FETİH SÛRESİ
-1-
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ
İnnâ | : muhakkak ki biz, kendimiz |
fetah na | : feth, açtık, açığa çıkardık, biz |
Leke fethan | : sen, sana, feth, açma, başlamak, açığa çıkarmak, |
mubinen | : apaçık deliller, apaçık görünen, göstermek, belirtmek, |
1- Muhakkak ki Biz, varlıkla birlikte hakikatleri açtık. Apaçık delillerle açılan hakikatler senin anlaman içindir.
-2-
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yutimme ni’metehu aleyke ve yehdiyeke sırâtan mustekîmâ
li yagfire | : mağfiret, tertemiz olma, lütuflarıyla temizleyen |
leke Allahu | : sen, sana, siz, Allah |
Ma tekaddeme | : yukarı, önde, geçmişten gelen takdim, bırakmak, terk etme |
Min zenbi ke | : günah, fenalarda kalma hali, sen, |
Ve ma teahhara | : değil, tehir, gelecekte yapmamak, sonunda, |
Ve yutimme | : tam, tamamlamak, kamil olmak, noksansız, uygun, |
Nimete hu Aleyke | : nimet, sıfat, o, sendeki, sana |
ve yehdiye ke | : sana ve hidayet, kılavuz, ulaştırmak |
sirâtan mustekîmen | : sıratı müstakim, dosdoğru hakikatin yolu |
2- Allah size mağfiret edendir. Siz fenalarınızı anlayıp terk edin ve bir daha o hâllere dönmeyin. O sizi sıfatlarıyla tamamlayandır ve dosdoğru hakikatin yoluna size yol gösterendir.
-3-
وَيَنصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا
Ve yansurekallâhu nasran azîzâ
Ve yansure ke Allah | : yardım eden, sen, sana, Allah |
nasran | : zafer, yardım, yardımcı, |
azizen | : tüm değerlerin yüce sahibi, izzetli, sevgili, değerli, üstün, |
3- Allah size her an yardım edendir, değerleriyle yardımcı olandır.
-4-
هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil muminîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard ve kânallâhu alîmen hakîmâ
huve ellezî enzele | : o ki indirdi, sundu, verdi, |
sekinete | : güven, sakinlik, huzur, rahatlık |
Fî kulubi el müminine | : içinde, kalpler, emin olmak, mümin |
li yezdâdû imanen | : artar, çoğalmak, kuvvetlendiren, inanan, inanç, |
mea iman him | : birlikte, beraber, iman etmek, inanmak, onlar |
ve li Allahi cunudu | : Allah’ın, ordu, kuvvet, sert, alay, ordu, tüm varlık |
Semâvâti ve el ardı | : gökler ve yerler |
ve kane Allah alimen | : oldu, dır, Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
hakim | : hakim olan, hüküm ve hikmet sahibi |
4- O, hakikatlerden emin olanların kalblerine huzuru sunandır. İnanma yolunda birlikte hareket edenlerin imanlarını kuvvetlendirendir. Göklerde ve yerdeki bütün varlık Allah’ındır ve Allah ilmiyle bütün varlığa hâkim olandır.
-5-
لِيُدْخِلَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَيُكَفِّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَكَانَ ذَلِكَ عِندَ اللَّهِ فَوْزًا عَظِيمًا
Li yudhilel mu’minîne vel mu’minâti cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ve yukeffire anhum seyyiâtihim, ve kâne zâlike indallâhi fevzen azîmâ
li yudhile müminine | : içinde, dahil, o halde olan, mümin olanlar |
Ve muminati cennatin | : müminlik yolunda olanlar, cennetler, huzur |
terci min tahti ha el enhar | : vardır, altında, orada, nehir, akıp giden ilim |
halidine fiha | : nehirler, sürekli, devamlı, orada |
Ve yukeffire anhum | : kefaret, örter, onların, günahları, |
seyyiati him | : günahlar, fenalar, onlar |
Ve kane zalike | : oldu, işte bu, işte böyledir |
İnde Allah | : katında, ona ait, Allah, |
fevzen azimen | : fevz, kurtuluş, yüce, büyük |
5- Müminler ve müminlik yolunda olanlar huzur içindedirler ve makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o ilim üzere hareket ederler ve onlar kendi günahlarının kefaretlerini ödeyenlerdir. İşte o yüce kurtuluş Allah’a ait olan hakikatleri anlamaktır.
-6-
وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكِينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّانِّينَ بِاللَّهِ ظَنَّ السَّوْءِ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا
Ve yuazzibel munâfikîne vel munâfikâti vel muşrikîne vel muşrikâtiz zânnîne billâhi zannes sevi aleyhim dâiretus sevi ve gadiballâhu aleyhim ve leanehum ve eadde lehum cehennem ve sâet masîrâ
Ve yuazzibe | : azap, sıkıntı, işkence, huzursuzluk |
el munâfikîne | : münafık olanlar, |
vel münafikati | : münafıklığa meyledenler |
ve el muşrikîne | : müşrik olanlar, ortak koşanlar, |
ve el müşrikati | : müşrikliğe meyledenler |
ez zânnîne bi Allahı | : zanda, şüphe, Allah hakkında |
zanne es sevi | : zan, şek, şüphe, kuruntu, kötü, bozuk itikat |
Aleyhim dairetu es sevi | : onlara, kötü hallerde bulunmak, dönüp durmak |
Ve gadiba Allah aleyhim | : gadap, öfke, hiddet, Allah, onlarda, |
ve leane-hum | : rahmetten uzaklaşma, ayrılma, onlar |
Ve eadde lehum cehennem | : vardır, hazırdır, onlar cehennem, cehalet |
Ve saet masiren | : ne kötü, yer, varış yeri, karargâh, o halde olma |
6- Münafık olanlar ve münafıklığa meyledenler, müşrik olanlar ve müşrikliğe meyledenler sıkıntılardadır. Allah hakkındaki zanları, bozuk bir itikadın zannında olmaktır ve o kötü hallerde döner dururlar ve Allah’ı anlama yolunda onlarda hiddetli hâller vardır. Onlar Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşmışlardır. Onlar için cehaletin cehennemi vardır ve bulundukları hâl ne kötüdür.
