HACC SÛRESİ
-1-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ
Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekum inne zelzeletes sâati şeyun azîm
yâ eyyuhâ el nas | : ey insanlar |
İttekû | : takva, fanalardan sakınma ortak koşmama, |
rabbe kum | : Rabbiniz, vücudlandıran, siz, |
İnne zelzelete | : muhakkak, sarsılma, sarsma, titreme, kendine getiren, |
el sâati | : saat, zaman, vakit, gelecek, gelip geçen, |
şeyun azim | : şey, nesne, istemek, miktar, yüce, |
1- Ey insanlar! Sizi vücudlandırana karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. Muhakkak ki sizi sarsacak olan o yüce hakikatleri anlamanın vakti gelecektir.
-2-
يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُم بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللَّهِ شَدِيدٌ
Yevme teravnehâ tezhelu kullu murdıatin ammâ erdaat ve tedau kullu zâti hamlin hamlehâ ve teren nâse sukârâ ve mâ hum bi sukârâ ve lâkinne azâballâhi şedîd
Yevme teravne ha | : gün, o vakit, onu görürsün, |
tezhelu | : unutur, bırakır, etkilenir |
Kullu murdıatin | : bütün, hepsi, besleyen, emziren, |
amma erdaat | : şeyler, emzirdi |
ve tedau | : bırakır, doğurur, |
kullu zati | : bütün, hepsi, zat, vucud, sahip olduğu her şey |
Hamlin hamle-hâ | : yük, taşıdı, taşıdığı, o, |
ve terâ el nas | : görürsün, insanlar, |
sukara | : sakar, sarhoş, şaşırmış, şaşkın |
ve mâ hum bi sukara | : onlar değiller, sarhoş, şaşkın, |
ve lâkin azab | : lakin, fakat, azab, sıkıntı, |
Allah şedid | : Allah, daha fazla, güçlü |
2- Görürsün ki o vakit emziren emzirdiğini, taşıyan taşıdığını unutur. Sahip olduğu her şeyi bırakıverir. Görürsün ki insanları sarhoş gibi, fakat onlar sarhoş değildir. Fakat Allah’ı anlayamayanlar ise daha fazla sıkıntılardadır.
-3-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَّرِيدٍ
Ve minen nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve yettebiu kulle şeytânin merîd
ve min elnâsi | : insanlar, |
men yucadilu | : kim, kimse, mücadele, tartışma, |
fî Allâh bi gayrı ilmin | : Allah için, hakkında, bir ilim olmaksızın, bilgi, |
ve yettebiu kulle | : tâbi olur, uyarlar, bütün, hepsi, |
şeytan | : şeytani haller, kötülük halleri, haktan uzaklaşan |
merid | : haddi aşan, yoğun, taraftar, destek |
3- İnsanlardan, Allah hakkında bir ilim olmaksızın mücadele eden bazı kimseler vardır. O hâlde olanların hepsi şeytani hâllere tâbi olurlar.
-4-
كُتِبَ عَلَيْهِ أَنَّهُ مَن تَوَلَّاهُ فَأَنَّهُ يُضِلُّهُ وَيَهْدِيهِ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ
Kutibe aleyhi ennehu men tevellâhu fe ennehu yudılluhu ve yehdîhi ilâ azâbis saîr
Kutibe aleyhi | : kitap, yazılır, onun üzerinde, |
Enne hu men tevellâ-hu | : doğrusu, ona, kim, ona döndü, yönelir |
Fe enne hu yudıllu | : böylece, dalalet, kendi cehalet anlayışa sapmak, |
ve yehdî-hi | : ulaştırır, görürür, gösterir, o, |
ila azab | : azap, sıkıntı, |
el sair | : ötekileştirme, öteki görme, küçük görmek cehaleti, |
4- Doğrusu kim o hâllere yönelirse, onun üzerine o hâller yazılır. Böylece o, hakikatlerden kendi cehalet anlayışlarına sapar ve o hâl onu ötekileştirmenin azabına götürür.
-5-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِن مُّضْغَةٍ مُّخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِّنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاء إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِن بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
Yâ eyyuhen nâsu in kuntum fî raybin minel basi fe innâ halaknâkum min turâbin summe min nutfetin summe min alakatin summe min mudgatin muhallekatin ve gayri muhallekatin li nubeyyine lekum, ve nukırru fîl erhâmi mâ neşâu ilâ ecelin musemmen summe nuhricukum tıflen summe li teblugû eşuddekum ve minkum men yuteveffâ ve minkum men yuraddu ilâ erzelil umuri li keylâ yaleme min badi ilmin şeyâ ve terel arda hâmideten fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rabet ve enbetet min kulli zevcin behîc
yâ eyyuhâ en nâsu | : ey insanlar, |
İn kuntum fi raybin | : eğer, siz iseniz, içinizde, şüphe, tereddüt, |
Min el basi | : diriliş, dirilik, cem etmek, birlik, açığa çıkmak, |
Fe inna halaknâkum min turab | : böylece, biz, yarattık, siz, topraktan |
Summe min nutfetin | : sonra, bir nutfeden, bir özden |
Summe min alakat | : sonra, yapışıp ilişmek, bağlayıp, alaka |
Summe min mudgat | : sonra, embriyo, ceninden, |
muhkallekat | : şekillendirme, geliştirme, vucudlandırma, |
ve gayri muhallekatin | : başka, değil, farklı, şekillendirilmiş, |
Li nubeyyin lekum | : açıklanmış, açıkça, görmeniz, apaçık size |
ve nukırru fi el erhami | : durdururuz, tutarız, rahimlerde, merhametle |
mâ neşâu | : şey, ne, değil, istek, isteğimiz, dileğimiz, |
ila ecelin musemmen | : doğuma kadar, belirlenmiş sure, belli bir süre |
Summe nuhricu-kum tıflen | : sonra sizi çıkarırız, bebek |
Summe li teblugû | : sonra, erişmeniz, olgunluk, ergin, |
eşudde kum | : daha fazla, kuvvetli, güçlü, siz, |
ve minkum men yuteveffa | : sizlerden, kim, vefalı, vefat, kiminiz vefalı |
ve minkum men yuraddu | : kiminiz, reddetme, geri dönme |
ilâ erzeli el umuri | : ihtiyarlık çağına |
li keylâ yaleme | : bilmezlik, bilmemesi, |
min badi ilmi şeya | : sonra, bir şey bilir iken, |
ve terâ el arda | : görürsün, arzı, yeryüzün, |
hamideten | : kurumuş |
Fe iza enzelne aleyha | : böylece, indirdiği, zaman, onun üzerine, |
el mae | : su, rahmet, ilim, |
ihtezzet ve rabet | : hareketlenme ve kabarma |
ve enbetet | : yetiştirdi, çıkardı, nebat, bitki, |
min kull zevc | : her çeşit, cins, tür, |
behic | : güzel, neşe veren, güzellikler içinde |
5- Ey insanlar! Varlığı açığa çıkaran hakkında eğer şüphe içindeyseniz, kendi varoluşunuza bakın. Sizi topraktan oluşturduk, sonra bir nutfeden, sonra onu bağlayıp iliştirdik, sonra embriyoyu şekillendirip geliştirdik, sizinde görebildiğiniz gibi şekillendirip geliştirdik ve isteğimiz doğrultusunda doğuncaya kadar, belli bir süre rahimlerde tuttuk. Sonra bir bebek olarak sizi çıkardık. Sonra siz bir olgunluk içinde büyür güçlenirsiniz. Sonra bir yaşlılık içinde olursunuz. Sizden kiminiz önceden vefat eder ve kiminiz belli bir süreye kadar ulaşırsınız. Bir şeyler bilirken bilmez hâlde olursunuz. Görürsün ki yeryüzü kuru iken, sonra onun üzerine indirdiğimiz su ile bir hareketlenme ve kabarma olur ve güzellikler içinde her çeşit bitki ortaya çıkar.
-6-
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِي الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Zâlike bi ennallâhe huvel hakku ve ennehu yuhyil mevtâ ve ennehu alâ kulli şeyin kadîr
Zâlike bi enne Allah hu | : işte bu, muhakkak ki Allah, o |
el hakku | : hak, gerçek |
ve enne-hu yuhyi | : muhakkak ki o, hayat veren |
el mevt | : nutfe, ölümü sunan, sınırlıyan, |
ve enne-hu | : muhakkak o |
Alâ kulli şeyin kadir | : bütün her şeydeki kudrettir |
6- İşte muhakkak ki gerçek olan Allah’tır. O hayat verendir, ölümü sunandır ve muhakkak ki O bütün her şeydeki kudrettir.
-7-
وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَن فِي الْقُبُورِ
Ve ennes sâate âtiyetun lâ raybe fîhâ ve ennallâhe yebasu men fîl kubûr
ve enne el saat | : muhakkak, saat, zaman, ölüm vakti, |
atiyetun | : gelecektir, başa gelecektir, |
lâ raybe fiha | : şüphe yok, tereddüt, onda, orada, bunda, |
ve enne Allâh | : muhakkak, olduğu, Allah, |
yebasu | : ortaya çıkarır, diri olan, tüm varlığı ortaya çıkarır |
Men fi el kubûri | : kimse, kabirler içinde, ulu, yücelik, suret bedenleri, |
7- Muhakkak ki ölüm vakti başa gelecektir, onda şüphe yoktur. Muhakkak ki tüm varlığı ortaya çıkaranın Allah olduğunu anlayan kimseler bir yücelik içinde olur.
-8-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ
Ve minen nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve lâ huden ve lâ kitâbin munîr
ve min elnâsi | : insanlar, |
men yucadilu | : kim, kimse, bazıları, mücadele, gayret, |
fî Allâh bi gayrı ilmin | : Allah için, hakkında, bir ilim olmaksızın |
ve la huden | : yok, kılavuz, yol gösteren, rehber, hidayet, doğru yol, |
ve la kitab | : yok, anlamadan, kitap, kitabı incelemeden, bilgi, |
munir | : aydınlatıcı, nur, nurlandıran, hakikati gösteren, |
8- İnsanlardan, Allah hakkında bir ilim olmadan ve doğru yolu bulmadan ve her varlığın aydınlatıcı bir kitap olduğunu anlamadan mücadele eden bazı kimseler vardır.
-9-
ثَانِيَ عِطْفِهِ لِيُضِلَّ عَن سَبِيلِ اللَّهِ لَهُ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَنُذِيقُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَذَابَ الْحَرِيقِ
Sâniye ıtfihî li yudılle an sebîlillâh lehu fid dunyâ hızyun ve nuzîkuhu yevmel kıyâmeti azâbel harîk
sâniye ıtfi-hî | : kibirlenip ikiliğe düşer, uzaklaşır, |
li yudılle | : sapan, saptıran, dalalet, kendi cehaletine saptıran, |
an sebîli allâhi | : Allah’ın yolundan |
Lehu fî ed dunyâ | : ona, o halde olana, dünyada, yaşamlarında, |
hızyun | : hezeyan, kaybetme, ayrılıkta kalma, ayıp, saçma sapan, |
Ve nuzik hu | : tatma, hissiyat, o halde kalma, |
yevme el kıyâmet | : ölünceye kadar, varlığı her an diri tutan, diriliş, |
Azâbe el harıkı | : azap, yakıcı, ateş, sıkıntıya düşüren |
9- Onlar Allah yolundan kendi cehaletlerine saptırırlar, kibirlenip ikiliğe düşürürler. O hâlde olana yaşamlarında kaybetme vardır ve ölünceye kadar cehaletin o yakıcı sıkıntılı hâllerinde kalmak vardır.
