söz, anlaşma, hüküm, tecelli, |
ve hum bi emr hi | : onlar, işleyişi ile, o, |
yamelun | : amel ederler, hareket ederler, çalışırlar, |
27- Onlar O’nun tecellileri olmadan hareket edemezler ve onlar O’nun işleyişiyle amel ederler.
-28-
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى وَهُم مِّنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ
Yalemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ ve hum min haşyetihî muşfikûn
Yalemu | : bilir, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
ma beyne eydihim | : ne, şey, önlerinde olan bir güçle hareket eden |
ve mâ halfe hum | : ne, şey, onların arkalarında olan |
ve lâ yeşfeûne | : yok, şefaat, şefaat bulamaz, |
İlla li men irtedâ | : ancak, benimseme, kucaklama, arzu duyma, |
ve hum min haşyethi | : onlar, sevgi, saygı, dehşet, en derin sevgi, |
müşfikin | : huzur, saygı, sevgi, şefkat, en derin saygı, |
28- Onların önlerinde ne varsa ve arkalarında ne varsa her şeyi ilmiyle var eden O’dur. Hakikatlere arzu duyandan başkası şefaat bulamaz ve onlar O’na karşı en derin sevgiyle, en derin saygıyla bağlıdırlar.
-29-
وَمَن يَقُلْ مِنْهُمْ إِنِّي إِلَهٌ مِّن دُونِهِ فَذَلِكَ نَجْزِيهِ جَهَنَّمَ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ
Ve men yekul minhum innî ilâhun min dûnihî fe zâlike neczîhi cehennem kezâlike neczîz zâlimîn
ve men yekul min hum | : kim, derse, onlardan |
İnni ilâhun min duni hi | : ben, ilâh, var eden, ondan başka |
fe zâlike neczi hi | : işte o zaman, karşılık, o, |
cehennem | : cehennem, cehaletin cehennemi, derin kuyu, |
Kezâlike neczi el zalimin | : işte böyle, budur, karşılık, ceza, zalimler |
29- Onlardan kim: O’ndan başka ben de varım, diye söylerse, bundan sonra onun karşılığı cehennemdir. İşte budur zalimlerin karşılığı.
-30-
أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma ve cealnâ minel mâi kulle şeyin hayy e fe lâ yuminûn
e ve lem yere | : bakıp ta görmezler mi? |
ellezine kefer | : örten kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen, |
enne es semâvâti ve el ard | : göklerde ve yerde olanlar |
Kaneta retkan | : oldu, olmuştur, bitişik, bir bütün, birleşik, |
fe fetaknâ-huma | : sonra, ikisini ayırdık, ayrı ayrı koymak, onları, |
ve cealnâ | : kıldık, yarattık, düzenledik, var ettik |
min el mai | : ilim, su, sıvı, akıcı olan, |
kulle şeyin hayy | : her şey, diri, canlı, hayat, hayy olan |
e fe lâ yuminûne | : hala inanmazlar mı? |
30- Hakikatleri görmemezlikten gelenler; göklerde ve yerde olanlar bir bütün iken, nasıl onları ayırıp düzenlediğimizi ve bütün her şeydeki diriliği, sudan varedişimizi bakıp ta görmezler mi? Hâlâ inanmazlar mı?
-31-
وَجَعَلْنَا فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَن تَمِيدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا فِيهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
Ve cealnâ fîl ardı revâsiye en temîde bihim ve cealnâ fîhâ ficâcen subulen leallehum yehtedûn
ve ceal nâ | : biz kıldık, düzenledik, yaptık, |
fi el ardı | : yeryüzü |
Revasiye | : dağlar, sağlam durmak, üretim yeri, sabit, verimlilik, |
en temide bihim | : sarsılmazlık, denge, sallanmamak, onları |
ve ceal-na fiha | : kıldık, düzenledik, orada, yeryüzünde |
ficacen | : geniş yollar, açık yer, geçit, genişleyen, rahat yol, |
sebil | : hakk yolu, doğru yol, hakikati gösteren yol, suyolu |
lealle-hum yehtedun | : umulur ki onlar, yol bulurlar, rehber, kılavuz |
31- Yeryüzünü düzenledik. Onları sağlam hareket edebilmeleri için bir denge içinde oluşturduk. Yeryüzünde Hakkın yolunu gösteren geniş yollar düzenledik. Umulur ki onlar hakikatlere yol bulurlar.
-32-
وَجَعَلْنَا السَّمَاء سَقْفًا مَّحْفُوظًا وَهُمْ عَنْ آيَاتِهَا مُعْرِضُونَ
Ve cealnes semâe sakfen mahfûzâ ve hum an âyâtihâ muridûn
ve ceal nâ el semae | : kıldık, yaptık, düzenledik, sema, gökyüzü, |
Sakfen mahfûzen | : tavan, çatı, gök kubbe, korunmuş, muhafaza |
ve hum an ayati ha | : onlar, oradaki, ayetlerden, delil, işaret, |
muridun | : yüz çeviriyorlar |
32- Gökyüzünü muhafaza edilmiş bir kubbe olarak düzenledik. Fakat onlar oradaki ayetlerden yüz çeviriyorlar.
-33-
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
Ve huvellezî halakal leyle ven nehâre veş şemse vel kamer kullun fî felekin yesbehûn
ve huve ellezi halaka | : odur, halk eden, oluşturan, yaratan |
El leyle ve en nehâre | : gece ve gündüz |
ve el şemse ve el kamer | : güneş ve ay |
Kullun fi felek | : hepsi, uzay, yörünge, felek, bütün varlık, |
yeshebun | : yüzme, akıp gitme, seyir |
33- Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı oluşturan O’dur. Bütün hepsi bir yörüngede akıp giderler.
-34-
وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ أَفَإِن مِّتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ
Ve mâ cealnâ li beşerin min kablikel huld e fe in mitte fe humul hâlidûn
ve mâ ceal-na | : kılmadık, vermedik, yapmadık, |
li beşerin | : beşer için, insan, ten elbisesi, |
min kabli-ke el halid | : senden önce, ebedi, ölümsüz, sonsuz, |
E fe in mitte | : eğer, yoksa, sen öleceksin |
Fe humul hâlidûne | : böylece, halidin, ebedî, ölümsüz |
34- Senden önce de bir beşere ölümsüzlük vermedik. Sen de öleceksin. Sonra onlar ebedi kalacaklarını mı sanıyorlar?
-35-
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Kullu nefsin zâikatul mevt ve neblûkum biş şerri vel hayri fitneh ve ileynâ turceûn
Kullu nefsin | : bütün, kişi, nefs, herkes, |
zaikat el mevt | : tatmak, hissetmek, ölüm |
ve neblû-kum | : biz, ders, deneme, imtihan |
bi el şerr | : bir kötülükte kalmak, şer, zararlı olan, |
ve el Hayri | : hayır, iyilik, |
fitneten | : fitnelik, karışıklık, sınama, müşküllü hal, sıkıntı |
ve ileynâ turceun | : bize, döndürüleceksin, aslınız, |
35- Herkes ölümü hissedecektir. Siz bir kötülük içinde kaldığınızda o hâllerden ders çıkarın, Bizi hatırlayın. Fitneliklere karşı iyiliklerde olun ve aslınız olan Bize döneceğinizi unutmayın.
-36-
وَإِذَا رَآكَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِن يَتَّخِذُونَكَ إِلَّا هُزُوًا أَهَذَا الَّذِي يَذْكُرُ آلِهَتَكُمْ وَهُم بِذِكْرِ الرَّحْمَنِ هُمْ كَافِرُونَ
Ve izâ reâkellezîne keferû in yettehızûneke illâ huzuvâ e hâzellezî yezkuru âlihetekum ve hum bi zikrir rahmâni hum kâfirûn
ve izâ reâ-ke | : seni gördükleri zaman, |
ellezine kefer | : görmemezlikten gelen, hakikatleri örten kimseler |
in yettehızûneke | : ediniyorlar, sararlar, seni, |
illa huzuve | : sadece, ancak, alay konusu, önemsememe |
E haza ellezî yezkuru | : bumu, zikreden, söyleyen, söz eden, anlatan, |
Âlihete kum | : ilah, siz, sizin ilâhlarınız |
ve hum bi zikri | : onlar, anmak, anlatmak, zikri, |
er rahmâni | : Rahman, tüm varlığı saran, |
hum kâfirûne | : onlar, örten, görmemezlikten gelen, uzak olan, |
36- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler seni gördükleri zaman sadece alay ederler. Bu mu sizin ilahlarınıza söz eden, derler. Onlar tüm varlığı nuruyla saranı anlamaktan uzaktırlar.