-7-
وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard ve kânallâhu azîzen hakîmâ
Ve li Allahi cunudu | : Allah’ın, tüm varlık, asker, ordu, güçlü |
El semavat ve al ard | : göklerde ve yerlerde olan |
Ve kane Allah azize | : oldu, Allah’tır, tüm değerlerin niteliklerin sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm varlığa hakim olan, |
7- Göklerde ve yerde olan bütün varlık Allah’ındır ve tüm niteliklerin yüce sahibi, tüm varlığa hâkim olan Allah’tır.
-8-
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiren ve nezîrâ
İnnâ ersel na ke | : doğrusu, açığa çıkma, sunmak, gönderdik, biz, sen |
şahiden | : bildiren, gören, her an her yerde hazır olan, |
Ve mübeşşiren | : müjde, ümit verme, sevindirmek, sevindirici haber |
ve neziren | : uyarıcı, hakikate çağrı yapıp uyaran, |
8- Doğrusu sen; Bizi anlatmak, hakikatlerimize şahit olmak ve ümit vermek ve hakikatlere çağrı yapıp uyarmak için açığa çıktın.
-9-
لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
Li tuminû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûh ve tusebbihûhu bukreten ve asîlâ
Li tuminu bi Allah | : için, iman edin, birlikte, ile, Allah |
ve resuli hi | : resul, hakikati gösteren, o |
Ve tuazzirû hu | : yardım, kuvvetlendirme, özür dileme, hatasını anlama, o |
ve tuvakkıru hu | : saygı, hürmet, özenli, hu, hak, o |
tusebbihû-hu | : tesbih edin, tecellilerini anlamak için gayret gösterin, o |
Bukreten ve asilen | : sabah ve akşam, her zaman, devamlı |
9- Allah’ın sizin ile birlikte olduğuna iman edin ve o resulü anlayın. O’na karşı düştüğünüz hatayı anlayın ve O’na ait olan değerleri anlamada özen gösterin. Sabah ve akşam O’nun tecellilerini anlamak için gayret gösterin.
-10-
إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَن نَّكَثَ فَإِنَّمَا يَنكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا
İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh yedullâhi fevka eydîhim fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ
Ellezine yubâyiûne ke | : biat edenler, uyanlar, el verenler, senin beyan ettiğin |
İnnema yubâyiûne Allâh | : sadece, biat, tâbi olurlar, uymak, bağlılık, Allah |
yedu allâhi | : eli, gücü, Allah |
fevka eydi him | : üzerinde, eli, gücü, onlar |
fe men nekese | : fakat, sonra, kim, bozdu, çiğnemek, nakıs, aşmak, |
fe innema | : bundan sonra, artık, sadece, ancak, |
Yenkusu Alâ nefsihi | : bozar, aşar, zarar, kendi zararına |
ve men evfa | : kim vefa, ahd, sevgiyi sürdürme, bağı koruma |
bima ahede | : şeyler, o şeyler, ahd etti, söz, bağı koruma |
Aleyhe Allâhe | : onu, bunu, o, Allah’a |
Fe se yutî-hi | : böylece, verilir, vardır, sunulur, ulaşır, o, |
ecren azimen | : ecir, karşılık, büyük, yüce |
10- Senin anlattığın hakikatlere uyanlar, sadece Allah’a bağlı olduklarını anlarlar ve kendilerindeki gücün Allah’ın gücü olduğunu bilirler. Bundan sonra kim ahdini bozarsa ancak kendi zararına bozar ve kim ahde uyar, sevgiyle bağı korursa, kendindeki Allah’ın tecellilerini anlar. Böylece o sunulan yüce karşılıklara kavuşur.
