İSRÂ SÛRESİ

 

-1-

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel mescidil harâmi ilel mescidil aksallezî bâreknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ innehu huves semîul basîr

Subhane ellezi : noksan sıfatlardan münezzeh, zatıyla saran, ki o,
esra : karanlıktan aydınlığa sevk eden, gece yürüyüşü
Bi abdi-hi leylen : kulunu, geceleyin, karanlık, cehaletin karanlığı,
min el mescidi el harami : teslim olunan yer, teslimiyet, kutsal, mukaddes,
ilâ el mescidi el aksa : uzak mescid, en son, nihayet, erişilecek son nokta
Ellezi barekna : mübarek, bereketli kıldık, bereketimiz, nimet, feyz
havle hu : etrafını, çevresini, o
Li Nuriye hu : görmesi için, anlaması için, ona göstermek için,
min ayati-na : ayetlerimiz, işaretlerimiz, delil, hakikatlerimiz,
İnne hu huve el semiu : muhakkak o, işittiren,
el basir : gördürendir, basiret veren,

 

1- Ki O’dur noksan sıfatlardan münezzeh olan. Kulunu; cehaletin karanlığından, hakikatlerin aydınlığına sevk eden, çevresinde olan her şeyde, bereketimizi, işaretlerimizi görmesi için, teslim olunan mukaddes yerden, teslim olunacak son noktaya ulaştıran. Muhakkak ki O’dur işittiren, gördüren.

 

-2-

   وَآتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ أَلاَّ تَتَّخِذُواْ مِن دُونِي وَكِيلاً

Ve âteynâ mûsel kitâbe ve cealnâhu huden li benî isrâîle ellâ tettehızû min dûnî vekîlâ

ve âteyna musa : verdik, sunduk, Musa,
el kitab : kitab, varlık kitabı, hakikatler, yazılı olan,
ve cealnâ-hu : kıldık, eyledik, sunduk, o,
huden : yol gösterici
li beni İsrail : İsrailoğulları, Yakub’un oğulları, hak yolunda olanlar
ellâ tetehız : edinmeyin, sarılmayın,
min duni vekil : ondan başka, haktan başka, vekil, onun tüm işlerine bakan

 

2- Musa, her varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. O, sunduğumuz hakikatlerle, Allah’tan başka vekil edinmeyin, diyerek İsrail oğullarına yol gösterdi.

 

-3-

ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا

Zurriyyete men hamelnâ mea nûh innehu kâne abden şekûrâ

Zurriyyete : zürriyet, nesil,
men hamel na : kim, kimse, taşıma, taşıyan, yük, biz, hakikatlerimiz
Mea Nuh : beraberinde, birlikte, Nuh
inne-hu kane abd : şüphesiz o, oldu, kul,
şekur : şükür, nimetlerin asıl sahibini bilme

 

3- Nuh’la birlikte olanlar, onun neslinden gelenler hakikatlerimizi taşıdılar. Şüphesiz o kendine verilen nimetlerin sahibini bilip teslim eden kullarımızdandı.

 

-4-

وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الأَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَبِيرًا

Ve kadaynâ ilâ benî isrâîle fîl kitâbi le tufsidunne fîl ardı merreteyni ve le talunne uluvven kebîrâ

ve kaday na : tavsiye, yaratmadaki takdir, yerine getirme, biz,
ila beni İsrail : hak yolunda olanlar, yakubun oğulları, İsrail oğulları,
fi el kitabi : içinde, kitapta, varlık kitabı, kâinat kitabı,
le tufsidunne : mutlaka, fesat, bozguncu, arabozucu, fenalık,
fi el ardı merreteyni : yeryüzünde, iki defa, tekrar, kere, hep, ikilik,
ve le talunne : bildirmek, üstün gelme, galip, başarı,
uluv kebir : yüce, üstün, büyük

 

4- İsrail oğullarına; tüm varlığı yaratmadaki takdirimizi anlamalarını, tüm varlık kitabının içindeki hakikatlerle hareket etmelerini, yeryüzünde ikilik çıkarmaktan, fenalıklardan uzak olmalarını ve kendilerini bir yücelik içinde görüp, üstünlük taslamalarından uzak durmalarını bildirdik.

 

-5-

فَإِذَا جَاء وَعْدُ أُولاهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَادًا لَّنَا أُوْلِي بَأْسٍ شَدِيدٍ فَجَاسُواْ خِلاَلَ الدِّيَارِ وَكَانَ وَعْدًا مَّفْعُولاً

Fe izâ câe va’du ûlâhumâ beasnâ aleykum ibâden lenâ ulîbesin şedîdin fe câsû hılâled diyâr ve kâne va’den mefûlâ

Fe iza cae vadu : böylece, geldiğinde, sunmak, yapmak, söz, vade, zaman
Ula huma : ilk, bir, ikisinden birincisi, onlardan biri, ilk, onlar, iki,
Beas nâ aleykum abid : kaldırdık, dirilttik, ortaya çıkardık, size, kendiniz, kullar
Lenâ uli : bizim, ilk, sahip, yüce,
besin şedid : kuvvet, iyi, daha fazla, güçlü, tüm kuvveler,
Fe casu hılale : artık, aradılar, arası, halis,
ed diyari : ev, mekan, yer, bulundukları yer
ve kâne vade : oldu, vaad, yapan, yerine getiren, açığa çıkaran
mefulen : fail olan, işleyen,

 

5- Böylece ikilikten geçip birlik üzere olmalarını, her zaman sunulan hakikatler üzere olmalarını, sizleri kulumuz olarak ortaya çıkardığımızı, tüm kuvvelerin sahibinin Biz olduğumuzu bilmelerini bildirdik. Artık bulunduğunuz yerlerde her şeyin aslını arayın ve fâil olanın, her şeyi açığa çıkaran olduğunu bilin.

 

-6-

  ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَأَمْدَدْنَاكُم بِأَمْوَالٍ وَبَنِينَ وَجَعَلْنَاكُمْ أَكْثَرَ نَفِيرًا

Summe redednâ lekumul kerrete aleyhim ve emdednâkum bi emvâlin ve benîne ve cealnâkum eksere nefîrâ

Summe reded na lekum : sonra, ret, iade, döndürmek, biz, sizi,
el kerrete aleyhim : tekrar, defa, onlara, üzerlerine, kendilerine,
ve emdedna-kum : destekledik, yardım ettik, siz,
bi emval : mallar, sıfatlar, varlık, değerler
ve cealna kum : sunduk, kıldık, yaptık, siz,
ekser : çok, çokluk,
nefire : er, tek kişi, teklik, nefer,

 

6- Sonra da sizler, kendinizde olanları tekrar tekrar anlamaya çalışıp, Bize dönün. Sizi varlığımızla destekledik ve size tekliği çoklukta sunduk.

 

-7-

إِنْ أَحْسَنتُمْ أَحْسَنتُمْ لِأَنفُسِكُمْ وَإِنْ أَسَأْتُمْ فَلَهَا فَإِذَا جَاء وَعْدُ الآخِرَةِ لِيَسُوؤُواْ وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُواْ الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُواْ مَا عَلَوْاْ تَتْبِيرًا

İn ahsentum ahsentum li enfusikum ve in esetum fe lehâ, fe izâ câe va’dul âhıreti li yesûu vucûhekum ve li yedhulûl mescide kemâ dehalûhu evvele merretin ve li yutebbirû mâ alev tetbîrâ

in ahsentum : eğer, iyilik, iyi olan, güzel olan, siz,
ahsentum : iyilik, iyi olan, güzel olan, siz
li enfusi-kum : nefsiniz için, kendinize,
ve in esetum : eğer kötülüklerde olursanız,
fe leha : artık, bundan sonra, böylece, ona, kendinize
fe izâ cae vadu : geldiği zaman, vade, söz, zaman,
el ahiret : sonunda, son, sonra,
li yesûu : fenalarda olmaması için,
vucuhe kum : yüzleriniz, yön, gerçek,
ve li yedhulu : girsinler, dahil olun, içeri,
el mescid : teslim olunan yer, teslimiyet, ayrım yapılmayan yer
Kemâ dehalu hu : gibi, ona dahil olma, girme, gelme, o, hak,
Evvele merretin : ilk, birinci, önce, evvel, defa, kere, ilk kez
ve li yutebbirû : helak etmek, yazık eden,
ma alev : değil, ne, şey, üstün, yüksek,
tetbire : helak etme, mahvetmek, yazık etmek,

 

7- Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz, böylece kendinize etmiş olursunuz. Artık yüzlerinizin fenalarda olmaması için, sonuna kadar sözlerinize uyun. Hakk’tan ilk gelişiniz gibi teslim olunan o yere dahil olun. Kendinize yazık etmemek için üstünlük taslamayın ve kendinize yazık etmeyin.

 

-8-

عَسَى رَبُّكُمْ أَن يَرْحَمَكُمْ وَإِنْ عُدتُّمْ عُدْنَا وَجَعَلْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ حَصِيرًا

Asâ rabbukum en yerhamekum ve in udtum udnâ ve cealnâ cehenneme lil kâfirîne hasîrâ

Asa rabb kum : umulur ki anlarsınız, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
en yerhamekum : rahmet, merhamet, rahimler, özden gelenler, siz
Ve in udtum udna : eğer, döndü, biz döndük, verdik, geri vermek,
ve cealna : kıldık, yaptık, sunduk,
cehennem : yakıp yıkıcı haller, cehaletin cehennemi,
li el kafirine : hakikatleri örtenler, hakikati görmemezlikten gelen
hasiren : zarar görmüş olan, ziyan, kaybeden,

 

8- Umulur ki sizi vücudlandıranı, tüm varlığın tek özden geldiğini anlarsınız. Bizim size döndüğümüz gibi, siz de Bize dönersiniz. Sunduğumuz hakikatleri görmemezlikten gelenler kaybedenlerdir, cehaletin cehenneminde kalanlardır.

