HİCR SURESİ
-1-
الَرَ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْآنٍ مُّبِينٍ
Elif lâm râ tilke âyâtul kitâbi ve kurânin mubîn
Elif lâm râ | : elif, lâm, râ, hak, halk, fiil |
Tilke ayatu | : işte bu, bunlar, bu varlık, ayetler, işaret, delil, |
el kitab | : varlık kitabı, ilahi sözler, |
ve kurânin | : Kuran, okunan şey, varlık kitabı, |
mubin | : apaçık, açıklanmış, apaçık kuran, görünen, |
1- Elif, Lam, Ra. Tüm varlık işaretleriyle bir kitaptır ve tüm kâinat apaçık Kur’ân’dır.
-2-
رُّبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ كَانُواْ مُسْلِمِينَ
Rubemâ yeveddullezîne keferû lev kânû muslimîn
Rubemâ yeveddu | : ihtimal ki, belki, isterler, temenni ederler |
ellezîne keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler |
Lev kanu muslimîne | : keşke, oldu, teslim olanlar, barışa teslim olan, selamet |
2- Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler de selamete ulaşmayı temenni ederlerdi.
-3-
ذَرْهُمْ يَأْكُلُواْ وَيَتَمَتَّعُواْ وَيُلْهِهِمُ الأَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Zerhum yekulû ve yetemetteû ve yulhihimul emelu fe sevfe yalemûn
zer-hum | : bırak, terk et, ayrıl, uzak dur, onlar, |
yekulu | : beslenme, yeme içme, hak yeme, kul hakkı yeme, |
ve yetemetteû | : metaa, kendi çıkarları peşinde koşanlar |
ve yulhi-him el emelu | : oyalanma, boş emeller, arzu, hayaller, |
Fe sevfe yalemûne | : artık, yakında, bilirler, bilecekler |
3- Kendi çıkarları peşinde koşanları, kul hakkı yiyenleri, boş hayallerle avunanları bırak. Belki yakında bilirler.
-4-
وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلاَّ وَلَهَا كِتَابٌ مَّعْلُومٌ
Ve mâ ehleknâ min karyetin illâ ve lehâ kitâbun malûm
ve mâ ehlek nâ | : helak olmaz, yazık etmek, bitmek, biz, hakikatlerimiz |
min karyetin illa | : belde, bulundukları yer, bir ülkeyi, ancak, |
ve lehâ kitab | : onun, kitap, ilahi sözler, yazılı, her kitabın |
malumun | : bilinen, belli olan, apaçık belli olan, |
4- Ancak bulundukları yerlerde hakikatlerimizi bilenler helak olmazlar ve onlar, her varlık kitabında hakikatlerin apaçık belli olduğunu bilirler.
-5-
مَّا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ
Mâ tesbiku min ummetin ecelehâ ve mâ yestehırûn
Mâ tesbiku | : olmaz, değil, öne alma, öne geçme |
min ummetin | : bir ümmet, topluluk, |
ecele ha | : ecel, vaktin sonu, süre, onun |
Ve ma yestehırûne | : değil, olmaz, tehir eder, geciktirmek, tehir etme |
5- Bir topluluk ecelini ne öne alabilir ne de geciktirebilir.
-6-
وَقَالُواْ يَا أَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ
Ve kâlû yâ eyyuhellezî nuzzile aleyhiz zikru inneke le mecnûn
ve kâlû ya eyyuha ellezi | : dediler, ey o kimse |
Nuzzile aleyhi | : indirildi, sunuldu, verildi, inzal, ona, kendisine, |
el zikru | : zikir, anmak, anlatmak, ilahi ses, hatırlamak, hakk kelamı, |
İnne ke | : doğrusu, sen, |
le mecnun | : elbette, mecnun, ne dediğini bilmeyen, |
6- Dediler ki: Ey kendisine Hakk kelamının sunulduğunu söyleyen kimse! Doğrusu sen ne dediğini bilmiyorsun.
-7-
لَّوْ مَا تَأْتِينَا بِالْمَلائِكَةِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Lev mâ tetînâ bil melâiketi in kunte minas sâdıkîn
lev mâ tetina | : olsa olmaz mı, getirme, sen bize, |
bi el melaiket | : melek, kuvvet, güçlü olan, |
İn kunte min es sadıkîne | : eğer, sen isen, doğru söyleyenlerden, sadıklardan |
7- Eğer sen doğru söyleyenlerdensen bize melekleri getirseydin ya.
-8-
مَا نُنَزِّلُ الْمَلائِكَةَ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَا كَانُواْ إِذًا مُّنظَرِينَ
Mâ nunezzilul melâikete illâ bil hakkı ve mâ kânû izen munzarîn
mâ nunezzilu | : şey, ne, değil, indirdiğimiz, sunduk, |
el melaikete | : kuvveler, güç, her varlıktaki güç, |
İlla bil hakkı | : ancak, hak olan, hakikat olan, gerçek, |
ve mâ kânû izen | : olmadı, o zaman, |
munzarin | : tehir edilen, geriye bırakılan, olamama |
8- Ancak gerçek olan, her varlıktaki sunduğumuz kuvvelerdir ve onlar bunu anlayan olamadılar.
-9-
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
İnnâ nahnu nezzelnez zikre ve innâ lehu le hâfizûn
İnnâ nahnu nezzelna | : muhakkak biz, indirdik, sunduk, |
el zikr | : ilahi ses, hakk kelamı, hakikatler, anmak, |
ve innâ lehu le hafizun | : biz, onu, elbette, koruyan, muhafaza eden |
9- Şüphesiz Biz her yerden zikrimizi sunarız ve her şeyi onunla koruruz.
-10-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الأَوَّلِينَ
Ve le kad erselnâ min kablike fî şiyaıl evvelîn
ve lekad erselna | : doğrusu, açığa çıkma, biz, hakikatlerimiz |
min kabl ke | : senden öncede, |
fî şiyai | : farklı yollar, guruplar, hizip, tarikat, mezhep, |
el evvelin | : evvel, önce, başlangıç, |
10- Doğrusu, senden önce de farklı yollara ayrılan topluluklara da hakikatlerimizi anlatanlar açığa çıktı.
-11-
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ
Ve mâ yetîhim min resûlin illâ kânû bihî yestehziûn
ve mâ yetî-him | : onlara gelmedi, |
min resul | : bir resul, hakikati gösteren, |
İlla kanu bihi yestehziûne | : ancak, oldu, onunla, alay ederler, önemsemeyen |
11- Onlara hakikatleri gösteren biri gelmesin ki, ancak onunla alay ettiler.
