HUCURÂT SURESİ
-1-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tukaddimû beyne yedeyillâhi ve resûlihî vettekûllâh innallâhe semîun alîm
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar, |
lâ tukaddimû | : yok, ilerleme, önüne, ileri, kendine nisbet etme, |
beyne yedeyi Allah | : elleri arası, gücün sahibi, kudretin sahibi, Allah |
ve resuli hi | : resul, hakikatleri bildiren, o |
ve ittekû allâhe | : fenalara düşmekten sakınma ortak koşmamak, Allah |
inne Allâh | : muhakkak ki, Allah |
semîun | : işitmek |
alîmun | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden. |
1- Ey iman edenler! Sizdeki gücün sahibi Allah’tır, onu kendinize nisbet etmeyin ve o resulü anlayın. Fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah işittirendir, ilmin sahibidir.
-2-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
Ya eyyuhellezîne âmenû lâ terfeû asvâtekum fevka savtin nebiyyi ve lâ techerû lehu bil kavli ke cehri ba’dıkum li ba’dın en tahbeta a’mâlukum ve entum lâ teş’urûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
lâ terfeû | : yükseltmeyin, çıkarmayın |
asvâte-kum | : sesleriniz, sözleriniz, söyledikleriniz, bildikleriniz |
fevka | : üzerine, yukarı |
Savti | : sesi, söyledikleri, bildirdikleri, savları, |
en nebiyyi | : haber veren, hakikatleri bildiren, |
ve lâ techerû | : bağırmayın, cehr etmeyin, cehren yok |
Lehu bi el kavli ke | : onun sözü gibi, demek, söylemek, öğrettiği gibi |
cehri | : açığa çıkmak, açıkça, konuşmak, bağırmak, cehren |
Badi kum li badin | : bazınız bazınıza, birbirinize |
en tahbeta | : heba olması, boşa gitmesi, engellemek. |
Amâlu kum | : amelleriniz, çalışmalarınız, gayretleriniz, vaktiniz |
ve entum la teşurune | : siz, yok, şuur, kendinin, çevresinin farkında olmak |
2- Ey iman edenler! Siz hakikatleri bildirenin üzerine, kendi bildiklerinizde inat edip seslerinizi yükseltmeyin ve o hakikatleri bildirenin üzerine, söylemlerinizle bağırıp çağırmayın. Birbirinize karşıda bağırarak konuşmayın. Çalışmalarınızı boşa geçirmeyin ve sizler, kendinizi ve çevrenizi anlamayı terk etmeyin.
-3-
إِنَّ الَّذِينَ يَغُضُّونَ أَصْوَاتَهُمْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ امْتَحَنَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوَى لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ
İnnellezîne yeguddûne asvâtehum inde resûlillâhi ulâike ellezîne imtehan allâhu kulûbehum lit takvâ lehum magfiretun ve ecrun azîm
İnne ellezine | : muhakkak, doğrusu, onlar, o kimseler |
yaguddûne | : kısarlar, alçaltırlar, düşürürler |
asvâte-hum | : seslerini, konuşmalarını, |
İnde resuli Allahi | : yanında, resul, hakikatleri gösteren, Allah, |
Ulâike ellezine | : işte onları, o kimseleri |
imtehane | : imtihan, test, anlama, kazanma, anlamak, |
Allâh | : Allah |
kulûbe-hum | : onların kalpleri, idrakleri, anlayışları, |
li et takvâ | : takva için, fenalardan sakınma ortak koşmama, Allah |
le-hum magfiretun | : elbette, onlar, mağfiret, bağışlanma, af |
Ve ecrun azim | : mükafat, karşılık, büyük, yüce |
3- Doğrusu Allah resulünün yanında seslerini kısan o kimseler, işte onlar Allah’ı anlamada gayret gösteren kimselerdir. Onların kalbleri fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama içindedir. Elbette onlara mağfiret vardır ve yüce karşılıklar vardır.
