ENFÂL SURESİ
-1-
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Yeselûneke anil enfâl kulil enfâlu lillâhi ver resûl fettekullâhe ve aslihû zâte beynikum ve etîûllâhe ve resûlehû in kuntum muminîn
Yeselune ke | : sorarlar, araştırırlar, sen, |
an el enfal | : nevafil, nafile, suretten sirete seyir, halk zevki, |
kul el enfalu li Allah | : de ki, nevafil, nafile, varlık, nimet, bağış, Allah |
ve el resuli | : resul, hakikati gösteren, |
fe ittekû Allah | : bundan böyle, fenalardan sakının Allah’a orta koşmayın |
ve aslihu | : ıslah, temizlemek, değişmek, |
zate beyni kum | : zatı, sahip, sizdeki, sizler, |
ve etiu Allâh | : itaat etmek, uymak, Allah |
ve resul hu | : hakikati gösteren, resul, o |
in kuntum müminin | : eğer siz iseniz, müminlerden, emin olan |
1- Sana Nevafil hakkında sorarlar. De ki: Nevafil Allah’a ve resule ait bir hakikattir. Bundan böyle fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Cehaletten temizlenip, sizleri Zatı ile tutanı anlayın. Eğer müminlerden olmak istiyorsanız, Allah’a itaat edin ve o resulü anlayın.
Meâli 2: Allah’ın işleyiş hakikati her varlıktan sunulur. O hakikati anlamada acele etmeyin. Allah her yeri işleyişi ihata etmiştir. Ve O’nun yüceliğinin yanında, ben de varım egosuna düşmeyin.
-2-
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
İnnemâl muminûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn
İnnema el muminun ellezine | : muhakkak, doğrusu, müminler, o kimseler |
izâ zikir Allah | : olduğunda, zikir, anma, Allah |
Vecilet | : ürpermek, titremek, kendine gelmek, duyarlı, |
kulubu hum | : onların kalbleri, idrakleri, |
ve izâ tuliyet aleyhim | : okunduğu zaman, açıklandığında, onlara, |
ayet hu | : ayet, işaret, delil, |
zâdet-hum | : artma, güçlenme, sağlam, |
imanen | : iman, inanma, eminlik yolunda ilerleme, onlar |
ve alâ rabbi him | : Rab, vücudlandıran, onlar, |
yetevekelun | : varlığın sahibine teslim olma, herşeyiyle teslim, |
2- Müminler onlardır ki; Allah anıldığında onların kalbleri titrer, o işaretler onlara açıklandığı zaman onların imanları daha da güçlenir ve onlar bütün her şeyleriyle kendilerini vücudlandırana teslim olanlardır.
-3-
الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Ellezîne yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn
Ellezine yukimune el salat | : o kimseler, her an salât üzeredirler, bağlılık şuurunda |
ve mimma razakna hum | : şeyden, hangi şeylerden, rızık, nimet, sıfat, biz, |
yunfikûne | : infak eder, verir, teslim eder |
3- O kimseler; her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edenlerdir, kendilerindeki sıfatların Bize ait olduğunu bilip teslim edenlerdir.
-4-
أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَّهُمْ دَرَجَاتٌ عِندَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
Ulâike humul muminûne hakkâ lehum deracâtun inde rabbihim ve magfiratun ve rızkun kerîm
Ulaike hum | : işte onlar, |
el müminun hakk | : mümin, emin olanlar, hak, hakikat, gerçek |
Lehum derecet | : onlara, derece, makam, mertebe, , |
inde rabb him | : katında, ait, ona ait, rabb, vücudlandıran, onlar |
ve magfiratun | : mağfiret, kirden arınmak, kapatmak, örtmek |
ve rızkun kerimun | : nimet, rızık, haz, asil olan, manevi, faziletli, değerli |
4- İşte onlar hakikatlerden emin olanlardır. Onlara Rabbe ait makamlar ve mağfiret ve manevi hazlar vardır
-5-
كَمَا أَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِن بَيْتِكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ لَكَارِهُونَ
Kemâ ahraceke rabbuke min beytike bil hakkı ve inne ferîkan minel muminîne le kârihûn
Kema ahrece ke | : durum, gibi, çıkarma, getirme, dışarı çıkma, sen, |
rabb ke | : Rabbin, seni vücudlandıran |
min beyti ke | : ev, hane, senin evinden, |
bi el hakk | : hak, hakikat, gerçek |
ve inne ferikan | : muhakkak, doğrusu, grup, ekip, kalabalık, |
min el muminine | : müminler, emin olanlar, |
le kerihun | : küçük görme, hor bakma, hoşlanmama, |
5- Sen evinden Rabbinin hakikatlerini açıklamak için dışarı çıktığında, doğrusu bazı guruplar müminleri küçük gördüler.
-6-
يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَمَا تَبَيَّنَ كَأَنَّمَا يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنظُرُونَ
Yucadilûneke fîl hakkı bade mâ tebeyyene ke ennemâ yusâkûne ilâl mevti ve hum yanzurûn
Yucadilune ke | : mücadele ediyorlar, tartışıyorlar, sen, |
fi el hakk | : hakikatler için, gerçek, doğru, |
bade mâ tebeyyene | : sonra, açıkça, belli olan, açığa çıkan, göstermek |
ke ennemâ yusakune | : sanki, gibi, sürüklenme, yönlenme, kendi anlayışı için |
ila el mevti | : ölümüne, idraksiz, nutfe, |
ve hum yanzurun | : onlar, bakarlar, kendi anlayışlarına bakarlar |
6- Hakikatleri apaçık açıkladıktan sonra, kendi anlayışları için sanki ölümüne mücadele eder gibi seninle mücadele ederler ve onlar kendi anlayışlarıyla bakarlar.
-7-
وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتِيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللّهُ أَن يُحِقَّ الحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ
Ve iz yaıdukumullâhu ihdât tâifeteyni ennehâ lekum, ve teveddûne enne gayra zâtiş şevketi tekûnu lekum ve yurîdullâhu en yuhıkkal hakka bi kelimâtihî ve yaktaa dâbiral kâfirîn
ve iz yaıdu kum Allâh | : vaad, öğüt, işin ortaya çıkışı, tecelli, siz, Allah |
ihdâ et taifeteyni | : tek, biri, topluluklar, iki grup, bütün varlığın, |
Enne ha lekum | : onun olduğu, olması, sizin |
ve teveddûne | : temenni etmek, diliyorsunuz, isteme, |
Enne gayr zati | : olduğu, başka, değil, sahip, zat, öz, asıl, |
el şevketi | : samimi arzu, istek, diken, güçlü duruş |
Tekûnu lekum | : olması, sizin istemeniz, |
ve yuridu Allâh | : irade eden, Allah |
en yuhıkka el hakka | : hakikat, hak, gerçek, gerçekleşmesi, doğru olan |
bi kelimati hi | : onun kelimeleri, hakikatleri, tecellileri, sözleri ile |
ve yaktaa | : kesiyor, uzaklaşma, |
dabir | : dubur, arkası, eski bildikleri, geçmişi, iç yüzü, |
el kafirin | : hakikatleri örtenler, hakikatleri anlamayanlar, |
7- Bütün toplulukları tecellileriyle bir arada tutan Allah hakikatini anlamak istediğinizde, güçlü bir arzuyla O’nun Zatından gayrısını görmeden anlamayı isteyin. O’nun kelimelerindeki hakikatlerin gerçekleşmesindeki irade Allah’ındır. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, eski bildiklerinde kaldıklarından dolayı hakikatleri anlamaktan uzaklaşırlar.
-8-
لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ
Li yuhıkkal hakka ve yubtılel bâtıle ve lev kerihel mucrimûn
li yuhıkka el hakka | : hakikat, hak, gerçek, gerçekleşmesi, doğru olan |
ve yubtıle | : yok olma, geçersiz, yalan olan, boş olan, asılsız olan |
el batıle | : batıl olan, geçersiz, yalan olan, boş olan, asılsız olan |
ve lev kerih el mücrimin | : olsa bile, hakir, küçük görme, fenalarda kalan, günahkâr |
8- Fenalarda kalanlar hor görseler de hakikatler gerçektir ve batıl olanlar geçersizdir.
-9-
إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُم بِأَلْفٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُرْدِفِينَ
İz testegîsûne rabbekum festecâbe lekum ennî mumiddukum bi elfin minel melâiketi murdifîn
iz testegisûne | : aramak, anlamak, yardım istemek, |
rabb kum | : rabbiniz, vücudlandıran, siz |
fe istecâbe lekum | : artık, icabet etmek, uymak, cevabını arama, size, |
Enni | : ben, ene, muhakkak ki ben, |
mumid kum | : imdat, yardım, uzun, serilme, süreç, siz, |
bi elfi | : sonsuz, bin, unsiyet eylemek, varlığın ünsiyeti, aslı, |
min el melaiketi | : kuvveler, güç, kuvvet, her varlıktaki güç |
murdifin | : birbirini izleyen, makam, saflar, eş, aynı olan, benzer, |
9- Sizi vücudlandıranı anlamak istediğinizde, artık size sunulan hakikatlere icabet edin. Tüm varlığın aslını, her varlıktaki gücü, benzerlikleri anlamanız için, muhakkak ki Ben size her an yardım etmekteyim.
-10-
وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى وَلِتَطْمَئِنَّ بِهِ قُلُوبُكُمْ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Ve mâ cealehullâhu illâ buşrâ ve li tatmainne bihî kulûbukum ve mân nasru illâ min indillâh innallâhe azîzun hakîm
Ve ma ceale | : değil, şey, ne, yapmak, ortaya koymak, sunmak, |
hu allah | : O, Allah, |
İlla buşra | : ancak, var, sadece, müjde, huzur veren bilgi |
ve li tatmainne | : mutmain, emin olan, süphesi kalmayan, |
Bihi kulubu-kum | : onunla, o hakikatlerle, kalpleriniz, ilmi olarak anlamak |
ve mâ en nasru | : değil, şey, ne, yardım, etki, imkân, |
İlla min indi Allâh | : ancak, sadece, var, Allah’ın katından, ona ait, |
inne Allâh aziz | : Muhakkak, Allah, tüm niteliklerin yüce sahibi, |
hakim | : hüküm hikmet, hâkim olan, tüm varlığa hakim olan, |
10- Ancak huzur veren bilgiler Allah’ın ortaya koyduğu şeylerdedir. Kalbleriniz o hakikatlerle mutmain olur. Bir yardım olmasın ki o ancak Allah’a aittir. Muhakkak ki Allah, tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.
