HÛD SURESİ

 

-1-

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

Elif lâm râ kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet min ledun hakîmin habîr

Elif Lam Ra : elif, lam, ra, hak, halk, fiil
Kitabun uhkimet : kitap, varlık kitabı, muhkem, sapasağlam,
ayatuhu : ayet, delil, işaret, o
Summe fussilet : sonra, ayrıntılı, kısım kısım, gösterildi, izah
min ledun : katından, tarafından, ona ait,
hakim : hâkim olan, tüm varlığa hakim olan,
habir : her varlıktan bildiren, haber veren,

 

1- Elif, Lam, Ra. Her varlık delilleriyle sapasağlam bir kitaptır. Her varlıkta hakikatler ayrıntılı bir şekilde gösterilmiştir. Hakikatler tüm varlığa hâkim olana, tüm varlıktan hakikatleri bildirene aittir.

 

-2-

أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

Ellâ tabudû illallâh innenî lekum minhu nezîrun ve beşîr

ellâ tabudû illa Allah : kul olmamanız, başka, sadece, Allah
inne-ni lekum minhu : doğrusu, ben, size, sizin için, onun, o hakikatleri
Nezirun : açıklayıp uyaran
ve beşîrun : müjdelen, sevindiren, ümit veren,

 

2- De ki: Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere kul olmamanız için, doğrusu ben sizlere O’nun hakikatlerini açıklayıp uyaran ve hakikatleri müjdeleyenim.

-3-

وَأَنِ اسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ يُمَتِّعْكُم مَّتَاعًا حَسَنًا إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذِي فَضْلٍ فَضْلَهُ وَإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَبِيرٍ

Ve enistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yumettikum metâan hasenen ilâ ecelin musemmen ve yuti kulle zî fadlin fadleh ve in tevellev fe innî ehâfu aleykum azâbe yevmin kebîr

ve en istagfiru : bağışlanma, mağrifet istemeniz, rabbinizden
rabb kum : rabbiniz, sizi vücudlandıran,
Summe tubu ileyhi : sonra, tövbe, yönelme, ona
Yumettikum : ulaştırır, geçindirir, yarar, size,
metaan hasenen : fayda, metaa, yarar, güzel, iyi
İla ecelin musemmen : bir zamana kadar, belirlenmiş
ve yuti kulle zi fadlin : verir, her şey, sahip, lütuf, sıfat, erdem,
fadl hu : lütuf, fazilet, erdem, incelik, sıfatlar, o
ve in tevellev : eğer, yüz çevirme
fe innî ehafu aleykum : o zaman ben, çekinme, korkma, sizin için,
Azabe yevmin kebîrin : azap, sıkıntı, gün, vakit, zaman, büyük

 

3- Sizi vücudlandıranın mağfiretini anlayın, sonra da yaptığınız yanlışları bir daha yapmamak üzere O’na yönelin. Kalan zamanınızı güzel bir şekilde hakikatlerden faydalanarak geçirin. O sizi sıfatlandırandır, bütün her şeydeki sıfatların sahibidir. Eğer hakikatlerden yüz çevirirseniz, ben o vakit büyük bir sıkıntılarda kalmanızdan korkarım.

 

-4-

إِلَى اللّهِ مَرْجِعُكُمْ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

İlâllâhi merciukum ve huve alâ kulli şeyin kadîr

ilâ Allâh merciu kum : Allah’dır, dönülecek yer, merkez, kaynak, siz,
ve huve ala kulli şeyin : O, bütün her şeydeki,
kadir : Kudret,  Güç, her şeye muktedir olan,

 

4- Kaynağınız ancak Allah’tır ve O bütün her şeydeki kudrettir.

 

-5-

أَلا إِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُواْ مِنْهُ أَلا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

E lâ innehum yesnûne sudûrehum li yestahfû minhu e lâ hîne yestagşûne siyâbehum yalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn innehu alîmun bi zâtis sudûr

e lâ inne hum : değil mi, muhakkak, onlar, cehalet içinde kalan
Yesnûne : gizler, kaçar, saklar, büker,
sudure hum : gönül, göğüs, içi, bedenindeki, kendinde, onlar
li yestahfû min hu : içinde, gizleyen, görmemek, anlamama, kendini
e lâ hine yestagşune : değil mi, her an, o zaman, perdeleme, kapatmak
Siyabe hum : örtü, elbise, suretler, onlar
Yalemu mâ yusirrûne : ilmin sahibi, gizli olan şeyler
ve mâ yulinûne : aleni olan, açıkta olan şeyler
İnne hu alim : muhakkak o, ilmin sahibi,
bi zâti el sudûr : sahip, gönüller

 

5- İçlerindeki hakikatleri görmekten kaçan, kendini anlamama içinde olanlar, o cehalet içinde kalanlar değil midir? Her zaman suretlerde kalanlar, gizli olan şeylerdeki ve apaçık görünen şeylerdeki ilmin sahibini görmekten kaçanlar değil midir? Muhakkak ki ilmin sahibi olan, gönüllerin sahibi olan O’dur.

 

-6-

وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ

Ve mâ min dâbbetin fil ardı illâ alâllâhi rızkuhâ ve yalemu mustekarrehâ ve mustevdeahâ kullun fî kitâbin mubîn

ve ma min dabbetin : yok, değil, şey, ne, hareketli olan, tüm varlık, canlı,
fi el ard : yeryüzü, toprak,
İlla alâ Allâh rızku ha : ancak, Allah’a ait, rızk, sıfatlar, nimet, onun
ve yalemu : ilmin sahibi,
mustekarre-hâ : kararlı, durum, istikrar, denge, o yer,
ve mustevdea-hâ : düzenlenmiş, tesviye, durduğu yer, doğru, bir, o
Kullun fi kitabin mubin : tümü, hepsi, varlık kitabın içinde, apaçık

 

6- Yeryüzündeki bütün varlıklardaki sıfatlar ancak Allah’ındır ve O, her varlığın bir denge içinde duruşundaki ve her varlığın güzel bir hâlde düzenlenişindeki ilmin sahibidir. Bütün bunlar apaçık varlık kitabının içindedir.

 

-7-

  وَهُوَ الَّذِي خَلَق السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاء لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَلَئِن قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ

Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin ve kâne arşuhu alel mâi li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ ve le in kulte innekum mebûsûne min badil mevti le yekûlennellezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn

ve huve ellezî : o dur ki, ki o,
halaka : halk etti, yarattı, var etti,
el semâvât ve el ard : gökler ve yer
fî sitteti : makam, doğruluk, noksansız, bir intizam,
eyyâmin : hayırlı, güzel, temiz, iyi, egemen, günler,
ve kâne arşu hu : oldu, idi, bütün her yer, onun,
ala el mai : üzere, için, hakkında, ilim, su, rahmet,
li yebluve-kum eyyu kum : deneme, anlam, sizi imtihan etmek için, hangi, ne, siz
Ahsenu amelen : güzel çalışma, amel olarak, amel
ve le in kulte : muhakkak ki eğer, sen dedin, desen,
inne-kum mebusun : muhakkak siz, beas, dirilme, görevli, açığa çıkma,
min badi el mevti : nutfe, bir öz, ölümden sonra
Le yekulune : elbette derler,
ellezîne keferû : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
in hâzâ illa sihrun mubin : muhakkak bu, ancak, yalnız, sihir, aldatma, apaçık

 

7- Ki O’dur göklerde olanları ve yerde olanları bir intizam, bir güzellik içinde halkeden ve O’dur bütün her yeri bir ilimle kuşatan. Sizler her zaman hakikatleri anlamak için gayret gösterin. Her zaman iyi amellerde olun. Eğer sen onlara; sizler elbette ölümün sırrına ulaştıktan sonra bir dirilik içinde olacaksınız desen, elbette hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler derler ki: Muhakkak ki bu apaçık bir aldatmadır.

 

-8-

   وَلَئِنْ أَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِلَى أُمَّةٍ مَّعْدُودَةٍ لَّيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُ أَلاَ يَوْمَ يَأْتِيهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفًا عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ

Ve le in ahharnâ anhumul azâbe ilâ ummetin ma’dûdetin le yekûlunne mâ yahbisuh e lâ yevme yetîhim leyse masrûfen anhum ve hâka bi him mâ kânû bihî yestehziûn

ve le in ahhar na : elbette, eğer, tehir, sonraya bırakma, son, terk etme, biz
an-hum el azâbe : onlardan, azab, sıkıntı,
İla ummetin : topluluk, ümmet, millet,
madûdetin : belli bir müddet, sayılı, zaman, vakit,
le yekûlun : elbette derler,
ma yahbisu hu : ne, değil, şey, hapseden, uzak tutan, gizli, men eden, o
E la yevme : değil mi, gün, her an, zaman,
yeti-him : gelen, sunulan, onlar
Leyse masrûfen anhum : değil, çevrilecek, uzaklaştırılacak, karşılık, onlardan
ve hâka bihim : kuşattı, sarıldı, onların kendi cehaletlerine sarılması,
mâ kânû bihi yestehziun : olmadı, oldukları şey, onunla, alay etme, önemsememe

 

8- Eğer onlar Bizi anlamayı terk ederlerse, elbette onlardan sıkıntılar eksik olmaz. O toplulukların hakikatleri anlamaya vakitleri olduğu hâlde elbette derler ki: O hakikatler bizden uzaktır. Onlara her an her varlıktan sunulan hakikatler değil midir? Onlara sunulan hakikatlerden onlar karşılık bulamadılar ve onlar kendi cehaletlerine sarıldılar, hakikatleri önemsemediler.

 

-9-

وَلَئِنْ أَذَقْنَا الإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ

Ve le in ezaknal insâne minnâ rahmeten summe nezanâhâ minh innehu le yeûsun kefûr

ve le in ezek na el insan : elbette, eğer, his, tatma, öfke, zevk, biz, insan
Min na rahmeten : bizden, bir rahmet, rahmetimizden,
Summe nezana ha minhu : sonra, çekip almak, uzaklaşmak, ondan
inne-hu le yeusun : doğrusu, o, ümitsizlik, çaresizlik,
kefur : hakikatleri örtenler, hakikati görmemezlikten gelen

 

9- Elbette insana rahmetimizden bir hissiyat gelse, sonra da o; o hissiyattan uzaklaşsa, doğrusu o hakikatleri görmemezlikten gelir, bir ümitsizlik içine düşer.

 

-10-

وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاء بَعْدَ ضَرَّاء مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ

Ve le in ezaknâhu namâe bade darrâe messethu le yekûlenne zehebes seyyiâtu annî innehu le ferihun fahûr

ve le in ezak na hu : elbette, eğer, tatmak, his, öfke, hiddet, biz, o,
namae : nimet, bir nimet, ad, nam,
Bade darrae : sonra, sıkıntı, oda, yurt, darlık,
messet hu : dokunma, hissiyat, o
le yekûlenne : muhakkak derler ki
zehebe : yokoldu, kayboldu, gitti,
el seyyiâtu anni : fenalıklar, kötülükler, benden
inne-hu le ferih : doğrusu, o, ferah, şımarma,
fahurun : gururlu, övünen, kibir

 

10- Eğer ona bir sıkıntı dokunsa, sonra nimetlerimizin hissiyatında olsa, elbette der ki: Benden kötülükler gitti. Doğrusu o bir şımarıklık, bir gurur içindedir.

 

-11-

إِلاَّ الَّذِينَ صَبَرُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ

İllellezîne saberû ve amilûs sâlihât ûlâike lehum magfiretun ve ecrun kebîr

illâ ellezîne saberu : ancak o kimseler, sabreden,
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışmalar,
Ulaike lehum magfiret : işte onlar, onlara, mağfiret, bağışlanma
ve ecrun kebir : ecir, bedel, karşılık, büyük, yüce

 

11- Ancak sabreden kimseler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, işte onlar mağfiret içindedirler ve onlara yüce karşılıklar vardır.

 

-12-

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَضَآئِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَن يَقُولُواْ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ كَنزٌ أَوْ جَاء مَعَهُ مَلَكٌ إِنَّمَا أَنتَ نَذِيرٌ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ

Fe lealleke târikun ba’da mâ yûhâ ileyke ve dâikun bihî sadruke en yekûlû lev lâ unzile aleyhi kenzun ev câe meahu melek innemâ ente nezîr vallâhu alâ kulli şey’in vekîl

fe lealle-ke tarikun : umulur ki sen, belki sen, terk eden, bırakan
Bada mâ yûhâ ileyke : bir kısım, vahyolunan şey, bildirilen, sana
ve dâikun bihi : daralır, sıkılır, onunla,
sadr ke : gönlün, göğsün
en yekûlû : demeleri
lev lâ unzile : olsa olmaz mı, indirilen, sunulan,
aleyhi kenzun : ona, hazine, değer,
Ev cea mea hu : yada, geldi, onunla beraber,
melekun : melek, kuvvet, kudretli
İnnema ente nezîrun : sadece, ancak, sen, hakikatleri açıklayan uyaran
Ve Allâh ala kulli şeyin : Allah, bütün her şey, vekil, her şeyde yetkili olan
vekil : vekil, her şeyde yetkili olan

 

12- Ona hazineler sunulmalıydı ya da onunla beraber melekler gelmeliydi, demelerinden gönlün sıkıldı diye, vahyedilen şeyleri elbette sen bırakacak değilsin. Sen sadece hakikatleri açıklayıp uyaransın. Allah bütün her şeyde yetkili olandır.

 

-13-

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُواْ بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللّهِ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Em yekûlûnefterâh kul fe’tû bi aşri suverin mislihî muftereyâtin ved’û menisteta’tum min dûnillâhi in kuntum sâdikîn

Em yekulune iftera hu : yoksa, diyorlar, derler, onu uydurdu
Kul fetu : anlat, öyleyse getirin, ortaya koyun, sunun,
bi aşri : kısım, bölüm, tamam olmak, on tane, kısım
suver mislihi : sure, suret, duvar, şekil, yüce olan, benzer, o
muftereyâtin : iftiracılar, uydurulmuş olanlar
Ve edû : çağırın, davet edin,
men istetatum : kimse, gücü yeten, güçlü,
min dûni Allâh : başka, Allah
İn kuntum sadikin : eğer, siz iseniz, sadık, doğru sözlü olan

 

13- Onu uydurdu diyorlar. O iftira atanlara de ki: Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız, Allah’tan başka güçlü gördüğünüz kimseleri çağırın ve onun benzeri sözlerden bir kısım getirin.

 

-14-

فَإِن لَّمْ يَسْتَجِيبُواْ لَكُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أُنزِلِ بِعِلْمِ اللّهِ وَأَن لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ فَهَلْ أَنتُم مُّسْلِمُونَ

Fe illem yestecîbû lekum falemû ennemâ unzile bi ilmillâhi ve en lâ ilâhe illâ huve fe hel entum muslimûn

Fe in lem yestecib lekum : bundan sonra, icabet etmezler, uymazlar, size
Fe alemû : artık, o zaman bilin ki,
ennema unzile : ancak, başka, doğrusu, muhakkak, indirilen, sunulan
bi ilmi Allâh : ilminden, Allah, Allah’ın ilmiyle
ve en lâ ilahe illa huve : yok, ilah, vardır, o
fe hel entum muslimun : artık, öyleyse, hâlâ, siz, teslim olma, barış ve huzur

 

14- Bundan sonra size icabet etmezler. Artık bilin ki Allah’ın ilminden başka bir şey size sunulmadı. İlah yoktur, O vardır. Artık hâlâ tüm varlığınızla teslim olup, barış ve huzur üzere olmaz mısınız?