-37-
خُلِقَ الْإِنسَانُ مِنْ عَجَلٍ سَأُرِيكُمْ آيَاتِي فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ
Hulikal insânu min acel seurîkum âyâtî fe lâ testacilûn
hulika el insânu | : varoluş, oluşum, yapısında, insan, |
min acel | : acelecilik, çabuk, sabırsız, |
seurî-kum ayati | : gösteriyorum, siz, ayetler, deliller, işaretler |
Fe lâ testacilû-ni | : acele etmeyin, acele istemeyin, ben, |
37- İnsanın yapısında acelecilik vardır. Tüm varlıktan delillerle hakikatleri size her an gösteriyorum. Beni anlamada acele etmeyin.
-38-
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel vadu in kuntum sâdikîn
ve yekulun meta | : diyorlar, derler, ne zaman, |
haza el vad | : bu, o, şu, vaad, söz, bir şeyi yapmak, |
İn kuntum sadıkın | : eğer, siz oldunuz, doğru söyleyen, sadıklar |
38- Eğer doğru söyleyenlerden isen bu vaat ne zaman, derler.
-39-
لَوْ يَعْلَمُ الَّذِينَ كَفَرُوا حِينَ لَا يَكُفُّونَ عَن وُجُوهِهِمُ النَّارَ وَلَا عَن ظُهُورِهِمْ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ
Lev yalemullezîne keferû hîne lâ yekuffûne an vucûhihimun nâre ve lâ an zuhûrihim ve lâ hum yunsarûn
Lev yalemu | : eğer, bilseler, |
ellezine kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler, örten |
Hine lâ yekuffûne | : biran, gidermez, asla durmazlardı |
an vucûhi-him | : yüzler, gerçek, onlar, |
el nar | : yakıp yakıcı, ateş, nur, |
ve lâ an zuhûri-him | : yok, onların sırtları, gerisi, eski bilişleri |
ve lâ hum yunsarûne | : yok, onlar, yardımcı, |
39- Eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, yakıp yıkıcı hâllerinin gerçeğini bilselerdi, o hâlde bir an bile asla durmazlardı ve onlar geriye eski bilişlerine dönmezlerdi. Fakat o hâllerde kalanların yardımcıları da yoktur.
-40-
بَلْ تَأْتِيهِم بَغْتَةً فَتَبْهَتُهُمْ فَلَا يَسْتَطِيعُونَ رَدَّهَا وَلَا هُمْ يُنظَرُونَ
Bel tetîhim bagteten fe tebhetuhum fe lâ yestetîûne reddehâ ve lâ hum yunzarûn
Bel teti him bagteten | : hayır, onlara gelir, ansızın, aniden, beklemeden |
Fe tebhetu hum | : böylece, iftira etmek, açılma, korkma, şaşırma, şaşkınlık |
Fe la yestetîûne | : böylece, yok, güçleri, |
redde ha | : geri çevirme, reddetme, onu |
ve lâ hum yunzarûne | : yok, onlar, bakıp görmek, incelemek, |
40- Bilakis o hâllerinin karşılığı ansızın onlara geliverir. Öyle ki onlar şaşırmışlık hâlindedirler. Artık onu reddetmeye güçleri yoktur. İşte onlar bakarlar ama göremezler.
-41-
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُم مَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Ve lekadistuhzie bi rusulin min kablike fe hâka billezîne sehırû minhum mâ kânû bihî yestehziûn
ve lekad istuhzie | : andolsun, doğrusu, söz ettiler, alay edildi |
bi rusulin min kablike | : resuller, hakikati anlatanlar, senden öncede |
Fe hâka | : fakat, kuşattı, sardı, kapsama, |
bi ellezine sehıru | : o kimseler, alay etmek, küçük görmek, |
min-hum ma kanu | : onların, oldukları şey |
Bihi yestehziûne | : onu, alay ediyorlar, önemsememek, |
41- Doğrusu senden önceki hakikatleri anlatanlarla da alay ettiler. Fakat o alay eden kimseler alay ettikleri şeylerle sarılıydılar.
-42-
قُلْ مَن يَكْلَؤُكُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ مِنَ الرَّحْمَنِ بَلْ هُمْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِم مُّعْرِضُونَ
Kul men yekleukum bil leyli ven nehâri miner rahmân bel hum an zikri rabbihim muridûn
Kul men yekleu kum | : anlat, deki, kim, korur, himaye eden, siz, |
Bi el leyli ve el nehâri | : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık, |
min el rahmâni | : Rahmandan, rahmet, tecellileriyle saran, |
Bel hum an zikri | : Bilakis, hayır, onlar, zikirden, anlamak, anlatmak, |
rabbi-him muridun | : Rablerinin, yüz çevirme, reddedme, |
42- De ki: Gece ve gündüz hiç durmadan sizi tecellileriyle saran, himaye eden kimdir?
Bilakis onlar kendilerini vücudlandıranı anlamaktan yüz çeviriyorlar.
-43-
أَمْ لَهُمْ آلِهَةٌ تَمْنَعُهُم مِّن دُونِنَا لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَ أَنفُسِهِمْ وَلَا هُم مِّنَّا يُصْحَبُونَ
Em lehum âlihetun temneuhum min dûninâ lâ yestetîûne nasre enfusihim ve lâ hum minnâ yushabûn
Em lehum alihetun | : yoksa, onlar, ilah, |
Temneu hum | : engel olan, koruyan, onlar, |
min dûni-nâ | : bizden başka, |
lâ yestetîûne | : yok, güçleri, güçsüz, |
nasr enfusihim | : yardım, zafer, başarı, nefs, kendilerini, onlar |
ve lâ hum minna | : yok, onlar, bizden, bizimle, tarafımızdan, |
yushabun | : malik, sahibi, sahip, arkadaş, eşlik, birlikte olma |
43- Yoksa Bizden başka onları koruyan onların ilahlarımı var? Onlar kendilerini anlamada başarılı olamadılar ve onlar Bizimle birlikte olduklarını anlayamadılar.
-44-
بَلْ مَتَّعْنَا هَؤُلَاء وَآبَاءهُمْ حَتَّى طَالَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ أَفَلَا يَرَوْنَ أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا أَفَهُمُ الْغَالِبُونَ
Bel mettanâ hâulâi ve âbâehum hattâ tâle aleyhimul umur e fe lâ yerevne ennâ netil arda nenkusuhâ min etrâfihâ e fehumul gâlibûn
Bel mettena | : ama, fakat, fayda, sıfatlar, yarar, biz, |
Haulai ve âbâe-hum | : işte onları ve ataları, ebeveynleri, onlar, |
Hattâ tale aleyhim el umur | : hatta, uzun, onlara, ömür, yaş, |
Efe la yeravne | : hâlâ, bakıp ta görmezler mi? |
enna netil el ard | : nasıl, getirme, geliyoruz, yeryüzü |
nenkusû-hâ | : eksilme, yaşlanma, nakıs, |
min etrafi ha | : etrafınızdakiler, onların etrafı |
E fe hum el gâlibûne | : hâlâ, onlar, hâkimiyet sahibi, üstün gelen |
44- Bilakis onları ve atalarını sıfatlarımızla donattık. Hatta onlara uzun süre ömür verildi. Yeryüzünde onları nasıl meydana getirdiğimizi, etrafındakilerin nasıl yaşlanıp gittiğini, hâlâ bakıp ta görmezler mi? Hâlâ onlar mutlak hâkimiyet sahibini anlayamadılar mı?
-45-
قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُم بِالْوَحْيِ وَلَا يَسْمَعُ الصُّمُّ الدُّعَاء إِذَا مَا يُنذَرُونَ
Kul innemâ unzirukum bil vahyi ve lâ yesmeus summud duâe izâ mâ yunzerûn
Kul innema unziru kum | : deki, anlat, sadece, hakikatlere çağrı yapıp uyarmak, siz |
bi el vahyi | : vahyolunan, hay olan, sunulan, diri olan, bildirilen, |
ve lâ yesmeu | : yok, işitme, işitmezler, |
el summu | : hakikate kulak vermeyen, sağır, hakikatlere sağır olan |
El duae iza ma yunzerûne | : yönelme, isteme, davet, çağrı, uyaramazsın |
45- De ki: Sadece her varlıktan her an vahyolunan hakikatleri size açıklayıp uyarıyorum. Fakat hakikatlere kulak vermeyenler, hakikatleri işitemezler. Hakikatler için çağrı yapıp uyarsan da yönelmezler.