-10-
ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ يَدَاكَ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ
Zâlike bimâ kaddemet yedâke ve ennallâhe leyse bi zallâmin lil abîd
Zâlike | : işte bu, |
bima kademet yedeka | : takdim, derece, elleri, kendi yaptıkları şeyler |
ve enne Allâh leyse | : muhakkak, Allah, değildir, yoktur, olmaz, |
bi zallâmin | : zalimlik, zulmeden, haksızlık, kötülük veren, |
li el abid | : kulları için, kullarına, |
10- İşte bunlar kendi yaptıkları şeyler sebebiyledir. Muhakkak ki Allah kulları için zulmedici değildir.
-11-
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
Ve minen nâsi men yabudullâhe alâ harf fe in asâbehu hayrunıtmeenne bih ve in asâbethu fitnetuninkalebe alâ vechihî hasired dunyâ vel âhıreh zâlike huvel husrânul mubîn
ve min en nâsi | : insanlardan, |
Men yabudu Allâh | : kim, kimse, kulluk eden, Allah, |
ala harfın | : karakter, şekil, şekil üzere, yan, ucu, kenarı, üslup |
Fe in asâbe hu hayrun | : böylece, eğer, isabet ederse, o, hayır, iyilik |
Itmeenne bihi | : tatmin olur, mutlu olur, onunla |
ve asabethu | : isabet, ona, kendine, |
fitnetun | : fitne, deneme, sınama, sıkıntılı hal, müşkilli hâl |
İnkalebe ala vechi hi | : başka bir hale girme, dönüşme, yüzü |
hasire ed dunyâ | : hüsranda, kayıpta, zarar ziyan, |
ve el âhırete | : ahiret, sonunda, |
Zalike huve | : böylece, işte bu, o, |
el husrânu el mubin | : kayıpta olan, hüsran, apaçık |
11- İnsanlardan bazı kimseler Allah’a şekil üzere kulluk ederler. Kendine bir hayr isabet etse onunla memnun olur ve bir müşkil isabet etse yüzü başka bir hâle dönüşüverir. O, dünyada hüsrandadır ve böylece o sonunda da apaçık hüsrandadır.
-12-
يَدْعُو مِن دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُ وَمَا لَا يَنفَعُهُ ذَلِكَ هُوَ الضَّلَالُ الْبَعِيدُ
Yedû min dûnillâhi mâ lâ yedurruhû ve mâ lâ yenfeuh zâlike huved dalâlul baîd
Yedû min duni Allah | : yönelme, isteme, dua, Allahtan başka |
Ma lâ yedarr-hû | : şey, ne, değil, yok, onu korumayan şeylere, o, |
la yenfeahu | : yok, fayda, yarar |
Zâlike huve el dalal | : işte o, bu, dalalet, kendi anlayışında kalma, uzaklaşma |
el baid | : uzaklaşmak, hakikatlerden uzaklaşmak, |
12- Allah’ı bırakıp ona bir faydası olmayan, koruyuculuğu da olmayan, zanna dayalı şeylere yönelirler. İşte o hâlde olan kimse kendi cehalet anlayışına sapıp hakikatlerden uzaklaşır.
-13-
يَدْعُو لَمَن ضَرُّهُ أَقْرَبُ مِن نَّفْعِهِ لَبِئْسَ الْمَوْلَى وَلَبِئْسَ الْعَشِيرُ
Yedû le men darruhû akrabu min nefıh le bisel mevlâ ve le bisel aşîr
Yedû | : yönelir, |
le men darru hu | : oda, sığınma, zararlı olana, korumayan, darlık, o |
Akrabu min nefıhi | : daha yakın, faydası onun, |
Le bise el mevlâ | : ne kötü, dost, arkadaş, sahib, |
ve bise el aşir | : kötü, fena, yardımcı, arkadaş, ortak olan |
13- Ona faydası değil, zararı olana yönelir. Ona kötü bir dost olana ve kötü bir ortak olana daha yakın olur.
-14-
إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
İnnallâhe yudhılullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cennâtin tecrî min tahtihel enhâr innallâhe yefalu mâ yurîd
inne Allâh yudhılu | : muhakkak Allah, dahil eder, içindedir, girer, |
ellezîne âmenû | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, güzel ameller, |
Cennâtin | : cennetler, huzur, |
tecri min tahtina | : akar, vardır, makam, makamalarında vardır, |
El enhar | : nehir, akıp giden, bir ilim üzere, |
inne Allâh yefal | : muhakkak Allah, fail olan, yapan, işleyip duran |
ma yuridu | : şey, iradesinden, isteyen, |
14- Muhakkak ki Allah’a iman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlar ise huzur içindedirler, makamlarında bir ilim üzeredirler. Muhakkak ki varoluşta irade sahibi olan, fâil olan Allah’tır.
-15-
مَن كَانَ يَظُنُّ أَن لَّن يَنصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاء ثُمَّ لِيَقْطَعْ فَلْيَنظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ
Men kâne yezunnu en len yensurehullâhu fîd dunyâ vel âhıreti felyemdud bi sebebin iles semâi summel yakta felyenzur hel yuzhibennekeyduhu mâ yagîz
Men kane yezunnu | : kim, oldu, zanneder, sanır, |
en len yensure hu Allah | : asla yardım etmez, ona, Allah |
Fi el dünya | : dünyada, yaşamında, |
ve el âhıreti | : sonunda, son anına kadar, |
fe li yemdud | : böylece, uzatsın, uzansın, baksın, |
bi sebebin | : bir sebeble, vasıta, alet, neden, etki |
ilâ es semâi | : semaya, ulvi alem, siret ciheti, |
Summe li yakta | : sonra, uzaklaşma, mutlak, kesinlik, kessin, |
fe li yenzur | : böylece, baksın görsün, |
hel yuzbihenne | : giderir, gitmek, bıraksın, arınsın, |
keydu-hu ma yagizu | : onun tuzağı, kötülük, hilesi, öfke, hiddet |
15- Her kim, Allah’ın ona yaşamında ve son anına kadar asla yardım etmez zannederse, böylece o bir sebeple varlığın ulvi cihetine baksın, sonra o cehaletten uzaklaşsın. O hiddetli hâllerinden, kötü hâllerinden arınsın, böylece hakikatleri bakıp görsün.
-16-
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَأَنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يُرِيدُ
Ve kezâlike enzelnâhu âyâtin beyyinâtin ve ennallâhe yehdî men yurîd
ve kezâlike enzelna hu | : işte böylece, sunduk, indirdik, o, |
Ayatin beyyinâtin | : ayetler, delil, işaretler, açıkça, apaçık |
enne Allâh yehdi | : muhakkak Allah, yol gösterir, kılavuz, hidayet |
men yuridu | : kim, isterse, irade eden, arzu eden, |
16- İşte o apaçık delilleri tüm kâinatta sunduk. Kim hakikatleri anlamayı arzu ederse muhakkak ki Allah yol gösterendir
-17-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئِينَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ves sâbiîne ven nasârâ vel mecûse vellezîne eşrekû innallâhe yafsılu beynehum yevmel kıyâmeh innallâhe alâ kulli şeyin şehîd
inne ellezîne amenu | : muhakkak, iman edenler, iman ettiğini düşünenler |
ve ellezîne hadu | : o kimseler, yalnız onlara yol gösterecek, |
ve el sâbiîne | : dine giren, dinden çıkan, |
ve en nasârâ | : yardımcı olan, |
ve el mecûse | : Mecusi, kulağı küçük olan, işitemeyen, ateşe tapan |
ve ellezîne eşreku | : o kimseler, ortak koşan, şirk içinde olan, |
inne Allâh yafsılu | : muhakkak Allah, karar, ayrılık, fasıl, bölünme, |
beynehum | : onlar aralarında |
yevme el kıyâmeti | : her an varlığı ayakta tutan, diri olan, ölüm vakti, |
inne Allâh | : muhakkak Allah |
Ala kulli şeyin şehidun | : bütün her şeyde her an hazır olandır. |
17- İman ettiğini düşünenler ve yalnız onlara yol gösterildiğini iddia edenler ve sabiiler ve yalnız kendilerinin yardım edeceğini iddia edenler ve mecusiler ve şirk içinde olanlar, doğrusu onlar aralarında, ölüm onlara gelinceye kadar Allah hakkında ayrılığa düştüler. Muhakkak ki Allah bütün her şeyde, her an her yerde hazır olandır.
-18-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَمَن فِي الْأَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِّنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَن يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِن مُّكْرِمٍ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يَشَاء
E lem tera ennallâhe yescudu lehu men fis semâvâti ve men fîl ardı veş şemsu vel kameru ven nucûmu vel cibâlu veş şeceru ved devabbu ve kesîrun minen nâs ve kesîrun hakka aleyhil azâb ve men yuhinillâhu fe mâ lehu min mukrim innallâhe yefalu mâ yeşâ
e lem tera | : bakıp ta görmez misin? |
enne Allah yescud | : muhakkak Allah, secde eder, teslim olan, |
Lehu men fî es semâvâti | : ne varsa, ona, kimse, olanlar, semalarda |
ve men fî el ardı | : kim, ne varsa, yeryüzünde |
ve el şemsu ve el kamer | : güneş ve ay |
ve en nucûmu | : yıldızlar |
ve el cibâlu | : dağlar, |
ve el şeceru | : ağaçlar, gelen, soy, takip eden |
ve el devabbu | : hayvanlar, yürüyen, canlı, yaşayan, yaşam, |
ve kesîrun min el nasi | : çoğu, pek çok, insanların |
ve kesîrun hakk aleyhi azab | : çoğu, onlara hak, hakikatler, sıkıntı, azap |
Ve men yuhin Allâh | : kim, gevşek, ilgisiz, zayıf, kayıtsız, Allah |
Fe ma lehu min mukrimin | : böylece, ona değildir, ikram eden, sunulan |
inne Allâh yefalu | : muhakkak, Allah, fail olan, yapan, işleyen, |
ma yeşau | : şey, ne, değil, isteyen, isteğiyle |
18- Bakıp ta görmez misin? Göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş ve ay ve yıldızlar, dağlar ve ağaçlar ve hayvanlar, ne varsa muhakkak ki Allah’a secde ederler. İnsanların çoğu, kendilerindeki hakikatleri anlayamadıklarından dolayı sıkıntıdadır. Kim Allah’ı anlamada ilgisiz, kayıtsız olursa, böylece ona sunulan hakikatlere arif olamaz. Muhakkak ki fâil olan Allah’tır, var olan her şey onun isteğindendir.
