FUSSİLET SURESİ
-1-
حم
Hâ mîm
Ha mim | : zat, hu, zati ilahiye, nokta, Allah, kâmil insan, mümin, |
1- Hâ, Mîm
-2-
تَنزِيلٌ مِّنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Tenzîlun miner rahmânir rahîm
Tenzilun | : bir şeyin bir miktarının açığa çıkması, indirilen, gelen, |
Min el rahman | : tecelliler, nitelikleriyle sarılı, nurunu yansıtan, |
el rahim | : özünden vareden, |
2- Ortaya çıkan her varlık O’nun özündendir, O’nun nurunu yansıtır.
-3-
كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Kitâbun fussilet âyâtuhu kurânen arabiyyen li kavmin yalemûn
Kitâbun | : her varlık bir kitaptır, |
fussilet | : açıklandı, izah dilmiş, ayırt edilmiş, fasıl, ayrıntılı |
ayatu hu | : ayet, delil, işaret, o, onun |
Kurânen | : kâinat kitabı, okunan şey, okunabilir, |
arabiyyen | : herkesin anlayacağı bir şekilde, anlaşılır bir şekilde, |
Li kavmin yalemune | : için, kavim, kimse, insan, bilen, |
3- Her varlık, O’nun delillerini en ince ayrıntısına kadar gösteren bir kitaptır. Bilen kimseler den olmanız için anlaşılır bir şekildedir, okunabilir bir şekildedir.
-4-
بَشِيرًا وَنَذِيرًا فَأَعْرَضَ أَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Beşîren ve nezîrâ fe arada ekseruhum fehum lâ yesmeûn
Beşiren | : müjdeleyici, ümit veren, doğruyu bildiren, huzur veren |
ve neziren | : açıklayıp uyarmak, hakikati apaçık gösteren, |
Fe arada eksere hum | : yüz çevirdi, onların çoğu, insanların çoğu |
Fe hum la yesmeune | : böylece onlar, duyar işitemezler, dinlemezler, |
4- Huzur veren bilgiler sunar ve hakikatleri apaçık gösterir. Fakat insanların çoğu hakikatlerden yüz çevirip kendi anlayışlarında kalır, böylece onlar duyarlar işitemezler.
-5-
وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِّمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ وَفِي آذَانِنَا وَقْرٌ
وَمِن بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ إِنَّنَا عَامِلُونَ
Ve kâlû kulûbunâ fî ekinnetin mimmâ tedûnâ ileyhi ve fî âzâninâ vakrun ve min beyninâ ve beynike hicâbun famel innenâ âmilûn
ve kâlû kulubuna | : dediler, kalplerimiz, idraklerimiz, |
fi ekinet | : kapalı, masal, örtü, idrakten yoksun |
Mimma tedûnâ ileyhi | : şeylere, nesnelere, bizi davet ediyorsun, |
Ve fi azani na vakrun | : kulaklarımız, vakra, işitmekten yoksun |
Ve min beyninâ ve beynike | : seninle bizim aramızda |
hicâbun | : perde, ayrılık, suret, gizlemek, engel |
Fe amel inna na amilune | : bundan sonra, yap, amel, biz, amelimiz |
5- Dediler ki: Senin bizi davet ettiğin şeylere bizim kalplerimiz örtülüdür ve kulaklarımız işitmekten yoksundur. Seninle bizim aramızda engeller vardır. Bundan sonra senin amellerin senin, bizim amellerimiz bizim.
-6-
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِّلْمُشْرِكِينَ
Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhidun festekîmû ileyhi vestagfirûh ve veylun lil muşrikîn
Kul innema ene | : anlat, de, söyle, ancak, sadece, bende |
beşerun mislikum | : beşer, insan, varlık, sizin gibi, benzer, eş, |
Yûhây ileyye | : vahy, hayat veren, bildiren, bana, işte, olduğu |
Enne ma ilâhu-kum | : olduğu, şey, ne, değil, ilahi vareden, siz |
ilahun vahidun | : vareden, ilah, bir, tek |
Fe istekimu ileyhi | : öyleyse, artık, ona yönelin |
Ve istagfirû-hu | : istiğfar, mağfiret, lütuflarıyla temizlenmek, o |
ve veylun li el müşrikine | : vah, yazık etmek, ortak koşan, |
6- De ki: Ben de sadece sizin gibi bir beşerim. Bana da hayat veren, sizi de ve beni de vareden tek var edicidir. Bundan sonra O’na yönelin ve O’nun lütuflarıyla temizlenin ve ortak koşup kendinize yazık etmeyin.
-7-
الَّذِينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
Ellezîne lâ yûtûnez zekâte ve hum bil âhireti hum kâfirûn
Ellezîne la yutune | : ki onlar, o kimseler, vermezler, teslim etmezler, |
el zekat | : zeka, temizlenmek, taharet, kendindekini vermek, |
ve hum bi el âhireti | : onlar, sonunda |
Hum kafirune | : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
7- O kimseler, zihinlerini temizleyip varlıklarını sahibine teslim etmezler ve onlar sonunda hakikatleri görmezlikten gelip örterler.
-8-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum ecrun gayru memnûn
İnne ellezine amenu | : muhakkak, iman edenler, inananlar, |
Ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışma, |
Lehun ecrun | : onlara, ecir, karşılık, |
gayru memnûnin | : kesintisiz, devam eder gider, bitmeyen, |
8- Muhakkak ki iman edenlere ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlara, kesintisiz karşılıklar vardır.
-9-
قُلْ أَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَندَادًا ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ
Kul e innekum le tekfurûne billezî halakal arda fî yevmeyni ve tecalûne lehû endâdâ zâlike rabbul âlemîn
Kul e inne kum | : anlat, de, muhakkak, gerçekten siz, |
le tekfurun | : hakikatleri görmemezlikten gelmek, örtüyorsunuz, |
bi ellezi halaka | : onu, yarattı, halketti, var oluş, |
el ard | : yeryüzü |
Fi yevmeyni | : iki gün, günler, iki vakit, geceli gündüzlü |
ve tecalûne lehu | : yapıyorsunuz, kılıyorsunuz, ona, |
endaken | : eşler, denk, putlar, rakip, ortak, |
Zâlike | : o, işte, bu, |
rabbu | : Rab, vücudlandıran |
el alemin | : tüm varlık, tüm alem, her şey, |
9- De ki: Gerçekten siz hakikatleri görmemezlikten geliyorsunuz. Yeryüzünde günlerinizi varoluşu anlamadan geçiriyorsunuz. İşte siz, tüm varlığı vücudlandırana karşı kendinizi rakip görüyorsunuz.