-12-
كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ
Kezâlike neslukuhu fî kulûbil mucrimîn
Kezâlike nesluku hu | : işte böyle, gitmek, girmek, durum, sokmak, o |
Fi kulubi | : kalplerinin içine, idraklerinde, |
el mucrimîne | : suçlular, fenalarda kalan, günahkâr, |
12- Fenalarda kalanların kalblerinde, işte hep böyle haller vardır.
-13-
لاَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الأَوَّلِينَ
Lâ yuminûne bihî ve kad halet sunnetul evvelîn
lâ yuminûne bihi | : inanmadılar, ona, hakikati gösterene, |
ve kad halet | : olmuştur, geçti, gelip geçti, |
sunnet el evvelin | : adet, yol, kanun, önceki |
13- Hakikati gösterene inanmadılar ve daha önceki gelip geçenleri adetleri, dediler.
-14-
وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَابًا مِّنَ السَّمَاء فَظَلُّواْ فِيهِ يَعْرُجُونَ
Ve lev fetahnâ aleyhim bâben mines semâi fe zallû fîhi yarucûn
ve lev fetehna aleyhim | : olsa, olsa bile, açtığımız, ortaya çıkarma, onlara |
Baben min es semâi | : kapı, semadan, ulvi âlemden |
Fe zallu | : o zaman, meyletme, yönelme, devam etme, |
fihi yarucun | : orada, artan, yükselen |
14- Ulvi Âlem’den onların üzerinde bir kapı açılsa, sonrada onlar oraya meyledip yükselse,
-15-
لَقَالُواْ إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَّسْحُورُونَ
Le kâlû innemâ sukkiret ebsârunâ bel nahnu kavmun meshûrûn
Le kalu innema | : elbette, mutlaka, derler, sadece, yalnız |
Sukkiret ebsaru na | : bağlandı, sarhoş, döndü, gözlerimiz |
Bel nahnu | : hayır, beklide, biz, |
kavmun meshûrûn | : topluluk, kimseler, büyülenmiş, sihir yapılmış |
15- Elbette derler ki: Bizim gözlerimiz bağlandı, belki de biz bir büyünün etkisinde kalan kimselerden olduk.
-16-
وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاء بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ
Ve le kad cealnâ fis semâi burûcen ve zeyyennâhâ lin nâzırîn
ve lekad cealna | : andolsun, yaptık, kıldık, düzenledik, oluşturduk |
fî es semâi | : semadan, ulvi alem, |
burucen | : yıldız kümeleri, burçlar, yüksek makam, aşikâr olan, |
ve zey na ha | : onu süsledik, zinet, sıfatlandırdık, değerler, |
li en nazırın | : seyredenler için, |
16- Andolsun Ulvi Âlem’de yüksek makamlar oluşturduk ve seyredenler için onu sıfatlarla donattık.
-17-
وَحَفِظْنَاهَا مِن كُلِّ شَيْطَانٍ رَّجِيمٍ
Ve hafıznâhâ min kulli şeytânin recîm
ve hafıznâ-hâ | : muhafazamız, koruduk, onu, ulvi âlemin makamları |
min kulli şeytan | : bütün şeytani hallerde olanlar, kötülük halleri, |
recim | : uzaklaşma, taşlanmış, uzak olma, |
17- Muhafazamız altında olan o Ulvi Âlem’in makamlarını, bütün şeytani hallerde olanlar anlamaktan uzaktırlar.
-18-
إِلاَّ مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُّبِينٌ
İllâ menisterakas sema fe etbeahu şihâbun mubîn
İllâ men | : ancak, sadece, kim, |
isteraka | : çalmak, hırsızlık, kulaktan dolma, anlamadan anlatma |
el sema | : işitme, duymak, işittiği bilgiler, kulak hırsızı |
Fe etbea-hu | : onu takip etti, uydu, |
şihab mubin | : yakıcı olan, ateş parçası, açıkça, gösterilen |
18- Kim kulaktan dolma bilgilerle hareket ederse, böylece o açıkça yakıcılık veren bir sıkıntıyı takip eder.
-19-
وَالأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ شَيْءٍ مَّوْزُونٍ
Vel arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli şey’in mevzûn
ve el arda mededna ha | : yeryüzü, yaydık döşedik |
ve elkaynâ fiha | : koyduk, bıraktık, oluşturduk, orada, |
revasiye | : dağlar, sağlamlık, desteklik, |
ve enbetnâ fiha | : nebat, yetiştirdik, bitirdik, ortaya çıkardık, orada |
min kulli şeyin | : bütün her şey, |
mevzun | : orantılı, adaletli, ölçülü, |
19-Yeryüzünü yaydık döşedik ve orada dağlar oluşturduk ve orada bütün her şeyi bir ölçü ile ortaya çıkardık.
-20-
وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ وَمَن لَّسْتُمْ لَهُ بِرَازِقِينَ
Ve cealnâ lekum fîhâ meâyişe ve men lestum lehu bi râzıkîn
ve cealnâ lekum | : kıldık, düzenledik, yaptık, oluşturduk, size, |
fiha meayiş | : orada, geçim kaynakları |
ve men lestum | : kimse, kimseler, siz değilsiniz, |
lehu bi razıkin | : ona, rızık verici |
20- Orada sizin yararlanacağınız geçim kaynakları varettik. Siz kimseyi rızıklandıracak değilsiniz.
-21-
وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ
Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin malûm
ve in min şeyin illa | : bir şeyden, ancak, sadece |
İnde na hazâinu-hu | : bize ait, katımızda, hazine, değer, ilmin incelikleri |
ve mâ nunezzilu-hû | : şey, ne, indirdik, sunduk, o |
İllâ bi kader malumin | : ancak, vardır, başka, ölçü, takdir, bilinen, belli olan |
21- Varolan her şeydeki değerler sadece Bize aittir ve o sunduğumuz şeylerde belirli bir ölçü vardır.
-22-
وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ
Ve erselner riyâha levâkıha fe enzelnâ mines semâi mâen fe eskaynâkumûh ve mâ entum lehu bi hâzinîn
ve erselna | : sunduk, gönderdik, verdik, |
el riyaha | : rüzgâr, hissiyat, letaif, galebe, kuvvet, rahmet, |
levakıh | : latif duygu, dölleme, birleşme, yağmur yüklü, |
fe enzelnâ | : böylece indirdik, sunduk, |
min el semai | : semadan, ulvi alem, gökten, |
maen | : su, ilim |
fe eskaynâ-kumû-hu | : böylece, sulama, yetiştirme, gelişme, sizleri, o |
ve mâ entum lehu | : değilsiniz, siz, onun, |
bi hazinin | : değerlerini, hazine, sır olan |
22- Birliği anlamanızı sağlayacak latif duygular verdik. Ulvi Âlem’den o ilmi size sunduk. Böylece sizler o ilimle gelişirsiniz ve siz o değerlerin sahibi değilsiniz.