-19-
هَذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فِي رَبِّهِمْ فَالَّذِينَ كَفَرُوا قُطِّعَتْ لَهُمْ ثِيَابٌ مِّن نَّارٍ يُصَبُّ مِن فَوْقِ رُؤُوسِهِمُ الْحَمِيمُ
Hâzâni hasmânihtesamû fî rabbihim fellezîne keferû kuttıat lehum siyâbun min nâr yusabbu min fevkı ruûsihumul hamîm
Hâzâni hasmani | : bu ikisi, hasım, düşman, iki taraf, |
Ihtesamu fi rabbi-him | : mücadele, çekişme, kavga, Rab hakkında |
fe ellezîne keferu | : hakikatleri örten kimseler |
Kuttıat lehum | : kesildi, biçildi, onlara, |
siyabun min nar | : elbise, halleri, ateşten, yakıcı, yakıp yıkıcı, |
yusabbu | : dökülür, incitme, zorluk, zarar, kötülük, zorbalık |
min fevkı ruusi hum | : üstünden, baş, akıl, onlar, |
el hamim | : kaynar, hiddet, kaynar |
19- Rabb hakkında iki taraf çekişirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin yakıp yakıcı hâlleri vardır. Onların akıllarında hep hiddet, kötülük vardır.
-20-
يُصْهَرُ بِهِ مَا فِي بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُ
Yusheru bihî mâ fî butûnihim vel culûd
Yusheru bihi | : eritilecek, düz olan, alay etme, maskara, |
ma fi butun him | : içlerinde, karınlarında, |
ve el culûdu | : derileri, ciltleri, suretleri |
20- İçlerinde alay edicilik ve suretlere düşkünlük vardır.
-21-
وَلَهُم مَّقَامِعُ مِنْ حَدِيدٍ
Ve lehum makâmıu min hadîd
ve lehum makamıu | : onlar için mesken, mekan, kamçı, bulundukları yer |
min hadîdin | : demirden, sertlik, sert halleri, |
21- Ve onlar bulundukları yerlerde sert hâllerle hareket ederler.
-22-
كُلَّمَا أَرَادُوا أَن يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ أُعِيدُوا فِيهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ
Kullemâ erâdû en yahrucû minhâ min gammin uîdû fîhâ ve zûkû azâbel harîk
Kullemâ eradu | : her sefer, istek, arzu, |
en yahrucu | : çıkmak, çıkıp gitmek, bırakıp gitmek, |
min gam | : gam, keder, üzüntü, |
uidu fiha | : iade, dönme, oraya, o hale, |
Ve zuku | : zevk, his, tat, |
azâb el harîkı | : azap, sıkıntı, yakıcılık, yakıp yıkma, |
22- Her seferinden o hâllerden çıkmak isteseler de yine de o hâle dönerler. Onlar sıkıntı vermeyi, yakıp yıkmayı zevk edinmişlerdir.
-23-
إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ
İnnallâhe yudhılullezîne âmenû ve amilus sâlihâti cennâtin tecrî min tahtihel enhâru yuhallevne fîhâ min esâvira min zehebin ve luluâ ve libâsuhum fîhâ harîr
inne Allâh yudhılu | : muhakkak Allah, dahil olur, girer |
Ellezine âmenû | : iman edenler |
ve amilu es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Cennatin | : cennetler, huzur, |
tecrî min tahtihâ | : vardır, akar, makamlarında, |
el enhâru | : nehirler, akıp giden, ilim |
yuhallevne | : süslenirler, halleri |
fîhâ min esâvira min zehep | : orada özü anlamışlık, altın bilezik, makamların değeri |
ve luluen | : tertemiz, ışıl ışıl, inciler, saf tertemiz |
ve libâsu hum | : elbisele, suretler, onlar, |
fiha harir | : ipek, iç yüzü, içi dışı bir |
23- Muhakkak ki Allah’a iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar ise huzur içindedirler, makamlarında bir ilim üzeredirler. Orada makamların özünü anlamışlığın halindedirler ve saf tertemizdirler ve onlar orada suretlerin iç yüzünün idrakindedirler
-24-
وَهُدُوا إِلَى الطَّيِّبِ مِنَ الْقَوْلِ وَهُدُوا إِلَى صِرَاطِ الْحَمِيدِ
Ve hudû ilet tayyibî minel kavli ve hudû ilâ sırâtıl hamîd
ve hudû | : ulaşma, yönelme, yolu bulma, varma, |
ila el tayyib | : tertemiz, iyi, güzel |
min el kavli | : sözden, sözlerine, tarif, |
Ve hudu | : ulaşma, yönelme, |
ilâ sırât el hamîdi | : yol, hamd, tecellilerin sahibi, |
24- Sözlerin tertemiz olanına yönelmişlerdir ve tecellilerinin sahibinin yoluna yönelmişlerdir.
-25-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ الَّذِي جَعَلْنَاهُ لِلنَّاسِ سَوَاء الْعَاكِفُ فِيهِ وَالْبَادِ وَمَن يُرِدْ فِيهِ بِإِلْحَادٍ بِظُلْمٍ نُذِقْهُ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ
İnnellezîne keferû ve yasuddûne an sebîlillâhi vel mescidil harâmillezî cealnâhu lin nâsi sevâenil âkıfu fîhi vel bâd ve men yurid fîhi bi ilhâdin bi zulmin nuzıkhu min âzâbin elîm
inne ellezîne keferu | : muhakkak, doğrusu, şüphesiz, hakikatleri örtenler |
ve yasuddûn | : alıkoyarlar, men, geri çevirme, |
an sebil Allah | : yol, hakikatler, Allah’ın yolu, |
ve el mescidi el harâmi | : kutsal olana teslim olma, kutsal, hürmet |
Ellezî cealna hu | : ki onu kıldık, yaptık, sunduk, |
li el nas | : insanlar için, insanlara, |
Sevâen | : müsavi, eşit, bir olan, birlik üzere olan, denk olan, |
el akıf fihi | : akif olan, devamlı o halde kalan, orada, o hakikatlerle |
ve el bâdı | : kötü, fena, dışardan gelen, bed olan, |
ve men yurid fihi | : kim ister, orada, |
bi ilhadin | : hak yolundan ayrılmak, ayıran, saptıran, |
bi zulmin | : zulüm ile |
nuzık-hu | : zevk, tatma, hal, o halde olmak, |
min azab elim | : azap, acı |
25- Şüphesiz hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah yolunda hareket edenleri geri çevirmeye kalkarlar. Kutsal olana teslim olmaları için insanlara o hakikatleri sunduk. Devamlı o hakikatlerle hareket etsinler. Birlik üzere olsunlar ve fenalardan uzaklaşsınlar. Hakk yolunda olanları saptırmak isteyen kimse ise zalimdir, o acı bir sıkıntının hâlindedir.
-26-
وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَن لَّا تُشْرِكْ بِي شَيْئًا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Ve iz bevve’nâ li ibrâhîme mekânel beyti en lâ tuşrik bî şeyen ve tahhir beytiye lit tâifîne vel kâimîne ver rukkais sucûd
ve iz bevve nâ li ibrahim | : nokta, gösterme, açıklama, belirtmek, biz, İbrahim |
mekâne el beyt | : mekan, makam, bulunan yer, ev, hane, oda, vücut evi, |
En la tuşrik | : şirk koşmak, ortak koşmak, |
bi şeyen | : bana hiç bir şeyi, |
ve tahhir beyti | : temizle, temiz tut, evimi, gönül evimi, |
li el taifin | : tavaf, arayanlar, dolaşanlar, hakikatler için dolaşanlar, |
ve el kâimîne | : kaim olan, mevcut, varlığı tutan, ayakta tutan, diri olan, |
ve el rukkai | : rükû, nitelikler, sıfatlar, |
el sucud | : secde, teslim olma, tüm varlığıyla teslim olmak |
26- İbrahim’e, Bizi kendi vücud evinde bulacağını belirttik. Bana hiçbir şeyi ortak koşma, hakikatlerin arayışında olanlar için, tüm varlığı tutanı ve tüm varlıktaki nitelikleri ve tüm varlığıyla teslim olmayı anlamak isteyenler için, gönül evimi temiz tut, diye bildirdik.
-27-
وَأَذِّن فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
Ve ezzin fîn nâsi bil hacci yetûke ricâlen ve alâ kulli dâmirin yetîne min kulli feccin amîk
ve ezin fi el nas | : yetki, ilan et, müsaade et, insanlara |
bi el hacc | : özel maksat, mutlak yönelmek, Allah’a tanımak için arayış |
yetû-ke | : gelsin, sana gelsinler, |
ricalen | : ileri gelenler, kişiler, makam sahibi, yaya, devlet adamı |
ve alâ kulli | : üzerinde, hepsi, bütün, |
damir yetine | : zayıflık içinde olan, niyet, deve, gelirler |
min kulli | : hepsi, |
fecin amik | : tasalı, dağ yolu, olgun olmayan, derin, incelikle araştıran |
27- Allah’ı tanımak için arayışta olan insanlara ilan et. Toplumda ileri gelenler ya da bir zayıflık içinde olanların hepsi, bir tasa içinde inceden inceye araştıranların hepsi sana gelsinler.
-28-
لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ فِي أَيَّامٍ مَّعْلُومَاتٍ عَلَى مَا رَزَقَهُم مِّن بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقِيرَ
Li yeşhedû menâfia lehum ve yezkurusmallâhi fî eyyâmin malûmâtin alâ mâ rezakahum min behîmetil enâm fe kulû minhâ ve atımul bâisel fakîr
li yeşhedû | : şahit, bilmek, |
menafia lehum | : yarar, fayda, elde edilen sonuç, onlara |
ve yezkur | : zikretsinler, ansınlar, anlasınlar, |
ismi Allâh | : ismi, adı, işaretleri, belirti, Allah |
fî eyyâmin malumatin | : hayırlı, güzel, iyi, günler, belli, bilinen |
Ala ma rezaka-hum | : yüce, şey, onlara rızık verdi, nimet, |
min behîmeti el enâmi | : hayvani hal, akılsızlık, yürüyen hareketli olan, mahlûkat |
Fe kulu minhâ | : böylece, beslenme, yararlanma, ondan |
ve atımu | : verme, besleme, faydalandırmak, |
El bais el fakîre | : yoksul kişi, muhtaç, yoksun, ilimden yoksun, |
28- Onlara fayda getirecek olan hakikatleri bilsinler ve Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini anlasınlar. Onlara verilen nimetlerin yüceliğini belli güzellikler içinde tanısınlar. Mahlûkatı tanımada akılsızlık etmesinler. Böylece o hakikatlerden faydalansınlar ve ilimden yoksun kişileri de faydalandırsınlar
-29-
ثُمَّ لْيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتِيقِ
Summel yakdû tefesehum vel yûfû nuzûrahum vel yettavvefû bil beytil atîk
Summe el yakdu | : sonra, isteme, tamamlama, yerine getirmek, |
tefesehum | : kir, cehalet, cehalet kirliliğini, |
ve li yûfû | : ifa etsinler, tutsunlar, yerine getirsinler, |
nuzura hum | : kendine söz vermek, sözlerini, nezir, onlar |
ve li yettavvefû | : dolaşma, bir şeyi anlamak için gayret, tavaf etsinler |
bi el beyti | : ev, gönül evi, beyti atik, kabeyi muazzama, Allah’ın evi |
el atik | : saf, soyu temiz, hür, asil, tertemiz, değerli, kadim, |
29- Sonra da cehaletin kirliliğinden geçerek temizlenmeyi tamamlasınlar ve onlar hakikatlere uyacaklarına dair verdikleri sözlerini tutsunlar ve Allah’ın evi olan gönül evlerini tertemiz tutmak için gayret göstersinler.