 

-15-

 مَن كَانَ يُرِيدُ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا نُوَفِّ إِلَيْهِمْ أَعْمَالَهُمْ فِيهَا وَهُمْ فِيهَا لاَ يُبْخَسُونَ

Men kâne yurîdul hayâted dunyâ ve zînetehâ nuveffi ileyhim a’mâlehum fîhâ ve hum fîhâ lâ yubhasûn

Men kane yuridu : kim, idi, oldu, ister, diler
el hayate ed dunya : dünya hayatı, yaşam,
ve zinet ha : süsü, ziynet, o
Nuveffi ileyhim : verilir, sunulur, onlara,
amel hum fiha : yaptıkları, çalışmaları, onlar, orada,
ve hum fiha : onlar, orada,
la yubhasun : eksiltme, hesap, ucuz, anlama gayretinde olmayan

 

15- Kim, dünya hayatını ve onun süsünü isterse, orada onlar çalıştıklarının karşılığı bulurlar. Fakat onlar orada hakikatleri anlamanın hesabında olmazlar.

 

-16-

 أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الآخِرَةِ إِلاَّ النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Ulâikellezîne leyse lehum fil âhıreti illen nâr ve habita mâ sanaû fîhâ ve bâtılun mâ kânû yamelûn

Ulâike ellezine leyle lehum : işte o kimseler, yoktur, değildir, onlara
fi el ahreti : sonunda,
illa el nar : ancak, vardır, ateş, yanma, yakıcılık,
ve habita : boşa gitti, kaybetti,
ma sanau fiha : yptıkları şey, orada
ve batıl : boş olan, batıldır, gerçek olmayan,
ma kanu yamelun : olmadı, oldukları şeyler, yaptıkları

 

16- İşte o kimseler sonunda ancak cehaletin yakıcılığında kalırlar ve orada yaptıkları şey kaybetmekten başka bir şey değildir ve onların yaptıkları boş şeylerdir.

 

-17-

  أَفَمَن كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِّنْهُ وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إَمَامًا وَرَحْمَةً أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَن يَكْفُرْ بِهِ مِنَ الأَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ فَلاَ تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّنْهُ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يُؤْمِنُونَ

E fe men kâne alâ beyyinetin min rabbihî ve yetlûhu şâhidun minhu ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh ulâike yuminûne bihî ve men yekfur bihî minel ahzâbi fen nâru mevıduh fe lâ teku fî miryetin minhu innehul hakku min rabbike ve lâkinne ekseren nâsi lâ yuminûn

e fe men kane : artık, bundan sonra, kim, olursa,
ala beyyinet : apaçık delil üzere, kanıt, fark
min rabbi-hi : Rabbinin, o
ve yetlû-hu : okur, izler, tâbi olur, takip eder, o,
şahid minhu : tanık, her an her yerde, ondan
ve min kablihi kitab : ondan önce, kitap,
Musa imam : Musa, önder, imam, rehber
ve rahmet : rahmet olarak, merhamet, yararlılık,
ulaike yuminun bihi : işte onlar, mümin, inanan, ona
ve men yekfur : kim, kinmse, hakikatleri örter, görmemezlikten gelir,
bihi el ahzab : onu, ayrılıklarda kalma, hizip, fırkalaşmak,
Fe el nar : böylece, ateş, yakıcılık, yakıp yıkan,
mevıdu-hu : varacağı yeri, mekânı, o
fe la teku : öyleyse olma,
fi miryet minhu : şüphe içinde, o konuda, ondan, hakikatler konusunda
İnne hu el hakk : muhakkak ki o, haktır, gerçek, hakikatler,
min rabbi ke : Rabbinden, seni vucudlandıran,
Ve lakin eksere en nâsi : lakin, fakat, insanların çoğu
lâ yuminûne : inanmazlar, emin olamıyorlar

 

17- Artık bundan sonra kim; Rabbinin apaçık delilleri üzere olursa ve o, her an her yerde hazır olana tâbi olursa, daha önce de Musa’yı kendine önder kılanlar gibi, hakkın kitabını izlerse, işte onlar o hakikatlere inananlardır, rahmet üzere olanlardır. Kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, ayrılıklarda kalır, böylece varacağı yer ateştir. Bundan sonra hakikatler konusunda şüpheler içinde olma. Muhakkak ki o seni vücudlandıranın hakikatleridir. Fakat insanların çoğu inanmıyorlar.

 

-18-

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أُوْلَئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَؤُلاء الَّذِينَ كَذَبُواْ عَلَى رَبِّهِمْ أَلاَ لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ

Ve men ezlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ ulâike yuradûne alâ rabbihim ve yekûlul eşhâdu hâulâillezîne kezebû alâ rabbihim e lâ lânetullâhi alâz zâlimîn

ve men ezlemu minmen : kim, kimse, daha zalim, kimseler,
İftera alâ Allâh : iftira, aslı olmayan, uydurma, Allah hakkında
keziben : yalan, uydurmaları anlatmak,
Ulaike yuradun : işte onlar, teklif, sunmak, arz ettikleri, bildirdikleri
alâ rabbi him : karşı, için, hakkında, Rab, vücudlandıran,
ve yekûlu el eşhâdu : derler, söylerler, şahitler, bilenler,
Haulai ellezîne kezebû : bunlar, işte onlar, yalan söyleyen kimseler
alâ rabbi him : Rableri, vücudlandıran, onlar,
E la lânet Allâh : değil mi, rahmetten uzaklaşma, Allah,
ala el zalimin : üzere, zalimler, zalimlik yapan,

 

18- Allah hakkında asılsız şeyler söyleyen, o yalanları yayandan daha zalim olan kimdir? İşte onların Rab hakkında bildirdikleri şeyler yalandır. Derler ki: Bilenleriz. İşte onlar kendilerini vücudlandıran hakkında yalan söyleyenlerdir. Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşanlar zalimler değil midir?

 

-19-

الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُم بِالآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

Ellezîne yasuddûne an sebîlillâhi ve yebgûnehâ ivecâ ve hum bil âhıreti hum kâfirûn

Ellezine yasuddune : o kimseler, men etmek, engel olur, saptırır,
an sebîli Allâh : Allah yolunda
ve yebgûne-hâ ivecen : onda ararlar, isterler, eğrilik, cehaletine göre çarpıtırlar
ve hum bi el ahiret : onlar, sonunda, sonu,
Hum kâfirûne : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelen, inkâr eden,

 

19- O kimseler Allah yolunda olanlara engel olurlar ve hakikatleri kendi cehalet anlayışlarına göre çarpıtırlar ve onlar sonunda hakikatleri görmemezlikten gelip inkâr ederler.

 

-20-

  أُولَئِكَ لَمْ يَكُونُواْ مُعْجِزِينَ فِي الأَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ مَا كَانُواْ يَسْتَطِيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُواْ يُبْصِرُونَ

Ulâike lem yekûnû mucizîne fîl ardı ve mâ kâne lehum min dûnillâhi min evliyâ yudâafu lehumul azâb mâ kânû yestetîûnes sema ve mâ kânû yubsirûn

Ulâike lem yekunu : işte onlar, değildir.
Mucizine fi el ard : aciz bırakan, aciz olan, gücü yetmez,
ve mâ kâne lehum : şey, ne, değil, olmadı, yoktur, olmaz, onlara
min dûni Allâh min evliya : Allah’tan başka, dost, dostlar,
Yudaafu lehum el azab : kat kat ziyadeleştirilir, arttırılır, onlar, azap, sıkıntı
mâ kanu yesyetiunes sema : olmadı, işitme duygusu,
ve mâ kânu yubsirune : olmadılar, görme, basiret, görme duygusu

 

20- İşte onlar, yeryüzünde acizliklerini anlayacak değillerdir ve onlar, Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylerden dostlar edinirler. Onların sıkıntıları artar durur. Onların hakikatleri işitmesi olmaz ve onların hakikatleri görmesi olmaz.

 

-21-

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ

Ulâikellezîne hasirû enfusehum ve dalle anhum mâ kânû yefterûn

Ulâike ellezine : işte onlar, o kimseler
hasirû enfuse-hum : hüsran, kaybeden, nefsleri, kendileri, onlar
ve dalle an-hum : saptı, uzaklaştı, hakikatlerden uzaklaşma, onlardan
mâ kânû yefterune : oldukları şeyler, iftira, uydurma

 

21- İşte o kimseler hüsrana uğrayanlardır ve onlar uydurdukları şeylerle hakikatlerden uzaklaşırlar.

 

-22-

 لاَ جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الآخِرَةِ هُمُ الأَخْسَرُونَ

Lâ cereme ennehum fil âhıreti humul ahserûn

lâ cereme enne hum : bedeli yok, karşılık yok, muhakkak, şüphesiz, onlar
fî el âhıret hum : sonunda, onlar,
el ahserun : hüsran, kaybeden,

 

22- Şüphesiz onlar hakikatlerden bir karşılık bulamazlar, onlar sonunda hüsrana uğrayanlardır.

 

-23-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُواْ إِلَى رَبِّهِمْ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ahbetû ilâ rabbihim ulâike ashâbul cenneh hum fîhâ hâlidûn

inne ellezîne amenu : muhakkak, o kimseler, iman eden, inanan
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yolunda çalışanlar
Ve ahbetu ilâ rabbi-him : gönülden bağlı, aşk ile, huşu ile, Rab’lerine
Ulaike ashâbu el cenneti : işte onlar, huzur içinde olan, mutluluk, cennet ehli
Hum fiha halidun : onlar, orada, o halde, o hal içinde, devamlı, ebedi

 

23- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlar ve Rablerine aşk ile bağlananlar ise, işte onlar huzur içindedirler, devamlı o hâl içindedirler.

 

-24-

مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالأَعْمَى وَالأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ

Meselul ferîkayni kel amâ vel esammi vel basîri ves semî hel yesteviyâni meselâ e fe lâ tezekkerûn

Mesele el ferikayni : durum, hal, örnek, grup, iki topluluk, kimseler,
ke el ama ve el esami : gibi, hakikatleri göremeyen ve işitemeyen
ve el basîri ve el semi : hakikatleri gören ve hakikatleri işiten
hel yesteviyâni meselen : hiç, aynı olur mu, ikisi eşit mi? Mesele, durum,
e fe lâ tezekkerûne : hala tezekkür etmez misiniz? Ulaştığı hakikatlerle bakma

 

24- Hakikatleri göremeyen ve işitemeyen kimselerin durumu, hakikatleri gören ve işitenlerin durumu ile hiç aynı olur mu? Öyleyse hâlâ hakikatleri düşünüp, ulaştığınız hakikatlerle bu âleme bakmaz mısınız?

 

-25-

 وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ

Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî innî lekum nezîrun mubîn

ve lekad erselna nuh : andolsun, açığa çıkmak, sunduk, gönderdik, biz, Nuh
ilâ kavmi-hi : kavmine, onun kavmine
innî lekum nezir mubin : ben, sizin için, hakikatleri apaçık açıklayıp uyaran

 

25- Doğrusu Nuh da kavmine Bizi anlatmak için açığa çıktı. Ben sizin için hakikatleri apaçık açıklayan bir uyarıcıyım, dedi.

 

-26-

أَن لاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ

En lâ tabudû illallâh innî ehâfu aleykum azâbe yevmin elîm

en la tabudu illa Allah : kul olmayın, başka, şeyler, Allah
İnni ehafu aleykum : muhakkak ben, sizin için, size
Azab yevmin elimin : sıkıntı, azap, gün, vakit, zaman, acı,

 

26- Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylere kul olmayın, ben o vakit sizin acı sıkıntılar içinde kalmanızdan korkarım, dedi.

 

-27-

 فَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قِوْمِهِ مَا نَرَاكَ إِلاَّ بَشَرًا مِّثْلَنَا وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلاَّ الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ

Fe kâlel meleullezîne keferû min kavmihî mâ nerâke illâ beşeren mislenâ ve mâ nerâkettebeake illellezîne hum erâzilunâ bâdiyer rey ve mâ nerâ lekum aleynâ min fadlin bel nezunnukum kâzibîn

fe kâle el meleu : dediler, ileri gelenler, din adamları
ellezine kefer : hakikatleri örten kimseler, kabul etmeyen,
min kavmi-hi : onun kavminden
mâ nerâ-ke : biz, seni görmüyoruz,
illa beşer mislina : beşer, benzer, bizim gibi
ve mâ nerâ-ke : görmüyoruz, seni,
ittebea ke : takip eden, uyan, izleyen, sen,
illâ ellezîne hum erazilu na : o kimselerden başka, zayıf, aciz, düşük, biz
Badiye el reyi : düşük olan, basit olan, görüş,
ve mâ nerâ lekum aleyna : görmüyoruz, sizi, sizin için, bizim
min fadlin : bir ihsan, üstün, erdemli, fazilet, lütuf
Bel nezunnu kum : bilakis, hayır, zannetme, sanma, siz,
kazibin : yalanlayan, yalancı, yalanlarda kalan

 

27- Onun kavminden, hakikatleri kabul etmeyenlerden ileri gelenler dediler ki: Biz seni bizim gibi bir beşerden başka bir şey görmüyoruz ve seni izleyenlerin de aciz, zayıf olan, düşük tabakalarda olan, basit görüşlü kimselerden başkası olduğunu da görmüyoruz ve senin bize karşı bir erdemlilik içinde olduğunu da görmüyoruz. Bilakis senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.

 

-28-

   قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّيَ وَآتَانِي رَحْمَةً مِّنْ عِندِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنتُمْ لَهَا كَارِهُونَ

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî rahmeten min indihî fe ummiyet aleykum e nulzimukumûhâ ve entum lehâ kârihûn

Kâle ya kavmi : dedi, ey kavmim,
e reeytum : görmiyecek misiniz, görüşünüz mü, görmek, sizin,
İn kuntum : eğer ben isem,
Ala beyyinetin min rabbi : apaçık delilleri üzere,  Rabbimin
ve ata ni rahmeten : sundu, bana verdi, rahmet, o rahmet üzere
min indi-hî : ona ait, katından
fe ummiyet aleykum : sonra, gizli tutuldu, saklandı, bilinmeyen, size
E nulzimu kum hâ : elzem, gerekli, tamamlamak, size, onu
ve entum leha kerihun : siz, onu, kerih, küçük görme, nefret, aşağılama

 

28- Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimin apaçık delilleri üzereysem ve ben O’na ait rahmet üzereysem, sonra sizin bilemediğiniz o hakikatleri size anlatacaksam, siz bunları görmeyecek misiniz? Sizler o konulara nefretle mi bakacaksınız?

-29-

وَيَا قَوْمِ لا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالاً إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ وَمَآ أَنَاْ بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَلَكِنِّيَ أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ

Ve yâ kavmi lâ eselukum aleyhi mâlâ in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn

ve yâ kavmi la eselu kum : ey kavmim, istemiyorum, sizden
Aleyhi malen : ona karşılık, onun için, mal, çıkar, karşılık,
İn erciye illâ ala Allah : eğer karşılık, sadece, ancak, Allah
ve mâ ene bi taridi : değil, olmam, ben değilim, uzaklaştıran, kovan
ellezîne amenû : iman edenler, inananlar
innehum mulaku : muhakkak onlar, ulaşmak, anlamak, kavuşmak, tevhid,
rabb him : rab, vücudlandıran, onlar, kendilerini
ve lâkin ni era kum : fakat, lakin, ben, görüyorum, sizi,
Kavmen techelûne : kavim, topluluk, siz cahillik ediyorsunuz

 

29- Ey kavmim! Ben sizden bir karşılık da istemiyorum. Karşılık sadece Allah’tandır ve ben iman edenleri kovacak da değilim. Muhakkak ki onlar kendilerini vücudlandıranı anlamak isteyen kimselerdir. Fakat ben sizleri bir cehalet içinde görüyorum.