-23-
وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Ve innâ le nahnu nuhyî ve numîtu ve nahnul vârisûn
ve innâ le nahnu nuhyi | : biz, elbette, hayat veren, |
ve numîtu | : öldürürüz, ölümü sunan, sınırlayan, |
ve nahnu el varisin | : biziz, varis, kalacak olan, her şey sonunda bizimdir, |
23- Elbette Biz; hayat vereniz ve ölümü sunanız ve hep varolan, kalacak olan Biziz.
-24-
وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِرِينَ
Ve le kad alimnel mustakdimîne minkum ve le kad alimnel mustehırîn
ve lekad alim na | : andolsun, doğrusu, ilmin sahibi, bizi, |
el mustakdimîne minkum | : evvelkiler, öncekiler, sizden |
ve lekad alim na | : andolsun, ilmin sahibi, biz, |
el mustehirin | : sonrakiler, tehir olan, sonra açığa çıkacak olan |
24- Doğrusu sizden öncekilerde de olan ilmin sahibi Biziz ve doğrusu sizden sonra gelecek olanlarda da açığa çıkacak olan ilmin sahibi Biziz.
-25-
وَإِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ
Ve inne rabbeke huve yahşuruhum innehu hakîmun alîm
ve inne rabb ke | muhakkak, rabb, vücudlandıran, sen |
Huve yahşuru-hum | o ortaya çıkan, toplayan, onlar, her şey |
inne-hu hakim | muhakkak o, hâkim olan, hükmün sahibi |
alim | ilmiyle var eden, ilmin sahibi… |
25- Muhakkak ki seni ve ortaya çıkan her şeyi vücudlandıranız. Muhakkak ki ilmiyle tüm varlığa hâkim olanız.
-26-
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein mesnûn
ve lekad halakna | : andolsun, doğrusu, halk ettik, oluşturan, yarattık, |
el insan | : insan, |
Min salsalin | : kil, çamur, dönüşüm, hücre |
Min hamein mesnûnin | : dönüşüm, bir şekil verilmiş, gelişen, hücre, |
26- Andolsun ki insanı; bir öz taşıyan, dönüşüp gelişen, şekillenen bir hücreden yarattık.
-27-
وَالْجَآنَّ خَلَقْنَاهُ مِن قَبْلُ مِن نَّارِ السَّمُومِ
Vel cânne halaknâhu min kablu min nâris semûm
ve el cânne | : canlar, tanımlanamayan, her türlü yaşam formu, var olan, her çeşit varlık |
halakna hu | : yarattık, oluşturduk, var ettik, halk ettik, o |
min kablu | : tarafından, diğer, daha önce, |
min nar | : ateşten, yakıcı olan, nurdan, ışık, kıvılcım, tecelli |
el semum | : zehirli şey, sert esen rüzgâr, yakıcı rüzgâr, içe işleyen, dalgalanan, sem, sam, esip gelen |
27- Ve görüp göremediğiniz her çeşit varlığı da akıp gelen bir kıvılcımdan yarattık.
-28-
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn
ve iz kâle rabb ke | : demişti, bildirdi, rabbin, |
li el melaiket | : kuvve, güç, her varlıktaki güç, |
inni halikun | : ben, halk etme, yaratma, var etme, |
beşeren | : beşer, ten elbisesinde olan, insan |
Min salsal | : kil, çamur, suret, toprak, kuru balçık |
min hamie mesnun | : hücre, dönüşüm, şekil verilmiş, gelişen |
28- Rabbin bildirdi: İnsanı bir özden, dönüşüp gelişen, şekillenen bir hücreden vareden Benim, her varlıktaki güç Benim.
-29-
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fekaû lehu sâcidîn
Fe iza sevveytu hu | : sonra, tecellilerimle düzenledim, sıfatlarla, onu |
ve nefah-tu | : üfledim, nef ettim, |
fihi min ruhi | : onun içine, ruhumdan |
Fe kau lehu sâcidîne | : böylece, secde edin, tüm varlığı ile teslim olmak, |
29- İnsanı en güzel sıfatlarla düzenledim ve içine ruhumdan üfledim, artık bu hakikati anlayıp tüm varlığınızla teslim olun.
-30-
فَسَجَدَ الْمَلآئِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ
Fe secedel melâiketu kulluhum ecmaûn
fe secede | : böylece, işte, secde, teslim, bütünlük, |
el melaiket | : melekler, kuvvet, varlıktaki güç, |
kullu-hum ecmaun | : hepsi, bütünü, topluca, birlik içinde |
30- Böylece bütün varlıktaki gücü bir bütünlük içinde anlayan insan, bir teslimiyet içinde olur.
-31-
إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى أَن يَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ
İllâ iblîs ebâ en yekûne meas sâcidîn
İllâ iblise | : ancak, iblis, surette kalan, libas, dış yüzde kalan, |
eba yekune | : kaçındı, ret, olmak |
Mea es sâcidîne | : beraber, birlikte, teslim olmak, secde edenler |
31- Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen ise, teslim olanlardan olmaz.
-32-
قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا لَكَ أَلاَّ تَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ
Kâle yâ iblîsu mâ leke ellâ tekûne meas sâcidîn
Kâle ya iblus | : ya, iblis, dış elbise, suretlerde kalan |
ma leke | : sen değilsin, olmadın, |
ellâ tekûne | : değil, olmadın, sen olmadın, |
mea el sacidin | : birlik, beraber, teslim olan, secde eden |
32- Bildirildi: Ey varlığın dış yüzünde kalan! Sen neden teslim olanlardan olmadın?
-33-
قَالَ لَمْ أَكُن لِّأَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn
Kâle lem ekun li escudu | : dedi, ben olmam, teslim olan, secde eden |
li beşerin | : bir beşere, insan, varlık, |
halakte hu | : halk etme, yaratma, sen, o |
Min salsal | : kil, çamur, suret, toprak, kuru balçık |
min hamie mesnun | : hücre, dönüşüm, şekil verilmiş, gelişen |
33- Varlığın dış yüzünde kalan; o yarattığımız varlığı şekillenmiş bir sûret görür ve sîretini görmez ve ben bir teslimiyet içinde olmam, der.
-34-
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ
Kâle fahruc minhâ fe inneke recîm
Kâle fe uhruc minha | : bildirdik, ayrılmak, dışarı çıkmak, oradan |
Fe inne ke recîmun | : artık, elbette sen, kovulmuş, uzaklaşmış, |
34- O hâlde olana bildirilir: Artık sen sûretlerde kalıp hakikati anlayamadın. İşte doğrusu sen hakikatten uzaklaştın.