-11-
سَيَقُولُ لَكَ الْمُخَلَّفُونَ مِنَ الْأَعْرَابِ شَغَلَتْنَا أَمْوَالُنَا وَأَهْلُونَا فَاسْتَغْفِرْ لَنَا يَقُولُونَ بِأَلْسِنَتِهِم مَّا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ قُلْ فَمَن يَمْلِكُ لَكُم مِّنَ اللَّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ بِكُمْ ضَرًّا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ نَفْعًا بَلْ كَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Se yekûlu lekel muhallefûne minel arâbi şegaletnâ emvâlunâ ve ehlûnâ festagfir lenâ, yekûlûne bi elsinetihim mâ leyse fî kulûbihim kul fe men yemliku lekum minallâhi şeyen in erâde bikum darren ev erâde bikum nefâ bel kânallâhu bi mâ tamelûne habîrâ
se yekûlu leke | : sana diyecekler, derler |
el muhallefune | : geride kalan, muhalif, karşı çıkan, zıt olan, uymayan, |
min el Arâbi | : bedeviler, çölden gelen, kendi bildikleriyle hareket eden |
şegalet na | : oyalanmak, meşgul, aldanmak, biz, |
emvâlu-nâ | : mallar, değer, biz |
ve ehlu na | : aile, arkadaş, ehil olan, sahip olan, kişi, dost, bildik, |
fe istagfir lenâ | : artık, istiğfar et, mağfiret dile, tertemiz olma, bize |
Yekûlûne bi elsineti him | : söylüyorlar, derler, söyledikleri, dilleriyle |
Mâ leyse fi kulubi him | : şey, ne, değil, olmayan, kalplerinin içinde |
Kul fe men yemliku lekum | : anlat, artık, kim, sahip, tanımak, malik olur, sizde, kendi |
min allâhi şeyen | : Allah’tan, bir şey, her şey, |
in erade | : eğer, irade sahibi olan, dilek, diler |
bi-kum darren | : siz, darlık, zarar, müşkil, sıkıntı, |
Ev erada bi-kum | : yada, irade, size, |
nefen | : yarar, fayda, |
bel kane Allah | : bilakis, öyle ki, oldu, dır, Allah |
bima tamelun habir | : yaptığınız şeyler, incelikleriyle sunan, bildiren |
11- Kendi bildikleriyle hareket edip sana karşı çıkanlar derler ki: Biz kendi değerlerimize ve kendi dostlarımıza aldandık. Bundan sonra biz temizlenebilir miyiz? Onların söyledikleri şeyler dillerindedir, kalbleri hakikatleri algılamış değildir. Anlat: Bundan sonra sizden kim kendindeki gücü tanırsa, Allah’ın bütün her şeydeki iradesini anlarsa, kendi müşkillerinden kurtulursa ya da faydalı şeylerde olmak isterse, mağfiret bulur. Öyle ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-12-
بَلْ ظَنَنتُمْ أَن لَّن يَنقَلِبَ الرَّسُولُ وَالْمُؤْمِنُونَ إِلَى أَهْلِيهِمْ أَبَدًا وَزُيِّنَ ذَلِكَ فِي قُلُوبِكُمْ وَظَنَنتُمْ ظَنَّ السَّوْءِ وَكُنتُمْ قَوْمًا بُورًا
Bel zanentum en len yenkaliber resûlu vel mûminûne ilâ ehlîhim ebeden ve zuyyine zâlike fî kulûbikum ve zanentum zannes sevi ve kuntum kavmen bûrâ
Bel zanen tum | : hayır, bilakis, aksine, siz şüphelerde kaldınız |
en len yenkalibe | : asla, açılmaz, açıklamak, gelmez, çevirmez, dönüş, |
el resul | : resul, hakikatleri gösteren, bildiren, irsal, |
ve el müminun | : emin olan, mümin |
İla ehli him ebeden | : ancak, aile, ehil olan, yetkili, dost, ebediyen, sürekli |
ve zuyyine | : süslü, sıfatlar, güzel, huzur |
Zalike fi kulûbi-kum | : işte bu, böyle, sizin kalpleriniz içinde |
ve zanen-tum | : zannetmek, sanmak, siz, |
zanne el sevi | : zan, şüphe de kalan, fenalar, kötü, |
ve kuntum kavmen | : oldunuz, kavim, kişi, kimse, |
buren | : helak, bozulma, yazık etme |
12- Bilakis Resul’ün ve müminlerin sizlere dönmeyeceğini düşündünüz. Ancak onların dostluğu ebediyendir ve onların kalblerinde güzellikler vardır. Kötü zanlarla zanda kalan kişiler ise, kendilerine yazık ederler.
-13-
وَمَن لَّمْ يُؤْمِن بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَعِيرًا
Ve men lem yûmin billâhi ve resûlihî fe innâ atednâ lil kâfirîne saîrâ
ve men lem yumin | : kim, kimse, iman etmez, inanmaz |
Bi Allah | : Allah, Allah ile birlikte, |
ve resuli hi | : resul, hakikati gösteren, o |
Fe inna | : bundan sonra, artık, muhakkak biz, hakikatlerimiz, |
ated na | : hazırdır, vardır, kalır, hazırladık, var ettik, biz, |
li el kâfirîne | : hakikati görmemezlikten gelen, |
saira | : ötekileştirme, sair, öbürü, |
13- Kim Allah ile birlikte olduğuna inanmaz ve o resul’ü anlamazsa, artık o; var ettiğimiz âlemi anlamaktan uzaklaşır, hakikatleri görmemezlikten gelir, ötekileştirmenin cehaletinde kalır.