 

-30-

   وَيَا قَوْمِ مَن يَنصُرُنِي مِنَ اللّهِ إِن طَرَدتُّهُمْ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ

Ve yâ kavmi men yansurunî minallâhi in taredtuhum e fe lâ tezekkerûn

ve yâ kavmi : ey kavmim
men yansuru ni : kim, kimse, yardım isteyen, ben,
min Allâh in taredtu hum : Allah, eğer, nasıl, uzaklaştırma, kovma, onlar
e fe lâ tezekkerûne : tezekkür etmez misiniz? Ulaştığı hakikatlerle bakmak

 

30- Ey kavmim! Benden yardım isteyen kimseleri Allah yolundan nasıl kovabilirim. Öyleyse hâlâ hakikatleri düşünüp, ulaştığınız hakikatlerle bu âleme bakmaz mısınız?

 

-31-

وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ وَلاَ أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَن يُؤْتِيَهُمُ اللّهُ خَيْرًا اللّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنفُسِهِمْ إِنِّي إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ

Ve lâ ekûlu lekum indî hazâinullâhi ve lâ alemul gaybe ve lâ ekûlu innî melekun ve lâ ekûlu lillezîne tezderî ayunukum len yutiyehumullâhu hayrâ allâhu a’lemu bimâ fî enfusihim innî izen le minez zâlimîn

ve la ekulu lekum : yok, söyleme, ben demiyorum, size
İndi hazâin Allâh : yanımda, hazine, değerli olan, Allah
ve lâ alemu el gaybe : yok, bilme, alim, gayb, görünmeyen bilinmeyen
ve lâ ekûlu inni melek : yok, söylenme, ben demiyorum, elbette, melek, güç
ve lâ ekûlu : yok, söylemem, demiyorum,
li ellezi tezderi : o kimseler, hakir görme, aşağı görme,
ayunu-kum : aynı olan, bir olan, eşit, gözler, siz,
len yutiyehum : asla, olmaz, verme, sunma, onlar,
Allâh hayren : Allah, hayırlı, faydalı,
Allâh alemu : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
bima fi enfus him : şeyler, sebebiyle, enfus, içalem, siret, onlar
İnni izen : ben, o zaman,
le min el zalimin : zalimlerden olurum, haksızlık,

 

31- Ben size Allah’ın hazineleri yanımda demiyorum ve görünmeyen bilinmeyen âlemi de bilmem ve ben size bir güç sahibiyim de demiyorum. Aynı sizin gibi bir insan olan o kimseler için hakir görecek sözler de söylemem. Allah onlara hayırlar vermez de diyemem, bilirim ki Allah siretlerdeki ilmin sahibidir. Eğer bunları söylemesem, elbette zalimlerden olurum.

 

-32-

قَالُواْ يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ

Kâlû yâ nûhu kad câdeltenâ fe ekserte cidâlenâ fetinâ bi mâ teidunâ in kunte mines sâdikîn

Kâlû ya Nuh : dediler, ey Nuh, oldu,
kad cadelte na : mücadele, tartışma, gayret, sen, biz
Fe ekserte cidale na : öyle ki, çok oldun, ileri gittin, sen, tartışma, biz,
Feti na bima teidu na : artık bize getir, göster, şeyler, vaat, sözler, biz
İn kunte min es sâdikîne : eğer, isen, sadıklardan, doğru sözlülerden

 

32- Dediler ki: Ey Nuh! Sen bizimle çok mücadele ettin, öyle ki sen çok gayret ettin. Eğer doğru söylediğini iddia ediyorsan, artık bize söylediğin şeyleri göster.

 

-33-

قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُم بِهِ اللّهُ إِن شَاء وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ

Kâle innemâ yetîkum bihillâhu in şâe ve mâ entum bi mucizîn

Kâle innema yeti kum : dedi, ancak, sadece, getirme, sunma, verme, siz,
Bihi Allâh in şae : onu, Allah, eğer, isteme,
ve mâ entum bi mucizin : değilsiniz, olamazsınız, aciz, güçsüzlük,

 

33- Dedi ki: Eğer hakikatleri anlamak istiyorsanız, Allah’ın size verdiği kendinizdeki şeylere bakın ve siz gücünüzün sahibi de değilsiniz.

 

-34-

  وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Ve lâ yenfeukum nushî in eredtu en ensaha lekum in kânallâhu yurîdu en yugviyekum huve rabbukum ve ileyhi turceûn

ve la yenfeu-kum nushi : yok, fayda, yarar, siz, nasihatim, öğütlerim
İn eredtu : eğer, isteme, dileme,
en ensaha lekum : nasihat etmek, öğüt, size
İn kâne Allâh yuridu : eğer, oldu, Allah, dilerse, isterse
en yugviye-kum : azma, sapmayı, hakikatlerden uzaklaşma, siz
Huve rabb kum : o, rabbiniz
ve ileyhi turceun : ona, döndürüleceksiniz

 

34- Sizlere öğüt vermek istesem de, sizler Allah’ın hakikatlerinden saptıkça o öğütlerimin size bir faydası olmaz. Sizi vücudlandıran O’dur ve O’na döndürüleceksiniz.

 

-35-

 أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تُجْرَمُونَ

Em yekûlûnefterâh kul iniftereytuhu fe aleyye icrâmî ve ene berîun mimmâ tucrimûn

Em yekulune ifterahu : yoksa, söylüyorlar, uydurdu, o hakikatleri
Kul in iftereytu-hu : söyle, de, eğer onu uydurduysam
fe aleyye icrami : o zaman benim üzerimdedir, bana aittir, sucum,
ve ene beriun : ben, uzağım, beri olmak,
mimma tucrimun : şeyler, suç, günah, fenalardan

 

35- O hakikatleri uydurduğunu mu söylüyorlar. De ki: Eğer onları uydurduysam, o zaman benim suçum bana aittir ve ben sizin fena hâllerinizden uzağım.

 

-36-

   وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلاَّ مَن قَدْ آمَنَ فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ

Ve ûhiye ilâ nûhın ennehu len yumine min kavmike illâ men kad âmene fe lâ tebteis bi mâ kânû yefalûn

ve ûhiye ila nuh : açıkça sunuldu, ortaya çıktı, vahyedildi, Nuh,
enne-hu len yumine : doğrusu, muhakkak o, asla inanmazlar
min kavmi-ke : senin kavminden
İllâ men kad amene : ancak, hariç, kim, kimse, oldu, iman eden, inanan
fe lâ tebteis : artık, üzülme, ümitsiz olma,
bima kanu yefalun : şeyler sebebiyle, yatıkları

 

36- Nuh’a bildirildi: Doğrusu o hakikatlere inanan kimselerin dışındakiler asla inanmazlar. Artık sen, onların yaptıkları şeyler sebebiyle umutsuzluğa düşme.

 

-37-

وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلاَ تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ

Vasnaıl fulke bi ayuninâ ve vahyinâ ve lâ tuhâtıbnî fîllezîne zalemû innehum mugrekûn

Ve esnaa : yapmak, oluşturmak,
fulke : sonsuzluk, yol alma, gemi,
bi ayuni na : ayniyet, birlik, bakış, seyir, bizim
ve vahyi-na : vahyimizle
ve lâ tu hatıb-nî : yok, hitap etmek, seslenmek, ben
fi ellezine zalemu : için, o kimseler, zulmedenler
inne-hum mugrekune : dorusu onlar, boğulanlar, kendi cehaletinde boğulan

 

37- Birliğimiz içinde, vahyimizle yol al ve her varlıktan Benden başka seslenen olmadığını bil. Zalim kimseler ise, doğrusu onlar kendi cehaletlerinde boğulup giderler.

 

-38-

 وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلأٌ مِّن قَوْمِهِ سَخِرُواْ مِنْهُ قَالَ إِن تَسْخَرُواْ مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ

Ve yasneul fulke ve kullemâ merre aleyhi meleun min kavmihi sehırû minh kâle in tesharû minnâ fe innâ nesharu minkum kemâ tesharûn

ve yasneu el fulke : yapma, çalışma, sonsuzluk, yol alma,
ve kullema : bütün hepsi, her defa, her zaman, hepsi,
mer aleyhi : acı, sert, amansız, ona
Meleun min kavmi-hi : ileri gelen, din adamları, kendi kavminden
Sehırû min hu : alay ettiler, önemsemediler, onunla, o hakikatleri
Kâle in tesharu minna : de, söyle, anlat, eğer, alay ediyorsanız, bizimle
fe inna nesharu : o zaman, biz, alay edeceğiz, önemsememe
minkum kema tesharun : sizinle, gibi, alay etme, önemsememe

 

38- O, hep hakikatlerin yolunda çalıştı. Kavminin ileri gelenlerinin hepsi onunla sert bir şekilde alay ediyorlardı. De ki: Eğer bizi önemsemezseniz, o zaman bizi önemsemediğiniz gibi biz de sizi önemsemeyiz.

 

-39-

   فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ

Fe sevfe ta’lemûne men yetîhi azâbun yuhzîhi ve yehıllu aleyhi azâbun mukîm

fe sevfe talemun : artık yakında, bilirsiniz,
Men yetihi : kim, kimse, ona gelir,
azab yuhzi-hi : azap, sıkıntı, onu alçaltıcı, yazık
ve yehıllu aleyhi : girer, nüfuz eder, dahil olur,
azab mukim : ona, azap, sıkıntı, o halde kalır, ikamet,

 

39- Artık o alçaltıcı azabın kime geleceğini ve kimin o azabın içinde kalacağını yakında bilirsiniz.

 

-40-

حَتَّى إِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ

Hattâ izâ câe emrunâ ve fâret tennûru kulnâhmil fîhâ min kullin zevceynisneyni ve ehleke illâ men sebeka aleyhil kavlu ve men âmene ve mâ âmene meahû illâ kalîl

Hatta iza cae emr na : olunca, o zaman, geldiğinde, işleyiş, hüküm, bizim
ve faret tennûru : öne çıkan, işaret, kaçak, aydınlık, nur saçan, fırın, ocak
Kulnâ ıhmıl fiha : dedik, yükleme, taşımak, aktar, devam, onu, onları
min kullin zevceynineyni : bütün hepsi, eş, tür, aynı yolda olan, cins
ve ehle ke : aileni, ehlini, sana yakın olan,
illa men sebeka : ancak, kim, kimse, önceden
aleyhi el kavlu : onların, üzerinde, söz, söz veren
ve men amene : kimse, kim, iman eden, inanan
ve ma amene : inanmadı,
maehu illa kalil : onunla beraber, sadece, başka, çok az, biraz

 

40- O, bütün varlıktaki işleyişimizi ve nurumuzun her yeri sardığını anladığında, ona bildirdik: Hakikatlerin bilgilerini, seninle aynı yolda olanlara aktar ve önceden hakka uymak için söz veren kimseler ve iman eden kimseler senin ailendir. Fakat sadece çok azı onunla beraber oldu, diğerleri inanmadı.

 

-41-

 وَقَالَ ارْكَبُواْ فِيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve kâlerkebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ inne rabbî le gafûrun rahîm

ve kâle irkebû fiha : dedi, atılmak, girişmek, yol alan, binin, onu, o hakikatleri
bi ismi Allâh : ismi, işaretleriyle, Allah,
mecra ha : suyun akışı, bir yolda gidiş, seyir, ders, o
ve mursâ-hâ : bağlantı, yürürlüğe girmek, alıştırmak, çapa, durmak, onu
İnne rabbi : muhakkak ki, rabbim, beni vücudlandıran,
le gafur : mağfiret eden, temizleyen,
rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

41- O hakikatlerle yol alanlara dedi ki: Allah’ın tüm işaretleriyle sizde olduğunu bilin ve hep O’nun yolunda giderek, hep O’na bağlı olarak hareket edin. Muhakkak ki O, beni vücudlandırandır, mağfiret edendir, rahim olandır.

 

-42-

وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَب مَّعَنَا وَلاَ تَكُن مَّعَ الْكَافِرِينَ

Ve hiye tecrî bihim fî mevcin kel cibâli ve nâdâ nûhunibnehu ve kâne fî ma’zilin yâ buneyyerkeb meanâ ve lâ tekun meal kâfirîn

ve hiye tecri : o, vardır, akar, iletilen, giden, yürütülen,
bihim : onlarla birlikte,
fî mevcin ke : içinde, gel git, idrak, dalga, titreşim,
Ke el cibali : gibi, dağlar, yücelik, büyüklük,
ve nâdâ nuh ibne hu : seslendi, nida etti, Nuh, oğluna
ve kâne fi mazilin : oldu, idi, içinde, tek başına, tecrit, ayrı yer, ayrılık içinde
yâ buneyye irkeb : ey oğlum, atılmak, girişmek, gayretli,
mea na : bizimle beraber
ve lâ tekun mea : olma, beraber, birlikte,
el kafirin : hakikatleri görmemezlikten gelip örten

 

42- O ve onunla birlikte hareket edenler, hakikatlerin idrakinde, bir yücelik içinde ilerlediler. Nuh ayrılıklar içinde kalan oğluna seslendi: Ey oğlum! Gel bizimle beraber ol, hakikatler için gayret göster ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerle beraber olma.

 

-43-

قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ

Kâle seâvî ilâ cebelin yasımunî minel mâ kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim ve hâle beynehumal mevcu fe kâne minel mugrakîn

Kâle se avi : dedi, eşitlemek, denge, beraber, sığınmak,
ila cebel : dağ, yüce
Yasımu ni min el mâi : korur, beni, sudan, ilim,
Kâle la asıme : dedi, yok, koruyan, engel olan, kendini günahtan koruyan
El yevme min emri Allâh : gün, vakit, zaman, iş, hüküm, Allah
İlla men rahime : başka, sadece, kim, rahmet,
ve hâle beynehuma : hal, durum, onların arasına,
el mevc : gelgit, idrak, dalga, titreşim, devir, devre,
Fe kane min el mugrakine : böylece oldu, boğulanlardan, kendi cehaletinde boğulan

 

43- Dedi ki: O yüce olanlarla beraber olurum, onlar ilimleriyle beni korur. Nuh dedi ki: Sen kendini günahlardan koruyamazsın, o vakit Allah’ın her varlıktaki işleyişini anlayamazsın, O’nun rahmetini anlayan kimselerden olamazsın, hakikatleri örtenlerin o gelgit hâllerinde kalırsın. Böylece o kendi cehaletinde boğulanlardan oldu.

 

-44-

وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Ve kîle yâ ardubleî mâeki ve yâ semâu akliî ve gîdal mâu ve kudıyel emru vestevet alal cûdiyyi ve kîle buden lil kavmiz zâlimîn

ve kile ya ardu : denildi, bildirildi, ey, yer, makam, toprak, suret,
iblei mae ki : yut, sindir, anla, su, ilim, sizdeki, kendiniz,
ve ya semau aklii : ey sema, ulvi alem, ulviyet, tut, muhafaza et,
ve gida el mau : ucu, öneri, ipucu, çekildi, su, ilim
ve kudıye el emr : takdir, kada, istek, yerine getirildi, iş, hüküm
ve istevet : yerleşti, durdu, düzenledi, o halde hareket etti,
ala el ciddiy : bir ciddiyet üzere, yüce, sağlam, önemli
Ve kile buden : denildi, bildirildi, uzak olma, uzaklaşma,
li el kavmi el zâlimin : için, kavim, kimseler, zalimler kavmi,

 

44- Bildirildi: Ey o makamlarda olanlar! Kendinizdeki ilmi anlayın. Ey ulvi makamların zevkinde olanlar! İlmi muhafaza edin ve işleyişin takdiri üzere olun, bir ciddiyet içinde hareket edin. Bildirildi: Zalim kimseler için hakikatlerden uzaklaşma vardır.

