HÂKKA SURESİ
-1-
الْحَاقَّةُ
El hâkkah
el hâkkatu | : hakikat olana, hakikate, kaçınılmaz gerçeğe |
1- Hakikat.
-2-
مَا الْحَاقَّةُ
Mel hâkkah
Ma el hâkkatu | : nedir hakikat, gerçek |
2- Nedir hakikat?
-3-
وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحَاقَّةُ
Ve mâ edrâke mel hâkkat
ve mâ edrake | : idrak ettin mi, anladın mı? |
Ma el hakkatu | : ne, şey, değil, hakikat nedir |
3- İdrak ettin mi, nedir hakikat?
-4-
كَذَّبَتْ ثَمُودُ وَعَادٌ بِالْقَارِعَةِ
Kezzebet semûdu ve âdun bil kâriat
Kezzebet | : yalanlamak, yalanlarda kalmak, |
semud ve adun | : semud ve ad, geri dönen |
bi el kâriati | : şiddetli ses, çarpıcı gerçek, her varlıktaki ses |
4- Semud ve Ad kavmi o hakikatin çarpıcı gerçeğini yalanladılar.
-5-
فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا بِالطَّاغِيَةِ
Fe emmâ semûdu fe uhlikû bit tâgıyeh
fe emmâ semudu | : fakat, lakin, böylece, gibi, ise, semud |
Fe uhliku | : helak oldu, yok oldu, yazık oldu, yazık etti |
Bi et tagiyeti | : kibirleri, inatları, azgın, zalim, zorba, haddi aşan |
5- Böylece o kibirli, haddi aşan hallerinden dolayı Semud kavmi kendine yazık etti.
-6-
وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ
Ve emmâ âdun fe uhlikû bi rîhın sarsarin âtiyeh
ve emmâ adun | : amma, lakin, Ad, dönen, döndü |
Fe uhlikû | : helak oldu, yok oldu, yazık oldu, yazık etti |
bi rîhin | : rüzgâr, esip giden, hareket eden, ağrı, sızı, koku, galebe çalan, |
sarsarin | : uğultulu fırtına, rahatsızlık veren, soğuk rüzgâr, kötülük benlik |
âtîyetin | : büküp atan, sınırı aşan, tecavüzkâr davranışlar |
6- Ad kavmi de tecavüzkâr davranışlarıyla, cehaletin o kötülük, benlik gibi halleriyle hareket etmelerinden dolayı kendilerine yazık ettiler.
-7-
سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَى كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍ
Sehharehâ aleyhim seb’a leyâlin ve semâniyete eyyâmin husûmen fe terel kavme fîhâ sar’â ke ennehum a’câzu nahlin hâviyeh
sehhara-hâ aleyhim | : alay, önemsemeyen, dalga, güçlü ses, onlarda, üzerlerinde |
seba leyalin | : yedi gece, her gün, gece gündüz, geceleri, |
ve semâniyete | : sekiz, işitmeye dair, duyarak, |
eyyamin | : günler, güzel olan, devamlı, her zaman |
husûmen | : peş peşe, ardı ardına, hiç kesilmeden, hep o haller, |
Fe tera | : görürsün, görüyorsun |
el kavme fi ha sara | : kavim, kimseler, insanlar, yalan söyleyen, serilmiş |
Ke enne hum acazu | : sanki onlar, kütük, gövde, işi boş hal, acizlik, hal |
nahlin | : elemek, delik deşik, hurma ağaçları, kütük |
hâviyetin | : boşluk, uçurum, hakikatten düşmek, boşlukta kalmak |
7- Onlarda, gece gündüz devamlı hakikatleri önemsemeyen haller vardı. Yalanlarda kalan kişilerin hallerini görürsün. Sanki onların halleri, içi boş bir hurma kütüğü gibidir.
-8-
فَهَلْ تَرَى لَهُم مِّن بَاقِيَةٍ
Fe hel terâ lehum min bâkıyet
Fe hel tera | : o halde, görüyorsun |
Lehum min bakıyet | : kalmak, bakiye, geriye kalan şey, sonuç, |
8- Onlardan geriye kalan bir şey görüyor musun?