-14-
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard yagfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâu ve kânallahu gafûren rahîmâ
ve lillâhi mulk | : Allah’ın, mülk, hükümdar, |
el semavat vel ard | : gökler ve yer |
Yagfiru | : bağışlanma, temizlenme, mağfiret, |
li men yeşae | : kimse için, isteyen, ister, |
ve yuazzibu | : azap, zulüm, sıkıntı, cehaletin sıkıntıları, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ve kane Allah gafuren | : Allah, bağışlayandır, mağfiret sahibi, |
rahimen | : varlığı özünden vareden, |
14- Göklerin ve yerin yönetimi Allah’ındır. İsteyen kimse için mağfirete ulaşmak vardır ve isteyen kimse de cehaletin sıkıntılarında kalır. Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-15-
سَيَقُولُ الْمُخَلَّفُونَ إِذَا انطَلَقْتُمْ إِلَى مَغَانِمَ لِتَأْخُذُوهَا ذَرُونَا نَتَّبِعْكُمْ يُرِيدُونَ أَن يُبَدِّلُوا كَلَامَ اللَّهِ قُل لَّن تَتَّبِعُونَا كَذَلِكُمْ قَالَ اللَّهُ مِن قَبْلُ فَسَيَقُولُونَ بَلْ تَحْسُدُونَنَا بَلْ كَانُوا لَا يَفْقَهُونَ إِلَّا قَلِيلًا
Se yekûlul muhallefûne izentalaktum ilâ megânime li tehuzûhâ zerûnâ nettebi kum yurîdûne en yubeddilû kelâmallâh kul len tettebiûnâ kezâlikum kâlallâhu min kabl fe se yekûlûne bel tahsudûnenâ bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ
se-yekûlu | : diyecekler, derler, |
muhallefune | : muhalif, geçmişte kalan, ikilik, geçmiş bilişler, |
İza intalaktum | : olduğunda, ayrılmak, bırakma, terk etme, siz |
ila meganime | : ancak, sadece, bütün nimetler, ganimet, değerler |
li tehuzû-hâ zeru na | : için, almak, sarılmak, tabi olmak, o, izin, bırak, biz |
nettebi kum yuridune | : tabi olmak, uymaz, siz, isteyen, |
En yubeddilu | : değiştiren, başka anlama çeviren, |
kelam Allah | : kelam, kelime, sözler, hakikatler, |
Kul len tettebiû-nâ | : de, anlat, asla, değil, tabi olmak, uymak, biz |
Kezalikum kale | : işte böyle, dedi, buyurdu, |
Allah min kabl | : Allah, daha önce, önceden, |
Fe se yekûlûne bel | : o zaman, fakat, diyecekler, hayır, kabul etmezler |
tahsudûne-nâ | : haset etme, kıskanma, ikilik, |
bel kanu | : bilakis, oldu, dır |
lâ yefkahûne | : idrak etmiyor, düşünüp anlayamıyorlar, |
illa kalilen | : azda olsa |
15- Değerleri anlamayı bırakıp geçmiş cehalet bildiklerinde kalanlar derler ki: Size tâbi olmayı isteriz, bize izin verin o hakikatlere sarılalım. De ki: Allah kelâmının anlamını değiştirenler asla bizim gibi tâbi olamazlar. İşte Allah’ın önceden beri buyurduğu gerçek budur. Fakat Bizi anlayamayıp ikilikte kalanlar, hayır derler kabul etmezler. Bilakis o hâllerde olanların, az da olsa düşünüp anlamaları yoktur
-16-
قُل لِّلْمُخَلَّفِينَ مِنَ الْأَعْرَابِ سَتُدْعَوْنَ إِلَى قَوْمٍ أُوْلِي بَأْسٍ شَدِيدٍ تُقَاتِلُونَهُمْ أَوْ يُسْلِمُونَ فَإِن تُطِيعُوا يُؤْتِكُمُ اللَّهُ أَجْرًا حَسَنًا وَإِن تَتَوَلَّوْا كَمَا تَوَلَّيْتُم مِّن قَبْلُ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Kul lil muhallefîne minel arâbi setud’avne ilâ kavmin ulî be’sin şedîdin tukâtilûnehum ev yuslimûn fe in tutîû yû’tikumullâhu ecren hasenâ ve in tetevellev kemâ tevelleytum min kablu yuazzibkum azâben elîmâ
Kul li muhallefîne | : Anlat, geçmişte kalan, muhalif olanlar için, |
min el arabi | : bedevi, çölden gelen, kendi inançlarında olan |
se-tudavne ila kavmin | : davet edilme, çağrılma, kavim, kişi, insanlar |
uli besin | : tamam, iyi, yaymak, yayılmış, kuşatmış, |
şedid | : daha fazla, güçlü, kuvvetli, |
tukatilune hum | : kavga, savaş, katletme, mücadele, onlar |
Ev yuslimune | : veya, yada, teslim olma, selamet, barış üzere olan |
Fe in tutiu | : daha sonra, uymak, itaat, verir, sunar, |
yûti-kum Allah | : uymak, itaat, verir, sunar, siz, Allah |
ecren hasenen | : ecir, karşılık, güzel karşılık, |
Ve in tetevellev | : eğer dönersiniz, yüz çevirirsiniz |
Kemâ tevelley tum | : gibi, yüz çevirme, kendi bilişlerine dönme, |
min kabl | : daha önce, önceden, |
yuazzibkum | : işkence, azap eden, siz, |
azaben elimen | : azap, sıkıntı, elim, acı |
16- Kendi geçmiş bildiklerinde kalanlara anlat: Hakikatlerin davetine uymak istiyorlarsa, bütün âlemi kuşatmış olan o yüceliği anlamak için daha fazla gayret göstersinler ya da barış üzere olsunlar. Eğer Allah’ın size sunduğu hakikatlere itaat ederseniz güzel karşılıklar bulursunuz. Eğer yüz çevirir, daha önceki kendi bilişlerinize dönerseniz, acı sıkıntılarla sıkıntılarda kalırsınız.
