HADÎD SÛRESİ
-1-
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard ve huvel azîzul hakîm
Sebbeha Allah | : tecellileri, yüzmek, akıp giden, tesbih eden, Allah |
Mâ fi es semavat ve al ardı | : ne varsa, şey, göklerde ve yerde olanlar |
ve huve el azizu | : o, yüce, tüm değerlerin sahibidir, |
el hakimu | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
1- Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ın tecellileridir. Tüm değerlerin yüce sahibi, tüm varlığa hâkim olan O’dur.
-2-
لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Lehu mulkus semâvâti vel ard yuhyî ve yumît ve huve alâ kulli şeyin kadîr
Lehu mulku | : o, hükümdar, mülk |
es semâvâti ve al ardı | : gökler, semalar ve yerlerin |
Yuhyî | : hayat verir, diriltir, hay olan, |
ve yumitu | : ölümü sunan, sınırlayan, |
Ve huve ala külli şeyin | : o, bütün her şey |
kadir | : kudret, güçlü olan, |
2- Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Hayat verendir ve sınırlayandır ve O bütün her şeydeki kudrettir.
-3-
هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın ve huve bi kulli şeyin alîm
Huve el evvelu | : o ilk, evvel, önce, evveli olmayan, başlangıç |
ve el âhiru | : son, sonsuz, ahir, sonu olmayan |
ve el zâhiru | : açık, apaçık görünen, dışsal ve zahir, |
ve el bâtinu | : bâtın, içsel, görünmeyen, gizli, |
Ve huve bi kulli şeyin | : O, bütün her şey, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
3- Evvel ve sonsuz olan, zâhir ve bâtın O’dur ve O bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-4-
هُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاء وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Huvellezî halakas semâvâti vel ardafisitteti eyyâmin summestevâ alel arş, a’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ ya’rucu fîhâ, ve huve meakum eyne mâ kuntum, vallâhu bi mâ ta’melûne basîr
huve ellezî halaka | : o ki, ki o yaratan, oluşturan |
es semâvâti ve el arda | : semalar, gökler ve dünya, yeryüzü |
Fi sitteti | : sedate, hatasız, hak üzere, doğruluk, intizam, noksansız |
Eyyamin | : hayırlı, güzellik, iyi, temiz, egemenlik, günler, hakimiyet |
Summe esteva | : kurmak, sarmak, kuşatmak, |
alâ el arşı | : makam, taht, bütün her yer, |
Yalemu | : ilmiyledir, ilmin sahibi, |
mâ yelicu fiy el ardı | : ne girer, yerin içine, |
ve ma yahrucu min ha | : ne çıkar, ondan oradan |
ve ma yenzilu min es semai | : iner, gelir, sunulur, gökten, semadan, ulvi âlem |
ve ma yarucu fiy ha | : yükselir, dönmek, içinde orada |
ve huve mea kum | : O, beraber, birlikte, sizinle |
Eyna ma kuntum | : nerede olursanız olun, sizinle |
ve allah bima tamelun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
basir | : gösterip duran, içindeki dışındaki işin sırrın sahibi |
4- Ki O’dur yerleri ve gökleri, bir intizam bir güzellik içinde yaratan, bütün her yeri saran. Yerin içine ne girer, ondan ne çıkar, gökten ne iner, oraya ne yükselir, her şey O’nun ilmiyledir. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir ve Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatlerini incelikleriyle gösterir.
-5-
لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Lehu mulkus semâvâti vel ard ve ilâllâhi turceul umûr
Lehu mulku | : onun, mülk, hükümdar, |
es semâvâti ve al ardı | : semalar, gökler ve dünya yeryüzü, arz |
ve ilâ allahi turceu | : Allah’a, döner, tüm varlıktaki olup duran |
el umuru | : bütün işler, hüküm, |
5- Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve tüm varlıkta her an işleyen Allah’tır.
-6-
يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
Yûlicul leyle fîn nehâri ve yûlicun nehâre fîl leyl ve huve alîmun bi zâtis sudûr
Yûlicu | : birleştirir, girdirir, katar, takip ettirir, |
el leyle fi en nehare | : gece ve gündüz |
ve yûlicu | : birleştirir, girdirir, sokar, gece ve gündüz |
en nehare fi el leyl | : gündüz ve gece |
Ve huve alîmun | : o, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
bi zati sudur | : gönüllerin sahibi, gönüllerdeki |
6- Geceyi gündüzle birleştirir ve gündüzü geceyle birleştirir ve O gönüllerdeki ilmin sahibidir.