-30-
ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ عِندَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ
Zâlike ve men yuazzım hurumâtillâhi fe huve hayrun lehu inde rabbih ve uhıllet lekumul enâmu illâ mâ yutlâ aleykum fectenibûr ricse minel evsâni vectenibû kavlez zûr
Zâlike | : işte böyle, işte bu, |
ve men yuazzım | : kim, en üste seviye, azimli, yüceltme, hürmet |
hurumâti Allah | : Allah’ın kutsallığı, yüceliği, haramları |
Fe huve hayrun lehu | : böylece, o, hayırlı olan, faydalı, onun için, ona |
inde rabbi-hi | : ona ait, Rabbinin katında, vücudlandıran, |
ve uhıllet lekum | : helâl kılındı, uygun, |
el enam | : mahlûkat, hareketli olan, hayvanlar, |
İlla ma yutla aleykum | : ancak, sadece, okunan, okuduğu, size |
fe ictenibû | : artık, sakının, kaçının, uzak durun, |
el ricse | : tüm kötü haller, pislik, zarar veren, cehalet kirliliği, |
min el evsâni | : putlar, medet beklemek, tapılan şey, çıkar için yapılan |
ve ictenibû | : içtinap edin, kaçının, |
kavle el zuri | : yalan sözlerden, |
30- İşte böyle, kim Allah’ın yüceliğini anlamak için azimli olursa, böylece o; onu vücudlandırana ait olan hakikatlere hayırla ulaşır. Ancak size okunduğu hâliyle, tüm mahlûkatı anlamak size helal kılındı. Artık cehaletin kirliliğinden, tüm kötü hâllerden, medet bekleyerek tapındığınız şeylerden ve yalan sözlerden kaçının.
-31-
حُنَفَاء لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ وَمَن يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَكَأَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاء فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ أَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ
Hunefâe lillâhi gayre muşrikîne bih ve men yuşrik billâhi fe ke ennemâ harre mines semâi fe tahtafuhut tayru ev tehvî bihir rîhu fî mekânin sahîk
Hunefâe li Allah | : hanifler, tevhit üzere olanlar, Allah, |
Gayre muşrikîne bihi | : olmayın, başka, şirk koşanlar, ortak koşan, ona |
ve men yuşrik bi Allah | : kim, şirk, nitelikleri kendine nisbet etmek, Allah |
Fe ke ennemâ harre | : o zaman, sanki, gibi, yüksekten düşen, |
min es semâi | : semadan, gök, ulvi alem, |
Fe tahtafu-hu el tayru | : böylece, onu kapar, kuş, uçmak, |
Ev tehvî bi-hi el rihu | : veya, zayıf, inceltme, onu indirir, rüzgar |
Fi mekânin sahikın | : mekân, yer içinde, uzak |
31- Allah için Tevhid üzere olun. O’na ortak koşanlardan olmayın. Kim, Allah’ın niteliklerini kendine nisbet ederse, o sanki gökten düşmüş gibi ya da kuşların kapıp gitmesi gibi ya da rüzgârın onu sürükleyip uzak bir mekâna atması gibi olur.
-32-
ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِن تَقْوَى الْقُلُوبِ
Zâlike ve men yuazzım şeâirallâhi fe innehâ min takvâl kulûb
Zâlike | : işte, böylece, işte bu, |
ve men yuazzım | : kim, en üst seviye, azimlilik, yüceltme, hürmet |
şeâire Allâh | : ilke, kural, temel kaide, temel bilgi, ulvi nizam, Allah |
Fe inneha min takva | : böylece, o fenalardan sakınır ortak koşmaz, |
El kulub | : kalb sahibi, idrak sahibi, |
32- İşte böyle, kim Allah’ın tüm kâinattaki ulvi nizamını anlamak için azimli olursa, böylece şüphesiz o; fenalardan sakınan, ortak koşmayan, kalb sahibi olan bir kimse olur.
-33-
لَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ مَحِلُّهَا إِلَى الْبَيْتِ الْعَتِيقِ
Lekum fîhâ menâfiu ilâ ecelin musemmen summe mahılluhâ ila el beytil atîk
Lekum fiha menafiu | : size, orada, o hakikatlerde, yarar, fayda, menfaat |
ilâ ecelin musemmen | : belirli vakit, yaşam müddeti, |
Summe mahıllu-hâ | : sonra, artık, onun yeri, o yerde, her yer, mekân, |
ila el beyti | : ev, gönül evi, beyti atik, kabeyi muazzama, Allah’ın evi |
el atik | : saf, soyu temiz, hür, asil, tertemiz, değerli, kadim, |
33- Size, yaşadığınız müddetçe o hakikatlerde faydalar vardır. Bütün her yerin, bir asalet içinde Allah’ın evi olduğunu bilin.
-34-
وَلِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَى مَا رَزَقَهُم مِّن بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ أَسْلِمُوا وَبَشِّرِ الْمُخْبِتِينَ
Ve li kulli ummetin cealnâ menseken li yezkurûsmallâhi alâ mâ razakahum min behîmetil enâm fe ilâhukum ilâhun vâhıdun fe lehû eslimû ve beşşiril muhbitîn
ve li kulli ummetin | : bütün hepsi için, toplum, ümmetler, kimseler, |
Cealna | : kıldık, düzenledik, yaptık, |
menseken | : hakka yönelme yolu, ibadetğah, usul, yol, tarz, |
li yezkurû | : zikretsinler, ansınlar, anlasınlar, |
isme Allâh | : ismi, adı, işaretleri, belirti, Allah |
Ala mâ razaka-hum | : üzerine, şey, rızık, nimet, sıfatlar, onlar, kendileri, |
min behîmeti | : akılsızlık, idraksizlik, hayvani haller, |
el enam | : tüm mahlûkat, yürüyen, hareketli olan |
Fe ilâhu-kum ilah vahid | : böylece, sizin ilâhınız, tek ilah |
Fe lehu eslimû | : bundan sonra, ona, barış üzere, teslim olun |
ve beşşir | : müjde, sevinç, ümit veren, huzur veren, sevgi üzere, |
el muhbitin | : alçak gönüllü, mütevazı, kalp sahibi, muhabbet üzere, |
34- Bütün topluluklar için, Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini anlasınlar diye her varlığı bir yol yaptık. Kendilerinde olan sıfatları, tüm mahlûkatı tanımada akılsızlık etmesinler. Sizin sığınacağınız güç Tek güçtür. Bundan sonra tüm varlığınızla teslim olup, barış ve huzur üzere olun. Alçakgönüllü, bir sevgi içinde ümit verenlerden olun.
-35-
الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرِينَ عَلَى مَا أَصَابَهُمْ وَالْمُقِيمِي الصَّلَاةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum vas sâbirîne alâ mâ esâbehum vel mukîmis salâti ve mimmâ razaknâhum yunfikûn
Ellezîne iza zukire Allah | : o kimseler, Allah’ın zikrinde, anıldığı zaman |
Vecilet kulûbu-hum | : titrer, heyecan, onların kalbleri |
ve es sâbirîne | : sabredenler |
Ala mâ esâbe-hum | : üzerlerine, isabet eden şeyler, başlarına gelen şeylerde |
ve el mukîmi es salâti | : hep sâlat üzere olan, hakka bağlılık şuuru üzere hareket |
ve mimma razakna hum | : şeylerden, rızık, nimet, sıfat, onlar, kendileri, |
yunfikûne | : infak ederler, sahibine teslim etme |
35- Allah’ın zikrinde olan kimselerin her an kalbleri titrer. Başlarına gelen şeylerde sabrederler ve her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere hareket ederler ve onlar rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler.
-36-
وَالْبُدْنَ جَعَلْنَاهَا لَكُم مِّن شَعَائِرِ اللَّهِ لَكُمْ فِيهَا خَيْرٌ فَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا صَوَافَّ فَإِذَا وَجَبَتْ جُنُوبُهَا فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْقَانِعَ وَالْمُعْتَرَّ كَذَلِكَ سَخَّرْنَاهَا لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Vel budne cealnâhâ lekum min şeâirillâhi lekum fîhâ hayr fezkurûsmallâhi aleyhâ savâff fe izâ vecebet cunûbuhâ fe kulû minhâ ve atımûl kânia vel muterr kezâlike sahharnâhâ lekum leallekum teşkurûn
ve el budne | : gövde, vücud, beden, sığır, deve, |
cealna ha lekum | : düzenledik, kıldık, yaptık, onu, size |
min şeâiri | : şiar, ilkeler, hukuk, kaide, nişane, ulvi düzen, tecelli, |
Allâh | : Allah, El lah, görünmeyen güç, tüm varlıktaki kudret, |
Lekum fiha hayrun | : sizin için vardır, onda, hayır |
Fe ezkurû | : artık, öyleyse, anın, anlayın, |
isme Allâh | : ismi, adı, işaretleri, belirti, Allah |
Aleyhâ savaffe | : üzerinde, saflar, düzenli olarak, belli bir intizam, |
Fe izâ vecebet | : mutlak olan, yapılması luzumlu, uymak, |
cunubu ha | : yanları, çevreleri, her yön, her taraf, her yerin sahibi, |
Fe kulu min-hâ | : beslenme, faydalanmak, ondan, oradaki ilimden, |
ve atımû | : besleyin, faydalandırın, |
el kania | : hoşnutluk, razı, arzu, kanaatkâr, |
ve el muter | : isteyen, arzulayan |
Kezalike | : işte böyle, |
sahharnâ-hâ lekum | : düzenledik, yaydık, size |
Lealle kum teşkurûne | : umulur, siz, nimetlerin, varlığın sahibini bilme |
36- O düzenlediğimiz bedenleriniz Allah’ın ulvi nizamını gösterir. Sizin onları anlamanızda hayırlar vardır. Artık belli bir intizam içinde, Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini anlayın. Sonra da her yönden mutlak olana uyun. Böylece oradaki ilimden beslenin ve bir hoşnutlukla ve arzuyla faydalandıran olun. İşte böylece düzenleyip yaydığımız her şeyde size faydalar vardır. Umulur ki varlığınızın asıl sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.