-11-
إِذْ يُغَشِّيكُمُ النُّعَاسَ أَمَنَةً مِّنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُم مِّن السَّمَاء مَاء لِّيُطَهِّرَكُم بِهِ وَيُذْهِبَ عَنكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الأَقْدَامَ
İz yugaşşîkumun nuâse emeneten minhu ve yunezzilu aleykum mines semâi mâen li yutahhirakum bihî ve yuzhibe ankum riczeş şeytâni ve li yarbıta alâ kulûbikum ve yusebbite bihil akdâm
İz yugaşşi kum | : olduğunda, kaplamak, sarmak, o hale düşmek, siz, |
el nuase | : uyuklama, gaflet |
Emeneten minhu | : emin olarak, anlama, ondan, onun tarafından |
ve yunezzilu aleykum | : indiriyor, sunar, üzerinize, size |
min es semâi maen | : ulviyet, ulvi âlem, semadan, su, ilim, |
li yutahhira-kum bihi | : sizi temizlemek için, arınmak, onunla, |
ve yuzhibe ankum | : giderir, yok eder, sizden, |
ricze el şeytani | : vesvese, azap, şeytani haller, ego, benlik |
ve li yarbıta | : rabt etmek, bağlamak için, |
ala kulub kum | : kalpleriniz, bilişin tekâmülü, idrakleriniz, |
ve yusebbite bihi | : sağlam kılar, onunla, |
el akdam | : ayak, yürüme, ileri, kemalat yolu |
11- Siz hakikatleri anlama yolunda bir gaflete düşerseniz, o gafletten temizlenmeniz için, size sunulan üzerinizdeki o Ulvi İlme bakın. Bu durum şeytani hallerde kalmanın vesvesesini yok eder ve kalblerinizi Hakk’a bağlar ve kemalat yolunda sizi sağlam kılar.
-12-
إِذْ يُوحِي رَبُّكَ إِلَى الْمَلآئِكَةِ أَنِّي مَعَكُمْ فَثَبِّتُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ سَأُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُواْ الرَّعْبَ فَاضْرِبُواْ فَوْقَ الأَعْنَاقِ وَاضْرِبُواْ مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ
İz yûhî rabbuke ilâl melâiketi ennî meakum fe sebbitûllezîne âmenû se ulkî fî kulûbillezîne keferûr rube fadribû fevkal anâkı vadribû minhum kulle benân
iz yuhi rabbu ke | : olduğunda, bildirdiğinde, vahyetme, rabbin |
ilâ el melâiketi | : güçler, kuvveler, her varlıktak, güç, |
Enni mea kum | : ben, birlikte, beraber, siz, |
fe sebbitu ellezine amenu | : artık, sebat, destek, sağlam, iman edenler |
se ulki fi kulubi | : ilka, koymak, bırakmak, yapma, verme, kalplerine |
ellezine keferu | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
el rube | : dehşet, korku, büyü, tedirğinlik, |
fe idribû fevka | : darbe, sarsılma, üzeri, büyük, |
el anak | : boyun, sarılma, meşakkat, o hallere bağlanma, |
ve idribu minhum | : darbe, etki, sarsma, onlara, |
Kulle benânin | : hepsi, tümü, parmaklar, parmak uçları, tutunma, iz |
12- Rabbiniz tüm kuvvelerinizden, Ben sizinle birlikteyim, diyerek her an vahyeder. Bunu anlayıp iman edenler, birliğin sağlam duruşunda olurlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise kalblerinde bir tedirginliği taşırlar. Böylece onların üzerlerinde, meşakkatli bir hâlin etkisi vardır ve tüm o halde olanlarda o etkinin izleri vardır.
-13-
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَآقُّواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَمَن يُشَاقِقِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Zâlike bi ennehum şâkkullâhe ve resûlehu ve men yuşâkıkıllâhe ve resûlehu fe innallâhe şedîdul ıkâb
Zâlike bi enne hum | : işte bu, onların olmaları |
şâkku Allâh | : karşı çıkma, direnme, Allah |
ve resûle-hu | : resulü, hakikati gösteren, |
ve men yuşakkı Allah | : kim, karşı çıkma, direnme, Allah |
ve resûle-hu | : resulü, hakikati gösteren, |
fe inne Allâh | : bundan böyle, şüphesiz, Allah, |
şedid el ıkab | : daha fazla, daha güçlü, zorluk, sıkıntı |
13- İşte bu onların Allah’a karşı çıktıklarından ve o resulü anlayamadıklarından dolayıdır. Kim Allah’a karşı çıkar ve o resulü anlayamazsa, bundan böyle şüphesiz onlar daha fazla sıkıntılarda kalırlar.
-14-
ذَلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَأَنَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابَ النَّارِ
Zâlikum fe zûkûhu ve enne lil kâfirîne azâben nâr
Zâlikum fe zuku hu | : işte bu, böylece, artık, tatma, o halde kalma, o |
ve enne li el kafirin | : muhakkak ki, hakikatleri örtenler |
azâbe en nâri | : sıkıntı, azap, ateşin, yakıp yıkıcı, |
14- Böylece artık onlar o hallerde kalırlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ateşin azabındadırlar.
-15-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُواْ زَحْفاً فَلاَ تُوَلُّوهُمُ الأَدْبَارَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ lekîtumullezîne keferû zahfen fe lâ tuvellûhumul edbâr
yâ eyyuhâ ellezineamenu | : ey iman edenler |
izâ lekitum | : karşılaştığınızda, tanıştığınızda, |
ellezîne keferu | : hakikatleri örten kimseler, görmemezlikten gelenler, |
zahfen | : sokulma, kayma, yakınlaşmak, özenmek, |
fe lâ tuvellû hum | : sonra, yok, dönmek, o hale meyletmek, onların halleri, |
el edbâr | : arka, eski bilişleri, geçmiş cehalet bilişleri |
15- Ey iman edenler! Hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerle karşılaştığınızda, onlara yakınlaşıp, sonra da onların geçmiş cehalet bilişlerine kapılmayın.
-16-
وَمَن يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلاَّ مُتَحَرِّفاً لِّقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزاً إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَاء بِغَضَبٍ مِّنَ اللّهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Ve men yuvellihim yevme izin duburahû illâ muteharrifen li kıtâlin ev mutehayyizen ilâ fietin fe kad bâe bi gadabin minallâhi ve mevâhu cehennem ve bisel masîr
ve men yuvelli hum | : kim, döner, uyar, onlara |
yevme izin dubura hu | : o vakit, o zaman, geçmiş, arka, fena halleri, o |
İlla muteharrifen | : ancak, sadece, bozulma, |
li kıtalin | : mücadele, gayret, savaş, |
Ev mutehayyizen | : veya, katılma, taraflı, yanlı, ön yargılı, |
ila fietin | : için, sınıf, grup |
fe kad bae | : böylece, oldu, uğradı, yatak, oda, |
bi gadab min allah | : öfke, hiddet, yalan, Allah |
ve mevâ hu | : mekân, yer, barınak, sığınak, kaldıkları yer, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller, |
ve bise el masîru | : ne kötü, varılan yer, karar, hâl, |
16- Onların o hallerine kim dönerse, o vakit onların Hakk’ı anlamadaki gayretli halleri bozulur veya önyargılı halleri oluşur. Böylece onlar Allah’a karşı yalanlarda, öfkelerde kalırlar ve sığındıkları hâl cehaletin cehennemidir ve o ne kötü bir hâldir.
-17-
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ ve li yubliyel muminîne minhu belâen hasenâ innallâhe semîun alîm
fe lem | : işte, böylece, değil, |
taktulu hum | : siz, bedenin nitelikleri, cisim, yazık etme, zarar, onlar |
ve lakin Allah | : lâkin, fakat, ama, Allah, |
katel hum | : bedenin nitelikleri, cisim, yazık etmek, zarar, onlar |
ve ma rımeyte | : değil, atmak, bırakmak, bir güçle bir şey yapma, sen |
iz rımeyte | : atmak, bırakmak, bir güçle bir şey yapma, sen |
ve lakinne Allah rama | : fakat, Allah, atmak, yapmak, bir güçle yapma |
ve li yubliye | : imtihan için, dikkatlice düşünme, bela, sıkıntı, |
el muminîne | : müminler, emin olanlar, |
Min hu | : ondan, bunu, bu durum, |
belaen | : imtihan, sınama, tasa, sıkıntı, başa gelen sıkıntı, |
hasenen | : güzel, güzellik, güzelce, güzel bir şey, |
inne Allâh semiun alim | : muhakkak, Allah, işitme, ilmin sahibi, |
17- İşte o hâlde olanlara siz yazık etmediniz, fakat onlar Allah’ı anlamamakla kendilerine yazık ettiler. Sen bir güçle bir şey yaptığında o güç senin değildir, fakat o güç Allah’ındır. Müminler başlarına gelen sıkıntıları dikkatlice düşünürler, ondan güzel bir ders çıkarırlar. Muhakkak ki Allah işittirendir, ilmin sahibidir.
-18-
ذَلِكُمْ وَأَنَّ اللّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ
Zâlikum ve ennallâhe mûhinu keydil kâfirîn
zâlikum | : işte böyle, böyledir, bundan dolayı, işte, |
ve enne Allâh | : muhakkak ki, doğrusu, olduğu, Allah, |
muhin | : alçaltıcı, bozan, zayıf bırakan, ihanet eden, hain |
keydi | : tuzak, hile, kötülük, zulüm veren hâl, kavga, cenk, |
el kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek, |
18- İşte, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler; hilelerle kötülüklerde olmaları sebebiyle, Allah’ı anlamada zayıf bırakan haller içindedirler.
-19-
إِن تَسْتَفْتِحُواْ فَقَدْ جَاءكُمُ الْفَتْحُ وَإِن تَنتَهُواْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَعُودُواْ نَعُدْ وَلَن تُغْنِيَ عَنكُمْ فِئَتُكُمْ شَيْئًا وَلَوْ كَثُرَتْ وَأَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ
İn testeftihû fe kad câekumul fethu ve in tentehû fe huve hayrun lekum ve in teûdû naud ve len tugniye ankum fietukum şeyen ve lev kesuret ve ennallâhe meal mu’minîn
İn testeftihu | : eğer, şayet, fetih, açma, açılma, hakikatleri ulaşmak |
fe kad cae kum | : böylece, oldu, geldi, sundu, siz, |
el fethu | : açılma, açığa çıkma, fetih, ulaşma, |
ve in tentehu | : eğer vazgeçerseniz |
fe huve hayrun lekum | : artık o, daha hayırlı, size |
ve in teudu naud | : eğer, geri dönme, dön, biz söz, vaad |
ve len tugniye ankum | : değil, asla, fayda, yarar, zengin, size |
fietu-kum şey | : topluluğunuz, cemaat, kalabalık, sizler, bir şey |
Ve lev kesuret | : eğer, olsa bile, çokluk, kesret, dış suretlerde kalmak |
ve enne Allah | : muhakkak ki Allah |
mea el muminîne | : beraber, müminlerle |
19- Eğer hakikatlere ulaşmak istiyorsanız, artık size sunulmuş olan ve tüm varlıkta açığa çıkan niteliklere bakın. Eğer eski cehalet bilişlerinizden vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer o hallerinize geri dönerseniz Bizi anlayamazsınız. Eğer kesrette kalırsanız ve sizler bir çıkar peşinde olursanız, siz asla bir fayda bulamazsınız. Muhakkak ki müminler Allah ile beraber olduklarını bilirler.