 

-9-

إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ يِهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا

İnne hâzel kurâne yehdî lilletî hiye akvemu ve yubeşşirul mu’minînellezîne ya’melûnes sâlihâti enne lehum ecren kebîrâ

İnne haza el kuran : muhakkak, bu, kuran, kâinat kitabı, okunan şey,
yehdi : hakikatlere ulaştırır, yol gösterir,
li elleti hiye akvemu : ki onu, o, en sağlam, kuvvetli,
ve yubeşşiru : müjdeler, sevindirme, umut, ümit,
el muminin : mümin kimseler, emin olanlar, iman sahipleri
Ellezine yamel el sâlihat : Salih amelde olan kimseler
Enne lehum ecr kebir : muhakkak, onlara, karşılık, ecir, büyük

 

9- Muhakkak ki kâinat kitabı, tüm güçlü delilleriyle hakikatlere ulaştırır. Salih amellerde olan mümin kimselerde hakikate ulaşmanın sevinci vardır. Muhakkak ki onlara büyük karşılıklar vardır.

 

-10-

  وأَنَّ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا

Ve ennellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti atednâ lehum azâben elîmâ

ve enne ellezine : muhakkak, doğrusu, o kimseler,
la yuminun : inanmazlar, iman etmeyen,
bi el ahıreti : sonunda,
ated na : hazır, vardır, kalır, biz, hakikatlerimiz
Lehum azaben elim : onlar için, onlara, sıkıntılar, azap, acı

 

10- İman etmeyen kimselere ise, hakikatlerimizi görmemezlikten geldiklerinden dolayı sonunda acı sıkıntılar vardır.

 

-11-

 وَيَدْعُ الإِنسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الإِنسَانُ عَجُولاً

Ve yedul insânu biş şerri duâehu bil hayr ve kânel insânu acûlâ

ve yedu el insan : dua eder, ister, yönelir, davet, çağrı, insan,
bi el şerr : kötülük, fenalık,
Duae hu : davet, dua, istek, yönelme,
bi el hayri : hayır için, hayra, iyilik
ve kane el insan aculen : oldu, insan, aceleci

 

11- İnsan iyiliği istediği gibi kötülüğü de ister ve insan acelecidir.

 

-12-

وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ آيَتَيْنِ فَمَحَوْنَا آيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَا آيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُواْ عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلاً

Ve cealnel leyle ven nehâre âyeteyni fe mehavnâ âyetel leyli ve cealnâ âyeten nehâri mubsıraten li tebtegû fadlen min rabbikum ve li talemû adedes sinîne vel hisâb ve kulle şeyin fassalnâhu tafsîlâ

ve cealna : düzenledik, yaptık, kıldık, sunduk,
el leyl ve el nehar : gece, karanlık ve gündüz, aydınlık,
ayeteyni : iki ayet, ayetler, işaretler,
Fe mehavna : silmek, görünmez, gidermek, yazık olmaz, biz,
ayete el leyl : işaret, delil, gece, karanlık,
ve cealna : düzenledik, sunduk,
ayet el nehar : ayet, işaret, gündüz, aydınlık
Mubsıraten : gösterici olan, anlayan,
li tebtegu : arzu, istemeniz için, anlamak istemek,
Fadlen : nitelik, incelik, fazilet, erdem,
min rabbi-kum : Rabbinizden, sizi vücudlandıran,
ve li talemû : bilmeniz, öğrenmeniz için, bilin, hakikatleri bilin
aded el sinin : adet, ne kadar, kaç, sayı, yıl, yıllar, sene, ömür,
ve el hisebe : hesap, anlamak, araştırma, tanımak,
ve kulle şeyin : bütün her şeyi, varlık kitabındaki bütün hakikatler
fassalnâ-hu : ulaşma, sınıf, onu açıkladık,
tafsilen : tafsilat, ayrıntılı

 

12- Karanlıkta ve aydınlıkta işaretler sunduk. Cehaletin karanlığında olan kişi; işaretlerimizi göremez, Bizi anlayamaz. İrfaniyetin aydınlığında olan kişi ise; işaretlerimizi görür, her şeyi Bizim düzenlediğimizi anlar. Rabbinizin nitelikleri, hakikatleri anlamanız için gösterici olandır. Kaç yıl yaşarsanız yaşayın hakikatleri bilin ve araştırma içinde olun ve bütün hakikatleri, varlık kitabında en ince ayrıntısına kadar açıkladığımızı anlayın.

 

-13-

  وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا

Ve kulle insânin elzemnâhu tâirehu fî unukıh ve nuhricu lehu yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ

ve kule insanin : bütün insanlar,
elzemna hu : gerekli kıldık, elzem, lazım, bağladık, onu
taire-hu : yükselme, uçmak, kuş, o, ilmi yüceliş
fi unuk hi : boynunda, yönelmek, bağlandığı, yöneldiği, ona
ve nuhricu lehu : çıkardığımız, açığa çıkma, var olup duran her şey
yevme el kıyâmeti : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti,
Kitâben : kitap, varlık kitabı,
yelkahu menşure : alır, koymak, bırakmak, yayılmış olan, neşr, yayın

 

13- Bütün insanlara; her zaman hakikatlere yönelmeyi, ilmen yükselmeyi gerekli kıldık. Ölüm onlara gelinceye kadar, onlar her an açığa çıkardığımız varlığı anlama içinde olsunlar ve yayılmış olan varlık kitabında bütün hakikatlerin olduğunu bilsinler.

 

-14-

اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

Ikra kitâbek kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ

İkra kitabe ke : oku, kitap, senin, kendi vucud kitabın,
kefa bi nefsike : kâfi, yeterli, senin nefsine, kendini
el yevme aleyke hasibe : vakit, an, gün, sana, kendinde, hesap, araştırma, anlama

 

14- Oku, kendini tanımak için kendi vücud kitabın sana yeter. Her an kendindeki niteliklerin sahibini anlama içinde ol.

 

-15-

مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً

Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ nebase resûlâ

men ihteda : kim, kimse, hakka yol bulursa,
Fe innema yehtedi : böylece sadece, ancak, yol bulan,
li nefsi hi : kendisi için, nefsi için
ve men dalle : kim dalalet, hakikatleri bırakıp yalanlara saparsa
Fe innema yadıllu aleyha : böylece, sadece, ancak, sapma, dalalet, kendi üzerine
ve la teziru vaziretun : yok, taşımak, yük, vebal, ağırlık, yükü taşıyan
Vizre uhra : vebal, günah, ağırlık, yük, diğeri, başkası
ve ma kunna muazzibin : biz olmadık, değiliz, azap eden,
Hatta nebase : hatta, hep, biz, kaldırma, gönderme, açığa çıkma,
resulen : resul, hakikatleri gösteren,

 

15- Kim Hakk’ın yolunu bulursa, böylece ancak kendi huzuru için Hakk’a yol bulmuş olur. Kim hakikatleri bırakır yalanlara saparsa, böylece ancak kendindeki yalanlara sapmış olur. Başkasının vebalini başkası taşımaz. Biz azap eden değiliz. Hakikatleri gösteren; tüm varlığın Bizden açığa çıktığını anlatır.

 

-16-

      وَإِذَا أَرَدْنَا أَن نُّهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُواْ فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا

Ve izâ erednâ en nuhlike karyeten emernâ mutrafîhâ fe fesekû fîhâ fe hakka aleyhel kavlu fe demmernâhâ tedmîrâ

ve iza ered na : olduğunda, irademiz, istek, biz,
en nuhlike : biz, helak etmeyi, yok olma, yazık etme,
karyeten : belde, köy, bulundukları yer,
Emr na : emr, hüküm, işleyiş, bizim,
mutrafi ha : etraf, yan, taraf, refah, süslü, zevk, eğlence, ego, orada,
Fe feseku fi-ha : böylece, bozgunculuk, ikilik, orada
Fe hakk aleyha el kavl : böylece, hakikat, gerçek, kendinde, üzerinde, söz, tecelli,
Fe demmer na : böylece, körelme, eksilme, gerileme, biz,
tedmira : körelmek, eksilme, gerileme,

 

16- Kendi egoları, eğlenceleri içinde olanlar; bulundukları yerlerde işleyişin Bize ait olduğunu, irademizden olduğunu anlayamadıklarından dolayı kendilerine yazık ederler. Böylece ikilik içinde, kötülüklerde kalırlar. Sonra da kendilerindeki tecellilerin hakikatlerine ulaşamazlar, böylece          Bizi anlama konusunda köreldikçe körelirler

 

-17-

 وَكَمْ أَهْلَكْنَا مِنَ الْقُرُونِ مِن بَعْدِ نُوحٍ وَكَفَى بِرَبِّكَ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًَا بَصِيرًا

Ve kem ehleknâ minel kurûni min ba’di nûh ve kefâ bi rabbike bi zunûbi ıbâdihî habîren basîrâ

ve kem ehlek na : nice, helak, yazık olma, yok olma, biz, hakikatlerimiz
min el kurun : asırlar, nesillerden,
min badi Nuh : Nuh’tan sonra
ve kefa bi rabb ke : kafi, yeterli, rabbin,
bi zunubi : günahlar, hata, suç
Abdi hi habir : kul, o, bildiren, haber veren, hakikatleri bildiren
basir : gördüren, basiret veren

 

17- Nuh’tan sonraki yıllarda da niceleri Bizi anlayamayıp kendilerine yazık ettiler. Hataları anlayıp dönmek için Rabbin kâfidir. O kullarına bildirendir, basiret verendir.

 

-18-

  مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا

Men kâne yurîdul âcilete accelnâ lehu fîhâ mâ neşâu li men nurîdu summe cealnâ lehu cehennem yaslâhâ mezmûmen medhûrâ

Men kane yuridu : kim, oldu, ister, irade, var oluşta irade eden
el acilet : acele etmek, acele, derhal, hemen baksın,
Accel na lehu : acele, hemen, derhal, biz, hakikatlerimiz, ona,
fiha : orada, bulunduğu yerde, makamında, kendinde
ma yeşau : ne değil, şey, istek, istemeyiz, istemesin
li men nuridu : için, kimse, istek, irade, irademiz,
Summe cealna lehu : sonra, böylece, kıldık, sunduk, düzenledik, ona,
cehennem : yakıp yıkıcı haller, cehaletin cehennemi, derin kuyu
Yaslaha : varmak, o halde olmak, o halde kalır,
mezmun : kınanmış, kötülük, ayıp,
medhur : kovulan, reddetme,

 

18- Kim hakikatleri anlamayı isterse, hemen kendine baksın, ondaki hakikatlerimizi hemen incelesin. İrademizi anlamak isteyen kimse için, anlamak istediği hakikat makamında vardır. Sonra o, ona sunduğumuz hakikatleri anlayamazsa; cehaletin cehenneminde kalır, reddetme hallerinde, kötülük hallerinde olur.