-17-
لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَمَن يَتَوَلَّ يُعَذِّبْهُ عَذَابًا أَلِيمًا
Leyse alel amâ haracun ve lâ alel areci haracun ve lâ alel marîdı harac ve men yutııllahe ve resûlehu yudhılhu cennâtin tecrî min tahtihel enhâr ve men yetevelle yuazzibhu azâben elîmâ
Leyse ala el ama | : değil, âmâ, idrak körlüğü, göremeyen, |
haracun | : zorluk, zorlamak, güçlük, vebal, |
ve la ala areci | : yok, üzerine, aksak, topal, kararsız, |
haracun | : güçlük, zorlamak, vebal, |
Ve la el marıdı | : yok, hasta, marazlı, |
haracun | : güçlük, zor, vebal, zorlamak, |
ve men yutıa Allah | : kim, itaat eder, uyar, Allah’a |
ve resul hu | : resul, hakikati gösteren, o |
yudhil-hu cennatin | : dahil olan, koyar, o, cennet, huzur içinde olur, |
Terci min tahti ha enharu | : vardır, orada altlarında nehirler, akıp giden ilim |
Ve men yetevelle | : kim, yüz çevirir eski cehalet bilişlerine dönerse |
Yuazzib hu azaben elim | : azap, ona, elim, acı, azap, işkence, sıkıntı, |
17- Hakikatleri göremeyenleri zorlamak doğru değildir. Kararsızlık içinde olanları zorlamak doğru değildir. Bir hastalık içinde olanları zorlamak doğru değildir. Kim Allah’a itaat eder ve o resulü anlarsa, o huzur içinde olur. Onun makamında akıp giden bir ilim vardır. Kim yüz çevirir eski cehalet bilişlerine dönerse, o acı sıkıntılarla sıkıntılarda kalır.
-18-
لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحًا قَرِيبًا
Lekad radiyallâhu anil mu’minîne iz yubâyiûneke tahteş şecereti fe alime mâ fî kulûbihim fe enzeles sekînete aleyhim ve esâbehum fethan karîbâ
Lekad radiye Allâh | : andolsun, doğrusu, razı, rıza, Allah |
an el mûminîne | : müminlerden, emin olanlardan |
İz yubâyiûne-ke | : o zaman, biat, bağlılık, tabi olma, uyanlar, sen |
Tahte | : altında, makam, zat, makamın sahibi, her yerin zatı |
el şecereti | : soy, kök, şecere, ağaç, soyun geldiği birlik, asliyet, |
Fe alime | : öyleyse, artık, bilen, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
ma fi kulûbi-him | : şey, ne, değil, kalplerinde, idrak, |
Fe enzele | : böylece, sundu, indirdi, huzur, sakinlik, onlara |
el sekinete aleyhim | : huzur, sakinlik, rahatlık, onlara |
ve esâbe-hum | : isabet, değmek, temas, ilişki, nasip, bağlantı, onlar |
fethan | : açılan, açığa çıkan, her şeyi açığa çıkaran, |
kariben | : yakınlık, yakın olmak, |
18- Doğrusu müminler Allah’ın rızası üzeredirler. Hakikatleri öğrenmek için sana uyanlar, asliyetlerinin geldiği O zatı bilirler. Artık onlar kalblerinde taşıdıkları şeyi bilirler. Böylece onlar huzura kavuşurlar ve onlar her şeyi açığa çıkarana yakınlığı anlarlar.
-19-
وَمَغَانِمَ كَثِيرَةً يَأْخُذُونَهَا وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Ve megânime kesîreten yehuzûnehâ ve kânallâhu azîzen hakîmâ
Ve megânime | : ganimet, değerler, nimet, kazanım, sıfatlar, varlık, |
kesireten | : çokluk, kesret âlemi, |
yehuzûne-hâ | : alan, saran, götürmek, çekmek, o, |
Ve kane Allah | : oldu, Allah |
azizen hakim | : tüm değerlerin yüce sahibi, hâkim olan |
19- Kesret âlemini tecellileri ile saranı, oradaki değerleri ve tüm değerlerin yüce sahibini, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu anlarlar.
-20-
وَعَدَكُمُ اللَّهُ مَغَانِمَ كَثِيرَةً تَأْخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ هَذِهِ وَكَفَّ أَيْدِيَ النَّاسِ عَنكُمْ وَلِتَكُونَ آيَةً لِّلْمُؤْمِنِينَ وَيَهْدِيَكُمْ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Vaadekumullâhu megânime kesîreten tehuzûnehâ fe accele lekum hâzihî ve keffe eydiyen nâsi ankum ve li tekûne âyeten lil muminîne ve yehdiyekum sırâtan mustekîmâ
Vaade kum Allâhu | : vaad, söz, gerçek, tecelli, açığa çıkardı, size, Allah |
meganim | : kazanımlar, ganimet, değerler, nimet |
Kesîreten | : çok, pek çok, kesret alemi, |
tehuzune ha | : alırsınız, saran, kavrayın, anlayın, çekmek, o, |
Fe acele | : böylece, acele, çabuk, hemen, ivedilik, etti, |
Lekum hazihi | : size, kendinizdeki, işte bu, bu, o, |
Ve keffe | : tutmak, çekmek, hareket, yeterli, eller, |
eydiye | : güç, eller, |
en nas an kum | : insanlar, halk, sizden, |
Ve li tekune ayeten | : olmanız için, delil, işaret, iz, |
li el müminin | : müminler için, müminlerden, emin olanlar, |
Ve yehdiye-kum | : yol gösterir, kılavuz, ulaştıran, siz, |
sıratın mustekim | : dosdoğru hakikatin yolu |
20- Allah sizi tüm değerleriyle açığa çıkardı. Kendinizdeki ve kesret âlemindeki değerleri, ivedilikle anlamaya gayret edin ve insanları hareket ettiren gücü tanıyın. Tüm bunlar müminlerden olmanız için delillerdir ve size dosdoğru hakikatin yolunu gösterir.