-10-
وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِن فَوْقِهَا وَبَارَكَ فِيهَا وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ سَوَاء لِّلسَّائِلِينَ
Ve ceale fîhâ revâsiye min fevkıhâ ve bâreke fîhâ ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm sevâen lis sâilîn
ve ceale fi ha | : yaptı, oluşturdu, orada, |
revasiye | : ağır basan, dağlar, sağlamlık, firma, üretim yeri, hâsılat, |
Min fevkı-hâ | : den, onun üzerinde |
ve bâreke fi ha | : bereketli kıldı, orada |
ve kaderde fiha | : ölçü, takdir etti, orada, |
akvateha | : yaşam için besinler |
Fi erbeati | : rabbe dönmek, kara kış, mevsimler, dört, |
Eyyamin | : hayırlı, güzellik, iyi, temiz, egemenlik, günler, hakimiyet |
Sevaen | : eşit, adil, durum, bir olan, bir birlik, |
li es sâilîne | : isteyenler, sual eden, öğrenmek için, araştırmak, |
10- Yeryüzünün üstünü üreme, çoğalma yeri olarak düzenledi ve orayı bereketli kıldı ve yaşayabilmeniz için orada bir ölçüyle besinler verdi. Artık bir birlik içinde, bir güzellik içinde Rabbe dönerek, hakikatleri araştırıp öğrenme içinde olun.
-11-
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ
Summestevâ iles semâi ve hiye duhânun fe kâle lehâ ve lil ardıtiyâ tavan ev kerhâ kâletâ eteynâ tâiîn
Summe isteva | : sonra, yönelmek, olgunlaşmak, kemalat, istikamet, |
il el semai | : için, ulvi alem, gökyüzü, sema, |
ve hiye duhanun | : o, karışık düşünce hali, gel git hali, o halde olan, |
fe kale leha | : işte, sonra, şöyle, böylece, dedi, der, ona, o |
ve li el ardı | : yeryüzü için, |
itiya taven | : çıkmak, isteyerek, gönüllü, meyil etme |
Ev kerhe | : yada, fena şeyler, istemeyerek, kerhen, |
kale te eteyna taiin | : sözler, geldik, olduk, isteksiz, söz dinlemedik, itaatsiz, |
11- Ulvi Âlem’in hakikatleri için kemalât üzere olun. O karışık düşüncelerde olan kimse; yeryüzü için fazlaca meyil ettik ve hakikatler için isteksiz davrandık, biz o hakikatlerin sözlerine itaat etmedik, der.
-12-
فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Fe kadâhunne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî kulli semâin emrehâ ve zeyyennes semâed dunyâ bi mesâbîha ve hıfzâ zâlike takdîrul azîzil alîm
Fe kadâ hunne | : işte, düzenledi, tamamladı, takdir etti, var olan, onlar |
Seba semavatin | : yedi, yücelik, ulvi alem, kişinin üzerindeki yücelikler, |
fî yevmeyni | : iki gün, günler, bölüm, vakit, devir, zamanlar, |
ve evha fi kulli | : vahy, bildirilir, sunulur, hepsinin içine, her şeyden |
Semâin emre ha | : ulvi alem, sema, gök, emir, iş, hüküm, onun |
ve zeyyen nâ | : süsledik, zinet, halkiyet, sıfatlarımızla bezedik, |
el semae | : ulvi alem, gökyüzü, |
el dunyâ bi mesabiha | : dünya, kandil, güzel, lamba, nur, ışık saçan, |
ve hıfza | : koruma, saklama |
Zâlike takdir | : bu, işte bu, takdir, değer, |
el aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi |
el alim | : ilmin sahibi |
12- İşte bütün var olan her şey O’nun takdiridir. Ulvi Âlem’in yüceliği bütün zamanları içine alır ve Ulviyetin o hükümleri bütün her şeyden her an bildirilir. Ulvi Âlem’i sıfatlarımızla bezedik, dünyadaki tüm varlıktan nurumuzu yansıttık ve koruduk. İşte var olan her şey, tüm değerlerin yüce sahibinin, ilmin sahibinin takdiridir.
-13-
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِّثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
Fe in aradû fe kul enzertukum sâıkaten misle sâıkati âdin ve semûd
Fe in aradu | : bundan sonra, eğer, yüz çevirip kendi bildiğine dönme |
fe kul enzertukum | : artık, böylece, de, anlat, size açıklayıp uyardım |
Sâıkaten misle saikatı | : yıldırım, cehalete götüren hal, sürüklenen, gibi, benzer, |
Âdin ve semud | : Ad ve Semud |
13- Bundan sonra eğer hakikatlerden yüz çevirir, kendi bildiklerine dönüp giderlerse, artık de ki: Size, Ad ve Semud kavmi gibi cehaletin içinde sürüklenip giden cahillerden olmayasınız diye hakikatleri açıklayıp uyardım.
-14-
إِذْ جَاءتْهُمُ الرُّسُلُ مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ قَالُوا لَوْ شَاء رَبُّنَا لَأَنزَلَ مَلَائِكَةً فَإِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ
İz câethumur rusulu min beyni eydîhim ve min halfihim ellâ ta’budû illallâh kâlû lev şâe rabbunâ le enzele melâiketen fe innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn
İz câet-hum | : geldiğinde, ortaya çıktığında, onlar, |
el resul | : resul, hakikatleri gösteren, |
Min beyni eydi him | : ellerinin arasında, önlerinde, yeni bilgiler, her yönden, |
ve min halfi him | : arkalarından, geçmişlerinin, eski bildikleri, |
Ellâ tabudû illa Allahu | : kulluk etmeyin, tapınmayın, Allah’tan başka, |
Kâlû lev şae | : dediler, eğer, şayet, isterse, |
rabbunâ | : Rabbimiz, |
le enzele melaiket | : elbette, gelen, indirir, verir, güç, kuvvet sahibi |
Fe inna bi ma ursiltum | : bundan sonra, sen bize gönderilmedin |
Bihi kafirune | : ile, göre, hakikati görmemezlikten gelip örtenler |
14- Onlara bir Resul geldiğinde her yönden hakikatleri anlattı. Onlara: Eski bildiklerinizi bırakın, tapınmayın, ancak Allah’a kulluk edin, dedi. Dediler ki: Eğer Rabbimiz isteseydi elbette kuvvet sahibi birini gönderirdi. Böylece hakikatleri kabul etmeyip, sen bize gönderilmedin, dediler.
-15-
فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
Fe emmâ âdun festekberû fîl ardı bi gayril hakkı ve kâlû men eşeddu minnâ kuvveh e ve lem yerev ennellâhellezî halakahum huve eşeddu minhum kuvveh ve kânû bi âyâtinâ yechadûn
Fe emma adun | : böylece, fakat, Ad, |
fe istekberu | : sonrada, büyüklenme, kibir |
fî el ardı | : yeryüzü, |
bi gayri el hakkı | : başka, dışında, gayrı şey, uzaklaşmak, hak, hakikat, |
ve kâlû men eşeddu | : dediler, kim, daha fazla, güçlü, |
minna kuvvet | : bizden, kuvvet, güçlü, |
E ve lem yerev | : görmediler mi? Bilemediler, anlayamadılar, |
enne Allah | : Allah olduğu, |
Ellezi halaka-hum | : ki o, onları yarattı |
Huve eşeddu | : o, daha güçlü, daha fazla, |
min hum kuvveten | : onlardaki, kendilerindeki, kuvvet, güç, |
ve kânû bi ayatina | : oldu, delil, ayetlerimiz, işaret, |
yechadun | : reddetme, engelleme, inkar |
15- İşte böylece Ad kavmi, yeryüzünde hakikatleri anlamaktan uzaklaştılar, kibirlenenlerden oldular. Dediler ki: Bizden daha kuvvetli olan kimdir? Onları yaratanın Allah olduğunu bilemediler. Onlardaki kuvvetin O’nun kuvveti olduğunu anlayamadılar ve delillerimizi reddedenlerden oldular.