 

-19-

    وَمَنْ أَرَادَ الآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُم مَّشْكُورًا

Ve men erâdel âhırete ve saâ lehâ sayehâ ve huve muminun fe ulâike kâne sayuhum meşkûrâ

ve men erade : kim, kimse, istedi, irade,
el ahiret : sonunda, son
ve saa leha saye ha : aradı, talep, çalıştı, gayret, ona, onun çalışması
ve huve müminun : o, mümin,
Fe ulaike kane : böylece işte onlar, oldu
Sayuhum : aramalarında, gayret,
meşkuren : saygılı, nezaket, şükre değer olan, karşılığını alan

 

19- Kim hakikatleri bir gayretle ararsa, sonunda istediğine kavuşur ve o müminlerden olur. İşte onlar, gayretli aramalarından dolayı karşılığını alanlardır.

 

-20-

كُلاًّ نُّمِدُّ هَؤُلاء وَهَؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُورًا

Kullen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbik ve mâ kâne atâu rabbike mahzûrâ

Kullen numiddu haulai : herkes, hepsi, genişletme, uzatma, arttırma, bunlar
ve haulai min atai : bunlar, verdi, gelen, ihsan, lütuf,
rabbike : rabbin, seni vücudlandıran
ve ma kane atau : değildir, olmadı, yoktur, verdi, gelen, lütuf, ihsan
Rabbike : rabbin, seni vücudlandıran
mahzûren : yasak, engel, men edilmiş, sınırlı, kısıtlı

 

20- Bu yolda olanların hepsinin irfaniyetleri artar. Seni vücudlandıranın lütuflarıdır bunlar ve seni vücudlandıranın lütuflarında engel yoktur.

 

-21-

انظُرْ كَيْفَ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَلَلآخِرَةُ أَكْبَرُ دَرَجَاتٍ وَأَكْبَرُ تَفْضِيلاً

Unzur keyfe faddalnâ badahum alâ bad ve lel âhıretu ekberu derecâtin ve ekberu tafdîlâ

Unzur keyfe : bak, gör, nasıl,
Faddal na : fazilet, erdem, lütuf, nitelik, sıfat, biz,
bada-hum ala badın : onların bazıları, bazılarına, birbirlerine
ve le el ahıret : elbette, mutlaka, son, sonunda,
ekber derecet : büyük, yüce, derece, mertebe,
ve ekberu taftilen : büyük, yüce, tercih, erdem, nitelik, fazilet,

 

21- Niteliklerimizin nasıl olduğunu birbirlerine bakıp görsünler. Elbette sonunda mertebenin yüceliği ve yüce erdemlilik vardır.

 

-22-

   لاَّ تَجْعَل مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَّخْذُولاً

Lâ tecal meallâhi ilâhen âhare fe takude mezmûmen mahzûlâ

la tecal : yok, yapmayın, edinmeyin,
mea Allah : beraber, birlikte, Allah
İlah ahar : ilah, başka, diğer
Fe takude : sonra, oturmak, o halde kalmak,
mezmumen : ayıplanma, kötülük hali, kınanmışlık,
mahzûlen : terk edilmiş, uzaklaşmış,

 

22- Allah ile bir olduğunuz bilin, ilahlar edinmeyin. Sonra kötülükler halinde, hakikatlerden uzaklaşma halinde kalırsınız.

 

-23-

   وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا

Ve kadâ rabbuke ellâ ta’budû illâ iyyâhu ve bil vâlideyni ihsânâ immâ yebluganne indekel kibere ehaduhumâ ev kilâ humâ fe lâ tekul lehumâ uffin ve lâ tenher humâ ve kul lehumâ kavlen kerîmâ

ve kada rabbu ke : tavsiye, takdir etti, farz kıldı, hükmetti, rabbin
Ella tabudu : olmamak, kulluk etmek, kul olmamanızı
illa iyya hu : ancak, başka, sadece o
ve bil valideyni ihsanen : anne babaya, ihsan, iyilik, doğru
İmma yebluganne : eğer, olursa, ulaşmak, erişmek,
İnde ke el kiber : senin yanında, yaşlılık, ihtiyar
ehadu-huma ev kila huma : ikisinden birisi, ya da her ikisi
Fe la tekul : demeyin, söylemeyin,
lehuma uffin : onlara öf, aman
ve la tenher-humâ : çökme, azarlama, bağırma, kaba davranma, onlara
ve kul lehuma : söyleyin, onlara,
kavl kerim : söz, hoş, güzel, asil, asaletli, yücelik içeren,

 

23- Rabbin farz kıldı: O’ndan başkasına kul olmamanızı, anne ve babanıza iyi davranmanızı, eğer onlardan biri ya da her ikisi yanınızda iken yaşlanırsa, onlara öf bile dememenizi ve onlara kötü davranmamanızı ve onlara hep güzel sözler söylemenizi.

 

-24-

   وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُل رَّبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا

Vahfıd lehumâ cenâhaz zulli miner rahmeti ve kul rabbirhamhumâ kemâ rabbeyânî sagîrâ

ve ihfıd lehuma cenaha : indir, alt, düşük, onlara, kanat, bağlanma,
el zulli min el rahmet : alçaltma, tevazu ile, merhamet, rahmet
Ve kul rabbi erham huma : de, söyle, Rabbim, merhamet et, onlara,
Rabbeyânî : beni yetiştirdi, terbiye etti,
sagiren : küçükken, çoçukken,

 

24- Ve onlara bağlı kalmanızı, merhametli, tevazulu olmanızı ve Rabbim! Onlar beni küçükken terbiye edip yetiştirdi, sen de onlara merhamet et, diye söyleyin.

 

-25-

رَّبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا فِي نُفُوسِكُمْ إِن تَكُونُواْ صَالِحِينَ فَإِنَّهُ كَانَ لِلأَوَّابِينَ غَفُورًا

Rabbukum alemu bi mâ fî nufûsikum in tekûnû sâlihîne fe innehu kâne lil evvâbîne gafûrâ

rabbu-kum : Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
alemu : ilmin sahibi, ilmiyle var eden
Bima nufûsi-kum : şeyler, sıfatlar, sizde olan, nefs, kendiniz, vücudlarınız
in tekunu salihin : eğer olursanız, dosdoğru hak yolunda olan
Fe inne-hu kane : böylece, muhakkak, şüphesiz, o, oldu,
li el evvabin : geri dönen, fenalarından dönüp hakka yönelen
gafure : mağfiret eden, bağışlayan

 

25- Sizi vücudlandıran; ilmin sahibidir, vücudlarınızda olan tüm sıfatların sahibidir. Eğer dosdoğru hakk yolunda olursanız, fenalardan geri dönüp O’na yönelirseniz, şüphesiz O’nun mağfiretini anlarsınız.

 

-26-

  وَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلاَ تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا

Ve âti zel kurbâ hakkahu vel miskîne vebnes sebîli ve lâ tubezzir tebzîrâ

ve ati ze el kurb : ver, verin, sahip, zat, yakın olan,
hakk hu : hak, hakikat, o,
ve el miskine : miskinlere, çaresiz, yoksul, yoksun,
ve ibne el sebili : oğul, evlat, çocuk, yolda kalmış, hakk yolunda,
ve la tubezzir tebziren : savurma, israf etme, müsrif, saçmak, taşkınlık

 

26- Hakikatlere yakın olanlara ve bir çaresizlik içinde olanlara ve hakk yolunun evlatlarına haklarını verin ve sakın saçıp savurmayın.

 

-27-

إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا

İnnel mubezzirîne kânû ihvâneş şeyâtîn ve kâneş şeytânu li rabbihî kefûrâ

İnne el mubezzirine : muhakkak, savuran, israf eden, saçmak, taşkın
Kanu ihvane el şeyatini : oldu, kardeş, yoldaş, şeytani hallerde olan,
ve kane el şeytanu : şeytani hallerde olan, kötülük hallerinde,
li rabbi-hi : Rabbinin, kendini vücudlandıran,
kefuren : hakikatleri görmemezlikten gelip örten

 

27- Muhakkak ki o saçıp savuranlar, şeytani hâllere kardeş olurlar. Şeytani hâllerde olan ise Rabbinin hakikatlerini görmemezlikten gelip örten olur.

 

-28-

وَإِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَاء رَحْمَةٍ مِّن رَّبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُل لَّهُمْ قَوْلاً مَّيْسُورًا

Ve immâ turidanne anhumubtigâe rahmetin min rabbike tercûhâ fe kul lehum kavlen meysûrâ

ve imma turidanne anhum : eğer, yüz çevirirsen, uzak durmak, onlardan, o hallerden
İbtigae rahmetin : amaç, arzu, gaye, istek, rahmet
min rabbi-ke tercu ha : Rabbinden, geri dönme, istek, ümit, arzu, ona
Fe kul lehum : böylece, de, söyle, onlara,
kavl meysur : söz, uygun, isabetli, yumuşak

 

28- Rabbinin rahmetini anlamanın arzusuyla, eğer onlardan uzak durman gerekirse, yine de onlara uygun söz söyle.

 

-29-

وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا

Ve lâ tecal yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe takude melûmen mahsura

ve la tecal : kılma, yapma,
yedeke maglulet : elini, gücünü, bağlamak, bütünleşmek
ila unukı-ke : için, etmek, sadece, boynuna, yöneldiği yer,
ve la tebsut-ha : yok, tutma, bırakma,
kull el bastı : bütün, bütün her şey, uzatma, ekleme, açma, ayrılma,
Fe takude : böylece, kal, oturmak, olursun,
melumen : Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran.
mahsuren : çevrilmiş, sarılmış, tükenmiş, kuşatılmış, o hâlde kalan,

 

29- Yöneldiğin yerle bütünleş elini bırakma ve bütün her şeyinle birleş ayrılma, böylece Melâmî’liğe sarıl, o hâlde kal.