-20-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنتُمْ تَسْمَعُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû etîullâhe ve resûlehu ve lâ tevellev anhu ve entum tesmeûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
etiu Allâh | : itaat edin, uyun, Allah |
ve resulu hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
ve lâ tevellev anhu | : yok, dönmek, yüz çevirmeyin, ondan |
ve entum tesmeun | : siz, işitme, duymak |
20- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve o resul’ü anlayın. O’ndan yüz çevirmeyin ve hakikatleri işitin.
-21-
وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ
Ve lâ tekûnû kellezîne kâlû seminâ ve hum lâ yesmeûn
ve lâ tekûnû ke ellezine | : siz olmayın, o kimseler gibi |
Kâlû semi na | : derler, işittik, biz, |
Ve hum la yesmeûne | : onlar, duyar ama işitmezler |
21- Biz işittik deyip de, duyup da işitemeyen o kimseler gibi olmayın.
-22-
إِنَّ شَرَّ الدَّوَابَّ عِندَ اللّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ
İnne şerred devâbbi indallâhis summul bukmullezîne lâ yakılûn
İnne şerre | : muhakkak ki, şerli, kötü, kötü hallerde olan |
el devab | : yürüyen, yaşayan, yaşantı, hayvaniyette kalan |
inde Allâh | : ona ait, katında, Allah |
es summu | : duyup işitemeyen, |
el bukmu | : konuşması olup hak kelamı etmeyen |
ellezîne lâ yakılûne | : o kimseler, akıl etmeyen, düşünmeyen, |
22- Muhakkak ki yaşantılarında kötülük içinde olanlar; Allah’a ait olan hakikatleri duyup da işitemeyen, hakikatlerini konuşamayan ve düşünmeyen o kimselerdir.
-23-
وَلَوْ عَلِمَ اللّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَّأسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّواْ وَّهُم مُّعْرِضُونَ
Ve lev alimallâhu fî him hayran le esmeahum ve lev esmeahum le tevellev ve hum muridûn
ve lev alime Allah | : eğer, ise, bildi, Allah, |
Fihim hayran | : içlerinde, onların içinde, hayır, haydalı, güzel haller |
le esmea-hum | : elbette, işitmek, duymak, onlar |
ve lev esmea hum | : eğer, bile, duyup işitti, duydu, kulak verdi, onlar |
le tevellev | : elbette, mutlaka yüz çevirirler, dönerler |
ve hum muridun | : onlar, yüz çeviren |
23- Eğer onlar Allah’ı bilselerdi; içlerinde yararlı, faydalı, güzel haller olurdu ve elbette onlar hakikatleri işitirlerdi. O hallerini bırakamayanlar işitseler bile, elbette yüz çevirirler ve onlar kendi bildiklerine dönerler.
-24-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm valemû ennallâhe yehûlu beynel meri ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
İstecibu li Allah | : icabet etmek, kabul etmek, Allah |
ve li el resul | : için, resul, |
iza dea kum | : sizi davet ettiği zaman, şeyler, hayat, diri olan, siz |
li ma yuhyi kum | : hayat veren, diri olan, tüm varlıkta diri olan, siz, |
ve ılemû enne Allah | : bilin, olduğu, Allah, |
yehule | : dâhil, içerde olma, hulul, zuhur etmek, |
beyn | : her yerininde, arasına, tüm varlıkta, |
El meri | : kişi, tüm vücud varlığı, hürmet, bir, görünür, |
ve kalbi-hi | : kalbi, idraki, anlamak, o, kişi, |
ve enne-hu ileyhi tuhşerun | : muhakkak, o, onda, toplanma, bir araya gelme |
24- Ey iman edenler! Siz tüm varlıkta diri olanı anlamak için davet edildiğinizde, Allah’a icabet edin ve o resul’ü anlayın. Muhakkak ki Allah’ın, kişinin tüm vücud varlığında ve tüm varlıkta her an zuhur ettiğini bilin. Kişi bu hakikati anladığında, muhakkak ki bütün her şeyi bir arada tutanın O olduğunu bilir.
-25-
وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Vettekû fitneten lâ tusîbennellezîne zalemû minkum hâssah valemû ennallâhe şedîdul ıkâb
ve ittekû | : takva, fenalardan sakınmak Allah’a ortak koşmamak, |
Fitneten | : ikilik, kargaşa, imtihan, müşküllü hal, |
la tusibenne | : yok, isabet, olmamak |
ellezîne zalemû | : zalim kimseler, zulmeden kimseler |
min-kum hasseten | : sizden, has, özel, özellik, |
ve alemû enne Allah | : biliniz, muhakkak, olun, Allah |
şedidu el akabe | : daha fazla, şiddetli, zorlanma, sıkıntı |
25- Zalim kimselerden olmamanız, ikilik hallerinde kalmamanız için, fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın ve Allah’ı bilenlerden olun, daha fazla sıkıntılarda kalmayın.
-26-
وَاذْكُرُواْ إِذْ أَنتُمْ قَلِيلٌ مُّسْتَضْعَفُونَ فِي الأَرْضِ تَخَافُونَ أَن يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَآوَاكُمْ وَأَيَّدَكُم بِنَصْرِهِ وَرَزَقَكُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Vezkurû iz entum kalîlun mustadafûne fîl ardı tehâfûne en yetehattafekumun nâsu fe âvâkum ve eyyedekum bi nasrihî ve razakakum minet tayyibâtî leallekum teşkurûn
ve izkuru iz entum | : hatırlayın, olduğunda, siz |
Kalılun mustadafûne | : az, zayıf, savunmasız, güçsüz, aciz, çaresiz |
fî el ardı tehafune | : yeryüzünde, çekinmek, korkmak, tedirgin olma |
En yetehatfe kum en nasu | : kaçırmak, geçmek, yakalamak, zarar verme, siz, insan |
fe âvâ-kum | : böylece, aşırılık, şiddet, himaye eden, koruma, siz |
ve eyyede-kum | : destek, siz, |
bi nasri hi | : yardım, o |
ve razaka-kum | : rızıklar, nimetler, fayda, yarar, siz |
min et tayyibatî | : temiz, tertemiz, güzel, |
lealle-kum teşkurun | : umulur ki, siz, nimetlerin sahibini bilir teslim edersiniz |
26- Siz bir acizlik, bir zayıflık içindeyken, yeryüzünde insanların size zarar vermesinden korktuğunuz zamanı hatırlayın. Sonra da siz himaye edildiniz. O’dur yardım eden, size destek olan ve size tertemiz rızıklar sunan. Umulur ki siz nimetlerin sahibini bilir teslim edersiniz.
-27-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَخُونُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُواْ أَمَانَاتِكُمْ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum talemûn
yâ eyyuhâellezine amenu | : ey iman edenler |
la tehûnû Allâh | : yok, hıyanet, vefasızlık, Allah |
ve el resul | : resul, hakikati gösteren, |
ve tehunu | : hıyanet, ihanet, |
emanat kum | : emanet, siz, |
ve entum talemun | : siz bilenlerden olun |
27- Ey iman edenler! Allah ve resul’ü için hıyanet içinde olmayın ve siz emanete de hıyanet etmeyin ve siz bilenlerden olun.
-28-
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
Valemû ennemâ emvâlukum ve evlâdukum fitnetun ve ennallâhe indehû ecrun azîm
ve ılemû | : bilin, |
Ennemâ emval kum | : ancak, sadece, mal, varlık, değerler, siz |
ve evlâdu-kum | : evlatlarınız, |
fitne | : imtihan, ayartma, ikilik, gerçek sahibini anlama |
ve enne Allâh | : muhakkak ki Allah |
inde-hu ecrun azim | : onun, katından, ait, ecir, karşılık, yüce |
28- Varlığınızın ve evlatlarınızın gerçek sahibinin muhakkak ki Allah olduğunu bilip anlayın. Yüce karşılık O’nun katındandır.
-29-
يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yecal lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum vallâhu zul fadlil azîm
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey, iman edenler, emin olanlar |
İn tetteku allâh | : eğer, takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama, Allah |
yecal lekum | : yapar, eder, oluşturur |
furkanen | : fark sahibi, hak ve batılı fark eden, anlayan |
ve yukeffir ankum | : kafir, örter, kapatır, sizden, sizde, |
seyyiati-kum | : fenalar, günahlarınızı, siz |
ve yagfir-lekum | : size mağfiret eder, temizlenmek, kirletmeyen |
ve Allâh zu el fadlı | : Allah, sahip, nitelikler, lütuflar, |
azim | : yüce, ulu, |
29- Ey iman edenler! Eğer fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsanız, siz hakk ve batılı anlayanlardan olursunuz ve sizin fenalarınız sizde örtülür, size mağfiret edenin ve bütün lütufların yüce sahibinin Allah olduğunu anlarsınız.
-30-
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
Ve iz yemkuru bikellezîne keferû li yusbitûke ev yaktulûke ev yuhricûke ve yemkurûne ve yemkurullâh vallâhu hayrul mâkirîn
ve iz yemkuru bike | : karanlık, gizli, tuzak, düzen, çare, sinsi plan, sana |
ellezine keferû | : hakikatleri örten kimseler |
li yusbitû-ke | : için, kanıtlamak, bağlamak, set, tutmak, hapis, sen |
Ev yaktulû-ke | : ya da, seni öldürürler |
Ev yuhricû-ke | : ya da, çıkarmak, dışarı çıkarmak |
ve yemkurûne | : karanlık, gizli, tuzak, plan yapan, çare aramak, |
ve yemkuru Allâh | : karanlık, gizli, oyun, düzen, çare, tuzak, Allah |
ve Allah hayru | : Allah, hayırlı, faydalı, iyi olan, |
el makirine | : karanlık, gizli, düzen, plan, çare |
30- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, seni hapsetmek ya da seni öldürmek ya da seni dışarı atmak için sinsi planlar yapıyorlar ve tuzaklar hazırlıyorlardı. Sinsi planlara karşı çare Allah’tadır ve Allah’ın çaresinde hayr vardır.
-31-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُواْ قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاء لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأوَّلِينَ
Ve iza tutlâ aleyhim âyâtunâ kâlû kad seminâ lev neşâu le kulnâ misle hâzâ in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn
ve iza tutla aleyhim | : okunduğunda, onlara, |
ayet na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Kâlû kad semina | : dediler, oldu, duyduk |
Lev neşau | : eğer, olsa, istek, istesek, |
le kulna misli haza | : elbette, söyleriz, gibi, bu |
en haza illa esatir | : ancak, sadece, bu masal, efsane, |
el evvel | : öncekilerin, evvel, |
31- Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: Biz duyduk, eğer istesek bunun gibi bizde söyleriz, ancak bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir, dediler.
-32-
وَإِذْ قَالُواْ اللَّهُمَّ إِن كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِندِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِّنَ السَّمَاء أَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Ve iz kâlûllâhumme in kâne hâzâ huvel hakka min indike fe emtir aleynâ hıcâraten mines semâi evitinâ bi azâbin elîm
ve iz kalu | : olmuştu, dediler, seslendiler, |
Allah humme | : Allah, Allah’ım, onlar |
İn kane haza | : eğer, ise, oldu, bu |
huve el hakka | : o, hak, gerçek, hakikat ise, |
min indi ke | : sana ait, senin katından, |
fe emtir aleyna | : o zaman yağdır, akıt, gönder, üzerimize, bize |
Hıcâraten min el semai | : taş, gök, ulvi alem, sema |
ev iti na | : veya bize getir, ver, |
bi azabı elim | : azap, sıkıntı, elim, acı |
32- Onlar dediler ki: Allah’ım, eğer bunlar gerçekten senin katından ise, o zaman bizim üzerimize gökten taş yağdır, ya da bize acı bir azap ver.