-46-
وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
Ve le in messethum nefhatun min azâbi rabbike le yekûlunne yâ veylenâ innâ kunnâ zâlimîn
ve le in messethum | : eğer, olsa, onlara dokunsa, temas, |
Nefhatun min azabi | : nefes, bir esinti, hafif, sıkıntı, azab, müşkül, |
rabbi-ke | : Rabbin, Rabbine |
Le yekulune yâ veyle-nâ | : elbette, derler, yazıklar olsun, eyvah, vah olsun, biz, |
in-nâ kunna zalimin | : muhakkak biz, biz olduk, zalimlerden |
46- Eğer onlara hafif bir sıkıntı dokunsa, mutlaka derler ki: Rabbimiz! Eyvah ki bize, biz zalimlerden olmuşuz!
-47-
وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ
Ve nedaul mevâzînel kısta li yevmil kıyâmeti fe lâ tuzlemu nefsun şeyâ ve in kâne miskâle habbetin min hardelin eteynâ bihâ ve kefâ binâ hâsibîn
ve nedau | : koyduk, kurduk, yaptık, düzenledik, davet, çağıran, |
el mevazin | : terazi, ölçü, denge, hisse, mizan, |
el kıst | : adalet, kısım, pay, hisse, doğruluk, rızk, |
li yevmi el kıyâmeti | : ölümün gelmesi, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, |
Fe lâ tuzlemu | : artık, yok, zulme, haksızlığa uğratılmaz, |
nefsun şeya | : kendisi, kişi, nefs, şey, hiçbir şekilde, |
ve in kâne miskale habbet | : eğer, olsa, olsa bile, zerre, kadar, en küçük ölçü, tane |
min hardel eteyna biha | : hardal tanesi, verdik, getirdik, sunduk, onu |
ve kefâ bina hasibin | : kâfi, yeterli, bize, hesap görücü, karşılığını verme |
47- Ölüm vakti gelinceye kadar herkes için adaletle bir mizan oluşturduk. Böylece hiçbir kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. Hatta hardal tanesi kadar bile olsa onun karşılığı verilir. Verilenlerin karşılığını vermede Biz kâfiyiz.
-48-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى وَهَارُونَ الْفُرْقَانَ وَضِيَاء وَذِكْرًا لِّلْمُتَّقِينَ
Ve lekad âteynâ mûsâ ve hârûnel furkâne ve dıyâen ve zikren lil muttekîn
ve lekad ateyna | : andolsun, doğrusu, verdik, sunduk |
Musa ve hârûne | : Musa ve Harun |
el furkâne | : Furkan, fark etme, hak ile batılı anlama, |
ve dıyaen | : ışık, yol, bulma, nura ulaşma, |
ve zikren | : zikir, anmak, anlamak, |
li el muttekin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan |
48- Doğrusu, sunduğumuz hakikatlerle Musa ve Harun hakk ile batılı fark ettiler ve aydınlığa ulaştılar ve fenalardan sakınarak hakikatleri andılar.
-49-
الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالْغَيْبِ وَهُم مِّنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ
Ellezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve hum mines sâati muşfikûn
Ellezine yahşevne | : o kimseler, onlar, huşu, huzur, en içten saygı, |
rabbe hum | : Rab, vücudlandıran, onlar, |
bi el gaybi | : görünmeyen bilinmeyen alem, |
ve hum min el saat | : onlar, her an, her zaman, |
müşfikun | : şefkatli, sevgi dolu |
49- Kendilerini vücudlandırana karşı içtenlikle saygılı olan kimseler, görünmeyen bilinmeyen âlemin hakikatlerine inanırlar ve onlar her zaman, en içten bir sevgiyle hareket ederler.
-50-
وَهَذَا ذِكْرٌ مُّبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ أَفَأَنتُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
Ve hâzâ zikrun mubârekun enzelnâh e fe entum lehu munkirûn
ve haza zikrun | : bu, işte, zikr, anmak, anlatmak, |
mubarekun | : kutsal, yüce olan, saygı duyulan, beğenilen |
enzelnâ-hu | : indirdik, sunduk, açığa çıkardık, o |
e fe entum lehu munkirun | : öyleyse, hala, siz misiniz, onu reddeden, inkâr eden, |
50- İşte, o sunduğumuz hakikatleri anlayan, anlatanlar saygı duyulanlardır. Hâlâ siz o hakikatleri inkâr mı edersiniz?
-51-
وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِن قَبْلُ وَكُنَّا بِه عَالِمِينَ
Ve lekad âteynâ ibrâhîme ruşdehu min kablu ve kunnâ bihî âlimîn
ve lekad ateyna ibrahim | : andolsun, doğrusu, verdik, sunduk, ibrahim |
ruşde-hu min kablu | : rüşd, tamlık, doğruluk, kemalat, hu, önceden |
ve kunnâ bihi alimin | : biz, bizi, kıldık, bulduk, onu, bilen, |
51- Doğrusu, daha önce İbrahim de sunduğumuz hakikatlerle kemalata ulaştı ve o Bizi bilenlerdendi.
-52-
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ
İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâ hâzihit temâsîlulletî entum lehâ âkifûn
iz kâle | : demişti, söylemişti, |
li ebihi ve kavmihi | : babasına ve kavmine |
mâ hâzihi el temasilu | : nedir bu, heykeller, suret, resim, sembol, tasvir, |
Elletî entum | : ki o, siz, |
leha akifun | : ona, çalışma, devamlı ibadet etme, tapınma |
52- Babasına ve kavmine demişti ki: Nedir bu heykeller, siz onlara devamlı ibadet ediyorsunuz.
-53-
قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءنَا لَهَا عَابِدِينَ
Kâlû vecednâ âbâenâ lehâ âbidîn
Kalu veced na abae na | : dediler, bulduk, atalarımız |
Leha abidin | : ona, onlara, kulluk, |
53- Dediler ki: Atalarımızı onlara kulluk ediyor bulduk.
-54-
قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Kâle lekad kuntum entum ve âbâukum fî dalâlin mubîn
Kale lekad kuntum entum | : dedi, andolsun, siz oldunuz, siz |
ve abaukum | : atalarınız, |
fi dalal mubin | : apaçık dalalet içinde, hakikatlerden sapan, |
54- Dedi ki: Doğrusu siz ve atalarınız apaçık dalalet içindesiniz.
-55-
قَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنتَ مِنَ اللَّاعِبِينَ
Kâlû e citenâ bil hakkı em ente minel lâıbîn
Kalu e citena | : dediler ki, getirdin, geldin, söyledin, |
bi el hakk | : doğru, gerçek, hakikat, hak, |
Em ente | : yoksa, ya da, sen, |
min el laıbine | : önemsemeyen, oyun, eğlenmek, |
55- Dediler ki: Senin bize söylediklerin gerçek midir? Yoksa sen bizimle eğleniyor musun?
-56-
قَالَ بَل رَّبُّكُمْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَى ذَلِكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ
Kâle bel rabbukum rabbus semâvâti vel ardıllezî fatarahunne ve ene alâ zâlikum mineş şâhidîn
Kâle bel rabbu kum | : dedi, hayır, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
rabbu | : Rabbidir, vücudlandıran, |
el semâvât ve el ard | : gökler ve yer |
Ellezî fatara hunne | : ki o, oluşturdu, meydana getirdi, ortaya çıkarma, onları |
ve ene ala zalikum | : ben, üzere, işte böyle, bu, |
min el şahidine | : şahitlerden, her an her yerde hazır olan |
56- Dedi ki: Hayır sizinle eğlenmiyorum. Göklerde ve yerde ne varsa her şeyi vücudlandıran, sizi de vücudlandırandır. Ki O’dur bütün her şeyi ortaya çıkaran. İşte böylece ben, her an her yerde hazır olan O’nun yolu üzereyim.
-57-
وَتَاللَّهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُم بَعْدَ أَن تُوَلُّوا مُدْبِرِينَ
Ve tallâhi le ekîdenne asnâmekum bade en tuvellû mudbirîn
ve tallahi | : gerçek olan, andolsun, Allah |
le ekidenne | : elbette, bir şey yapmak, hile yapacağım |
asnâme-kum bade | : putlarınız, tapındığınız şeyler, sonra |
en tuvellû mudbirin | : dönüp gitmeniz, arkası, arkaları, gerileri, |
57- Gerçek olan Allah’tır. Elbette siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza bir şey yapacağım.
