FURKAN SURESİ

 

-1-

تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا

Tebârekellezî nezzelel furkâne alâ abdihî li yekûne lil âlemîne nezîrâ

Tebareke : mübarek, bereket, kutsal, zatıyla yüce olan,
Ellezi nezzele : ki o, indirdi, sundu, geldi,
furkane : fark, ayırmak, seçmek, hak ile batılı ayıran, şuurlu,
alâ abdi-hi : kuluna, kulunun üzerinde, o
li yelune : olması için, anlaması için,
li el alemine : âlemlere, topluluklar, kimseler, varlık, kimseler,
neziren : uyarıcı, hakikatlere çağrı yapmak

 

1- O, tüm varlığı Zatıyla tutandır. Kuluna hakk ile batılı fark etmesi için şuuru sunandır. Bütün toplulukların hakikatler üzere olması için hakikatlere çağrı yapandır.

 

-2-

الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا

Ellezî lehu mulkus semâvâti vel ardı ve lem yettehız veleden ve lem yekûn lehu şerîkun fîl mulki ve halaka kulle şeyin fe kadderahu takdîrâ

Ellezi lehu mulku : ki o, mülk onundur, sahip, hükümran, yöneten,
el semavati ve el ard : semalar, gökler ve yer, yeryüzü
ve lem yettehız veleden : edinmedi, çocuk, evlat
ve lem yekûn lehu şerik : olmadı, onun, ortak
fî el mulki : mülkünde, sahip,
ve halaka kule şeyin : yarattı, halketti, var etti, bütün her şeyi, bütün varlık
Fe kaddera-hu takdir : sonra, ölçü, nizam, düzen, takdir etti, onu, ölçüyle, değer

 

2- O, gökleri ve yeri yönetendir. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı olmaz. Bütün varlığı varedendir. İşte O, bütün düzeni bir ölçü ile varedendir.

 

-3-

 وَاتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّا يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُورًا

Vettehazû min dûnihî âliheten lâ yahlukûne şeyen ve hum yuhlekûne ve lâ yemlikûne li enfusihim darran ve lâ nef’an ve lâ yemlikûne mevten ve lâ hayâten ve lâ nuşûrâ

ve ittehazu : edindiler, sarıldılar,
min dunihi alihet : ondan başka, ilahlar,
la yahluk şey : yaratmaz, var etmez, bir şey,
ve hum yuhlekun : onlar, yaratılmış
ve la yemlikune : malik değiller, sahip,
li enfusi him : nefis, kendileri için,
daran : oda, yurt, yer, koruyacak yer,
ve la nefan : yok, fayda sağlamak, yarar,
Ve la yemlikune mevten : yok, malik, sahip, idraksiz, ölü, nutfe,
ve la hayaten : yok, yaşam, hayat,
ve la nuşuren : yok, diriliş, yayma, ortaya çıkarma

 

3- Hiçbir şey yaratamayan ve kendileri de yaratılmış olan ve hiçbir şeye sahip olmayan, onların kendilerine ne koruyuculuğu olan, ne de fayda sağlayan ve bir nutfe bile halketmeye malik olmayan ve hayat veremeyen ve bir şey ortaya koyamayan, O’ndan başka ilahlar edindiler.

 

-4-

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ وَأَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ آخَرُونَ فَقَدْ جَاؤُوا ظُلْمًا وَزُورًا

Ve kâlellezîne keferû in hâzâ illâ ifkunifterâhu ve eânehu aleyhi kavmun âharûn fe kad câû zulmen ve zûrâ

ve kâle ellezine keferu : dedi, hakikatleri görmemezlikten gelen
İn haza illa ifkun : eğer, bu, ancak, sadece, yalanlar,
iftera hu : iftira, uydurma,
ve eane hu aleyhi : yardım etti, ona, onun üzerine
Kavum aharûne : kavim, kimse, topluluk, insanlar, başkaları, diğerleri
Fe kad cau zulm : böylece, geldi, yaptılar, zulüm, haksızlık,
ve zuran : batıl, yanlış, hatalı, aslı olmayan

 

4- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler dediler ki: Bu ancak onun uydurduğu yalanlardır ve bu konuda ona başka kimselerden yardım edilmiştir. Böylece onlar haksızlık yaptılar ve yanlış şeyler içinde kaldılar.

 

-5-

وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا

Ve kâlû esâtîrul evvelînektetebehâ fe hiye tumlâ aleyhi bukreten ve asîlâ

ve kalu esatire el evvelin : dediler, masal, efsane, eserler, evvelki, önceki
iktetebe-ha : onu yazdırdı, abone, devamlı giden, sürekli alan
Fe hiye tumla aleyhi : böylece, o, okunan, söyleyerek hafızasına alan, dikte, ona
Bukreten ve asilen : sabah ve akşam

 

5- Sabah, akşam o birilerine gidiyor ve ona sürekli olarak anlatılıyor, öncekilerin efsaneleri dikte ettiriliyor, dediler.

 

-6-

قُلْ أَنزَلَهُ الَّذِي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا

Kul enzelehullezî yalemus sırre fîs semâvâti vel ard innehu kâne gafûran rahîmâ

Kul enzele hu ellezi : anlat, de, o indirdi, sundu, ortaya, açığa çıkaran,
Ellezi yalemu : ki o, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, bilen,
el sırre : sır, gizli, gizem, bilinmeyen, açığa çıkmamış,
Fi el semavat ve el ardı : içinde, ne varsa, göklerde ve yer, yeryüzü
inne-hu kane gafur : muhakkak o, oldu, mağfiret eden, temizleyen
rahim : rahim olan, varlığı özünden vareden

 

6- Anlat: Göklerde ve yerde bilinmeyen ne varsa, onlardaki ilmin sahibi O’dur. O her şeyi açığa çıkarandır. Muhakkak ki O mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.

 

-7-

وَقَالُوا مَالِ هَذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْشِي فِي الْأَسْوَاقِ لَوْلَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذِيرًا

Ve kâlû mâli hâzer resûli yekulit taâme ve yemşî fîl esvâk lev lâ unzile ileyhi melekun fe yekûne meahu nezîrâ

ve kalu ma li haza el resul : dediler, ne, nasıl, şey, bu resul,
Yekuli el taam : yiyor, besleniyor, yemek
ve yemşi fi el esvak : yürür, çarşılarda, pazar
Levla unzile ileyhi : olmaz mıydı, indirilen, ona,
melek : melek, güç, kuvve,
Fe yekune : böylece, olur,
mea hu nezir : onunla beraber, uyaran, hakikatler çağrı yapan,

 

7- Dediler ki: Bu nasıl bir Resul? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi ya, böylece onunla beraber hakikatlere çağrı yapıp uyarsaydı olmaz mıydı?

 

-8-

أَوْ يُلْقَى إِلَيْهِ كَنزٌ أَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَأْكُلُ مِنْهَا وَقَالَ الظَّالِمُونَ إِن تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَّسْحُورًا

Ev yulkâ ileyhi kenzun ev tekûnu lehu cennetun yekulu minhâ ve kâlez zâlimûne in tettebiûne illâ raculen meshûrâ

Ev yulka ileyhi kenzun : yada, atar, verir, ona bir hazine, değer,
Ev tekune lehu cennetin : yada, olur, ona, cennet, bahçe, huzur
Yekulu min ha : yer, besleneceği, yararlanacağı, ondan
Ve kale el zalimune : dediler, zalimler, zulmedenler, kötülük, haksızlık yapan,
in tettebiûne : tabi oluyorsunuz
İllâ raculen : ancak, sadece, adamlar, kişi,
meshuren : büyülenmiş

 

8- Ya da ona bir hazine verilseydi, ya da devamlı oradan besleneceği cenneti. İşte zalim olanlar, siz ancak büyülenmiş bir kişiye tâbi oluyorsunuz, dediler.