-35-
وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِي إِلَى يَوْمِ الدِّينِ
Ve inne aleyke lanetî ilâ yevmid dîn
ve inne aleyke laneti | : muhakkak, sen, senin üzerinde, rahmetten uzaklaşma |
İla yevmi | : vakit, zaman, gelip geçen, an, |
ed dîni | : varlığın yaratılma yasaları, var oluş yasaları, |
35- Ve doğrusu sen varlığın yaratılma yasalarını anlamanın rahmetinden uzaklaştın.
-36-
قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Kâle rabbi fe enzırnî ilâ yevmi yubasûn
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
fe enzır ni | : öyleyse, bana mühlet ver, görmek, anlamak |
ilâ yevmi yubasûne | : gün vakit, zaman, beas, ortaya çıkan varlık, |
36- O hâlde olan: Rabbim! Her an ortaya çıkan varlığın hakikatini anlamam için bana mühlet ver, der.
-37-
قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنظَرِينَ
Kâle fe inneke minel munzarîn
Kâle fe inneke | : dedi, bundan sonra sen |
Min el munzarîne | : bekletilen, tehir edilen, mühlet verilen |
37- Bildirildi: Doğrusu sen o hakikati anlamayı hep tehir ettin durdun.
-38-
إِلَى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ
İlâ yevmil vaktil malûm
İlâ yevmin | : ancak, kadar, gün, vakit, zaman, |
el vakti el malum | : bilinen, malum, bilinen vakit, ecel vakti, |
38- Ancak zaman, ecel gelinceye kadardır.
-39-
قَالَ رَبِّ بِمَآ أَغْوَيْتَنِي لأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الأَرْضِ وَلأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
Kâle rabbi bi mâ agveytenî le uzeyyinenne lehum fil ardı ve le ugviyennehum ecmeîn
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, sebebiyle, |
bima agvey te ni | : azmak, uzaklaşmak, hakikatten sapmak, sen, ben, |
le uzeyyinenne | : elbette, süsler, benlik, ego, |
lehum fi el ard | : onlar, yeryüzü, toprak, suret |
ve le ugviyen ne hum | : elbette, azmak, uzaklaşmak, hakikatten sapmak, |
ecmain | : hepsi, o hallerde olanların hepsi, |
39- O hâlde olan: Bundan sonra benim gibi olanlar seni anlamaktan uzaklaşırlar, elbette varlığı sûret olarak görürler, benlik içinde kalırlar ve elbette o hâllerde olanların hepsi hakikatlerden uzaklaşırlar, der.
-40-
إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdeke minhumul muhlasîn
İllâ ibadeke | : hariç, başka, kulluk, sen |
minhum el muhlis | : onlardan, tüm özü ile bağlı olan, halis, doğru, |
40- Ancak onlardan tüm özü ile hakikatlere bağlı olup, senin kulun olduğunu anlayanlar hariç.
-41-
قَالَ هَذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقِيمٌ
Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm
Kâle haza sıratun | : dedi, bu, budur, yol, |
Aleyke mustekımun | : bana, istikamet, giden, varılacak hedef, dosdoğru |
41- İşte dosdoğru Benim yolum üzere olan onlardır, diye bildirildi.
-42-
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
İnne ıbâdî leyse leke aleyhim sultânun illâ menittebeake minel gâvîn
İnne abıd leyse leke | : muhakkak, kul, senin yoktur, değildir |
Aleyhim sultânun | : onların üzerine, bir güç, bir sultan, hâkimiyet |
İlla men ittebea-ke | : ancak, kim, kimse, sana uyan, sana tâbi olan kimse |
min el gâvîne | : azgın olan, zalim olan, gaddar, sapmış olan |
42- Elbette Benim kulum olduğunu anlayanların üzerine, senin bir hâkimiyetin olmaz. Ancak sana uyan kimseler, hakikatlerden sapmış zalimlik içinde olanlardır.
-43-
وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ
Ve inne cehenneme le mevıduhum ecmaîn
ve inne cehenneme | : muhakkak, cehennem, cehalet, derin kuyu, |
Le mevıdu-hum | : bulunduğu yer, vaad edilen yer, onlar, |
ecmain | : hepsi, o hallerde olanların hepsi, |
43- Muhakkak ki o hâllerde olanların hepsinin bulunduğu yer cehaletin cehennemidir.
-44-
لَهَا سَبْعَةُ أَبْوَابٍ لِّكُلِّ بَابٍ مِّنْهُمْ جُزْءٌ مَّقْسُومٌ
Lehâ seb’atu ebvâb likulli bâbin minhum cuzun maksûm
Lehâ sebatu | : ona, orada, yedi, makamlar, kararlılık, ahde vefa |
ebvalin | : kapı, makam, mevzu, bölüm, hakikatler, |
li kulli bâbin min hum | : her, hepsi, kapı, bölüm, kısım, gerçek, onlardan |
Cuzun | : parça, her bir kısım, bölüm, ayrılmış, |
maksûmun | : taksim edilmiş, bölünmüş |
44- Onlar orada yedi makamın her bir kısmının hakikatleri konusunda ayrılıklarda kalmış, bölünmüşlerdir.
-45-
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
İnnel muttekîne fî cennâtin ve uyûn
İnne el muttekin | : muhakkak, takva, fenalardan sakınan ortak koşmayan |
Fi cennetin | : huzur, cennet, |
ve uyûnin | : ayniyet, aynılık, birlik, bakış, seyir, |
45- Muhakkak ki fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmayanlar ise huzur içinde ve birlik içindedirler.
-46-
ادْخُلُوهَا بِسَلاَمٍ آمِنِينَ
Udhulûhâ bi selâmin âminîn
udhulû-hâ | : dahil olmuşlardır, girmek, ulaşmak, o halde olmak |
bi selâmin eminin | : barış, selamet, emin olmak, güvenli |
46- Emin bir hâlde selamete dâhil olmuşlardır.
-47-
وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ
Ve nezanâ mâ fî sudûrihim min gıllin ıhvânen alâ sururin mutekâbilîn
ve nezanâ | : çekip çıkarmak, kalmadı, biz, |
ma fi suduri him | : gönüllerinde, içlerinde, onlar |
min gıllin | : kinden, nefret, ayrılık, öfke |
Ihvân | : kardeşler, |
ala surur mutekabilin | : makamlarda, tahtta oturma, karşılıklı sohbet |
47- Onların gönüllerinde Bizi anladıklarından dolayı öfke, ikilik kalmamıştır. Onlar kardeşleriyle makamlarında karşılıklı oturur sohbet ederler.