 

-45-

وَنَادَى نُوحٌ رَّبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ

Ve nâdâ nûhun rabbehu fe kâle rabbi innebnî min ehlî ve inne va’dekel hakku ve ente ahkemul hâkimîn

ve nada Nuh rabbe hu : seslendi, nida etti, Nuh, Rabbine
fe kâle rabbi : böylece, dedi, rabbim,
inne ibni min ehli : muhakkak, oğlum, ailemden
ve inne vade ke el hakk : şüphesiz ki, senin vadin, hak, gerçek,
ve ente ahkem el hakimin : sen, hüküm, yargı, her şeye hükmeden

 

45- Nuh Rabbine nida edip dedi ki: Rabbim! Muhakkak ki oğlum ailemdendir ve muhakkak ki senin vaadin haktır ve sen hükümlerinle her varlıkta hüküm sahibi olansın.

 

-46-

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلاَ تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

Kâle yâ nûhu innehu leyse min ehlik innehu amelun gayru salih fe lâ tes’elni mâ leyse leke bihî ilm innî eızuke en tekûne minel câhilîn

Kâle ya Nuh : dedik, ey Nuh
İnne hu leyse min ehli ke : muhakkak ki o, değildir, senin ailen
inne-hu amel : muhakkak ki o, amel, çalışma, iş,
gayru salih : başka, değil, Salih, iyi çalışmalar,
Fe lâ tesel ni : artık isteme, arama, ben,
Mâ leyse leke bihi ilmun : olmayan, onun hakkında, ilim, bir lim taşımayan,
İnni eizuke : ben, öğüt, tavsiye, arama, bildirme, sana
En tekune min el cahiline : olmamanız için, cahillerden

 

46-  Bildirdik: Ey Nuh! Muhakkak ki o senin ailenden değildir. Elbette onun yaptığı iyi bir amel değildir. Artık bir ilim taşımayan şeyi Bende arama. Cahillerden olmamanız için her varlıktan her an hakikatleri bildiriyorum.

 

-47-

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلاَّ تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُن مِّنَ الْخَاسِرِينَ

Kâle rabbi innî eûzu bike en eseleke mâ leyse lî bihî ilm ve illâ tagfirlî ve terhamnî ekun minel hâsirîn

Kâle rabbi inni euzu bike : dedi, Rabbim, elbette, sana sığınırım
en esele ke : senden istemekten, sual etmek, sorgulamak,
mâ leyse li bihi ilm : olmayan şey, benim, için, onun hakkında, ilim,
ve illa tagfir li : aksi halde, başka, mağfiret et, bana
ve terham-nî : bana rahmet et
Ekun min el hasirin : yoksa, ben olurum, hüsrana uğrayan, kaybeden

 

47- Nuh dedi ki: Rabbim! Bir ilim taşımayan şeyi istemekten sana sığınırım. Mağfiretini anlamayanlardan olursam ve bendeki rahmetini anlayamazsam, ben kaybedenlerden olurum.

 

-48-

قِيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلاَمٍ مِّنَّا وَبَركَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِّمَّن مَّعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ

Kîle yâ nûhuhbıt bi selâmin minnâ ve berekâtin aleyke ve alâ umemin mimmen meâk ve umemun se numettiuhum summe yemessuhum minnâ azâbun elîm

Kile ya Nuh ehbet : denildi, Nuh, koşturma, in, karşılığını vermek, yokluk
bi selamin minna : selametle, esenlik, barış, huzur, bizden
ve berekatin aleyke : bereketlerle, nimet, feyiz, sendeki, üzerindeki, sen
ve ala umemin : ümmetler, topluluk,
minmen meake : olan kimseler, seninle beraber
Ve umemun : ümmet, topluluk,
se numettiu-hum : fayda, yarar, onlar
Summe yumesseu hum : sonra, dokunma, temas etme, hissetme, onlar
Min na azâbun elimun : bizi anlamayan, azap, sıkıntı, acı, elim

 

48- Bildirdik: Ey Nuh! Kendindeki nimetlerimizi anla ve selametimiz üzere ol. Seninle beraber olan topluluklarla birlikte hakikatler için koştur ve o topluluklar faydalı olmak için koştursunlar. Sonra Bizi anlamayanlar elim bir azabın hissiyatında olurlar.

 

-49-

تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ

Tilke min enbâil gaybi nûhîhâ ileyke mâ kunte talemuhâ ente ve lâ kavmuke min kabli hâzâ fasbır innel âkıbete lil muttekîn

Tilke min enbai el gaybi : bunlar, haber, bilgi, bilinmeyen
nûhî-hâ ileyke : bildiriyoruz, onu, vahyediyoruz, sana
mâ kunte talemu ha ente : sen değildin, onu bilen, sen
Ve la kavmu ke : yok, değil, senin kavmin,
min kabl haza : daha önce, bu hakikatler
fe isbır : artık sabret
İnne el akibet : muhakkak ki, akıbet, sonuç,
li el muttekin : için, takva, fanalardan sakınan ortak koşmayan,

 

49- İşte bunlar, hakikatlerini bilmediğin haberler. Onları sana bildiriyoruz. Daha önce bunların hakikatlerini sen ve kavmin bilmiyordu. Bundan sonra sabret. Muhakkak ki fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar için, sonunda değerlere kavuşmak vardır.

 

-50-

 وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ مُفْتَرُونَ

Ve ilâ âdin ehâhum hûdâ kâle yâ kavmi abudu allâh mâ lekum min ilâhin gayruh in entum illâ mufterûn

ve ilâ ad eha hum Hud : Ad, onların kardeşi, Hud
Kale yâ kavmi abud Allah : dedi, ey kavmim, Allah’a kul olun
mâ lekum min ilah gayr hu : sizin için yoktur, ilah, başka, değil, o
in entum illâ mufterun : siz ancak, iftira, asıl şeyler söyleyen, uydurmalar

 

50- Hud, Ad kavmindeki kardeşlerine dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kul olun, sizin için ondan başka bir ilah yoktur. Sizler sadece asılsız şeyler söyleyenlere inanıyorsunuz.

 

-51-

يَا قَوْمِ لا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى الَّذِي فَطَرَنِي أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Yâ kavmi lâ eselukum aleyhi ecrâ in ecriye illâ alellezî fetaranî e fe lâ takılûn

yâ kavmi la eselu kum : ey kavmim, yok, istemek, sizden
Aleyhi ecren : ona karşılık, ücret, ecir, karşılık
in erciye : eğer, karşılık,
illa ellezi fetara ni : ancak, sadece, beni var edene, yaratana
e fe lâ takılûne : hala akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?

 

51- Ey kavmim! Bu anlattıklarıma karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık verecek olan ancak beni yaratandır. Hâlâ akıl etmez misiniz?

 

-52-

وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاء عَلَيْكُم مِّدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلاَ تَتَوَلَّوْاْ مُجْرِمِينَ

Ve yâ kavmistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yursilis semâe aleykum midrâran ve yezidkum kuvveten ilâ kuvvetikum ve lâ tetevellev mucrimîn

ve ya kavmi istagfirû : ey kavmim, mağfiret isteyin
rabbe-kum : Rabbinizin, vücudlandıran, siz,
Summe tubu ileyhi : sonra, tövbe, yaptığı hatadan pişmanlık duyma
yursil es semâe : sunsun, göndersin, ulvi alemin hakikatleri
Aleykum midraran : size, sizin üzerinizde, bolca, arka arkaya,
ve yezid-kum kuvveten : artma, çoğalma, kuvvet, güç,
ilâ kuvveti-kum : sizin gücünüze, kuvvetinize
ve lâ tetevellev : yüz çevirmeyin, dönmeyin,
mucrimin : fenalarda kalmak, suçlu

 

52- Ey kavmim! Yaptığınız hatalardan pişmanlık duyarak bir daha yapmamak üzere tövbe edin. Sizi vücudlandıranın mağfiretini anlayın. Ulvi Âlem’in hakikatleri size ardı ardına sunuluyor. Ancak bu hakikatlerle kuvvetlenin ki kuvvetiniz artsın. Fenalarda kalanlar gibi yüz çeviren olmayın.

 

-53-

قَالُواْ يَا هُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِكِي آلِهَتِنَا عَن قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ

Kâlû yâ hûdu mâ ci’tenâ bibeyyinetin ve mâ nahnu bi târikî âlihetinâ an kavlike ve mâ nahnu leke bi muminîn

Kâlû ya Hud : dediler, ey Hud
mâ cite nâ bi beyyinet : bize getirmedin, apaçık deliller
ve mâ nahnu bi tariki : biz değiliz, olmayız, terk eden
âliheti-nâ an kavli ke : ilahlarımız, senin sözünden dolayı
ve mâ nahnu leke : biz değiliz, olmayız, sana,
bi müminin : emin olan, inanan, güvenen

 

53- Dediler ki: Ey Hud! Sen bize apaçık deliller getirmedin. Biz senin sözlerinden dolayı ilahlarımızı terk edecek değiliz ve biz sana güvenmiyoruz.

 

-54-

إِن نَّقُولُ إِلاَّ اعْتَرَاكَ بَعْضُ آلِهَتِنَا بِسُوَءٍ قَالَ إِنِّي أُشْهِدُ اللّهِ وَاشْهَدُواْ أَنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ

İn nekûlu illâ terâke badu âlihetinâ bi sû kâle innî uşhidullâhe veşhedû ennî berîun mimmâ tuşrikûne

in nekûlu illâ tereka : biz ancak, deriz, söyleriz, değdi, isabet etti, çarptı
Badu âliheti-nâ bi suin : bazı, ilahlarımız, fena, kötülük,
Kale innî eşhedu Allah : dedi, ben, şahit, haran her yerde hazır olan, Allah
ve eşhedû : şahit, her an her yerde hazır olan,
enni beriun : ben, uzak duran, uzağım, beri duran,
mimmâ tuşrikûne : şirk koştuğunuz şeylerden, ortak koşmak,

 

54- Biz ancak deriz ki: Bazı ilahlarımızın kötülüğü seni çarpmış. Hud dedi ki: Ben, her an her yerde hazır olan Allah’a teslim oldum ve ben, her an her yerde olanın yanında, sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.

 

-55-

    مِن دُونِهِ فَكِيدُونِي جَمِيعًا ثُمَّ لاَ تُنظِرُونِ

Min dûnihî fe kîdûnî cemîan summe lâ tunzırûn

min dûni-hi : ondan başka, zanni şeyler,
fe kidu ni cemian : öyleyse, artık, tuzak, hile, yalan, hepsi
Summe lâ tunzırû-ni : sonra, yok, değil, görme, düşünme, bekleme, ben,

 

55- Hepiniz O’nu bırakıp, zanna dayalı şeylere, yalanlara yöneldiniz, sonra da benim gördüklerimi göremediniz.

 

-56-

إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ رَبِّي وَرَبِّكُم مَّا مِن دَآبَّةٍ إِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ inne rabbî alâ sırâtın mustekîm

İnni tevekkeltu : ben, tevekkül, her şeyimle ona teslim oldum
alâ Allâh rabbi : Allah, rabbim, beni vücudlandıran,
ve rabbikum : rabbiniz, sizi vücudlandıran,
ma min dabbet : değil, yoktur, varlık, hareketli olan,
İllâ huve ahızun : başka, ancak, o, tutan, saran,
bi nasıyeti-hâ : onun perçemini, nasiye, vücudun tüm nitelikleri
İnne rabbi : ben, rabbim, beni vücudlandıran,
alâ sırat mustekim : dosdoğru yolu üzereyim

 

56- Ben, tüm varlığımla beni de vücudlandıran ve sizi de vücudlandıran Allah’a teslim oldum. Hiçbir varlık yoktur ki, O onun vücudunu tüm tecellileriyle tutmamış olsun. Ben beni vücudlandıranın dosdoğru yolu üzereyim

 

-57-

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقَدْ أَبْلَغْتُكُم مَّا أُرْسِلْتُ بِهِ إِلَيْكُمْ وَيَسْتَخْلِفُ رَبِّي قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّونَهُ شَيْئًا إِنَّ رَبِّي عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ

Fe in tevellev fe kad eblagtukum mâ ursiltu bihî ileykum ve yestahlifu rabbî kavmen gayrekum ve lâ tedurrûnehu şeyâ inne rabbî alâ kulli şeyin hafîz

fe in tevellev : eğer, dönerseniz, yüz çevirme
Fe kad eblagtu-kum : artık, oldu, tebliğ ettim, açıkladım, size,
ma ursiltu bihi ileykum : şeyleri, hakikatleri, irsal, sunulma, ulaştığım, size
ve yestahlifu rabbi : yerine getirir, ardından gelir, sonra, rabbi
Kavmen gayre-kum : kavim, topluluk, başka, değil, gayrı, siz
ve la tedurrûne hu şeyen : zarar veremezsiniz, onu, bir şey
inne rabb : muhakkak ki, Rabbim
ala kulli şey hafiz : bütün her şey, muhafaza, koruma

 

57- Bundan sonra, eğer hakikatlerden yüz çevirseniz de, ben ulaştığım hakikatleri size apaçık açıkladım. Sizden sonra başka topluluklara da Rabbimin hakikatleri açıklanacak ve onu anlayanlara siz bir zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim bütün her şeyi muhafaza edendir.

 

-58-

  وَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا نَجَّيْنَا هُودًا وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَنَجَّيْنَاهُم مِّنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ

Ve lemmâ câe emrunâ necceynâ hûden vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve necceynâhum min azâbin galîz

ve lemma cae emr na : olduğu zaman, geldi, ortaya çıktı, iş, hüküm, biz
Necceynâ Hud : necat buldu, kurtuluş, biz, Hûd
ve ellezine amenu : iman edenler, inananlar
mea-hu bi rahmet minna : onunla beraber, birlikte, rahmet, bizim
ve necceynâ-hum : necat buldular, kurtuluş, biz, onlar
min azâbin galiz : azaptan, bariz, ağır, şiddetli

 

58- Hûd işleyişin Bize ait olduğunu anladığında, Bizde necat buldu ve onunla birlikte iman edenler rahmetimizi anladılar ve onlar apaçık bir sıkıntının içinden geçip, Bizi anlayıp necat buldular.

 

-59-

وَتِلْكَ عَادٌ جَحَدُواْ بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَعَصَوْاْ رُسُلَهُ وَاتَّبَعُواْ أَمْرَ كُلِّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ

Ve tilke âdun cehadû bi âyâti rabbihim ve asav rusulehu vettebeû emre kulli cebbârin anîd

ve tikle adun cehadu : işte bu, Ad kavmi, inkar etme, reddetme
Bi ayati rabbi-him : ayet, işaret, delil, Rabbi, onları vücudlandıran
ve asav : asi oldular, isyan ettiler,
resul hu : resül, hakikati gösteren, o
ve ittebeu emr : tabi oldular, izleme, iş, hüküm, emir
Kulli cebbârin : hepsi, bütün, zorlayıcı, zorba,
anid : bencillik, inat eden,

 

59- Fakat Ad kavmi, Rabbin ayetlerini reddettiler ve hakikatleri gösterene asi oldular ve hepsi inatla zorbalıklarının hükümlerine tâbi oldular

 

-60-

وَأُتْبِعُواْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلا إِنَّ عَادًا كَفَرُواْ رَبَّهُمْ أَلاَ بُعْدًا لِّعَادٍ قَوْمِ هُودٍ

Ve utbiû fî hâzihid dunyâ laneten ve yevmel kıyâmeh e lâ inne âden keferû rabbehum e lâ buden li âdin kavmi hûd

ve utbiû : tabi olma, izleme, takip etme
Fi hazihi ed dunya : içinde, de, bu, dünya,
lanet : rahmetten uzaklaşma
ve yevme el kıyameti : ölünceye kadar, hakikatlerin ortaya çıktığı gün
e lâ inne ad keferu : olmadı mı, muhakkak, hakikatleri örten
rabbe-hum : Rab’lerini
e lâ buden : öyle değil mi, olmadı mı, uzak olma,
li ad kavmi hud : Ad kavmi, Hud

 

60- Dünyanın zevklerine tâbi oldular ve ölünceye kadar hakikatlerin rahmetinden uzaklaştılar. Onlar Rabbin hakikatlerini görmemezlikten gelip örtenlerden olmadılar mı? Ad kavmi Hud’un sunduğu hakikatlerden uzak durmadı mı?