-7-
آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَأَنفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُم مُّسْتَخْلَفِينَ فِيهِ فَالَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَأَنفَقُوا لَهُمْ أَجْرٌ كَبِيرٌ
Âminû billâhi ve resûlihî ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fîh, fellezîne âmenû minkum ve enfekû lehum ecrun kebîr
Âminû bi Allah | : inanmak, iman etmek, ile, Allah |
ve resulu hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve enfikû | : infak, vermek, sahibine ait olanı vermek, |
mimma ceale kum | : şeyler, sunulan, verilen, yapılan, kıldı, siz |
Mustahalefine fiy hi | : ardından gelen, takip, halef, içinde, o |
fe ellezi amenu min kum | : sizden kim iman ederse |
ve enfekû lehum | : infak, teslim etmek, vermek, onlar |
ecrun kebir | : karşılık, yüce, harika, erdemlilik, |
7- Allah ile birlikte olduğunuza iman edin ve o resul’ü anlayın ve size verilen şeylerin sahibini anlayıp infak edin. Artık sizden kim iman ederse ve varlığının sahibini bilip, her şeyiyle teslim olursa, onlara yüce karşılık vardır.
-8-
وَمَا لَكُمْ لَا تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ لِتُؤْمِنُوا بِرَبِّكُمْ وَقَدْ أَخَذَ مِيثَاقَكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Ve mâ lekum lâ tuminûne billâh ver resûlu yedûkum li tûminû bi rabbikum ve kad e haze mîsâkakum in kuntum muminîn
ve mâ lekum la tuminun | : değil, değilsiniz, siz, yok, inanmak, |
bi Allah | : ile, Allah, Allah ile birlikte, |
ve el resulu | : resul, hakikatleri gösteren, |
yedu kum | : davet, çağırma, siz, |
la tuminu | : yok, inanmak, iman, |
bi rabbi-kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
ve kad ehaze | : oldu, aldı, sardı, bağlandı, söz, anlaşma, |
misaka kum | : söz, bağlandı, anlaşma, |
İn kumtum müminin | : eğer, siz oldunuz, olmak, mümin, emin, inanan, |
8- Siz Allah ile birlikte olduğunuzun farkında değildiniz, imanınızda yoktu. Resul, imanınız yokken sizi vücudlandıranı bilmeniz için sizi davet etti. Eğer emin olanlardan olmak istiyorsanız, hakikatleri anlama yolunda verdiğiniz sözlere sarılın.
-9-
هُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ عَلَى عَبْدِهِ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَكُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَإِنَّ اللَّهَ بِكُمْ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Huvellezî yunezzilu alâ abdihî âyâtin beyyinâtin li yuhricekum minez zulumâti ilen nûr, ve innellâhe bikum le raûfun rahîm
huve ellezî yunezzilu | : o ki, indiren, sunan, veren, |
Alâ abdi hi | : kuluna, kulunun üzerinde, bedeninde, |
ayetin beyyinatin | : apaçık deliller, ayetler, işaretler, |
Li yuhricekum | : dışarı, çıkmak, sizi, çıkarmak için |
Min el zulumat | : karanlıklardan, cehaletin karanlığı, |
ilâ en nûri | : aydınlığa, ışığa, nura |
ve inne Allah bi kum | : doğrusu, muhakkak, Allah, sizdeki, sizi, |
le raufun | : zarafet, incelik, nitelik, |
rahimun | : özünden vareden, |
9- Ki O’dur, cehaletin karanlığından hakikatlerin aydınlığına çıkarmak için, kuluna apaçık delillerle hakikatleri sunan. Muhakkak ki Allah, sizdeki niteliklerin sahibidir, sizi özünden varedendir.
-10-
وَمَا لَكُمْ أَلَّا تُنفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَا يَسْتَوِي مِنكُم مَّنْ أَنفَقَ مِن قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُوْلَئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً مِّنَ الَّذِينَ أَنفَقُوا مِن بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Ve mâ lekum ellâ tunfikû fî sebîlillâhi ve lillâhi mîrâsus semâvâti vel ard lâ yestevî minkum men enfeka min kablil fethi ve kâtel ulâike azamu dereceten minellezîne enfekû min ba’du ve kâtelû ve kullen vada allâhul husnâ vallâhu bi mâ ta’melûne habîr
ve mâ lekum | : ne, şey, değil, siz, |
el la tunfiku | : neden infak etmiyorsunuz, varlığını teslim etmek, |
fîy sebîli allâhi | : Allah’ın yolunda, hakikatler için |
ve li allâhi mirasu | : Allah’ın, miras, mal mülk, her şey, ardında kalan |
es semâvâti ve el ardı | : semalar, gökler ve dünya, yeryüzü, arz |
lâ yestevî min kum | : bir değil, bir olmaz, eşit değil, sizden |
Men enfeka min kabl | : kim, infak etti, verdi, önce, |
el fethi | : fetih, kapalı olanı açmak, ulaşmak |
ve kâtele | : mücadele, savaş, ölüm, |
ulaike azamu | : işte onlara, büyük, yüce |
Dereceten min ellezine | : derece vardır, kademe, o kimselere, onlara |
Enfekû min badu | : infak ettiler sonra, sonradan |
ve katalu | : mücadele, savaş, kavga, gayret, yazık etmek, |
Ve kullen vaade | : hepsi, bütün hepsi, vaad, sundu, verdi, |
Allah el husna | : Allah, güzellikler, hoş, |
ve Allahu bima tamelun | : Allah, yaptığınız şeyler, |
habir | : incelikleriyle bildiren, haber veren, |
10- Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Sizler neden bu hakikatleri görüp, Allah yolunda varlığınızın sahibini bilip teslim olmuyorsunuz? Sizlerden infak etmeyen bir kimseyle, hakikatleri ulaşıp infak eden kimse bir değildir. Hakikatlere ulaşmak için mücadele edip, sonra da infak eden o kimselere yüce makamlar vardır ve onlar mücadelelerine devam ederler. Allah hepsine hakikatlerin güzelliklerini vaad etti ve Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri incelikleriyle bildirir.