-33-
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Ve mâ kânallâhu li yuazzibehum ve ente fîhim, ve mâ kânallâhu muazzibehum ve hum yestagfirûn
Ve ma kane Allah | : olmadı, olmaz, değildir, Allah |
li yuazzibe-hum | : için, azap, sıkıntı veren, onlar |
ve ente fi him | : sen, içinde, onlar, onların içindesin |
Ve mâ kâne allâh | : olmadı, olmaz, değildir, Allah |
muazzibe-hum | : azap veren, azaplandıran, onlar |
ve hum yestagfirun | : onlar, bağışlanma, mağfiret isteyen, hatadan dönme |
33- Allah onlara azap verecek değildir. Sen onların içindesin. Allah onlara sıkıntı verici değildir. Onlar hatalarını anlayıp ondan dönsünler
-34-
وَمَا لَهُمْ أَلاَّ يُعَذِّبَهُمُ اللّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُواْ أَوْلِيَاءهُ إِنْ أَوْلِيَآؤُهُ إِلاَّ الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve mâ lehum ellâ yuazzibehumullâhu ve hum yasuddûne anil mescidil harâmi ve mâ kânû evliyâehu in evliyâuhû illâl muttakûne ve lâkinne ekserehum lâ yalemûn
ve mâ lehum | : değil, şey, ne, onlar, |
Ella yuazzibe-hum Allâh | : değil, yok, sıkıntı, azap veren, onlar, Allah |
ve hum yasuddune | : onlar, menetmek, engel olma |
an el mescidi el harâmi | : kutsal olan, mutlak olana yönelmek |
Ve mâ kânû evliya hu | : olmadı, olmaz, dostlar, evliya, o, hak, Allah |
İlla evliya hu | : ancak, dostlar, o, hu, hakk, |
el muttakin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, |
ve lâkin ekser hum | : fakat, lakin, çoğu, onlar, |
la yalemun | : yok, bilme, bilemediler, |
34- Allah onlara azap verecek değildir. Onlar bunu bilemediler. Onların halleri kutsal olana teslim olmaya engel oldu ve onlar Allah’ı evliya edinmediler. Ancak O’nu evliya edinenler, fenalardan sakınıp ortak koşmayanlardır. Lâkin onların çoğu bilemediler.
-35-
وَمَا كَانَ صَلاَتُهُمْ عِندَ الْبَيْتِ إِلاَّ مُكَاء وَتَصْدِيَةً فَذُوقُواْ الْعَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
Ve mâ kâne salâtuhum indel beyti illâ mukâen ve tasdiyeh fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn
ve ma kane salat hum | : olmadı, olmaz, salât, hakka bağlılık, onlar |
inde el beyti | : yanında, ona ait, ev, oda, hane, bulundukları yer |
İlla mukaen | : ancak, ıslık çalma, alay, keyfi hareket, hevasına göre |
ve tasdiyeten | : alkışlama, el çırpma, eğlenme |
fe zûkû el azap | : artık, tatmak, his, o halde olmak, azap, sıkıntı. |
bi-mâ kuntum | : şeyler, sebebiyle, oldunuz, |
tekfurun | : hakikatleri örtenler, hakikatleri görmemezlikten gelen |
35- Onlar bulundukları yerde Hakk’a bağlılık şuurunda olamadılar. Ancak onların ibadetleri, atalarından öğrendikleri şekliyle, kendi eğlenceleri ve hevalarına göre hareket etmektir. Bundan dolayı, hakikatleri görmemezlikten gelmeleri sebebiyle sıkıntılı hallerde kalırlar.
-36-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ فَسَيُنفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ
İnnellezîne keferû yunfikûne emvâlehum li yesuddû an sebîlillâh fe se yunfikûnehâ summe tekûnu aleyhim hasraten summe yuglebûn vellezîne keferû ilâ cehenneme yuhşerûn
İnne ellezine keferu | : doğrusu, muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelen |
Yunfikûne | : infak ederler, verirler, harcama, |
emval hum | : mallarını, değer, varlık, onlar, |
li yesuddû | : için, men etmek, engellemek, |
an sebîli Allah | : hakikatleri anlatmak, Allah yolundan |
fe se-yunfikûne-hâ | : böylece, infak eder, harcar, verir, onu |
Summe tekunu aleyhim | : sonra, olacak, onlara, üzerlerine |
Hasret summe yuglebune | : ayrılık, hüzün, sonra, yenilgi, kaybetme |
ve ellezîne keferû | : hakikatleri örten kimseler, görmemezlikten gelenler, |
ilâ cehenneme | : yakıp yıkıcı olan, cehaletin cehennemi, |
yuhşerun | : toplandıkları, bulundukları hal, birlikte oldukları, |
36- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler mallarından harcama yaparlar. Fakat yaptıkları bu harcama, Allah’ın hakikatlerini anlatanlara engel olmak içindir. Yine de bu harcamayı yaptıkları için, onlarda bir hüzün, sanki bir kaybetmişlik hâli olur. İşte, hakikatleri görmemezlikten gelenlerin bulundukları hâl, yakıp yıkıcı hallerdir.
-37-
لِيَمِيزَ اللّهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَىَ بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعاً فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ أُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Li yemîzallâhul habîse minet tayyibi ve yecalel habîse badahu alâ badın fe yerkumehu cemîan fe yecalehu fî cehennem ulâike humul hâsirûn
li yemize allah | : için, ayırt etmek, ayıran, Allah, |
el habise | : kötü huylu, zararlı, tehlikeli, habis, |
min et tayyibi | : temiz, temiz huylu olan, iyi olan, güzel hallerde olan |
ve yecale el habis | : kılar, yapar, kötü huylu, |
Bada hu ala badın | : onun bir kısmı, bazısı, bazısına |
fe yerkume-hu cemian | : öyle ki, üst üste, yığma, o, hepsi bir arada, |
fe yecale hu | : böylece, kılar, yapar, eyler, onu, |
fi cehennem | : içinde, yakıp yıkıcı, derin kuyu, cehaletin cehennemi |
Ulaike hum el hâsirûne | : işte onlar, hüsrana uğrayan, kaybeden |
37- Temiz huylu olanla, kötü huylu olan; Allah’ın hakikatlerini anlayıp anlamadığına göre ayırt edilir. Onların bazısı bazısını kötü huylu yapar. Böylece o hâlde olanlar bir arada bulunur. İşte o kötü şeyler yapanlar, yakıp yıkıcı haller içindedirler. İşte hüsrana uğrayanlar onlardır.
-38-
قُل لِلَّذِينَ كَفَرُواْ إِن يَنتَهُواْ يُغَفَرْ لَهُم مَّا قَدْ سَلَفَ وَإِنْ يَعُودُواْ فَقَدْ مَضَتْ سُنَّةُ الأَوَّلِينِ
Kul lillezîne keferû in yentehû yugfer lehum mâ kad selef ve in yeûdû fe kad madat sunnetul evvelîn
Kul li ellezine keferu | : anlat, için, hakikatleri örten kimseler |
İn yentehû | : eğer, vazgeçme, sona erdirme, |
yugfer lehum | : mağfiret, onlar |
Ma kad selefe | : şey, değil, ne, oldu, geçmiştir, önceki |
ve in yeudu | : eğer, döner, yönelir |
fe kad madat | : o zaman, oldu, önceki, geçer, geçmişte kalan, |
sunnet el evvelin | : öncekilerin hükümleri, halleri, bildikleri, yıl, önceki |
38- De ki:Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, o hallerinden vazgeçerlerse onlar mağfiret bulurlar. Eğer eski hallerine dönerlerse, o zaman önceki halleriyle yaşayıp giderler.
-39-
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلّه فَإِنِ انتَهَوْاْ فَإِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun ve yekûned dînu kulluhu lillâhi fe inintehev fe innallâhe bimâ yamelûne basîr
ve kâtilû-hum | : mücadele edin, gayret, onlar |
Hattâ la tekune fitnetun | : hatta, kadar, yok, olmak, ikilik, fitne, kargaşa, |
ve yekûne ed dinu | : olur, olsun, din, yaratılış yasaları, varoluş hükümleri |
kullu-hu li allah | : hepsi, tamamı, bütünü, onun, için, Allaha ait |
fe in intehev | : bundan sonra, eğer, bitirir, vazgeçerlerse, sona erdirme |
fe inne Allâh | : böylece, muhakkak Allah |
bima yamelun basirun | : şeyleri, yaptığınız şeyler, basiret, görme, anlama, |
39- O hâlde olanlarla, fitne yok oluncaya kadar hakikatler için mücadele edin ve varoluş yasalarının tamamen Allah’a ait olduğunu anlatıncaya kadar gayret gösterin. Bundan sonra eğer o eski hallerini bırakırlarsa, böylece yaptıkları şeylerde Allah’ın onlara hakikatleri her an gösterdiğini anlayacaklardır.
-40-
وَإِن تَوَلَّوْاْ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَوْلاَكُمْ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
Ve in tevellev fa’lemû ennallâhe mevlâkum nimel mevlâ ve nimen nasîr
ve in tevellev | : eğer, şayet, yüz çevirirler, dönerler |
fe ilemû enne Allah | : artık bilin, muhakkak, Allah |
mevlâ-kum | : yakın, sizin mevlanız, dostunuz, efendi, sahip, |
nime el mevlâ | : ne güzel Mevla, dost, sahip |
ve nime en nasîru | : ve ne güzel yardımcı |
40- Eğer onlar eski cehalet bilişlerine dönüp, hakikatlerden yüz çevirirlerse, sizin sahibinizin muhakkak ki Allah olduğunu bilin. O ne güzel sahiptir ve ne güzel yardımcıdır.