 

-61-

     وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنشَأَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُّجِيبٌ

Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ kâle yâ kavmi abud allâhe mâ lekum min ilâhin gayruh huve enşeekum minel ardı vestamerekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh inne rabbî karîbun mucîb

ve ilâ semûd eha hum salih : Semud kavmine, onların kardeşi, Salih
Kâle ya kavmi abud Allah : dedi, ey kavmim, kul olma, Allah
ma lekum min ilah gayru hu : sizin için yoktur, değildir, bir ilah, ondan başka
Huve enşee-kum min el ard : o, inşa, vücudlandırma, sizi, yeryüzü, toprak
ve istamere-kum fiha : size imar ettirdi, donanım,  orada
fe istâgfirû-hu : mağfiret isteyin, o
Summe tubu ileyhi : sonra, tövbe, ona
İnne rabbi : muhakkak, rabbim, sizi vücudlndıran,
karibun mucib : yakın olma, birlik, icabet eden, her an birlikte olan,

 

61- Semud kavmine de kardeşleri Salih dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kul olun. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. O’dur sizi yeryüzünde vücudlandıran ve orada sizi sıfatlandıran. Artık yaptığınız hatalardan pişmanlık duyarak, bir daha yapmamak üzere tövbe edin, sizi vücudlandıranın mağfiretini anlayın. Muhakkak ki sizi vücudlandıran her an sizinle olandır.

 

-62-

   قَالُواْ يَا صَالِحُ قَدْ كُنتَ فِينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هَذَا أَتَنْهَانَا أَن نَّعْبُدَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا وَإِنَّنَا لَفِي شَكٍّ مِّمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ

Kâlû yâ sâlihu kad kunte fînâ mercuvven kable hâzâ e tenhânâ en nabude mâ yabudu âbâunâ ve innenâ le fî şekkin mimmâ tedûnâ ileyhi murîb

Kalu ya Salih  : dediler, ey Salih
Kad kunte fina : oldu, seni, içimizde, aramızda
Mercuvven : iyi olan kimse, ümit beslenen kimse, ümitli olmak
kabl haza : önce, bu, şu, önceden,
e tenhâ na en nabude : men etme, yasaklama, kul olduklarımız, tapma,
mâ yabudu abau na : kul olduğumuz şeyler, tapmak, atalarımız
ve inne-nâ le fi şekk : doğrusu, muhakkak ki biz, elbette, şüphe içinde
mimmâ teda na : şeyler, bizi davet etmek, biz, çağırmak,
ileyhi murib : ona, şüphe edilen, tereddüt

 

62- Dediler ki: Ey Salih! Önceden sen aramızdayken senden çok ümitliydik. Şimdi sen, atalarımızın kulluk ettiği şeylere bizim kul olmamızı yasaklıyor musun? Doğrusu biz, elbette bir şüphe içindeyiz, bizi davet ettiğin şey hakkında tereddüt içindeyiz.

 

-63-

قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَى بَيِّنَةً مِّن رَّبِّي وَآتَانِي مِنْهُ رَحْمَةً فَمَن يَنصُرُنِي مِنَ اللّهِ إِنْ عَصَيْتُهُ فَمَا تَزِيدُونَنِي غَيْرَ تَخْسِيرٍ

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî minhu rahmeten fe men yansurunî minallâhi in asaytuhu fe mâ tezîdûnenî gayre tahsîr

Kâle ya kavmi : dedi, ey kavmim,
e reeytum : görmeyecek misiniz? Görmez misiniz?
İn kuntum ala beyyinetin : eğer ben isem, apaçık deliller üzere
min rabbi : Rabbimin
ve âtâ-ni minhu rahmet : bana verdi, sundu, rahmet,
Fe men yansuru-nî : o zaman, artık, bana yardım eder
min Allâh in asaytu hu : Allah’tan, Allaha, eğer ona karşı çıkma, isyan
Fe ma tezîdûne nî : o halde, değil, olmaz, artmıyor, yaramıyor, ben
Gayre tahsirin : başka, uzak kalma, uzaklaşma, hasret

 

63- Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimin apaçık delilleri üzereysem ve ben, O’na ait rahmet üzereysem, siz bunları görmeyecek misiniz? Sonra O’na karşı bir cehalete düşersem Allah’tan başka bana yardımcı olacak kimdir? Sonra sizin o hallerinize uyduğumda, haktan uzak kalmaktan başka bir şeyim artmıyor.

 

-64-

   وَيَا قَوْمِ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَرِيبٌ

Ve yâ kavmi hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûhâ tekul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbun karîb

ve yâ kavmi : ve ey kavmim
Hâzihî nakatu Allah : bu, deve, dişi deve, temizlenme, Allah
Lekum ayeten : size, sizin için, ayet, delil, işaret
fe zerû-hâ tekul : serpme, ekme, kültür, onu bırakın, beslenme, yesin,
fî ardı Allâh : yeryüzü, toprak, arz, Allah
ve lâ temessû-hâ : yok, dokunma, temas,
bi suin : kötülük, fenalık,
fe yehuze kum : öyleyse, o zaman, sonra, sizi alır, sarar,
azab karib : sıkıntı, azap, yakın, hemen gelen sıkıntı,

 

64- Ey kavmim! İşte bu Allah’ın size sunduğu dişi deve, sizin için onda ayetler vardır. Artık onu bırakın Allah’ın arzında beslensin ve ona kötülük için temas etmeyin, sonra sizi büyük bir sıkıntı sarıverir.

 

-65-

فَعَقَرُوهَا فَقَالَ تَمَتَّعُواْ فِي دَارِكُمْ ثَلاَثَةَ أَيَّامٍ ذَلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ

Fe akarûhâ fe kâle temetteû fî dârikum selâsete eyyâm zâlike vadun gayru mekzûb

fe akarû-hâ : fakat, onu kestiler,
fe kâle temetteu : sonrada, bunun üzerine dedi, fayda, yarar,
fî dâri-kum : yurd, oda, bulunulan yer,
selasete eyyamin : üç gümlük ömür, hayırlı, güzel, günler, kalan ömür,
Zalike vadun : bu, işte bu, vaad, yerine gelme,
gayru mekzûb : yalanlanmayan, yalan olmayan,

 

65- Fakat onu kestiler. Böylece dedi ki: Bulunduğunuz yerlerde kalan ömrünüzde çıkar peşinde mi oluyorsunuz. Yalan olmayan vaatler yerine gelecektir.

 

-66-

فَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَمِنْ خِزْيِ يَوْمِئِذٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِيُّ الْعَزِيزُ

Fe lemmâ câe emrunâ necceynâ sâlihan vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve min hizyi yevmi iz inne rabbeke huvel kaviyyul azîz

fe lemma cae emr na : böylece, olduğu zaman, iş, hüküm, biz
Neccey nâ Salih : necat buldu, kurtuldu,
Ve ellezine amenu meahu : iman edenler, onunla beraber, birlikte,
bi rahmetin minna : bir rahmetle, bizim, bizden
ve min hizyi yevmi izin : ayıp, utanç, zillet, horluk, o vakit, o zaman
inne rabbe-ke : muhakkak ki, Rabbin, vücudlandıran, sen,
Huve el kaviyy : o, güçlü, kuvvetli, sağasağlam tutan,
el aziz : yüce, tüm değerlerin yüce sahibi

 

 

66- Böylece Salih işleyişin Bize ait olduğunu anladığında Bizde necat buldu ve onunla beraber iman edenler bir rahmet içinde ve o vakit zilletten kurtularak, Bize teslim oldular. Muhakkak ki seni vücudlandıran, tüm varlığı sapasağlam tutan, tüm niteliklerin yüce sahibi olan O’dur.

 

-67-

وَأَخَذَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُواْ فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ

Ve ehazellezîne zalemûs sayhatu fe asbahû fî diyârihim câsimîn

ve ehaze ellezine zalemu : sarar, kuşattı, aldı, cehalete sarılmak, zalimler,
es sayhatu : kudretli ses, kuvvetli ses, ilahi ses,
Fe asbahu : böylece, oldular
fî diyâri-him casimin : yurtlarında, oldukları yerlerde, çömelme, kaybetmiş olan

 

67- Zalimler ise kendi cehaletlerine sarıldılar. O ilahi sesi duyamadılar. Böylece onlar bulundukları yerlerde kaybedenlerden oldular.

 

-68-

كَأَن لَّمْ يَغْنَوْاْ فِيهَا أَلاَ إِنَّ ثَمُودَ كَفرُواْ رَبَّهُمْ أَلاَ بُعْدًا لِّثَمُودَ

Ke en lem yagnev fîhâ e lâ inne semûde keferû rabbehum e lâ buden li semûd

Ke en lem yagnev fiha : gibi, alay etmek, önemsememek, orada
Ela inne semud : olmadılar mı? doğrusu, semud,
kefer : hakikati görmeyen, örten, rab, vücudlandıran,
rabbehum : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri,
e lâ buden li semud : değil mi, öyle, uzaklaşan, uzak olma, Semud için

 

68- Onlar bulundukları yerlerde alay eder gibi davranmadılar mı? Semud kavmi de kendilerini vücudlandıranı görmemezlikten gelen olmadı mı? Semud kavmi de hakikatlerden uzak durmadı mı?

 

– 69-

وَلَقَدْ جَاءتْ رُسُلُنَا إِبْرَاهِيمَ بِالْبُشْرَى قَالُواْ سَلاَمًا قَالَ سَلاَمٌ فَمَا لَبِثَ أَن جَاء بِعِجْلٍ حَنِيذٍ

Ve lekad câet rusulunâ ibrâhîme bil buşrâ kâlû selâmâ kâle selâmun fe mâ lebise en câe bi iclin hanîz

ve lekad caet : andolsun, gerçek şu ki, geldi,
resul na : resul, hakikati gösteren, biz, hakikatimiz,
İbrahim bi el buşra : İbrahim, müjde, sevindirme, umut verme
Kalu selâmen : dediler, selam, barış,
Kâle selamun : dedi, barış, selamet, huzur,
fe mâ lebise : sonrada, çok geçmedi, beklemeden, yakında, hemen
en câe : getirdi, geldi, sundu,
bi acele hanizin : çabuk, hızla, acele, isteme, arayış

 

 

69- Doğrusu hakikatlerimizi gösterenler, İbrahim’e ümit veren haberlerle geldiğinde dediler ki: Barış seninle olsun. İbrahim dedi ki: Barış sizinle olsun. Böylece o hiç beklemeden hızla bir arayışa koyuldu.

 

-70-

   فَلَمَّا رَأَى أَيْدِيَهُمْ لاَ تَصِلُ إِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً قَالُواْ لاَ تَخَفْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمِ لُوطٍ

Fe lemmâ reâ eydiyehum lâ tesilu ileyhi nekirehum ve evcese minhum hîfeh kâlû lâ tehaf innâ ursilnâ ilâ kavmi lût

fe lemma rea : böylece, olduğu zaman, gördü,
eydiye hum : güç, el, onlar
la tesilu ileyhi : girmedi, uzanmadı, meyletmedi, ona,
nekir hum : reddeden, bilinmeyen, uzak duran, onlar
ve evcese minhum hifeten : hissetti, anladı, onlardan, gizli, dikkatli
Kalu la tehaf : dediler, korkma, çekinme
inne-na ursilna : muhakkak ki biz, açığa çıktık, gönderildik, biz
ila kavmi lut : Lut kavmi

 

70- Böylece onların gücünü gördüğünde, onların uzak durduklarına meyletmedi ve dikkatli bir hâlde onları hissetti. Dediler ki: Çekinme, muhakkak ki biz Lut kavmi için açığa çıktık.

 

-71-

وَامْرَأَتُهُ قَآئِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِإِسْحَقَ وَمِن وَرَاء إِسْحَقَ يَعْقُوبَ

Vemreetuhu kâimetun fe dahıket fe beşşernâhâ bi ishâka ve min verâi ishâka yakûb

ve emr etu hu : iş, işleyiş, hüküm, ona ait, o,
kaimetun : diri olan, varlığı diri tutan
fe dahıket : böylece, mutlu oldu, bunun üzerine güldü, huzur buldu,
fe beşşernâ ha bi ishak : sonrada, müjde, ümit verme, sevindirme, İshak
ve min verâi ishak yakub : arkasından, İshak, Yakup

 

71- İbrahim kendindeki işleyişi, tüm varlığı diri tutanı anladı, böylece mutlu oldu. Sonra da ona İshak’ı müjdeledik ve İshak’ın ardından Yakub’u.

 

-72-

  قَالَتْ يَا وَيْلَتَى أَأَلِدُ وَأَنَاْ عَجُوزٌ وَهَذَا بَعْلِي شَيْخًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عَجِيبٌ

Kâlet yâ veyletâ e elidu ve ene ecûzun ve hâzâ ba’lî şeyhâ inne hâzâ le şeyun acîb

Kâlet ya veyleta : dedi, ey, aman, of, hayret, yazık, solmak,
e elid : çetin, amansız, müşküllü, çetin bir yol
ve ene aciz : ben, aciz, güçsüz, ihtiyar
ve hâzâ bali şeyhan : bu, âli kimse, yüce, irfan sahibi, şeyh, lider, ihtiyar
inne hâzâ : doğrusu bu,
le şeyun acib : elbette, şey, şaşırma, harika, hayret veren bir şey

 

72- Dedi ki: Of ki bu çetin bir yoldur, ben acizim, bu bir yücelik, önderlik yoludur. Doğrusu bu elbette hayret veren bir şeydir.

 

-73-

قَالُواْ أَتَعْجَبِينَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ رَحْمَتُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ أَهْلَ الْبَيْتِ إِنَّهُ حَمِيدٌ مَّجِيدٌ

Kâlû e tacebîne min emrillâhi rahmetullâhi ve berekâtuhu aleykum ehlel beyt innehu hamîdun mecîd

Kâlû e tacebine : dediler, şaşırma, şaşkınlık, hayret
min emri Allâh : her işleyiş, hüküm, Allah’ın
rahmetu Allâh : rahmet, Allah’ın
ve berekâtu-hu aleykum : bereketi, nitelik, o, sizdeki
ehle el beyti : sahip, malik, ev halkı, vücudun sahibi
inne-hu hamid : o, niteliklerin sahibi,
mecid : asliyetinin sahibi, zatı ile tutan, yüce olan,

 

73- Dediler ki: Şaşırma, her iş Allah’ındır. Rahmet Allah’ındır ve sizin üzerinizdeki tüm niteliklerin sahibi, vücudun sahibi O’dur. Muhakkak ki O tüm varlıktaki niteliklerin sahibidir, tüm varlığı Zatıyla tutandır.

 

-74-

فَلَمَّا ذَهَبَ عَنْ إِبْرَاهِيمَ الرَّوْعُ وَجَاءتْهُ الْبُشْرَى يُجَادِلُنَا فِي قَوْمِ لُوطٍ

Fe lemmâ zehebe an ibrâhîmer rev’u ve câethul buşra yucâdilunâ fî kavmi lût

fe lemma zehebe : böylece, olduğunda, yok oldu, gitti, kayboldu
an İbrâhim el revu : İbrahim, korkmak,
ve câet hu el buşra : geldi, sundu, o, müjde, sevinme, ümit vermek,
yucadilu na : gayret, mücadele, biz, hakikatlerimiz
fî kavmi lûtın : Lut kavmi,

 

74- Böylece İbrahim’in korkuları kaybolup gidince, Lut kavmiyle hakikatlerimiz hakkında mücadele etti, huzur veren hakikatleri onlara sundu.