-11-
مَن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُ أَجْرٌ كَرِيمٌ
Men zellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehu ve lehû ecrun kerîm
men zâ ellezî | : kim, kimse, sahip, o kimse, |
yukridu Allah | : yapar, öder, verir, Allah |
Kardan hasenen | : borcunu, verirse, güzelce öderse, teslim ederse |
fe yudâife hu lehu | : artar, çoğalır, kat kat, çift, çift, komple, ona |
ve lehu ecrun kerimun | : ona bu var, ecir mükâfat, karşılık, cömert, soy, asil |
11- Kim varlığının sahibinin Allah olduğunu bilir, varlığını güzelce teslim ederse, ona karşılığı kat kat verilir ve onun için asil bir karşılık vardır.
-12-
يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعَى نُورُهُم بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِم بُشْرَاكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Yevme terel mûminîne vel mûminâti yesâ nûruhum beyne eydîhim ve bi eymânihim buşrâkumul yevme cennâtun tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîy ha zâlike huvel fevzul azîm
Yevme tera | : gün, vakit, her zaman, görürsün, |
el muminine | : müminler, emin olanlar, |
ve el muminâti | : müminlik yolunda olanlar, |
Yesâ nuru hum | : istiyor, koşar, hareket eder, aydınlık, nur, ışık, onlar |
Beyne eydi him | : arasında, elleri, çalışmaları, destek, gücün sahibi, |
ve bi eymani him | : yemin, sağlam, kasem, sağ taraf, diri, doğruluk, onlar |
Buşrâ kum | : müjde, sevinç, ümit vermek, siz, |
el yevme cennet | : gün, an, vakit, cennet, huzur |
Terci min tahtihâ | : geçer, vardır, makamlarında |
el enharu | : nehir, ırmak, akıp giden ilim |
Halidine fîy hâ zalike | : devamlı, sürekli içinde, o, orada, işte bu |
Huve fevzu el azimu | : O, zafer, kurtuluş, başarı, ulu, yüce, büyük |
12- Müminleri ve müminlik yolunda olanları, her zaman aydınlanmayı istiyor görürsün. Onların çalışmaları hakikatler içindir ve onlara, doğruluk üzere hareket ettikleri için: Size hakikatlerin sevinci vardır, her zaman huzur içindesinizdir, makamlarınızda akıp giden bir ilim vardır, işte devamlı o hâlin içindesinizdir, işte o büyük zafer budur, denir.
-13-
يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ آمَنُوا انظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِن نُّورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَاءكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُم بِسُورٍ لَّهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِن قِبَلِهِ الْعَذَابُ
Yevme yekûlul munâfikûne vel munâfikâtu lillezîne âmenûnzurûnâ naktebis min nûrikum, kîlerci’û verâekum fel temisû nûrâ, fe duribe beynehum bi sûrin lehu bâb, bâtınuhu fîhir rahmetu ve zâhiruhu min kıbelihil azâb
Yevme yekulu | : o gün, vakit, her zaman, derler |
el munâfikûne | : içi başka dışı başka, münafık olan, |
ve el munâfikâtu | : münafıklığa meyledenler |
li ellezîne amenu | : inanlara, iman edenlere, güvenenlere |
Unzurû nâ | : görelim, gerçeği görme, bizde, |
naktebis | : yararlanmak, almak, |
min nûri-kum | : nurunuzdan, aydınlığınızdan, ışığınızdan |
Kîle erciu verae kum | : denir, dönün, arkanıza, eski bildikleri, siz |
Fe iltemisu nuren | : haydi, arayın, nur, aydınlık, |
fe duribe | : sarsıcı, kendine gelmek, darbe, vurgulamak |
beynehum | : aralarında, onlar, |
bi surin lehu babun | : sur, set, duvar, kapısı, onun, gerçek |
bâtinu-hu fiy hu | : onun içinde, iç kısmında |
el rahmetu | : rahmet, şefkat etmek, yağmur, |
ve zâhiru-hu | : onun dışında, dış kısmında, surette |
min kıbeli hi el azabu | : ondan önce, azap sıkıntı |
13- Münafık olanlar ve münafıklığa meyledenler, inananlara derler ki: Sizin aydınlanmanızdan biz de yararlanalım, biz de gerçeği görelim. Onlara: Siz eski bildiklerinizi bırakın, yönünüzü hakikatlere dönün, böylece o nuru arayın, kendinize gelin, denir. Onlar gerçeğin kapısı ile aralarına set çektiler. Onun içinde rahmet vardır. O suretlerde kalmada ise sıkıntı vardır.