-41-
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Valemû ennemâ ganimtum min şeyin fe enne lillâhi humusehu ve lir resûli ve li zîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli in kuntum âmentum billâhi ve mâ enzelnâ alâ abdinâ yevmel furkâni yevmettekal cemâni vallâhu alâ kulli şey’in kadîr
ve alemu ennama | : biliniz, olduğunu, |
Ganim tum min şey | : ganimet, elde edilen, tevhid dersleri, hak ilmi, siz, birşey |
Fe enne li Allah | : o zaman, artık olduğu, Allah için, Allah’ın |
humuse-hu | : onun beşte biri, kısım kısım, sesi gizlemek, sıkmak, |
ve li el resuli | : resulün, hakikatleri gösteren, |
ve li zi el kurba | : yakınlığa sahibi olanların, |
ve el yetama | : yetimler, aslını bilmeyenler, atalarının inancından kopan |
ve el mesakini | : çaresiz, yoksullar, aciz, müşküllerde kalan, |
ve ibne es sebili | : evlat, yok, yolculukta olanlar, hak yolunun evlatları |
in kuntum amentum bi allah | : eğer siz, iseniz, iman eden, inanan, Allah |
Ve ma enzel na | : değil, şey, ne, verdik, indirme, sunduk, |
ala abd na | : kulluk, biz, |
yevme el furkâni | : gün, vakit, hak ve batılı fark etmek |
Yevme itteka el cemani | : gün, vakit, tevhit, karşılaşma, toplanma, birleşme |
ve Allâh ala kulli şey kadir | : Allah, bütün her şey, kudret |
41- Size verilen Tevhid ilminin bilgisiyle, Allah’ın ne olduğunu bilenlerden olun. Hakikatleri gösteren: Yakınlığa sahip olanlar için ve atalarının inancından kopmuş hakikati arayanlar için ve hakikatlerin çaresizliğinde olanlar için ve hakk yolunda olanlar için, hakikatleri kısım kısım sunar. Eğer siz Allah’a iman eder, size sunduğumuz ilimle kulumuz olduğunuzu anlarsanız, o zaman hakk ile batılı fark edersiniz ve o vakit Tevhidin şuurunda olur ve Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu anlarsınız.
-42-
إِذْ أَنتُم بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُم بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوَى وَالرَّكْبُ أَسْفَلَ مِنكُمْ وَلَوْ تَوَاعَدتَّمْ لاَخْتَلَفْتُمْ فِي الْمِيعَادِ وَلَكِن لِّيَقْضِيَ اللّهُ أَمْراً كَانَ مَفْعُولاً لِّيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَن بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَن بَيِّنَةٍ وَإِنَّ اللّهَ لَسَمِيعٌ عَلِيمٌ
İz entum bil udvetid dunyâ ve hum bil udvetil kusvâ ver rekbu esfele minkum ve lev tevâadtum lehteleftum fîl mîâdi ve lâkin li yakdiyallâhu emren kâne mef’ûlen li yehlike men heleke an beyyinetin ve yahyâ men hayye an beyyineh e innallâhe le semîun alîm
İz entum bi el udvet el dunya | : olursunuz, yakın olan, meyletme, dünya, yaşam |
ve hum bil udvet | : onlar, yakın olan, |
el kusva | : uzak olan, ulaşılacak olan son yer, |
ve el rekbu | : binmek, yolculuk, çıkmak, kervan, |
esfel minkum | : aşağı, aşağı düşmek, fena, sizden |
ve lev tevaad tum | : eğer, şayet, vaat, söz verme, |
le ihtelef tum | : elbette, ihtilaf, ayrılık, ikilik, |
fi el miad | : içinde, belli bir süre, zaman |
ve lâkin li yakdiye | : fakat, ama, olması, ortaya çıkma, vuku |
Allâhu emr | : Allah, iş, hüküm, |
kane mefulen | : oldu, fail olan, yapan, yapılan iş, failin eseri, |
li yehlike men heleke | : için, helak, varlığından geçme, kim, yok olan, helak |
an beyyinetin | : apaçık deliller üzere |
Ve Yahya men hayye | : hayat, diri olan, kim, yaşam, diri |
an beyyinetin | : apaçık deliller üzere |
ve inne Allâh | : muhakkak ki Allah, |
le semiun alim | : elbette, işittiren, ilmin sahibi |
42- Sizler dünya çıkarlarına meylederseniz, Hakk’a olan yakınlık idrakinden uzaklaşırsınız ve o yolculukta sizler fenalarda kalırsınız. Eğer siz sözlerinize uymazsanız, elbette belli bir süre içinde ikiliğe düşersiniz. Ortaya çıkan her şey Allah’ın işleyişidir, O fail olandır. Apaçık deliller üzere olan kimse, kendi varlığından geçerek O’nun varlığında yokluğunu bilir ve apaçık deliller üzere olan kimse, diriliğin O’nun diriliği olduğunu bilir. Muhakkak ki Allah elbette işittirendir, ilmin sahibidir.
-43-
إِذْ يُرِيكَهُمُ اللّهُ فِي مَنَامِكَ قَلِيلاً وَلَوْ أَرَاكَهُمْ كَثِيرًا لَّفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الأَمْرِ وَلَكِنَّ اللّهَ سَلَّمَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
İz yurîkehumullâhu fî menâmike kalîlen ve lev erâkehum kesîran le feşiltum ve le tenâzatum fîl emri ve lâkinnallâhe sellem innehu alîmun bi zâtis sudûr
İz yurike hum Allah | : olduğu zaman, gösterme, bildirme, onlar Allah |
fî menâmi-ke kalilen | : içinde, uyku, rüya, ileri görüş, düş, sen, az, bir az |
ve lev erake hum kesir | : eğer, şayet, görme, onlar, çokluk, varlığın suret yönü |
le feşiltum | : elbette, başarısızlık, anlayamamak, tedirgin, siz |
ve le tenâzatum | : elbette, anlaşmazlık, niza, |
fi el emr | : işleyiş hakkında, hüküm, |
ve lâkin Allâh selleme | : fakat, lakin, Allah, barış, selamet, kurtuluş, |
inne-hu alimun | : muhakkak ki o, ilmin sahibi |
bi zâti es sudûri | : sahip, zat, gönüllerde olan |
43- Onlardan az bir kısmı hariç, Allah’ın hakikatlerini anlatmada seni bir hayal içinde görüyorlardı. Eğer onlar, varlığın suret yönünde kalırlarsa elbette hakikati anlayamazlar ve elbette işleyiş hakkında anlaşmazlığa düşerler. Kurtuluş Allah’tadır. Muhakkak ki O gönüllerdeki ilmin sahibidir.
-44-
وَإِذْ يُرِيكُمُوهُمْ إِذِ الْتَقَيْتُمْ فِي أَعْيُنِكُمْ قَلِيلاً وَيُقَلِّلُكُمْ فِي أَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولاً وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Ve iz yurîkumûhum iziltekaytum fî ayunikum kalîlen ve yukallilukum fî ayunihim li yakdıyallâhu emren kâne mefûlâ ve ilâllâhi turceul umûr
ve iz yurikumu hum | : gösterdiğinde, bildiriyor, görme, bakma, onlar |
iz iltekaytum | : bir araya geldiğinizde, karşılaşma, tanışma |
fi ayuni-kum kalilen | : aynılık, bakış, gözler, eş, benzer, az, küçük, önemsiz |
ve yukallilu-kum | : azaltır, düşürür, küçültür, siz |
fî ayuni him | : aynılık, gözler, görmek, eş, bakış, bir, onlar |
li yakdıye allah | : ortaya çıkma, vuku, takdir, hüküm, Allah |
emr kâne mefûlen | : iş, işleyiş, hüküm, oldu, fail olan, yapan |
ve ila Allah turceu el emr | : Allah’ta döndürülme, işler |
44- O halde olanlarla bir araya geldiğinizde, onlara hakikatleri bildirdiğiniz zaman, sizi önemsemez bir bakış içinde olurlar ve onlar bakışlarıyla sizi küçük görürler. Yine de siz onlara: Tüm varlığın açığa çıkmasında takdir sahibi olan Allah’tır ve tüm varlığın işleyişinde fâil olan ve tüm işleri her an döndüren Allah’tır, diye hakikatleri anlatın.
-45-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا لَقِيتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُواْ وَاذْكُرُواْ اللّهَ كَثِيرًا لَّعَلَّكُمْ تُفْلَحُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ lekîtum fieten fesbutû vezkurullâhe kesîran leallekum tuflihûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
iza lekitum fieten | : karşılaştığınız zaman, bir topluluk |
fe usbutu | : sağlam durun, hakikatlerin bilgisinde olma |
ve uzkur Allâh kesiran | : anın, zikir, Allah, çok |
lealle-kum tuflihun | : umulur ki siz, felah bulursunuz, kurtuluş, başarılı olma |
45- Ey iman edenler! Öyle bir toplulukla karşılaştığınız zaman, hakikatlerin bilgisinin sağlamlığında durun ve Allah’ı çok anın. Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-46-
وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Ve etîullâhe ve resûlehu ve lâ tenâzeû fe tefşelû ve tezhebe rîhukum vasbirû innallâhe meas sâbirîn
ve etîu Allâh | : itaat edin, uyun, Allah |
ve resuluhu | : resul, hakikati gösteren, |
ve lâ tenâzeû | : anlaşmazlık, ihtilaf, ayrılık, ikilik, |
fe tefşelu | : yoksa, zayıf, başarısız |
ve tezhebe | : gider, yok olur, kesilir, uzaklaşma, |
rihu kum | : şevkiniz, istek, anlayış, ilgi, idrak, |
ve ısbiru | : sabredin |
inne Allâh mea el sabir | : muhakkak ki Allah, beraber, birlikte, sabredenler |
46- Allah’a itaat edin ve o resul’ü anlayın ve ihtilafa düşmeyin. Yoksa hakikatleri anlamada zayıf düşersiniz ve ilginiz, idrakiniz azalır gider. Sabırlı olun. Muhakkak ki sabredenler Allah ile beraber olduklarını bilirler.
-47-
وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ خَرَجُواْ مِن دِيَارِهِم بَطَرًا وَرِئَاء النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَاللّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
Ve lâ tekûnû kellezîne haracû min diyârihim bataran ve riâen nâsi ve yasuddûne an sebîlillâh vallâhu bimâ yamelûne muhît
ve la tekûnû ke | : olmayın, gibi, |
ellezi harac | : kimseler, dışarı çıkan, ikilikte kalan, |
min diyâri-him | : yurtlarından, bulundukları yer, mekân, |
bataran | : kibirli, saygısız, çalımlı, kendini beğenmiş, |
ve riâe el nas | : gösteriş yaptı, ikiyüzlü, riya, insanlar |
ve yasuddûne | : engel olurlar, men, alıkoyarlar, |
an sebil Allah | : yol, hakikatler, Allah |
ve Allâh bima yamelun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
muhit | : kuşatan, saran, var olan |
47- Bulundukları yerlerde, kibirli davranışlarıyla hakikatlerin dışına çıkan kimseler gibi ve riyakâr insanlar gibi ve Allah’ın hakikatlerine engel olan o kimseler gibi olmayın. Allah yaptığınız bütün her şeyi tecellileriyle kuşatandır.