 

-30-

إِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا

İnne rabbeke yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdir innehu kâne bi ibâdihî habîran basîrâ

İnne rabb ke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
yebsutu : yayan, yayıp döşeyen, idrakini genişletir
El rızka : rızık, nimet, sıfat,
li men yeşau : için, kim, kimse, ister, isteyen,
ve yakdiru : ölçüsünü, takdir, kudretiyle var etme,
İnne hu kane bi abd-hi : şüphesiz, o, oldu, kulları,
Habiran : bildiren, haber veren, hakikatleri bildiren,
basiran : gördüren, basiret veren,

 

30- Muhakkak ki Rabbin, bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyendir. İsteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve varoluştaki takdir sahibini anlamak vardır. Şüphesiz O, kullarına basiret verendir, tüm varlıktan hakikatleri bildirendir.

 

-31-

وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلاقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُم إنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْءًا كَبِيرًا

Ve lâ taktulû evlâdekum haşyete imlâk nahnu nerzukuhum ve iyyâkum inne katlehum kâne hıt’en kebîrâ

ve la taktulu : öldürmeyin, yazık etmeyin,
evlade kum : evlatlarınız,
Haşyete : korku, çekinme, dehşet,
imlakın : yoksulluk, mahrumiyet, yokluk,
Nahnu nerzuku-hum : biz, onları rızıklandırırız, nimet
ve iyya kum : sadece, yalnız, sizi
İnne katle-hum : muhakkak, onların öldürülmesi
Kâne hıten kebir : oldu, hata, suç, büyük

 

31- Evlatlarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Onları da ve sizi de nimetlendiren Biziz. Muhakkak ki onların öldürülmesi büyük hatadır.

 

-32-

وَلاَ تَقْرَبُواْ الزِّنَى إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَسَاء سَبِيلاً

Ve lâ takrebûz zinâ innehu kâne fâhışeh ve sâe sebîlâ

ve la takrebu : yaklaşmayın, uzak durun,
el zina : nikahsız ilişki, keyfe göre, çıkarına göre, zanna göre
inne-hu kane fahişeten : muhakkak o, oldu, haddi aşan, kendi çıkarına göre, ego
ve sâe sebilen : kötü, bir yol

 

32- Zinaya yaklaşmayın. Doğrusu o hâl; haddi aşmaktır, kendi çıkarına göre hareket etmektir ve kötü bir yoldur.

 

-33-

   وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَن قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّهِ سُلْطَانًا فَلاَ يُسْرِف فِّي الْقَتْلِ إِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا

Ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bil hakk ve men kutile mazlûmen fe kad cealnâ li veliyyihî sultânen fe lâ yusrif fîl katl innehu kâne mensûrâ

ve la taktulu : öldürmeyin, yazık etmeyin,
el nefs : kişi, can, kendisi,
Elleti Harem Allah : ki o, yasak, hata, Allah haram kıldı
İlla bi el hakk : ancak, hariç, den başka, hakk, doğruluk, adalet
ve men kutile mazlumen : kim, öldürüldü, mazlum, haksızca
Fe kad cealna : o zaman, sunduk, kıldık, yaptık, verdik
li veliyyi-hi : onun velisi, sorumlu olan, dostu,
sultanen : sahip, mülkün sahibi, delil, yetki, otorite
Fe la yusrif : böylece, haddi aşmasın, israf, kayıp,
fi el katli : öldürmede, öldürmek için, yazık etmek,
inne-hu kane mensur : muhakkak o, oldu, yardım gören, zafer, başarı, galip

 

33- Cana kıymayın. Ki onu Allah yasakladı, bir adaleti sağlamak için başka. Kim haksız yere öldürülürse, bu konuda öldürülenin velisini yetkili kıldık, ancak o da öldürmede haddi aşmasın, muhakkak ki o yardım görecektir.

 

-34-

   وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولاً

Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddeh ve evfû bil ahd innel ahde kâne mesûlâ

ve la takrebu : yaklaşmayın,
male el yetim : mal, değer, yetim,
İlla bi elleti hiye ahsenu : ancak, ki o, o, en güzel,
hatta yebluga eşedde hu : erişinceye kadar, kuvvet, daha fazla, o
ve evfû bi el ahd : vefa, yerine getirme, söz, sözleşme, verilen söz
inne el ahde : muhakkak ki ahd, söz verme,
kane mesul : oldu, sorumlu, mesul

 

34- Kuvvetlenip olgunluk çağına erişinceye kadar yetimin malına yaklaşmayın. Ancak o, ondan güzellikler bulacaksa başka. Verdiğiniz sözleri yerine getirin. Muhakkak ki verilen söz sorumluluk gerektirir.

 

-35-

 وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذا كِلْتُمْ وَزِنُواْ بِالقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm zâlike hayrun ve ahsenu tevîlâ

ve evfu el keyle : ölçüyü tam uygulayın, yerine getirin
İza kiltum vezine : ölçtüğünüzde, tartmak, asil, sabit,
bi el kıstasi el mustekim : kıstas ile, ölçü ile, adaletle, dosdoğru
Zâlike hayrun : işte bu, hayırlı, güzel,
ve ahsen tevil : güzel, yorum, gerçeği ortaya koyma, açıklama, durum

 

35- Ölçtüğünüzde, adaletle dosdoğru ölçüp yerine getirin. İşte bu hayırlı olandır ve güzel bir durumdur.

 

-36-

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً

Ve lâ takfu mâ leyse leke bihî ilm innes sema vel basara vel fuâde kullu ulâike kâne anhu mesûlâ

ve la takfu ma leyse : ardına düşme, durmak, şey, ne, değil, olmaz
Leke bihi ilmun : senin, onun, ilim,
İnne el sema ve el basara : muhakkak, işitme ve görme
ve el fuade : idrak, kalb, gönül,
Kullu ulaike : hepsi, işte onlar,
kane anhu mesul : oldu, ondan, mesul, sorumlu

 

36- Bir ilim ifade etmeyen şeylerin ardına düşmeyin. Muhakkak ki işitmeniz ve görmeniz ve idrakinizle, işte bunların hepsiyle o konuda sorumlu olursunuz.

 

-37-

 وَلاَ تَمْشِ فِي الأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَن تَخْرِقَ الأَرْضَ وَلَن تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً

Ve lâ temşi fîl ardı merehâ inneke len tahrikal arda ve len teblugal cibâle tûlâ

ve la temşi : yürüme,
fi el ard merah : yeryüzünde, aşırı sevinme, şımarık, gurur,
inne-ke len tahrik : sen, kımıldatma, uyandırma, kışkırtma, hareket,
el ard : yeryüzü, toprak,
ve len tebluga : asla erişemezsin, ulaşma,
el cibal : dağlar, büyük, yücelik,
tulen : uzun, sonsuz

 

37- Yeryüzünde gururlanarak yürüme. Muhakkak ki sen yeryüzünü hareket ettiremezsin ve yüceliğe erişemezsin, sonsuza kadar kalamazsın.

 

-38-

كُلُّ ذَلِكَ كَانَ سَيٍّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا

Kullu zâlike kâne seyyiuhu inde rabbike mekrûha

Kullu zalike : hepsi, işte bunlar,
kane seyyi hu : fena, kötü,
İnde rabbi ke : yanında, katında, Rabbinin,
mekruh : yasak, kötü, karanlık,

 

38- İşte bunların hepsi Rabbinin katında yasak olan, fena olan şeylerdir

 

-39-

ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلاَ تَجْعَلْ مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَّدْحُورًا

Zâlike mimmâ evhâ ileyke rabbuke minel hikmeh ve lâ tecal meallâhi ilâhen âhare fe tulkâ fî cehenneme melûmen medhûrâ

Zâlike mimma : işte bunlar, şeyler,
evha ileyke : bildirilen, vahyolunan, sunulan, sana
Rabb ke : Rabbinin,
min el hikmeti : iç yüzü, hakikatleri derin düşünme
ve la tecal : kılma, edinme
mea Allah : birlikte, beraber, Allah
İlahen âhare : bir ilah, diğer, başka
fe tulka : yoksa, sonra, almak, bağlanırsın, kayıtlı, atılırsın
fi cehennem : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller
Melumen : melami, arayan, hakikati arayan, araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran.
medhuren : reddedilen, uzaklaşan,

 

39- İşte bunlar, Rabbinin hakikatlerini derin düşünmen için sana sunulan dır. Allah ile bir olduğunu bil, ilahlar edinme, yoksa Melâmî’likten uzaklaşır cehaletin cehennemine bağlanırsın.

 

-40-

أَفَأَصْفَاكُمْ رَبُّكُم بِالْبَنِينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلآئِكَةِ إِنَاثًا إِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلاً عَظِيمًا

E fe asfâkum rabbukum bil benîne vettehaze minel melâiketi inâsâ innekum le tekûlûne kavlen azîmâ

e fe asfa-kum rabb kum : size mi seçti, ayırdı, niteleme, rabbiniz
bi el benîne : oğulları, evlat, çocuk,
ve ittehaze : edindi, sarıldı,
min el melaiketi inasen : melekler, kuvve, güç, dişi, dişilik isnat ettiğiniz,
İnne kum le tekûlûne : muhakkak siz, gerçekten söylüyorsunuz
Kavlen azimen : bir söz, büyük, aşırı, doğru olmayan,

 

40- Rabbiniz oğulları size ayırdı ve dişilik isnat ettiğiniz melekleri kendisine mi bıraktı? Doğrusu siz aşırı sözler söylüyorsunuz.

 

-41-

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِيَذَّكَّرُواْ وَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ نُفُورًا

Ve lekad sarrafnâ fî hâzel kurâni li yezzekkerû ve mâ yezîduhum illâ nufûrâ

ve lekad sarraf na : andolsun, açıkladık, en ince ayrıntısına kadar bildirmek,
Fi haza el kurani : içinde, bu, Kuran, ilahi sözler, kâinat kuranı
li yezzekkerû : tezekkür için, hakikatlere ulaşıp o hâl ile bakmak,
ve ma yezidu hum : artırmadı, daha fazla, onlar
İllâ nufure : ancak, isteksizlik, hoşlanmama, kaçınma, nefret

 

41- Varlığın hakikatlerine ulaşsınlar, o hâl ile bu âleme baksınlar diye kâinat Kur’ân’ını en ince ayrıntısına kadar ortaya koyduk. Ancak onlar isteksiz davrandılar, hakikatlerden uzaklaştılar.