-14-
يُنَادُونَهُمْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ قَالُوا بَلَى وَلَكِنَّكُمْ فَتَنتُمْ أَنفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ حَتَّى جَاء أَمْرُ اللَّهِ وَغَرَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
Yunâdûnehum e lem nekun meakum kâlû belâ ve lâkinnekum fe tentum enfusekum ve terebbastum vertebtum ve garret kumul emâniyyu hattâ câe emrullâhi ve garrekum billâhil garûr
Yunâdûne hum | : çağrı, seslenilir, derler, onlara |
elem nekun | : öyle değil mi? |
mea-kum | : sizinle beraber, birlikte, |
kalu bela | : dediler, evet, |
ve lâkin kum fetentum | : lakin, fakat, fitne, siz büyülendiniz |
Enfusekum | : kendiniz, nefsiniz, |
Ve terebbastum | : oyalanmak, düzeni anlamadınız, durmak, |
ve irtebtum | : şüphe ettiniz, tereddüt, |
Ve garret kum | : aldanmak, siz, |
el emâniyyu | : gerçek olmayan, batıl şeyler, zanları, inançları |
Hattâ cae emru Allah | : hatta, halde, geldi, sundu, iş, hüküm, Allah |
ve garrekum bi Allah | : engel oldu, sizi aldattı, Allah |
el garur | : egonuz, aldatıcı |
14- Onlar, hep sizinle beraber değil miydik, diye seslenirler. İnananlar dediler ki: Evet, lâkin siz kendinizi büyük gördünüz ve o büyüklükle oyalandınız ve şüphelerde kaldınız ve Allah’ın hükümleri size sunulduğu halde batıl şeylere aldandınız ve aldatıcılar sizi Allah ile aldattı.
-15-
فَالْيَوْمَ لَا يُؤْخَذُ مِنكُمْ فِدْيَةٌ وَلَا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مَأْوَاكُمُ النَّارُ هِيَ مَوْلَاكُمْ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Fel yevme lâ yû’hazu minkum fîd yetun ve lâ minellezîne keferû, mevâkumun nâr, hiye mevlâkum ve bisel masîr
Fe el yevme la yuhazu | : artık, işte, gün, vakit, zaman, yok, alınmaz, sarılmak, |
Minkum fidyetun | : sizden, kendinizde, fidye, bedel, ödeme, vermede, |
ve lâ min ellezine keferu | : olmaz, hakikati görmemezlikten gelenlerden |
mevâ-kum | : barınağınız, sığınacak yeriniz, |
en naru | : ateş, yakıp yakıcı hal |
Hiye Mevla kum | : onun, o, mevlanız, veliniz, babanız, dostunuz, |
ve bise el masiru | : ne kötü belirleme, dayanak, sığınma, yer, hal |
15- İşte o vakit siz, kendinizde olan değerleri sahibine verme konusunda hakikatlere sarılmadınız ve hakikatleri görmemezlikten gelme hâllerini bırakmadınız ve siz o hâlleri dost edindiniz, siz yakıp yıkma hâllerine sığındınız ve o ne kötü bir hâldir.
-16-
أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
E lem yeni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn
Elem yeni | : gelir değil mi, olur değil mi? |
Li ellezi amenû | : iman eden kimseler, iman edenler, |
en tahşea | : huşu, mütevazı, |
Kulûbu hum | : onların kalpleri, idrakleri, |
li zikri allah | : anmak, zikri, Allah |
Ve ma nezele | : şey, ne, değil, geldi, ortaya çıktı, sunuldu, |
min el hakkı | : hakikat, gerçek, |
ve lâ yekûnû ke ellezine | : olmayın, onlar gibi |
Utu el kitâbe | : verildi, sunuldu, kitap, hakikatlerin sözleri, |
min kablu | : daha önce |
Fe tale aleyhim el emdu | : geçti, önemsemeyen, dönem, süre |
Fe kaset kulubu hum | : artık, katı, sert, idrakli, kalpleri |
ve kesir minhum | : çoğu, onların, |
fasikune | : çıkan, fesatçı, bölen, bozan, cehalete sapan, |
16- İman eden kimselerin kalbi, Allah’ı anmakla ve hakikatlerden ne sunulmuşsa onlarla huşu bulur, öyle değil midir? Daha önce kendilerine hakikatlerin sözleri sunulduğu hâlde, hakikatleri kabul etmeyen ve vaktini önemsememe içinde geçiren o kimseler gibi olmayın. Ki onların kalbleri bir katılık içindeydi ve onların çoğu hakikatleri bırakıp kendi cehalet anlayışlarına sapanlardı.
-17-
اعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
İ’lemû ennellâhe yuhyil arda ba’de mevtihâ, kad beyyennâ lekumul âyâti leallekum takılûn
ilemû enne Allah | : bilin, bilim, doğrusu, Allah olduğunu bilin, |
Yuhyi el arda | : diri olan, hayat veren, dünya, arz, yeryüzü, toprak |
bade mevti ha | : sonra, ardından, devam eden, nutfe, ölüm, o |
Kad beyana lekum | : açıkladık, apaçık göstermek, size |
el ayeti | : ayetleri, işaret |
lealle-kum takılun | : umulur, belki, anlarsınız, akıl edersiniz, düşünme |
17- Topraktan hayat verenin, sonra da oradan nutfeler çıkaranın Allah olduğunu bilin. Size ayetleri apaçık gösteriyoruz. Umulur ki düşünüp anlarsınız.