-21-
وَأُخْرَى لَمْ تَقْدِرُوا عَلَيْهَا قَدْ أَحَاطَ اللَّهُ بِهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا
Ve uhrâ lem takdirû aleyhâ kad ehâtallâhu bihâ ve kânallâhu alâ kulli şeyin kadîrâ
Ve uhrâ lem | : diğer, son, başka, değil, |
takdiru aleyha | : takdir, ölçü, değer, lüzum, bu, o, ona, onlar |
Kad ehata Allahu bi ha | : oldu, ihata, kavrayış, kuşatan, Allah, ile, onu, onları |
Ve kâne Allah | : oldu, dır, Allah |
ala kulli şeyin kadir | : bütün her şeydeki kudret |
21- Allah bütün her şeyi ihata edendir, bütün her şey O’nun takdirinden başka bir şey değildir ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-22-
وَلَوْ قَاتَلَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوَلَّوُا الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
Ve lev kâtelekumullezîne keferû le vellevûl edbâre summe lâ yecidûne velîyyen ve lâ nasîrâ
Ve lev kâtele-kum | : eğer sizinle mücadele, savaş, kavga |
Ellezîne keferu | : onlar ki, onlar, hakikati görmemezlikten gelenler |
le velev edbare | : mutlaka dönerler, geriye kendi bilişlerine |
Summe lâ yecidûne | : sonra, bulamazlar |
Velîyyen ve la nasiren | : veli, dost ve yardımcıları da yoktur |
22- Hakikati görmemezlikten gelenler, eğer sizinle hakikatler ile ilgili bir mücadeleye girseler, mutlaka geriye kendi cehalet bilişlerine dönerler. Sonra da bir dost bulamazlar ve bir yardımcıları da yoktur.
-23-
سُنَّةَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلُ وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا
Sunnetellâhilletî kad halet min kabl ve len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ
Sunnete Allah | : sünnet, kanun, yol, işleyiş, işleyiş yasaları |
Elleti kad | : ki o oldu, olan, |
halet min kablu | : gelip geçen, daha önce, geçmişten geleceğe |
Ve len tecide | : asla bulamazsın |
Li sunneti Allah | : sünnet, kanun, yol, işleyiş, işleyiş yasaları |
tebdilen | : değişme, yaratma inceliği, değişiklik |
23- Allah’ın varlıktaki işleyiş yasaları geçmişten geleceğe devam eder gider ve Allah’ın varlıktaki işleyiş yasalarında asla bir değişiklik bulamazsınız.
-24-
وَهُوَ الَّذِي كَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ عَنْهُم بِبَطْنِ مَكَّةَ مِن بَعْدِ أَنْ أَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا
Ve huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bi batni mekkete min badi en azferekum aleyhim ve kânallâhu bi mâ tamelûne basîrâ
ve huvellezi keffe | : o ki, o kimseler, çekti, tutmak, yeten, yetişen, kafi, |
eydiye hum ankum | : elleri, gücü, yönleri, hareket, onlar, sizden, her şey |
ve eydiye-kum | : elleriniz, gücünüz, hareket, sizin tevhide yönelmeniz |
Anhum bi batni | : onlar, batın, iç alem, göbek, bağ, akraba, soy, nesil, |
mekkete min badi | : şehir, ev, medeniyet, yer, kutsal, uzak, sonra, |
en azfere-kum aleyhim | : zafer, başarmak, siz, muzaffer kılması, onların üzerine |
ve kâne Allah bima tamelun | : oldu, dır, Allah, yaptığınız şeylerin, amel, çalışma, |
basiran | : gösteren, basiret, iç ve dıştaki incelikleri gösteren. |
24- Ki O’dur sizlerdeki, onlardaki gücün sahibi. Siz, hakikatleri görmemezlikten gelenlerden farklı olarak iç âlemin hakikatlerini ararsınız. Sonra da siz, o yerde o hallerde olanlara karşı hakikatleri anlamada başarılı olursunuz. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
-25-
هُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَالْهَدْيَ مَعْكُوفًا أَن يَبْلُغَ مَحِلَّهُ وَلَوْلَا رِجَالٌ مُّؤْمِنُونَ وَنِسَاء مُّؤْمِنَاتٌ لَّمْ تَعْلَمُوهُمْ أَن تَطَؤُوهُمْ فَتُصِيبَكُم مِّنْهُم مَّعَرَّةٌ بِغَيْرِ عِلْمٍ لِيُدْخِلَ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ مَن يَشَاء لَوْ تَزَيَّلُوا لَعَذَّبْنَا الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Humullezîne keferû ve saddûkum anil mescidil harâmi vel hedye makûfen en yebluga mahıllehu ve lev lâ ricâlun muminûne ve nisâun mûminâtun lem talemûhum en tetaûhum fe tusîbekum minhum maarratun bi gayri ilm li yudhılallâhu fî rahmetihî men yeşâu lev tezeyyelû le azzebnellezîne keferû minhum azâben elîmâ