 

-9-

  انظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْأَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطِيعُونَ سَبِيلًا

Unzur keyfe darabû lekel emsâle fe dallû fe lâ yestetîûne sebîlâ

Unzur keyfe darbu : bak gör, nasıl, örnek, misal, çarpıcı, gösterme, verme
Leke el emsale : sana, misaller, örnekler
Fe dallu : artık, böylece, sapmak, hakikatlerden kendi anlayışına
Fe la yestetune : artık, muktedir olamazlar, anlayamazlar,
sebil : hakkın yoluna,

 

9- Bak gör, sana nasıl misaller veriyorlar. İşte onlar hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlardır. Artık onlar o halleriyle hakkın yolunu anlayamazlar.

 

-10-

تَبَارَكَ الَّذِي إِن شَاء جَعَلَ لَكَ خَيْرًا مِّن ذَلِكَ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَيَجْعَل لَّكَ قُصُورًا

Tebârekellezî in şâe ceale leke hayren min zâlike cennâtin tecrî min tahtihel enhâru ve yecal leke kusûrâ

Tebareke ellezi : mübarek, kutsal, yücedir ki o, zatıyla yüce olan,
İn şea ceale : istek, gönüllü, kıldı, yaptı,
leke hayr : size, sizin için, hayır, iyilik
min zalike cennet terci : bundan, buna karşı, cennet, vardır, akar
min tahti-ha el enhar : taht, kapsam, makam, onun altından, nehir, ilim,
ve yecal leke : kılar, yapar, sunar, size, sana
leke kasre : saray, yücelik, rahatlık, ferahlık

 

10- O tüm varlığı Zatıyla tutandır. Eğer siz hayırlarda olmak için istekli olursanız, buna karşılık size huzur vardır, makamlarınızda ilim vardır ve size ferahlıklar sunulur.

 

-11-

بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ وَأَعْتَدْنَا لِمَن كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعِيرًا

Bel kezzebû bis sâati ve atednâ li men kezzebe bis sâati saîrâ

Bel kezzebu : hayır, fakat, yalanlar, yalanlayanlar,
bi el saat : zaman, vakit, her zaman, geçip giden,
ve ated na : vermek, vardır, hazır, sunduk, biz,
li men kezzebe : kim, kimse, yalanlarda kalan, yalanlayan
bi el saati : vakit, zaman, her zaman,
saira : ötekileştirmek, başkası, öbürü görme, diğeri,

 

11- Fakat her zaman yalanlarda kalanlar ve sunduğumuz hakikatleri yalanlayan kimseler ise, her zaman ötekileştirmenin cehaletinde kalırlar.

 

-12-

إِذَا رَأَتْهُم مِّن مَّكَانٍ بَعِيدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَفِيرًا

İzâ raethum min mekânin baîdin semiû lehâ tegayyuzan ve zefîrâ

İza raet hum : olduğu zaman, gördü, onlar, görürsün,
min mekan : mekân, bulundukları yer, kalınan yer,
Baidin semiu leha : uzak, işitme, onu, hakikatleri işitmek
Tegayyuzan : öfke, hiddet hali,
ve zefiran : uğultulu, kükreme, sinirli hal, bağırma, sıkıntılı, kavgalı

 

12- Bulundukları yerlerde, öfkeli, kavgalı hâllerde olanların hakikatleri işitmekten uzak olduklarını görürsün.

 

-13-

وَإِذَا أُلْقُوا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُقَرَّنِينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُورًا

Ve izâ ulkû minhâ mekânen dayyıkan mukarrenîne deav hunâlike subûrâ

ve iza ulku minha : olduğunda, atılma, orada kalma, oradan,
mekan dayk : mekan, bulundukları yer, dar, kendi yerleri,
Mukarrenine : yakınlık, yakınlaştırılmış, hakikatin idrakinde olan
deav : davet, çağırma
hunalik subur : orada, yok olma, bozgunculuk, yıkım, tahrip,

 

13- Onları bulundukları kendi yerlerinden, yakınlığı anlamaları için davet etsen de, orada bozgunculuk içinde kalırlar.

 

-14-

 لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَثِيرًا

Lâ tedûl yevme subûran vâhıden vedû subûran kesîrâ

la tedû el yevm : yok, davet, çağırmak, kabul etmek, vakit, zaman,
subur : yıkım, yok olma, bozguncu,
vahid : bir olan, tek olan,
ve udu : davet edin, çağırın,
subur kesir : helak, yok olma, bozguncu, tahrip, çok,

 

14- Bozguncuları her zaman bir olana davet etsen de kabul etmezler. Bozgunculuk içinde olsalar da yine de çokça davet edin.

 

-15-

قُلْ أَذَلِكَ خَيْرٌ أَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاء وَمَصِيرًا

Kul e zâlike hayrun em cennetul huldilletî vuidel muttekûn kânet lehum cezâen ve masîrâ

Kul e zalike hayrun : anlat, de, işte bu, bumu, hayırlı, iyi olan
Em cennetu : yoksa, cennet, huzur, bahçe,
huldi elleti : ebedi, devamlı, ki o, yer olan
Vuide : vaad,
el muttekûne : fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan
Kânet lehum cezae : oldu, onlar, karşılık,
ve masir : dönüş yeri, makam, karargâh, devamlı kalınacak yer

 

15- De ki: Bu sizin hâlleriniz mi daha hayırlı, yoksa fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlara vaad edilen, onlara karşılık olarak verilen ve makamlarında devamlı kalacakları yer olan huzur mu?

 

-16-

لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاؤُونَ خَالِدِينَ كَانَ عَلَى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْؤُولًا

Lehum fîhâ mâ yeşâûne hâlidîn kâne alâ rabbike vaden mesûlâ

Lehum fi ha ma yeşaun : onlar için, orada, istedikleri şeyler, değil, istek,
Halidine kane : ebedî, devamlı, oldu, olan,
ala rabbike : rabbine karşı,
Vaden mesulen : vaat, söz, yerine getirilme, sorumlu, istenen

 

16- Onların orada istedikleri şey hakikatlerdir. Rabbine karşı sorumluluğunu yerine getirenler, devamlı hakikatler üzere hareket ederler.

 

-17-

وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ أَأَنتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلَاء أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ

Ve yevme yahşuruhum ve mâ yabudûne min dûnillâhi fe yekûlu e entum adleltum ibâdî hâulâi em hum dallûs sebîl

ve yevme yahşuru hum : gün, vakit, toplanma, bir araya gelme, birlik, onlar
Ve ma yabudun duni Allah : tapıyorlar, başka, Allah
Fe yekûlu e entum : böylece, diyecek, derler, bildirilir, siz mi?
adleltum : saptırdınız, dalalet, hakikatlerden sapmak
İbadi hâulâi : kullarım, bunlar, şunlar
Em hum dallu : yoksa, onlar, sapma, hakikatlerin dışına çıkma, dalalet
el sebil : hak yolu, hakikatin sunulduğu yol,

 

17- Onlar her zaman birlik içindedirler. Fakat Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere kulluk edenlere: Kullarımı siz mi hakikatlerin dışına saptırdınız yoksa onlar mı hakkın yolunu bırakıp kendi anlayışlarına saptılar, diye bildirilir.

 

-18-

قَالُوا سُبْحَانَكَ مَا كَانَ يَنبَغِي لَنَا أَن نَّتَّخِذَ مِن دُونِكَ مِنْ أَوْلِيَاء وَلَكِن مَّتَّعْتَهُمْ وَآبَاءهُمْ حَتَّى نَسُوا الذِّكْرَ وَكَانُوا قَوْمًا بُورًا

Kâlû subhâneke mâ kâne yenbegî lenâ en nettehıze min dûnike min evliyâe ve lâkin metta’tehum ve âbâehum hattâ nesûz zikre ve kânû kavmen bûra

Kâlû subhane ke : dediler, sen noksan sıfattan münezzehsin
mâ kâne yenbegi lena : olmadı, olmaz, uygun, yakışmaz, bize
en nettehıze : edinmemiz
min dûni ke min evliya : senden başka, dostluk,
ve lâkin mettate hum : lâkin, fakat, metalanma, fayda, çıkar, onlar
ve âbâe-hum : onların ataları,
Hatta nesu : hatta, unuttular,
el zikra : zikir, anmak, anlamak, hakikati anmak,
ve kanu kavmen buren : oldular, kavim, kötülük, fenalar, helak

 

18- Derler ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, senden başka dost edinmemiz bize yakışmaz. Lâkin onlar ve onların ataları bir çıkar peşinde koştular, hatta hakikatleri anmayı unuttular ve fenalarda kalan kavim oldular.