-9-
وَجَاء فِرْعَوْنُ وَمَن قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ
Ve câe fir’avnu ve men kablehu vel mu’tefikâtu bil hâtıeh
ve câe firavnu | : geldi, sundu, olan, firavun, kibirli olan, |
ve men kable hu | : öncekiler, kimseler, önceki hallerinde kalanlar |
ve el mutefikâtu | : azalma, kaybolma, alt üst olma, zulümlerde olanlar |
bi el hâtieti | : hatalar, günahlar, fenalarda kalma, şüphelerde kalan |
9- Firavun da ve ondan öncekiler de ve zalimlik yapanlar da aynı hatalarda kaldılar.
-10-
فَعَصَوْا رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةً رَّابِيَةً
Fe asav resûle rabbihim fe ehazehum ahzeten râbiyeh
Fe asav | : karşı çıktılar, isyan ettiler, |
resule | : hakikatleri gösteren, resul |
rabbi-him | : Rabbi, onlar, |
Fe ehaze-hum | : böylece, çekmek, almak, yakaladı, kalmak, sarılmak, onlar |
ahzeten | : alış, yakalayış, yakalama, içine düşme |
râbiyeten | : çok şiddetli, sıkıntılı, azabı fazla, huzursuz, |
10- Onlar Rabbin hakikatlerini gösterenlere karşı çıktılar. Böylece onlar kendi cehaletlerine sarıldılar, huzursuzluk içinde kaldılar.
-11-
إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاء حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ
İnnâ lemmâ tagal mâu hamelnâkum fîl câriyeh
İnnâ lemma taga | : muhakkak oldu taştı, hakim, egemen, baskın gelmek |
el mâu | : su, akış, akıp gitme, kaynağından çıkma |
hamelnâ-kum | : sizi taşıdık, taşınan, yürütülen, yapılan, |
Fî el cariyet | : önemi, güncel, geçerli, içinde akıp giden, yardım eden, gemi. |
11- Muhakkak ki bu bilgileri; güncelliğini korusun, size yardım olsun diye, bir su taşır gibi taşıdık.
-12-
لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةً وَتَعِيَهَا أُذُنٌ وَاعِيَةٌ
Li nec’alehâ lekum tezkireten ve teıyehâ uzunun vâıyeh
li necale hâ lekum | : onu yapmak için, olmak için, olanları, sizin için, |
tezkireten | : hatırlayarak ibret alma, hatıra getirmek, hatırlamak |
ve teiye-hâ | : yaşam, canlı, oturma, unutmayın, yaşarken |
uzunun | : kulaklar, işitmek, yetki, yetkili, iyice dinleyin |
vâiyetun | : bilinç, şuurlu, belleyen, ders almak, farkına varan |
12- Bu olanları hatırlayın, unutmayın, iyice dinleyin, ders alıp şuurlu hareket edin, diye.
-13-
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ
Fe izâ nufiha fîs sûri nefhatun vâhıdet
Fe izâ nufiha | : artık, sonra, böylece, üflendiği zaman, nefes alıp vermek |
Fî es suri | : surun içine, resim, fotoğraf, boru, suret, beden |
Nefhatun | : üfleyiş, şişirmek, nefes alıp vermek, kabarmak, |
vahidetun | : tek, bir, |
13- Nefes alıp verdiğinizde, bedenlerde nefes aldırıp verdiren O tek gücü anlayın.
14-
وَحُمِلَتِ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً
Ve humiletil ardu vel cibâlu fe dukketâ dekketen vâhıdet
ve humilet el ardu | : taşımak, yürütülen, hareket, yeryüzü, dünya, toprak | ||
ve el cibalu | : dağlar, büyüklük | ||
Fe dukketa | : böylece düzleştirilme, dağıldı, parçalandı | ||
Dekketen | : çarpış, un ufak etmek, dağılmak, | ||
Vahideten | : bir, tek, |
14- Toprağın taşınmasında ve dağlardaki oluşumda, sonra da dağılıp giden her şeyde O tek gücü anlayın.
-15-
فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
Fe yevme izin vekaatil vâkıah
Fe yevme izin | : artık, işte, gün, vakit, o zaman, her an, yetkili olan |
Vakaati el vakiatu | : vuku bulan, olan, tüm kâinattaki işleyiş, olup duran, |
15- İşte tüm kâinattaki olan işleyişte, her an yetkili olan O’dur.