-48-
لاَ يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُم مِّنْهَا بِمُخْرَجِينَ
Lâ yemessuhum fîhâ nasabun ve mâ hum minhâ bi muhrecîn
lâ yemessu-hum | : onlara dokunmaz, olmaz, |
fiha nasab | : orada, yorgunluk, bıkkınlık |
ve mâ hum minha | : değil, onlar, oradan, o halden, |
bi muhrecin | : çıkarılma, ayrılmak, |
48- Onlara orada bir bıkkınlık dokunmaz ve onlar o hâlden ayrılmazlar.
-49-
نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Nebbî ibâdî ennî enel gafûrur rahîm
Nebî abid | : haber ver, bildir, kul |
Ennî ene el gafur | : ben, mağfiret eden, lütuflarıyla temizleyen |
el rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
49- Kullarıma bildir: Elbette Ben mağfiret edenim, tüm varlığı özümden varedenim.
-50-
وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمَ
Ve enne azâbî huvel azâbul elîm
ve enne azabi | : muhakkak, benim, sıkıntı, azap, |
Huve el azâbu el elimu | : o, azap, sıkıntı, acı veren |
50- Beni anlayamayanlar acı veren bir azabın sıkıntısındadırlar.
-51-
وَنَبِّئْهُمْ عَن ضَيْفِ إِ بْراَهِيمَ
Ve nebbi’hum an dayfi ibrâhîm
ve nebi hum | : haber veren, bildiren, onlar, |
an dayfi İbrahim | : misafir, konuk, İbrahim |
51- İbrahim’e gelen misafirlerden onlara haber ver.
-52-
إِذْ دَخَلُواْ عَلَيْهِ فَقَالُواْ سَلامًا قَالَ إِنَّا مِنكُمْ وَجِلُونَ
İz dehalû aleyhi fe kâlû selâmâ kâle innâ minkum vecilûn
iz dehalû aleyhi | : dahil olma, girdikleri zaman, onun yanında, |
fe kâlû selam | : sonra, dedi, barış sizinle olsun, selam, selamet |
Kâle inna minkum vecilun | : dedi, biz, sizden, çekinme, tedirgin, yurdundan çıkmak |
52- Onun huzuruna dahil olduklarında, barış seninle olsun demişlerdi. Dedi ki: Biz sizden çekiniriz.
-53-
قَالُواْ لاَ تَوْجَلْ إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلامٍ عَلِيمٍ
Kâlû lâ tevcel innâ nubeşşiruke bi gulâmin alîm
Kâlû la tevcel | : dediler, çekinmeyin, terdirgin, |
İnna nubeşşiru-ke | : biz, sana müjdeliyoruz, sevindirme, mutlu haber |
bi gulâmin alimin | : evlat, genç, bir erkek çocuk, köle, hizmetçi, bilgili |
53- Dediler ki: Çekinmeyin. Biz sana bilgili olacak bir genci müjdeliyoruz.
-54-
قَالَ أَبَشَّرْتُمُونِي عَلَى أَن مَّسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ
Kâle e beşşertumûnî alâ en messeniyel kiberu fe bime tubeşşirûn
Kâle e beşşertumu ni | : dedi, müjde, sevindirme, beşer, bana |
ala en mesensiye | : üzerine, için, temas, dokunma, |
el kiber | : yaşlanma, ileri olan, yaşı ilerlemiş olan, |
Fe bime tubeşşirûne | : artık, ne, nasıl, müjdeliyorsunuz |
54- Dedi ki: Benim yaşım ilerlemişken bana müjdemi veriyorsunuz. Nasıl bir müjdedir o.
-55-
قَالُواْ بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُن مِّنَ الْقَانِطِينَ
Kâlû beşşernâke bil hakkı fe lâ tekun minel kânıtîn
Kâlû beşşerna ke | : dediler, müjde, mutlu haber, biz, sana, |
bi el hakk | : hak, gerçek, hakikat, |
fe lâ tekun | : artık, sen olma, |
min el kanıtin | : ümid kesen, itaat eden, boyun eğen, |
55- Dediler ki: Biz sana hakikat olanı müjdeledik. Bundan sonra senin boynun bükük olmasın.
-56-
قَالَ وَمَن يَقْنَطُ مِن رَّحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّآلُّونَ
Kâle ve men yaknetu min rahmeti rabbihî illad dâllûn
Kâle ve men yaknetu | : dedi, kim, ümitsiz, umudu olmayan, |
min rahmeti rabbi hi | : rahmetten, rabbinin |
İlla ed dâllûne | : başkası, sapan, haktan sapan, dalalette olanlar |
56- Dedi ki: Hakikatlerden ayrılandan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser.
-57-
قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ
Kâle fe mâ hatbukum eyyuhel murselûn
Kâle fe ma hatbu kum | : dedi, ne, konu, hitab, mesele, konuşmalar, siz |
Eyyuha el murselûne | : ey, görevli olan, resuller, hakikatleri bildirenler, |
57- Dedi ki: Ey hakikatleri gösterenler! Hitap edecekleriniz nedir.
-58-
قَالُواْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُّجْرِمِينَ
Kâlû innâ ursilnâ ilâ kavmin mucrimîn
Kâlû inna ursilna | : dediler, elbette, biz, gönderildik, açığa çıktık |
ilâ kavmin mucrimin | : bir kavim, topluluk, fenalarda olanlar, günah, suçlu |
58- Dediler ki: Elbette biz fenalarda olanlara hakikatleri göstermek için açığa çıktık.
-59-
إِلاَّ آلَ لُوطٍ إِنَّا لَمُنَجُّوهُمْ أَجْمَعِينَ
İllâ âle lût innâ le muneccûhum ecmaîn
İllâ ale el lut | : ancak, başka, hariç, aile, arkadaş, Lût |
İnna le minec | : biz, elbette, kurtuluş, necat bulma, |
hum ecmain | : onlar, hepsi, topluluk |
59- Lût ailesi başka, onlardan Bizi anlayanların hepsi elbette necat bulacaklar.
-60-
إِلاَّ امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ
İllemreetehu kaddernâ innehâ le minel gâbirîn
ela emr ete-hu | : öyle, tenbih, ancak, işleyiş, ona ait, onun, |
kadderna | : ölçü, takdirimiz, |
İnne ha | : doğrusu, o, ondaki, kendindeki, |
le min el gâbirîne | : elbette, geride kalan, geçmiş cehalette kalan, toz duman |
60- Lût kendindeki işleyişin Bizim takdirimiz olduğunu anladı. Elbette anlayamayanlar geçmiş cehaletlerinde kalırlar.