-16-
فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَّحِسَاتٍ لِّنُذِيقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُمْ لَا يُنصَرُونَ
Fe erselnâ aleyhim rîhan sarsaran fî eyyâmin nahisâtin li nuzîkahum azâbel hizyi fîl hayâtid dunyâ, ve le azâbul âhireti ahzâ ve hum lâ yunsarûn
Fe erselnâ aleyhim | : böylece, öyle ki, verdik, sunduk, onlara, kendilerinde |
rihan | : rüzgâr, esinti, esip giden, ağrı, sızı, yıkıcı, |
sarsarin | : çok gürültülü, uğultulu fırtına, rahatsızlık veren, |
fî eyyâmin nahisatin | : günleri, uğursuz, zarar verici musibet, ölçüsüz |
Li nuzîka-hum | : için, tat, zevk, o hallerde kalmak, onlar, |
azab el hizyi | : azap, alçaklık, kötülük halinde, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamlarında |
ve le azabu el ahiret | : elbette, sonundaki azap, |
ahza | : alçalmada, çok alçak, menfur, rezil edici, kötülükte |
ve hum lâ yunsarûne | : onlar, yok, yardımcı, yardım eden, |
16- Öyle ki kendilerine verdiğimiz nitelikleri anlayamadılar. Rahatsızlık verici, yıkıcı hâllerde kaldılar. Dünya hayatında onlar azabı, kötülüğü zevk edindiler, günlerini zarar verme içinde geçirdiler ve sonları da elbette azap içinde, alçaltıcı bir hâlde kalmak oldu ve onlar hakikatlerin yardımını anlayamadılar.
-17-
وَأَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ فَاسْتَحَبُّوا الْعَمَى عَلَى الْهُدَى فَأَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Ve emmâ semûdu fe hedeynâhum festehabbûl amâ alel hudâ fe ehazethum sâıkatul azâbil hûni bimâ kânû yeksibûn
ve emmâ semudu | : fakat, olunca, ise, Semud |
Fe hedeynâ-hum | : böylece, yol göstermek, kılavuz, biz, onlar, |
Fe istehabbû | : böylece, sevilen, tercih edilen, yönelinen, |
el amâ ala el huda | : ama, kör, hakikatleri görmeyen, karşı, yol gösteren |
Fe ehazet-hum | : yakaladı, sarıldı, onlar, |
saikatu | : cehalete götüren hal, sürüklenen, o hale kapılmak, |
el azâbi el hûni | : azap, sıkıntı, alçaltıcı, zillet, horluk, kaybettirici, zarar veren |
Bimâ kanu yeksibune | : dolayısıyla, sebebiyle, oldu, kazançları, edindikleri şey, |
17- Semud kavmine gelince; onlara da bizim yolumuz gösterildi. Fakat yol gösterilmesine rağmen onlar da hakikatleri görmemeyi tercih ettiler. Böylece onlar cehalete sürüklenen hallere sarıldılar. Edindikleri şeyler zarar verici, sıkıntı verici şeyler oldu.
-18-
وَنَجَّيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ
Ve necceynellezîne âmenû ve kânû yettekûn
ve necceynâ | : kurtuluş, necat bulmak, teslim, biz, |
ellezine amenu | : iman edenler, |
ve kanu yettekune | : fenalardan sakınıp şirk koşmayanlardan oldular |
18- İman edenler ise Bizde necat buldular ve fenalardan sakınıp şirk koşmayanlardan oldular.
-19-
وَيَوْمَ يُحْشَرُ أَعْدَاء اللَّهِ إِلَى النَّارِ فَهُمْ يُوزَعُونَ
Ve yevme yuhşeru adâullâhi ilen nâri fe hum yûzeûn
ve yevme yuhşeru | : gün, vakit, zaman, her an, toplanır, bir arada bulunan |
adau Allah | : düşman, karşı çıkan, adette kalan, benlik isnat eden, Allah |
ilâ en nâri | : ancak, karşı, göre, için, ateş, yakıcılık, nur, |
fe hum yu zeune | : işte, artık, onlar, teslim, dağılmak, birbirini bulmak, |
19- Yakıp yıkıcı hâller içinde olanlar, Allah’a karşı benlik isnat edenler, her zaman bir arada bulunurlar. İşte o hâllerde olanlar birbirlerini bulurlar.
-20-
حَتَّى إِذَا مَا جَاؤُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Hattâ izâ mâ câûhâ şehide aleyhim sem’uhum ve ebsâruhum ve culûduhum bimâ kânû yamelûn
Hattâ iza | : hatta, böylece, zaman, bile, olduğunda, |
ma cau ha | : şey, ne, değil, gelen, ulaşamadılar, gelemediler, o |
Şehide aleyhim | : şahitlik etti, bilmek, anlamak, görmek, onlara, |
semu hum | : işitmek, onlar, |
ve ebsâru-hum | : onların gözleri, görücüler, dikkat sahipleri, basiret |
ve culûdu-hum | : onların derileri, suret, zahiri görüntü, |
Bimâ kanu yamelun | : o şeye, oldu, yapıyorlar |
20- Böylece onlar işitmede ve onlar görmede, kendilerini tanımada o hakikatlere ulaşamadılar ve onlar yapmış oldukları şeyler sebebiyle suretlerde kaldılar.
-21-
وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدتُّمْ عَلَيْنَا قَالُوا أَنطَقَنَا اللَّهُ الَّذِي أَنطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve kâlû li culûdihim lime şehidtum aleynâ, kâlû entakanallâhullezî entaka kulle şeyin ve huve halakakum evvele merretin ve ileyhi turceûn
ve kâlû li culudi him | : dediler, suretlerin sırrı, deri, cilt, ten, onlar |
Lime şehidtum aleyna | : değil, neden, niçin, etmeyen, şahit, bilemedik, bize |
Kalu entaka-nâ | : dedi, bizi konuşturan, Allah |
Ellezî enteka kule şeyin | : ki o, konuşan, söyleyen, seslenen, bütün her şeyde |
ve huve halaka-kum | : o, sizi yarattı, halketti, |
Evvele meretin | : evvel, ilk kez, önce, birinci, defa, kez, süre, bir kez |
ve ileyhi turceune | : ona, döndürüleceksin |
21- Ve onlar suretlerde kaldıkları için; biz görünenlerin hakikatini bilemedik, bizi konuşturanı, bütün her şeyden sesleneni anlayamadık, dediler. O, sizi bir kez yaratandır ve aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.