-37-
لَن يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِن يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنكُمْ كَذَلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَبَشِّرِ الْمُحْسِنِينَ
Len yenâlellâhe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ ve lâkin yenâluhut takvâ minkum kezâlike sahharahâ lekum li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve beşşiril muhsinîn
len yenale Allah | : değil, ulaşmak, kazanmak, ulaşamazlar, Allah |
lahm ha | : et, içi, üzeri, suret, ten, |
ve lâ damâu-hâ | : yok, kan, kan dökücü, zarar, tuzak, hile, çaresiz |
ve lâkin yunalu hu | : lakin, ancak, ona ulaşır, ihsan, armağan, |
el takva | : fenalardan sakınmak, |
minkum | : sizden |
Kezâlike | : işte böyle, |
sahhara ha lekum | : düzenlenen, yayılan, mutlu, sizin |
li tukebbirû Allâh | : yüce olanı anlayın, ulu, Allah, |
Ala mâ hedâ-kum | : üzerine, için olan, şey, ne, size yol gösterilir |
ve beşşir | : müjdeler, sevindirme, ümit vermek, |
el muhsinin | : tüm özüyle Allah’a bağlı olanlar |
37- O suretlerde kalanlar Allah’ın hakikatlerine ulaşamazlar ve zararlı hâllerini yok edemezler. Ancak sizden, fenalardan sakınanlar Allah’ın hakikatlerine ulaşırlar. İşte sizin düzenlenen bedenlerinizde Allah’ın yüceliğini anlayın. Bütün her şey size yol gösterir ve tüm özüyle Allah’a bağlı olanlar için müjdeler vardır.
-38-
إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ
İnnallâhe yudâfiu anillezîne âmenû innallâhe lâ yuhıbbu kulle havvânin kefûr
inne Allâh yudafiu | : muhakkak, Allah, korunur, korunma, def eder, |
An ellezi âmenû | : iman edenler, |
inne Allâh la yuhıbbu | : muhakkak, Allah, yok, sevgi, sevgisi yoktur |
Kulle havvanin | : tümünde, hepsi, kötü niyetli olan, hain olan, |
kefurin | : hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
38- İman edenler muhakkak ki Allah’ın hakikatleriyle korunurlar. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin, kötü niyetli olanların tümünde Allah sevgisi yoktur.
-39-
أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ
Uzine lillezîne yukâtelûne bi ennehum zulim ve innallâhe alâ nasrihim le kadîr
Uzine li ellezi | : izin, yetki, mükellef, sorumlu, o kimseler, |
yukatelune | : yazık etmek, mahvetmek, zarar veren, |
bi enne-hum zulimu | : zalimlik içinde olanlar, yanlış yapan, zalim olan |
ve inne Allâh | : muhakkak, doğrusu, Allah |
alâ nasri him | : onlara yardım, kurtuluş, zafer, |
le kadirun | : elbette, kudretiyle, kudret sahibi, güçlü olan, |
39- İman edenler; etraflarına zarar veren, zalimlik içinde olanlara karşı hakikatleri anlatmakla sorumludurlar. Muhakkak ki onlar Allah’ın hakikatleriyle yardım bulurlar, elbette kudret sahibini bilirler.
-40-
الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
Ellezîne uhricû min diyârihim bi gayri hakkın illâ en yekûlû rabbunallâh ve lev lâ defullâhin nâse badahum bi badın lehuddimet savâmıu ve biyaun ve salavâtun ve mesâcidu yuzkeru fîhesmullâhi kesîrâ ve le yansurennallâhu men yansuruh innallâhe le kaviyyun azîz
Ellezîne uhricu | : o kimseler, onlar, çıkarıldılar, atıldılar, |
min diyarihim | : diyarları, yerleri, evleri, bulundukları yer, onlar |
bi gayri hakkın | : olmaksızın, haksızca, hak, hakikat, gerçek, |
İlla en yekulu | : sadece, demeleri sebebiyle, |
Rabbun Allâh | : Rabbimiz, bizi vücudlandıran, efendimiz, Allah |
Ve lev la def Allâh | : eğer, istemez, kovma, def etme, Allah, |
en nâse | : insanlar, |
badahum bi badın | : birbirlerinin, bazıları bazılarına |
le huddimet | : yıkılma, parçalanma, bölünme |
Savamıu | : oda, hücre, mabet, manastır, bina, |
ve biyaun | : alışveriş, kilise, |
ve salavat | : dualar, hep hakka yönelme, nasara kilisesi, |
ve mesâcidu | : mescidler, tesim olunan yer, Allah’ı anma yerleri, |
yuzkeru | : zikredilir, anmak, |
fîhâ ism Allâh kesiran | : içinde, orada, isim, ad, işaret, Allah, çok |
ve le yansuren Allâh | : elbette, yardım eden, Allah |
Men yansuru-hu | : kim, kimse, yardım, yardım isterse, o, Allah |
inne Allâh le kavıyun | : muhakkak, Allah, güç, sağlam, sapasağlam tutan, |
aziz | : yüce olan, tüm değerlerin yüce sahibi, |
40- Sadece, bizi vücudlandıran Allah’tır demeleri sebebiyle haksızca diyarlarından çıkarılan kimseler vardır. Allah insanların birbirlerini kovmalarını, bölünmelerini istemez. Hücrelerinizde ve alışverişlerinizde ve O’na yönelmelerinizde ve mescitlerde çokça Allah’ın adıyla hakikatleri anın. O’nun hakikatlerini arayan kimseye yardım edene, elbette Allah da yardım eder. Muhakkak ki Allah, elbette varlıktaki tüm değerlerin yüce sahibidir, varlığı sapasağlam tutandır.
-41-
الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ
Ellezîne in mekkennâhum fîl ardı ekâmûs salâte ve âtevuz zekâte ve emerû bil marûfi ve nehev anil munker ve lillâhi âkıbetul umûr
Ellezîne in meken na hum | : kimseler, imkân, mekân, düzen, verdik, biz, onlar |
fi el ard | : yeryüzü, |
ekâmû el salâte | : her an salât üzere olurlar, hakka bağlılık şuuru, |
ve âtevu el zekâte | : kendindekini paylaşma, temizlenmek, |
ve emerû bi el maruf | : iş, emr, tavsiye, erdemlilik, fazilet, bilinen, ariflik |
ve nehev an el munkeri | : uzak, yasaklar, men eder, inkâr, tanımamazlığa gitme |
ve li Allâh akıbet | : Allah’a aittir, sonuç, netice, |
el emr | : oluş, duruş, işler, işleyiş, hüküm, |
41- Yeryüzünde ve kendilerinde düzenimizi anlayan kimseler; her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere hareket ederler. Temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar. Arif olmayı ve inkârdan, kötülükten uzak durmayı tavsiye ederler ve neticede bütün varlıktaki işleyişin Allah’a ait olduğunu bilirler.
-42-
وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُ
Ve in yukezzibûke fe kad kezzebet kablehum kavmu nûhın ve âdun ve semûd
ve in yukezzibu ke | : eğer, ise, seni yalanlarlarsa, |
Fe kad kezzebet kable hum | : oldu, yalanladılar, onlardan önce de |
kavmu nûhın | : Nuh kavmi |
Ve ad ve semûdun | : Ad, ve Semud |
42- Eğer seni yalanlarlarsa, onlardan önce Nuh ve Ad ve Semud’un kavmi de hakikatleri yalanladı.
-43-
وَقَوْمُ إِبْرَاهِيمَ وَقَوْمُ لُوطٍ
Ve kavmu ibrâhîme ve kavmu lût
ve kavmu ibrâhîme | : İbrahim kavmi |
ve kavmu lûtın | : Lut kavmi |
43- İbrahim’in kavmi ve Lut’un kavmi de.
-44-
وَأَصْحَابُ مَدْيَنَ وَكُذِّبَ مُوسَى فَأَمْلَيْتُ لِلْكَافِرِينَ ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ
Ve ashâbu medyen ve kuzzibe mûsâ fe emleytu lil kâfirîne summe ehaztuhum fe keyfe kâne nekîr
ve ashâbu medyene | : Medyen halkı |
ve kuzzibe musa | : yalanlandı, Musa |
fe emleytu | : böylece, mühlet, vakti olmak, zamanı olmak, |
li el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelen, |
Summe ehaztu-hum | : sonra, yakalandılar, sarıldılar, o hallerde kaldılar |
Fe keyfe kane | : böylece, nasıl, o halde, halleri, oldu, |
nekir | : bilememiş olan, belirsiz |
44- Medyen halkı da yalanladı ve Musa’yı da yalanladılar. Doğrusu onların hakikatleri anlamaya zamanları olduğu hâlde hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler. Sonra da onlar kendi cehaletlerine sarıldılar. Böylece bilememiş hâllerde kalanlardan oldular.
-45-
فَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُّعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَّشِيدٍ
Fe ke eyyin min karyetin ehleknâhâ ve hiye zâlimetun fe hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve birin muattalatin ve kasrın meşîd
fe ke eyyin | : böylece, niceleri gibi, |
min karyetin | : belde, köy, bulundukları yer |
ehleknâ-hâ | : bizi anlamanın halinde helâk oldular, yazık olma |
ve hiye zalimetun | : o zalimler, zulüm eden, |
Fe hiye haviyetun alâ | : böylece o, huviyet, uçurum, hakikatlerden düşmek, |
urûşi-hâ | : çatısı, tavanı, bütün her yeri yüceliği ile kaplayan |
Ve birin muattalatin | : kuyu, kapalı, terkedilmiş, boş, bilgisizlik, karanlık, |
ve kasrın meşidin | : makam, köşkler, saraylar, yükseklik, büyüklük halinde |
45- Böylece niceleri gibi bulundukları yerlerde Bizi anlamamanın hâlinde helak olup gittiler. Onlar zalimlerdi. Sonra da onlar, yüceliği ile her yeri kaplayanı anlamamanın cehaletine düştüler ve cehaletin karanlığında kaldılar ve büyüklük hâllerinde kaldılar.
-46-
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun yakılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ fe innehâ lâ tamal ebsâru ve lâkin tamal kulûbulletî fîs sudûr
e fe lem yesîrû | : gezip bakmazlar mı, dolaşmazlar mı? |
fi el ard | : yeryüzünde |
fe tekûne lehum kulubun | : böylece, olur, onların kalbleri |
Yakılûne biha | : akıl edecek, düşünecek, onunla |
Ev âzânun yesmeun biha | : yada, kulaklar, işitme, onunla |
fe inne hâ la tama | : fakat o, kör değil, göremeyen, |
el ebsar | : görmek, bakışlar, görmek, |
ve lâkin tama | : ve lakin, kör, idraksiz, göremeyen, |
el kulub | : kalpler, idrakler |
Elleti fî es sudûri | : o ki, sinelerde, gönüllerde, göğüslerde |
46- Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Böylece onların akıl edecek kalbleri yok mu, ya da işitecek kulakları. Fakat onların görmelerinde körlük olmaz ve lâkin gönüllerindeki idraklerdedir körlük.