 

-42-

 قُل لَّوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لاَّبْتَغَوْاْ إِلَى ذِي الْعَرْشِ سَبِيلاً

Kul lev kâne meahû âlihetun kemâ yekûlûne izen lebtegav ilâ zîl arşı sebîlâ

Kul lev kane : de ki, söyle, anlat, eğer, oldu,
Mea hu alihetun : beraber, birlikte, o, ilâhlar,
kema yekulune : gibi, söyledikleri, söylüyorlar
İzen le ibtega : bu durumda, elbette, aramak, gitmek,
İla zi el arşı : arşın sahibine, taht, her yeri kaplayan,
sebil : yol, hakkın yolu

 

42- De ki: Eğer onların söyledikleri gibi ilahları olsaydı, bütün her yerin yüce sahibini anlamak için elbette onlarda yol ararlardı.

 

-43-

 سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا

Subhânehu ve teâlâ ammâ yekûlûne uluvven kebîrâ

Subhanehu : noksan sıfatlardan münezzeh olan, her şey onunla
ve teala : yüce olan, tüm varlığın yüce sahibi,
Amma yekulune : şeyden, söyledikleri,
aliv kebir : yüce olan, büyük, ulu, yücelik

 

43- O, noksan sıfatlardan münezzehtir ve tüm varlığın yüce sahibidir. Onların söyledikleri şeylerden uzak olandır, yüce olandır.

 

-44-

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

Tusebbihu lehus semâvâtus sebu vel ardu ve men fîhinn ve in min şeyin illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ

tusebbihu lehu : onun tesbihatı, fiil, sıfat, zatının tecellilerini gösterir
El semavatu el sebea : sema, ulvi alem, sonsuz, varlık, yüce makam
ve el ardu : yeryüzü
ve men fihinne : içindekiler, içinde ne varsa, onlarda ne varsa
ve in min şeyin : eğer olsa, bir şey, bir varlık, nesne,
İlla yusebbihu : ancak, tesbih eder, yüzer, onun nuruyla hareket eder,
bi hamd hi : niteliklerin sahibi, övgülerin sahibi, o
ve lakin lâ tefkahune : lakin, fakat, yok, idrak etmek, anlamak,
tesbiha hum : tesbihlerin, onların
inne-hu kane halim : o, oldu, halim olan, güzel halleri sunan,
gafur : mağfiret edendir

 

44- Göklerdeki sonsuzlukta ve yerde ve onlarda ne varsa, O’nun tecellilerini gösterir. Nerede bir nesne olursa olsun ancak O’nun tesbihatıdır, niteliklerin sahibi O’dur. Lâkin hakikatleri idrak edemeyenler o tesbihatı anlayamazlar. Muhakkak ki O, güzel hâlleri sunandır, mağfiretin sahibidir.

 

-45-

وَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرآنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ حِجَابًا مَّسْتُورًا

Ve izâ karatel kurâne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhırati hicâben mestûrâ

ve iza karate : araştırma, okuma,
el kuran : kuran, kâinat kitabı, okunan şey,
cealna : sunduk, yaptık, kıldık, düzenledik
beyne ke ve beyne ellezin : arası, sen, senin onların arasında
la yuminun : inanmayanlar,
bi el ahiret : sonunda, son vakte kadar,
hicab : örtü, perde,
mestûren : gizli, saklı, gizli tutulan, örtülü, satır satır yazılı

 

45- Tüm kâinat kitabını okunur, anlaşılır bir şekilde düzenledik. Seninle onların arasında inanmadıklarından dolayı, hakikatlerin sırları konusunda son vakitlerine kadar perde vardır.

 

-46-

وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآنِ وَحْدَهُ وَلَّوْاْ عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُورًا

Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ ve izâ zekerte rabbeke fîl kurâni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ

ve ceal na : kıldık, yaptık, düzenledik,
ala kulubi him : kalpleri, idrakleri, onlar
Ekinneten en yefkahû-hu : idrak, anlama engeli, anlayış, anlamaları
ve fî azani-him vakran : onların kulaklarında vardır, işitme engeli
ve izâ zekerte rabb ke : andığında, rabbini
fî el kurani : kâinat kitabının içinde, okunan şeylerde
vahde hu : teklik, o
Velev ala edbar him : döndüler, arkalarına, eski bildiklerine,
nufur : hoşlanmama,

 

46- Her şeyi düzenleyen Biziz. Kalblerinde cehalet engeli olanlar hakikatleri anlayamazlar, onların kulaklarında işitmeye engel vardır. Sen Rabbini; kâinat kitabının içindeki hakikatlerle O tektir diye andığın zaman, onlar hoşlanmazlar, eski bilişlerine dönerler.

 

-47-

نَّحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِهِ إِذْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ وَإِذْ هُمْ نَجْوَى إِذْ يَقُولُ الظَّالِمُونَ إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ رَجُلاً مَّسْحُورًا

Nahnu alemu bimâ yestemiûne bihî iz yestemiûne ileyke ve iz hum necvâ iz yekûluz zâlimûne in tettebiûne illâ raculen meshûrâ

Nahnu alemu bima : biz, ilmin sahibi, şeyler
Yestemiune bihi : seni dinlerler, onu
iz yestemiûne ileyke : dinliyorlarken, seni
ve iz hum necva : onlar fısıldaştılar, gizli konuşma,
iz yekulu el zalimin : derler, söylerler, zalimler
in tettebiûne : tâbi olmak, uymak, peşinden gitmek,
İllâ raculen : ancak, bir adam, bir kişi,
meshuran : büyülenmiş

 

47- Bütün her şeydeki ilmin sahibi Biziz. Onlar seni dinliyor gibi yaparlar, kendi bildiklerini dinlerler ve zalimler fısıldaşarak, büyülenmiş bir kişiye mi tâbi oluyorsunuz, derler.

 

-48-

انظُرْ كَيْفَ ضَرَبُواْ لَكَ الأَمْثَالَ فَضَلُّواْ فَلاَ يَسْتَطِيعْونَ سَبِيلاً

Unzur keyfe darabû lekel emsâle fe dallû fe lâ yestetîûne sebîlâ

Unzur : bak, gör, gözlemle, anla, dikkat et
Keyfe darabu : nasıl, ne, vurgu, darbe, örnek, açıklama, ispat
Leke el emsal : sana, senin için, örnek, benzer, misal, gibi
Fe dallû : böylece, dalalette, sapma, hakikatlerden sapma
fe la yestetiune : artık, bundan sonra, güç yetiremezler, güçleri yetmez,
sebilen : yol, hakkın yolu

 

48- Bak, sana kendi inançlarını ne misallerle ispat etmeye kalkıyorlar ve onlar hakikatten uzaklaşıp, kendi anlayışlarına sapıyorlar. Artık onlar, hakkın yolunu anlamaya güç yetiremezler.

 

-49-

وَقَالُواْ أَئِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا

Ve kâlû e izâ kunnâ izâmen ve rufâten e innâ le mebûsûne halkan cedîdâ

ve kalu e iza kunna izamen : dediler, olduğunda, biz, kemik,
ve rufaten : kırıntı, kalıntı, ufalanmış toprak,
e inna le mebusun : biz, biz olduğumuzda mı, diriliş, kaldırmak
Halkan cedid : yaratılış, halk olma, yeni

 

49- Dediler ki: Biz kemik ve kırıntılar hâline geldikten sonra, diriltilip yeniden mi halk edileceğiz?

 

-50-

قُل كُونُواْ حِجَارَةً أَوْ حَدِيدًا

Kul kûnû hicâreten ev hadîdâ

Kul kanu hicareten : de, taş, katı, olduğu yerde kalmak, ayakları bağlı
Ev hadiden : veya, ya da, demir, sert

 

50- De ki: Anlayışlarınız taşlaştı mı ya da sertleşti mi?

 

-51-

  أَوْ خَلْقًا مِّمَّا يَكْبُرُ فِي صُدُورِكُمْ فَسَيَقُولُونَ مَن يُعِيدُنَا قُلِ الَّذِي فَطَرَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَسَيُنْغِضُونَ إِلَيْكَ رُؤُوسَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا

Ev halkan mimmâ yekburu fî sudûrikum, fe se yekûlûne men yuîdun kulillezî fetarakum evvele merreh fe se yungıdûne ileyke ruûsehum ve yekûlûne metâ hûv kul asâ en yekûne karîbâ

Ev halkan : yada, halk ediliş, var oluş,
mimma yekburu : şeyler, büyür, gelişme, inkişaf
fî sudûri-kum : gönlünüzde, kalpler, içinizde, idrakinizde
fe se yekulune : o zaman derler,
men yuidu na : kim, iade, geri, döndürme, aslına kavuşturma, biz
kul ellezi fetara kum : de, ki o, sizi ortaya çıkardı, yarattı,
Evvele merretin : ilk, evvelce, kere, defa, zaman
fe se yungıdûne : o zaman sallayacaklar
İleyke ruûse-hum : sana, onların başları, başlangıç
ve yekûlûne meta huve : derler, söyleme, ne zaman, o
Kul asa : de, söyle, belki, umulur,
en yekune karib : olmak, olur, anlarsınız, yakın

 

51- Ya da gönülleriniz inkişaf edip halkedilen şeyleri anlayamadınız mı? Sonra derler ki: Bizi aslımıza döndürecek olan kimdir? De ki: Sizi ilk ortaya çıkarandır. O zaman seninle alay eder gibi başlarını sallarlar ve derler ki: O ne zaman. De ki: Umulur ki yakınlığı anlarsınız.

 

-52-

   يَوْمَ يَدْعُوكُمْ فَتَسْتَجِيبُونَ بِحَمْدِهِ وَتَظُنُّونَ إِن لَّبِثْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً

Yevme yed’ûkum fe testecîbûne bi hamdihî ve tezunnûne in lebistum illâ kalîlâ

Yevme yedu kum : gün, vakit, siz davet edildiğinizde, çağrılma, gelmek,
fe testecîbûne : o zaman, hemen icabet edeceksiniz,
bi hamdi hi : tecellilerin sahibi, tüm niteliklerin sahibi, o
ve tezunnûne : zannedeceksiniz, sanma, düşünme
İn lebistum illa kalil : eğer, ise, kaldınız, bulunma, pek az, biraz

 

52- O ölüm vakti size geldiğinde, böylece hemen tüm tecellilerin sahibine icabet edeceksiniz ve dünyada az bir zaman kaldığınızı düşüneceksiniz.