-58-
فَجَعَلَهُمْ جُذَاذًا إِلَّا كَبِيرًا لَّهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَ
Fe cealehum cuzâzen illâ kebîren lehum leallehum ileyhi yerciûn
fe ceale-hum | : böylece yaptı, kıldı, onları, |
cuzazen | : cüz, cüz, parça parça, parçaladı, |
İllâ kebiren lehum | : hariç, başka, büyük, olan, onlar |
lealle-hum ileyhi yerciun | : umulur ki, belki, ona, dönerler, |
58- Böylece onların büyük olana döneceklerini bildiği için, büyük olanın dışında onları parça parça yaptı.
-59-
قَالُوا مَن فَعَلَ هَذَا بِآلِهَتِنَا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَ
Kâlû men feale hâzâ bi âlihetinâ innehu le minez zâlimîn
Kalu men feale | : dediler, kim yaptı, |
Haza bi âliheti-nâ | : bunu, şunu, ilâhlarımız, |
İnne hu le min ez zâlimîne | : elbette, gerçekten, o, zalimlerden |
59- Dediler ki: Kim yaptıysa bunu ilahlarımıza, elbette o zalimlerdendir.
-60-
قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُ
Kâlû seminâ feten yezkuruhum yukâlu lehû ibrâhîm
Kalu semina | : dediler, işittik, |
feten | : genç, erkek, delikanlı |
yezkuru-hum | : zikrediyor, anıyor, bahsediyor, onlar, |
Yukalu lehu İbrahimu | : deniyor, söyleniyor, ona, İbrahim |
60- Dediler ki: Genç birinden işittik, onlardan bahsediyordu, ona İbrahim diyorlar.
-61-
قَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَى أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ
Kâlû fetû bihî alâ ayunin nâsi leallehum yeşhedûn
Kalu fe atu bihi | : dediler, öyleyse, getirin, onu |
Alâ ayuni el nas | : üzere, için, göz, bakış, seyir, insanlar, |
lealle-hum yeşhedun | : umulur ki, böylece, onlarda, tanık olurlar |
61- Dediler ki: Öyleyse insanların gözleri önüne getirin onu, böylece onlarda tanık olurlar.
-62
قَالُوا أَأَنتَ فَعَلْتَ هَذَا بِآلِهَتِنَا يَا إِبْرَاهِيمُ
Kâlû e ente fealte hâzâ bi âlihetinâ yâ ibrahîm
Kalu e ente fealte | : dediler, sen mi yaptın? |
Haza bi aliheti na | : bu, ilahlarımız, |
ya ibrahim | : ey ibrahim |
62- Dediler ki: Ey İbrahim! Sen mi yaptın bunu ilahlarımıza?
-63-
قَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِن كَانُوا يَنطِقُونَ
Kâle bel fealehu kebîruhum hâzâ feselûhum in kânû yentıkûn
Kâle bel fealehu | : dedi, hayır, belki, bilakis, o yaptı, |
kebirhum haza | : büyük olan, onlar, bu, şu, |
fe eselû-hum | : haydi, artık, öyleyse, sorun, onlar, |
İn kanu yentikun | : eğer, ise, oldu, konuşurlar |
63- İbrahim dedi ki: Belki de bunu onların büyüğü yapmıştır, haydi onlara sorun, eğer konuşabiliyorlarsa.
-64-
فَرَجَعُوا إِلَى أَنفُسِهِمْ فَقَالُوا إِنَّكُمْ أَنتُمُ الظَّالِمُونَ
Fe receû ilâ enfusihim fe kâlû innekum entumuz zâlimûn
fe receû | : sonra, döndüler, rucu ettiler, |
ila enfusi him | : kendilerine, nefislerine, onlar |
fe kâlû inne kum | : böylece, dediler, muhakkak, gerçekten, siz |
Entum el zâlimûne | : siz, yanılma, zalimler, haksızlık eden, hata eden, |
64- Sonra da onlar kendilerine dönüp düşündüler. Böylece dediler ki: Muhakkak ki biz hata edip kendimize zulmettik.
-65-
ثُمَّ نُكِسُوا عَلَى رُؤُوسِهِمْ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا هَؤُلَاء يَنطِقُونَ
Summe nukisû alâ ruûsihim lekad alimte mâ hâulâi yentıkûn
Summe nukisu | : sonra, indirdi, eğildi, düşürdü, yöneldi, |
ala ruusi him | : üzerine, için, hakkında, baş, yön, onlar |
Lekad alimte | : andolsun, doğrusu, alim, bilen, sen, sen bildin, |
Ma haulai yentıkûne | : olmadı, değil, bunlar, konuşuyorlar |
65- Sonra da onlar başlarını eğdiler. Doğrusu sende biliyorsun ki bunlar konuşamazlar, dediler.
-66-
قَالَ أَفَتَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنفَعُكُمْ شَيْئًا وَلَا يَضُرُّكُمْ
Kâle e fe tabudûne min dûnillâhi mâ lâ yenfeukum şey’en ve lâ yadurrukum.
Kâle efe tabudune | : dedi, hala, tapıyorsunuz, kulluk mu ediyorsunuz? |
min dûni Allâh | : başka, ona aiti, Allah’tan başka |
Ma la yenfeu-kum şeyen | : değil, yok, size faydası, yarar, olmaz, şeyler |
ve lâ yadurru-kum | : yok, koruması, size |
66- Dedi ki: Size bir yararı olmayan ve koruması da olmayan, Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere hâlâ kulluk mu edeceksiniz?
-67-
أُفٍّ لَّكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Uffin lekum ve li mâ tabudûne min dûnillâh e fe lâ takılûn
Uffin lekum | : of, vah, yazıklar olsun, size |
ve li ma tabudun | : şey, ne, kulluk, |
min dûni Allâh | : başka, gayrı, Allah’tan başka |
e fe la takılune | : hala akıl etmiyor musunuz? |
67- Vah size, Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere kulluk ediyorsunuz. Hâlâ akıl etmez misiniz?
-68-
قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانصُرُوا آلِهَتَكُمْ إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ
Kâlû harrikûhu vansurû âlihetekum in kuntum fâılîn
Kâlû harriku hu | : dediler, yakıcılık, sıcaklık, hararet, ateşli, yarmak, o |
ve unsuru âlihete-kum | : yardım edin, ilâhlarınıza, |
in kuntum failin | : eğer siz, yapanlar, etmek, fail olan, |
68- Dediler ki: O ateşlenmiş. Eğer siz bir şey yapmak istiyorsanız ilahlarınıza yardım edin.
-69-
قُلْنَا يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ
Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrahîm
Kulna | : dedik, bildirdik, |
ya naru | : ey, ateş, yakıp yıkıcı haller, yakıcı olan, |
kuni berden | : ol, olun, soğuk, soğutmak, sabit olmak, bitirmek, ölmek |
ve selamen ala ibrahim | : barış, huzur, zararsız, üzere, için, İbrahim |
69- Bildirdik: Ey yakıp yıkıcı hâllerde olanlar! O hâllerinizi bitirin ve İbrahim gibi barış ve huzur üzere olun.
-70-
وَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَخْسَرِينَ
Ve erâdû bihî keyden fe cealnâ humul ahserîn
ve eradu bihi | : istediler, ona, |
keyden | : tuzak, hile, kötülük |
fe ceal na hum | : böylece, yaptık, sunduk, verdik, işleyişimiz, onlar, |
el ahserin | : kaybeden, hüsrana uğramak, |
70- Ona kötülük yapmak istediler. Böylece onlar sunduğumuz hakikatleri anlayamayıp kaybedenlerden oldular.
-71-
وَنَجَّيْنَاهُ وَلُوطًا إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا لِلْعَالَمِينَ
Ve necceynâhu ve lûtan ilel ardılletî bâraknâ fîhâ lil âlemîn
ve necceynâ-hu | : necat bulmak, kurtuluş, selamet, biz, o |
ve lutan | : lut, |
ilâ el ardı | : arz, yeryüzü, toprak, beden, yaşam, |
elleti barakna | : ki o, bereket, sıfatlar, kutsal, mübarek, biz, |
Fi ha li el alemîne | : orada, âlemler için, âlemlere, tüm varlık, |
71- O ve Lut Bizde necat buldu. O yeryüzünde bizim sıfatlarımızla sıfatlandığını, orada âlemlerin sahibini anladı.