-22-
وَمَا كُنتُمْ تَسْتَتِرُونَ أَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَا أَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ وَلَكِن ظَنَنتُمْ أَنَّ اللَّهَ لَا يَعْلَمُ كَثِيرًا مِّمَّا تَعْمَلُونَ
Ve mâ kuntum testetirûne en yeşhede aleykum semukum ve lâ ebsârukum ve lâ culûdukum ve lâkin zanentum ennellâhe lâ yalemu kesîren mimmâ tamelûn
Ve mâ kuntum testetirun | : siz olmadınız, maskelenme, saklanma, gizlenme |
en yeşhede aleykum | : şahitlik eden, bilen, anlayan, size, sizde, |
semu kum | : işitmek, duymak, siz, |
Ve la ebsâru-kum | : yok, gözler, görmek, gördüren, |
Ve la culûdu-kum | : yok, olmaz, ciltleriniz, derileriniz, suretleriniz |
Ve lakin zanentum | : lakin, böylece, siz zannettiniz, sandınız |
Enne Allah | : ne olduğunu, ne, nasıl, Allah, |
la yalemu | : yok, değil, bilemediniz, |
Kesiren mimma tamelun | : çok, kesret, bütün her şey, şeyler, nesne, yapmak, iş, |
22- Siz gözlerden gizlenene şahit olamadınız. Size işittireni ve size gördüreni yok saydınız ve sizi suretlendireni yok saydınız. Böylece zanlarda kaldınız, yaptığınız şeyler yüzünden kesrette kaldınız ve Allah’ın ne olduğunu bilemediniz.
-23-
وَذَلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذِي ظَنَنتُم بِرَبِّكُمْ أَرْدَاكُمْ فَأَصْبَحْتُم مِّنْ الْخَاسِرِينَ
Ve zâlikum zannukumullezî zanentum bi rabbikum erdâkum fe asbahtum minel hâsirîn
ve zâlikum zannu kum | : işte bu, sizin zannınız |
Ellezi zanentum | : ki o zannettiniz, |
bi rabbi kum | : rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
erdâ-kum | : tehlikeler düşürmek, çürük, helak, hastalıklı, siz, |
Fe asbahtum | : böylece, siz oldunuz, |
min el hasirine | : hüsran, kaybedenlerden |
23- Rabbiniz hakkındaki o zanlarınız sizi helake sürükler. İşte siz o zanlarla hareket ederseniz, böylece siz kaybedenlerden olursunuz.
-24-
فَإِن يَصْبِرُوا فَالنَّارُ مَثْوًى لَّهُمْ وَإِن يَسْتَعْتِبُوا فَمَا هُم مِّنَ الْمُعْتَبِينَ
Fe in yasbirû fen nâru mesven lehum ve in yestatibû fe mâ hum minel mutebîn
Fe in yasbirû | : bundan sonra, artık, eğer, sabrederler, dayanmak |
en nâru | : ateş, yakıp yıkıcı, |
mesven lehum | : mesken, kalınan yer, onlar, |
Ve in yestatibû | : eğer, hoşnut, tabi olmak isteyen |
Fe mâ-hum | : bundan sonra, onlar değildir, |
min el mutebin | : tabi olanlardan, |
24- Bundan sonra eğer onlar; yakıp yıkıcı hâllerden kaçınır, sabırlı olurlarsa, başarılı olurlar. Eğer onlar o hâllerden hoşlanırlarsa, artık onlar hakikatlere tâbi olacak değillerdir.
-25-
وَقَيَّضْنَا لَهُمْ قُرَنَاء فَزَيَّنُوا لَهُم مَّا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِم مِّنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِرِينَ
Ve kayyadnâ lehum kurenâe fe zeyyenû lehum mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve hakka aleyhimul kavlu fî umemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins innehum kânû hâsirîn
ve kayyadnâ | : düzenledik, bağladık, sınırlamak, sardık, hazırladık |
lehum kurenae | : onlar, topluluklar, arkadaşlık, yakınlık, ortak özellik, |
Fe zeyyenû lehum | : böylece, süslediler, zinet, sıfatlanma, onlar |
Ma beyne eydi him | : şey, ne, değil, elleri arasında, önlerinde, öncekiler, |
Ve ma halfe-hum | : şey, ne, değil, ardından, arka, sonra gelen, onlar |
ve hakka aleyhim el kavlu | : hakikat, gerçek, onlara, söz |
fî umemin | : ümmetlerde, topluluklar, |
Kad halet min kablihim | : gelip geçen, onlardan önce, |
Min el cinni | : tanımlanamayan, bilinmeyen |
ve el insi | : bilinen, insanlar |
inne-hum kanu hasirine | : muhakkak onlar, kaybedenlerden oldu. |
25- Onları bir yakınlık içinde düzenledik. Onları sıfatlandırdık. Onlar ellerini hareket ettiren güce bakmadılar. Onlar ardından gelenlere bakmadılar. Onlardan önce bilinen ve bilinmeyen nice topluluklar gelip geçti. Onlara da hakikatin sözlerini sunduk. Doğrusu onlardan da kaybedenler oldu.
-26-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ
Ve kâlellezîne keferû lâ tesmeû li hâzel kurâni velgav fîhi leallekum taglibûn
ve kâle ellezine keferu | : ve dedi, onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
lâ tesmeû li haza | : dinlemeyin, bunu, |
el kuran | : kuran, hakikatlerin sözleri, okunan şey |
ve ilgav fihi | : iptal, yok sayın, kaldırın, onun için |
lealle-kum taglibune | : umulur ki siz, galip, üstün gelen |
26- Hakikati kabul etmeyen kimseler; bu okunan şeyleri dinlemeyin ve onun içindeki hükmü yok sayın, belki de siz üstün gelirsiniz, dediler.
-27-
فَلَنُذِيقَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا عَذَابًا شَدِيدًا وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَسْوَأَ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ
Fe le nuzîkannellezîne keferû azâben şedîden ve le necziyennehum esveellezî kânû yamelûn
Fe le nuzîkanne | : işte, biz, tatmak, cehalet halinde kalmak, düzeni bozmak |
Ellezi keferü | : hakikatleri kabul etmeyenler, örtenler |
azâben şedîden | : azap, sıkıntı, daha fazla, şiddetli |
Ve le necziyenne hum | : elbette, biz, ceza, karşılığını bulma, onlar |
esvee | : kötülükler, kötü şey |
Ellezi Kanu yamelûne | : ki o, oldu, yapıyorlar, yapmış oldukları |
27- İşte hakikatleri kabul etmeyenler; Bizi anlayamadıklarından dolayı, elbette cehalet hallerinde kaldılar, daha fazla sıkıntılara düştüler. Elbette Bizi anlayamadıklarından dolayı, yapmış oldukları o kötülüklerin karşılığını buldular.
-28-
ذَلِكَ جَزَاء أَعْدَاء اللَّهِ النَّارُ لَهُمْ فِيهَا دَارُ الْخُلْدِ جَزَاء بِمَا كَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
Zâlike cezâu adâillâhin nâr lehum fîhâ dârul huld cezâen bimâkânû bi âyâtinâ yechadûn
Zâlike cezau | : işte bu, karşılık, |
adai Allah | : Allaha karşı çıkan, isyan eden, benlik isnat eden |
en nârun lehum | : ateş, yakıp yıkıcı, onlara |
Fiha dâru el huld | : orada, konut, ev, kalacakları yer, devamlı, karşılık |
cezaen | : ceza, karşılık, |
Bima kanu | : sebebiyle, oldular, |
bi ayatinâ vechadun | : ayetlerimiz, delillerimizi, reddetmek, |
28- Yakıp yıkıcı hâller içinde olanların, Allah’a karşı çıkıp benlik isnat edenlerin karşılığı işte budur. Ayetlerimizi kabul etmediklerinden dolayı, karşılık olarak devamlı o hâllerde kalırlar.