-61-
فَلَمَّا جَاء آلَ لُوطٍ الْمُرْسَلُونَ
Fe lemmâ câe âle lûtınil murselûn
Fe lemma cae | : o zaman, böylece, geldiğinde, geldi, dedi, |
Ale lut | : aile, sahip oldukları, lut, |
el murselûne | : görevliler, hakikatleri gösterenler, |
61- Böylece hakikatleri gösterenler, Lût ailesine geldiklerinde:
-62-
قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ مُّنكَرُونَ
Kâle innekum kavmun munkerûn
Kâle inne kum | : dedi, elbette siz, muhakkak ki siz, |
Kavmun | : kavim, topluluk, kimseler, |
munkerûne | : inkâr eden, kabul edilmeyen, reddeden, tanınmayan |
62- Lût dedi ki: Elbette siz tanımadığımız bir topluluksunuz.
-63-
قَالُواْ بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُواْ فِيهِ يَمْتَرُونَ
Kâlû bel cinâke bi mâ kânû fîhi yemterûn
Kâlû bel cina ke bima | : dediler, bilâkis, ancak, getirme, gelme, şeyler, sebeb |
Kanu fihi yemterûne | : oldu, onun hakkında, ona, şüphe ediyorlar, kuşku, |
63- Dediler ki: Bilâkis biz, şüphe ettiğin şeyler sebebiyle geldik.
-64-
وَأَتَيْنَاكَ بَالْحَقِّ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ
Ve eteynâke bil hakkı ve innâ le sâdikûn
ve eteynâ-ke | : getirdik, sunduk, verdik, biz, sana, |
bi el hakk | : hakikatler, doğrular, gerçek olan |
ve innâ le sadıkun | : muhakkak biz, elbette, sadık, doğru söyleyen, sadakat |
64- Biz sana hakikatleri sunduk ve elbette biz doğru söyleyenlerdeniz.
-65-
فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ هِمنَ اللَّيْلِ وَاتَّبِعْ أَدْبَارَهُمْ وَلاَ يَلْتَفِتْ مِنكُمْ أَحَدٌ وَامْضُواْ
حَيْثُ تُؤْمَرُونَ
Fe esri bi ehlike bi kıtın minel leyli vettebı edbârehum ve lâ yeltefit minkum ehadun vamdû haysu tumerûn
fe esri | : gece yürüyüşü, git, ilerle, yürü, |
bi ehli ke | : sahip, aile, sen |
bi kıtın min el leyli | : bir bölümünde, gece, gaflet, |
ve ittebi | : tâbi ol, takip et, uyun, |
edbare hum | : arkası, ardınca, onlar |
ve lâ yeltefit | : arkasına dönüp bakma, geride bıraktıklarına dönme |
minkum ehad | : sizlerden biriniz |
Vamdû haysu | : geçip gidin, hareket edin, yere, o yere, nerede, |
tumerun | : işleyişin sahibi, emrolunduğunuz gibi, hükümler, |
65- Böylece sen ailenle, gafletin içinden hakikatlere doğru ilerle ve onları ardınca takip et ve sizden biriniz bile geride bıraktıklarına dönmesin ve işleyişin sahibini anlayıncaya kadar gidin.
-66-
وَقَضَيْنَا إِلَيْهِ ذَلِكَ الأَمْرَ أَنَّ دَابِرَ هَؤُلاء مَقْطُوعٌ مُّصْبِحِينَ
Ve kadaynâ ileyhi zâlikel emre enne dâbire hâulâi maktûun musbihîn
ve kadaynâ ileyhi | : takdirimiz, işleyişimiz, isteme, fiilimiz, ona, kendinde, |
zâlike el emre | : işte tüm varlıktaki işleyiş, hüküm, |
Enne dabire haulai | : muhakkak, olduğuna, gerisi, arkası, onlar |
Maktûun | : kesilmiş, bitmiş, kaybolmuş, |
musbihin | : sabah, aydınlanma vakti |
66- İşte tüm varlıktaki ve kendindeki işleyişin, Bizim işleyişimiz olduğunu anladı. Elbette geride bıraktıkların aydınlanma vaktine kadar kaybolup gidecekler, diye bildirildi.
-67-
وَجَاء أَهْلُ الْمَدِينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ
Ve câe ehlul medîneti yestebşirûn
ve câe ehlu | : geldi, sahip, halk, bilen, ehil olan, |
el medinet | : şehir, medeniyet, kemalat, |
yestebşirûne | : sevinmek, mutlu, huzur, müjdeliyorlar |
67- Huzur bulacakları şehre ehil olarak geldiler.
-68-
قَالَ إِنَّ هَؤُلاء ضَيْفِي فَلاَ تَفْضَحُونِ
Kâle inne hâulâi dayfî fe lâ tefdahûn
Kâle inne haulai dayfi | : dedi, elbette, burası, misafir, konuk, kalacağımız yer |
fe lâ tefdahû-ni | : değil, mahcup etmeyin, çekinme, korku |
68- Dedi ki: Elbette burası kalacağımız yer. Bundan sonra beni mahcup etmeyin.
-69-
وَاتَّقُوا اللّهَ وَلاَ تُخْزُونِ
Vettekullâhe ve lâ tuhzûn
vettekullâhe | : takva, fenalardan sakınan, ortak koşmayan |
ve lâ tuhzû-ni | : yok, sıkıntı, rezil, alçalma, küçük düşmek, beni |
69- Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni küçük düşürmeyin.
-70-
قَالُوا أَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَمِينَ
Kâlû e ve lem nenheke anil âlemîn
Kâlû e ve lem nehne ke | : dediler, değil, etmeyen, men ettin, yasaklama, sen |
an el âlemîne | : âlemden, âlemlerin sahibi, tüm varlığın sahibi, |
70- Dediler ki: Sen bize âlemlerin sahibinden başka şeylere yönelmeyi men ettin.
-71-
قَالَ هَؤُلاء بَنَاتِي إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ
Kâle hâulâi benâtî in kuntum fâilîn
Kâle haulai | : dedi, işte bunlar, |
benati | : kızlar, bebekler, doğuş, yeni doğan, |
in kuntum failin | : eğer siz, iseniz, fail olan, yapacak, çalışan, |
71- Dedi ki: İşte sizdeki bu doğuş fâil olanı anlamanızdır.
-72-
لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ
Le amruke innehum le fî sekretihim yamehûn
le amru-ke | : elbette, ömür, yaş, yaşayış, sen, |
inne hum | : muhakkak, onlar, |
le fî sekreti-him | : elbette, sarhoşluk içinde, hayret, onlar, |
yamehun | : oyalanma, önemsememe, |
72- Elbette sen ömrünü hakikatleri anlamak üzere geçiriyorken, onlar bir sarhoşluk içinde oyalanıyorlardı.