-18-
إِنَّ الْمُصَّدِّقِينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ وَأَقْرَضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعَفُ لَهُمْ وَلَهُمْ أَجْرٌ كَرِيمٌ
İnnel mussaddikîne vel mussaddikâti ve akradûllâhe kardan hasenen yudâafu lehum ve lehum ecrun kerîm
İnne el mussaddikîne | : muhakkak, sadık olan, dosdoğru hareket eden, |
ve el mussaddikâti | : içten samimi bağlanan, doğruluğa meyleden, |
ve akradû Allah | : ödeme, vermek, teslim etmek, Allah |
Kardan | : borç vermek, varlığının sahibini bilip teslim etmek, |
hasanen | : iyi, güzel, |
yudâafu lehum | : artış, çoğalmak, kat kat, onlara vardır |
ve lehum ecrun kerim | : onlara, için vardır karşılık mükâfat, cömert, asil, soylu |
18- Muhakkak ki o dosdoğru hareket edenler ve dosdoğru hareket etmeye meyledenler; kendi varlığının sahibinin Allah olduğunu bilip, bir teslimiyet içinde olduklarında, onların iyi hâlleri artar ve onların karşılığı asalettir.
-19-
وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ وَالشُّهَدَاء عِندَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Vellezîne âmenû billâhi ve rusulihî ulâike humus sıddîkûne veş şuhedâu inde rabbihim, lehum ecruhum ve nûruhum vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbul cahîm
ve ellezîne amenu bi Allahi | : o kimseler, onlar Allaha iman eden, inanan |
ve resuli-hî | : resulü, hakikati gösteren, o |
Ulâike hum es sıddıkune | : bu, işte onlar sıdık, doğru olan, tastik eden |
ve eş şuhedâu | : has olanlar, şehitler, şahitler, bilen, |
İnde rabbihim | : katında, ona ait, Rabb, vücudlandıran |
lehum ecruhum | : onlar, ecir, karşılık, onlar, |
ve nûru-hum | : aydınlanma, ışıklanma nur, onlar |
ve ellezîne keferü | : hakikati görmemezlikten gelenler |
ve kezzebe | : yalanlayan, yalanlarda kalanlar, |
bi âyâti-nâ | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Ulâike asbahu | : işte onlar, sahiptirler, o hâllere sahip |
el cahime | : cehalet, sıfatları kendine nisbet etmenin cehaleti, |
19- Allah ile birlikte olduğuna iman eden ve o resul’ü anlayan kimseler; işte onlar dosdoğru hareket edenlerdir. Onların karşılığı kendilerini vücudlandırana ait hakikatlere şahit olmalarıdır ve onlar hep aydınlanma üzeredirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar ise, işte onlar sıfatları kendine nispet etmenin cehaletine sahiptirler.
-20-
اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
İ’lemû ennemel hayâtud dunyâ leibun ve lehvun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fîl emvâli vel evlâd, ke meseli gaysin a’cebel kuffâre nebâtuhu summe yehîcu fe terâhu musferren summe yekûnu hutâmâ, ve fîl âhıreti azâbun şedîdun ve magfiretun minallâhi ve rıdvân, ve mel hayâtud dunyâ illâ metâul gurûr
İlemu Ennemâ | : bildiniz, bilme, ancak, sadece, |
El hayatu el dunyâ | : dünya hayatı, yaşamı, |
Leıbun ve lehvun | : oyun, önemsememe ve eğlence, |
ve zînetun | : süslenme, ziynet, aksesuar, değer, |
Ve tefahurun beyne-kum | : aranızda, birbirinizle karşılıklı övünme |
ve tekâsurun | : çoğalma, çokluk, |
fiy el emvali | : mal, para, değer, |
ve el evlâdi | : evlât, çocuklar |
Ke meseli gaysin acebe | : misal, yağmur, yağan, etkilenen, hoşlanan, |
el kuffâre nebatu hu | : örten, çiftçi, ekinci, bitkisi, ekin, ürün, |
Summe yehicu | : sonra, iritasyon, maraz, rahatsızlık, |
Fe tera hu musfarren | : sonra, görür, o, sararmış solmuş |
Summe yekunu hutamen | : sonra, olur, dağılmış, enkaz, kırpıntı, dağıtma |
ve fîy el ahreti | : içinde, sonunda, |
azabun şedid | : şiddetli sıkıntı, azap, ceza, eziyet |
ve magfiretun min Allahi | : af, mağfiret, temizlenmek, Allah’tan |
ve ridvânun | : razı olma, hoşnutluk, memnuniyet, mutluluk, |
ve mâ el hayatu ed dunya | : değil, şey, ne, dünya hayatı, yaşam, |
İlla metau | : sadece, meta, menfaat, çıkar, mal mülk, |
el gururi | : ego, kibir, aldanma, gurur, Allah’ı unutturan, |
20- Dünya hayatını sadece oyun, eğlence ve süslenme bildiniz. Aranızda mallarınızın çokluğuyla ve evlatlarınızla övündünüz. Tıpkı o ürünleri ile övünen, yağmurdan hoşlanan çiftçinin misali gibi. Sonra onu görür marazlanmış, sararmış solmuş, sonra dağılmış gitmiş, sonunda içinde şiddetli bir sıkıntı taşır. Mağfiret Allah’tandır ve mutluluk O’ndandır. Dünya hayatı sadece mal mülk değildir, gururlanma değildir.