 

-75-

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُّنِيبٌ

İnne ibrâhîme le halîmun evvâhun munîb

İnne İbrahim le halim : muhakkak ki, İbrahim, yumuşak huylu, halim olan
Evvâhun munib : imanı sağlam, idraki geniş, hep hakka yönelen

 

 

75- Muhakkak ki İbrahim; yumuşak huylu, imanı sağlam, idraki geniş, hep Hakk’a yönelen bir kimseydi.

 

-76-

يَا إِبْرَاهِيمُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا إِنَّهُ قَدْ جَاء أَمْرُ رَبِّكَ وَإِنَّهُمْ آتِيهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ

Yâ ibrâhîmu arid an hâzâ innehu kad câe emru rabbik ve innehum âtîhim azâbun gayru merdûd

yâ İbrahim arid an haza : ey İbrahim, yüz çevir, vazgeç, uzak dur, o halde olan
inne-hu : muhakkak o,
kad cae emr : oldu, üzere olan, geldi, sunuldu, iş, hüküm, hakikatler
rabb ke : Rabbinin, seni vücudlandıran,
ve inne-hum ati hum : muhakkak onlar, geldi, kaldı, oldu, onlar,
azabun : azap, sıkıntı, müşkül,
gayru merdûdin : değil, çıktı, geri çevrilemez, reddedilemez, dönmez,

 

76- Ey İbrahim! O fenalarda olanların hâllerinden yüz çevir. Muhakkak ki sen, seni  vücudlandıranın o hakikatleri üzeresin. Elbette fenalarda kalanlar, sıkıntıların içinde olsalar da, onlar geri dönmezler.

 

-77-

وَلَمَّا جَاءتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ

Ve lemmâ câet resulunâ lûtan sîe bihim ve dâka bihim zeran ve kâle hâzâ yevmun asîb

ve lemmâ caet : olduğunda, geldi,
resul na Lut : hakikatleri gösteren, biz, hakikatlerimiz, Lut
sie bi-him : üzülme, sıkılma, onlardan dolayı
ve dâka bi-him zeran : onlardan dolayı içi daralıp, telaş, bıkkın
ve kâle haza yevmun : dedi, bu, gün, vakit, zaman,
asib : sıkıntılı, zorlu, meşakkat, kritik

 

 

77- Hakikatlerimizi gösterenler Lut’a geldiğinde, onlardan dolayı içi daraldı ve bir telaş içinde kaldı ve dedi ki: Bu vakit zordur.

 

-78-

  وَجَاءهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ إِلَيْهِ وَمِن قَبْلُ كَانُواْ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ قَالَ يَا قَوْمِ هَؤُلاء بَنَاتِي هُنَّ أَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَلاَ تُخْزُونِ فِي ضَيْفِي أَلَيْسَ مِنكُمْ رَجُلٌ رَّشِيدٌ

Ve câehu kavmuhu yuhreûne ileyhi ve min kablu kânû ya’melûnes seyyiât kâle yâ kavmi hâulâi benâtî hunne etharu lekum fettekullâhe ve lâ tuhzûni fî dayfî e leyse minkum raculun reşîd

ve câe-hu kavmuhu : ona geldi, kavmi, o
Yuhreûne ileyhi : ilerleme, süratle koşma, ona
ve min kablu kanu : önceden, oldu,
yamelûne el seyyiâti : yapmak, çalışma, fena hal, kötülük yapıyorlar
Kâle ya kavmi haulai : dedi, ey kavmim, işte bunlar,
benati : bebek, doğuş, yeni doğuş, irfaniyet,
Hunne etharu lekum : onlari temiz, pak, size, sizin için
fe itteku Allâh : artık, fenalardan sakının Allaha ortak koşmayın
ve lâ tuhzû-ni : yok, rezil, utanma, beni,
fi dayfi : içinde, misafir, değerli olan,
e leyse minkum : değil mi, yok mu? Sizden,
racul reşid : ileri gelen, kâmil kişi, irşat eden, ilerleme,

 

 

78- Önceden beri kötülükler içinde olan kavmi ona geldiğinde, kavmine dedi ki: Ey kavmim! Sizler tertemiz yeni doğuşlardan istifade edin. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve değerlerin içinde rezillikler yapmayın. Sizlerin kâmil kişilerden olmanız daha iyi değil midir?

 

-79-

   قَالُواْ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ

Kâlû lekad alimte mâ lenâ fî benâtike min hakk ve inneke le talemu mâ nurîd

Kâlû lekad alimte ma lena : dediler, andolsun, sen bildin, değil, yok, bizim için
fî benâti-ke : bebek, yeni doğan, doğuş, sen,
min hakkın : hak, gerçek, doğru
ve inne-ke le talemu : muhakkak sen, elbette, biliyorsun,
ma nurid : biz ne isteriz

 

79- Dediler ki: Andolsun ki, yeni doğuşların hakikatleri hakkında biz senden bir şey öğrenen değiliz ve muhakkak ki biz ne isteriz elbette sen biliyorsun.

 

-80-

قَالَ لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ

Kâle lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd

Kâle lev enne : dedi, keşke olsaydı, benim,
li bikum kuvvet : sizi ikna edecek kuvvetim, gücüm,
Ev avi : ya da, konak, sıgınma, himaye,
ila ruknin : nitelik, sıfatlar, destek,
şedid : güçlü biri

 

80- Dedi ki: Keşke benim sizi ikna edecek gücüm olsaydı, ya da nitelikleri bilen, bana destek verecek güçlü biri olsaydı.

 

-81-

 قَالُواْ يَا لُوطُ إِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَن يَصِلُواْ إِلَيْكَ فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِّنَ اللَّيْلِ وَلاَ يَلْتَفِتْ مِنكُمْ أَحَدٌ إِلاَّ امْرَأَتَكَ إِنَّهُ مُصِيبُهَا مَا أَصَابَهُمْ إِنَّ مَوْعِدَهُمُ الصُّبْحُ أَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَرِيبٍ

Kâlû ya lûtu innâ rusulu rabbike len yasilû ileyke fe esri bi ehlike bi kıtın minel leyli ve lâ yeltefit minkum ehadun illemreetek innehu musîbuhâ mâ esâbehum inne mevıdehumus subh e leyses subhu bi karîb

Kâlû ya lut inna resul   : dediler, ey lut, muhakkak, resul, hakikatleri gösteren
rabbi-ke : Rabbinin, seni vücudlandıran,
len yasilu ileyke : asla ulaşamazlar, anlayamazlar, seni
fe esri bi ehli ke : böylece, gece yürü, gafletten çık, ehlinle,
bi kıtın min el leyli : bir kısmında, bir bölüm, gece
ve lâ yeltefit minkum ehadun : geri dönmeyin, sizden biriniz,
illâ emr ete ke : ancak, vardır, sadece, iş, hüküm, anlayan, seninle,
inne-hu musibu ha : muhakkak, o, değen, isabet, sıkıntı, acı, ona
Ma esâbe-hum : değil, sıkıntı da olmaz, onlara isabet etmez
İnne mevıde-hum : muhakkak, vaad, bulundukları yer, sözünde duran,
el subhu : sabah, doğuş, aydınlığın gelişi,
e leyse el subhu : değil mi, sabah, doğuş zamanı, aydınlık,
bi karib : yakınlık

 

 

81- Bildirdik: Ey Lut! Muhakkak ki sen, seni vücudlandıranın hakikatlerini gösterensin. O fenalarda kalanlar seni asla anlayamazlar. Bundan sonra sana uyanlarla karanlıklardan aydınlığa yürüyün ve seninle o işleyişi anlayanlar, sizden biriniz bile geçmiş cehaletine dönmesin. Muhakkak ki o fenalarda kalanlar, sıkıntılarda kalacaklardır. Hakikatleri anlayanlar ise sıkıntılarda olmaz. Muhakkak ki o sözlerinde duranlar aydınlığa ulaşırlar, o aydınlık yakınlık değil midir?

 

-82-

   فَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ مَّنضُودٍ

Fe lemmâ câe emrunâ cealnâ âliyehâ sâfilehâ ve emtarnâ aleyhâ hicâreten min siccîlin mendûd

fe lemma cae emr na : böylece, olduğunda, geldi, iş, hüküm, biz
Cealnâ aliyeha : kıldık, sunduk, yücelik, ona,
safile ha : düşük, sefil, alçak, onu, idraksizlik
ve emtar-na aleyha : rahmet, rahmetimiz, yağdırdık, onlara,
hicaret : taş, taşlaşmış
min sicil mendud  : sert, katı, kalp katılaşmış, üst üste, dizilmiş

 

82- Böylece işleyişin bize ait olduğunu anlayanlar, sunduğumuz o yücelikleri anladılar. Bir idraksizlik içinde olanlar ve rahmetimizi anlayamayanlar ise, onların kalbleri taşlaşmış, katılaştıkça katılaşmıştır.

 

-83-

مُّسَوَّمَةً عِندَ رَبِّكَ وَمَا هِيَ مِنَ الظَّالِمِينَ بِبَعِيدٍ

Musevvemeten inde rabbik ve mâ hiye minez zâlimîne bi baîd

Musevmet : işaretlenmiş, damga, kendine nisbet eden, benlik
inde rabbi ke : katında, ona ait, rabbin, vücudlandıran,
ve ma hiye : değildir, olmadı, yok, o, o kimse,
min el zalimine bi baidin : zalim, kötülük yapan, uzaklaşma, uzak olma,

 

 

83- Onlar Rabbe ait olan nitelikleri kendilerine nisbet etmişlerdir. Zalim olan o kimse, hakikatten uzaklaşmıştır ve hakikati anlayacak değildir.

 

-84-

  وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ

Ve ilâ medyene ehâhum şuaybâ kâle yâ kavmi abud allâhe mâ lekum min ilâhin gayruh ve lâ tenkusûl mikyâle vel mîzâne innî erâkum bi hayrin ve innî ehâfu aleykum azâbe yevmin muhît

ve ilâ medyen : Medyen kavmine, halkına,
ehahum şuayb : onların kardeşleri, Şuayb
Kale yâ kavmi abud Allah : dedi, ey kavmim, kul olmak, Allah
Me lekum min ilâhin gayru hu : yok, değil, bir ilah, başka, gayrı, o
ve lâ tenkusu el miyale : eksiltmeyin, eksik tutmayın, ölçek
ve el mizâne : tartı, mizan
İnni era kum : ben, görmek, siz
bi hayrin : mal mülk peşinde, bolluk, varlık, fayda, yarar,
ve inni ehafu : ben, korkma, çekinme,
aleykum azab : size, azap, sıkıntı,
yevmin muhitin : her an, ihata eden, kuşatan, saran

 

84- Medyen kavmine kardeşleri Şuayb dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kul olun, sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizleri hep mal mülk peşinde görüyorum ve ben, her an sizleri kuşatacak sıkıntılardan da korkuyorum.

 

-85-

 وَيَا قَوْمِ أَوْفُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ

Ve yâ kavmi evfûl mikyâle vel mîzâne bil kıstı ve lâ tebhasûn nâse eşyâehum ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn

ve yâ kavmi evfu : ey kavmim, ifa edin, yapın, yerine getirin,
el mikyal : ölçek,
ve el mizane bi el kıst : tartı, mizan, sağlama, adalet, tastamam, dosdoğru
ve la tebhas : yok, eksiltmeyin, küçümseme,
el nas eşya hum : insan, eşya, mal, onlar
ve lâ tasev fi el ard : yok, bozguncu, zarar, karşıklık, fesatlık, yeryüzü,
mufsidin : fesat çıkaran, fasık olan, ikilik çıkaran, bozguncu,

 

85- Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tam olarak yerine getirin ve insanların mallarının karşılığını eksik vermeyin, çalmayın ve yeryüzünde zarar veren olmayın, fesat çıkaran olmayın.

 

-86-

 بَقِيَّةُ اللّهِ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ

Bakıyyetullâhi hayrun lekum in kuntum muminîn ve mâ ene aleykum bi hafîz

bakıyyetu Allâh : kalan, gerisi, bıraktığı, sunduğu, Allah,
hayrun lekum : daha hayırlı, sizin için
İn kuntum muminîne : eğer, olursanız, müminler, inanan, emin olan
ve mâ ene aleykum bi hafiz : ben değilim, sizin üzerinize, koruyan, muhafız

 

86- Eğer müminlerden olursanız, Allah’ın size sundukları daha hayırlıdır ve ben sizi koruyacak olan değilim.

 

-87-

 قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ

Kâlû yâ şuaybu e salâtuke temuruke en netruke mâ ya’budu âbâunâ ev en nefale fî emvâlinâ mâ neşâu inneke le entel halîmur reşîd

Kâlû ya şuayb : dediler, ey şuayb
e salâtu-ke te : salât, bağlılık, senin bağlı olduğun mu?
emr ke : iş, işleyiş, hüküm, sen
en netruke : bırakma, terketmemiz,
ma yabudu abau na : kulluk ettiğimiz şey, atalarımız
Ev en nefale : yada, veya, yapmamız
fî emvâli-nâ : mallarımız için, değerler, kutsal değerler,
ma neşau : şey, ne, değil, istediğimiz,
İnne ke le ente el halim : muhakkak ki sen, yumuşak huylu, iyi huylu
el reşid : irşad eden, hakikatleri açıklayan, aydınlat,

 

 

87- Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın kulluk ettiği şeyleri bırakmamızı, senin bağlı olduğun mu sana hükmediyor? Ya da kutsal diye bildiğimiz değerlerimiz için, istediğimiz şeyleri yapmamamızı mı söylüyor? Muhakkak ki sen iyi huylusun, bizi aydınlat.

 

-88-

قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىَ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve rezekanî minhu rızkan hasenâ ve mâ urîdu en uhâlifekum ilâ mâ enhâkum anh in urîdu illel ıslâha mestetatu ve mâ tevfîkî illâ billâh aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb

Kâle ya kavmi : dedi, ey kavmim,
e reeytum in kuntu : bu mu, ne, görüşünüz, eğer, ben isem
ala beyyinetin min rabbi : apaçık delillerle, delil üzerinde, rabbimin
ve rezek ni minhu : beni rızıklandırdı, kendinden, ondan,
rızkan hasen : rızk, nimet, sıfat, güzel,
ve ma uridu : istemiyorum,
en uhalife kum : ayrılık, karşı çıkma, size
ilâ mâ enha kum : sadece, değil, yasak, karşı çıkma,
anhu in uridu : onu, ondan, tanıma, istek,
İlla el ıslaha : sadece, ancak, temizlenme, düzelme,
ma istetatu : ne, şey, istidat, gücü, gücü kadar
ve tevfiki ma ila bi Allah : muvaffak olmam, başarım, değil, şey, ancak, Allah
Aleyhi tevekkeltu : ona, tevekkül, tüm varlığımla ona aitim,
ve ileyhi unib : ona, yönelme

 

88- Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben, Rabbimin apaçık delilleri üzereysem ve O’nun güzel nimetleriyle ben nimetlendiysem, siz bunları görmeyecek misiniz? Ben sizlerin ayrılıklarda olmanızı istemiyorum. Benim istediğim sadece O’nu tanımanız ve O’na karşı varlık isnat etmemenizdir. Ben sadece gücümün yettiğince düzelmeye çalışıyorum. Beni Allah’tan başkası başarıya ulaştıramaz, tüm varlığımla O’na aidim ve O’na yöneldim.