-16-
وَانشَقَّتِ السَّمَاء فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ
Ve enşakkatis semâu fe hiye yevme izin vâhiyeh
ve inşakkati el semau | : ayrıldı, açıldı, gerçekler ortaya çıktı, gök, ulvi âlem, |
Fe hiye yevme izin | : sonra, öyle ki, gün, vakit, zaman, an, yetkili olan, |
vahiyetun | : zayıflamış, manasız, çürük, yaşlanma, faydasız, bitkin |
16- Ulvi Âlemin gerçekleri her an açığa çıkar. Öyle ki, her an olan yaşlanıp gitmedeki gücün sahibi O’dur.
-17-
وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ
Vel meleku alâ ercâihâ ve yahmilu arşe rabbike fevkahum yevme izin semâniyeh
ve el meleku | : kuvve, her varlıktaki güç, kuvve sahibi, |
Alâ ercai ha | : sonsuzluk, çevresi, boyunca, genel, tamamı, her yer |
ve yahmilu | : tutar, taşıyan, sahip, elinde, sarar, |
Arşe | : tahtı, yükseklik, yücelik, her yer, makam, bütün kâinat, |
rabbi ke | : rab, sen, seni vücudlandırandır, |
fevka-hum | : onların üstünde, yüce, her şeyde, |
yevme izin | : zaman, vakit, an, yetkili, her zaman, her an, |
semâniyetun | : işitmeye dair, nitelik, nitelikleriyle saran, sekiz adet, |
17- O, her varlıktaki, her yerdeki güçtür ve seni vücudlandırandır, bütün kâinatı taşıyandır, her şeydeki yüceliktir, her şeyi her an nitelikleriyle sarandır.
-18-
يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنكُمْ خَافِيَةٌ
Yevme izin tu’radûne lâ tahfâ minkum hâfiyeh
yevme izin | : gün, vakit, zaman, her an, |
turadune | : siz, gösterilecek, arz olunacak, gösterilir, |
lâ tahfâ minkum | : yok, gizli kalmaz, saklanmaz, sizden, size, |
hafiyetun | : gizli, sır, görünmeyen, saklı, |
18- Gizli gibi görünen hakikatler sizden saklanmaz, her an her varlıktan hakikatler size gösterilir.
-19-
فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَؤُوا كِتَابِيهْ
Fe emmâ men ûtiye kitâbehu bi yemînihî fe yekûlu hâumukreû kitâbiyeh.
fe emmâ | : artık, böylece, işte, amma, o zaman, |
men utiye | : kim, kişi, verilir, sunulur, |
kitâbe-hu | : kitabı, yazılı olan, hakikatler, vücud kitabı, o |
bi yemîni-hî | : onun sağlam, noksansız, sağından, dosdoğru, |
Fe yekulu | : o zaman, artık, bundan sonra, de söyler |
Haum | : alın, gezin, inceleyin, haydi alın, bakın |
ikreu | : okuyun, araştırın, düşünün, |
kitabiyeh | : kitabı, vücud kitabı, |
19- İşte, kişiye sunulan onun vücut kitabı, noksansız olarak ona verilir. Artık o vücut kitabımı okuyup incelemeliyim, der.
-20-
إِنِّي ظَنَنتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيهْ
İnnî zanentu enniy mülâkın hısâbiyeh.
İnnî zanentu | : zannettim, sandım, düşündüm, ihtimal, anladım, |
Ennî mulakin | : ben, buluşan, kavuşan, görüşen, ulaşan, anlamak, Tevhid, |
hisabiyeh | : hesabı, sonuç, varlığını anlama, yapılan, alacak verecek |
20- Ben anladım ki bana verilenlerin hesabını verdiğimde gerçeğe ulaşacağım, der.
-21-
فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ
Fe huve fî îşetin râdıyeh
Fe huve fiy işetin | : işte, o, yaşayış tarzı, yaşamı, yaşayışı |
radiyet | : razı olmak, memnun olmak, minnettar olmak, mutlu |
21- İşte o hakikatleri anladığında yaşayışı mutluluk içinde olur.
-22-
فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ
Fî cennetin âliyeh
fîy cennetin | : cennette, huzur, rahatlık |
âliyetin | : yüksek, yüce, yüce hakikatler, |
22- Yüce hakikatlerin huzuru içindedir.