-47-
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَن يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ وَإِنَّ يَوْمًا عِندَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
Ve yestacilûneke bil azâbi ve len yuhlifallâhu vadeh ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn
ve yestacilûneke biel azab | : senden acele istiyorlar, azap, sıkıntı |
ve len yuhlife | : asla geri kalma olmaz, dönmez, |
Allâh vade hu | : Allah, vaadi, sözü, işleyişi, tecellileri, |
ve inne yevm | : muhakkak, vakit, zaman, gün, |
inde rabbike | : ona ait, katında, seni vücudlandıran |
Ke elfi senet | : ünsiyet eylemek, ünsiyeti, |
mimma teuddun | : nesne, şeyler, saydığınız, hesap edilen, adet, tüm |
47- Senden azabın acele gelmesini istiyorlar. Allah’ın işleyişinde asla geri kalma olmaz. Muhakkak ki seni vücudlandıran O’dur. Zaman O’na aittir. Tüm nesneler O’nun ünsiyeti ile durur.
-48-
وَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ أَمْلَيْتُ لَهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ ثُمَّ أَخَذْتُهَا وَإِلَيَّ الْمَصِيرُ
Ve ke eyyin min karyetin emleytu lehâ ve hiye zâlimetun summe ehaztuhâ ve ileyyel masîr
ve keeyyin min karyet | : niceleri gibi, belde, köy, bulundukları yer |
Emleytu leha | : mühletleri vardı, mazanları, ona, hakikatleri, |
Ve hiye zâlimetun | : o, zalimler |
Summe ehaztu ha | : sonra, onları sarıverdi, yakaladı, o halde kaldılar |
ve ileyye el masir | : bana, belirleme, sürüp giden, dönüp varılacak yer |
48- Niceleri gibi bulundukları yerlerde hakikatleri anlamaya zamanları vardı. Fakat onları zalimlikleri, cahillikleri sarıverdi. Dönüp varacağınız yer Banadır.
-49-
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Kul yâ eyyuhen nâsu innemâ ene lekum nezîrun mubîn
Kul ye eyyuha el nas | : anlat, ey insanlar, |
İnnemâ ene lekum | : sadece, ben size |
Nezirun | : uyaran, fanalardan sakınmak için uyaran, |
mubînun | : açıklayan, apaçık olan, görünen, |
49- De ki: Ey insanlar! Ben size sadece hakikatleri açıklayan, fenalardan sakınmanız için uyaran biriyim.
-50-
فَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
Fellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum magfiretun ve rızkun kerîm
Fe ellezine amenu | : böylece, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
lehum magfiretun | : onlar için mağfiret |
ve rızkun kerim | : rızık, fayda, nimet, asil, soy, asliyet |
50- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar için mağfiret vardır ve asliyetden gelen nimetlerin idraki vardır
-51-
وَالَّذِينَ سَعَوْا فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Vellezîne seav fî âyâtinâ muâcizîne ulâike ashâbul cehîm
ve ellezîne seav | : kimseler, onlar, çalışma, aranan, arayış, çaba gösterme |
fî âyâti-nâ | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
muacizin | : boşa çıkarma, gereksiz, önemsememe, acizlik, |
Ulaike | : işte onlar, |
ashâbu el cehimi | : sahip, sıfatları kendine nisbet etmenin cehaleti |
51- Ayetlerimizi önemsemeyen, onları anlamak için gayretli olmayan kimseler, işte onlar sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletine sahiptirler.
-52-
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ إِلَّا إِذَا تَمَنَّى أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin ve lâ nebiyyin illâ izâ temennâ elkaş şeytânu fî umniyyetih fe yensehullâhu mâ yulkış şeytânu summe yuhkimullâhu âyâtih vallâhu alîmun hakîm
ve mâ erselnâ | : göndermedik, açığa çıkan, biz, hakikatlerimiz, |
min kabli-ke min resul | : senden önce, bir resul, hakikati gösteren, |
ve lâ nebiyyin | : bir nebi, haberci |
İlla izâ temennâ | : ancak, temenni ettiği zaman, arzu, |
elka eş şeytân | : koyma, bulandırma, şeytani haller, |
fi um niyyet hi | : aslı, özü, ulvi düşünce, temenni, niyet, |
fe yensehu Allâh | : fakat, Allah kaldırır, iptal eder, nesheder |
Mâ yulkı | : vesvese, attığı şeyler, döktüğü, ulaştırma, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük halleri, |
Summe yuhkimu | : sonra, muhkem, hükümünü gösteren, sağlam, |
Allâh ayatihi | : Allah, ayetlerini |
ve Allah alim hakim | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle hakim olan, |
52- Senden önce de Bizi anlatmak için açığa çıkan hiçbir resul ve nebi yoktur ki, o ulvi bir düşüncenin içine girdiğinde şeytani hâller onu bulandırmasın. Fakat Allah, şeytani hâllerin vesveselerini hakikatlerle ortadan kaldırır. Sonra da Allah ayetleriyle hükmünü gösterendir ve Allah tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.
-53-
لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِّلَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Li yecale mâ yulkış şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun vel kâsiyeti kulûbuhum ve innez zâlimîne le fî şikâkın baîd
li yecale ma yulki | : kılmak, yapmak, uymak bulandırma, koymak, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük halleri, |
Fitneten li ellezîne | : deneme, arabozucu, sınamak, müşkil, o kimseler |
fî kulûbi-him | : onların kalblerinde, anlayışlarında, |
maradun | : hastalık, maraz, cehalet hastalığı |
ve el kâsiyeti kulubu hum | : sert, katılaşmış, kararma, kalbleri, onların |
ve inne el zalimin | : muhakkak, zalimler |
Le fî şikâkın | : ikilik içinde, bölünme, ayrılık içinde, |
baidin | : uzaklaşma, uzak, hakikatlerden uzak, |
53- Şeytani hâllerin vesvesesine uyan kimseler, müşkillerden kurtulamaz. Onların kalblerinde cehalet hastalığı vardır ve onların kalbleri katılaşmıştır. Muhakkak ki zalimler ikilik içindedirler, hakikatlerden uzaktırlar.
-54-
وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِهِ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ اللَّهَ لَهَادِ الَّذِينَ آمَنُوا إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Ve li yalemellezîne ûtul ılme ennehul hakku min rabbike fe yuminû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm
ve li yaleme | : bilmeleri için, arif olmaları için, |
Ellezine ûtu el ılme | : o kimseler, sunuldu, verildi, ilmi, bilgi |
ennehu el hakk | : onun olduğu, hak, hakikat, |
min rabbike | : Rabbinden, vücudlandıran, kendini, |
fe yuminu bihi | : böylece, iman eder, inanır, ona |
fe tuhbite lehu | : böylece huşû duydu, ona, mutmain oldu, |
kulub hum | : idrakleri, anlayışları, onların kalbleri |
ve inne Allâh le hadi | : muhakkak Allah, elbette, yol gösteren |
ellezîne âmenû | : iman edenler |
ilâ sırâtın mustakîmin | : dosdoğru hakkın yoluna |
54- Hakikatleri bilmeleri için ilim sunulan kimseler, kendilerini vücudlandıranın hakikatlerini bilirler. Böylece O’na iman ederler. Böylece onların kalbleri bir eminlik içindedir. İman edenler elbette Allah’a yol bulurlar, dosdoğru hakikatin yolundadırlar.
-55-
وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي مِرْيَةٍ مِّنْهُ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً أَوْ يَأْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَقِيمٍ
Ve lâ yezâlullezîne keferû fî miryetin minhu hattâ tetiyehumus sâatu bagteten ev yetiyehum azâbu yevmin akîm
ve lâ yezâlu | : yok, hala, henüz, devam eder, |
ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler, |
fî miryetin minhu | : şüphe içinde, şüphede, ondan |
Hatta tetiyehum | : hatta, onlara gelecek, |
El saat bagtet | : saat, gelecek, ölüm vakti, ansızın, |
Ev yetiyehum | : Ya da, onlara gelir, ister, vakitlerini geçirirler, |
azab | : sıkıntı, azap, müşkil, eziyet, |
yevm | : gün, zaman, vakit, |
akim | : verimsiz, neticesiz, arınmak, hakikate ulaşamayan |
55- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise bitmeyen şüpheler içindedirler. Hatta ansızın onlara gelecek o ölüm vaktine kadar o hâllerde kalırlar. Ya da onlar vakitlerini hakikatlere ulaşamadan sıkıntılar içinde geçirirler.
-56-
الْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ لِّلَّهِ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
El mulku yevme izin lillâh yahkumu beynehum fellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fî cennâtin naîm
el mulku | : mülk, saltanat, idare, hükümran, yöneten, malik, |
yevme izin Allah | : her zaman, her an, Allah |
Yahkumu beyne hum | : hükmeder, hâkim olan, aralarında, tüm varlıkta, |
Fe ellezîne âmenû | : böylece, işte, bu halde, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
fî cennâtin | : refah, huzur, bahçe, huzur içinde, |
naîmi | : rahatlık, nimetlerin zevki, sıfatları anlamanın rahatlığı |
56- Allah her an hükümran olandır, her varlığa hâkim olandır. İşte bu hakikate iman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlar, sıfatları anlamanın rahatlığında ve huzur içindedirler.
-57-
وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَأُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ fe ulâike lehum azâbun muhîn
ve ellezîne keferu | : hakikatleri örten kimseler, görmemezlikten gelen, |
ve kezzebû bi ayetina | : yalanladılar, ayetlerimiz, işaret, delil, |
Fe ulaike lehum | : işte onlar, |
azab muhin | : sıkıntı, alçaltıcı azap, hakir bırakıcı, |
57- Hakikatleri görmemezlikten gelip örten ve ayetlerimizi yalanlayan kimseler, işte onlar hakir bırakan sıkıntılardadır.
-58-
وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ قُتِلُوا أَوْ مَاتُوا لَيَرْزُقَنَّهُمُ اللَّهُ رِزْقًا حَسَنًا وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
Vellezîne hâcerû fî sebîlillâhi summe kutilû ev mâtû le yerzukannehumullâhu rızkan hasenâ ve innallâhe le huve hayrur râzikîn
ve ellezîne haceru | : o kimseler, taş, hicret, yol alan, arayışta olan, |
fî sebîli Allâh | : Allah’ın yolunda, hakikatlerin yolunda, |
Summe kutile | : sonra, öldürülen, yazık olmak, |
ev matu | : ya da öldüler, kaybettiler, |
le yerzukanne hum Allah | : elbette, rızıklandırılan, nimet, oniar, Allah |
rızkan hasenen | : güzel bir rızık |
ve inne allâhe | : muhakkak, olduğu, Allah |
le huve hayru | : elbette o, hayırlı, güzel |
el razikin | : nimetler, iyi, iyi iş, rızık |
58- Allah’ın hakikatlerinin arayışında yol alan kimseler, o yolda öldürülen ya da ölenler Allah’ın güzel nimetleriyle nimetlendiler. Muhakkak ki Allah, elbette nimetlerini hayırlısıyla verendir.