 

-89-

  وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ

Ve yâ kavmi lâ yecrimennekum şikâkî en yusîbekum mislu mâ esâbe kavme nûhin ev kavme hûdin ev kavme sâlih ve mâ kavmu lûtin minkum bi baîd

ve yâ kavmi : ey kavmim,
la yecrimen kum : olmasın, yok, suç, fenalık, isabet, siz
Şikaki en yusibe kum : ayrılık, bölünme, isabet, o hale düşme, size
Mislu ma esabe : benzer, aynı, şey, değil, ne, isabet,
kavme nûhin : Nuh kavmi
Ev kavme hûdin : ya da, Hud kavmi
Ve kavme sâlihın : ya da, Salih kavmi
Ve ma kavmu lûtin : değil, Lut kavmi
min-kum bi baidin : sizden, uzaklaşma, uzak,

 

89- Ey kavmim! Sizler fenalarda olmayın. Sizler, Nuh kavminin, ya da Hud kavminin ya da Salih’in kavminin kaldığı gibi ayrılıklarda kalmayın. Lut kavmi henüz sizden uzak değildir.

 

-90-

وَاسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ

Vestagfirû rabbekum summe tûbû ileyh inne rabbî rahîmun vedûd

ve istagfirû rabbe kum : mağfiret, temizlenmek, rabbiniz
Summe tube ileyhi : sonra, tövbe, ondan
İnne rabbi rahim : muhakkak ki, rabbim, rahim, varlığı özünden var eden
vedud : şevkatli, samimi, sevgiyle,

 

90- Yaptığınız hatalardan pişmanlık duyarak bir daha yapmamak üzere tövbe edin, Rabbinizin mağfiretini anlayın. Muhakkak ki Rabbim, tüm varlığı şefkatiyle özünden var edendir.

 

-91-

قَالُواْ يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِّمَّا تَقُولُ وَإِنَّا لَنَرَاكَ فِينَا ضَعِيفًا وَلَوْلاَ رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا أَنتَ عَلَيْنَا بِعَزِيزٍ

Kâlû yâ Şuaybu mâ nefkahu kesîren mimmâ tekûlu ve innâ le nerâke fînâ daîfâ ve lev lâ rehtuke le recemnâke ve mâ ente aleynâ bi azîz

Kâlû ya şuayb : dediler, ey şuayb
mâ nefkahu kesiran : fıkıh edemedik, anlayamadık, idrak edemedik, çoğu
min mâ tekûlu : söylediğin şeyler
Ve inna le nerâ-ke : biz, elbette, cidden seni görüyoruz
fî-nâ daifen : içimizde, zayıf bir halde
ve lev lâ rehtu ke : olmasaydı, grup, az sayıda olan, senin
le recemnâ-ke : elbette, kovma, uzaklaştırma, taşlama, sen
ve mâ ente aleyna : değil, sen, bize karşı,
bi aziz : üstün, yüce olan, irfan sahibi

 

91- Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söylediğin şeylerin çoğunu biz anlayamadık. Sen bizim içimizde zayıf bir hâlde olansın ve eğer senin gurubun az olmasaydı elbette seni kovardık ve sen bizden daha yüce değilsin.

 

-92-

قَالَ يَا قَوْمِ أَرَهْطِي أَعَزُّ عَلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءكُمْ ظِهْرِيًّا إِنَّ رَبِّي بِمَا تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ

Kâle yâ kavmi e rahtî eazzu aleykum minallâh vettehaztumûhu verâekum zıhriyyâ inne rabbî bi mâ tamelûne muhît

Kâle ya kavmi : dedi, ey kavmim,
e rahti eazzu : mi, grup, arkadaş, daha aziz, yüce, sevgi
Aleykum min Allâh : size, Allah’tan
ve ittehaztumû-hu : onu edindiniz, kabul ettiniz, öyle yaptınız
verâe-kum zıhriyyen : arkanıza, geçmişi, siz, arkaya bırakmak, gerisi
İnne rabbi : muhakkak, rabbim,
bima tamelûne muhit : yaptığınız şeyler, çevre, ihata, kuşatan,

 

92- Dedi ki: Ey kavmim! Benim arkadaşlarım sevgi dolu kişilerdir. Size Allah’ı anlatmaya çalışıyorlar ve siz, geçmişinizden gelen o cehalet bildiklerinize sarıldınız. Muhakkak ki Rabbim yaptığınız şeyleri kuşatandır.

 

-93-

وَيَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُواْ إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ

Ve yâ kavmi amelû alâ mekânetikum innî âmil sevfe talemûne men yetîhi azâbun yuhzîhi ve men huve kâzib vertekibû innî meakum rakîb

ve yâ kavmi amelû : ey kavmim, yapın, çalışma, gayret göstermek,
alâ mekâneti kum : yüce, bulunduğunuz yerde, siz yapacağınız şeyi
İnni amilun : ben, amel eden, çalışan, yapan
sevfe talemûne : yakında bileceksiniz, bilirsiniz
Men yetihi : kim, kime, gelir, o
azabun yuhzihi : azap, sıkıntı, alçaltan, o
ve men huve kezibun : kim, kimdir, o, yalancı, yalanda kalan,
ve irtekibû : gözlemleyin, ileri bakın, bekleyin
İnni meakum rakib : ben, sizinle beraber, bekleyen, gözetleyen

 

93- Ey kavmim! Bulunduğunuz yerlerde hakikatleri anlamak için gayret gösterin. Ben de gayret göstermekteyim. O alçaltıcı azap kime gelecektir ve o yalanlarda kalan kimdir yakında bileceksiniz. Gözlemleyin, ben de sizinle beraber gözlemlemekteyim.

 

-94-

 وَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مَّنَّا وَأَخَذَتِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُواْ فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ

Ve lemmâ câe emrunâ necceynâ şuayben vellezîne âmenû meahu bi rahmetin minnâ ve ehazetillezîne zalemûssayhatu fe asbahû fî diyârihim câsimîn

ve lemma cae emr na : olduğunda, geldi, anladı, iş, hüküm, biz
Necceynâ şuayb : necat buldu, biz, kurtardık, şuayb
ve ellezine amenû : iman edenler
mea-hu bi rahmet minna : onunla beraber, rahmet, bizden
ve ehazet ellezine zalemu : sardı, kuşattı, o halde kaldılar, zulmedenler
es sayhatu : kudretli ses, sayha, ilahi ses,
fe asbaha fi diyari him : böylece oldular, diyarlarında, bulundukları yerde
câsimîne : çömelme, kaybeden, teslim olan

 

94- Şuayb işleyişin Bize ait olduğunu anladığında, Bizde necat buldu ve onunla beraber iman edenler rahmetimizi anladılar. Zalimler ise kendi cehaletlerine sarıldılar. O ilahi sesi duyamadılar. Böylece onlar bulundukları yerlerde kaybedenlerden oldular.

 

-95-

  كَأَن لَّمْ يَغْنَوْاْ فِيهَا أَلاَ بُعْدًا لِّمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ

Keen lem yagnev fîhâ e lâ bu’den li medyene kemâ baıdet semûd

Ke en lem yagnev fiha : gibi, alay etme, önemsememe, orada
e lâ buden li medyen : değil mi, olmadı mı, uzak olma, medyen
Kemâ baıdet semud : gibi, uzak olma, semud

 

95- Onlar bulundukları yerlerde alay eder gibi davranmadılar mı? Medyen kavmi hakikatlerden uzak durmadı mı? Semud kavmi de hakikatlerden uzaklaştı.

 

-96-

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ

Ve lekad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ ve sultânin mubîn

ve lekad : doğrusu, andolsun, gerçek olan şu ki
ersel na Musa : açığa çıkmak, gönderdik, biz, hakikatlerimiz, Musa
bi âyâtinâ : ayetlerimizle, delillerimiz,
ve sultan mubin : delil, hüccet, apaçık

 

96- Doğrusu Musa da, delillerimizle hakikatlerimizi anlatmak için açığa çıktı ve apaçık delillerle hakikatleri açıkladı.

 

-97-

إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُواْ أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ

İlâ firavne ve melâihî fettebeû emre firavn ve mâ emru firavne bi reşîd

ilâ firavne : firavun kibirli olan kimse
ve melai hi : onun ileri gelenlerine, din adamlarına
fe ittebeu emr firavne : fakat, tabi oldular, uydular, hüküm, emir, iş, firavun
ve ma emru firavne : değil, olmaz, şey, ne, firavunun emri, hükümleri,
bi reşid : irşat eden, doğru yol, aydınlatan, hakikati gösteren,

 

97- Firavuna ve onun din adamlarına hakikatleri açıkladı. Fakat onlar firavunun hükümlerine uydular. Firavunun hükümleri hakikatlerin yolunu göstermez.

 

-98-

يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ

Yakdumu kavmehu yevmel kıyameti fe evredehumun nâr ve bisel virdul mevrûd

Yakdumu kavme hu : öne geçecek, ilerde olma, önder, kavmi, o
yevme el kıyameti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, kıyamet, ölüm günü
Fe evrede hum el nar : böylece, götürme, bildirme, girdirme, onlar, ateş
ve bise : kötü, fena,
el vird el mevrude : yer, kaynak, varılan yer, götürdüğü yer,

 

98- Kıyamete giden yolda o kavminin önünde olur. Böylece onları ateşe götürür ve götürdüğü yer ne kötüdür.

 

-99-

وَأُتْبِعُواْ فِي هَذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ

Ve utbiû fî hâzihî la’neten ve yevmel kıyâmeh biser rifdul merfûd

ve utbiu fi hazihi : tâbi oldular, ardından, bu hallerin içinde, böylece,
laneten : rahmetten uzaklaşmak, mahrumiyet, kovulmuş, düşmüş
ve yevme el kıyameti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, diriliş, ölüm günü
Bise el rifdu : kötü, ne kötü, yardım, tamamlama,
el merfud : bağış, yardım, destek

 

 

99- Ve ardından o hâlin içinde rahmetten uzaklaşırlar ve kıyamete giden yolda, onların birbirlerine yardımı ne kötü bir yardımdır.

 

-100-

ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْقُرَى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَآئِمٌ وَحَصِيدٌ

Zâlike min enbâil kurâ nekussuhu aleyke minhâ kâimun ve hasîd

Zâlike min enbai : işte bu, haberi bildirme,
el kura : belde, köy, bulundukları yer
nekussu-hu aleyke  : anlatma, kıssa, o, sana,
Minha kaimun : ondan, ayakta kalan, anladı,
ve hasîdun : devrilip giden, yok olan, anlamadı, hasedlik,

 

100- İşte, onların bulundukları yerdeki o kıssalarını sana bildiriyoruz. Onların kimi hakikatleri anladı ve kimileri hasetlik içinde kalıp anlayamadı.

 

-101-

وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِن ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ مِن شَيْءٍ لِّمَّا جَاء أَمْرُ رَبِّكَ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ

Ve mâ zalemnâhum ve lâkin zalemû enfusehum fe mâ agnet anhum âlihetuhumulletî yedûne min dûnillâhi min şeyin lemmâ câe emru rabbik ve mâ zâdûhum gayre tetbîb

ve mâ zalemnâ-hum : biz onlara zulmetmedik, kötülük, haksızlık,
ve lâkin zalemu enfus hum : lakin, zulmettiler, neslerine, kendilerine
Fe mâ agnet : böylece, gani olmadı, hakikatlerin zenginliğine ulaşamadı
Anhum âlihetu-hum : onlara, onların ilâhları
elletî yedûne : yöneldikleri, isteme, dua
min dûni Allah min şey : Allah’tan başka, bir şey
lemmâ câe : geldiğinde, sunulduğunda,
emru rabbi ke : geldiğinde, iş, hüküm, rabbinden
ve mâ zadu hum : değil, artma, onlar,
gayr tetbib : başka, hüsran, ziyan, kayıp

 

 

101- Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendilerine zulmettiler. Onlara her varlıktaki Rabbin işleyiş hakikati sunulduğunda, onlar Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylere yöneldiler, onlar edindikleri ilahlar yüzünden hakikatlerin zenginliğine ulaşamadılar ve onların hüsranlarından başka şeyleri artmadı.

 

-102-

وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ

Ve kezâlike ahzu rabbike izâ ehazel kurâ ve hiye zâlimeh inne ahzehû elîmun şedîd

ve kezalike ahzu rabbike : böylece, aldı, o hal, kalma, sardı, rabbin
İzâ ehaze el kura : olduğu zaman, aldı, o hal, yakaladı, sardı, belde, ülke,
Ve hiye zâlimetun : o, zalimler, zülmedenler
İnne ahze hu : muhakkak, yakalama, sarma, o,
elim şedid : acı, şiddet, daha fazla

 

102- İşte, Rabbini anlayamayanlar bulundukları yerlerde o halde kalırlar ve o zalimler muhakkak ki güçlü sıkıntılara yakalanırlar.

 

-103-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّمَنْ خَافَ عَذَابَ الآخِرَةِ ذَلِكَ يَوْمٌ مَّجْمُوعٌ لَّهُ النَّاسُ وَذَلِكَ يَوْمٌ مَّشْهُودٌ

İnne fî zâlike le âyeten li men hâfe azâbel âhıreh zâlike yevmun mecmûun lehun nâsu ve zâlike yevmun meşhûd

İnne fi zalike : muhakkak, bunların içinde, bunlarda,
le ayeten : elbette, ayet, işaret, delil,
li men hâfe azab : için, kim, korkma, çekinme, azap,
el ahiret : sonunda,
Zalike yevmun mecmûun : işte bu, günü, vakit, toplanma, birlik,
Lehun nas : insanların, insanlar için
Ve zalike yevmun meşhûdun : işte bu, gün, vakit, tanınan, şahadet, idrak etme

 

103- İşte bunların içinde, sonlarından korkan kimseler için işaretler vardır. İşte bunlar, insanların her zaman birlik şuurunda olmaları içindir ve işte bunlar, insanların her zaman hakikatleri idrak etmesi içindir.

 

-104-

وَمَا نُؤَخِّرُهُ إِلاَّ لِأَجَلٍ مَّعْدُودٍ

Ve mâ nuahhıruhû illâ li ecelin madûd

ve mâ nuahhıru-hû : değil, şey, ne, geçiktirme, erteleme, sonraya bırakma, o
İllâ li ecel madud : ancak, için, ecel, vaktin sonu, sayılan, belirli,

 

104- Vaktin sonu geldiğinde o ertelenmez.

 

-105-

يَوْمَ يَأْتِ لاَ تَكَلَّمُ نَفْسٌ إِلاَّ بِإِذْنِهِ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ

Yevme yeti lâ tekellemu nefsun illâ bi iznih fe minhum şakıyyun ve saîd

Yevme yeti : gün, vakit, gelir,
la tekellemu nefsun : yok, konuşmak, kelime, nefs, kimse, kişi,
illa bi izni-hi : ancak, başka, yetkili, icazet, o
Fe minhum şakiy : artık, onlardan, insanlardan, şaki, ikilik,
ve said : mutlu, kutlu, huzurlu, saadetli, yükselmiş

 

105- Gün gelir kişiler konuşmaz olur. Bütün her şeyde yetkili olan sadece O’dur. İnsanlardan bazıları ikilikte kalır ve bazıları ise hakikatleri anlayıp huzur içinde olur.

 

-106-

    فَأَمَّا الَّذِينَ شَقُواْ فَفِي النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ

Fe emmellezîne şekû fe fîn nâri lehum fîhâ zefîrun ve şehîk

fe emma ellezine şaki : artık, işte, ama, şaki, ikilikte kalanlar
Fe fî en nâri lehum : artık, ateş içinde, ateşte, yakıp yıkıcı, onlar
fiha zefir : o hallerde, soluk, hırıltı, öfkeden burnundan soluma
ve şehik : bağırma, anırma

 

 

106- İşte ikilikte kalan kimseler; yakıp yıkıcı hâller içindedirler, onlar öfkeli hâllerinden dolayı hırıltılı bir hâlde soluk alıp verirler ve adeta bağırırlar.