-23-
قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ
Kutûfuhâ dâniyeh
kutûfu-hâ | : kâmil olan, olgunlaşmış meyveleri, toplanmış, olgun, |
dâniyetun | : yakın, yakınlaşmış durumda, tenezzül etmiş, |
23- Yakınlığı anlayıp kâmil olmuştur.
-24-
كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ
Kulû veşrebû henîen bimâ esleftum fîl eyyâmil hâliyeh
Kulû ve işrebu | : yiyin, beslenin, yararlanın ve için, rahatlayın, hissetmek |
henîen | : afiyetle, memnun olarak, mutlu, huzur, |
bimâ | : dahil, içeren, şeyler sebebiyle, dolayısıyla, |
esleftum | : geçmişte yaptınız, gayret, sunmak, dediğim, söylediğim, |
fîy el eyyâmi | : günlerde, zaman, vakit, |
el hâliyeti | : özgür, serbestçe, geçmiş |
24- Vaktini bir gayret içinde geçirip, hakikatleri anladığından dolayı mutludur ve hakikatlerden yararlanır ve hakikatlerin hissiyatındadır.
-25-
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِيهْ
Ve emmâ men ûtiye kitâbehu bi şimâlihî fe yekûlu yâ leytenî lem ûte kitâbiyeh.
ve emmâ men utiye | : ancak, kim, kimse, kişi, verilirse, sunulan |
kitâbe-hu | : onun kitabı, |
bi şimâli-hî | : solundan, diriliği anlamayan, gerçeği anlayamayan, kuzey |
Fe yekulu | : artık, söyler, der |
yâ leyte-nî | : ne olurdu, isterdim, dilerdim, keşke |
lem ûte | : atmış, incelememiş, saldırmış, verilmez, layık olmamış |
kitâbi-yeh | : kitabım, |
25- Ona sunulan vücut kitabının gerçeğini anlayamayan kimse ise; ne olurdu kitabımı inceleyip idrak etseydim, der.
-26-
وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيهْ
Ve lem edri mâ hısâbiyeh.
ve lem edri | : bilmeden, bilmiyordum, çevirmek, döndürmek, |
Mâ hisabiyeh | : hesapsız, ölçüsüz, karşılık, sahibini bilme, alacak verecek |
26- Varlığımın sahibini anlayamadım, hakikatleri bilemedim,
-27-
يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَ
Yâ leytehâ kânetil kâdiyeh
yâ leyte-hâ | : ne olurdu, keşke o olsa, |
kâneti | : oldu, olsaydı |
el kâdiyete | : sorgulama, yargılama, yargıç, muhakeme, şuurlu olma, |
27- ne olurdu muhakeme etmiş olsaydım,
-28-
مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِيهْ
Mâ agnâ annî mâliyeh.
mâ agnâ | : zengin olmadı, fayda vermedi |
Annî mali yeh | : benim malım, bana, değer, malından yarar sağlama |
28- benim değer bildiklerim bana fayda vermedi,
-29-
هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيهْ
Heleke annî sultâniyeh.
heleke | : helâk oldu |
an-nî sultaniyeh | : benden saltanatım, sultanlığım, üstünlük, galebe çalma |
29- kendimi güç sahibi görerek kendime yazık ettim, der.
-30-
خُذُوهُ فَغُلُّوهُ
Huzûhu fe gullûh
Huzû hu | : tutmak, çekmek, almak, sarılmak, o, hak |
Fe gullu hu | : sonra, birbirine bağlayan, bütünleşmek, birleşmek, o, |
30- O kimse Hakk’a tutunmadı, sonra da o kimse tüm varlığı birbirine bağlayan O kudreti anlamadı.
-31-
ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ
Summel cahîme sallûh
Summe el cahime | : sonra, cahim, azmış olmak, üstün görmek, |
Sallu hu | : temizlenmek, arınmak, dua, yaslanmak, hu, o, hak, |
31- Sonra sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletinde kaldı, hakikatlerle arınmadı.
-32-
ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ
Summe fî silsiletin zer’uhâ seb’ûne zirâan feslukûh
Summe fi silsiletin | : sonra, birbirine bağlı, bütünlük, ardı ardına, dizi dizi |
Zeru ha | : uzunluğu, gitme, yönelme, yol, geçit, çapraz, kastetme |
Sebuna ziraan | : yetmiş, gücü yeten, arşın, el, kol, uzanmak, yedi makam |
Fe esluku hu…eslak: soy | : sevk, soyu, geldiği yer, gitmek, yetişmek, ulaşma, şecer |
32- Sonra bütünlüğü oluşturan, her şeye gücü yetene yönelmedi, geldiği yeri anlamadı.