-21-
سَابِقُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاء وَالْأَرْضِ أُعِدَّتْ لِلَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Sâbikû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâ keardıs semâi vel ardı uıddet lillezîne âmenû billâhi ve rusulih, zâlike fadlullâhi yû’tîhi men yeşâu, vallâhu zûl fadlil azîm
Sabiku | : yarışma, koşma, hareket etme, |
ilâ magfiretin | : af, bağışlanma, mağfiret |
min rabbi kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
ve cennetin ardu ha | : cennet, huzur, genişliği, gösterilen, ekran |
Ke ardi | : gösterilen, ekran, genişliği, |
es semai vel ardı | : gök, ulvi alem ve yeryüzü, |
Uidet | : hazır, vardır, |
li ellezîne amenu | : iman edenler, |
bi Allâhi ve rusuli hi | : Allah’a ve resulü, hakikati gösteren, |
Zalike fadlu | : işte bu, lütuf, yaradılışın incelikleri, üstün tercih edilen |
Allahi yuti hi | : Allah, verir, verilir, o |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, verilir, sunulur, |
ve allâh zu el faldı | : Allah, sahip, lütuf, yaratılışın incelikleri, |
el azim | : yüce, ulu, işleyişte karar sahibi, kararlı |
21- Rabbinizin mağfireti üzere hareket edin. O mağfiretin huzuru, göklerin ve yerin genişliği kadar geniştir. Allah’a iman eden ve o resul’ü anlayan kimseler için huzur vardır. İşte Allah’ın lütuflarını anlamak isteyen kimseye o verilir. Allah lütufların sahibidir, işleyişteki karar sahibidir.
-22-
مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ
Mâ esâbe min musîbetin fîl ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebreehâ inne zâlike alâllâhi yesîr
Mâ esaba | : erişmek, isabet, vurmak, açığa çıkması |
min musibetin | : isabet eden şey, hastalık, afet, dert |
fîy el ardı | : dünyada, yeryüzünde |
ve lâ fiy enfusu kum | : yok, içinde, kendinizde, sizde, beden |
İllâ fiy kitabin | : ancak, vardır, içinde, kitap, vücut kitabı, varlık kitabı |
min kabli | : önce, önceden |
en nebree ha | : iyileştirmek, çaresini oluşturmak, akılda güzellik, onu |
İnne zâlike | : muhakkak, doğrusu, işte bu, |
ala Allah yesirun | : Allah, yürüyüş, bir yoldur, kolay, gizli, |
22- Dünyada bir hastalık açığa çıkmasın ki ve sizde de bir hastalık görünmesin ki, onun çaresini oluşturduk, onun çaresi varlık kitabının içinde vardır. Muhakkak işte bu Allah için kolaydır.
-23-
لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrehû bi mâ âtâkum, vallâhu lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr.
li key lâ tesev | : olmasın diye, olmaması için, tasa, endişe, gam, üzülme |
Alâ ma fate kum | : her şey, değil, çıkmak, üzerine |
ve lâ tefrehû | : sevinmeyin, şımarmayın |
bi-mâ ata kum | : bir şey ile, sebebi ile, ata, ihsan, lütuf, elde etme, siz |
ve allahu la yuhıbbu | : Allah, yok, sevgi, sevmez |
Kulle muhtalin | : tümü, hepsi, hilekâr, kibirlenme, mağrur, aldatıcı, |
fahurin | : çok övünen, ego, iftihar eden, gururuna aldanan, |
23- Siz bir şey elde edemediğinizde tasalanmayın ve siz bir şey elde ettiğinizde de şımarmayın. Ego hâllerinde, hilekârlık hâllerinde olanların tümünde Allah sevgisi yoktur.
-24-
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَمَن يَتَوَلَّ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
Ellezîne yebhalûne ve ye’murûnen nâse bil buhl ve men yetevelle feinnellâhe huvel ganiyyul hamîd
Ellezîne yebhalune | : o kimseler, cimri, eksik, hırs, kıskanç, |
ve yemurûne en nase | : isteme, sipariş, emir, iş, hüküm, insanlar |
bi el buhli | : cimrilik, hırs, kıskançlık |
ve men yetevelle | : kim, eski bilişlerine dönen, yüz çeviren |
Fe inne Allah | : artık, bundan sonra, doğrusu Allah |
Huve el ganiyyu | : o, gani, zengin, varlıklı, tüm varlığın sahibi, |
el hamidu | : övgü, tüm tecellilerin sahibi, |
24- Cimri olan kimseler ve insanlara cimriliği emredenler, hakikatlerden yüz çeviren kimselerdir. Muhakkak ki tüm varlığın sahibi olan, tüm tecellilerin sahibi olan Allah’tır.