 

-19-

فَقَدْ كَذَّبُوكُم بِمَا تَقُولُونَ فَمَا تَسْتَطِيعُونَ صَرْفًا وَلَا نَصْرًا وَمَن يَظْلِم مِّنكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبِيرًا

Fe kad kezzebûkum bimâ tekûlûne fe mâ testetîûne sarfan ve lâ nasrâ ve men yazlım minkum nuzıkhu azâben kebîrâ

fe kad kezzebu kum : böylece, işte, oldu, olmuştu, yalanlar, siz
Bima tekûlûne : söylediğinizden dolayı
Fe mâ testetîûne sarfan : artık, gücünüz yetmez, başarıya ulaşamaz, uzaklaştırma
ve lâ nasran : yardım olmaz, yardım bulamazlar
ve men yazlım min kum : kim, zulüm, zalimlik, haksızlık, kötülük, sizler
nuzık-hu : tatma, his, karışıklık, o halde kalır
azaben kebir : sıkıntı, azap, büyük

 

19- İşte söyledikleri yalanlardan dolayı böyle oldular. Bundan sonra bir başarıya ulaşamazlar ve yardım bulamazlar. Sizlerden kim, birine haksızlık ederse, o büyük bir azabın içinde kalır.

 

-20-

وَما أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً أَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا

Ve mâ erselnâ kableke minel murselîne illâ innehum le yekulûnet taâme ve yemşûne fîl esvâkı ve cealnâ badakum li ba’dın fitneten e tasbirûn ve kâne rabbuke basîrâ

ve mâ ersel nâ : şey, değil, irsal etme, açığa çıkma, gönderme, biz,
kable ke : senden önce,
min el murselîne illa : resullerden, ancak, başka, vardır
İnnehum le yekulun el taam : onlar, yerler, beslenirler, yemek,
ve yemşune fi el esvaki : yürürler, çarşı, pazar
ve cealnâ : kıldık, yaptık, sunduk,
badakum li badın : bazınızı bazınıza, birbirinize, sizlere
Fitneten : imtihan, gerçeği arama, deneme, düşünme, sınama
e tasbirûne : sabretmek,
ve kâne rabbu ke : oldu, rabbin,
basiren : içteki dıştaki işleyişin sırrı

 

20- Senden önce de Bizi anlatanlar açığa çıkmasın ki, onlar yemek yememiş olsun, çarşılarda gezmemiş olsun. Sunduğumuz hakikatlerle gerçeği arama konusunda birbirinize yardım edin ve sabırlı olun. Rabbin hakikatleri anlamanız için basiret verendir.

 

-21-

وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءنَا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْنَا الْمَلَائِكَةُ أَوْ نَرَى رَبَّنَا لَقَدِ اسْتَكْبَرُوا فِي أَنفُسِهِمْ وَعَتَوْ عُتُوًّا كَبِيرًا

Ve kâlellezîne lâ yercûne likâenâ lev lâ unzile aleynel melâiketu ev nerâ rabbenâ lekad istekberû fî enfusihim ve atev utuvven kebîrâ

ve kâle ellezine : dedi, o kimseler,
la yercun : yok, ümit, bekleme, isteme, arzu, yalvarma, rucu,
likae-na : Tevhid, kavuşma, birleşme, yüz, görüşme, anlama, biz,
lev lâ unzile aleyna : olsaydı, indirilme, sunulma, gelme, bize
el melâiketu : melekler, her varlıktaki güç,
Ev nera rabbe na : veya, görseydik, rabbimizi
Lekad istekberû : doğrusu, kibirlendiler, büyüklendiler, gurur
Fi enfusi-him : içinde, kendileri, nefsleri, onlar,
ve atev ateve : haddi aşma, kibir, saygısız, taşkın, gurur, küstah,
kebir : büyüklük, benlik,

 

21- Bizi anlamayı arzu etmeyen o kimseler dediler ki: Bize melekler gelmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik. Doğrusu onlar kendilerine benlik isnat edip kibirlendiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.

 

-22-

يَوْمَ يَرَوْنَ الْمَلَائِكَةَ لَا بُشْرَى يَوْمَئِذٍ لِّلْمُجْرِمِينَ وَيَقُولُونَ حِجْرًا مَّحْجُورًا

Yevme yerevnel melâikete lâ buşrâ yevme izin lil mucrimîne ve yekûlûne hicran mahcûrâ

Yevme yerevne : gün, vakit, görmek, anlamak, görüp anlamak,
el melaiket : melek, her varlıktaki güç
lâ buşrâ : yok, müjde, sevinme, bilgiye ulaşma, mutluluk
yevme izin : o vakit, zaman, her zaman, her an, yetkili,
li el mucrimîne : fenalarda kalanlar, mücrimler için, suçlular için
ve yekûlûne hicran : derler, ayrılık, uzaklaşma, yasak,
mahcur : yasak etmek, men edilen, haram, uzak durulan,

 

22- Fenalarda kalanların hiçbir zaman hakikatlerle sevinmesi yoktur. Melekler dediği şeylerin hakikatini hiçbir zaman görüp anlamaları yoktur. Bu durumu anlayanlar; hakikatleri anlamaktan uzaklaşmışız, ayrılıkta kalmışız, derler.

 

-23-

وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُورًا

Ve kadimnâ ilâ mâ amilû min amelin fe cealnâhu hebâen mensûrâ

ve kadim nâ : ulaşan, varan, önümüzde, eskiden beri, dost, biz
ila ma amilu : değil, çalışma, işleyiş
min amelin : amellerden, işleyiş, bir çalışma, gayret,
Fe cealna hu : işte, kıldık, yaptık, sunduk, o, o hakikatler,
hebaen : boş, toz, nafile, beyhude, akılsız, faydasız
mensur : dağınık, savrulmuş, yardım görmüş, muzaffer, başarı

 

23- Biz hakikatlere ulaşmak için bir gayretle çalışmamışız, derler. İşte onlar, o sunduğumuz hakikatleri anlamada akılsızlık ettiler.

 

-24-

 أَصْحَابُ الْجَنَّةِ يَوْمَئِذٍ خَيْرٌ مُّسْتَقَرًّا وَأَحْسَنُ مَقِيلًا

Ashâbul cenneti yevme izin hayrun mustekarran ve ahsenu makîlâ

ashâbu el cenneti : cennet ehli, huzur sahipleri,
yevm izin : vakit, zaman, her zaman
Hayrun : hayırlı, iyi, güzel çalışmalarda olan, yararlı,
mustekarran : kararlı olan, kalınacak yer, istikrar, sağlam
ve ahsenu : güzel, iyi olan, iyi şeyler,
makil : bulundukları yer, huzur veren, rahatlık

 

24- Huzur sahipleri; her zaman yararlı çalışmalarda istikrarlı olanlardır, güzel şeyler yapıp rahatlık verenlerdir.

 

-25-

وَيَوْمَ تَشَقَّقُ السَّمَاء بِالْغَمَامِ وَنُزِّلَ الْمَلَائِكَةُ تَنزِيلًا

Ve yevme teşakkakus semâu bil gamâmi ve nuzzilel melâiketu tenzîlâ

ve yevme teşakka : gün, vakit, açılma, yarılır, ayrılır, yayılır
el semau : ulvi âlem, sema, gökyüzü,
bi el gamâmi : bembeyaz, nur hali, bulutlar ile
ve nuzzile : indirildi, sunuldu, geldi,
el melaiket : melek, kuvveler, her varlıktaki kuvve,
tenzil : bölüm bölüm iniş, sunulan, açığa çıkarılan

 

25- Ulvi Âlem’den nur her an yayılır ve her varlıktaki kuvvelerle hakikatler her an açığa çıkarılır.

