FECR SURESİ
-1-
وَالْفَجْرِ
Vel fecr
Ve el fecri | : şafak, tan, doğuş zamanı, karanlıktan aydınlığa |
1- Karanlıktan aydınlığa.
-2-
وَلَيَالٍ عَشْرٍ
Ve leyâlin aşr
ve leyâlin | : gece, karanlık, zulmet, cehaletin karanlığı, |
aşrin | : on, kısım, bölüm, gurup, |
2- Ve kısım kısım cehalet karanlığının bitişine.
-3-
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
Veş şefı vel vetr
ve el şefı | : çift, ikiliğin birlikte birleşimi |
ve el vetri | : tek, yalnız |
3- Ve çiftten, tek olanda birleşmeye.
-4-
وَاللَّيْلِ إِذَا يَسْرِ
Vel leyli izâ yesr
ve el leyli | : gece, zulmet, karanlık, cehaletin karanlığı, |
İzâ yesri | : olduğunda, geçip gitmek, kaybolmak, kolay, hızlı, seri, gizli, |
4- Ve cehalet karanlığının kaybolup gidişine.
-5-
هَلْ فِي ذَلِكَ قَسَمٌ لِّذِي حِجْرٍ
Hel fî zâlike kasemun lizî hicr
Hel fi zalike | : var değil mi, vardır, işte bunun içinde, |
kasemun | : yemin, ant, sağlam, noksansız |
Li zi | : için, sahip, zat, |
hicr | : tam akıl sahibi, engel olan, taş, bırakan, ayıran, |
5- İşte bunların içinde, hakk ile batılı ayıran tam akıl sahipleri için, sağlam deliller vardır.
-6-
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ
E lem tere keyfe feale rabbuke bi âd
e lem tere | : görmedin mi, anladın değil mi? |
keyfe feale | : nasıl, fail olan, yapan, |
rabbu-ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
bi âdin | : Ad kavmini, adetlerde kalan, egolarda kalan, isim, nam, |
6- Rabbinin nasıl fail olduğunu anladın değil mi? Ad kavmini tanıdın.
-7-
إِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِ
İreme zâtil ımâd
ireme | : İrem, atmak, İrem şehri, |
zâtî | : sahip, ile |
el imâdi | : sütunlar, dayanak noktası, kendini güçlü gören, |
7- Kendini güçlü, büyük gören o İrem şehrindekileri.
-8-
الَّتِي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِ
Elletî lem yuhlak misluhâ fîl bilâd
Elletî lem yuhlak | : o ki, değil, yaratmadı |
mislu-ha | : misli, benzer, birşey, içinde, |
fi biladi | : içinde, belde, ülke, şehir, beden, |
8- Ki onlar bulundukları yerlerde bir şey yaratmış değillerdir.
-9-
وَثَمُودَ الَّذِينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِ
Ve semûdelleziyne câbûssahre bil vâd
Ve semude | : semud |
Ellezîne cabu | : onlar, kestiler, oyanlar, seyahat |
es sahre bi el vadi | : kayalar, vadilerde |
9- Ve vadilerdeki kayaları oyan o Semud kavmini.
-10-
وَفِرْعَوْنَ ذِي الْأَوْتَادِ
Ve fir avne zîl evtâd
ve firavne | : firavun, kibirli olan, |
Zi el evtâdi | : sahip, kazıklar, kendini güçlü bir otorite gören |
10- Kendini güçlü bir otorite gören kibir sahibi firavunu.
-11-
الَّذِينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِ
Ellezîne tagav fîl bilâd
Ellezîne tagav | : onlar ki, azgın, yoldan çıkmak, hakikatten sapmak, |
Fi el bilâdi | : beldeler içinde, ülke |
11- Onlar kendi bulundukları yerlerde hakikatlerden sapıp yoldan çıktılar.
-12-
فَأَكْثَرُوا فِيهَا الْفَسَادَ
Fe ekserû fîhel fesâd
Fe ekserü | : böylece, ekserisi, çoğu, daha fazlası |
Fi ha el fesâde | : içlerinde, fesat, kötülük, bozulma, dağıtma, dağılma, |
12- Sonra da onlardan çoğu fenalıklar içinde oldular.
-13-
فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍ
Fe sabbe aleyhim rabbuke sevta azâb
Fe sabbe | : böylece, bıraktı, döküldü, salladı, çarptı, terketti |
Aleyhim rabbu ke | : onlara, kendi üzerlerinde, rabbin, vucudlandıran, |
Sevta azabin | : kamçı, işkence, iç içe girmiş sıkıntı, türlü türlü sıkıntı |
13- Sonra da onlar, kendi üzerlerinde olan, kendilerini vücudlandıranın tecellilerini anlamayı bıraktılar, türlü türlü sıkıntılarda kaldılar.