Hum ellezine keferu | : onlar, hakikati görmemezlikten gelen kimseler |
ve saddu kum | : yüz çevirme, hakikatlerden yüz çevirme, mâni olma, siz |
anil mescidil harâmi | : kutsal olan teslim olma, kutsal olana yönelmek, |
ve el hedye | : hediye, armağan, sunulan, varlığını sunmak, |
makufen | : itikâf, değişim içinde, bekletilen, hapsedilen, |
en yebluga mahille hu | : ulaşmak için, değiştirilen, bulunduğu yer |
Ve lev la ricalun | : eğer olmasaydı, ileri gelen, kâmil kişiler, er kişi, |
müminune | : emin olanlar, müminler |
ve nisâun | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın, |
müminatun | : müminlik yolunda olan |
lem talemû-hum | : değil, öğreten, ilmi bilmeden, onlar |
en tetaû-hum | : helâk, yok etme, sıkıntı, ego, benlik, onlar, |
fe tusibe kum | : artık, isabet, değme, kalmak, temas, bırakma, siz |
minhum maarratun | : onlara, hastalık, bela, sıkıntı, müşkil, zahmet |
bi gayri ilmin | : başka, olmaksızın, olmayan, değil, ilim, |
li yudhıle allâh | : için, içerde, dahil olmak, Allah |
fî rahmeti-hî | : rahmetinin içine, rahmetine, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
Lev tezeyyelû | : ise, eğer, şayet, varsa, olursa, ayrılığa düşmek, ikilik |
le azzeb na | : elbette, mutlaka, azap, sıkıntı, bizi, |
Ellezine keferu minhum | : o kimseler, hakikati görmemezlikten gelenler, onlardan |
Azaben elim | : azap, sıkıntı, elim, acı, |
25- Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler, kutsal olana teslimiyet içinde olmaktan ve onların anlayışlarını değiştirmek için sunduğunuz hakikatlerden yüz çevirirler. Eğer müminlerden kâmil kimseler olmasaydı; bir benlik içinde olanlara, hakikatlerden bir şey bilmeyenlere, nefsini tanıma yolunda olanlara, müminlik yolunda olanlara kim yol gösterecekti. Sizlerden bir ilim içinde olmayanlar çeşitli müşkillerde kalır. Allah’ın rahmetini anlamak isteyen kimse onu kendi içinde bulur. Bizi anlayamayıp, ikilikte kalan kimse ise elbette sıkıntılarda kalır. Hakikatleri görmemezlikten gelen kimselere acı sıkıntılar vardır.
-26-
إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
İz cealellezîne keferû fî kulûbihimul hamiyyete hamiyyetel câhiliyyeti fe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve alel mûminîne ve elzemehum kelimetet takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şeyin alîmâ
İz ceale ellezine keferu | : yapar, taşır, edindi, hakikati görmemezlikten gelen |
fî kulûbi-him | : kalplerinde, |
el hamiyete | : sahip çıkma, şiddetli öfke, gayret, kızmak |
hamiyyete el câhiliyyeti | : cahillik duygusu, cahiliyet taassubu, bağnazlık, |
fe enzele Allahu | : böylece, indirdi, verdi, sundu, |
sekinete hu | : sakinlik, huzur, sükun, rahatlık o |
Ala resûli-hi | : üzerine, onda, resul, o hakikatleri anlatan |
ve ala müminine | : üzerine, için, müminler, emin olanlar |
ve elzem hum | : elzem, vazgeçilmez, onlar, |
kelimet takva | : kelimeler, takva, fenalardan sakınan |
ve kânû ehakka biha | : oldu, hak üzere, hakikat, doğru, gerçek, ona, onda |
ve ehle ha | : ehil, layık, dost, arkadaş, o |
ve kâne Allah bikulli şey | : oldu, Allah, bütün her şey, |
26- Hakikatleri görmemezlikten gelenler; kalblerinde cehalet taassubu, şiddet ve öfke hâllerini taşırlar. O hakikatleri anlatanda ve müminlerde ise Allah’ın sunduğu huzura kavuşmak vardır ve onlar hakikatlerin sözlerinden vazgeçmezler, fenalardan sakınırlar ve o hakikatlere layık olurlar ve bütün her şeydeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilirler.