 

-26-

 الْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمَنِ وَكَانَ يَوْمًا عَلَى الْكَافِرِينَ عَسِيرًا

El mulku yevmeizinil hakku lir rahmân ve kâne yevmen alel kâfirîne asîrâ

el mulku : hükümdar, mülkün sahibi, varlığı idare den,
yevme izin : vakit, gün, an, zaman, her an yetkili olan,
El hakk : gerçek, hak, hakikat,
li le rahmân : rahmetiyle saran, her varlığı nuruyla saran,
ve kâne yevmen : oldu, vakit, zaman,
alâ el kâfirîne : hakikatleri görmemezlikten gelip örten,
asiran : zor, müşkil, acı, ağır,

 

26- Varlığın hükümdarı; her an her şeyde yetkili olandır, gerçektir, her varlığı nuruyla sarandır. İşte bu hakikatleri görmemezlikten gelenler her zaman müşkil haller içindedirler.

 

-27-

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا

Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ

ve yevme : gün, vakit, zaman, an, her an,
yead : pişmanlık, adetler, öfkelenme,
el zalim : zalimler,
ala yedey-hi : hakkında, şey, için, ellerini, yönelme, güçleri, o
yekulu : söyler, der,
yâ leyte-ni ittehazu : keşke ben, edinmek, sarılmak,
Mea el resul : beraber, birlikte, resul, hakikati gösteren,
sebil : hak yolu, hakikat yolu, hakikatler,

 

27- Zalimler o yöneldikleri şeyler için pişman oldukları vakit şöyle derler: Keşke ben hakikatleri gösteren ile beraber hakkın yoluna sarılsaydım.

 

-28-

يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا

Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ

yâ veyletâ leyte ni : yazıklar olsun, keşke ben
lem ettehız : edinmeseydim, sarılmasaydım,
fulanen halil : bazı kişiler, samimi, dost, dost olan kişiler

 

28- Yazıklar olsun bana, keşke ben bazı kişileri dost edinmeseydim.

 

-29-

لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا

Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ

Lekad edalle ni : doğrusu, beni saptırdı,
an el zikr : zikirden, hakikatler anmaktan,
Bade iz câe-nî : sonra, bana gelen, geldiğinde,
ve kâne el şeytan : oldu, olur, şeytan
li el insâni : insandan,
haz la : hayal kırıklığı, çaresiz bırakan, duygusuz, hissiyatsız

 

29- Doğrusu bana gelenler hakikatleri anmaktan beni saptırdılar. İşte; duygusuz, hissiyatsız insandan şeytan olur.

 

-30-

وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا

Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kurâne mehcûra

ve kâle el resul : dedi, resul, hakikati gösteren,
ya rabb : ey rabbim
İnne kavm ittehazû : kavmim, sarılmak, edinmek, incelemek, anlamak,
Hâzâ el kuran : bu, okunan şey, incelenen, varlık kitabı, kâinat kitabı,
mehcuran : terk edilmiş, ayrılık, ikilik, uzaklaşmış, bırakmak,

 

30- Resul dedi ki: Ey Rabbim! Kavmim bu varlık kitabını okumayı, anlamayı terk etti.

 

-31-

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا مِّنَ الْمُجْرِمِينَ وَكَفَى بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَصِيرًا

Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven minel mucrimîn ve kefâ bi rabbike hâdiyen ve nasîrâ

ve kezâlike cealna li kulli : işte, kıldık, sunduk, hepsi için
Nebiyyin : haberci, nebi, hakikatleri bildiren,
Aduvven : düşman, fenalık yapan, kötülük yapan,
min el mucrimîn : fenalarda kalanlar, günahkâr, mücrimlerden
Ve kefa bi rabbi-ke : kâfi, yeterli, Rabb, sen,
Hâdiyen : yol gösteren, hidayete erdiren
ve nasiran : yardımcı olan

 

31- Düşmanlık içinde olanlara, fenalarda kalanların bütün hepsine, hakikatleri bildirenlerle hakikatleri sunduk. Rabbin yol göstermede ve yardım etmede kâfidir.

 

-32-

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذَلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهِ فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتِيلًا

Ve kâlellezîne keferû lev lâ nuzzile aleyhil kurânu, cumleten vâhideh kezâlike li nusebbite bihî fuâdeke ve rettelnâhu tertîlâ

ve kâle ellezine keferu : derler, hakikatleri görmeyip örtenler
lev la nuzul : olsaydı, sunulsaydı, indirilseydi,
aleyhi el kuran : onun, ona, okuduğu şeyler, kuran,
Cumleten vahideten : toplu olarak, bütün olarak, bir defeda, tek
Kezalike li nusebbite : işte, sabitlemek, yerleşmek, sindirmek,
bihî fuad ke : onu, o hakikatleri, senin idrakin, anlayışın,
ve rettelnâ-hu : onu beyan ettik, uygun, yavaş okuma
tertilen : yavaş yavaş, kısım kısım, satır satır,

 

32- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler dediler ki: Ona okunan şeylerin hepsi bir defada sunulsaydı olmaz mıydı? İşte o hakikatleri; senin anlaman için, gönlüne yerleşmesi için, uygun bir şekilde yavaş yavaş sunduk.

 

-33-

وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ إِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَأَحْسَنَ تَفْسِيرًا

Ve lâ ye’tûneke bi meselin illâ cinâke bil hakkı ve ahsene tefsîrâ

ve lâ yetûne-ke : gelmedi, gelip sormak, sormasınlar ki?
bi mesel : misal, örnek, gibi, mesele,
İlla cina-ke : ancak, vardır, başka, sana getirdik, sunduk,
bi el hakk : hakikat, doğru, gerçek,
ve ahsene tefsir : güzelce açıklama

33- Sana hakikatler hakkında bir mesele sormasınlar ki, tüm hakikatleriyle ve güzel bir açıklama halinde sana sunmuş olmayalım.

 

-34-

الَّذِينَ يُحْشَرُونَ عَلَى وُجُوهِهِمْ إِلَى جَهَنَّمَ أُوْلَئِكَ شَرٌّ مَّكَانًا وَأَضَلُّ سَبِيلًا

Ellezîne yuhşerûne alâ vucûhihim ilâ cehenneme ulâike şerrun mekânen ve edallu sebîlâ

Ellezine yuhşerun : onlar, toplanma, birlik, ortaya çıkma,
ala vucûhi-him : meyletmek, o yöne dönmek, yüzleri üzerine, yönlerini,
ila cehennem : cehennem, derin kuyu, cehaletin yakıp yıkıcılığı
Ulaike şer : işte onlar, kötülük, şer,
mekanen : mekan, yer, bulundukları yer,
ve edallu sebilen : dalalet, hak yolu

 

34- Cehenneme meyletme hâlinde ortaya çıkan o kimseler, işte onlar bulundukları yerde kötülüktedirler ve hakkın yolundan sapmışlardır.

 

-35-

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَا مَعَهُ أَخَاهُ هَارُونَ وَزِيرًا

Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe ve cealnâ meahû ehâhu hârûne vezîrâ

ve lekad ateyna : andolsun, verdik, sunduk,
Musa el kitab : Musa, kitap, varlık kitabı, ilahi sözler,
ve cealnâ mea hu : kıldık, yaptık, sunduk, beraber, birlikte, o
Eha hu Harune vezir : kardeşi Harun, vezir, yardımcı

 

35- Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı ve kardeşi Harun’u onunla birlikte olması için yardımcı kıldık.

 

-36-

 فَقُلْنَا اذْهَبَا إِلَى الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَدَمَّرْنَاهُمْ تَدْمِيرًا

Fe kulnazhebâ ilel kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ fe demmernâhum tedmîrâ

Fe kul na : böylece, sonra, dedik, bildirdik,
ezheba ile el kavm : gitmek, gidin, yol almak, kavim,
ellezîne kezzebû : onlar, o kimseler, yalanlayanlar,
bi ayati na : ayetlerimiz, delil, işaret,
Fe demmerna hum : körelme, uzaklaşma, dumura uğramak, biz, onlar,
tedmir : imha, zararlı, yıkıcı

 

36- Sonra da hakikatleri bildirmek için kavminize gidin, onlar ayetlerimizi yalanladılar, onlar zararlı hallerde kaldılar, Bizi anlamaktan uzaklaştılar, diye bildirdik.