-4-
إِنَّ الَّذِينَ يُنَادُونَكَ مِن وَرَاء الْحُجُرَاتِ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
İnnellezîne yunâdûneke min verâil hucurâti ekseruhum lâ ya’kılûn
İnne ellezine | : muhakkak, o kimseler |
yunâdûne-ke | : seslenirler, karşılık verirler, sen |
min verâi | : arkadan, arkasından |
el hucurâti | : oda, hücre, dolap, odacık, kendi benlik, ego, kayıtlarında |
Ekseru hum | : onların çoğu |
lâ yakılûne | : akıl etmiyorlar, akıl etmezler, düşünmezler, |
4- Muhakkak ki sana karşı kendi bildikleriyle inat edip karşılık veren o kimseler; kendi geçmiş bildiklerinde, kendi egolarındadırlar. Onların çoğu akledip düşünmezler.
-5-
وَلَوْ أَنَّهُمْ صَبَرُوا حَتَّى تَخْرُجَ إِلَيْهِمْ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve lev ennehum saberû hattâ tahruce ileyhim le kâne hayren lehum, vallâhu gafûrun rahîm
ve lev enne hum | : eğer, ise, onlar oldu, olması |
saberû | : sabırlı olmak, beklemek, sonunu beklemek, |
hattâ tahruce | : bitirme, dışarı çıkmak, ortaya koymak, |
ileyhim | : onlara, onların yanına |
le kâne hayran lehum | : elbette, hayır, iyi olurdu, iyi oldu, onlar, |
ve Allâhu gafurun | : Allah, bağışlayan, af, mağfiret, veren, |
rahimun | : rahim, varlığı özünden varedendir. |
5- Eğer onlar; sen hakikatleri ortaya koyuncaya kadar sabırlı olsalardı, elbette onlar için daha hayırlı olurdu ve mağfiret edenin, varlığı özünden varedenin Allah olduğunu anlarlardı.
-6-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû in câekum fâsikun bi nebein fe tebeyyenû en tusîbû kavmen bi cehâletin fe tusbihû alâ mâ fealtum nâdimîn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar, |
İn cea kum | : eğer, geldi, siz, |
fasikun | : fasık, hakikatten çıkmak, bozgunculuk, ikilik, |
bi nebein | : bir haber, bilgi, |
Fe tebeyyenu | : araştırın, inceleyin, emin olun, açık, apaçık |
en tusîbû | : musibet, kötülük, bulaşma, zarar veren, isabet, |
Kavmen bi cehaletin | : cahil bir kavim, cahil kimseler, bilgisiz, |
Fe tusbihû | : olursunuz, olmak, haline |
Alâ ma fealtum | : yaptığınız şey |
nadimine | : pişman olmak, pişmanlık duymak, tövbe hali |
6- Ey iman edenler! Size bölücü, bozucu, hakikatin dışına çıkaran bir haber geldiğinde, emin oluncaya kadar araştırın. Zarar verenlerden, bilgisiz kimselerden olmayın. Yoksa yaptığınız şeylerden pişmanlık duyarsınız.
-7-
وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِّنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ
Va’lemû enne fîkum resûlallâh lev yutîukum fîy kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân ulâike humur râşidûn
valemû | : bilin, anlayın, |
enne fiy kum | : içinizde olduğu, |
resûlu allâhi | : Allah’ın Resulü |
Lev yutîu-kum | : eğer, şayet, uymak, sizler tabi olur, anlar, itaat eder |
fîy kesîrin | : çoğunda, birçok, çokluk içinde, kesret üzere olan |
min el emri | : işlerden, işlerin oluşu, tevhidin idraki, düzen, hükümler, |
La anittum | : sıkıntıya düşmek yok, meşakkat, tasarlandı, demek, |
ve lâkinne | : ama, ancak ve lakin, fakat |
Allâhe habbebe | : Allah, sevgi, aşk, sevdirmek, değerli |
İleykum el imane | : sizlere, iman etmek, iman, inanmak, güvenmek |
ve zeyyene-hu | : müzeyyen kıldı, süsledi, döşedi, sıfatlandırdı, o |
fî kulûbi-kum | : kalplerinizde |
ve kerrehe | : kerih, çirkin, fena, kötü, |
İleykum el kufre | : size küfrü, örtmeyi, hakikati görmemezlikten gelmeyi |
ve el fusûka | : fısk, çıkan, bölen, bozan, ikiliğe düşme |
ve el isyâne | : isyan, karşı çıkma, itaatsizlik |
Ulâike hum el raşidune | : işte onlar, erdemli, akıllı, doğru yolda olan, irşat olan |
7- İçinizde Allah resulünün olduğunu bilin. Eğer kesretteki işleyişi anlayıp hakikatlere tâbi olursanız, sıkıntıya düşmezsiniz. Ancak Allah sevgisine ulaşmak, sizlerin hakikatleri kabul edip, tasdik etmesiyledir ve o sevgi kalblerinizin süsüdür. Hakikatleri görmemezlikten gelme halleri ve ikiliğe düşme ve isyan etme halleri, sizler için fena hallerdir. İşte bu halleri terk edenler doğru yolda olanlardır.