-29-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا الَّذَيْنِ أَضَلَّانَا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ نَجْعَلْهُمَا تَحْتَ أَقْدَامِنَا لِيَكُونَا مِنَ الْأَسْفَلِينَ
Ve kâlellezîne keferû rabbenâ erinellezeyni edallânâ minel cinni vel insi necal humâ tahte akdâminâ li yekûnâ minel esfelîn
ve kâle ellezine keferu | : ve dedi, onlar, hakikati görmemezlikten gelip örtenler |
rabbe-nâ | : Rabbimiz, bize göster, görelim, görüntüle, onları |
eri na ellezeyni | : göster, görelim, biz, onlardan, onları, |
edallâ-nâ | : bizi hakikatin dışına çıkaran, |
Min el cinni | : bilinmeyen, tanımlanamayan, tanınmayan, |
ve el insi | : bilinen, tanınan, insan |
Necal humâ | : yapmak, kılmak, etmek, onları |
tahte akdamina | : altında, ayaklarımız |
li yekûnâ | : olması için, |
min el esfeline | : dünya çıkarı, aşağı, çok fena, sefil, yoksul |
29- Hakikati görmemezlikten gelenler derler ki: Rabbimiz! Bizi hakikatlerin dışına çıkaran, tanıdıklarımızı ve tanımadıklarımızı biz görelim, fena oldukları için onları ayaklarımızın altına alalım.
-30-
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
İnnellezîne kâlû rabbunâllâhu summestekâmû tetenezzelu aleyhimul melâiketu ellâ tehâfû ve lâ tahzenû ve ebşirû bil cennetilletî kuntum tûadûn
İnne ellezine | : muhakkak, onlar, o kimseler, |
kalu rabbuna allah | : der, dedi, rabbimiz, bizi vücudlandıran, Allah |
summe istekamu | : sonra, ardından, istikamet, dosdoğru |
Tetenezzelu aleyhim | : iner, sunulur, her varlık, bölüm bölüm, onlara, kendileri |
el melâiketu | : melekler, güç, kuvveler, nitelik, |
ella tehafu | : korku olmaz, yoktur, |
ve lâ tahzenû | : yok, üzülmek, mahzun olmayın |
ve ebşiru bi el cennet | . sevinmek, mutluluk, cennet ile, huzur, |
Elletî kuntum tuadune | : ki siz oldunuz, size vaat edilen |
30- Muhakkak ki Bizi vücudlandıran Allah’tır diyen, sonra dosdoğru hareket eden o kimseler, kendilerindeki ve her varlıktaki gücün sahibini bilirler. Onlara korku yoktur ve mahzun da olmazlar ve onlar huzur içinde mutludurlar. Ki işte size vaat edilen budur.
-31-
نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ
Nahnu evliyâukum fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhireh ve lekum fîhâ mâ teştehî enfusukum ve lekum fîhâ mâ teddeûn
Nahnu evliyâu kum | : biz, dostlarınız, siz, |
Fi el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamınızda, |
ve fî el ahiret | : içinde, sonunda, son anınıza kadar |
ve lekum fiha | : sizin için, orada, |
ma teştehi | : ne, şey, değil, arzu ettiğiniz, |
enfusu-kum | : nefsleriniz, canınız, kendiniz |
ve lekum fiha ma teddeune | : sizin, size, orada, şey, ne, ararsanız, çağrı |
31- Dünya hayatında sizin evliyanız Biziz, son anınıza kadar bu böyledir. Kendiniz için nerede ne arzu ederseniz ve siz nerede ne ararsanız oradadır.
-32-
نُزُلًا مِّنْ غَفُورٍ رَّحِيمٍ
Nuzulen min gafûrin rahîm
Nuzulen | : iniş, sunan, konaklamak, ikram, akmak, |
min gafur | : mağfiret eden, temizleyen, lütuflarıyla temizleyen |
el rahim | : varlığı özünden varedendir |
32- Varlığı özünden vareden, lütuflarıyla temizleyen O’dur.
-33-
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn
ve men ahsenu | : kim, güzel, çok güzel, |
kavlen mimmen | : söz, söyleyenlerden, kimseden |
Dea ilâ Allâhi | : davetine, uymak, Allahın |
ve amile saliha | : Salih amel, hak yolunda dosdoğru çalışma |
ve kâle inne ni | : der, ben, muhakkak, |
min el muslimin | : barış, huzur üzere olan, teslimiyet, |
33- Allah’ın hakikatlerine davet eden ve iyi çalışmalarda olan ve muhakkak ki ben barış ve huzur üzere olanlardanım, diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır.
-34-
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh idfa billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm
ve lâ testevî | : bir değildir, aynı değildir, denk, yerleşme |
el hasenetu | : yok, bir değildir, eşit, denk, yerleşme, iyilik, |
Ve la es seyyietu | : yok, değil, günah, kötülük, söndür, ile, ki o |
idfa bi elleti | : söndür, yok et, önle, ki o, |
Hiye ahsenu | : o, güzel, daha güzel, en güzel, |
Fe iza ellezi | : sonra, artık, öyle olur ki, o kimse olduğunda, |
beyneke ve beynehu | : onunla senin aranda, |
adavet | : düşmanlık, husumet, |
ke enne-hu veliy hamim | : o sanki, o gibi, samimi içten dostluk, |
34- İyilik ve kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde önle. Sonra öyle olur ki, seninle o kimse arasındaki düşmanlık, samimi içten dostluk haline dönüşmüş olur.
-35-
وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
Ve mâ yulakkâhâ illellezîne saberû ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm
ve mâ yulakkâ-hâ | : düzelme, iyileştirmez, kavuşma, tedavi olma |
İllâ ellezine saberu | : başka, sadece, sabreden kimse, |
ve mâ yulakkâ-hâ | : düzelme, iyileştirmez, kavuşmaz, tedavi olma |
İllâ zu hazzın | : den başka, sahip, mütevazı, zevk, hoşlanma, huzur, |
azimin | : azimli olan, yüce, kararlı, bir yere ulaşmaya kararlı |
35- Buna sabreden kimseden başkası kavuşamaz ve azimli olan, huzura sahip olandan başkası kavuşamaz.
-36-
وَإِمَّا يَنزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve immâ yenzeganneke mineş şeytâni nezgun festeız billâh innehu huves semîul alîm
Ve imma yenzeganne-ke | : eğer, fısıltı, vesvese gelirse, dürtü, saldırı, hücum, sen |
Min el şeytan | : den, şeytani haller, kötü haller, |
nezgun | : saldırı, hücum, dürtü |
Fe isteız bi allâhi | : hemen, sığın, Allah’a |
İnne hu huve | : muhakkak, o, ondan, |
el semiu el alim | : işitmek, ilmiyle varedendir, ilmin sahibi, |
36- Eğer saldırma gibi şeytani hâller seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O işittirendir, ilmin sahibi olandır.