 

-37-

 وَقَوْمَ نُوحٍ لَّمَّا كَذَّبُوا الرُّسُلَ أَغْرَقْنَاهُمْ وَجَعَلْنَاهُمْ لِلنَّاسِ آيَةً وَأَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ عَذَابًا أَلِيمًا

Ve kavme nûhın lemmâ kezzebûr rusule agraknâhum ve cealnâhum lin nâsi âyeh ve atednâ liz zâlimîne azâben elîmâ

ve kavm Nuh : Nuh kavmi,
kezzeb el resul  : yalanlama, resul, hakikati gösteren,
Agrak nâ hum : boğulmak, batmak, gark, kaybolmak, biz, onlar
ve cealnâ-hum : kıldık, yaptık, bıraktık,
li el nas ayet : insanlar, ayet, delil
ve ated na li el zalim : hazır, vardır, biz, hakikatlerimiz, zalim,
azab elim : azap, acı, sıkıntı,

 

37- Nuh’un kavmi de Resulleri yalanlamıştı. Onlarda Bizi anlayamayıp kendi cehaletlerinde boğulup gittiler. Onların misallerini insanlar için bir işaret olarak bıraktık. Bizi anlayamayıp zalimlikler içinde olanlara acı sıkıntılar vardır.

 

-38-

 وَعَادًا وَثَمُودَ وَأَصْحَابَ الرَّسِّ وَقُرُونًا بَيْنَ ذَلِكَ كَثِيرًا

Ve âden ve semûdâ ve ashâber ressi ve kurûnen beyne zâlike kesîrâ

ve âden ve semud : Ad ve semud
ve ashâbe er ressi : Ashab, Ress, kuyu sahipleri
Ve kurun : nesil,
beyne zâlike kesir : işte bunlar gibi birçok

 

38- Ad ve Semud ve Ashabı Ress ve bunlar gibi birçok nesiller de Bizi anlayamayıp yok olup gittiler.

 

-39-

وَكُلًّا ضَرَبْنَا لَهُ الْأَمْثَالَ وَكُلًّا تَبَّرْنَا تَتْبِيرًا

Ve kullen darabnâ lehul emsâle ve kullen tebbernâ tetbîrâ

ve kulen darabna : hepsi, örnek, misal, vurgu, örnek sunduk,
lehu el emsal : ona, misal, emsal
ve kullen tebberna tetbir : hepsi, büyüklük, bize, mahvolmak, yazık etmek,

 

39- Hepsinin misallerini örnek olarak sunduk ve Bize karşı büyüklük içinde kalanların hepsi kendilerine yazık ettiler.

 

-40-

وَلَقَدْ أَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّتِي أُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِ أَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَا بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُورًا

Ve lekad atev alel karyetilletî umtırat mataras sev e fe lem yekûnû yerevnehâ bel kânû lâ yercûne nuşûrâ

ve lekad atev : andolsun, doğrusu, geldi, hareket eden,
ala el karyet : ülke, köy, belde, buluşma,
Elletî umtırat matara : ki o, yağmur, bir araya gelme, toplanma,
el sev : fenalık, kötülük,
efe lem yekunu yerevneha : öyle olmadı mı, onu görürler,
Bel kanu la yercun : hayır, ne yazık, oldu, yok, ümit, dileme, bekleme, amaç
nuşur : yayılma, diriliş, varlığı diri tutan.

 

40- Doğrusu kötülük hâlleriyle hareket edenler, bir şekilde bir arada buluşurlar. O hâlde olanlar ne yaparlarsa onu görmezler mi? Ne yazık ki onların tüm varlığı diri tutanı anlamak için bir amaçları yoktur.

 

-41-

   وَإِذَا رَأَوْكَ إِن يَتَّخِذُونَكَ إِلَّا هُزُوًا أَهَذَا الَّذِي بَعَثَ اللَّهُ رَسُولًا

Ve iza reavke in yettehızûneke illâ huzuvâ e hâzellezî beasallâhu resûlâ

ve iza reav ke : seni gördüklerinde
İn yettehızûne ke : edinirler, sarılma, o halde kalmak, sen,
illa huzuve : alay etmek
E hâzâ ellezi : bu mu? ki o, kimse,
beas : gönderdi, ortaya çıkardı, açığa çıkma,
Allah resul : Allah, resul,

 

41- Seni gördükleri zaman seninle alay ederler, Allah’ın resul’ü olarak açığa çıkan bu mu derler.

 

-42-

إِن كَادَ لَيُضِلُّنَا عَنْ آلِهَتِنَا لَوْلَا أَن صَبَرْنَا عَلَيْهَا وَسَوْفَ يَعْلَمُونَ حِينَ يَرَوْنَ الْعَذَابَ مَنْ أَضَلُّ سَبِيلًا

İn kâde le yudıllunâ an âlihetinâ lev lâ en sabernâ aleyhâ ve sevfe yalemûne hîne yerevnel azâbe men edallu sebîlâ

İn kade : eğer, ise, az kalsın, olacaktı,
le yudıllu na : elbette, saptıracak, bizi
an âliheti-nâ : ilâhlarımızdan
Lev la saberna aleyhâ : olmasaydı, sabır, ona
ve sevfe yalemûne : olacak, bilmek, bilecekler
Hîne yerevne : zaman, o vakit, her zaman, görürler, kalırlar,
el azab : azap, sıkıntı,
Men edallu sebil : kim, dalalet, sapma, hakikatlerden sapma,  hak yolu

 

42- Eğer ona sabredip dinlemeye kalksaydık, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı, derler. Hakk yolundan sapan kimseler her zaman sıkıntılarda kalırlar.

 

-43-

أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا

E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ

e raeyte : gördün mü, anladın mı?
men ittehaze : kim, kimse, edinen, sarılan
ilâhe-hu : ilah, o,
heva hu : heva, ego içinde, kendi çıkarında, haktan düşmek
e fe ente tekune : öyleyse, sen, değilsin,
aleyhi vekil : ona, vekil, yetkili, bakan,

 

43- Hevâsını ilah edinen kimseyi gördün değil mi? Artık sen ona vekil olabilir misin?

 

-44-

أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا

Em tahsebu enne ekserehum yesmeûne ev yakılûn in hum illâ kel en’âmi bel hum edallu sebîlâ

Em tehsebu enne : yoksa, sen sanıyorsun
eksere-hum yesmeun : onların çoğu, işitiyorlar
Ev yakılûne : yada, akıl ediyorlar
İn hum illa ke : eğer, onlar, ancak, var, sadece, gibi,
el enam : hayvanlar, hareketli olan, nimetler,
Bel hum edallu sebil : fakat, hatta, hayır, onlar, sapmak, hak yolundan, yol,

 

44- Sen onların çoğunu duyup işitiyor ya da akıl ediyor mu sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidirler, hatta onlar gittikleri yolu da bilmezler.

 

-45-

أَلَمْ تَرَ إِلَى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّ وَلَوْ شَاء لَجَعَلَهُ سَاكِنًا ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَلِيلًا

E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zıll ve lev şâe le cealehu sâkinâ summe cealneş şemse aleyhi delîlâ

e lem tere : görmedin mi, anlamadın değil mi?
ila rabb ke : rabbini, seni vücudlandıran,
Keyfe medde el zılle : nasıl, uzattı, eklenti, gölge
ve lev şâe : eğer, istemek, ,
le ceale hu sakin : elbette, düzenleme, kılma, yapma, onu, sakin, sabit
Summe cealna el şems : sonra, biz kıldık, yaptık, güneş,
Aleyhi delil : ona delil

 

45- Seni vücudlandıranı anladın değil mi? Gölgenin nasıl uzayıp gittiğini gördün ve isteseydik elbette onu sabit kılardık, sonra onun delili olan güneşi düzenleyen Biziz.

 

– 46-

ثُمَّ قَبَضْنَاهُ إِلَيْنَا قَبْضًا يَسِيرًا

Summe kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ

Summe kabad na hu : sonra, çektik, yakalamak, yaklaştırmak, tasarruf, onu,
İleyna kabdan yesir : bizim, temellük, tasarruf ona ait, kolay

 

46- Sonra o Bizim tasarrufumuzdadır, bizim tasarrufumuzda kolayca hareket eder.