-72-
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً وَكُلًّا جَعَلْنَا صَالِحِينَ
Ve vehebnâ lehu ishâk ve yakûbe nâfileh ve kullen cealnâ sâlihîn
ve veheb-na lehu ishak | : bağış, armağan, sunduk, verdik, ishak |
ve yakûbe nafileten | : Yakub’u, lüzumsuz, boş, ilave, menfeatsiz, torun, |
ve kullen ceal na | : hepsi, sunduk, verdik, yaptık, |
salihin | : iyi kimse, Salihlerden oldular. |
72- Ona, İshak’ı ve torunu Yakub’u bağışladık. Hepsi sunduğumuz hakikatleri anlayan Salih kimselerden oldular.
-73-
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ
Ve cealnâhum eimmeten yehdûne bi emrinâ ve evhaynâ ileyhim filel hayrâti ve ikâmes salâti ve îtâez zekâh ve kânû lenâ âbidîn
ve cealnâ-hum | : kıldık, yaptık, verdik, sunduk, onlar |
eimmeten | : imamlar, önder, |
Yehdûne | : yol gösteren, rehber olan, |
bi emrina | : işleyişimiz, hakikat, hüküm, |
ve evhay-nâ ileyhim | : vahyettik, bildirdik, hayat verdik, onlara |
file el hayrâti | : hayırlar işleme, güzel şeyler içinde, yararlı, |
ve ikâme es salâti | : her an salât üzere olmak, hakka bağlılık |
ve îtâe ez zekâti | : temizlenme, kendindekini paylaşma, |
ve kânû lena abidin | : oldular, bize kulluk eden |
73- Onlar sunduğumuz hükümleri anladılar. Hakikatlerimizle yol gösterici önderler oldular. Onlara hayırlar içinde olmalarını ve her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olmalarını ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşmalarını ve Bize kul olmalarını vahyettik.
-74-
وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَت تَّعْمَلُ الْخَبَائِثَ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ
Ve lûtan âteynâhu hukmen ve ılmen ve necceynâhu minel karyetilletî kânet tamelul habâis innehum kânû kavme sev’in fâsikîn
ve lûtan ateyna hu | : Lut, verdik, sunduk, o |
Hukmen ve ılmen | : hüküm, karar, hakim olan, hikmet ve ilim |
ve necceynâ-hu | : bizde necat buldu, biz onu kurtardık |
min el karyeti | : ülkeden, köy, bulundukları yer |
Elleti kânet tamelu | : ki o, oldu, yapıyorlar |
el habâise | : çirkin işler, çirkinlikler |
inne-hum kanu kavme | : muhakkak onlar, oldular, kavim |
Sevin fasikin | : kötülük, fasık, arabozucu, hakikatlerin dışına çıkan |
74- Lut da sunduğumuz ilmi ve hükümleri anlayanlardandı. O da Bizde necat buldu. Onun bulunduğu yerde fena hâller vardı. Doğrusu onlar hakikatlerin dışına çıkan, fenalıklar içinde olan bir kavim idi.
-75-
وَأَدْخَلْنَاهُ فِي رَحْمَتِنَا إِنَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ
Ve edhalnâhu fî rahmetinâ innehu mines sâlihîn
ve edhal na hu | : girmek, dahil olmak, anlamak, kabul, biz, hakikatlerimiz, o |
Fi rahmeti na | : içinde, kendinde, rahmetimiz, |
İnne hu min el salihine | : muhakkak, doğrusu, o salihlerden |
75- Lut da rahmetimizin içinde olduğunu anlayıp hakikatlerimize dahil olanlardan oldu. Doğrusu o da Salih kimselerden oldu.
-76-
وَنُوحًا إِذْ نَادَى مِن قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
Ve nûhan iz nâdâ min kablu festecebnâ lehu fe necceynâhu ve ehlehu minel kerbil azîm
ve nuhan iz nada | : Nuh, nida ettiğinde, seslenme, çağırma, arama |
min kablu | : daha önce, |
fe isteceb na lehu | : böylece, cevap, biz, icabet, uymak, ona |
Fe neccey nâ-hu | : böylece, bizde necat buldu, o, biz onu kurtardık |
ve ehlehu | : onun ehli, ailesi, |
min el kerbi el azim | : sıkıntı, tehlike, stres, büyük, |
76- Daha önce de Nuh Bizi arayanlardandı. Sonra da o aradığı cevapları Bizde buldu. Böylece o ve ona yakın olanlar, büyük bir sıkıntının hâlinden geçerek Bizde necat buldular.
-77-
وَنَصَرْنَاهُ مِنَ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ
Ve nasarnâhu minel kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ innehum kânû kavme sevin fe agraknâhum ecmaîn
ve nasar na hu | : yardım, biz, hakikatlerimiz, o, |
minel kavmi | : kavmi, kimseler, |
Ellezine kezzebu | : yalanlayan kimseler, yalanlarda kalanlar, |
bi ayati na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
inne-hum kanu | : muhakkak onlar, oldu, |
kavme sevin | : kimse, kavim, kötü, fena, |
Fe agrak nâ-hum | : böylece, boğulup gitmek, cehalette olmak, biz, onlar, |
ecmanin | : hepsi, |
77- O, ayetlerimizi yalanlayan kimselere karşı hakikatlerimizle yardım buldu. Doğrusu onlar fenalarda kalan kimseler idi. Böylece o hâllerde olanların hepsi, Bizi anlayamayıp kendi cehaletlerinde boğulup gittiler.
-78-
وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ الْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِينَ
Ve dâvude ve suleymâne iz yahkumâni fîl harsi iz nefeşet fîhi ganemul kavm ve kunnâ li hukmihim şâhidîn
ve davude ve süleyman | : Davut, Süleyman |
İz yahkumani | : hüküm veriyorlardı |
Fi el harsi | : içinde, ekin, çiftçilik, , |
iz nefeşet | : tartışmak, kavga, kızdırmak, |
Fihi ganemu el kavmi | : hakkında, ilgili, koyun, kavmi, kimseler, |
ve kunna li hukmihim | : olduk, biz, hükmü için, karar, onlar, |
şahidin | : şahit, hazır olan, bilen, |
78- Davut ve Süleyman, ekinlerin içine giren koyunlarla ilgili tartışan kimseler hakkında hüküm veriyorlardı ve onlar karar verebilmeleri için Bizi bilenlerden olmuşlardı.
-79-
فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلًّا آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ
Fe fehhemnâhâ suleymân ve kullen âteynâ hukmen ve ılmen ve sehharnâ mea dâvudel cibâle yusebbihne vet tayr ve kunnâ fâılîn
Fe fehhemna ha süleyman | : böylece, fark, anlamak, biz, Süleyman |
ve kullen ateyna | : hepsi, verdik, sunduk |
Hukmen ve ılmen | : hikmet, hüküm ve ilim |
ve sehhar nâ | : boyun eğme, teslim, yayılıp giden, huzur, meydan, biz, |
mea davuda | : beraber, birlik, bütünlük, davud, |
el cibali | : dağlar, yücelik, yüksek, |
yusebbihne | : fiil, sıfat, zatın tecellilerini anlasınlar, tesbih, daim olmak |
ve el tayre | : kuşlar, uçmak, yücelik, |
ve kunna failin | : fiili, işleyişin sahibi biziz, fail olan biziz |
79- İşte, Süleyman da Bizi anlayanlardandı. Bütün hepsi sunduğumuz ilmi ve hükümleri anlayanlardandı. Dâvûd da her varlıkta fâil olanın Biz olduğunu, dağlarda olanların, kuşların, her şeyin hakkın tecellilerini gösterdiğini, var olan bütün her şeyin bir bütünlük içinde Bize teslim olduğunu bilenlerdendi.
-80-
وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَّكُمْ لِتُحْصِنَكُم مِّن بَأْسِكُمْ فَهَلْ أَنتُمْ شَاكِرُونَ
Ve allemnâhu sanate lebûsin lekum li tuhsınekum min besikum fe hel entum şâkirûn
ve allemnâ-hu sanata | : öğrettik, ilmi sunduk, o, sanat, ustalık, hüner |
Lebûsin lekum | : elbise, giyecek, sizin için, size |
li tuhsıne-kum | : sizi koruması için, |
min besi kum | : sıkıntılarınızdan, çarpışma, müşkül, siz, |
Fe hel entum şakirun | : öyleyse, hala, siz, şükreden, nimetin sahibini bilen |
80- Ona sanat öğrettik. Siz o sanatlarla giyecekler yaparsınız, sıkıntılarınızdan korunursunuz. Öyleyse hâlâ nimetlerin sahibini bilip teslim etmez misiniz?