-25-
لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَأَنزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ
Lekad erselnâ rusulenâ bil beyyinâti ve enzelnâ meahumul kitâbe vel mîzâne li yekûmen nâsu bil kıst, ve enzelnel hadîde fîhi be’sun şedîdun ve menâfiu lin nâsi ve li yalemallâhu men yensuruhu ve rusulehu bil gayb innellâhe kavîyyun azîz
Lekad ersal na | : doğrusu, göndermek, sunmak, irsal, biz, hakikatlerimiz |
rusule na | : resul, hakikati gösterenler, biz, |
bi el beyyinâti | : apaçık delillerle, kanıt |
ve enzelnâ meahum | : indirdik, bildirdik, beraber, onlar, |
el kitab | : kitap, hakikat sözleri, varlık kitabı, |
ve el mîzâne | : akıl, idrak, muhakeme, düşünme, ölçü, mizan |
li yekûme en nasu | : için, ikame, yerine getirsinler, insanlar, |
bi el kısti | : hisse, nasip, adalet, doğru olan, denk, uygun, kısım, |
ve enzelnâ | : sunduk, indirdik, gönderdik |
el hadîde, el had yeda | : sınır, ölçü, el, güç, derece, belli sınırlarda, güç, |
Fîy hi besun şedidun | : onda, onun içinde, iyi, önemli, sert, kuvvetli, oldukça |
ve menâfiu li en nasi | : menfaatler, faydalar, insanlar için |
ve li yaleme Allahu | : bilsin, bilmek, belirtsin, belli etsin, Allah |
Men yansuru hu | : kim, yardım, destek, ona |
ve resul hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
bi el gaybi | : görünmeyen, bilinmeyenlere, gizli, |
İnne Allah kavîyyun | : Allah, kuvve, kudret, güçlü, sapasağlam, |
azizin | : yüce, bütün değerlerin sahibi |
25- Doğrusu hakikatleri gösterenler, apaçık delillerle Bizi anlattılar, hakikatlerimizi sundular ve onlarla beraber hareket edenler, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anladılar. İnsanlara doğru olanı anlamaları için muhakeme yeteneğini sunduk. Varlık kitabının içinde oldukça önemli bilgileri belli sınırlarla sunduk. İnsanların ondan faydalanmaları ve Allah’ı bilmeleri, o hakikatleri arayan kimselere yardımcı olmaları için. O resullerde hakikatleri bilmeyenlere yardımcı olur. Muhakkak ki Allah, tüm varlığı sapasağlam tutandır, bütün değerlerin yüce sahibidir.
-26-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا وَإِبْرَاهِيمَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُم مُّهْتَدٍ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
Ve lekad erselnâ nûhan ve ibrâhîme ve cealnâ fî zurriyyetihimen nubuvvete vel kitâbe fe minhum muhted, ve kesîrun minhum fâsikûn
ve lekad ersel na | : doğrusu, irsal, açığa çıktı, ortaya çıktı, biz, |
Nuhan ve ibrâhîme | : Nuh ve İbrahim |
ve cealnâ | : kıldık, yaptık, sunduk, |
fi zurriyeti hima | : içinden, nesil, soy, zürriyet |
Men en nubuvvete | : kimse, nebi, haberci, haber veren |
ve el kitab | : hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
Fe min hu muhted | : bazıları, doğrulara, hakikate yöneldi |
ve kesîrun min hum | : çoğu, onlardan, |
fasikune | : sapan, hakikatin dışına çıkan, bozan |
26- Doğrusu Nuh ve İbrahim de Bizi anlatmak için ortaya çıktı. Onlardan nesiller kıldık. Onlardan hakikatleri haber veren ve kitabı anlatan kimseler oldu. Böylece anlattıkları kimselerden bazıları hakikatlere yöneldi ve onlardan çoğu da hakikatleri bırakıp kendi cehalet bilişlerine saptı.