-59-
لَيُدْخِلَنَّهُم مُّدْخَلًا يَرْضَوْنَهُ وَإِنَّ اللَّهَ لَعَلِيمٌ حَلِيمٌ
Le yudhılennehum mudhalen yerdavneh ve innallâhe le alîmun halîm
le yudhılenne-hum | : elbette, dahil oldular, onlar, |
Mudhalen | : giriş, dahil olunan yer, |
yerdavne hu | : razı olmak, benimsemek, özümsemek, o, |
ve inne Allah le alim | : olduğu, Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
halim | : halim olan, güzel haller, hoş haller, |
59- Elbette onlar özümsedikleri yerlere dahil oldular ve elbette ilmin sahibinin Allah olduğunu bilip güzel hâllerde oldular.
-60-
ذَلِكَ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِهِ ثُمَّ بُغِيَ عَلَيْهِ لَيَنصُرَنَّهُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ
Zâlike ve men âkabe bi misli mâ ûkıbe bihî summe bugıye aleyhi le yansurennehullâh innallâhe le afuvvun gafûr
Zâlike | : işte böyle, |
ve men akabe bimisli | : kim, zorluk, sıkıntı, haksızlık, karşılık, misli, benzer, |
ma ukıbe bihi | : değil, eziyet, zorluk, sıkıntı, eziyet eden değil |
Summe bugıye aleyhi | : sonra, haksızlık yapılan, ona |
le yansuru enne-hu Allâh | : elbette, yardım eder, ona, Allah, |
inne Allâh | : muhakkak Allah, |
le afuv | : affeden, affı veren, |
gafur | : mağfiret eden, lütuflarıyla temizleyen, |
60- İşte böyle. Kim eziyet görse de, eziyetle karşılık veren olmazsa; sonra ona haksızlık yapılsa bile, elbette o Allah’ın yardımını bulur. Muhakkak ki Allah affedendir, lütuflarıyla temizleyendir.
-61-
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
Zâlike bi ennallâhe yûlicul leyle fîn nehâri ve yûlicun nehâre fîl leyli ve ennallâhe semîun basîr
Zâlike | : işte böyle, ki, bu, işte, |
bi enne Allah yulicu | : Allah bağlar, birleştir |
El leyle fî en nehâri | : gece, gündüzün içine, aydınlık, |
ve yûlicu | : birleştirir, bağlar, sokar, |
el nehar fi el leyli | : gündüz, gece, |
ve enne Allâh semiun | : muhakkak Allah, işitme, |
basirun | : görme, basiret, anlama, |
61- İşte böyle. Allah geceyi gündüz ile birleştirir ve gündüzü gece ile birleştirir. Muhakkak ki işitme, görme Allah’tandır.
-62-
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِن دُونِهِ هُوَ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ
Zâlike bi ennallâhe huvel hakku ve enne mâ yed’ûne min dûnihî huvel bâtılu ve ennallâhe huvel aliyyul kebîr
Zâlike bi enne Allah | : bu, işte böyle, Allah |
Huve el hakku | : o, hakk, hakikattir, gerçektir |
ve enne ma yedune | : muhakkak, başka şeylere yönelme, dua, tapınma |
min dûni-hî huve | : ana ait, ondan başka, o, |
le batıl | : elbette, batıl olan, asılsız olan, boş şeyler, |
ve enne allâhe | : muhakkak Allah |
Huve el aliyyu | : o, yüce, büyük, ilmiyle yüce olan, |
el kebir | : tecellileriyle yüce olan, büyük, |
62- İşte böyle. Allah gerçek olandır. Doğrusu O’nun hakikatlerini bırakıp asılsız olan başka şeylere yöneliyorsunuz. Muhakkak ki Allah, O’dur ilmiyle yüce olan, tüm varlıktaki tecellileriyle yüce olan.
-63-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَتُصْبِحُ الْأَرْضُ مُخْضَرَّةً إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
E lem tere ennallâhe enzele mines semâi mâen fe tusbihul ardu muhdarreh innallâhe latîfun habîr
e lem tere | : bakıp ta görmez misin? |
Enne Allah enzele | : Allah, indirir, sunar, |
min es semâi maen | : semadan, ulvi alem, su, ilim |
fe tusbihu el ardu | : sonrada, olur, yeryüzü, |
muhdaret | : yeşerten, |
inne Allâh latif | : muhakkak Allah, lütuf, latif olan, incelik, |
habir | : bildiren, haber veren, |
63- Allah gökten suyu nasıl indirir, sonra da yeryüzünü nasıl yeşertir bakıp ta görmez misin?
Muhakkak ki Allah, her varlıktan en ince bir halde hakikatleri bildirendir.
-64-
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
Lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve innallâhe le huvel ganiyyul hamîd
Lehu ma fi el semavat | : onun, ne varsa, göklerde olan şeyler |
Ve ma fî el ardı | : ne varsa, yeryüzünde olan şeyler |
ve inne Allâh | : muhakkak Allah |
le huve el ganiy | : o, tüm varlığın tek sahibi, zengin, |
el hamid | : hamd sahibi, övgü, tecelliler |
64- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa O’nundur. Muhakkak ki Allah, elbette O’dur tüm varlığın tek sahibi, tüm tecellilerin sahibi.
-65-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي الْأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاء أَن تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
E lem tere ennallâhe sahhara lekum mâ fîl ardı vel fulke tecrî fîl bahri bi emrih ve yumsikus semâe en tekaa alel ardı illâ bi iznih innallâhe bin nâsi le raûfun rahîm
e lem tere | : bakıp ta görmez misin? |
enne Allah sahhar lekum | : Allah, düzenleyen, yayan, sizi |
ma fî el ardı | : yeryüzünde olan şeyleri |
ve el fulke | : sonsuzluk, gemi, |
terci fi el bahri | : akıp gitme, yol alma, deniz |
bi emri-hi | : onun işleyişi, onun emriyle, hükümleri, |
ve yumsiku | : tutar, sımsıkı tutar, kavrar, |
el semae en teka | : göklerde olanlar, düşmek, dağılmak, güç |
alâ el ardı | : yeryüzünde |
illa bi izni hi | : ancak, sadece, onun işleyişi, yetkili olan |
inne Allâh bi el nas | : muhakkak Allah, insanlar, |
le raûfun | : sevgi dolu, acıma, şefkatli, |
rahim | : varlığı özünden vareden, özünden gelme, |
65- Allah’ın sizi ve yeryüzünde olan her şeyi nasıl düzenlediğini ve O’nun işleyişinin bir sonsuzluk içinde akıp gittiğini, göklerde olanları nasıl tuttuğunu, yeryüzündekilerin O’nun yetkisinde olduğunu bakıp ta görmez misiniz? Muhakkak ki Allah, insanlara şefkati verendir, varlığı özünden varedendir
-66-
وَهُوَ الَّذِي أَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ
Ve huvellezî ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum innel insâne le kefûr
ve huve ellezî ahya kum | : o, odur, size hayat verendir |
Summe yumîtu-kum | : sonra sizi, sınırlayandır, öldürecek |
Summe yuhyî-kum | : sonra, hay sahibi, diri olan, siz, |
İnne el insan | : doğrusu, fakat, insan, |
le kefurun | :elbette, hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyor |
66- O size hayat verendir, sonra sizi sınırlayandır, sonra sizde diri olandır. Doğrusu insan, ne yazık ki bu hakikatleri görmemezlikten geliyor.
-67-
لِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْأَمْرِ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ إِنَّكَ لَعَلَى هُدًى مُّسْتَقِيمٍ
Li kulli ummetin cealnâ menseken hum nâsikûhu fe lâ yunâziunneke fîl emri vedu ilâ rabbik inneke le alâ huden mustekîm
Li kulli ummetin | : bütün hepsi için, toplum, ümmetler, kimseler, |
Cealna | : kıldık, düzenledik, yaptık, sunduk, |
menseken | : hakka yönelme yolu, ibadetğah, usul, yol, tarz, |
Hum nâsikû-hu | : onlar, inzivaya çekilen, hakkı yalnızlıkta arayan, keşiş |
fe lâ yunâziunne-ke | : bundan sonra, yok, kavga etmesinler, çekişmesin, sen |
fî el emri | : işleyişinde, emirde, hüküm, |
vedu ila rabbike | : davet et, rabbinin, |
İnne ke le ala | : muhakkak sen, üzere, yüce, |
huden mustekim | : yol gösteren, kılavuz, rehber, dosdoğru yol, |
67- Bütün topluluklar için, hakikatleri anlasınlar diye her varlığı bir yol yaptık. Onlar hakkı yalnızlıkta arayıp inzivaya çekildiler. Bundan sonra seninle bu konuda çekişmesinler. Onları Rabbinin işleyişini anlamaları için davet et. Muhakkak ki sen, dosdoğru yol gösterenin yolu üzeresin.
-68-
وَإِن جَادَلُوكَ فَقُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ
Ve in câdelûke fe kulillâhu alemu bimâ tamelûn
ve in cadelu ke | : eğer, seninle kavga, mücadele, tartışma |
fe kul Allâh alemu | : bundan sonra, anlat, Allah, ilmin sahibi, |
Bima tamelûne | : şeyler, eserler, siz yapıyorsunuz, yaptığınız şeyler, |
68- Eğer seninle hakikatler için bir tartışmaya girerlerse, Allah yaptığınız eserlerdeki ilmin sahibidir, diyerek hakikatleri anlat.
-69-
اللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
Allâhu yahkumu beynekum yevmel kıyâmeti fîmâ kuntum fîhi tahtelifûn
Allâh yahkumu | : Allah, hüküm sahibi, gerçek, mütehassıs, hâkim |
beyne kum | : aranızda, siz, siz kendi aranızda, |
yevme el kıyâmeti | : gün, vakit, zaman, diri olan, ölüm vakti, |
Fîmâ kuntum fihi tahtelifun | : ihtilafa düştüğünüz şeyler hakkında, farklılık |
69- Ölüm size gelinceye kadar, siz kendi aranızda ihtilafa düştüğünüz şeylerin hakikatini Allah’ta arayın.
-70-
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاء وَالْأَرْضِ إِنَّ ذَلِكَ فِي كِتَابٍ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ
E lem talem ennallâhe yalemu mâ fis semâi vel ard inne zâlike fî kitâb inne zâlike alâllâhi yesîr
e lem talem | : bilmez misiniz? |
enne Allah yalemu | : Allah’tır, ilmin sahibi |
Ma fî es semâi ve el ardı | : göklerde olanlar ve yerdekiler |
İnne zalike fî kitâbin | : şüphesiz ki, bu, işte, kitaptadır, kâinat kitabın içinde |
İnne zalike | : muhakkak, şüphesiz, işte bu |
ala Allah yesir | : Allah’an kolay, gidiş, az şey, düzenin gidişi, |
70- Bilmez misin ki, göklerde ve yerde olanlardaki ilmin sahibi Allah’tır. Şüphesiz ki kâinat kitabının içinde tüm hakikatler vardır. İşte bu düzenin gidişinin sahibi Allah’tır.