 

-47-

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِبَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُورًا

Ve huvellezî ceale lekumul leyle libâsen ven nevme subâten ve cealen nehâre nuşûrâ

ve huve ellezi ceale lekum : o, ki o, kıldı, yaptı, size
el leyle : gece, karanlık, gaflet,
libas : elbise, örtü, suret,
Ve en nevme subaten : uyku, dinlenme
ve ceale el nehar : kıldı, yaptı, düzenledi, gündüz, dirilme, ortaya çıkış
nuşure : yayılıp çalışma, dirilme, ortaya çıkış

 

47- Geceyi size bir örtü gibi düzenleyen ki O’dur ve onda uyur dinlenirsiniz ve gündüzü de yayılıp çalışma zamanı olarak düzenleyendir

 

-48-

 وَهُوَ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء طَهُورًا

Ve huvellezî erseler riyâha buşren beyne yedey rahmetih ve enzelnâ mines semâi mâen tahûrâ

ve huve ellezi ersele : ki o dur, gönderdi, sundu, açığa çıkardı,
el riyaha : rüzgâr, esip giden,
Buşr beyne yedey : müjde, hissiyat, sevinme, önünüzde,
rahmet hi : rahmet,
Ve enzelna mines semâi : indirdik, sunduk, semadan, gökten
Mâen tahuran : su, tertemiz

 

48- Ki O’dur rüzgârı açığa çıkaran, rahmetiyle size hissettiren ve gökten tertemiz suyu indiren.

 

-49-

لِنُحْيِيَ بِهِ بَلْدَةً مَّيْتًا وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَا أَنْعَامًا وَأَنَاسِيَّ كَثِيرًا

Li nuhyiye bihî beldeten meyten ve nuskıyehu mimmâ halaknâ enâmen ve enâsiyye kesîrâ

Li nuhyiye bihi : için, hayat veren, canlandırırız,
Beldeten meyten : beldeler, ölü
ve nuskıye-hu mimma : sistemik, onu sularız, içmek,
Halakna : halkettik, yarattık,
enâmen : tüm varlık, hayvanlar
ve enâsiyye kesir : insanlar, çok, bol, tüm varlık,

 

49- Onunla ölü beldeleri canlandırırız ve onunla insanları ve hayvanları, halkettiğimiz tüm varlığı sularız.

 

-50-

 وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُوا فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا

Ve lekad sarrafnâhu beynehum li yezzekkerû fe ebâ ekserun nâsi illâ kufûrâ

ve lekad sarraf na hu : doğrusu, değişik, ayrıntılı açıklama, paylaşma, biz, o
Beyne hum : onlar aralarında,
li yezzekkerü : tezekkür etmeleri için, ulaştıkları hakikatlerle bakmaları
Fe eba ekser el nas : artık, direnme, inat, ısrar, böylece, çoğu, insanlar
İlla kafir : ancak, sadece, hakikatleri örtüyorlar

 

50- Doğrusu hakikatleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık. Onlar aralarında varlığın var oluşunu araştırsınlar, ulaştığı hakikatlerle bu âleme baksınlar diye. Fakat insanların çoğu hakikatleri görmemezlikten gelmede ısrar ediyorlar.

 

-51-

وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذِيرًا

Ve lev şinâ le beasnâ fî kulli karyetin nezîrâ

ve lev şina : eğer, şayet, istek, dilek, bizi
le beasna : gönderme, açığa çıkma, diri olan, biz,
Fi kulli karyet : hepsi için, belde, köy, bulundukları yer,
nezir : uyarıcı, hakikatleri açıklayıp uyaran, gösteren,

 

51- Eğer isteselerdi, Bizi anlarlardı, elbette tüm varlığın Bizden açığa çıktığını bilirlerdi, bütün beldelerde hakikatleri gösteren uyarıcıları görürlerdi.

 

-52-

فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُم بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا

Fe lâ tutııl kâfirîne ve câhidhum bihî cihâden kebîrâ

Fe la tutia : bundan sonra, itaat yok, uyma, takip etme,
el kafirin : hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenlere
ve cahid-hum : onlarla mücadele et, cihad, gayret, mücadele,
Bihî cihaden kebir : onunla, bununla, mücadele, büyük, yüce

 

52- Bundan sonra hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere itaat etme. Onlarla hakikatler için mücadele et, hakikatler için yapılan mücadele yücedir.

 

-53-

وَهُوَ الَّذِي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخًا وَحِجْرًا مَّحْجُورًا

Ve huvellezî meracel bahreyni hâzâ azbun furâtun ve hâzâ milhun ucâc ve ceale beynehumâ berzehan ve hıcran mahcûrâ

ve huve ellezi : ki o, o,
merace el bahreyn : serbest bıraktı, salıveren, yükselme, iki deniz
Haza azbun furâtun : bu, lezzetli, tatlı
ve hâzâ milhun ucacun : bu, tuzlu, acı
ve ceale beyne huma : kıldı, yaptı, aralarında,
berzah : engel, hudud, perde, berzah,
ve hıcran mahcuren : ayrılık, engelleyerek, mani olarak, karantina

 

53- O, iki denizi salıverendir. Biri tatlı doyurucu ve biri tuzlu acı. Aralarına berzah koyan ve geçişi engelleyendir.

 

-54-

وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ مِنَ الْمَاء بَشَرًا فَجَعَلَهُ نَسَبًا وَصِهْرًا وَكَانَ رَبُّكَ قَدِيرًا

Ve huvellezî halaka minel mâi beşeren fe cealehû neseben ve sıhrâ ve kâne rabbuke kadîrâ

ve huve ellezi halaka : ki o, yaratan, halkeden,
Min el mai beşeren : bir damla sudan, beşer, insan
Fe ceale hu neseben : onu, kıldı, düzenledi, akrabalık, soy bağı
ve sıhran : birbirine karışma, hısımlık, erime, döküm, birleşme,
ve kâne rabbuke kadir : oldu, rabbin, vücudlandıran, kudret, güç,

 

54- O, bir damla sudan beşer halkedendir. Sonra da ondan birbirine karıştırıp neseb düzenleyendir ve kudretiyle vücudlandırandır.

 

-55-

  وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْ وَكَانَ الْكَافِرُ عَلَى رَبِّهِ ظَهِيرًا

Ve yabudûne min dûnillâhi mâ lâ yenfeuhum ve lâ yadurruhum, ve kânel kâfiru alâ rabbihî zahîrâ

ve yabudun min duni Allah : kulluk ediyorlar, tapıyorlar, Allah’tan başka
Ma la yenfeu-hum : değil, onlar fayda vermez
ve la yadurru-hum : koruyuculuğu olmayan, zarar vermez
ve kâne el kafir : oldu, hakikatleri görmeyip örtenler
alâ rabbi-hî zahiran : kendi Rabbine, açıkça, zahir olan,

 

55- Onlara bir faydası olmayan ve koruyuculuğu da olmayan, Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylere kulluk edenler, apaçık meydanda olan Rabbinin hakikatlerini görmemezlikten geldiler.

 

-56-

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا

Ve mâ erselnâke illâ mubeşşiren ve nezîrâ

ve mâ erselnâ ke : değil, göndermek, yerine getirmek, açığa çıkarmak, biz, sen,
İllâ mubeşşir : başka, sadece, müjde, ümit, sevindirmek,
ve nezir : hakikatleri açıklayıp uyarmak,

 

56- Seni, ümit vermek ve hakikatleri açıklayıp uyarmaktan başka bir şey için göndermedik.

 

-57-

قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِلَّا مَن شَاء أَن يَتَّخِذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلًا

Kul mâ eselukum aleyhi min ecrin illâ men şâe en yettehıze ilâ rabbihî sebîlâ

Kul ma eselekum aleyhi : anlat, sizden beklemiyorum, bunlara karşı
min ecrin : bir ecir, ücret, karşılık
İllâ men şea : sadece, kim isterse,
en yettehıze : sığınma, edinme, anlama,
ila rabbi hi sebil : ancak, Rabbine, hakk yolu, yol bulma

 

57- De ki: Ben sizden bunlar için bir karşılık beklemiyorum. Sadece Rabbinin hakikatlerini anlamak isteyen kimseye yol gösteriyorum.