-81-
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ عَاصِفَةً تَجْرِي بِأَمْرِهِ إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِمِينَ
Ve li suleymâner rîha âsıfeten tecrî bi emrihî ilel ardılletî bâreknâ fîhâ ve kunnâ bi kulli şeyin âlimîn
Ve li Süleyman | : Süleyman, |
el riha asifet | : rüzgar, fırtına, savrulma, esen, esip giden, |
Tercî bi emrihi | : akar, gider, vardır, işleyiş, o, |
ila el ard | : yeryüzünde, toprak, bulunduğu yerde, arz, |
Elleti barek na fi-hâ | : ki o, bereket, kutsal, kutlu, feyiz, olgunluk, biz, orada |
ve kunna bi kulli şeyin alimin | : biz, olduk, bütün her şey, ilmin sahibi, |
81- Süleyman yeryüzünde, o işleyişi rüzgârın esip gitmesi gibi hissetti. O, orada Bizi anlayıp feyz buldu ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Biz olduğunu anladı.
-82-
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَن يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذَلِكَ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظِينَ
Ve mineş şeyâtîni men yegûsûne lehu ve yamelûne amelen dûne zâlik ve kunnâ lehum hâfızîn
ve min el şeyatini | : şeytani halleri kötülük halleri, şeytanlardan |
men yegûsûne lehu | : kim, dalış, dalgıç, bir şey getiren, çıkaran, onun |
ve yamelûne amelen | : yapıyorlar, çalışma, |
Dune zâlike | : başka, bu, şu |
ve kunnâ lehum hafizin | : biz, olduk, biziz, onlar, koruyan, muhafaza eden, |
82- Şeytani hâllerde olan kimselerin nasıl şeyler ortaya çıkardığını ve nasıl başka çalışmalar içinde olduğunu anladı. Bütün varlığı Bizim muhafaza ettiğimizi anladı.
-83-
وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
Ve eyyûbe iz nâdâ rabbehû ennî messeniyed durru ve ente erhamur râhimîn
ve eyyûbe iz nada | : Eyüp, nida etmişti, yönelme, çağrı, davet, |
rabbe hu | : rabbine, |
Enni mesensiye | : bana, dokundu, isabet etti, |
el durru | : sıkıntı, zarar, müşkül, darlık |
Ve ente erhamu | : sen, merhamet, rahim olan, |
el rahımîne | : varlığı özünden var eden, |
83- Eyyûb de Rabbine yönelmiş: Bana müşkil hâller isabet etti, sen merhamet edensin, varlığı özünden varedensin, diye nida etmişti.
-84-
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِن ضُرٍّ وَآتَيْنَاهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةً مِّنْ عِندِنَا وَذِكْرَى لِلْعَابِدِينَ
Festecebnâ lehu fe keşefnâ mâ bihî min durrin ve âteynâhu ehlehu ve mislehum meahum rahmeten min ındinâ ve zikrâ lil âbidîn
fe isteceb nâ lehu | : böylece icabet, cevap, biz, onun |
Fe keşef nâ | : böylece, tespit, keşif, anladı, biz, |
ma bihi min dar | : şey, ona, zarar, sıkıntı haller, darlık |
ve ateyna-hu | : sunduk, sunduğumuz hakikatler, o, |
ehle hu | : ehil olan, bilgili, o, |
ve misle-hum | : misli, kadar, benzer, aynı, onlar, |
Mea hum | : beraber, birlikte, onlar, |
Rahmeten min ındi-nâ | : rahmet, katımızdan, bize ait |
ve zikrâ li el abidin | : zikir, anmak, bir öğüt, kullar için |
84- Böylece o da aradığı cevapları Bizde buldu. Böylece sıkıntılı hâllerin içinden geçerek Bizi anlayanlardan oldu. O sunduğumuz hakikatlere ehil olanlardandı ve onunla birlikte onun gibi hareket edenler Bize ait olan rahmet üzere oldular ve hep Bizi anan kullardan oldular.
-85-
وَإِسْمَاعِيلَ وَإِدْرِيسَ وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ مِّنَ الصَّابِرِينَ
Ve ismâîle ve idrîse ve zelkifl kullun mines sâbirîn
ve ismâîle ve idrise | : ve İsmail, idris |
ve ze elkifl | : ve Zelkifli, Zulkifli |
Kullun min el sabirîne | : hepsi, sabredenlerden |
85- İsmail ve İdris ve Zülkifl hepsi sabredenlerdendi.
-86-
وَأَدْخَلْنَاهُمْ فِي رَحْمَتِنَا إِنَّهُم مِّنَ الصَّالِحِينَ
Ve edhalnâhum fî rahmetinâ innehum mines sâlihîn
ve edhal na hum | : dahil olmak, girmek, anladı, hareket eden, biz, onlar |
fi rahmet na | : rahmetimiz, |
İnne hum min es sâlihîne | : doğrusu onlar, Salih, iyi kimse, güzel hallerde olan |
86- Onlar rahmetimiz üzere hareket edenlerdendi. Doğrusu onlar da iyi kimselerdi.
-87-
وَذَا النُّونِ إِذ ذَّهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَن لَّن نَّقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَن لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
Ve zennûni iz zehebe mugâdıben fe zanne en len nakdire aleyhi fe nâdâ fiz zulumâti en lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn
ve ze el nuni | : Zennun, yunus, |
iz zehebe mugadıben | : gitmişti, öfkeli, gadaplı, |
Fe zan | : böylece, zannetti, düşündü, |
en len nakdir aleyhi | : değil, gücü, gücüm yetmez, takdir, ona, |
Fe nâdâ | : böylece, nida etti, seslendi, yöneldi, |
fi el zulumati | : karanlıklar içinde, bilememezlik içinde, |
en lâ ilâhe illa ente | : yok ilah, sen varsın |
subhâne-ke | : noksan sıfattan münezzeh, noksansız, sen, |
in-nî kuntu min el zalimin | : gerçekten ben, oldum, zalimlerden |
87- Zünnûn öfkeli haliyle gitmişti. Varlığının sahibini anlamaya gücüm yetmez diye düşündü. Sonra da bir bilememezlik içindeyken Hakk’a yöneldi. İlah yoktur, sen varsın, sen noksan sıfatlardan münezzehsin, seni anlamamakla zalimlerden olmuşum, dedi.
-88-
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ وَكَذَلِكَ نُنجِي الْمُؤْمِنِينَ
Festecebnâ lehu ve necceynâhu minel gamm ve kezâlike nuncil muminîn
fe istecebnâ lehu | : sonrada, icabet, cevap, biz, ona |
ve necceynâ-hu | : bizde necat buldu, kurtuluş, |
min el gammi | : üzüntüden, gam, tasa, keder, müşkül hali |
ve kezâlike nunci | : işte böyle, necat bulmak, bizde kurtulan, |
el muminin | : muminler, emin olan, |
88- Böylece o da aradığı cevapları Bizde buldu ve o müşküllü hallerin sıkıntısından geçerek Bizde necat buldu. İşte, Bizde necat bulanlar müminlerden olurlar.
-89-
وَزَكَرِيَّا إِذْ نَادَى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْنِي فَرْدًا وَأَنتَ خَيْرُ الْوَارِثِينَ
Ve zekeriyyâ iz nâdâ rabbehu rabbi lâ tezernî ferden ve ente hayrul vârisîn
ve zekeriyyâ iz nada | : Zekeriya, nida etti, yöneldi, istedi, çağrı, rabbine |
rabb hu | : rabbine |
Rabbi lâ tezer-nî | : rabbim, beni bırakma, |
ferden | : yalnız, ferd, tek |
ve ente hayru | : sen, hayırlı olan, |
el varisin | : varis, her şeyin ona kalması, veren, |
89- Zekeriya da Rabbine yönelmiş: Rabbim! Beni yalnız bırakma, sen hayırlı olansın, sonsuza kadar kalıcı olansın, demişti.
-90-
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيَى وَأَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُ إِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًا وَكَانُوا لَنَا خَاشِعِينَ
Festecebnâ lehu ve vehebnâ lehu yahyâ ve aslahnâ lehu zevceh innehum kânû yusâriûne fil hayrâti ve yedûnenâ regaben ve rehebâ ve kânû lenâ hâşiîn
fe istecebnâ lehu | : sonrada, icabet, cevap, biz, onun |
ve veheb-nâ lehu yahya | : ona hibe ettik, bağışladık, armağan, yahya |
ve aslah-nâ lehu | : ıslah ettik, düzelme, onun, |
zevce hu | : eşlik eden, aynı yolda olan, o, |
inne-hum kanu yusariun | : doğrusu, onlar, oldu, yarışan, koşan, |
fi el hayrâti | : hayırlarda, iyilikler |
ve yedûne-nâ | : yönelen, biz, |
regaben | : arzu ile, sevgiyle, içten |
ve reheben | : iyileştirme, kusurlarını düzeltme, korkarak |
ve kânû lena haşiin | : onlar oldular, bize, huşu, saygı, |
90- Böylece o da aradığı cevapları Bizde buldu. Ona Yahya’yı bağışladık. Onunla aynı yolda olanlar Bizde ıslah oldular. Doğrusu onlar da hayırlar içinde koştular ve en içten Bize yöneldiler ve kusurlarını düzelttiler ve onlar Bizde huşu buldular.