-73-
فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِقِينَ
Fe ehazethumus sayhatu muşrikîn
Fe ehazethum | : böylece, sardı, yakaladı, sarıldılar, |
es sayhatu | : kudretli ses, ilahi ses, çığlık, |
muşrikin | : güneşin doğuşu, aydınlık, her yerdeki aydınlık, |
73- İşte onlar cehaletlerine sarıldılar, her yerdeki o ilahi sesi anlamaktan uzaklaştılar.
-74-
فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ
Fe cealnâ âliyehâ sâfilehâ ve emternâ aleyhim hıcâreten min siccîl
fe cealnâ | : böylece, işte, kıldık, yaptık, sunduk, |
aliye ha | : yüce olan, yücelik içinde olan, |
safile ha | : sefil, alçalmak, kaybetmek, sıkıntıda kalmak |
ve emter nâ | : yağdırdık, rahmet, o halde bulunma, onlara, |
aleyhim | : onlara kendilerinde, |
hıcâreten | : ayrılık, taş, katılık, sertlik, |
min siccîlin | : acımasız, zalimlik, pişmiş toprak |
74- İşte, o kendini yüce görenler, sunduğumuz hakikatleri anlayamadıklarından dolayı sıkıntılarda kalırlar ve kendilerindeki rahmetimizi göremediklerinden dolayı, bir acımasızlık bir zalimlik hâlinde kalırlar.
-75-
إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَاتٍ لِّلْمُتَوَسِّمِينَ
İnne fî zâlike le âyâtin lil mutevessimîn
İnne fi zalike | : muhakkak ki, bunların içinde, |
le ayetin | : elbette, ayet, delil, işaret |
li el mutevessimîne | : ibretle alanlar için, firaset sahipleri için |
75- Elbette bunların içinde firaset sahipleri için işaretler vardır.
-76-
وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُّقيمٍ
Ve innehâ le bi sebîlin mukîm
ve innehâ le bi sebil | : muhakkak ki o, hakkın yolu, o işaretler, |
mukim | : orada olan, hep o halde hareket eden, durmakta olan, |
76- Muhakkak ki hakkın yolunda olanlar hep o işaretler üzeredirler.
-77-
إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّلْمُؤمِنِينَ
İnne fî zâlike le âyeten lil muminîn
İnne fi zalike | : muhakkak ki, işte bunlarda, içinde |
Le ayetin li el muminîne | : elbette, ayet, işaret, müminler için, |
77- Muhakkak ki bunların içinde müminler için ayetler vardır.
-78-
وَإِن كَانَ أَصْحَابُ الأَيْكَةِ لَظَالِمِينَ
Ve in kâne ashâbul eyketi le zâlimîn
ve in kâne | : olmuştu, |
ashâbu el eyketi | : Eyke halkı, sık birbirine karışmış ağaçlık, bataklık |
le zalimin | : elbette, gerçekten, zalimlikler içindeydi |
78- Eyke halkı da gerçekten zalimlik içindeydiler.
-79-
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ وَإِنَّهُمَا لَبِإِمَامٍ مُّبِينٍ
Fentekamnâ minhum ve innehumâ le bi imâmin mubîn
fe intikamna minhum | : böylece, nimetleri anlamayıp rahmetten düşme, onlar |
ve inne-humâ | : muhakkak, elbette, onlara da, |
Le bi imam mubin | : elbette, gerçekten, imam, önder, yol gösteren, apaçık |
79- Doğrusu onlara da hakikatleri açıklayan önder kişiler gelmişti. Fakat onlar da bizim nimetlerimizi anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar.
-80-
وَلَقَدْ كَذَّبَ أَصْحَابُ الحِجْرِ الْمُرْسَلِينَ
Ve le kad kezzebe ashâbul hıcril murselîn
ve lekad kezzebe | : andolsun ki, yalanladılar |
ashâbu el hıcr | : sahip, halk, taş, sert, katı, Hicr halkı, |
el murselin | : görevli, resuller, hakikati gösterenler, |
80- Doğrusu Hicr halkı da hakikatleri gösterenleri yalanladılar.
-81-
وَآتَيْنَاهُمْ آيَاتِنَا فَكَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ
Ve âteynâhum âyâtinâ fe kânû anhâ murıdîn
ve âteynâ-hum | : onlara verdik, sunduk, |
ayati na | : ayetler, işaretlerimiz, delil |
Fe kanu anha murıdin | : fakat, oldular, ondan, yüz çeviren, reddeden, |
81- Onlar da sunduğumuz işaretlerimizi görmemezlikten geldiler. Böylece o hakikatlerden yüz çevirdiler.
-82-
وَكَانُواْ يَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا آمِنِينَ
Ve kânû yanhıtûne minel cibâli buyûten âminîn
ve kânû yanhıtun | : oldular, yontma, oyma |
min el cibâli | : dağlardan, |
buyuten aminin | : evler, emin, güvenli |
82- Onlar dağlarda kendilerinin güvenliği için evler yontuyorlardı.
-83-
فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُصْبِحِينَ
Fe ehazethumus sayhatu musbıhîn
Fe ehazet hum | : böylece, sarılmak, yakaladı, onlar |
el sayhatu musbihin | : kudretli bir ses, ilahi ses, sabah, aydınlık |
83- Sonrada onlar cehaletlerine sarıldılar, her yerdeki o ilahi sesi anlamaktan uzaklaştılar.
-84-
فَمَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Fe mâ agnâ anhum mâ kânû yeksibûn
Fe ma agna anhum | : böylece, gani değil, zengin, fayda vermedi, |
Ma kanu yeksibûne | : olmadı, kazanamadı, edinmedi, anlayamadı, |
84- Böylece sarıldıkları cehaletleri onlara bir fayda vermedi ve onlar hakikatleri anlayamadılar.
-85-
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلاَّ بِالْحَقِّ وَإِنَّ السَّاعَةَ لآتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ
Ve mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakk ve innes sâate le âtiyetun fasfehıs safhal cemîl
ve mâ halaknâ | : yaratmadık, halk etmedik, var etmedik |
el semavat ve al ard | : semalar, gökler ve yeryüzü |
ve mâ beyne-humâ | : onlarda olan şeyler |
İllâ bi al hakk | : ancak, başka, hak, gerçek, doğru, hakikat |
ve inne el sâate | : muhakkak ki o saat, zaman, vakit, |
le atiyetun | : elbette, gelecek, |
fe ısfah | : artık, bundan sonra, affedici, alçakgönüllü, |
el safha el cemil | : iyi muamele et, güzel |
85- Gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi, hakikatlerden başka bir şey için yaratmadık. Muhakkak ki o ecel vaktiniz elbette gelecektir. Artık alçakgönüllü ve iyilikler içinde olun.