-27-
ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِم بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَآتَيْنَاهُ الْإِنجِيلَ وَجَعَلْنَا فِي قُلُوبِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إِلَّا ابْتِغَاء رِضْوَانِ اللَّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَآتَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا مِنْهُمْ أَجْرَهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
Summe kaffeynâ alâ âsârihim bi rusulinâ ve kaffeynâ biîsebni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînet tebeûhu refeten ve rahmeh ve rahbâniyyeten ibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illebtigâe rıdvânillâhi fe mâ reavhâ hakka riâyetihâ fe âteynellezîne âmenû minhum ecrehum ve kesîrun minhum fâsikûn
Summe kaffeyna | : sonra, o zaman ardı ardına, hep, biz, |
alâ âsâri him | : etkileri, izleri üzerine, yollar, onlar, |
bi rusuli na | : resuller, hakikati gösteren, biz, hakikatlerimiz, |
ve kaffeynâ | : ardından, biz, |
bi isebni meryem | : Meryem oğlu İsa |
ve âteynâ-hu | : hep, bütün, verdik, sunduk, o |
el incile | : İncil, iyi haber, müjde, Ruh, özündeki sistem, |
ve cealnâ fi kulubi | : yaptık, kıldık, sunduk, kalplerde |
Ellezîne ittebeu hu | : onlar, kimseler, kabul ettiler, tabi oldular |
Refeten | : refet, şefkat, merhamet |
ve rahmeten | : rahmet, merhametli |
ve rahbânîyyeten | : ruhbanlık, çekinmek, din adamı, Allah ile korkutan |
İbtedeû hâ | : icat ettiler, onu ihdas ettiler |
mâ ketebnâ hâ aleyhim | : onu yazmadık, onlara |
İllâ ibtigae | : ancak, yalnızca, bazıları talep etti, |
rıdvane Allah | : rıza, arzu, Allah Rızası |
Fe ma raav ha | : artık, ona uymadılar, anlamadılar, saygılı olmadılar |
Hakka riayeti hâ | : hakka, hakikate, riayet, uymak, saygılı olma |
Fe ateyna ellezine amenu | : artık, böylece, verdik, iman edenlere |
min-hum ecre hum | : onların ecirleri, karşılığı, mükâfatı |
ve kesirun min hum | : çoğu, onlardan |
fasikune | : bozan, bölen, hakikatin dışına çıkan, sapan |
27- Sonra aynı izlerden ardı ardına Bizi anlatan resuller açığa çıktı. Meryem oğlu İsa da hep Bizi anlattı. O da sunduğumuz özündeki sistemi anladı. Kalblerinde şefkat, merhamet olanlar hakikatlere tâbi oldular. Bazıları da, yalnızca Allah’ın rızasını talep ediyoruz diye ruhbanlık icat ettiler, ancak Biz onu onlara yazmadık. Onlar Hakk’a uyma yolunda hakikatlere uyanlardan olmadılar. İnananlara ise karşılıkları verildi. Fakat onlardan çoğu ise hakikatlerden sapanlardan oldu.
-28-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِن رَّحْمَتِهِ وَيَجْعَل لَّكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Yâ eyyuhellezîne âmenût tekûllâhe ve âminû bi resûlihî yû’tikum kifleyni min rahmetihî ve yec’al lekum nûren temşûne bihî ve yagfir lekum vallâhu gafûrun rahîm
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
itteku allâhe | : takva, fenalardan sakınmak ortak koşmama, Allah |
ve âminû bi resuli hi | : iman edin, inanın, güvenin, resul, o |
Yuti kum kifleyni | : veren, sağlayan sunan, siz, anlayanlar, kat kat |
min rahmeti-hi | : onun rahmetinden, rahmetini |
ve yecal lekum | : yapar, kılsın, vardır versin, size |
nuren temşune bihi | : nur, aydınlık, gezinmek, yürümek, |
ve yagfir lekum | : onun, affetmek, bağışlanma sizin için |
ve allahu gafurun | : Allah, bağışlayan, mağfiret, merhamet eden, |
rahimun | : rahimdir, özünden vareden, |
28- Ey iman edenler! Fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın ve o resulün anlattığı hakikatlere inanın. Size sunulanlarda kat kat rahmet vardır ve o hakikatleri anlayanlara aydınlığa yürümek vardır ve size mağfiret vardır. Allah merhametin sahibidir, varlığı özünden varedendir.
-29-
لِئَلَّا يَعْلَمَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَلَّا يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّن فَضْلِ اللَّهِ وَأَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Li ellâ ya’leme ehlul kitâbi ellâ yakdirûne alâ şey’in min fadlillâhi ve ennel fadle bi yedillâhi yû’tîhi men yeşâu, vallâhu zûl fadlil azîm
li ellâ yaleme | : bilmedikleri için, bilemezler |
ehlu el kitâbi | : aktarılan söylentilerde kalanlar |
ellâ yakdirûne | : tahmin edemezler, anlayamazlar, güç yetiremezler |
alâ şeyin | : bir şeyin üzerindeki, hakkında, |
min fadli allah | : lütuf, değer, incelik, Allah |
Ve ennel fadle | : tercih edilen, erdemli, üstün, yaratmasındaki incelik |
bi yedi allâhi | : gücü, sistemi, tecellileri, Allah |
Yutî hi men yeşau | : bulur, verir, sunar, o, kim, ister, istiyor |
ve allahu zu el fadli | : Allah, sahip, bütün incelikler, değerler, lütuf, |
el azim | : varoluşta karar sahibi, işleyişte karar sahibi, |
29- Aktarılan söylentilerde kalanlar hakikatleri bilemezler. Allah’ın bir şeyi yaratmadaki inceliklerini anlamaya güç yetiremezler. Allah’ın tüm varlıktaki sistemini, lütuflarını anlamak isteyen kimse ise; o sunulan hakikatlere bakar ve Allah’ın, varoluşta karar sahibi olduğunu, tüm lütufların sahibi olduğunu anlar.