-33-
إِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ
İnnehu kâne lâ yu’minu billâhil azîm
inne-hu kane | : muhakkak, doğrusu, o, oldu |
La yuminu | : iman yok, inanmıyor, |
Bi Allahi | : Allah ile olmak, Allah kendinde, |
El azimi | : kararlı olan, yüce olan, azamet, işleyişte karar sahibi |
33- Doğrusu o, tüm varlığın işleyişinde karar sahibi olan Allah ile birlikte olduğuna inanmadı.
-34-
وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ
Ve lâ yahuddu alâ taâmil miskîn
ve lâ yahuddu | : öğüt vermez, çağrı yapmaz, teşvik etmez, yönelmedi, |
alâ taâmi | : yüce gıda, kutsal bilgi |
el miskîni | : yoksul, çaresiz, miskin, |
34- Hakikatleri bilmede çaresizlik içindeyken, hakikatlerin bilgilerine de yönelmedi.
-35-
فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هَاهُنَا حَمِيمٌ
Fe leyse lehul yevme hâhunâ hamîm
Fe leyle lehu | : o zaman, onun yoktur, olmaz, bu onun değil |
El yevme | : o gün, o zaman |
Hahuna | : burada, işte, buraya, buradan, bundan sonra |
hamimun | : yakın dost, samimi, özel, yakın, içten |
35- Artık bundan sonra onun yakın dostu olmaz.
-36-
وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍ
Ve lâ taâmun illâ min gıslîn
ve lâ taamun | : yok, yiyecek, yararlanacağı şey, |
İlla min gıslinin | : akıntı, irinli su, kirli su, pis, kendi ürettiği kirlilik |
36- Kendi ürettiği cehalet kirliliğinden başka yararlanacağı bir şeyde yoktur.
-37-
لَا يَأْكُلُهُ إِلَّا الْخَاطِؤُونَ
Lâ ye’kuluhu illel hâtiûn
lâ yekulu-hu | : yok, yararlanmak, yemez, yemeyin, tüketmeyin, |
İllâ el hatiune | : sadece, ancak, hata, günah, fenalarda kalmak, yanlışlar |
37- O hakikatlerden yararlanamaz, ancak hatalarıyla hareket eder.
-38-
فَلَا أُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَ
Fe lâ uksımu bima tubsırûn
fe lâ uksimu | : hayır, ant, sağlamlık, doğrusu, noksansızlık |
Bima tubsirune | : bakmak, baktığınız, gördüğünüz şeyler, ne görüyor |
38- Doğrusu siz bakıp ta göremediniz.
-39-
وَمَا لَا تُبْصِرُونَ
Ve mâ lâ tubsırûn
ve mâ la tubsirune | : şey, ne, değil, yok, bakıp ta göremediğiniz şeyler |
39- Baktığınız şeylerin gerçeğini anlayamadınız.
-40-
إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ
İnnehu le kavlu resûlun kerîmin.
inne-hu le kavlu | : muhakkak ki, o, elbette, söz, sözler, |
Resulin | : hakikati gösteren, resul, |
kerimin | : soylu, erdemli, cömert, asil, faydalı, ikram eden, |
40- Muhakkak ki o resulün sözleri bir asalet içindedir.
-41-
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ قَلِيلًا مَا تُؤْمِنُونَ
Ve mâ huve bi kavli şâirin, kalîlin mâ tu’minûn
ve mâ huve | : değildir, o |
bi kavli şairin | : söz, şair sözü, kendinden üreten, |
Kalilen ma tuminune | : az da olsa, küçük, biraz, bir parça, inanmıyorsunuz |
41- O kendinden sözler üretip söyleyen değildir. Az da olsa inanmıyorsunuz.
-42-
وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
Ve lâ bi kavli kâhin kalîlen mâ tezekkerûn
ve lâ bi kavli kahinin | : kâhin sözü değildir, zan ve gayb haberi veren |
Kalilen | : çok azda olsa |
ma tezekkerune | : yaratılışı düşünmüyorsunuz, derin düşünme |
42- Bir kâhin sözü de değildir. Yaratılışın hakikatlerini az da olsa düşünüp araştırmıyorsunuz.