-8-
فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَنِعْمَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Fadlen minallâhi ve ni’meh vallâhu alîmun hakîm
Fadlen min Allah | : fadl, fazilet, erdem, lütuf, yaradılıştaki tüm nitelik, Allah |
Ve nimeten | : nimetler, iyilik, lütuflar, tüm sıfatlar, sıfatlarla donatılmak |
ve Allâhu alimun | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
hakîmun | : hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
8- Tüm lütuflar ve sıfatlar Allah’ındır ve Allah ilmiyle varedendir, tüm varlığa hâkim olandır.
-9-
وَإِن طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِن بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِن فَاءتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Ve in tâifetâni minel mû’mînînektetelû fe aslihû beyne humâ, fe in begat ihdâhumâ alel uhrâ fe kâtilûlletî tebgî hattâ tefîe ilâ emrillâh fe in fâet fe aslihû beynehumâ bil adli ve aksitû, innallâhe yuhıbbul muksitîn
Ve in tâifetâni | : eğer, şayet, ise, iki taraf, iki topluluk, bölünme, |
min el muminîn | : müminlerden, inanç yolunda, |
iktetelû | : mücadele etmek, savaştılar, kavga, |
Fe aslihu | : o zaman, ıslah edin, uzlaştırma, barış, aslını hatırlatma |
beyne-humâ | : onların aralarını, o ikisinin arasını |
Fe in begat | : eğer zulmetmek, haksızlık, taşkınlık, haktan sapma |
ihdâ-humâ | : ikisinden biri |
alâ el uhrâ | : diğer yandan, diğer taraftan olma |
Fe katilu | : o zaman, mücadele edin, savaşın |
Elletî tebgi | : ki o zulmeder, olmayan, dışarı çıkar, haktan sapmak |
Hattâ tefie | : karşılamak, buluşmak, dönünceye kadar, |
ilâ emri allâhi | : emir, iş, hüküm, hakikat |
Fe in faet | : bundan sonra, pişman olup dönmek, |
Fe aslihû | : o zaman, ıslah edin, uzlaştırma, barış, aslını hatırlatma |
beyne-humâ | : onların aralarını, o ikisinin arasını |
bi el adli | : adaletle, hakka uyma, tevhide uyma telkin etme |
ve aksitû | : daha adil, fazlası, titizlikle |
inne allâhe yuhibbu | : muhakkak, Allah, sever, sevgisinde |
El muksitine | : adil olanlar, adaletli davranma, adalet üzere olmak, |
9- Eğer inananlar; hakikatlerin yolunda taifelere bölünür, bir kavga içinde olurlarsa, onların aralarını hakikatleri göstererek düzeltin. Eğer onlardan biri haktan saparsa, haktan yana olup, haktan sapana Allah’ın hükümlerini anlatmak için gayret gösterin. Eğer bundan sonra pişman olur dönerse, onların aralarında uzlaştırıcı olun ve titizlikle Tevhide uymalarını telkin edin. Muhakkak ki adalet üzere hareket edenlerde Allah sevgisi vardır.