-91-
وَالَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهَا مِن رُّوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَا آيَةً لِّلْعَالَمِينَ
Velletî ahsanet fercehâ fe nefahnâ fîhâ min rûhinâ ve cealnâhâ vebnehâ âyeten lil âlemîn
ve elleti ahsanet | : ki o, korundu, iyi haller, güzel haller, |
ferce ha | : ikilik, yarık, ayrılık, o |
fe nefah-nâ fi ha | : o zaman, üfledik, onun içine |
min rûhi-nâ | : ruhumuzdan, ruh, biz, |
ve cealnâ-hâ | : kıldık, yaptık, sunduk, o |
ve ibnehâ | : oğlu, onun oğlu, |
ayet li el alemin | : işaret, delil, alemler için |
91- O ikiliğe düşmekten korundu. O içindeki üflenen Ruhun Bize ait olduğunu anladı. Onu ve oğlunu topluluklar için delil olarak sunduk.
-92-
إِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ
İnne hâzihî ummetukum ummeten vâhıdeten ve ene rabbukum fabudûn
İnne hazihi ummeti kum | : muhakkak, bu, şu, sizin ümmetiniz, millet |
Ummeten vahideten | : bir ümmet, tek |
ve ene rabb kum | : ben, rabbinizim, vücudlandıran, |
fe abudû-ni | : öyleyse bana kul olun |
92- Muhakkak ki bu sizin milletiniz tek bir millettir. Sizi vücudlandıran Benim. Artık Benim kulum olduğunuzu bilin.
-93-
وَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ كُلٌّ إِلَيْنَا رَاجِعُونَ
Ve tekattaû emrehum beynehum kullun ileynâ râciûn
ve tekattaû | : böldüler, kopma, kesme, bölündüler, |
Emr hum | : işleyiş, hüküm, onlar |
beynehum | : aralarında, onlar, |
Kullun ileyna raciun | : hepsi, bize rucu edecekler, dönme, aslına dönüş |
93- İnsanlar, işleyişin hakikati hakkında kendi aralarında bölündüler. Onların hepsinin aslı Biziz.
-94-
فَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِهِ وَإِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ
Fe men yamel mines sâlihâti ve huve muminun fe lâ kufrâne li sayih ve innâ lehu kâtibûn
fe men yamel min el salihat | : artık, kim, dosdoğru hak yolunda çalışan, iyi kimse |
ve huve muminun | : o, mümin, emin olan, |
fe lâ kufrâne | : işte, yok, örtülmez, hakikati görmemezlikten gelme, |
li sayihi | : gayret, arayan |
ve inna lehu katibun | : biz, hakikatlerimiz, onun, yazan, yazıcı |
94- Artık kim; dosdoğru hak yolunda çalışır, iyi kimselerden olursa, o müminlerden olur. İşte, gayret içinde olanlar hakikatleri görmemezlikten gelmezler ve hakikatlerimizin onların vücud kitablarında yazılı olduğunu bilirler.
-95-
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehum lâ yerciûn
ve haramun | : haram, yasak, fenalarda kalan, |
ala karyetin | : köy, bulundukları yerde |
ehleknâ-hâ | : helak olan, yazık eden, biz, anlamayıp helak olanlar |
enne-hum la yerciun | : muhakkak onlar, yok, dönmez, hakikatlere dönmez, |
95- Bulundukları yerlerde fenalarda kalanlar, Bizi anlayamayıp kendilerine yazık ederler. Muhakkak ki onlar cehaletlerinden hakikatlere dönmeyenlerdir.
-96-
حَتَّى إِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُم مِّن كُلِّ حَدَبٍ يَنسِلُونَ
Hattâ izâ futihat yecûcu ve mecûcu ve hum min kulli hadebin yensilûn
hattâ izâ futihat | : olduğu zaman, açıldı, ortaya çıktı, meydana çıktı |
Yecucu | : fenayı sıfat, kargaşa çıkaran, sıfatları kendine nisbet eden |
ve mecûcu | : fenayı vücud, kendine nisbet etme, bozgunculuk, |
ve hum min kulli hadebin | : onlar, bütün her tarafta |
yensilune | : saldırma, sarma, zarar verme, nesillere zarar aşılamak |
96- Hatta sıfatları kendilerine nisbet ederler ve vücudları kendilerine nisbet ederler ve o bozgunculuk hâlleriyle ortaya çıkıp o hâllerle hareket ederler ve onlar bütün her tarafa zarar verirler.
-97-
وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ
Vakterabel va’dul hakku fe izâ hiye şahısatun ebsârullezîne keferû yâ veylenâ kad kunnâ fî gafletin min hâzâ bel kunnâ zâlimîn
ve ıkterabe | : yaklaştı, ortaya çıktı, |
el vadu el hakk | : vaad, söz, yerine getirme, düzen, hak, hakikat |
Fe iza hiye | : o olduğunda, |
şahısatun ebsar | : baka kalır, şaşkınlık, belli olur, bakış, göz, |
ellezîne keferû | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
ya veyl na | : yazıklar olun, vah olsun, biz, |
Kad kunna fî gafletin | : olduk, gaflet içinde |
min hâzâ bel kunna zalimin | : bundan, meğer biz zalimlerden olmuşuz |
97- Hakikatlerin sözleri ortaya çıktığında, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin halleri bakışlarından belli olur. Yazıklar olsun bize, biz gaflet içinde kalmışız, bundan dolayı da meğer biz zalimlerden olmuşuz, derler.
-98-
إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنتُمْ لَهَا وَارِدُونَ
İnnekum ve mâ tabudûne min dûnillâhi hasabu cehennem entum lehâ vâridûn
inne-kum | : muhakkak siz, |
ve ma tabudun | : taptığınız şeyler, kulluk, zanna göre, |
min dûni Allâh | : Allah’tan başka, bırakıp |
Hasabu | : yakacak, yakıt, odun, edinme, hesap, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, yakıcı, |
Entum leha varidun | : siz, ona, o hallere, koğuş, hapis olundukları yer |
98- Doğrusu sizin o hâlleriniz ve Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı kulluk ettiğiniz şeyler, kendi cehaletinizin cehenneminde sizi yakar ve sizler o hâllere kendinizi hapsettiniz.
-99-
لَوْ كَانَ هَؤُلَاء آلِهَةً مَّا وَرَدُوهَا وَكُلٌّ فِيهَا خَالِدُونَ
Lev kâne hâulâi âliheten mâ veradûhâ ve kullun fîhâ hâlidûn
Lev kane haulai aliheten | : eğer, şayet, oldu, onlar, bunlar, ilahlar, var eden, |
mâ veradû-hâ | : yardım etmedi, girmediler, reddettiler, |
ve kullun fiha halidun | : tümü, hepsi, orada, o halde, devamlıdırlar |
99- Zanna dayalı ilah edindiklerinin onlara bir yardımı olmaz ve o hâlde olanların hepsi, devamlı o hâllerle hareket ederler.
-100-
لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَهُمْ فِيهَا لَا يَسْمَعُونَ
Lehum fîhâ zefîrun ve hum fîhâ lâ yesmeûn
Lehum fiha zefirun | : onlar, orada, ızdırap, inilti, dertli, sık nefes alma, |
Ve hum fiha la yesmeun | : onlar, orada, yok, işitme |
100- O hâllerde olanların nefes alıp verişlerinde bile ızdırap vardır ve onların hakikatleri işitmeleri de yoktur.
-101-
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ
İnnellezîne sebekat lehum minnel husnâ ulâike anhâ mubadûn
İnne ellezine sebekat lehum | : muhakkak, önde olan, hareket eden, geçti, onlara |
min nâ el husna | : bizim, güzellik, güzel olmak, güzel haller, |
Ulâike anha mubadun | : işte onlar, ondan, uzak durma, uzaklaşma |
101- Muhakkak ki Bizi anlayan, güzel hâller içinde hareket edenler, işte onlar o hâllerden uzaktırlar.