-14-
إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ
İnne rabbeke le bil mirsâd
İnne rabbe ke | : muhakkak, rabbiniz, vücudlandıran, sen, siz, |
Le bi el mirsâdi | : elbette, gözetleyen, gözlemleme, bakıp araştırma, |
14- Muhakkak ki seni vücudlandıran, elbette hakikatleri anlaman için, varlığı gözlemlemeyi verendir.
-15-
فَأَمَّا الْإِنسَانُ إِذَا مَا ابْتَلَاهُ رَبُّهُ فَأَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَكْرَمَنِ
Fe emmel insânu izâ mebtelâhu rabbuhu fe ekremehu ve na’amehu fe yekûlu rabbî ekremen
fe emmâ el insanu | : sonra, böylece, öyle ki, fakat, lakin insan |
izâ mâ ibtela hu | : olduğunda, değil, şey, ne, yok, imtihan, test, ibret, ders, o |
rabbu-hu | : Rab, rabbinden, vücudlandıran, o |
Fe ekreme hu | : böylece, ikram, donatmak, lütuf, sıfat, verdi, sunmak, o |
ve neame-hu | : ve onu, zarafet, zarif, nimetlendirdi, iyilik, lutuf, ihsan |
Fe yekulu | : sonra, o zaman, yalnızca, der, söyler. |
Rabbî erkeme ni | : Rabbim, bana ikram etti, şereflendirdi, donattı, verdi |
15- Lâkin insan; Rabbinden ona verilenlerden ve ona sunulan lütuflardan bir ders alan değildir. Yalnızca o: Rabbimin bana ikramları, der.
-16-
وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلَاهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَهَانَنِ
Ve emmâ izâ mebtelâhu fe kadere aleyhi rızkahu fe yekûlu rabbî ehânen
ve emmâ iza | : fakat, ne zaman, ama eğer |
mâ ibtela hu | : şey, değil, ne, imtihan, sınama, ibret, ders, o |
Fe kadere | : böylece, takdir, güç, planları, bir şeyin ölçüsü |
Aleyhi rızka hu | : kendinde, üzerinde, rızk, nimet, lütuf, hakikatler, varlık |
Fe yekulu | : o zaman der, diyor ki |
Rabbî ehane ni | : Rabbim, ihanet, önemsemiyor, hakaret, onuru kırılır, beni |
16- Böylece o ders almadığı zaman, artık kendindeki o lütufları ve gücün sahibini anlayamaz. Sonra da: Rabbim beni önemsemiyor, der.
-17-
كَلَّا بَل لَّا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ
Kellâ bel lâ tukrimûnel yetîm
Kellâ bel | : hayır, bilakis, |
lâ tukrimûne | : yok, doyurmak, ikram, iyilik, besleme, faydalandırmak |
el yetîme | : yetim, kimsesiz, ihtiyacı olan, kurtulmaya çalışan |
17- Bilakis sizler ihtiyacı olana ikramda bulunmuyorsunuz.
-18-
وَلَا تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ
Ve lâ tehâddûne alâ taâmil miskîn
ve lâ tehâddûne | : teşvik etmiyorsunuz, söz, öğüt, taahhüd, yüklenim |
alâ taâmi | : yüce gıda, beslenme, yararlandırmak, |
el miskîni | : fakir, yoksul, çaresiz |
18- Ve bir çaresizlik içinde olana yardım etmek için gayret göstermiyorsunuz.
-19-
وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ أَكْلًا لَّمًّا
Ve te’kulûnet turâse eklen lemmâ
ve tekulûne | : beslenmek, ve siz yiyorsunuz |
et turâse | : miras, size verilen, kalan, bırakılan |
eklen | : beslenmek, yemek, |
lemmen | : şiddetle, hırsla, sonu gelmeyen istek |
19- Ve siz, size verilenleri bir hırsla kullanıyorsunuz.
-20-
وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا
Ve tuhıbbûnel mâle hubben cemmâ
ve tuhıbbûne | : aşk, sevmek |
el mâle | : mal, mallarınızı, varlık, değer, |
hubben | : severek, sevgiyle |
cemmen | : önemli, pek çok, aşırı |
20- Aşırı sevgiyle mallarınızı seviyorsunuz.