 

-58-

وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا

Ve tevekkel alel hayyillezî lâ yemûtu ve sebbih bi hamdih ve kefâ bihî bi zunûbi ibâdihî habîrâ

ve tevekkel : tevekkül et, tüm varlığınla teslim ol,
ala el hayy : sadece, ancak, Hay sahibi, diri olana
Ellezi lâ yemûtu : ölümsüz, sonsuz olan
ve sebbih : tesbih, fiili sıfat zatının tecellilerini,
bi hamdi-hi : tüm niteliklerin sahibi, o, hamd ile onu
ve kefâ bihi : kâfidir, yeterlidir, hakikatlerin cevabı, ona,
bi zunubi : günah, fenalar
ibâdi-hi habir : kulları, o, bildiren, haber

 

58- Diri olana, sonsuz olana, tüm varlığınla teslim ol. Tüm niteliklerin sahibinin O olduğunu bil. Fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak et ve fenalarından geç. Aradığınız soruların cevabı için O yeterlidir. O, kullarından her an hakikatleri bildirendir.

 

-59-

الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا

Ellezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşir rahmânu fesel bihî habîrâ

Ellezi halaka : halkedendir, vareden,
El semavat ve el ard : gökler ve yer
ve ma beynehuma : onlarda olan her şey
Fi sitteti : Sedat, doğruluk içinde, noksansız, intizam, hatasız,
eyyamin : hayırlı, güzel, temiz, günler,
summe isteva : sonra, istiva etti, düzenledi, kuşattı, saran,
ala el arşi : bütün her yer, bütün kâinat,
el rahmân : Rahman, rahmet, nuruyla saran,
Fe esel bihi : artık, işte, sormak, öğrenmek isteyen, o hakikatleri,
habir : bildiren, haber veren,

 

59- O, gökleri ve yeri ve onlarda olan bütün her şeyi, bir intizam, bir güzellik içinde halkedendir. Sonra kâinattaki her şeyi nuruyla sarandır. İşte sorup arayanlara, hakikatleri tüm varlıktan her an bildirendir.

 

-60-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمَنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمَنُ أَنَسْجُدُ لِمَا تَأْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُورًا

Ve izâ kîle lehumuscudû lir rahmâni kâlû ve mer rahmânu e nescudu li mâ temurunâ ve zâdehum nufûrâ

ve iza kile lehum : olduğunda, dendiğinde, onlara
esecede : teslim olun, secde
li el rahmani : Rahman, tüm varlığı nuruyla saran,
Kalu ve ma el rahman : dediler, Rahman nedir
e nescudu : secde mi edelim, teslim mi olalım?
Li ma temuru-na : bize emrettiğin şey, söylemek, işleyişini bilmiyoruz
ve zade hum : eklendi, ilave, arttırdı, daha da, onlar
nufur : nefret, kaçınma, isteksiz

 

60- Onlara, Rahman’a her şeyinizle teslim olun denildiği zaman, dediler ki: Rahman da nedir? Biz işleyişini bilmediğimiz şey için mi teslim olalım? Onlar daha da kaçındılar.

 

-61-

تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاء بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُّنِيرًا

Tebârekellezî ceale fîs semâi burûcen ve ceale fîhâ sirâcen ve kameren munîrâ

Tebâreke : mübarek, yüce olan, kutsal, zatıyla yüce olan,
ellezi ceale : ki o, yaptı, kıldı, eyledi, düzenledi,
fî es semâi burucen : semada, gökte, burçlar, yüce olan makam, nitelik
ve ceale fiha : kıldı, düzenledi
siracen : aydınlık, ışıyan, ışık veren, nur
ve kameren munir : ay, aydınlığı yansıtan

 

61- O, tüm varlığı Zatıyla tutandır. Semada burçları düzenleyendir ve oradan ışık veren ve aydan ışığı yansıtandır.

 

-62-

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ خِلْفَةً لِّمَنْ أَرَادَ أَن يَذَّكَّرَ أَوْ أَرَادَ شُكُورًا

Ve huvellezî cealel leyle ven nehâre hılfeten li men erâde en yezzekkere ev erâde şukûrâ

ve huve ellezi celae : ki o, yapan, kılan, düzenleyen,
El leyl ve en nehâre : gece ve gündüz,
hılfeten : birbirini takip eden, halef, ardılı
Li men erade : için, kim, istedi, arzu etti,
en yezekker : zikir, tezekkür, anlamak,
Ev erade şukur : ya da, veya, isterse, şükür, teslim etme

 

62- O, geceyi ve gündüzü birbirini takip eder bir şekilde düzenleyendir. Varoluşu anlamak isteyen kimseler için ya da varlığının sahibini bilip teslim etmek isteyenler için, onlarda dersler vardır.

 

-63-

وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

Ve ibâdur rahmânillezîne yemşûne alel ardı hevnen ve izâ hâtabehumul câhilûne kâlû selâmâ

ve abadu : kullar, kulluk,
el rahman ellezin : rahman, tüm varlıktan haktır yansıyan, onlar
Yemşun ela el ardı : yürürler, yeryüzünde,
hevnen : tevazulu, mütevazı, sevgi ile
Ve iza hatabe-hum : onlara hitap ettiğinde, seslenme
el câhilûne : cahiller, bilmeyenler,
kalu selamen : dediler, esenlik, selamet, barış sizinle olsun derler

 

63- Tüm varlıktan Hakk’tır yansıyan şuurunda olup kulluğunu anlayanlar, yeryüzünde tevazulu bir hâlde yürürler ve cahillikte olanlar onlara seslendikleri zaman, selametle kalın, derler.

 

-64-

وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا

Vellezîne yebîtûne li rabbihim succeden ve kıyâmâ

ve ellezine : o kimseler, kulluğunu anlayanlar,
yebitun : gece, cehalet, evleri, bütün zaman, bulunduklar yer,
li rabb him : rabbi için, onları vücudlandıran,
Secede : teslimiyet, teslim olma, her şeyinden geçmek,
ve kıyamen : kıyam, dirilik, doğru, sabit, tüm varlığı tutan

 

64- O kimseler cehaletin karanlığından geçip, tüm zamanlarını kendilerini vücudlandırana bir teslimiyet içinde ve tüm varlığı diri tutanın O olduğu şuurunda geçirirler.

 

-65-

وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ إِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا

Vellezîne yekûlûne rabbenasrif annâ azâbe cehenneme inne azâbehâ kâne garâmâ

ve ellezine yekulune rabb na : onlar, derler, rabbimiz
asrif an-nâ azab : bizden çevir, uzaklaştır, azap,
cehennem : derin kuyu, cehaletin cehennemi,
İnne azab ha : muhakkak, azap, o
kane garamen : sıkıntı veren, helak, mahvettiren

 

65- O kimseler derler ki: Rabbimiz! Cehalet cehenneminin azabından bizi uzaklaştır. Doğrusu o hâl kendini mahvettiren bir azaptır.

 

-66-

إِنَّهَا سَاءتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا

İnnehâ sâet mustekarren ve mukâmâ

inne-hâ saet : doğrusu, o, kötü, zor,
mustekarran : karargâh, karar kılınan yer, oda, o halde olmak
ve mukâmen : ikamet edilen yer, yerleşim, makam, tapınak,

 

66- Doğrusu o cehalet hâlleriyle hareket etmek ne kötüdür.

 

-67-

وَالَّذِينَ إِذَا أَنفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذَلِكَ قَوَامًا

Vellezîne izâ enfekû lem yusrifû ve lem yakturû ve kâne beyne zâlike kavâmâ

ve ellezîne iza enfeku : onlar, infak ettiklerinde, sahibine teslim etmek
Lem yusrif : israf etmezler, lüzumsuz yere harcama, lüzümsuz
ve lem yakturu : kısmazlar, dengesizlik, cimri, eksik, pay çıkarma,
ve kâne beyne : oldu, arasında,
zalike kavam : bu, yer, dayanak noktası, temel, hakka göre

 

67- Onlar kendilerine bahşedilen nimetlerinin sahibini bilip teslim ettikleri zaman, israf içinde olmazlar ve kendilerine bir pay çıkarmazlar ve onlar hep Hakk’a dayalı hareket ederler.