-71-
وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَمَا لَيْسَ لَهُم بِهِ عِلْمٌ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِن نَّصِيرٍ
Ve yabudûne min dûnillâhi mâ lem yunezzil bihî sultânen ve mâ leyse lehum bihî ılm ve mâ liz zâlimîne min nasîr
ve yabudûne | : tapıyorlar, kulluk ediyorlar, |
min duni Allah | : ondan başka, Allah, |
Ma lem yunezzil | : şey, sunulmadan, |
bihi sultan | : ona, bir delil, varlığın sahibi |
ve mâ leyse lehum | : değil, yoktur, onlar, |
bihi ilmin | : ona ait ilim, bilgi, |
ve ma li ez zâlimîne | : yoktur, zalimler için, |
min nasir | : yardımcı, bir yardım eden, |
71- Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerinin bir delilleri olmadığı ve hiçbir bilgileri olmadığı şeylere kulluk ediyorlar ve zalimlik içinde olup yardımı da kabul etmiyorlar.
-72-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ تَعْرِفُ فِي وُجُوهِ الَّذِينَ كَفَرُوا الْمُنكَرَ يَكَادُونَ يَسْطُونَ بِالَّذِينَ يَتْلُونَ عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا قُلْ أَفَأُنَبِّئُكُم بِشَرٍّ مِّن ذَلِكُمُ النَّارُ وَعَدَهَا اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin tarifu fî vucûhillezîne keferûl munker yekâdûne yestûne billezîne yetlûne aleyhim âyâtinâ kul e fe unebbiukum bi şerrin min zâlikum en nâr vaadehallâhullezîne keferû ve bisel masîr
ve izâ tutlâ aleyhim | : okunduğu zaman, anlatıldı, onlara ayetlerimiz |
Ayetina beyyinâtin | : ayetlerimiz, delil, işaret, açıklanmış, apaçık |
Tarifu fi vucuhi | : tanırsın, yüzlerinden |
ellezîne keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, |
el munkere | : inkâr, kötülük, günah olan, hata olan, |
Yekâdûne yestune billezine | : neredeyse, az kalsın, saldırırlar, o kimseler |
Yetlûne aleyhim ayatina | : okuyorlar, anlatıyor, onlara ayetlerimiz, delil, |
Kul e fe unebbiu-kum | : anlat, size haber vereyim mi? |
bi şerrin | : şer olan, kötü olanı |
min zâlikum el nar | : bundan, ateş, yakıcılık |
vaade-hâ Allâh | : Allah onu vaat etti, işin ortaya çıkışı |
ellezîne kefer | : hakikatleri örtenler, |
ve bise el masir | : ne kötü, durum, hal, varacakları yer, dönüş, |
72- Onlara apaçık delillerle hakikatlerimiz anlatıldığı zaman, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin inkârlarını yüzlerinden anlarsın. Delillerle hakikatlerimizi anlatan kimselere neredeyse saldırırlar. De ki: Size daha kötü olanı haber vereyim mi, bundan sonrası ateştir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere Allah’ın gerçeği budur ve ne kötü bir durumdur.
-73-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ لَن يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِن يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لَّا يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ
Yâ eyyuhen nâsu duribe meselun festemiû leh innellezîne tedûne min dûnillâhi len yahlukû zubâben ve levictemeû leh ve in yeslubhumuz zubâbu şey’en lâ yestenkızûhu minh daufat tâlibu vel matlûb
yâ eyyuhâ en nâsu | : ey insanlar |
duribe meselun | : vurgulayıcı bir misal, bir örnek verildi |
fe istemu | : öyleyse dinleyin |
Lehu inne ellezîne tedûne | : o yöneldikleriniz, dua ettikleriniz, taptıklarınız |
min dûni allâhi | : Allah’tan başka |
len yahlukû | : yaratamazlar, oluşturamazlar, |
zubaben | : sinek, kötülük, uzaklaştırmak, |
ve lev ictemeû lehu | : biraraya gelseler, toplansalar bile |
ve in yeslup hum | : eğer, alsa, kapsa, |
el zubab | : sinek |
Şeyen | : bir şey, zerre bir şey, |
lâ yestenkazhu minhu | : kurtaramazlar, geri alamazlar, ondan |
Daufu el talip | : zayıf, aciz, isteyen, talep, |
ve el matlûbu | : talep edilen, istenen |
73- Ey insanlar! Size vurgulayıcı bir misal verildi. Öyleyse dinleyin: Allah’tan başka zannınıza göre yöneldikleriniz hepsi bir araya gelse, bir sinek bile oluşturamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan geri alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de.
-74-
مَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
Mâ kaderûllâhe hakka kadrih innallâhe le kaviyyun azîz
mâ kaderû Allâh hakk | : Allah’ı takdir edemediler, bilemediler, hakkıyla, |
Kadri hi | : kudret, güç, o |
inne Allâh | : muhakkak Allah, |
Le kaviyy | : elbette, sağlam, kuvvetli, güçlü, varlığı tutan, |
aziz | : yüce, ulu olan, tüm niteliklerin yüce sahibi, |
74- Allah’ı hakkıyla bilemediler. O kudrettir. Muhakkak ki Allah, elbette tüm varlığı sapasağlam tutandır, tüm niteliklerin yüce sahibidir.
-75-
اللَّهُ يَصْطَفِي مِنَ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا وَمِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
Allâhu yastafî minel melâiketi rusulen ve minen nâs innallâhe semîun basîr
Allâh yastafi | : Allah, seçicilik, tercih, tanıma, ayırt etme, şuurlu, |
min el melaiket | : kuvve sahipleri, har varlıktaki güç, |
Rusulen | : resul, hakikatleri gösteren, anlatan, |
ve min el nas | : insanlar |
inne Allâh semiun | : muhakkak, Allah, işitme, |
basirun | : görmeK, basiret, anlamak, |
75- Allah, insanlara hakk ile batılı ayırt edecek şuuru verendir. Hakikatleri gösterenler, her varlıktaki gücün O’na ait olduğunu bilirler. Muhakkak ki Allah, insanlara işitmeyi, görmeyi verendir.
-76-
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Yalemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve ilallâhi turceul umûr
Yalemu | : ilmin sahibi, |
ma beyne eydi him | : onların önlerinde ki, gelecekte olan |
ve mâ halfe-hum | : arkalarındaki şey, geçmişde olan |
ve ilâ Allâh turceu | : Allah’a, döner, dönüp duran, olup duran, |
el umur | : bütün işler, işleyiş, tüm varlıktaki işleyip, |
76- Geçmişte ve gelecekte ortaya çıkan her şeydeki ilmin sahibi Allah’tır ve tüm varlıktaki işleyişi döndüren Allah’tır.
-77-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûrkeû vescudû vabudû rabbekum vef’alûl hayre leallekum tuflihûn
yâ eyyuhâ ellezîne amenu | : ey iman edenler |
İrkeû | : rükû, nitelikleri, sıfatları anlayın |
ve uscudu | : teslim olun, varlığının sahibini anlayıp teslim olmak, |
Ve abudû rabbe kum | : kulluk edin, rabb, vücudlandıran, siz |
ve ifalû el hayre | : yapın, hayr, hayır işleyin, iyilik üzere olun |
Leallekum tuflihun | : umulur ki, böylece siz, felah, kurtuluş, |
77- Ey iman edenler! Tüm sıfatların sahibini anlayın ve varlığınızın sahibini anlayıp tüm varlığınızla teslim olun ve sizi vücudlandırana kulluk edin ve hep iyilik üzere olun. Umulur ki siz felah bulursunuz.
-78-
وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ مِّلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
Ve câhidû fillâhi hakka cihâdih huvectebâkum ve mâ ceale aleykum fid dîni min harac millete ebîkum ibrâhîm huve semmakumul muslimîne min kablu ve fî hâzâ li yekûner resûlu şehîden aleykum ve tekûnû şuhedâe alen nâs fe ekîmûs salâte ve âtuz zekâte va’tesımû billâh huve mevlâkum fe nimel mevlâ ve nimen nasîr
ve câhidû fi Allah | : cihad, çalışma, gayret, mücadele, Allahı anlamak için |
Hakka cihâdi-hi | : hakikatler üzere, cihadı, mücadele, onu tanımak için |
huve ictebâ-kum | : seçkin olanı alma, o size seçicilik verdi, anlama, seçme |
ve mâ ceale aleykum | : kılmadı, yapmadı, size |
fî ed dîni | : dîn hakkında, varoluş yasaları, yaratılış yasaları, |
min haracın | : zorluk, tereddüd, şek, ikilikte kalma |
Millete | : söyleyip yazdırılan, imla, düzenlenen yol, ilkeler, belge |
ebi kum ibrahim | : atanız, ibrahim |
Huve semma-kum | : O, şeref, nam, işaret, isim, siz, |
el muslimîne min kablu | : barış huzur üzere olan, Müslüman, olmakla, ile |
Ve fi haza li yekûne | : bunda, olması için, olsun diye, |
el resûl | : hakikati gösteren, |
Şehîden aleykum | : şahit, tanık, has olan, her an her yerde hazır olan, size |
ve tekûnû şuhedae | : siz olun, tanık, şahit, bilen, |
ala el nas | : insanlara, insanların üzerinde olan, |
fe ekîmû es salâte | : her an salât üzere olun, hakka bağlılık şuuru, |
ve âtu ez zekâte | : temizlenmek, paylaşmak, hakk bilgilerini vermek |
ve ıtesımû bi Allah | : tutunun, sarılın, Allah |
Huve mevlâ-kum | : o, sizin mevlânız, efendiniz, sahip dostunuz |
fe nime el mevlâ | : evet, ne güzel dost |
ve nime en nasîru | : ne güzel yardımcı |
78- Allah’ı tanımak için kararlı, şuurlu, aşk ile gayret gösterin. O’nun yolunda hakikatlere ulaşmak için gayretli olun. O size, hakk ile batılı ayırt edebileceğiniz seçiciliği verdi. Varlığın yaratılış yasaları hakkında size bir tereddüt bırakmadı. Atanız İbrahim’in düzenlediği ilkelerle yol gösterdiği gibi, Allah’ı tanıyanlardan olun. O sizi barış ve huzur üzere olmakla şereflendirdi. Hakikatleri gösterenler, size her yerde her an hazır olanı anlattılar. İnsanlara, hakikati bilenlerden olun diye öğüt verdiler. Bundan sonra her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olun ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve Allah’a sımsıkı sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel bir sahib ve ne güzel bir yardımcıdır.