-21-
كَلَّا إِذَا دُكَّتِ الْأَرْضُ دَكًّا دَكًّا
Kellâ izâ dukketil ardu dekken dekkâ
Kellâ iza dukket | : hayır, bilakis, olduğunda, parçalanıp dağılan, yerle bir |
el ardu | : yeryüzü, toprak, |
dekken dekken | : un ufak olmak, parça parça, dağılmak |
21- Bilakis her şey toprak olup dağılıp gidecek.
-22-
وَجَاء رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا
Ve câe rabbuke vel meleku saffen saffâ
ve câe rabbu ke | : geldi, sundu, verdi, rabbin, sen |
ve el meleku | : her varlıktaki güç, kuvve, melek, |
saffen saffen | : saf saf, sıra sıra, dizi dizi, birlik, sıralanmış |
22- Dizi dizi her varlıktaki güç Rabbinizden sunulan hakikatlerdir.
-23-
وَجِيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْإِنسَانُ وَأَنَّى لَهُ الذِّكْرَى
Ve cîe yevmeizin bi cehenneme yevmeizin yetezekkerul insânu ve ennâ lehuz zikrâ.
ve cie yevme izin | : getirildi, sunuldu, bildirildi, o gün, o vakit, |
bi cehenneme | : cehennem, cehalet, yakıcı haller |
yevme izin | : o gün, o vakit, her an |
yetezekkeru | : hatırlar, tezekkür eder, düşünür |
el insânu | : insan |
ve ennâ | : nasıl olur, ne olur, |
lehu el zikra | : ona, onun zikri, anmak, anlamak, anar |
23- İnsana, her an içinde kaldığı cehaletin yakıcı halleri bildirildi ve insana, her an hakikatleri düşünüp anlaması ve o hakikatleri anması bildirildi.
-24-
يَقُولُ يَا لَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي
Yekûlu yâ leytenî kaddemtu li hayâtî.
Yekûlu ya leyte ni | : der, söyler, keşke ben, |
Kaddemtu | : sağlansa, sunulan, önceden, verilen, |
li hayati | : için, hayat, yaşam |
24- Der ki: Keşke önceden beri hayatın içindeki hakikatleri anlasaydım.
-25-
فَيَوْمَئِذٍ لَّا يُعَذِّبُ عَذَابَهُ أَحَدٌ
Fe yevmeizin lâ yuazzibu azâbehû ehad
Fe yevme izin | Artık, sonra, gün, vakit, her an, her zaman |
lâ yuazzibu | : yok, azap, sıkıntı, cezalandırma |
azâbe-hû | : azap, sıkıntı, işkence, o, |
ehadun | : bir kimse |
25- İşte, hakikatleri anlayamayan bir kimse hiçbir zaman sıkıntılarındaki azabı yok edemez.
-26-
وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُ أَحَدٌ
Ve lâ yûsiku ve sâkahû ehad
ve lâ yûsiku | : yok, bağlamaz, hiçbir belge |
vasâka-hû ehadun | : ilgi, uygun, bağlılık, bağlı, o, bir kimse |
26- O hâlde olan bir kimse, varlığın birbiriyle olan bağlantısını anlayamaz.
-27-
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh
yâ eyyetuhâ | : ey, |
en nefsu | : nefs, öz, zat, kişi, |
el mutmainnetu | : mutmain, tatmin olan, güven verici, kendini anlayan |
27- Ey hakikatlerden emin olmuş kişi!
-28-
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh
ircii | : dön, aslına dönmek, rücu etmek, aslı, kaynağı, |
ilâ rabbiki | : ancak, sadece, yücelik, Rabbine |
râdıyeten | : razı, kabul eden, boyun eğen, hoşnut, itaat eden |
mardıyyeten | : tatmin olmuş, memnuniyet, hoşnut olmak, huzur, razı olma, |
28- O’na itaat ederek ve O’nun rızasını kazanmış olarak sadece Rabbine dön.
-29-
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Fedhulî fî ibâdî.
fe udhulî | : böylece, artık, gir, içeri, dâhil ol, hareket et |
fîy ibâdî | : kulluk, kullarımın içine |
29- Böylece kulluğunun şuurunda olmaya dâhil ol.
-30-
وَادْخُلِي جَنَّتِي
Vedhulî cennetî.
ve udhulî | : gir, gel, dâhil ol, bul, ulaş, karışmak, dokunmak, içeri, |
cennetî | : cennet, huzur, |
30- Ve huzur içinde ol.