-86-
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ
İnne rabbeke huvel hallâkul alîm
İnne rabbe ke | : muhakkak, rabbin, vücudlandıran, sen, |
Huve el halku | : O, halkeden, vareden, yaratan |
el alim | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
86- Muhakkak ki O; seni vücudlandırandır, tüm varlığı halkedendir, tüm varlıktaki ilmin sahibidir.
-87-
وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ
Ve le kad âteynâke seban minel mesânî vel kurânel azîm
ve lekad ateyna ke | : andolsun, gerçek olan, verdik, sunduk, sen, sana |
Seba minel mesânî | : yedi makam, ikinci, hikmetli, öğütler, sağlamlaştırılan |
Ve el kurân | : Kuran, okunan şey, kâinat kitabı, beden kitabı |
El azim | : Yüce, kararlı, azimli, metotlu |
87- Andolsun ki, içinde hikmetler olan yedi makamı ve tüm kâinatı yüce bir Kur’ân olarak sana sunduk.
-88-
لاَ تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ
Lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ mettanâ bihî ezvâcen minhum ve lâ tahzen aleyhim vahfıd cenâhake lil mu’minîn
lâ temuddenne | : yok, sağlamak, uzatmak, o hale koşmak, |
ayneyke | : bakış, göz dikmek, özenmek, |
İla mâ meta nâ bihi | : için, şey, ne, fayda, yarar, mata, çıkar, biz, ona |
Ezvacen min-hum | : aynı yolda olan, tür, cins, eş, onlardan |
ve lâ tahzen aleyhim | : üzülme, hüzünlenme, mahzun olma, onlar için |
ve ıhvıd cenahe ke | : kanatlarının altına almak, korumak, himaye, yardım |
li el muminîne | : müminler için, emin olanlar, |
88- Bizi anlayamayıp kendi çıkarlarının peşinde koşanlardan olma, onların hâllerine özenme ve onlar için üzülme. Sen müminler için koruyucu, himaye edici ol.
-89-
وَقُلْ إِنِّي أَنَا النَّذِيرُ الْمُبِينُ
Ve kul innî enen nezîrul mubîn
Ve kul inni ene | : söyle, anlat, ben, |
el nezîru | : nezir, hakikatleri anlatan uyaran, |
el mubin | : apaçık açıklayan, gösteren, |
89- De ki: Ben yalnızca hakikatleri apaçık açıklayıp uyaranım.
-90-
كَمَا أَنزَلْنَا عَلَى المُقْتَسِمِينَ
Ke mâ enzelnâ alel muktesimîn
Ke ma enzele na | : gibi, şey, ne, değil, indirme, sunduk, biz |
alâ el muktesimîne | : kısım kısım ayıranlar, kendine göre yorum yapan |
90- Sunduğumuz hakikatleri anlamayanlar, kendilerine göre yorum yapıp ayrıldılar.
-91-
الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ
Ellezîne cealûl kurâne ıdîn
Ellezîne cealu | : o kimseler ki, yaptılar, kıldılar, |
el kuran | : kuranı, ilahi sözler, okunan şey, kâinat kitabı, |
adın | : adet, kısım kısım, kendi çıkarında, şan, borç veren, |
91- O kimseler kâinat kitabını kendi çıkarlarına göre kullandılar.
-92-
فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِيْنَ
Fe ve rabbike le neselennehum ecmaîn
Fe ve rabbi ke | : artık, bundan sonra, rabbin, vücudlandıran, |
le neselenne hum | : elbette, sormak, sorgulamak, onlar, birlikte, hepsi |
ecmain | : birlikte, hepsi |
92- Bundan sonra seni vücudlandıranın hakikatlerinden ayrılma, onların hepside hakikatlerimizi anlamak için sorgulayıp araştırsınlar.
-93-
عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ammâ kânû yamelûn
ammâ kanu yamelun | : şeylerden, oldu, yapmakta oldukları |
93- Yapmakta olduğunuz şeyleri de araştırın.
-94-
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
Fasda bi mâ tumeru ve arıd anil muşrikîn
fe ısda | : Sad, yarıp açığa çıkarmak, göstermek, tecelli eden |
bima tumeru | : şeyler, hükümleri, işleyiş, |
ve arıd | : reddet, uzak dur, yüz çevir, |
an el müşrikin | : ortak koşmak, |
94- Artık sen ulaştığın hükümleri açıkça bildir ve ortak koşma hâllerinden uzak dur.
-95-
إِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ
İnnâ kefeynâkel mustehziîn
İnnâ kefeyna ke | : biz, kafi, yeterli, sana, bizim hakikatlerimiz |
el mustehziîne | : alay edenler, önemsemeyenler, küçümseme |
95- Seninle alay edenlere karşı hakikatlerimiz sana yeterlidir.
-96-
الَّذِينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللّهِ إِلهًا آخَرَ فَسَوْفَ يَعْمَلُونَ
Ellezîne yecalûne meallâhi ilâhen âhar fe sevfe yalemûn
Ellezîne yecalune | : o kimseler, yaparlar, kılarlar, |
mea Allah | : beraber, birlikte, Allah |
İlahen âhare | : ilah, başka, diğer |
fe sevfe yalemun | : belki, sonra, ileride, yakında, olacak, bilirler, |
96- Kendi zanlarıyla var ettikleri başka ilahlara Allah ile beraber yönelen o kimseler, belki gelecekte bilirler.
-97-
وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ
Ve le kad nalemu enneke yadîku sadruke bi mâ yekûlûn
ve lekad nalemu | : andolsun ki, biziz ilmin sahibi |
enne-ke yadiku | : senin olduğunu, daralma, sıkışma, |
sadr ke | : gönlün, kalbin |
Bima yekûlûne | : şeyler, sebebiyle, söylüyorlar |
97- Andolsun ki, ilmin sahibi Biziz. Senin onların söyledikleri şeyler sebebiyle kalbin daralır.
-98-
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ
Fe sebbih bi hamdi rabbike ve kun mines sâcidîn
Fe sebbih | : böylece, artık, fiil, sıfat zatının tecellilerini idrak et |
bi Hamdi rabbike | : tüm niteliklerinin tek sahibi, rabbin, seni vücudlandıran, |
Ve kun min el sacidine | : ol, teslim olanlardan, tüm varlığıyla teslim olmak |
98- Artık seni vücudlandıranın, tüm nitelliklerin de sahibi olduğunu anla, tecellilerini idrak et ve tüm varlığınla teslim olanlardan ol.
-99-
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Vabud rabbeke hattâ yetiyekel yakîn
Ve abd rabbe ke | : kul ol, rabbine, seni vücudlandıran, |
Hattâ yetiye ke | : kadar, hatta, sana gelir, |
el yakın | : yakın, ölünceye kadar, kati olarak bilmek, kesin, |
99- Ve ölüm sana gelinceye kadar yalnız seni vücudlandırana kul ol.