-37-
وَمِنْ آيَاتِهِ اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَهُنَّ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Ve min âyâtihil leylu ven nehâru veş şemsu vel kamer lâ tescudû liş şemsi ve lâ lil kameri vescudû lillâhillezî halakahunne in kuntum iyyâhu tabudûn
ve min ayati hi | : onun delillerindendir, ayetleri, işaretleri, |
El leylu ve en nehâru | : gece ve gündüz |
ve el şems ve el kamer | : güneş ve ay |
lâ tescudû | : secde etmeyin |
li el şemsi ve la el kamer | : güneşe değil ve aya değil |
Vescudû li Allah | : secde, tüm varlığıyla teslim olmak, Allah için |
Ellezi halaka-hunne | : ki o dur, onları yarattı, halkeden, |
İn kuntum iyya hu tabudun | : siz oldunuz, sadece ona, kul olan, kulusunuz. |
37- Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun ayetleridir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Ki onları da halkeden Allah’a teslim olun. Siz sadece O’nun kulusunuz.
-38-
فَإِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذِينَ عِندَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْأَمُونَ
Fe inistekberû fellezîne inde rabbike yusebbihûne lehu bil leyli ven nehâri ve hum lâ yesemûn
Fe in istekberû | : artık, eğer, kibirlenme, gururlanma, küçük görme, |
Fe ellezine inde rabbike | : hemen, ki o, ona ait, katında, seni vücudlandıran, rabbin |
Yusebbihûne lehu | : tesbih et, efal sıfat zatının tecellilerini idrak et, onun |
Bi el leyli ve en nehâri | : gece ve gündüz, her zaman |
Ve hum lâ yesemûne | : onlar, tecelliler, bıkmadan, yorulmadan |
38- Eğer küçük görmek gibi bir hâle düşersen; hemen seni vücudlandırana ait olan o hakikatleri hatırla. Gece ve gündüz O’nun efal, sıfat, Zatının tecellilerini idrak et ve onları hiç yorulmadan anlamaya çalış.
-39-
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنَّكَ تَرَى الْأَرْضَ خَاشِعَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ إِنَّ الَّذِي أَحْيَاهَا لَمُحْيِي الْمَوْتَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Ve min âyâtihî enneke terel arda hâşiaten fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rebet innellezî ahyâhâ le muhyîl mevtâ innehu alâ kulli şey’in kadîr
ve min ayatihi | : onun ayetlerinden, delil, |
enne ke tera | : şüphesiz, gerçekten, sen, görürsün, |
el arda hasiaten | : toprak, kurumuş, sükûn, |
fe iza enzelna | : böylece, sonrada, sunduk, verdik, indirdik, |
Aleyhâ el mae | : onun üzerine, su, rahmet, |
İhzeten ve rebet | : hareket ve kabarma, sevgi |
İnne ellezi ahya ha | : muhakkak ona hayat veren, diri, canlanma, o |
Le muhyî el mevta | : muhakkak, hayat veren, ölüm, nutfe, özden, suret |
inne-hu | : muhakkak o, |
ala kulli şeyin kadir | : bütün her şeyde ki kudret |
39- Sen ayetlerimizi şüphesiz görürsün. Toprak sükûn haldeyken sonra onun üzerine suyu indiririz ve bir hareketlenme ve bir kabarma olur. Muhakkak ki O, her şeyde diri olan, elbette nutfeden de hayat verendir. Muhakkak ki O, bütün her şeydeki kudrettir.
-40-
إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا أَفَمَن يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَم مَّن يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
İnnellezîne yulhıdûne fî âyâtinâ lâ yahfevne aleynâ, e fe men yulkâ fîn nâri hayrun em men yetî âminen yevmel kıyâmeh imelû mâ şitum innehu bimâ tamelûne basîr
İnne ellezine yulhidune | : Doğrusu, kim onlar, haktan, doğru yoldan sapmak |
Fi âyâtinâ | : ayetlerimiz içindeki, delil, işaret, |
la yahfevne aleyna | : yok, gizli, saklı, bizim, hakikatimiz, |
E fe men yulkâ | : diye, kim, atılır, bırakılır, konur, kalır, |
fi el nari hayrun | : içinde, ateş, yakıp yıkıcı haller, hayırlı, iyi, |
em men yeti aminen | : yoksa, kim, kişi, gelir, eden, inanma, güven |
yevme el kıyâmeti | : hakikatin ortaya çıktığı gün, diriliş vakti, ölüm vakti, |
amelû | : amel, yapmak, çalışmak, hakk üzere çalışmak, |
ma şitum | : şey, ne, değil, dilediğiniz, arzu ettiğiniz şey |
inne-hu bima tamelun | : muhakkak, o, yaptığınız şeyler, |
basir | : gösteren, içteki dıştaki işin sırrın, bildiren, basiret |
40- Doğrusu ayetlerimizin içindeki saklı olan hakikatlerimizi kim yok sayarsa, onlar Hakk’tan ve doğru yoldan saparlar. Yakıp yıkıcı hâllerde olan kimse mi, yoksa ölünceye kadar hakikatlere iman eden kimse mi daha hayırlıdır? Arzu ettiğiniz şeylerde hakk üzere çalışın. Muhakkak ki O, yaptığınız şeylerden hakikatleri her an gösterir.
-41-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَاءهُمْ وَإِنَّهُ لَكِتَابٌ عَزِيزٌ
İnnellezîne keferû biz zikri lemmâ câehum, ve innehu le kitâbun azîz
İnne ellezine keferu | : doğrusu, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
bi el zikri | : zikir, hakikatlerin sözleri, anmak, anlatmak, |
lemma cae hum | : onlara geldiği zaman, sunulduğunda, |
ve inne-hu | : olduğu, o, |
le kitabun aziz | : elbette, kitap, tüm varlık bir kitap, yazılı olan, yüce |
41- Onlara hakikatler anıldığı zaman, doğrusu onlar hakikatleri görmemezlikten geldiler ve tüm varlığın yüce bir kitap olduğunu anlayamadılar.
-42-
لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ
Lâ yetîhil bâtılu min beyni yedeyhi ve lâ min halfih tenzîlun min hakîmin hamîd
lâ yetî-hi el batıl | : ona gelmez, o, batıl olandan, boş şey, asılsız, |
Min beyni yedey-hi | : onun elleri arasından, önünde |
Ve la min halfi-hî | : yok, olmaz onun arkasından, ardıl |
Tenzîlun | : inmiştir, gelmiştir, her varlıktan gelir, |
min hakim | : hakim olandan, tüm varlığa hakim olan, |
hamid | : tüm niteliklerin sahibi, tüm övgülerin sahibi |
42- Ona ne önünde olandan ne ardında olandan batıl olan bir şey gelmez. Her varlıktan gelen hakikat, tüm varlığa hâkim olan, tüm niteliklerin sahibi olandan gelir.
-43-
مَا يُقَالُ لَكَ إِلَّا مَا قَدْ قِيلَ لِلرُّسُلِ مِن قَبْلِكَ إِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ وَذُو عِقَابٍ أَلِيمٍ
Mâ yukâlu leke illâ mâ kad kîle lir rusuli min kablik inne rabbeke le zû magfiretin ve zû ikâbin elîm
mâ yukâlu leke | : şey, ne, değil, söylenen, bildirilen, sunulan, sen |
illa ma kad kile | : başka bir şey, sadece, vardır, senden önce, söylenen, |
li el resuli min kabli ke | : resuller, hakikatleri açıklayan, senden önce |
İnne rabbeke | : muhakkak, rabbin, |
le zu magfiret | : mağfiret sahibi, temizleyen, |
ve zû ikabin elimin | : sahip, müşkil, zorluk, zor amel, acı, keder, sıkıntı |
43- Sana bildirilen şey, senden önceki Resullere bildirilenden başka bir şey değildir. Muhakkak ki Rabbin mağfiretin sahibidir ve sıkıntı veren müşkillerin çözümünün sahibidir.