 

 

-53-

 وَقُل لِّعِبَادِي يَقُولُواْ الَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنزَغُ بَيْنَهُمْ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلإِنْسَانِ عَدُوًّا مُّبِينًا

Ve kul li ibâdî yekûlûlletî hiye Ahsen inneş şeytâne yenzegu beynehum inneş şeytâne kâne lil insâni aduvven mubîn

ve kul li abd : de, anlat, kullarım için
Yekûlû elleti hiye ahsenu : söylesinler, ki onu, güzel, iyi
inne el şeytan : muhakkak, elbette, şeytan, şeytani haller
Yenzegu beyne hum : arasını bozar, fesat çıkarır, ikilik, onların aralarında
inne eş şeytan : muhakkak şeytan, şeytani haller, kötülük halleri
kane li el insan : oldu, insan için,
Aduvven mubin : düşman, apaçık, apaçık düşman,

 

53- De ki: Kulluğunuzu bilin, birbirinize güzel sözler söyleyin. Elbette şeytani hâller insanların aralarını açar, ikilik çıkarır, elbette şeytani hâller insanlar için apaçık düşmandır.

 

-54-

رَّبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ إِن يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ أَوْ إِن يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَكِيلاً

Rabbukum alemu bikum in yeşa yerhamkum ev in yeşa yuazzibkum ve mâ erselnâke aleyhim vekîlâ

rabbu-kum : Rabbiniz, vücudlandıran, siz,
alemu bi kum : ilmin sahibi, bilen, siz,
İn yeşa : eğer, ister, isteyen,
Yerham kum : merhamet eden, özünden var eden, siz,
Ev in yeşa : veya, ya da, eğer, diler, ister,
yuazzib kum : sıkıntı veren, azap veren, siz,
ve mâ ersel nâ ke : şey, ne, değil, açığa çıkmak, göndermedik, biz, sen
Aleyhim vekil : onlara, vekil, koruyan, yetkili, sorumlu,

 

54- Sizi vücudlandıran, sizdeki ilmin sahibidir. Eğer siz, tüm varlığın tek özden geldiğini anlamak isterseniz anlarsınız. Ya da siz, kendinize sıkıntı veren şeyleri anlamak isterseniz anlarsınız. Sen, hakikatlerimizi anlatmak sorumluluğundan başka bir şey için açığa çıkmadın.

 

-55-

  وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِمَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا

Ve rabbuke alemu bi men fîs semâvâti vel ard ve lekad faddalnâ ba’dan nebiyyîne alâ badın ve âteynâ dâvude zebûrâ

ve rabbu-ke : Rabbin, seni vücudlandıran,
alemu bi men : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, kim varsa, ne varsa
fî e semavat ve el ard : semalarda, göklerde ve yerde
ve lekad : andolsun ki, doğrusu, gerçek olan şu ki,
Faddal na : fazilet, erdem, nitelik, lütuflarımız, değer, biz,
Badan nebiyyi : bazısı, haberci, hakikatleri bildirenler, nebi,
ala badın : üzerine, hakkında, hakikatler, için, bazılarına
ve ateyna davut : sunduk, verdik, Davut,
Zebur : mezmur, özlü söz, mektup, her varlık bir mektup

 

55- Seni vücudlandıran, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi ilmiyle var edendir. Hakikatleri bildirenlerden bazıları bazılarına lütuflarımızın ne olduğunu anlattı. Davud da her varlığı bir mektub olarak sunduğumuzu anlayanlardandı.

 

-56-

  قُلِ ادْعُواْ الَّذِينَ زَعَمْتُم مِّن دُونِهِ فَلاَ يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنكُمْ وَلاَ تَحْوِيلاً

Kulidûllezîne zeamtum min dûnihî fe lâ yemlikûne keşfed durri ankum ve lâ tahvîlâ

kul udu ellezine : de, anlat, iddia, talep, davet, çağırma, o kimseler
Zeamtum min duni hi : şüphe, zanda bulundunuz, ondan başka
Fe lâ yemlikûne keşfe : fakat, güçleri yetmez, müktedir, bulma, algılama, giderdi
el durri ankum : bulma, algılama, giderdi, kaldırdı, koruma, sıkıntı, sizden
ve lâ tahvîlen : dönüştürme, değiştirme olmaz, bir halden başka bir hale

 

56- De ki: Hakk’ı bırakıp zanlarınıza göre yöneldiğiniz şeyleri davet edin. Fakat onların zanlarına göre yöneldiği şeylerin bir gücü yoktur. Onların sizden bir sıkıntıyı kaldırmasıda ve güzel bir hâle değiştirmeside olmaz.

 

-57-

أُولَئِكَ الَّذِينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ إِلَى رَبِّهِمُ الْوَسِيلَةَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا

Ulâikellezîne yedûne yebtegûne ilâ rabbihimul vesîlete eyyuhum akrebu ve yercûne rahmetehu ve yehâfûne azâbeh inne azâbe rabbike kâne mahzûrâ

ulaike ellezine yedune : işte onlar, davet, çağrı, isteme, taleb, iddia
Yebtegune : talep ediyorlar, arıyorlar, arzularlar,
ila rabbi him el vesileti : Rablerine, vesile, araç, anlam,
Eyyu hum akrebu : her, herhangi, onlar, yakın, daha yakın,
ve yercune rahmete hu : ummak, ümit ederler, rahmet, o
ve yehafune azabe hu : çekinirler, korkarlar, azap, sıkıntı, o
İnne azabe rabb ke : muhakkak, azap, sıkıntı, rabbin
Kane mahzuren : oldu, dikkat etmek, çekinmek, sakınmak

 

57- İşte o kimseler; yöneldikleri şeylerden kendi çıkarlarını talep ederler, Rablerine daha yakın olmak için her türlü vesileler ararlar ve onun rahmetini umarlar ve o azaba düşmekten korkarlar. Muhakkak ki Rabbine karşı sakınma içinde olmayanlar sıkıntılara düşerler.

 

-58-

وَإِن مَّن قَرْيَةٍ إِلاَّ نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ أَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَدِيدًا كَانَ ذَلِك فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

Ve in min karyetin illâ nahnu muhlikûhâ kable yevmil kıyâmeti ev muazzibûhâ azâben şedîdâ kâne zâlike fîl kitâbi mestûrâ

ve in min karyetin : ise, olursa, belde, köy, şehir,
İlla nahnu muhliku ha : ancak, fakat, biz, helak eden, yazık eden, onu
Kabl yevmi el kıyameti : önce, ölüm günü, hakikatlerin ortaya çıktığı gün
Ev muazzibû-hâ : yada, ona azap ediciler, azap edenler
azaben şediden : şiddetli azap, sıkıntı
Kane zalike fi el kitap : oldu, dır,  işte, bu kitapta, varlık kitabının içinde
mesturen : çizgi, yazılı, satır satır yazılmış, gizli, örtülü

 

58- Bulundukları yerlerde ölüm günü onlara gelmeden önce, Bizi anlayamayanlar kendilerine yazık ederler. Onlar şiddetli sıkıntılarla kendilerine azap ederler. İşte tüm hakikatler varlık kitabının içinde satır satır yazılıdır.

 

-59-

وَمَا مَنَعَنَا أَن نُّرْسِلَ بِالآيَاتِ إِلاَّ أَن كَذَّبَ بِهَا الأَوَّلُونَ وَآتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً فَظَلَمُواْ بِهَا وَمَا نُرْسِلُ بِالآيَاتِ إِلاَّ تَخْوِيفًا

Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti illâ en kezzebe bihel evvelûn ve âteynâ semûden nâkate mubsıraten fe zalemû bihâ ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ

ve ma menea na : değil, yok, engellemedik, mani olmak, önlemek,
en nursile bi el ayati : göndermemiz, sunduğumuz, ayet, delil
İlla en kezzebe : ancak, fakat, yalanlamak, yalanlarda kalmak
Bi ha el evvelûne : onu, öncekiler, evvelkiler
ve ateyna semude : verdik, sunduk, semud kavmine
El nakata : dişi deve, arınmak, nokta, ince mana,
mubsıraten : anlaşılır, görünür, baksınlar,
Fe zalemu biha : sonra, zulüm etmek, ona
ve ma nursilu biel ayet : göndermedik, bir ayet, işaret, delil,
İlla tahvila                     

 

: korku,

 

59- Hakikatleri delillerimizle sunduk, hakikatleri anlamalarına engel koymadık. Ancak onlar, onlardan öncekiler gibi hakikatleri anlama konusunda yalanlarda kaldılar. Semud kavmine baksınlar. Yararlansınlar diye dişi bir deve sunduk, fakat ona zulüm ettiler. Biz korku vermek için bir ayet göndermedik.

 

-60-

وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِّلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي القُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ طُغْيَانًا كَبِيرًا

Ve iz kulnâ leke inne rabbeke ehâta bin nâs ve mâ cealner ruyâlletî ereynâke illâ fitneten lin nâsi veş şeceretel mel’ûnete fîl kurân ve nuhavvifuhum fe mâ yezîduhum illâ tugyânen kebîrâ

ve iz kulna leke : dediğimiz zaman, söylemiştik, bildirdik, sana
inne rabb ke : muhakkak, rabbin,
Ehata bi en nâsi : kuşattı, sardı, kavrama, her şeyiyle ihata etti, insanlar
ve ma cealna : kılmadık, yapmadık, sunmadık,
el ruya elleti : rüya, ki o, hangi,
ereyna-ke : sana gösterdik
İlla fitneten li en nâsi : ancak, imtihan, deneme, sınav, insanlar için
ve el şecerete : soy, geldiği yer, gelen, ağaç,
el melenune : rahmetten düşen, lanet, uzaklaşmak,
fî el kuran : kâinat kitabının içinde, okunan şeylerde,
ve nuhavvifu-hum : biz, korkmak, çekinmek, sakınmak, onlar,
fe ma yezîdu-hum : artık onların arttırmıyor, anlamıyor, uzaklaştılar,
İllâ tugyanen : ancak, den başka, azgınlık, taşkınlık, şaşkın,
kabir : büyük

 

60- Rabbinin insanları tüm tecellileriyle ihata ettiğini sana bildirmiştik ve onu sana rüyada sunmadık, sana apaçık gösterdik. İnsanların dikkatlice düşünüp ders almaları için ve geldikleri soyu anlayıp rahmetten düşmemeleri için, tüm kâinat kitabının içinde hakikatleri sunduk. Fakat onlar Bizi anlamaktan çekindiler. Böylece onlar büyük taşkınlıklarda kaldılar, hakikatlerden uzaklaştılar.