 

-68-

وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًا

Vellezîne lâ yedûne meallâhi ilâhen âhara ve lâ yaktulûnen nefselletî harremallâhu illâ bil hakkı ve lâ yeznûn ve men yefal zâlike yelka esâmâ

ve ellezine la yedune : onlar, tapmaz, yönelmez, edinmez
mea Allah ilahen ahara : Allah ile beraber, ilah, başka
ve la yaktulune : öldürmezler, kıymazlar, yazık etmezler,
el nefs : kişi, nefs, can
Elleti hareme Allah : ki o, haram, yasak, Allah
İlla bi el hakkı : ancak, den başka, sadece, hak ile
ve la yeznune : yok, zina, zan, zani, aldatma, çıkarına göre hareket,
ve men yefal : kim, yapar, işler,
zalike yelka esam : bu, bunu, almak, bulmak, ceza, günah,

 

68- Onlar Allah ile beraber başka ilahlara yönelmezler. Cana kıymazlar, ki onu Allah haram kılmıştır. Ancak hakk için hareket ederler ve çıkarlarına göre hareket etmezler. Kim bunları yaparsa karşılığını bulur.

 

-69-

يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَيَخْلُدْ فِيهِ مُهَانًا

Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ

Yudâaf lehu el azab : kat kat artar, azap, sıkıntı
yevme el kıyameti : ölüm vakti, diriliş günü, hakikatlerin ortaya çıkış gün
ve yahlud fihi : daimî kalır, ebediyyen kalır, orada, o halde,
muhane : rezil, utanç, aşağılık, zelil

 

69- Ölünceye kadar cehalet hâllerinde kalanların ise sıkıntıları kat kat artar ve zelil bir hâl içinde kalırlar.

 

-70-

إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا

İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât ve kânallâhu gafûren rahîmâ

İllâ men tebe : ancak, kim tövbe, olur, yönelir,
ve amen : iman, inanmak,
Ve amile amelen sâlihan : dosdoğru hak yolunda çalışan,
Fe ulaike yubeddil Allah : böylece, işte onlar, çevrilme, değiştirme, dönme, Allah
seyyiâti-him : günahlar, fenalar, kötülük, onlar,
hasenat : iyilikler, güzellikler, lütuflarıyla temizleyen
ve kâne Allah gafur : oldu, Allah, mağfiret,
rahim : rahim, varlığı özünden vareden,

 

70- Ancak kim; hatalarından döner, bir daha yapmamak üzere olursa ve iman ederse ve dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, böylece işte onlar Allah’ı anladıklarından dolayı, fena hâllerden güzel hâllere dönerler. Allah lütuflarıyla temizleyendir, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-71-

وَمَن تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَإِنَّهُ يَتُوبُ إِلَى اللَّهِ مَتَابًا

Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ

ve men tebe : kim, tövbe eder, pişman olur, hatasından dönen,
ve amile sâlihan : dosdoğru hak yolunda çalışırsa
Fe inne-hu yetebe : muhakkak o, tövbe eder
ilâ Allâh metaben : Allah’a, tövbesinde duran, kabul olan, gerçek tövbe

 

71- Kim hatalarından döner, bir daha yapmamak üzere olursa ve dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, böylece o, Allah için gerçek bir tövbe ile tövbe etmiş olur.

 

-72-

وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

Vellezîne lâ yeşhedûnez zûra ve izâ merrû bil lagvi merrû kirâmâ

ve ellezine la yeşhedun : onlar, yok, şahit, tanık,
el zura : batıl, yalan, asılsız, boş
ve izâ merrû : karşılaştıkları zaman,
bi el lagvi : boş şeylerle uğraşan kimse, boş söz,
Merru : geçip gitme, uzaklaşma,
kiramen : saygınlık, vakar, kerim, asillik,

 

72- Onlar ki, yalan şeylere tanıklık etmezler ve boş şeylerle uğraşan kimselerle karşılaştıkları zaman bir saygınlık içinde geçip giderler.

 

-73-

 وَالَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا

Vellezîne izâ zukkirû bi âyâti rabbihim lem yahırrû aleyhâ summen ve umyânen

ve ellezîne iza zikr : onlar, zikir, hatırlatıldığında
bi âyâti rabbi him : ayetler, işaret, delil, rabbinin
lem yahırrû : düşüş, kapanmazlar, olmazlar
Aleyhâ sumen : ona, sağırlık içinde,
ve amayne : körlük içinde

 

73- Onlara Rabbin ayetleri zikredildiği zaman, ona karşı bir sağırlık içinde ve körlük içinde olmazlar.

 

-74-

 وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا

Vellezîne yekûlûne rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zurriyyâtinâ kurrete ayunin vecalnâ lil muttekîne imâmâ

ve ellezine yekulune : onlar, derler,
Rabbena heb lena : rabbimiz, ihsan et, bağışla, bizi,
min ezvaci-na : aynı yolda olan, eşlik eden, tür, cins, biz,
ve zurriyyâti-nâ : zürriyet, nesillerimiz,
kurrete ayunin : yakın, aydınlık, yakınlığın sırrı, göz aydınlığı
ve icalna li el mutteki : bizi kıl, yap, fenalardan sakınan ortak koşmayan,
imam : önder, imam, rehber

 

74- Onlar derler ki: Rabbimiz! Bize ve bizimle aynı yolda olanlara ve bizden gelen nesillerimize hakikatlerini ihsan et, yakınlığının aydınlığını bahşet ve bizi fenalardan sakınıp ortak koşmayanlara rehber kıl.

 

-75-

أُوْلَئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ فِيهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًا

Ulâike yuczevnel gurfete bi mâ saberû ve yulekkavne fîhâ tahiyyeten ve selâmâ

Ulâike yuczevne : işte onlar, karşılık, mükafat,
el gurfet : yüce makam,
Bima saberû : sabrettiler, sabırlı olmaları sebebiyle
ve yulekkavne fiha : bulurlar, karşılanırlar, kavuşurlar, o hal içinde, orada,
Tahiyyeten : tebrik, hürmet, hak zevkiyle halkı seyretmek
ve selamen : selamet, esenlik, barış, huzur

 

75- İşte onlar sabrettiklerinden dolayı, karşılıkları yüce makamlardır ve o makamlarda Hakk zevkiyle Halkı seyrederler ve selamete kavuşurlar.

 

-76-

خَالِدِينَ فِيهَا حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا

Hâlidîne fîhâ hasunet mustekarren ve mukâmâ

Halidine fiha : kalıcı, ebedi, sonsuz, ölümsüz, devamlı, orada
hasunet : güzel oldu, gelişmiş, sonsuzluk, sürüp giden
mustekarren : kararlı, aynı kararda, istikrar, devamlı kalınan yer
ve mukâmen : konut, konak, kalıcı olunan yer, ikamet yeri, hareket eden,

 

76- Orada bir kararlılık içinde güzel hâllerde devamlıdırlar ve devamlı o hâllerle hareket ederler.

 

-77-

قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

Kul mâ yabeu bikum rabbî lev lâ duâukum fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ

Kul ma yabeu : deki, anlat, değil, işaret, değer, kıymet,
Bi kum rabb : sizdeki, kendinizdeki, rab, vücudlandıran,
lev la duau kum : eğer, olmasa, yönelme, isteme, aramak, arayış, dua, siz,
Fe kad kezzebtum : sonra, oysa, yalanlarda kalmıştınız,
Fe sevfe yekunu : böylece, yakında, olacak, olur, oldu,
lizamen : sıkıntı, azap, şart, elzem

 

77- De ki: Eğer siz hakikatlerin arayışında olmazsanız, Rabbin sizdeki işaretlerini göremezseniz, sonra da yalanlarda kalırsanız, böylece sizler sıkıntılar içinde olursunuz.