-44-
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
Ve lev cealnâhu kurânen acemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh e acemiyyun ve arabîy kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun vellezîne lâ yûminûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ ulâike yunâdevne min mekânin baîd
velev cealnahu | : eğer, onu düzenleseydik, |
kuran | : kuran, okunan şey, tüm varlık kitabı, |
acemiyye | : anlaşılmayan, yabancı, acem, tuhaf, garip, |
Le kalu | : elbette derler, |
lev la fussilet | : olsa olmaz mıydı, en ince ayrıntısına kadar |
ayatuhu | : ayet, işaret, onun, |
E acemiyyun | : anlaşılmayan, yabancı, |
ve arabiyyun | : anlaşılır bir dille, anlaşılır bir halde, |
kul huve li ellezine amenu | : anlat, de, o iman edenler için |
Huden | : yol gösterici, kılavuz, doğruyu gösteren, |
ve şifaun | : şifa, iyileşme, kurtuluş |
Ve ellezine lâ yûminûne | : ki onlar iman etmezler |
Fi âzâni-him vakrun | : onların kulakların içinde, işitme engeli |
ve huve aleyhim ama | : ve o onlara körlük |
Ulaike yunâdevne | : işte onlar, seslenilir, davet, çağrı |
Min mekanin baidin | : mekan, konum, yer, makam, uzak, uzaklaşmak, |
44- Eğer tüm varlık kitabını anlaşılmayan bir hâlde düzenleseydik, elbette derlerdi ki: Ondaki deliller en ince ayrıntısına kadar anlaşılır olmalı değil miydi? De ki: O iman edenler için anlaşılmayan değil, anlaşılabilir bir hâldedir, yol göstericidir ve kurtuluştur. İman etmeyenlerin kulaklarında ise işitme engeli vardır ve onlarda hakikati görme körlüğü vardır. İşte onlar uzak bir yerden seslenildiğini düşünürler.
-45-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فِيهِ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مُرِيبٍ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe fahtulife fîh ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kudıye beynehum ve innehum lefî şekkin minhu murîb
ve lekad ateyna | : andolsun, şüphesiz, biz verdik, sunduk, bildirdik, |
musa el kitab | : Musa, kitap, hakikatlerin sözleri, |
Fe ihtulife fihi | : fakat, anlaşmazlık, ayrılık, onun hakkında |
ve lev lâ kelimetin | : yok saydılar, kelimeler, |
sebakat | : geçti, önde olan, önce gelen, |
Min rabbike | : rabbinizden, sizi vücudlandıran, |
le kudiye beynehum | : elbette, olan, bitirmek, anlaşamadılar, aralarında |
ve inne-hum | : doğrusu, onlar |
Le fi şekk minhu | : içinde, ikilik, şüpheler, tereddüt, onun hakkında |
murib | : kuşku, endişe verici, şüphelendirici, rahatsız, |
45- Doğrusu Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. Fakat onlar onun sunduğu hakikatler hakkında ayrılığa düştüler. Önceden beri gelen Rabbine ait kelimeleri yok saydılar, elbette onlar kendi aralarında anlaşamadılar. Doğrusu onlar, o hakikatler hakkında şüpheler içinde kaldılar, hakikatleri endişe verici buldular
-46-
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاء فَعَلَيْهَا وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ
Men amile sâlihan fe li nefsihî ve men esâe fe aleyhâ ve mâ rabbuke bi zallâmin lil abîd
Men amile salihan | : kim, Salih amel, iyi çalışma, yararlı, iyilik yapma, |
Fe li nefsi-hi | : böylece kendi için, kendi yararına, |
ve men esae | : kim, kimse, kötülük yaparsa, fenalık |
fe aleyha | : kendi aleyhine, zararına, |
Ve ma rabbu-ke | : değil, Rabbin |
bi zallâmin li el ibadi | : zulmedici, zalim, kötülük veren, kulları için |
46- Kim iyilik yaparsa kendi yararınadır ve kim kötülük yaparsa kendi zararınadır. Rabbin kulları için kötülük veren değildir.
-47-
إِلَيْهِ يُرَدُّ عِلْمُ السَّاعَةِ وَمَا تَخْرُجُ مِن ثَمَرَاتٍ مِّنْ أَكْمَامِهَا وَمَا تَحْمِلُ مِنْ أُنثَى وَلَا تَضَعُ إِلَّا بِعِلْمِهِ وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ أَيْنَ شُرَكَائِي قَالُوا آذَنَّاكَ مَا مِنَّا مِن شَهِيدٍ
İleyhi yureddu ilmus sâah ve mâ tahrucu min semerâtinmin ekmâmihâ ve mâ tahmilu min unsâ ve lâ tedau illâ bi ilmih ve yevme yunâdîhim eyne şurekâî kâlû âzennâke mâ minnâ min şehîd
İleyhi yureddu | : ona, çevirip döndürülme, dönüp duran, çevrilen |
ilmu el saat | : ilim, bilgi, zamanın, vaktin, ilmin vakti, |
ve mâ tahrucu min semeratin | : çıkmaz, ürünler, meyveler |
Min ekmâmi-hâ | : tomurcuklanma |
ve mâ tahmilu min unsa | : taşımaz, hamile kalmaz, kadın, dişi |
ve lâ tedau | : doğuramaz, , |
illa bi ilmi hi | : ancak, sadece, vardır, onun ilmi ile |
ve yevme yunadihim | : vakit, gün, zaman, seslenilir, çağrı, bildirme, onlar |
eyne şureka | : nerede, nasıl, ortak koştuklarınız, |
Kâlû azenneke | : dediler, izin, yetkili, bildirmek, kulak vermek |
Mâ minna min şahid | : yok, bizden, her an her yerde hazır olanı bilen |
47- Onun ilmiyle belli bir vakitte çevrilip döndürülme olmadan ürünler tomurcuklanıp çıkmaz ve dişiler hamile kalmaz ve doğum olmaz. Bunlar ancak O’nun ilmiyledir. Ortak koşanlara her zaman seslenilir: Ortak koştuklarınız bunları yapabilir mi? Hakikati anlayanlar derler ki: Her şeyde yetkili olan seni anlayamamışız, her an her yerde hazır olan seni bilememişiz.
-48-
وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُوا يَدْعُونَ مِن قَبْلُ وَظَنُّوا مَا لَهُم مِّن مَّحِيصٍ
Ve dalle anhum mâ kânû yed’ûne min kablu ve zannû mâ lehum min mahîs
ve dalle an hum | : hakikatlerin dışına çıkmak, uzaklaşıp gitti |
Ma kanu yedune | : olmadı, talep, iddia, yönelme, taptıklar, |
min kablu | : önceden, daha önce, önceki, |
ve zann mâ lehum | : zan, düşünme, anlama, onlar değil, |
min mahis | : kaçacak yer, sığınılacak yer, |
48- Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına çıkanlar, önceki yöneldikleri şeylerin doğru olmadıklarını anladıklarında, anlarlar ki O’ndan başka sığınacak bir yer yoktur.