-48-
وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لاَ غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَإِنِّي جَارٌ لَّكُمْ فَلَمَّا تَرَاءتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلَى عَقِبَيْهِ وَقَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكُمْ إِنِّي أَرَى مَا لاَ تَرَوْنَ إِنِّيَ أَخَافُ اللّهَ وَاللّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Ve iz zeyyene lehumuş şeytânu amâlehum ve kâle lâ gâlibe lekumul yevme minen nâsi ve innî cârun lekum, fe lemmâ terâetil fietâni nekesa alâ akibeyhi ve kâle innî berîun minkum innî erâ mâ lâ terevne innî ehâfullâh vallâhu şedîdul ıkâb
ve iz zeyn lehum | : olduğu zaman, süslü, gösterişli, onlara |
el şeytanu amel hum | : şeytan, şeytanı haller, yaptıklarını, oniar, |
ve kâle la galibe | : dedi, yok, galip, üstün, yenen |
lekum el yevme min el nas | : size bugün, o vakit, insanlar |
ve inni carun lekum | : ben, yardım eden, komşu, yanında olan, size |
Fe lemma terâet el fietâni | : fakat, perdeli, gördü, topluluk, birliğin içinde gördü |
nekesa | : geri gitme, nakıs, arkasına dönüp kaçtı, eksiklik, |
alâ akibey-hi | : ayakta durma, bulunduğu yer, ayakları üstünde, o |
ve kâle inni beri minkum | : dedi, ben, uzağım, masum, sizden, |
İnni era | : görüyorum, biliyorum, |
ma la terevne | : şey, ne, bilmediğiniz şeyler, |
İnni ehafu Allâh | : ben, saygı, çekinme, Allah |
ve Allâh şedid el akabe | : Allah, daha fazla, şiddetli, zorluk, sıkıntı, azap, |
48- Şeytani hallerde olan, amelleriyle bir gösteriş içindedir. O hâlde olan her zaman insanlara: Sizden daha üstünü yoktur ve ben sizin yanınızdayım, der. Fakat birliliğin içinde olanları görünce, bulunduğu yerden geri döner ve ben sizden uzağım, ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, ben Allah’tan korkarım, Allah’ın azabı şiddetlidir, der.
-49-
إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ غَرَّ هَؤُلاء دِينُهُمْ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَإِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
İz yekûlul munâfikûne vellezîne fî kulûbihim maradun garra hâulâi dînuhum ve men yetevekkel alâllâhi fe innallâhe azîzun hakîm
iz yekulu el münafikun | : diyorlardı, dedikleri zaman, münafık, ikiyüzlü |
ve ellezîne fi kulub him | : o kimseler, kalplerinde, idraklerinde, |
marad | : hastalık, benlik hastalığı, |
garra haulai | : aldattı, kandırdı, acemi, bunlar, |
din hum | : din, din diye bildikleri, onlar |
Ve men yetevekkel ala allâh | : kim, tevekkül, varlığıyla teslim olan, Allah’a |
fe inne Allâh azizi | : böylece, Allah, tüm değerlerin sahibi, yüce |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
49- İkiyüzlüler ve kalblerinde benlik hastalığı olanlar işte böyle söylerler. Onların din diye bildikleri onları aldatır. Kim tüm varlığıyla Allah’a teslim olursa, böylece o, tüm değerlerin yüce sahibi, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olanın Allah olduğunu bilir.
-50-
وَلَوْ تَرَى إِذْ يَتَوَفَّى الَّذِينَ كَفَرُواْ الْمَلآئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَأَدْبَارَهُمْ وَذُوقُواْ عَذَابَ الْحَرِيقِ
Ve lev terâ iz yeteveffellezîne keferûl melâiketu yadrıbûne vucûhehum ve edbârahum ve zûkû azâbel harîk
ve lev terâ iz yeteveffa | : görseydin, sevgi içindeymiş gibi görünen, vefalı |
ellezîne keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
el melâiketu | : kuvveler, melek, fıtratları, safilik, temizlik, masum |
yadribune | : darbe, vurgulamak, vurma, musibet, bela, afet, zarar, |
vucûhe-hum | : yüzleri, bildikleri, yöneldikleri, gerçekleri, onlar, |
ve edbâra-hum | : geçmiş, adetleri, arkaları, gerisi, eski bildikleri, onlar |
ve zûkû | : tatmak, his, o halde olmak, |
azebe el harık | : sıkıntı, azap, yakıcı |
50- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin, sevgi içindeymiş gibi hallerini görsen de, onlar kendilerindeki safiliklerine, yöneldikleri hallerle zarar verirler ve onlar geçmiş cehalet bilişleriyle hareket ederler ve onlar yakıcı sıkıntılı hallerdedirler.
-51-
ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللّهَ لَيْسَ بِظَلاَّمٍ لِّلْعَبِيدِ
Zâlike bimâ kaddemet eydîkum ve ennallâhe leyse bi zallâmin lil abîd
Zâlike bima kaddemet | : işte bu, sebebiyle, önceki yaptıklarının, sağladıkları |
eydi-kum | : güçleri, halleri, kendi yaptıkları, elleriniz |
ve enne Allâh leyse | : muhakkak ki Allah, değildir |
bi zallâmin li abid | : zulmeden, zulmedici, kulları için, |
51- İşte bu onların daha önce kendi yaptıkları şeyler sebebiyledir. Muhakkak ki Allah kulları için zulmedici değildir.
-52-
كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَفَرُواْ بِآيَاتِ اللّهِ فَأَخَذَهُمُ اللّهُ بِذُنُوبِهِمْ إِنَّ اللّهَ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Ke debi âli firavne vellezîne min kablihim keferû bi âyâtillâhi fe ehazehumullâhu bi zunûbihim innallâhe kaviyyun şedîdul ıkâb
ke debi ali firavne | : gibi, durum, halleri, yakın, aile, güç, firavun |
ve ellezîne min kabl him | : o kimseler, onlardan önceki |
Keferu | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
bi âyâti allâhi | : ayet, işaret, delil, allah |
fe ehaze-hum Allâh | : böylece, sarılmak, edinmek, uzaklaşmak, onlar, Allah |
bi zunûbi-him | : fenalarda kalmak, günahlar, onlar |
inne allâh kaviy | : muhakkak, Allah, kuvvet, güçlü, sağlam, zorluk, |
şedid el akabe | : güçlü, kuvvetli, daha fazla, zorluk, sıkıntı, müşkül, |
52- Onların durumu, firavunun ve onlardan önceki Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelenlerin durumu gibidir. İşte onlar fenalarda kaldıklarından dolayı, Allah’ı anlayamadılar, kendi cehaletlerine sarıldılar. Muhakkak ki Allah tüm varlığı sapasağlam tutandır. Bunu anlayamayanlar daha fazla sıkıntılarda kalırlar.
-53-
ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِّعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنفُسِهِمْ وَأَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Zâlike biennallâhe lem yeku mugayyiren nimeten enamehâ alâ kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim ve ennallâhe semîun alîm
Zâlike bi enne allah | : bu, işte bu, den dolayı, sebebiyle, Allah |
lem yeku mugayyir | : değildir, olmaz, değiştiren, değiştirmedikçe, |
Nimeten ename ha | : nimet, nimetler, lütuf, varlık, onu |
alâ kavmin | : kavim, kimseler, insanlar, topluluk |
Hatta yugayyirû | : hatta, kadar, bile, değiştirme, değişim, |
Ma bi enfusi-him | : şey, değil, ne, kendilerini, nefs, onlar |
ve enne Allâh semiun | : muhakkak ki Allah, işittiren |
alim | : ilmin sahibi |
53- İşte böylece, insanlar bildiklerini değiştirmedikçe hatta kendi hallerini de değiştirmedikçe tüm varlıktaki lütufların sahibinin Allah olduğunu anlayamazlar. Muhakkak ki Allah işittirendir, ilmin sahibidir.
-54-
كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَذَّبُواْ بآيَاتِ رَبِّهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَونَ وَكُلٌّ كَانُواْ ظَالِمِينَ
Ke de’bi âli firavne vellezîne min kablihim kezzebû biâyâti rabbihim fe ehleknâhum bi zunûbihim ve agraknâ âle fîravn ve kullun kânû zâlimîn
ke debi ali firavne | : gibi, durum, halleri, yakın, aile, firavun |
ve ellezîne min kabl him | : o kimseler, onlardan önceki |
Kezzebû bi ayet rabbi him | : yalanladılar, yalanlarda kaldılar, ayetler, rabbi, onlar |
fe ehlek-nâ-hum | : böylece, helak, olma, biz, onları |
bi zunûbi-him | : fenaları, günahlarından dolayı |
ve agrak na ale firavun | : boğulma, kendi cehaletinde boğulma, firavun ailesi |
ve kullun kanu zalimin | : hepsi, oldu, zalim, zulüm eden |
54- Onların durumu firavunun ve onlardan önceki Allah’ın ayetlerine karşı yalanlarda kalanların durumu gibidir. Onlar Bizi anlayamayıp kendi fenalarında kalarak helak oldular ve firavun ailesi kendi cehaletinde boğulup gitti. Onların hepsi zalimlerdi.
-55-
إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِندَ اللّهِ الَّذِينَ كَفَرُواْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yuminun
İnne şerre | : doğrusu, şerli, kötü, |
el devab | : yaşayan, hayvani haller, hayvaniyette kalan, yürüyen, |
inde Allâh | : Allah’a ait, Allah’a ait hakikatler, |
ellezine keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler. |
fe hum la yuminun | : böylece, işte, artık onlar, yok, inanma, iman etme |
55- Doğrusu bir kötülük içinde yaşayanlar, Allah’a ait olan hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerdir. İşte onlar iman etmeyenlerdir.
-56-
الَّذِينَ عَاهَدتَّ مِنْهُمْ ثُمَّ يَنقُضُونَ عَهْدَهُمْ فِي كُلِّ مَرَّةٍ وَهُمْ لاَ يَتَّقُونَ
Ellezîne âhedte minhum summe yenkudûne ahdehum fî kulli merratin ve hum lâ yettekûn
Ellezine ahedte minhum | : o kimseler, anlaşma, söz verme, onlardan |
Summe yenkudune | : sonra, bozmak, kırmak, sözlerini, akid, ahd |
fî kulli merratin | : her defasında |
ve hum la yettekune | : onlar, yok, takva, fenalardan sakınma, ortak koşmama |
56- O kimseler söz verirler, sonra da her defasında sözlerini bozarlar ve onlar fenalardan sakınmazlar, Allah’a ortak koşarlar.
-57-
فَإِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِم مَّنْ خَلْفَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
Fe immâ teskafennehum fîl harbi fe şerrid bihim men halfehum leallehum yezzekkerûn
fe imma teskafenne hum | : amma, fakat, işte, durdurma, yakalama, |
fî el harbi | : küfür, savaş, yarmak, delmek, vuruşmak, |
fe şerrid bihim | : öyle, ayırdı, dilim, korkut, evsiz, onları |
Men halfe-hum | : kim, kimse, arkalarında, onlar |
Lealle hum yezekkerun | : umulur ki onlar, tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakma |
57- İşte o küfür halinde olanlara karşı dur. Onların arkalarından onları takip eden kimseleri hakikatlerle onlardan ayır. Umulur ki onlar varlığın yaratılışını düşünüp anlarlar, o hakikatlerle hareket ederler.