 

-61-

   وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلآئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إَلاَّ إِبْلِيسَ قَالَ أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِينًا

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs kâle e escudu li men halakte tînâ

ve iz kulna : biz demiştik
lil melaiket : melekler, kuvvet, kuvveler,
escudu li adem : secde edin, tüm varlığıyla teslim olmak, Âdeme
Fe secedu : sonra, böylece, secde, teslim oldu,
illa iblis : ancak, ancak, iblis, dış yüzde kalan, dış elbise
Kale e escudu : dedi, secde mi edeyim, teslim ol
li men halakte : kimse, kim, halk ettiğin, yarattığın
tinen : çamur, öz,

 

61- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır. Yaratılan varlığın sûretini görür ve sîretini görmez.

 

-62-

قَالَ أَرَأَيْتَكَ هَذَا الَّذِي كَرَّمْتَ عَلَيَّ لَئِنْ أَخَّرْتَنِ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لأَحْتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُ إَلاَّ قَلِيلاً

Kâle e raeyteke hâzellezî kerremte aleyye le in ahharteni ilâ yevmil kıyâmeti le ahtenikenne zurriyyetehû illâ kalîlâ

Kale e raeyte ke haza : der, görme, bilme, tanıma, görmek, sen, bu
Ellezi kerremte aleyye : ki o, soyluluk, yücelik, asalet, bana, beni,
le in ahharte ni : gerçekten eğer beni ertelersen, gecikme
ila yevmil kıyameti : diriliş günü, kıyamet günü, ölünceye kadar,
le ahtenikenne : şüphesiz, ele geçirme, sarma, kendine bağlama
zurriyyete-hu : onun soyunu, zürriyetini, neslini,
illa kalile : ancak, az, az bir kısım,

 

62- O halde olan kendini diğerlerinden yüce görür ve der ki: Sen beni yüce yarattın, ben ölünceye kadar, az bir kısmı hariç o nesilleri kendi hâllerime bağlayacağım.

 

-63-

 قَالَ اذْهَبْ فَمَن تَبِعَكَ مِنْهُمْ فَإِنَّ جَهَنَّمَ جَزَآؤُكُمْ جَزَاء مَّوْفُورًا

Kâlezheb fe men tebiake minhum fe inne cehenneme cezâukum cezâen mevfûrâ

kale izheb : dedik, git, çık, uzaklaşmak,
fe men : artık, bundan sonra, kim, kimse,
tebia-ke min kum : sana tabi oldu, onlardan
Fe inne cehenneme : artık, şüphesiz, cehennem, yakıp yıkıcı olan
Cezau kum : cezanız, karşılık, siz,
cezaen mevfur : karşılık, hazır, tam, uygun

 

63- O halde olana bildirilir: Artık sen hakikatten uzaklaştın. Artık onlardan kim sana tâbi olursa, sizin bulacağınız karşılık yakıp yıkıcı hallerdir, size uygun karşılık budur.

 

-64-

وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا

Vestefziz menistetate minhum bi savtike ve eclib aleyhim bi haylike ve recilike ve şârikhum fîl emvâli vel evlâdi vaıdhum ve mâ yaiduhumuş şeytânu illâ gurûrâ

ve istefsiz : aldat, kışkırtma, tahrik,
men istetate : kim, kimse, güç yetirmek, yetenek
min-hum : onlardan
bi savti-ke : sesinle
ve eclib aleyhim : getir, sevket, yönlendir, onlara,
bi haylike : at, zümre, halleri, sen
ve şarik-hum : ortak koşmak, ortak olmak, onlar,
fi el emval : içinde, değer, mallar,
ve el evlâdi vaid hum : evlatlarda, çocuklarda, vaat, onlar
ve ma yaidu-hum : onlara vaad ettiği şeyler
el şeytân : şeytani haller, kötülük halleri,
illa gurur : sadece, ancak, kuruntu, yanılgı, aldanma, ego

 

64- Onlardan kimin hâlleri kışkırtılmaya müsait ise onlara seslen ve onları kendi hâllerine yönlendir ve onlara ortak koştur, onlara mallar ve evlatlar vaat et. Şeytani hâllerde olanın vaat ettiği şeyler sadece aldatmadır.

 

-65-

 إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ وَكَفَى بِرَبِّكَ وَكِيلاً

İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultân ve kefâ bi rabbike vekîlâ

İnne abid leyle leke : muhakkak, kul, değil, yok, senin,
Aleyhim sultanın : onların üzerine, güçlü olan, sahip olan, delil,
ve kefâ bi rabb ke : yeterli, kâfi, rabbin,
vekil : vekil, her şeyiyle yetkili

 

65- Muhakkak ki kulluğunu anlayanların üzerine senin bir hâkimiyetin olmaz. Vekil olarak Rabbin yeter.

 

-66-

  رَّبُّكُمُ الَّذِي يُزْجِي لَكُمُ الْفُلْكَ فِي الْبَحْرِ لِتَبْتَغُواْ مِن فَضْلِهِ إِنَّهُ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا

Rabbukumullezî yuzcî lekumul fulke fîl bahri li tebtegû min fadlih innehu kâne bi kum rahîmâ

Rabbu kum : Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
ellezi yuzci : ki o, genişletir, uzatır, sevk eder
Lekum el fulke : sizi, sonsuzluk, akıp giden, gemi, umman,
fi el bahr : sonsuzluk, deniz, bilge kimse,
li tebtegû : aramanız için, anlamanız,
min fadli hi : nitelikleri, lütuf, fazilet, erdem, onun
inne-hu kane bi kum : muhakkak o, oldu, size,
rahim : özünden var eden, rahim

 

66- O’nun niteliklerini aramanız ve anlamanız için, sizi bir sonsuzluk deryasında sürüp götüren, sizi vücudlandıran ki O’dur. Muhakkak O’dur sizi özünden var eden.

 

-67-

 وَإِذَا مَسَّكُمُ الْضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَن تَدْعُونَ إِلاَّ إِيَّاهُ فَلَمَّا نَجَّاكُمْ إِلَى الْبَرِّ أَعْرَضْتُمْ وَكَانَ الإِنْسَانُ كَفُورًا

Ve izâ messekumud durru fîl bahri dalle men tedûne illâ iyyâh fe lemmâ neccâkum ilel berri aradtum ve kânel insânu kefûrâ

ve iza messe-kum : size dokunduğunda,
el durr : sıkıntı, koruma, zarar
fi el bahri : akıp giden, sonsuzluk, denizde, bilge kimse,
Dalle men tedune : sapma, ayrılma, çağırdığınız, davet ettiğiniz, yönelme
illa iyya-hu : sadece o hariç, ondan başka
fe lemma necca kum : böylece, olduğunda, olunca, necat bulma, kurtulma, siz
İla el berr : anakara, arazi, toprak, her yerde,
aradtum : yüz çevirmek, unutmak, önemsememek,
ve kâne el insan : oldu, insan,
kefuren : hakikatleri örten, hakikatleri görmeyen

 

67- Akıp giden yaşantınızda size bir sıkıntı dokunduğu zaman, sadece Hakk’a yönelen kimselerden olursunuz. Daha sonra sıkıntılardan kurtulduğunuzda, her yerde Hakk’ı unutuverirsiniz. Zaten insan hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeye müsaittir.

 

-68-

أَفَأَمِنتُمْ أَن يَخْسِفَ بِكُمْ جَانِبَ الْبَرِّ أَوْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا ثُمَّ لاَ تَجِدُواْ لَكُمْ وَكِيلاً

E fe emintum en yahsife bikum cânibel berri ev yursile aleykum hâsiben summe lâ tecidû lekum vekîlâ

e fe emintum : emin mi oldunuz? Hakikatten emin olmak,
en yahsife bikum : batmak, dalmak, tutulmak, siz
Canibe : taraf, sıfatlar, yan, her yön, her yer,
el berr : kara, toprak, suret
Ev yursile aleykum : sunar, size,
hasiben : taş, fırtına, her yönden, bolluk, değerli
Summe la tecidu lekum : yoksa, yok, bulma, bulamazsınız, size,
vekil : vekil, yetkili

 

68- Siz hakikatten emin olmak mı istiyorsunuz? Suretlerinizi her yönüyle tutana bakın ya da size her şeyden sunulan değerlere bakın. Yoksa sizdeki tüm tecellileriyle yetkili olanı bilemezsiniz.

 

-69-

أَمْ أَمِنتُمْ أَن يُعِيدَكُمْ فِيهِ تَارَةً أُخْرَى فَيُرْسِلَ عَلَيْكُمْ قَاصِفا مِّنَ الرِّيحِ فَيُغْرِقَكُم بِمَا كَفَرْتُمْ ثُمَّ لاَ تَجِدُواْ لَكُمْ عَلَيْنَا بِهِ تَبِيعًا

Em emintum en yuîdekum fîhi târeten uhrâ fe yursile aleykum kâsıfen miner rîhı fe yugrikakum bimâ kefertum summe lâ tecidû lekum aleynâ bihî tebîâ

em emintum : yoksa veya, emin mi oldunuz?
en yuide kum : döndüren, var eden, her an yaratan, yeniden, aktaran
fihi tareten uhra : oraya, ona bazen, bir defa, diğer, başka,
Fe yursile aleykum : artık, gönderir, sunar, var eden, size,
Kasıf : güçlü ses, kasırga, gücüyle kendini gösteren, etkili,
min er rihi : esip gitmek, rüzgâr, hissetirmek,
Fe yugrika-kum : artık, boğulma, gark olma, siz
bi-ma kefertum : hakikatleri ötmenizden dolayı
Summe la tecidu : sonra, bulamazsınız, bilemezsiniz
Lekum aleyna bihi : sizin için, bize karşı, ona,
tebian : destek, yardım eden

 

69- Yoksa sizi bir hâlden başka bir hâle döndüreni tanıyıp emin mi oldunuz? Her yerden gücüyle kendini göstereni, her yerden kendini hissettireni, sizin kendinizde olan o gücü tanıdınız mı? Bundan sonra hakikatleri görmemezlikten gelip örtmenizden dolayı, kendi cehaletinizde boğulur gidersiniz. Sonra Bizi anlamanız için size bir destek olan da bulamazsınız.