-27-
لَقَدْ صَدَقَ اللَّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِن شَاء اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُوسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِن دُونِ ذَلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا
Lekad sadakallâhu resûlehur ruyâ bil hakk le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu âminîne muhallikîne ruûsekum ve mukassırîne lâ tehâfûn fe alime mâ lem talemû fe ceale min dûni zâlike fethan karîbâ
Lekad | : andolsun ki, gerçek olan şu ki, doğrusu, |
sadaka Allah | : gerçek, dosdoğru, sadık, kendini gösteren, Allah, |
resule hu | : resul, hakikati gösteren, |
el ruya | : rüya, vizyon, hakikat görüşü, ileri görüş, |
bi el hakkı | : hak, hakikat, gerçek, doğru olan, |
le tedhulunne | : gireceksiniz, bulunacaksınız, dahil olma, |
mescidel harem | : kutsal olana teslim olmak |
in şâe Allâh eminine | : eğer, istek, dilek, Allah, güvenli, emin olarak |
muhallikine ruuse kum | : temizlenme, tıraş, başlarınız, anlayışlarınız |
ve mukassirîne | : gafil, dikkatsiz, yapmayıp çekinen, |
la tehafune | : korkmadan |
Fe alime | : böylece, ilim sahibi, bilen, |
ma lem talemu | : şey, bilmediğiniz, |
Fe ceale min duni zalike | : böylece, kıldı, yaptı, bundan başka |
Fethan | : açığa çıkaran, kapalı olanların açılması |
kariban | : yakındır, yakınlık, |
27- Andolsun ki gerçek olan Allah’tır. O resul’ün doğru görüşü sayesinde elbette hakikatleri anlayacak, kutsal olana teslim olacaksınız. Akıllarınız temizlenecek ve korkmadan, gaflete düşmeden, her şeyin sahibinin Allah olduğundan emin olacaksınız. Böylece bilmediklerinizi bileceksiniz. Böylece tüm her şeyi açığa çıkarana yakınlığı anlayacaksınız.
-28-
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu aled dîni kullih ve kefâ billâhi şehîdâ
huve ellezî ersele | : o ki, gönderdi, sundu, açığa çıktı, |
Resul hu bi huda | : Resul, kılavuz, rehber, yol gösterme, |
ve dini el hakkı | : din, hakikat, doğru olan |
Li yuzhire-hu | : için, zahir, izhar etmek, ilan etmek, açıklama, o |
Alâ dini kulli hi | : üstüne, bütün dinlerin üzerine |
ve kefa bi Allah | : kafi, yeterli, ihtiyaç bırakmayan, Allah, |
şehida | : her an her yerde hazır olan |
28- Ki o Resul; hakikatleri açıklayıp yol göstermek ve bütün dinlerin üzerine dinin hakikatinin ne olduğunu açıklamak için açığa çıktı. Her yerde her an hazır olan Allah, hakikati anlamanız için yeter.
-29-
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
Muhammedun resûlullâh vellezîne meahû eşiddâu alel kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd zâlike meseluhum fît tevrât ve meseluhum fîl incîl ke zer’in ahrece şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa li yagîza bihimul kuffâr vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfireten ve ecren azîmâ
Muhammedun resulu Allah | : Muhammed, hakikatleri gösteren, resul, Allah |
ve ellezine mea hu | : onunla beraber olanlar, birlikte, o |
eşiddau ala el kuffar | : güçlü, daha fazla, hakikatleri örtme hali, inkâr |
Ruhamâu beyne hum | : merhametli, sevgiyle hareket eden, aralarında, |
Tera hum | : görürsün, onlar, |
rukkean | : rukü, nitelik, sıfatları, |
succeden | : tüm varlığıyla teslim olmak, vücudundan geçmek, |
Yebtegûne | : isterler, arzular, |
fadlen min Allah | : Allah’ın lütufları, |
ve rıdvanen | : rıza, memnunluk, hoşnutluk |
Sima hum | : alametleri, nişan, simaları, onlar |
fî vucûhi-him | : yüzleri, gerçeği, |
min eseru sucud | : eser, izler, işaret, teslim olan, secde, |
Zâlike meselu hum | : işte bu, misal, benzer, örnek, eş, vasıf, |
fi el tevrati | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
Ve meselu-hum | : onların örneği, durumu, misali, vasıf, |
fi el incili | : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh, |
Ke zerin ahrece şate hu | : gibi, durum, ekin çıkardı, onun filizi |
Fe âzere-hu | : onu kuvvetlendirdi, |
fe istağlaze | : sonra gelişme, kalınlaşma |
Fe istevâ ala sukı hi | : yükseldi, kendi gövdesi üzerine, |
yucibu el zurra | : hoşuna gider, hoşnut, memnun, çiftçiler |
li yagiza bi him | : rağmen, öfke, inat için, onunla, |
el kuffar | : hakikati görmemezlikten gelen, örten, |
vaada allâh | : vaat, söz, gerçek, Allah, |
ellezine amenu | : iman edenle kimseler, inananlar, |
Ve amilû es sâlihâti | : salih amel, dosdoğru hak yolunda çalışan |
minhum magfirete | : onlardan mağfiret, af, temizlenme, |
ve ecr azim | : ecir, karşılık, büyük, yüce, |
29- Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar hakikatleri inkâr edenlere karşı daha güçlüdürler. Onlar sevgiyle hareket ederler. Onları görürsün ki, onlar hep sıfatların ve vücudun sahibini bilip teslimiyet içinde olurlar. Onlar Allah’ın lütuflarını isterler. Onlar hoşnutluk üzeredirler. Onların teslimiyet işaretleri yüzlerindeki huzurun alametleridir. İşte onların durumu; yasalar üzere olmak, huzur veren bilgiler üzere olmaktır. Onların durumu; ekilenden filizin çıkması, daha sonra onun gelişip kuvvetlendirilmesi, sonra kendi gövdesi üzerine yükselmesi ve bu durumdan hoşlanan çiftçilerin durumu gibidir. Hakikati görmemezlikten gelenler ise bir öfke içindedirler. İman eden kimseler Allah’ın hakikatleri üzeredirler. Salih amellerde olanlara mağfiret vardır ve yüce karşılıklar vardır.