-102-
لَا يَسْمَعُونَ حَسِيسَهَا وَهُمْ فِي مَا اشْتَهَتْ أَنفُسُهُمْ خَالِدُونَ
Lâ yesmeûne hasîsehâ ve hum fî meştehet enfusuhum hâlidûn
lâ yesmeûne | : yok, işitmek, işitmezler, |
hasisse ha | : uğultu, sabırsız, aceleci, |
ve hum fi ma iştehet | : onlar, içinde, değil, istenen, arzu edilen, anlamayı isteyen, |
enfusu-hum halidun | : onların nefsleri, kendileri, devamlıdırlar |
102- Onlar o cehalet hâllerinin uğultusunu işitmezler ve onlar devamlı kendilerini anlamaktan başka bir şey istemezler.
-103-
لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْأَكْبَرُ وَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ هَذَا يَوْمُكُمُ الَّذِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
Lâ yahzunuhumul fezeul ekberu ve tetelakkâhumul melâikeh hâzâ yevmukumullezî kuntum tûadûn
lâ yahzunu-hum | : yok, keder, üzüntü, mahzun, çekinme, onlar |
el feze | : panik, tereddüd, korku, dehşet |
el ekber | : ekber olan, yüce olan, büyük |
ve tetelak hum | : karşılamak, almak, kabul etmek, sarılmak, onlar, |
el melaiket | : güç, kuvve, varlıktaki güç, |
Haza yevmu-kum | : bu, vakit, her an, gün, siz, |
Ellezî kuntum tuadune | : ki o, sözlerine uyanlar, vaad, |
103- Onlar mahzun olmazlar, korkuları yoktur, yüce olanı bilirler ve onlar tüm varlıktaki gücün sahibine sarılırlar. İşte bu sizin her an sözlerinize uyan kimselerden olduğunuzdan dolayıdır, diye bildirilir.
-104-
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاء كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُّعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ
Yevme natvis semâe ke tayyis sicilli lil kutub kemâ bede’nâ evvele halkın nuîduh vaden aleynâ innâ kunnâ fâılîn
Yevme natvi | : gün, zaman, çevrilme, döndürülme, dürülme, |
el semae | : o gün, çevrilme, döndürülme, dürülme, sema |
ke tayyi | : dürüldüğü gibi, iki ucun birleşimi, tayyi zaman tayyi mekân, güzellik, hoşluk |
el sicil li el kutubi | : kitabın yapraklarının, yazılı olan sicil geçmişten gelen |
Kemâ bedena evvel halkı | : gibi, başlatdık, evvel, ilk, halk etme, varoluş, |
nuîdu-hu | : onu iade, geri döndüreceğiz, |
vaden aleyna | : vaat, yerine getirme, ortaya çıkış, oluş, bizim, bizden, |
innâ kunnâ failin | : muhakkak, şüphesiz, fail olan biziz |
104- O gün sema, kitabın yaprakları dürülür gibi dürülecek. İlk varoluşu başlattığımız gibi sona doğru döndürürüz. Ortaya çıkış Bizdendir. Muhakkak ki fail olan Biziz.
-105-
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
Ve lekad ketebnâ fîz zebûri min ba’diz zikri ennel arda yerisuhâ ıbâdiyes sâlihûn
ve lekad keteb na | : andolsun, doğrusu, gerçek olan, yazdık, kitap, |
fî ez zebûri | : içinde, içinde gizli, Zebur’da, özdeyiş, kitap, mektup, |
min badi el zikri | : sonra, mesaj, zikir, sonra |
enne el arda | : yeryüzü, arzın olduğu, |
yerisu ha | : varis olan, ilmin varisleri, |
ıbâdiye el salihûne | : kullar, Salih olan, iyi hallerde olan, |
105- Andolsun, her varlığı bir kitap olarak düzenledik. Sonra zikri, hakikatlerin mektuplarını, varlık kitabının içine gizledik. Muhakkak ki yeryüzünde Salih kullar, Tevhid ilminin varisleridir.
-106-
إِنَّ فِي هَذَا لَبَلَاغًا لِّقَوْمٍ عَابِدِينَ
İnne fî hâzâ le belâgan li kavmin âbidîn
İnne fi haza | : muhakkak, bunda vardır, |
le belagun | : elbette, bildiri, tebliğ, haber vermek, |
Li kavmin abidin | : kimse, kavim, kulluğunu anlayanlar için |
106- Muhakkak ki bunların içinde, kulluğunu anlayan kimseler için elbette hakikatlerin tebliği vardır.
-107-
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn
ve mâ erselnâ-ke | : göndermedik, sunmadık, açığa çıkarmadık, sen, |
illâ rahmeten li el alemin | : rahmetten başka, alemler için, kimseler, |
107- Seni âlemlere rahmet olmaktan başka bir şey için göndermedik.
-108-
قُلْ إِنَّمَا يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَهَلْ أَنتُم مُّسْلِمُونَ
Kul innemâ yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid fe hel entum muslimûn
Kul innema yuha ileyye | : anlat, sadece, ancak, sadece, vahy, bana |
Ennemâ ilahu kum | : olduğu, sizin ilahınız |
İlâhun vahidin | : bir ilahtır |
Fe hel entum muslimûne | : öyleyse, hala, teslim olmak, barış huzur üzere olmak, |
108- De ki: Sizin ilahınız bir ilahtır, diye bana vahyolunuyor. Öyleyse hâlâ teslim olup, barış ve huzur üzere olmaz mısınız?
-109-
فَإِن تَوَلَّوْا فَقُلْ آذَنتُكُمْ عَلَى سَوَاء وَإِنْ أَدْرِي أَقَرِيبٌ أَم بَعِيدٌ مَّا تُوعَدُونَ
Fe in tevellev fe kul âzentukum alâ sevâ ve in edrî e karîbun em baîdun mâ tûadûn
fe in tevellev | : o zaman, bundan sonra eğer, dönerler |
Fe kul âzentu-kum | : böylece, anlat, size ilân ettim, bildirdim |
alâ sevâin | : eşitlik üzere, eşit olarak, |
ve in edrî | : bilmiyorum, eğer bilseydim |
e karibun | : yakınlık, yakın mı? |
Em baîdun ma tuadun | : yoksa, veya, uzak, şeyi vaad olunduğunuz |
109- Eğer hakikatleri bırakır, kendi bilişlerine dönerlerse de ki: Size, ayrım yapmadan hakikatleri bildirdim. Size vaad edilen şey yakın mı uzak mı bilmiyorum.
-110-
إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ مِنَ الْقَوْلِ وَيَعْلَمُ مَا تَكْتُمُونَ
İnnehu yalemul cehre minel kavli ve yalemu mâ tektumûn
inne-hu yalemu | : muhakkak o, ilmin sahibi, |
el cehr min el kavl | : açıkca söylenen, bilinen, görünen, bildiğiniz şeyler |
ve yalemu | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
ma tektemun | : gizlediğiniz şeyler, bilemediğiniz, görünmeyen, |
110- Muhakkak ki O’dur bildiğiniz şeylerdeki ilmin sahibi ve bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi.
-111-
وَإِنْ أَدْرِي لَعَلَّهُ فِتْنَةٌ لَّكُمْ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Ve in edrî leallehu fitnetun lekum ve metâun ilâ hîn
ve in edri | : bilmiyorum, bilemem, |
lealle hu | : umulur ki, belki de anlarsınız, o |
Fitnetun lekum | : araştırıp anlama, imtihan, deneme, sınama, sizin |
ve metâun ila hinin | : bir metadır, faydalanmadır, yarar, bir zaman, her an |
111- Artık siz hakikatleri araştırır anlar mısınız ve siz o hakikatlerden her an bir yararlanma içinde olur musunuz? Bilemem.
-112-
قَالَ رَبِّ احْكُم بِالْحَقِّ وَرَبُّنَا الرَّحْمَنُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ
Kâle rabbıhkum bil hakk ve rabbuner rahmânul musteânu alâ mâ tasıfûn
Kâle rabb | : dedi, rabbim, |
ehkum bi el hakk | : hükmeden, hak ile hükmedensin |
ve rabbu-nâ | : Rabbimiz, vücudlandıran, biz, |
el rahmanu | : tüm varlığı nuruyla saran, |
el musteânu | : yardım istenen, istenilen, yardım eden |
Alâ ma tasifun | : yüceliği, tarif edilemez, açıklama, vasıf, anlatım |
112- Dedi ki: Rabbim! Sen hakk ile hükmedensin ve bizi vücudlandıransın, tüm varlığı nurunla saransın, yardım istenensin, senin yüceliğin anlatılamaz.