 

-107-

   خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ إِلاَّ مَا شَاء رَبُّكَ إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِّمَا يُرِيدُ

Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu velardu illâ mâ şâe rabbuk inne rabbeke feâlun limâ yurîd

Halidine fiha ma damet : ebedi, devamlılık, orada, sürece, uzun, sonsuz
el semavatu ve el ard : gökler, semalar ve yeryüzü
İlla ma şae rabbu ke : ancak, ne, değil, şey, istek, rabbin
İnne rabbeke : muhakkak, Rabbin,
feal : fail olan, işleyen,
li ma yurid : irade sahibi olan,

 

107- Gökte ve yerde Rabbinin istediğinden başka bir şey açığa çıkmaz. O’nun tecellileri sonsuza kadar devam eder gider. Muhakkak ki Rabbin, tüm varlığın işleyişinde fâil olandır, varoluşta irade sahibi olandır.

 

-108-

 وَأَمَّا الَّذِينَ سُعِدُواْ فَفِي الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ إِلاَّ مَا شَاء رَبُّكَ عَطَاء غَيْرَ مَجْذُوذٍ

Ve emmellezîne suidû fe fîl cenneti hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel ardu illâ mâ şâe rabbuk atâen gayre meczûz

ve emma ellezine said : fakat, ama, saadetli, yükselen, huzurlu olanlar
Fe fi el cenneti halidine : böylece, huzur, cennette, devamlı,
Fiha mâ dâmeti : orada, o halde, sürece, uzun, sonsuzluk,
el semâvâtu ve el ard : gökler, semalar, yeryüzü
İllâ ma şeae rabbuke : başka, hariç, ancak, şey, değil, ne, istek, rabbin
Atâen gayre meczuz : lütuf, verilen, sunulan, bağış, ihsan, olmayan, kesilmeyen

 

108- Gökte ve yerde Rabbinin istediğinden başka bir şey açığa çıkmaz. O’nun tecellileri bir sonsuzluk içindedir. Bu hakikatleri anlayan kimseler huzur bulurlar, devamlı o huzurla hareket ederler. Bu sunulanlar bitmez tükenmez lütuflardır

 

-109-

فَلاَ تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّمَّا يَعْبُدُ هَؤُلاء مَا يَعْبُدُونَ إِلاَّ كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُم مِّن قَبْلُ وَإِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصِيبَهُمْ غَيْرَ مَنقُوصٍ

Fe lâ teku fî miryetin mimmâ yabudu hâulâ mâ yabudûne illâ kemâ yabudu âbâuhum min kabl ve innâ le muveffûhum nasîbehum gayre menkûs

Fe la teku fi miryetin : böylece, artık, yok, olma, sen, kuşku, şüphe içinde
mimmâ yabudu haulai : şeylerden, kul oldukları, taptıkları, onlar, bunlar
mâ yabudûn : şey, ne, değil, kul olan, tapan,
illa kema yabud : ancak, gibi, kul olan, tapan,
âbâu-hum min kablu : onların ataları, önceden
Ve inna le muveffû-hum : biz, elbette, vefa, sevgiyle dostunu arama, onlar
nasibe-hum : onların nasipleri, payları,
gayr menkus : eksiltmeden

 

109- Bundan sonra onların taptıkları şeyler hakkında içinde şüphe kalmasın. Onlar önceden atalarının taptığı gibi sadece öyle tapıyorlar. Elbette onlardan sevgiyle hakikatleri arayanların nasiplerini, onlara eksiltmeden sunuyoruz.

 

-110-

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فِيهِ وَلَوْلاَ كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مُرِيبٍ

Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe fahtulife fîh ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kudiye beynehum ve innehum le fî şekkin minhu murîb

ve lekad ateyna : andolsun, şüphesiz, biz verdik, sunduk, bildirdik,
musa el kitab : Musa, kitap, hakikatlerin sözleri,
Fe ihtulife fihi : fakat, anlaşmazlık, ayrılık, onun hakkında
ve lev lâ kelimetin : yok saydılar, kelimeler,
sebakat : geçti, önde olan, önce gelen,
Min rabbike : rabbinizden, sizi vücudlandıran,
le kudiye beynehum : kada, olan, bitirmek, anlaşamadılar, aralarında
ve inne-hum : doğrusu, onlar
Le fi şekk minhu : içinde, ikilik, şüpheler, tereddüt, onun hakkında
murib : kuşku, endişe verici, şüphelendirici, rahatsız,

 

110- Doğrusu Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. Fakat onlar onun sunduğu hakikatler hakkında ayrılığa düştüler. Önceden beri gelen Rabbine ait kelimeleri yok saydılar, elbette onlar kendi aralarında anlaşamadılar. Doğrusu onlar, o hakikatler hakkında şüpheler içinde kaldılar, hakikatleri endişe verici buldular

 

-111-

  وَإِنَّ كُلاًّ لَّمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ أَعْمَالَهُمْ إِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

Ve inne kullen lemmâ le yuveffiyennehum rabbuke amâlehum innehu bimâ yamelûne habîr

ve inne kull lemma : muhakkak, hepsi, bütün, olduğunda, arayanlar
le yuveffiyenne-hum : elbette, vefalı olan, sevgiyle bağlanan, dostunu arayan
Rabbuke amele hum : Rabbin, vücudlandıran, amel, çalışma, onlar
inne-hu bima yamelun : muhakkak, o, yaptıkları şeylerden,
habir : bildiren, haber veren

 

111- Muhakkak ki onlardan sevgiyle hakikatleri arayanlar, kendilerini vücudlandıranı anlamak için çalışırlar. Muhakkak ki yaptıkları şeylerden onlara hakikatler her an bildirilir.

 

-112-

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْاْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Festekim kemâ umirte ve men tâbe meake ve lâ tatgav innehu bi mâ tamelûne basîr

fe istekim : bundan sonra, istikamet, dosdoğru, hakikatler üzere,
kema emr tu : gibi, işleyiş, hüküm, varlığın işleyişi, sen
ve men tabe mea ke : kim, kimse, tabi olan, seninle beraber
ve lâ tatgav : aşırılık, azgınlık etmeyin
inne-hu bima tamelun basir : muhakkak ki o, şeyler, yaptığınız, gösteren

 

112- Bundan sonra sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle tâbi olan kimselerde öyle olsunlar ve haddi aşmayın. Muhakkak ki O’dur yaptığınız şeylerden hakikatleri gösteren.

 

-113-

وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ

Ve lâ terkenû ilellezîne zalemû fe temessekumun nâru ve mâ lekum min dûnillâhi min evliyâe summe lâ tunsarûn

ve la terkenû : meyletmeyin, eğilmeyin,
ila ellezine zalem : zalim kimseler,
fe temesse-kum : o zaman, size dokunur, temas,
el nar : ateş, yakıp yıkıcı olan,
ve mâ lekum min duni Allah : yok, değil, size, Allah’tan başka
min evliyâ : dost, evliya,
summe la tansurun : sonra, yardımcı da yoktur,

 

113- Zalim olan kimselerin karşısında eğilmeyin, o zaman size de onların hâlleri olan yakıp yıkıcı o hâller temas eder. Allah’tan başka size evliya yoktur, sonra yardımcı da yoktur.

 

-114-

وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِّنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ

Ve ekımis salâte tarafeyin nehâri ve zulefen minel leyl innel hasenâti yuzhibnes seyyiât zâlike zikrâ liz zâkirîn

ve ekımı es salâte : hep salât üzere olun, bağlılık, hakka bağlılık
Tarafey   : iki taraf, iki son, her zaman, sabahtan akşama kadar
nehare : gündüz, aydınlık
ve zulef min el leyli : iki yan, yakınlık, menzil, zülüf, geceden sabaha
inne el hasenat : muhakkak doğruluk, iyiliklerde olan, güzel olan,
yuzhibne : yok eder, bitirir, ortadan kaldırır,
el seyyiâti : fenalar, kötülükler
Zâlike zikra li el zakirin : işte bu, zikre ulaşanlar için zikir, zikredenin zikridir, öğüt

 

114- Gündüz, sabahtan akşama kadar ve gece, akşamdan sabaha kadar, her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin. Muhakkak ki iyilikler kötülükleri bitirir. İşte bu öğüt alanlar için öğüttür.

 

-115-

وَاصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ

Vasbir fe innallâhe lâ yudîu ecrel muhsinîn

ve isbir : sabret
fe inne Allâh la yudiu : muhakkak ki Allah, yok, zayi, kayıp, boşa çıkmak
ecre el muhsinîne : karşılık, ecir, muhsinlerin, iyilikte olan, ihsan eden

 

115- Sabredin. Muhakkak ki Allah iyilik edenlerin karşılıklarını boşa çıkarmaz.

 

-116-

فَلَوْلاَ كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِن قَبْلِكُمْ أُوْلُواْ بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الأَرْضِ إِلاَّ قَلِيلاً مِّمَّنْ أَنجَيْنَا مِنْهُمْ وَاتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مَا أُتْرِفُواْ فِيهِ وَكَانُواْ مُجْرِمِينَ

Fe lev lâ kâne minel kurûni min kablikum ûlû bakıyyetin yenhevne anil fesâdi fil ardı illâ kalîlen mimmen enceynâ minhum vettebeallezîne zalemû mâ utrifû fîhi ve kânû mucrimîn

Fe lev la kane : o zaman, olmasaydı, değil mi, olmaz mıydı?
min el kurun : nesil, asır
min kabli-kum : sizden öncekilerden
ûlû bakıyyetin : yüce, hakikatlerde olan, yücelikte olan, aklı başında
Yenhevne an el fesâdi : men etme, nehy etme, yasak, fesat, arabozuculuk
Fi el ardı illâ kalîlen : yeryüzünde, ancak, pek azı
mimmen enceyna minhum : kimseler, aydınlık, kurtuluş, biz, necat bulunlar, onlardan
ve ittebea ellezine zalemu : tabi oldular, takip, zulmeden kimseler
Ma utrifu fihi : mal mülk, makam şımarıklığı, o halin içinde,
ve kânû mucrimün : oldular, fenalarda kaldılar, suçlu, hünahkar

 

116- Sizlerden önceki nesiller de, o aklı başında olanlardan olup, arabozuculuğu men edenlerden olsalardı olmaz mıydı? Fakat yeryüzünde onlardan ancak pek azı Bizi anlayıp Bizde necat buldular. Zalimler ise, mal, mülk, makam şımarıklığına tabi oldular ve fenalarda kaldılar.

 

-117-

وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرَى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ

Ve mâ kâne rabbuke li yuhlikel kurâ bi zulmin ve ehluhâ muslihûn

ve mâ kâne rabbu ke : olmaz, olmadı, rabbin
li yuhlike el kura : helak edici, yok etme, belde, ülke, bulundukları yer,
bi zulm : zulüm, haksızlık, kötülük,
ve ehlu-ha : halkı, aile, ehli olan,
müslihun : ıslah, düzelme, iyileşme, iyi olma, iyi kimseler,

 

117- Rabbin, bulundukları yerlerde onlara zulmeden, helak eden olmaz. O, halkın iyi kimseler olmasını ister.

 

-118-

وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ

Ve lev şâe rabbuke le cealen nâse ummeten vâhideten ve lâ yezâlûne muhtelifîn

ve lev şae rabbuke : eğer, gerçi, istese de, her ne kadar, rabbin
le ceale el nas : elbette, yaptı, oldu, anlarlar, kıldı, insanlar,
ummeten vahidet : bir ümmet, topluluk, aynı inançta buluşan, tek, bir
ve lâ yezâlûne muhtelif : yok, yine, hala, devam, meyil, farklı, değişik,

 

118- Elbette Rabbin, insanların birliği anlayan bir inançta olmalarını istese de, onlar ayrılıklar içinde olurlar, ikiliği bırakmazlar.

 

-119-

إِلاَّ مَن رَّحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

İllâ men rahime rabbuk ve li zâlike halakahum, ve temmet kelimetu rabbike le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn

İllâ men rahime rabbuke : hariç, ancak, kim, rahmet, rabbin
ve li zalike halaka hum : bunun için, yaratma, halk etme, onlar
ve temmet : tamam, tam olan, tam olarak,
kelimet rabbike : söz, kelime, tecelli, rabbinin, vücudlandıran,
le emle enne : elbette, dolma, kalma, ben
Cehennem : cehennem, cehaletin cehennemi,
min el cinneti : cinnet, deli gibi, çıldırmış,
ve el nasi ecmain : insanlar, hepsi, tümü,

 

119- Ancak Rabbinin rahmetini anlayan kimseler başka. Onlar yaratılışı ve kendilerini vücudlandıranın tecellilerini, tam olarak anlamak için gayret ederler. Elbette Beni anlamayanlar, kendi egolarının deliliğinde olanlar, kendi cehaletlerinin cehenneminde kalırlar ve insanların çoğu bu hâldedir.

 

-120-

    وَكُلاًّ نَّقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاء الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ وَجَاءكَ فِي هَذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ

Ve kullen nakussu aleyke min enbâir rusuli mâ nusebbitu bihî fuâdek ve câeke fî hâzihil hakku ve mevızatun ve zikrâ lil muminîn

ve kullen nakus aleyke : eksiksiz, hepsini, bütün, anlatma, sana
min enbai el resul : haberlerden, resul, hakikati gösteren,
Ma nusebbitu : şey, değil, ne, sabitleştiririz, sağlamlaştırırız
bi-hi fuade ke : onunla, kalbini, idrakini, senin
ve câe-ke fi hazihi : sana geldi, sunuldu, bunların içinde,
el hakk : gerçekler, hakikatler,
ve mevızatun : öğüt, vaaz,
ve zikrâ li el müminin : zikir, anma, hatırlatma, müminler için, eminler

 

120- Hakikatleri gösterenlerin haberlerini sana eksiksiz bildiriyoruz. Onların içindeki hakikatlerle senin idrakin daha da sağlamlaşıyor. Bunların içinden sana hakikatler ve öğütler ve müminler için hatırlatma sunuyoruz.

 

-121-

وَقُل لِّلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنَّا عَامِلُونَ

Ve kul lillezîne lâ yuminûn amelû alâ mekânetikum innâ âmilûn

ve kul li ellezine : anlat, söyle, o kimseler,
la yuminu : yok, inanmak, inanmayan, emin olmayan,
Amelu : amel etmek,
ala mekaneti kum : üzere, için, çalışın, gayret gösterin, yapın, edin,
İnna amilune : bizde çalışmaktayız, gayret, amel edelim,

 

121- İnanmayan kimselere de ki: Siz bildikleriniz üzere amel ediyorsunuz, biz de bildiklerimiz üzere amel ediyoruz.

 

-122-

وَانتَظِرُوا إِنَّا مُنتَظِرُونَ

Ventazır innâ muntazırûn

ve intazırû : gözleyin, gözlemleyin, bekleyin, araştırın,
inna muntazırun : bizde, gözleyen, bekleyen, araştıran,

 

122- Siz de araştırın, biz de araştıralım.

 

-123-

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Ve lillâhi gaybus semâvâti vel ardı ve ileyhi yurceul emru kulluhu fabudhu ve tevekkel aleyh ve mâ rabbuke bi gâfilin ammâ tamelûn

ve li Allâh gaybu : Allah’a ait, görünmeyen bilinmeyen
el semavat ve el ard : gökler, yer
ve ileyhi yurceu : ona, onun, döner durur, sürüp gider,
el emr kull hu : iş, işleyiş, hükümler, o bütün işler,
fe abud hu : böylece, ona kul olun
ve tevekkel aleyhi : tevekkül, tüm varlığınızla ona teslim olun
ve mâ rabbu ke : değil, unutmayın, rabbin, vücudlandıran,
bi gafil : gaflet, unutmak, boş olan, düşüncesiz,
anmâ tamelûne : ne, neler, yaptıklarınızdan, çalışma,

123- Göklerde ve yerde görünmeyen bilinmeyen ne varsa Allah’a aittir ve bütün varlıktaki işleyişi her an döndüren O’dur. Artık O’nun kulu olduğunuzu anlayın ve tüm varlığınızla O’na teslim olun ve ne yaparsanız yapın sizi vücudlandıranı unutmayın.