-10-
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
İnnemel mû’minûne ihvetun fe aslihû beyne ehaveykum vettekûllâhe leallekum turhamûn
İnnemâ el muminune | : sadece, ancak, müminler, inanlar, |
ihvetun | : kardeşler, yakın dost, arkadaş, kardeşlik üzere olan |
Fe aslihu | : o zaman, ıslah edin, uzlaştırma, barış, aslını hatırlatma |
Beyne ehavey kum | : kardeşlerinizin arasını |
ve ittekû allâhe | : fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah |
lealle-kum | : umulur ki, böylece siz |
turhamûne | : merhamet, korunursunuz, rahmet olunursunuz |
10- Kardeşlik üzere olanlar ancak müminlerdir. Bundan sonra kardeşlerinizin arasında uzlaştırıcı olun. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Umulur ki siz merhamete ulaşırsınız.
-11-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَومٌ مِّن قَوْمٍ عَسَى أَن يَكُونُوا خَيْرًا مِّنْهُمْ وَلَا نِسَاء مِّن نِّسَاء عَسَى أَن يَكُنَّ خَيْرًا مِّنْهُنَّ وَلَا تَلْمِزُوا أَنفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْأَلْقَابِ بِئْسَ الاِسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْإِيمَانِ وَمَن لَّمْ يَتُبْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ yeshar kavmun min kavmin asâ en yekûnû hayren minhum ve lâ nisâun min nisâin asâ en yekunne hayren minhunn ve lâ telmizû enfusekum ve lâ tenâbezû bil elkâb bi’sel ismul fusûku ba’del îmân ve men lem yetub, fe ulâike humuz zâlimûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
lâ yeshar | : alay etmesin, küçük görmesin, |
kavmun min kavmi | : kavim, kimse, topluluk, bir kavim bir kavimle |
Asâ en yekunu hayren minhum | : beklide, olurlar, daha hayırlı, onlardan |
ve la nisaun | : yok, kadınlar, nefsini tanıma yolunda olanlar |
min nisaun | : yok, kadınlar, nefsini tanıma yolunda olanlar |
Asâ en yekunne | : beklide, olurlar |
hayren min hunne | : daha hayırlı, onlardan |
ve la telmizu enfuse kum | : ayıplamayın, ayıbını arama, birbirinizin |
ve la tenabezu | : yok, çağırmak, seslenmek, birbiriniz çağırmayın |
Bi el elkabi bise el ismu | : kötü isimlerle, kötü lakaplarla, takma isim |
el fusûku | : fasıklık, hakikatten sapmak, bölenlerden, bozucu |
Bade el îmâni | : sonra, iman, inanç, |
ve men lem yetub | : kim tövbe etmez, pişman olmaz, dönmez |
fe ulâike hum el zalimune | : işte onlar, zalimlerdir, kötü olanlardır |
11- Ey iman edenler! Bir topluluk bir toplulukla alay etmesin, belki de o alay edilenler daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın, belki de o alaya alınanlar daha hayırlıdır. Birbirinizin ayıbını aramayın. Birbirinize kötü isimler, kötü lakaplar takıp çağırmayın. İmandan sonra hakikatlerden sapmak, bölücülük içinde olmak ne kötüdür. Yaptıkları hatalardan pişman olup dönmeyenler, işte onlar zalimlerdir.