-49-
لَا يَسْأَمُ الْإِنسَانُ مِن دُعَاء الْخَيْرِ وَإِن مَّسَّهُ الشَّرُّ فَيَؤُوسٌ قَنُوطٌ
Lâ yesemul insânu min duâil hayri ve in messehuş şerru fe yeûsun kanût
lâ yesemu el insane | : bıkmaz, usanmaz, insan |
min duâi el hayri | : duadan, istekten, iyilik, hayır, iyi şeyler, |
ve in messe hu el şerru | : eğer, ona dokunur, bir şer, kötülük, sıkıntı, |
fe yeûsun kanutun | : o zaman yeise kapılır, üzülür, ümitsizliğe kapılır |
49- İnsan hep iyi şeyler istemekten bıkmaz ve eğer ona bir şer dokunursa hemen karamsar olur, ümitsizliğe kapılır.
-50-
وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ رَحْمَةً مِّنَّا مِن بَعْدِ ضَرَّاء مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ هَذَا لِي وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّجِعْتُ إِلَى رَبِّي إِنَّ لِي عِندَهُ لَلْحُسْنَى فَلَنُنَبِّئَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِمَا عَمِلُوا وَلَنُذِيقَنَّهُم مِّنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ
Ve le in ezaknâhu rahmeten minnâ min badi darrâe messethu le yekûlenne hâzâ lî ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in rucitu ilâ rabbî inne lî indehu lel husnâ fe le nunebbiennellezîne keferû bimâ amilû ve le nuzîkannehum min azâbin galîz
ve le in ezakna hu | : elbette, mutlaka, eğer, hissetme, biz, o |
rahmet minna | : rahmet, bizden, rahmetimizden, |
Min badi darrae | : den sonra, darlık, sıkıntı, |
messet hu | : dokunmak, temas, ona, o |
Le yekûlenne | : mutlaka, elbette, hemen söyler, söylenir, der, |
haza li | : mutlaka söyler, bu için söylenir |
Ve ma ezunne | : şey, ne, değil, sanmak, sanmıyordum, |
el sâate kaimeten | : zaman, vakit, an, vuku bulan, başına gelen |
ve le in rucitu ila rabbi | : elbette, eğer, ancak rabbime döndüm |
İnne li inde hu le el husna | : ben, için, ona ait, katında, o, güzellikler |
Fe le nu nebbi | : böylece, elbette haber vermek |
Enne Ellezîne keferu | : hakikatleri kabul etmeyenler, |
bima amilu | : yaptıkları şeyler, |
Ve le nuzîkannehum | : elbette, biz, tat, hissiyat, o halde kalmak, onlar |
min azab galiz | : bir azap, sıkıntı, kaba, çirkin, terbiye dışı, kötü, yoğun, |
50- Eğer o, rahmetimizden bir şey hissetse, sonra ona bir sıkıntı dokunsa, hemen bunun için; hiçbir zaman bunun başıma geleceğini sanmıyordum, ben ancak Rabbime dönenlerdenim, ben O’na ait güzellikler içindeyim, diye söylenir. Öyle ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere, yaptıkları şeylerden elbette hakikatler her an bildirilir. Elbette onlar Bizi anlayamadıklarından dolayı, kötü bir sıkıntının hissiyatındadırlar.
-51-
وَإِذَا أَنْعَمْنَا عَلَى الْإِنسَانِ أَعْرَضَ وَنَأى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ فَذُو دُعَاء عَرِيضٍ
Ve izâ enamnâ alel insâni arada ve neâ bi cânibih ve izâ messehuş şerru fe zû duâin arîd
ve izâ enam na | : eğer, nimet, tüm varlık, tüm hayvanlar, biz, |
ala el insan | : üzerine, için, insana |
arada | : yüz çevirme, görmeme |
ve neâ bi cânibi-hi | : uzaklaşır, mesafe, yan çizme, yan, yön, taraf |
ve izâ messe hu | : ona dokunduğu zaman, |
el şerru | : şer, kötülük, sıkıntı veren şey, |
Fe zu duain | : hemen, sahip, biz, dua, yönelme, |
aridın | : bol, geniş, rahatlık |
51- İnsan nimetlerimize kavuştuğu zaman, hakikatleri görmemezlikten gelir ve idrakten uzaklaşır ve ona bir şer dokunduğu zaman hemen bize yönelir, rahatlık ister.
-52-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن كَانَ مِنْ عِندِ اللَّهِ ثُمَّ كَفَرْتُم بِهِ مَنْ أَضَلُّ مِمَّنْ هُوَ فِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Kul e reeytum in kâne min indillâhi summe kefertum bihî men edallu mimmen huve fî şikâkın baîd
Kul e reytum | : Anlat, de, siz gördünüz, |
İn kane min indi Allâh | : eğer, oldu, indinde, katında, ona ait, Allah |
Summe kefertum bihi | : sonra onu görmemezlikten gelip örttünüz |
Men edallu mimmen | : kim, dalalet, sapık, hakikatlerden sapan, o kimse |
Huve fi şikakin baidin | : o, içinde ayrılık, ikilikte kalmak, uzaklık |
52- De ki: Eğer siz Allah’a ait hakikatleri görüp, sonra görmemezlikten gelip o hakikatleri örterseniz, hakikatlerden uzaklaşıp ikilik içinde kalırsınız. O kimseden daha dalalette olan kimdir?
-53-
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şeyin şehîd
se nurî-him | : nur, aydınlık, göstereceğiz, gösterir dururuz |
ayati na | : ayetlerimiz, delillerimiz, işaretlerimiz, |
fi el afak | : afakta, cümle âlemde, bütün âlemde, her yerde, |
ve fî enfusi him | : enfusda, kendi içlerinde, kendilerinde |
Hatta yetebeyyene lehum | : hatta, açıkça belli olan, apaçık meydanda, onlara |
enne hu el hakkı | : muhakkak ki o, haktır, hakikattir, gerçek, |
e ve lem yekfi | : kâfi değil midir? |
bi rabbi ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
Enne hu | : işte, muhakkak, o, |
alâ kulli şeyin | : bütün her şeyde |
şahidun | : her an her yerde hazır olan |
53- Bütün âlemde ve onların kendilerinde olan ayetlerimizi, onlara her an gösteriyoruz. Hatta kendilerinde hakikatler apaçık görülür. Muhakkak ki gerçek olan O’dur. Rabbiniz size kâfi değil midir? İşte O, bütün her şeyde, her an her yerde hazır olandır.
-54-
أَلَا إِنَّهُمْ فِي مِرْيَةٍ مِّن لِّقَاء رَبِّهِمْ أَلَا إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطٌ
E lâ innehum fî miryetin min likâi rabbihim e lâ inne hu bi kulli şeyin muhît
e lâ inne hum fi miryetin | : olmasın ki, onların, şüphesi, |
Min likâi | : temas, buluşma halinde, birleşme, tevhit |
rabbi him | : rab, vücudlandıran, onlar, |
e lâ inne hu | : değil midir, muhakkak, o |
bi kulli şeyin muhit | : bütün her şeyi kuşatan, ihâta eden, |
54- Onların hiçbir şüphesi olmasın ki, onlar her an Rabbiyle temas hâlindedirler. Muhakkak ki O bütün her şeyi ihâta eden değil midir?