-43-
تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Tenzîlun min rabbil âlemîn
tenzîlun | : indirilmek, sunulan, bir miktarın sunulması |
min rabbi el alemin | : Âlemlerin Rabbinden, tüm varlığı vücudlandıran |
43- Tüm varlığı vücudlandırandan sunulmuştur.
-44-
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ
Ve lev tekavvele aleynâ badal ekâvîl
ve lev tekavvele | : olsaydı, demeyin, söylenen, uydurulma, söylenti |
Aleyna | : bizim, bizden, hakikatlerimiz, |
Bada el ekavili | : bazı söylenti, dedikodu, sözler |
44- Hakikatlerimizin sözlerine söylenti demeyin.
-45-
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ
Le ehaznâ minhu bil yemîn
le ehaz nâ | : elbette, sarılan, tutunmak, tutmak, almak, biz, |
minhu | : ondan, onu, |
bi el yemini | : doğru, dosdoğru, sağ, hak, gerçek, noksansız, diri |
45- Elbette ondan gelen sözler, Bize tutunduğundan dolayı dosdoğrudur.
-46-
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ
Summe le katanâ minhul vetîn
Summe le | : sonra, elbette, |
kata na | : kati olan, alakayı kesmek, kopmak, asla değil, ayrı, biz, |
Minhu | : onu, ondan, o, bu, |
el vetine | : özüne bağlılık, şah damarı, kalb damarı, kemik iliği, canlılık |
46- Sonra da elbette o asla Bizden ayrılmaz, tüm özüyle Bize bağlıdır.
-47-
فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
Fe mâ minkum min ehadin anhu hâcizîn
Fe ma minkum | : o zaman, artık, olmayın, sizden olmaz, değil |
Min ehadin | : bir, biriniz, birbiriniz |
An hu hacizine | : engel olan, engelleyen, bariyer |
47- Bundan sonra birbirinizi engelleyenlerden olmayın.
-48-
وَإِنَّهُ لَتَذْكِرَةٌ لِّلْمُتَّقِينَ
Ve innehu le tezkiretun lil muttekîn
ve inne-hu | : muhakkak ki o |
le tezkiretun | : hatırlatmadır, öğüttür |
li el muttekîne | : takva sahipleri için, muttakiler, sakınanlar |
48- Muhakkak ki o hakikatlerin sözleri, fenalara düşmekten sakınanlar için bir hatırlatmadır.
-49-
وَإِنَّا لَنَعْلَمُ أَنَّ مِنكُم مُّكَذِّبِينَ
Ve innâ le na’lemu enne minkum mukezzibîne
ve innâ le nalemu | : muhakkak, elbette, biliyoruz, ilmin sahibi |
Enne min kum | : sizden olanlar |
mukezzibine | : yalanlayanlar, yalanlayacak |
49- Elbette ilmin sahibi Biziz. Sizden hakikatlerin sözlerini yalanlayanlarda olacak.
-50-
وَإِنَّهُ لَحَسْرَةٌ عَلَى الْكَافِرِينَ
Ve innehu le hasretun alel kâfirîn
ve inne-hu le hasretun | : elbette o, hasret, ikilik, keder, hüzün, pişmanlık, ayrılık, |
Ala el kafirine | : örtenler için, hakikati görmeyenler için |
50- Hakikati görmemezlikten gelip örtenler, elbette ayrılık içinde kalırlar.
-51-
وَإِنَّهُ لَحَقُّ الْيَقِينِ
Ve innehu le hakk’ul yakîn
ve inne-hu | : muhakkak ki, o |
Le hakku el yakîni | : Hakkal yakın, gerçek, şüphesiz hakka ait olan |
51- Muhakkak ki O, şeksiz şüphesiz gerçek olandır.
-52-
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Fe sebbıh bismi rabbikel azîm
Fe sebbih | : artık, tesbih, yüzmek, tecellileri idrak et, her şey onunla |
Bi ismi | : ile, birlikte, ad, isim, işaretleriyle |
rabbike | : rabbin, seni vücudlandıran, |
el azim | : yüce, kararlı olan, işleyişte karar sahibi, |
52- Artık, seni vücüdlandıranın tüm işaretleriyle sende olduğunu bil, O’nun tecellilerini idrak et ve O’nun tüm varlığın işleyişinde karar sahibi olduğunu bil.