-12-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ
Yâ eyyyuhellezîne âmenûctenibû kesîran minez zanni, inne ba’daz zanni ismun ve lâ tecessesû ve lâ yagteb ba’dukum ba’dâ e yuhıbbu ehadukum en yekule lahme ahîhi meyten fe kerihtumûh vettekullâh innallâhe tevvâbun rahîm
yâ eyyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
Ectenibû kesiren | : çekinin, kaçınmak, sakının, çok |
min el zanni | : zandan, faraziye hipotez, |
İnne bade ez zani | : muhakkak zanlardan sonra, bir kısmı |
ismun | : günahları, günaha düşmek, ikiliğe düşürebilir |
ve lâ tecessesû | : gizli yönlerini hatalarını araştırmak |
ve lâ yagteb | : gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin |
badu-kum bada | : bazınız bazınızı, birbirinizi, |
e yuhibbu ehadukum | : sizlerden biriniz, sever misiniz? |
en yekule lahme | : yemek, beslenmek, et, suret, |
ehihi meyten | : kardeş, ölü, |
Fe kerihtumû-hu | : İşte tiksindiniz, kötü hale geldiniz |
ve ittekû Allâhe | : fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah |
inne Allâhe tevvabun | : Muhakkak, Allah, tövbeleri kabul eden |
rahimin | : Rahimdir, varlığı özünden varedendir |
12- Ey iman edenler! Zanlardan çok kaçının. Muhakkak ki zanların bazıları, sizleri fenalara sürükleyip günahkâr yapabilir. Bazınız bazınızın arkasından çekiştirmesin, dedikodusunu yapmasın, gizli yönlerini, hatalarını araştırmasın. Sizlerden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? İşte tiksindiniz. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah, hatalarını anlayıp pişman olanların tövbelerini kabul edendir, varlığı özünden varedendir.
-13-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
Yâ eyyuhen nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile li teârefû inne ekremekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr
yâ eyyuhâ en nasu | : ey insanlar |
İnnâ halakna kum | : biz, yarattık, halk ettik, siz |
min zekerin ve unsa | : bir erkek ve bir kadın |
ve cealnâ-kum | : sizi kıldık, yaptık, çoğalttık |
şuûben | : şube, neseb, halk, sınıflar, aynı soya mensup topluluk |
ve kabâile | : kabileler, topluluklar, |
li teârefû | : tanımanız için, arif olmanız için |
İnne ekreme kum | : muhakkak ki, yardımcı olmak, eli açık olmak, erdemli |
inde allâhi etka kum | : indinde, ona ait, Allah, takva sahibi, fenalardan sakınan |
inne Allâhe | : muhakkak ki Allah |
alîmun | : ilmin sahibi |
habîrun | : tüm varlıktan bildiren, bilgiyi sunan, haber veren. |
13- Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ve bir kadından yarattık ve halklar halinde, kabileler halinde çoğalttık, birbirinizi tanımanız ve yardım etmeniz için. Muhakkak ki sizden erdemli olan kimse, Allah’a ait olan hakikatleri bilen, fenalara düşmekten sakınandır. Muhakkak ki Allah, ilmiyle varedendir, tüm varlıktan hakikatlerini bildirendir.
-14-
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Kâletil arâbu âmennâ, kul lem tuminû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min amâlikum şeyâ innallâhe gafûrun rahîm
Kâlet el arabu | : dediler, bedevi, çölden gelen, kendi inancında olan, |
amenna | : iman ettik, inandık, |
Kul lem tûminû | : anlat, de, henüz, iman etmediniz |
ve lâkin kulu eslemna | : lâkin, fakat, teslim olduk deyin |
ve lemmâ yedhul el imanu | : henüz dahil olmadı, girmedi, iman |
fî kulûbi-kum | : kalplerinize |
ve in tutîû allâhe | : eğer, Allah’a itaat edersiniz |
ve resûle-hu | : resul, o, hakikati gösteren, |
lâ yelit-kum | : eksiltmez, solmaz, kararmaz, sizden, kaybolmaz |
min amali-kum şeyen | : sizin amellerinizden, çalışma, gayret, bir şey |
inne allâhe gafurun | : muhakkak ki Allah, mağfiret eden, temizleyen, |
rahim | : rahimdir, varlığı özünden varedendir, |
14- Kendi inançlarından gelenler: Biz iman ettik, dediler. Henüz iman etmediklerini anlat. Lâkin teslim olduk, desinler. İman henüz kalblerinize girmedi. Eğer Allah’a itaat ederseniz ve o resulü anlarsanız, sizin hakikatleri anlama gayretinizden bir şey kaybolmaz. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-15-
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
İnnemel mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî summe lem yertâbû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh ulâike humus sâdikûn
İnnemâ el muminune | : sadece, mümin olan, emin olanlar |
Ellezine amenu | : onlar, iman ettiler, inandılar |
bi allâhi ve resuli hi | : Allah’a ve resül, o, hakikati gösteren |
Summe lem yertabu | : sonra, şüphe etmediler, tereddüt, |
ve câhedû | : cihad, hakikatleri anlamak için gayret etmek |
bi emvâli-him | : mallarıyla, |
ve enfusi-him | : canları, nefisleri, nefislerini tanımak için |
fî sebîli allâhi | : Allah’ın yolunda |
Ulâike hum es sadikun | : işte onlar, sadık olanlar, sadakat, dosdoğru olan |
15- Sadece emin olanlar, onlar Allah’a iman ettiler ve o resulü anladılar. Ardından da şüpheye düşmediler. Allah yolunda, canlarıyla, mallarıyla, hakikatleri anlamak ve anlatmak için gayret gösterdiler. İşte dosdoğru olanlar onlardır.