-58-
وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِن قَوْمٍ خِيَانَةً فَانبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاء إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الخَائِنِينَ
Ve immâ tehâfenne min kavmin hiyâneten fenbiz ileyhim alâ sevâin innallâhe lâ yuhıbbul hâinîn
ve imma tehafenne | : fakat, amma, olduğunda, korku, çekinme, tedirgin olma, |
min kavmin | : bir kavimden, kimse, topluluk, |
hiyanet | : hıyanet, vefasızlık, aldatma, hainlik, |
fe inbiz ileyhim | : o zaman, ret etme, uzak dur, onlardan, |
ala sevain | : adil, eşit, doğru |
inne Allâh | : muhakkak ki Allah |
lâ yuhıbbu | : yok, sevgi, muhabbet, |
el hâinîne | : emanete hıyanet eden, hain olan, |
58- Hıyanet eden bir topluluktan tedirgin olursan, o zaman bir adalet içinde onlardan uzak dur. Muhakkak ki emanete hıyanet edenlerde Allah sevgisi yoktur.
-59-
وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَبَقُواْ إِنَّهُمْ لاَ يُعْجِزُونَ
Ve lâ yahsebennellezîne keferû sebekû innehum lâ yucizûn
ve la yahsebenne | : yok, sanma, sakın sanmasınlar, zannetmesinler |
ellezine keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, |
sebeku | : önce gelen, üstün, önde olan |
İnne hum la yucizine | : doğrusu, onlar, yok, anlamayan, acizlik, tevazu, güçsüz |
59- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, kendilerinin üstün olduklarını sanmasınlar. Doğrusu onlar kendi acizliklerini anlayamadılar.
-60-
وَأَعِدُّواْ لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدْوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِن دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمُ اللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
Ve eıddû lehum mâstetatum min kuvvetin ve min rıbâtil hayli turhibûne bihî aduvvallâhi ve aduvvekum ve âharîne min dûnihim lâ talemûnehum allâhu yalemuhum ve mâ tunfikû min şey’in fî sebîlillâhi yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn
ve eıddû lehum | : hazır olan, hazırlanmış, onlar |
mâ istetatum | : değil, şey, ne, gücünüz, kabiliyet, |
min kuvvet | : bir kuvvet, güç |
ve min rıbati el hayli | : tüm bağlılığınla, kuvvet, çok, atlı sürüsü, düşünmek, |
Turhibûne bihi | : dehşet, korkutmak, onunla, |
aduv Allah | : düşmanlık, Allah, |
ve aduvve-kum | : düşmanlık, husumet, siz |
Ve aharin min dûni-him | : diğer, başka, onlardan başka |
lâ talemûne-hum | : yok, bilme, bilemezsiniz, onlar |
Allâh yalemu hum | : Allah, bilir, bilirler, ilmin sahibidir, onlar |
Ve ma tunfiku min şeyin | : yok, verme, infak etme, bir şey, bir şeyden |
fi sebil Allâh | : yol, hakikatler, Allah |
yuvef ileykum | : vefa, sevgi bağlılığı, bağlanma, size |
ve entum la tuzlemun | : siz, yok, zulmedilme, haksızlık |
60- O hallerde olanlara karşı tüm gücünle, tüm kabiliyetinle ve tüm bağlılığınla hazır dur. Onlar Allah’a karşı bir düşmanlık ve size karşı bir düşmanlık, bir korkutma içindedirler. Onlar gibi onlara uyan diğerleri de bilme konusunda Allah’ı bilemediler ve Allah yolunda sizin sevgiyle bağlandığınız gibi bağlanamadılar, bir şey de infak etmediler ve siz zulmeden de değilsiniz.
-61-
وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve in cenehû lis selmi fecnah lehâ ve tevekkel alâllâh innehu huves semîul alîm
ve in cenehu | : eğer, meyil, yönelme, eğim, |
li el slam | : selamet, barış huzur, |
fe icnah leha | : o zaman, meylet, yönel, ona |
ve tevekkel ala Allah | : tevekkül, tüm varlığınla teslim olma, Allah |
İnne hu huve el semiu | : muhakkak ki o, işitmek, |
el alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
61- Eğer onlar barış ve huzur yönelirlerse, o zaman sen de onlara yönel ve her an Allah’a tevekkül içinde ol. Muhakkak ki O işittirendir, ilmiyle varedendir.
-62-
وَإِن يُرِيدُواْ أَن يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللّهُ هُوَ الَّذِيَ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ
Ve in yurîdû en yahdeûke fe inne hasbekallâh huvellezî eyyedeke bi nasrihî ve bil muminîn
ve in yuridu | : eğer, irade, istek, |
en yahdeu ke | : hile, aldatma, karşı çıkma, sen |
Fe inne hasbe-ke allâhu | : o zaman, muhakkak, Allah sana yeter |
huve ellezi eyde ke | : ki o dur, destek, dayanak, sen, |
bi nasrihi | : yardım, o |
ve bi el muminine | : müminler, emin olanlar, |
62- Eğer istedikleri sana karşı çıkmaksa, o zaman sana Allah yeter. Ki O’dur senin dayanağın, O’dur yardım bulacağın ve müminlerin de.
-63-
وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنفَقْتَ مَا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً مَّا أَلَّفَتْ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Ve ellefe beyne kulûbihim lev enfakte mâ fîl ardı cemîan mâ ellefte beyne kulûbihim ve lâkinnallâhe ellefe beynehum innehu azîzun hakîm
ve ellefe | : birleştirdi, birliğin içinde, sonsuz, |
Beyne kulub him | : arası, kalpleri, idrakleri, onlar |
Lev enfak te | : eğer, vermek, infak, sen |
Ma fi el ardı | : şey, ne, değil, yeryüzündeki, |
Cemian | : hepsi, tümü, toplam, hepsi, birlik |
Ma elf te beyne | : değil, şey, ne, birlik, ünsiyet, arasını, |
kulubi-him | : onların kalpleri |
ve lakin Allah | : lakin, fakat Allah, |
Ellefe beyne hum | : sonsuz, birleştirdi, ünsiyet, birlik, arası, onlar |
inne-hu aziz | : muhakkak, o, tüm değerlerin yüce sahibi, |
hakim | : hâkim olan, hüküm sahibi, tüm varlığa hâkim olan |
63- Onların kalbleri birliğin içindedir. Eğer sen onlara yeryüzünde olan şeylerin hepsini versen, onların kalblerini birleştiremezsin, fakat onların kalblerini birleştiren Allah’tır. Muhakkak ki O tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.
-64-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Yâ eyyuhân nebiyyu hasbukallâhu ve menittebeake minel muminîn
ya eyyuha en nebiyyu | : ey, haberci, haber getiren, hakikatleri bildiren, |
Hasbu ke Allah | : yeter, kâfidir, sen, Allah |
ve men ittebea-ke | : kim, kimse, tâbi olan, uyan, sana tâbi olanlar |
min el muminine | : müminlerden |
64- Ey hakikatleri bildiren! Senin sunduğun hakikatlere tâbi olup müminlerden olan kimselere ve sana Allah yeter.
-65-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ إِن يَكُن مِّنكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُواْ مِئَتَيْنِ وَإِن يَكُن مِّنكُم مِّئَةٌ يَغْلِبُواْ أَلْفًا مِّنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَفْقَهُونَ
Yâ eyyuhân nebiyyu harridıl muminîne alâl kıtâl in yekun minkum işrûne sâbirûne yaglibû mieteyn ve in yekûn minkum mietun yaglibû elfen minellezîne keferû bi ennehum kavmun lâ yefkahûn
yâ eyyuha en nebiyyu | : ey, haberci, haber getiren, hakikatleri bildiren, |
harridı el muminine | : teşvik et, isteklerini arttır, uyandır, müminler |
Ala el kıtâli | : mücadele, savaş, gayret göstermek, cisim, |
in yekun min kum aşrune | : eğer olursa, sizden, yirmi, iki bölük, bir kısım |
Sâbirûne | : sabredenler, sabırlı olanlar, |
yaglıbu mieteyni | : galip olan, başarılı, iki yüz, çoğu, |
ve in yekûn min kum | : eğer olursa, sizden |
Mietun yaglibu | : iki yüz, galip, kazanma |
Elfen | : bin, birlik, sonsuz, ünsiyet, her şey ona ait, |
min ellezine keferû | : hakikatleri örten kimseler |
bi enne-hum | : olmalarından, onlar |
Kavmun la yefkahun | : kimse, yok, idrak etmek, düşünüp anlamak, öğrenmek |
65- Ey hakikatleri bildiren! Hakikatleri anlamada, anlatmada gayret gösterip müminlerden olmaları için onları teşvik et. Eğer sizler sabırlı olursanız, bir kısmınız bile onlarının çoğuna karşı hakikatleri anlatmada başarılı olursunuz. Eğer sizler çoğalırsanız, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin hepsine karşı başarılı olursunuz. Çünkü onlarda hakikatleri düşünüp anlama yoktur.
-66-
الآنَ خَفَّفَ اللّهُ عَنكُمْ وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا فَإِن يَكُن مِّنكُم مِّئَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُواْ مِئَتَيْنِ وَإِن يَكُن مِّنكُمْ أَلْفٌ يَغْلِبُواْ أَلْفَيْنِ بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Elâne haffefallâhu ankum ve alime enne fîkum dafâ fe in yekun minkum mietun sâbiratun yaglibû mieteyn ve in yekun minkum elfun yaglibû elfeyni bi iznillâh vallâhu meas sâbirîn
Elane hafefe Allah ankum | : şimdi, artık, hafif, kolay, rahat, Allah, sizden |
ve alime | : bilen, ilmin sahibi, |
enne fikum dafen | : olduğu, sizde, içinizde, zayıf, muhtaç |
fe in yekun minkum mietun | : eğer, şayet, oldu, sizden, yüz, kısım, |
Sâbiratun | : sabırlı, sabreden, |
yaglibu mieteyni | : galip olan, başarılı, iki yüz, çoğu, |
ve in yekun minkum elf | : eğer, olsanız, bin, birlik, birleşme, sonsuz |
Yaglibû elfeyni | : galip gelir, başarılı, iki bin, iki grup, |
bi izni Allâh | : yetkili olan, izin, icazet, Allah |
ve Allâh mea el sabirin | : Allah, birlikte, beraber, sabredenler |
66- Artık sizler Allah’ı anlamanın rahatlığındasınız ve içinizde bilmenin ihtiyacı hep olacaktır. Eğer sizler hakikatleri anlatmada sabırlı olursanız, onlardan çoğuna karşı başarılı olursunuz ve eğer sizler bir gurup olsanız, onlar iki gurup olsa da onlara hakikatleri anlatmada başarılı olursunuz. Bütün her şeyde yetkili olan Allah’tır ve sabredenler Allah ile beraber olduklarını bilirler.
-67-
مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَن يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard turîdûne aradad dunyâ vallâhu yurîdul âhirah vallâhu azîzun hakîm
mâ kâne li nebiy | : olmadı, olmaz, haberci, hakikatleri bildiren |
en yekûne lehu esra | : olması, onun, özgür olmayan, tutsak, karanlıkta olan |
Hattâ yushıne | : oluncaya kadar, hatta, istemek, kalınlık, güçlenmek |
fî el ardı turidune | : yeryüzünde, isteme, arzu etme, sizin istediğiniz |
arada ed dunyâ | : göstermek, görüntü, mal, dünya |
ve Allâh yuridu el ahiret | : Allah, irade, sonunda, sonsuz, her zaman, her an |
ve Allâh aziz | : Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, tecellileriyle |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim oaln, |
67- Hakikatleri bildiren, onların bir cehalet tutsağı halinde kalmasını istemez. Hatta onlar yeryüzünde dünya malını isteyen olsalar da, onların hakikatleri anlayıp güçlenmesini ister.
İrade sonsuza dek Allah’ındır ve Allah tüm değerleriyle tüm varlığa hâkim olandır.
-68-
لَّوْلاَ كِتَابٌ مِّنَ اللّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka le messekum fîmâ ehaztum azâbun azîm
lev lâ kitabun | : eğer olmasaydı, kitap, o kitabı incelemeseydiniz? |
min Allah | : Allah’ın, Allah’a ait olan, |
sebeka | : ilerleme, önceden geçti, öne geçti, başardı, |
le messe kum | : elbette, dokunma, isabet, değmek, araştırma, siz |
Fi ma ehaz tum | : içinde, sarılma, edinmezsiniz, kalmazsınız, siz, |
azab azim | : siz, azap, sıkıntı, büyük, kararlı, kalıcı, |
68- Eğer tüm varlık kitabında Allah’a ait olan hakikatleri incelemeseydiniz, ilerleyemezdiniz. Elbette siz hakikatleri araştırsanız, cehaletin büyük sıkıntılı halleri içinde kalmazsınız.
-69-
فَكُلُواْ مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلاَلاً طَيِّبًا وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Fe kulû mimmâ ganimtum halâlen tayyiben vettekullâh innallâhe gafûrun rahîm
fe kulû mimna ganimtum | : artık, beslenin, yararlanın, şeyler, hakikatlerin bilgisinde |
Halalen tayyiben | : uygun, helal, faydalı, yararlı, temiz olarak |
ve itteka Allâh | : takva, fenalardan sakınma ortak koşmama, Allah |
İnne Allâh gafur | : muhakkak ki Allah, bağışlayan, lütuflarıyla temizleyen |
rahim | : muhakkak ki Allah, bağışlayan, rahim, özünden vareden |
69- Bundan böyle, tertemiz olan, faydalı olan hakikatlerin bilgilerinden yararlanın ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah lütuflarıyla temizleyendir, varlığı özünden varedendir.
-70-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّمَن فِي أَيْدِيكُم مِّنَ الأَسْرَى إِن يَعْلَمِ اللّهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِّمَّا أُخِذَ مِنكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Yâ eyyuhân nebiyyu kul li men fî eydîkum minel esrâ in yalemillâhu fî kulûbikum hayran yutikum hayran mimmâ uhıze minkum ve yagfir lekum vallâhu gafûrun rahîm
yâ eyyuhâ en nebiyyu | : ey haber getiren, hakikatleri bildiren, |
Kul li men fi eydi kum | : anlat, de, söyle, için, kim, içinizdeki güç, elleriniz |
min el esrâ | : esir, özgür olmayan, cehalet karanlığında tutsak |
İn yalemi allâh | : eğer, ise, bilir, bilen, Allah |
fî kulûbi-kum hayran | : kalplerinizde, hayır, iyilik, güzellik |
Yuti kum hayran | : size verilir, sunulur, iyilik, hayır, güzellik |
mimmâ uhize minkum | : şeyden, olan, onları, alınan, sarılan, çeken, çıkaran, sizden |
ve yagfir lekum | : mağfiret eden, lütuflarıyla temizleyen, siz, |
ve Allâh gafur | : Allah, bağışlayan, lütuflarıyla temizleyen, |
rahim | : Allah, bağışlayan, rahim, özünden vareden |
70- Ey hakikatleri bildiren! Etrafınızdaki cehalet karanlığında tutsak olan kimselere anlat: Eğer Allah’ı bilirseniz, O; kalblerinizin içinde olan güzellikleri, iyilikleri sizden ortaya çıkarır, size güzellikler iyilikler sunar ve sizi lütuflarıyla temizler. Allah lütuflarıyla temizleyendir, varlığı özünden varedendir.
-71-
وَإِن يُرِيدُواْ خِيَانَتَكَ فَقَدْ خَانُواْ اللّهَ مِن قَبْلُ فَأَمْكَنَ مِنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve in yurîdû hıyâneteke fe kad hânullâhe min kablu fe emkene minhum vallâhu alîmun hakîm
ve in yuridu hiyanet ke | : eğer, şayet, ise, isteme, hıyanet, sana |
fe kad hanu Allah | : artık, böylece, oldu, hıyanet |
min kablu | : önceden |
fe emkene minhum | : o zaman, böylece, imkân, olanak, onlardan |
ve Allâh alim hakimun | : Allah, ilmin sahibi, tüm varlığa hâkim olan |
71- Eğer sana karşı bir hıyanet içinde olurlarsa, bil ki onlara tüm imkânlar verildiği hâlde, önceden beri Allah’a karşıda hıyanet içinde oldular ve ilmiyle tüm varlığa hâkim olan Allah’ı bilemediler.
-72-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
İnnellezîne âmenû ve hâcerû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi vellezîne âvev ve nasarû ulâike baduhum evliyâu badın vellezîne âmenû ve lem yuhâcirû mâ lekum min velâyetihim min şeyin hattâ yuhâcirû ve inistensarûkum fîd dîni fe aleykumun nasru illâ alâ kavmin beynekum ve beynehum mîsâk vallâhu bimâ tamelûne basîr
İnne ellezine amenu | : muhakkak ki, iman edenler |
ve hâcerû | : hicret, hakikatleri anlatmak için her yere giden |
ve câhedû | : cihad, gayret, mücadele |
bi emvâli-him | : mallarıyla, varlıkları, değerleri, |
ve enfus him | : nefs, can, kendileri |
Fi sebîli Allâh | : Allah’ın yolunda |
ve ellezine avev ve nasaru | : o kimseler, himaye, koruma ve yardım |
Ulâike baduhum evliya badın | : işte onlar, bazıları, onlar, dostlar, bir kısımı |
ve ellezîne âmenû | : iman eden kimseler, |
ve lem yuhacirû | : değil, hicret, hakikatler için gitme |
mâ lekum | : değil, şey, ne, sizin |
min velâyeti-him min şeyin | : velayet, himaye, görev, otorite, onlar, bir şey |
hattâ yuhâcirû | : hatta, hicret, gitme, |
ve in-istensarû-kum | : eğer, yardım isteme, siz, |
fi el din | : din hakkında, varlığın yaratılış yasaları, incelikleri, |
fe aleykum en nasru | : artık, sizde, üzerinize, yardımcı |
İlla alâ kavmin beyne kum | : ancak, bir topluluğa, aranızda, siz |
ve beyne-hum misakun | : onların arasında, misak, anlaşma, |
Ve Allah bima temalun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
basir | : bildiren, görme, basiret, gösterip duran |
72- İman eden kimseler ve hakikatler için bir yerden bir yere gidenler ve Allah yolunda malları ile ve canları ile hakikatler için mücadele edenler; işte o kimseler, koruyan ve yardım edenlerdir. İşte onlar birbirlerinin dostlarıdır. İman edip hakikatler için bir yere gitmeyenler, hatta bir yere gidinceye kadar onların sorumluluğu size ait değildir. Varlığın yaratılış yasalarının hakikatleri konusunda eğer sizden yardım isterlerse, artık yardım etmek sizler için bir sorumluluktur ve onlarla aranızda sözleşme yapın. Allah yaptığınız şeylerden size her an hakikatleri gösterir.
-73-
وَالَّذينَ كَفَرُواْ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ إِلاَّ تَفْعَلُوهُ تَكُن فِتْنَةٌ فِي الأَرْضِ وَفَسَادٌ كَبِيرٌ
Vellezîne keferû baduhum evliyâu badın illâ tefalûhu tekun fitnetun fîl ardı ve fesâdun kebîr
ve ellezîne keferû | : hakikatleri örten kimseler, görmemezlikten gelen, |
badu-hum evliya badın | : onların bir kısmı, dostlar, bir kısmına, birbirlerine |
illâ tefalû-hu | : onu yapmazsanız, hakikatleri anlatmada gayret |
Tekun fitne fi el ardı | : olur, fitne, ikilik, kargaşa, müşkül, yeryüzünde |
ve fesâdun kebir | : bir bozulma, fesat, tahribat, büyük |
73- Hakikatleri görmemezlikten gelenlerden bazıları bazılarını dost edinirler. Eğer siz hakikatleri anlatmada üzerinize düşeni yapmazsanız; yeryüzünde ikilikler, sıkıntılar ve büyük bozukluklar, tahribatlar olur.
-74-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَّهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
Vellezîne âmenû ve hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi vellezîne âvev ve nasarû ulâike humul mu’minûne hakkâ lehum magfiratun ve rızkun kerîm
ve ellezîne âmenû | : iman edenler |
ve hâcerû | : hicret, hakikatleri anlatmak için her yere giderler |
ve câhedû | : cihad, gayret, mücadele, |
fi sebil allah | : yolunda, hakikatleri için, Allah, |
Ve ellezine avev | : o kimseler, himaye, koruma |
ve nasaru | : yardım eden, yardımcı, |
Ulaike hum | : işte, onlar, |
el muminûn hakk | : müminlerdir, hakikatlerden emin olan, gerçek, doğru |
Lehum magfiratun | : onlar, mağfiret |
ve rızkun kerim | : rızık, fayda, yarar, asil, yüce, asalet |
74- İman eden kimseler, hakikatler için bir yerden bir yere gidenler ve Allah’ın hakikatlerini anlamak ve anlatmak için gayret gösterenler; işte o kimseler, koruyan ve yardım edenlerdir. İşte onlar hakikatlerden emin olanlardır. Onlara mağfiret ve yüce nimetler vardır.
-75-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ مِن بَعْدُ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ مَعَكُمْ فَأُوْلَئِكَ مِنكُمْ وَأُوْلُواْ الأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Vellezîne âmenû min ba’du ve hâcerû ve câhedû meakum fe ulâike minkum, ve ûlûl erhâmi baduhum evlâ bibadın fî kitâbillâh innallâhe bi kulli şeyin alîm
ve ellezine amenû min badu | : iman edenler, bundan sonra, sonradan |
ve hâcerû | : hicret, hakikatleri anlatmak için bir yere gidenler |
ve câhedû | : gayret, mücadele, hakikatleri anlamak için gayret |
mea kum | : beraber, birlikte, siz |
fe ulâike min kum | : o zaman, işte onlar, sizden |
ve ulû el erham | : sahipleri, bilen, yakınlık, rahmet, yakınlık, |
badu-hum | : onların bir kısmı, bazısı, |
evla bi badın | : yakın, ilk, önce, bir kısımına |
fî kitâbi allâh | : Allah’ın Kitab’ında |
inne allâh bi kulli şey | : muhakkak ki Allah, bütün her şey |
alim | : ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
75- Sonradan iman edenler ve hakikatler için bir yerden bir yere gidenler ve sizinle beraber hakikatleri anlamak ve anlatmak için gayret gösterenler, işte onlar sizinledir ve yakınlığa sahip olanlardır. Onlar birbirlerine Allah’ın kitabı üzere yakındırlar. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.