-16-
قُلْ أَتُعَلِّمُونَ اللَّهَ بِدِينِكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Kul etualli mûnallâhe bi dînikum vallâhu yalemu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard vallâhu bi kulli şeyin alîm
Kul e tuallimûne | : de, bilmez misiniz, öğretiyorsunuz, öğreten |
Allah bi dini kum | : Allah, din, yasa, yaratılış yasaları, siz, |
Ve Allah yalemu | : Allah, ilmiyledir, vareden, bilmek |
mâ fî es semâvâti | : göklerdeki, göklerde ne varsa |
ve mâ fî el ardı | : yerdeki, yerde ne varsa |
ve Allâhu | : Allah |
bi kulli şeyin alimun | : her şey, ilmin sahibidir, ilmiyle varedendir. |
16- De ki: Siz, yaratılış yasalarının Allah’a ait olduğunu, göklerdeki ve yerdeki bütün her şeyi ilmiyle varedenin Allah olduğunu ve Allah’ın her şeydeki ilmin sahibi olduğunu bilmez misiniz?
-17-
يَمُنُّونَ عَلَيْكَ أَنْ أَسْلَمُوا قُل لَّا تَمُنُّوا عَلَيَّ إِسْلَامَكُم بَلِ اللَّهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ أَنْ هَدَاكُمْ لِلْإِيمَانِ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Yemunnûne aleyke en eslemû kul lâ temunnû aleyye islâmekum, belillâhu yemunnu aleykum en hedâkum lil îmâni in kuntum sâdikîn
Yemunnûne aleyke | : memnun olan, minnettar olan, sana |
en eslemû | : teslim olmak, selamet, kurtuluş, |
Kul lâ temunnû aleyye | : de, memnun olmayın, benden, bana, minnettar olmayın |
islâme-kum | : barışa, huzura, selamet, siz |
Beli Allâh yemunnu | : hayır, bilakis, ancak, Allah’a minnettar olun |
Aleykum en hedâkum | : sizi hidayete, rehber, huda, yol gösteren, siz |
li el îmâni | : iman, inanç, |
in kuntum sadikine | : eğer sadık olanlardan iseniz, dürüst, |
17- Selamete erdiklerinden dolayı sana minnettar oluyorlar. De ki: Bana minnettar olmayın. Eğer imanınızda sadık olanlardan iseniz, sizlere her an yol gösteren, sizi selamete erdiren ancak Allah’a minnettar olun.
-18-
إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
İnnallâhe ya’lemu gaybes semâvâti vel ard vallâhu basîrun bimâ tamelûn
inne Allâhe yalemu | : muhakkak, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
Gaybe | : gizli, görünmeyen, bilinmeyenler, |
El semavat ve al ardı | : gök ve yer |
ve Allâhu basırun | : Allah, basiret, gösteren, içini dışını bilen, |
bi mâ tamelune | : işleriniz, yaptığınız şeyler |
18- Muhakkak ki göklerde ve yerde bilinmeyen ne varsa, bütün her şeydeki ilmin sahibi Allah’tır ve Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.