 

-70-

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً

Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fîl berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ

ve lekad kerem na : andolsun, asil, soylu, izzet, özümüz, lütuf, biz,
beni adem : Adem oğlu
ve hamelna-hum : taşıdık, onlar, içinde,
fi el berr : kara, her taraf, suret,
ve el bahri : deniz, ilim sahibi, bilgili, sonsuzluk, derya
ve razak na hum : rızıklandırdık, onlar,
min el tayyibat : tertemiz bir şekilde
ve faddalna-hum ala kesrin : nitelik, lütüf, fazilet, erdem, biz, onlar, çok, pek çok
min men halakna : kim, halk etme, yaratma, biz,
taftilen : fazilet, değer, üstünlük, farklı değer,

 

70- Andolsun ki, Âdemoğullarını kendi özümüzden ortaya koyduk. Her tarafta onları taşıdık ve ilim sahibi yaptık ve tertemiz bir hâlde rızaklandırdık ve onlara pek çok nitelikler verdik. Halk ettiğimiz bütün her şeye farklı değerler verdik.

 

-71-

يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُوْلَئِكَ يَقْرَؤُونَ كِتَابَهُمْ وَلاَ يُظْلَمُونَ فَتِيلاً

Yevme nedû kulle unâsin bi imâmihim fe men ûtiye kitâbehû bi yemînihî fe ulâike yakreûne kitâbehum ve lâ yuzlemûne fetîlâ

Yevme nedu : gün, vakit, an, zaman, davet, çağırma,
kulle unasin : hepsi, insanlar
bi imami-him : önder, yol gösteren, imamları ile, onlar,
Fe men utiye kitabe hu : sonra, kim, verilen, kitap, vücud kitabı, o
bi yemini-hi : diriliği anlayan, onun sağında
fe ulaike yakreun : böylece, işte onlar, okur, idrak eder,
kitabe hum : kitap, vücud kitabı, varlık kitabı, onlar,
ve la yuzlemune : yok, zulüm, kötülük,
fetilen : kıl kadar, zerre kadar

 

71- Bütün insanları her an hakikatlere davet ederiz. Onlara yol gösteririz. Sonra da kim ona verilen vücud kitabındaki o diri olanı anlarsa, işte onlar vücud kitaplarını idrak edenlerdir ve onlar kıl kadar kimseye kötülük etmezler.

 

-72-

وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً

Ve men kâne fî hâzihî amâ fe huve fîl âhıreti amâ ve edallu sebîlâ

ve men kane fi hazihi : kim, oldu, bunun içinde,
âmâ : hakikatleri göremeyen, âmâ olan, eşyada kalan
fe huve fi el ahiret : böylece, artık o, sonunda, ahirette,
âmâ : hakikatleri göremeyen, âmâ olan, eşyada kalan
ve edallu sebil : sapan, sapmış, daha çok saptı, hak yolu

 

72- Kim ona verilen vücud kitabının içindeki hakikatleri göremezse, böylece o sonunda da hakikatleri göremez ve Hakk yolundan sapmış olur.

 

-73-

وَإِن كَادُواْ لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لاَّتَّخَذُوكَ خَلِيلاً

Ve in kâdû le yeftinûneke anillezî evhaynâ ileyke li tefteriye aleynâ gayreh ve izen lettehazûke halîlâ

ve in kadu : eğer, neredeyse, oluyordu,
le yeftinune ke : elbette, fitne, sınama, tuzak, test, sen
an ellezi : ondan
Evhayna ileyke : vahyettik, bildirdik, sana, senin
li tefteriye aleyna : iftira etmen, uydurman için, bize,
gayr hu : başka, değil, o
Ve izen le ittehazu ke : o zaman, elbette, sarılırlar, edinirler, sen
halil : dost, içten dost

 

73- Senin ulaştığın vahiylerimizin dışında, bir şey uydurman için neredeyse seni tuzağa düşürüyorlardı ve işte o zaman sana dost olurlardı.

 

-74-

وَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدتَّ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلاً

Ve lev lâ en sebbetnâke lekad kidte terkenu ileyhim şey’en kalîlâ

ve lev la en sebbetna ke : olmasaydı, sapasağlam, sen
Lekad kidte : andolsun ki, neredeyse, az kalsın,
terkenu ileyhim : meyil, terk, onlara
Şeyen kalilen : bir şey, az, biraz

 

74- Sen, hakikatlerimizle sapasağlam yetişmemiş olsaydın, doğrusu neredeyse az bir şey içinde olsa onlara meyledecektin.

 

-75-

 إِذاً لَّأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا

İzen le ezaknâke di’fal hayâti ve difal memâti summe lâ tecidu leke aleynâ nasîrâ

İzen le ezakna ke : o takdirde, o zaman, his, tatma, o halde kalma, sen
difa : zayıf, güçsüz, idraksiz, hakikatlere karşı zayıf olmak
el hayâti : hayat hakkında, yaşam
ve difa el memati : zayıf, güçsüz, ölümü anlamada zayıflık,
Summe la tecıdu leke : sonra, bulamazsın, senin için
Aleynâ nasiran : bize karşı, yardımcı, yardım eden

 

75- O zaman yaşamında hakikatler hakkında zayıf bir hâlde olurdun ve ölümü anlamada zayıf kalırdın. Sonra Bizi anlama konusunda sana yardım edecek bir yardımcı da bulamazdın.

 

-76-

  وَإِن كَادُواْ لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الأَرْضِ لِيُخْرِجوكَ مِنْهَا وَإِذًا لاَّ يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلاَّ قَلِيلاً

Ve in kâdû le yestefizzûneke minel ardı li yuhricûke minhâ ve izen lâ yelbesûne hilâfeke illâ kalîlâ

ve in kadu le yestefizune ke : eğer, oldu, az kalsın, neredeyse, tedirgin, tahrik, seni
min el ardı : toprak, yeryüzü, bulunduğun yerden
li yuhricuke minha : seni çıkarmak için, oradan, o halden, hakikatlerden
ve izen la yelbesu : artık, bundan sonra, yok, kalamazlar, kavrayamaz
hilafe-ke : senden sonra, arkandan, ardından, takip,
illa kalile : ancak, azda olsa,

 

76- Az kalsın seni kışkırtacaklar, bulunduğun yerden seni dışarı çıkaracaklardı. Bundan sonra seni takip etmeyen az da olsa hakikatleri kavrayamaz.

 

-77-

سُنَّةَ مَن قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِن رُّسُلِنَا وَلاَ تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلاً

Sunnete men kad erselnâ kableke min rusulinâ ve lâ tecidu li sunnetinâ tahvîlâ

Sunnete : yaratma kanunu, yol, adet, ilahi nizam
men kad ersel na : oldu, açığa çıktı, biz,
Kabl ke min resuli-na : senden önce, resuller, biz, hakikatlerimiz,
ve la tecidu : bulamazsın, eksiklik, noksanlık,
li sunnet na : sünnetimizde, varlıktaki işleyiş yasaları
tahvil : değişiklik, döndürmek,

 

77- Senden önce gelen Resuller de, varlıktaki işleyiş yasalarımızı anlatmak için açığa çıktılar. Varlıktaki işleyiş yasalarımızda bir değişiklik bulamazsın.

 

-78-

أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا

Ekımis salâte li dulûkiş şemsi ilâ gasakıl leyli ve kurânel fecr inne kur’ânel fecri kâne meşhûdâ

ekımı es salate : hep salât üzere ol, hakka bağlılık şuuru,
li duluki el şemsi : dönmesi, ulaşması, batması, güneş, gündüz, aydınlık,
ilâ gasakı : kadar, göre, için, karanlık, küfrün karanlığı,
el leyli : gece, celetin karanlığı,
ve kurane : okunan şey, kâinat kitabı, ilahi sözler,
el fecr : aydınlık, aydınlanmak, aydınlanma vakti,
İnne kurane : muhakkak, okunan şey, kuran, ilahi sözler, kâinat kitabı
el fecr : aydınlık, aydınlanmak, aydınlanma vakti,
kane meşhuden : oldu, idi, gösteren, müşahede, şahit olunan,

 

78- Cehaletin karanlığından hakikatlerin aydınlığına ulaşıncaya kadar, hep Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket et. Kâinat kitabını anlayan aydınlığa ulaşacaktır. Muhakkak ki kâinat kitabını anlayan aydınlığa ulaşacaktır, hakikatleri müşahede edecektir.

 

-79-

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا

Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten leke asâ en yebaseke rabbuke makâmen mahmûdâ

ve min el leyli : geceden, halkiyet,
fe tehecced : halkiyette hakkı seyretme, teheccüd,
Bihi nafileten leke : yokluk, boşluk, varlığından geçmek, gereksiz, sana,
asa en yebase ke : umulur, belki, göndermek, diriliğe ulaşmak, açığa çıkan, sen
Rabbu ke : Rabbin, vücudlandıran, sen,
makamen mahmud : makam, mahmud, övülen, hamd, niteliklerin kaynağı

 

79- Sen varlığından geçerek Halk’da Hakk’ı seyret. Umulur ki sen, Rabbinden açığa çıkan tüm varlığın niteliklerinin kaynağına erersin.

 

-80-

وَقُل رَّبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَل لِّي مِن لَّدُنكَ سُلْطَانًا نَّصِيرًا

Ve kul rabbi edhılnî mudhale sıdkın ve ahricnî muhrece sıdkın vecal lî min ledunke sultânen nasîrâ

ve kul rabbi edhıl ni : de, Rabbim, beni dahil et,
Mudhale sıdkın : giriş ile, doğruluk, sadık, sadakat, doğru olan,
ve ahric-ni muhrece : beni çıkar, çıkış,
sıdkın : sadık, sadakat, doğru olan,
ve ical : kıl, yap, eyle,
li min ledun ke : bana, katından, sana ait olan, sen
Sultanen : delil, kesin delil, otorite, yetki, bir güç,
nasiren : yardım

 

80- De ki: Rabbim! Bir yere girdiğimde beni doğruluk ile oraya dahil et ve oradan çıkacağım zaman yine beni doğrulukla çıkar ve sana ait olan delillerle bana yardım et.

 

-81-

  وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا

Ve kul câel hakku ve zehekal bâtıl innel bâtıle kâne zehûkâ

ve kul cae el hakk : de, söyle, geldi, sunuldu, hak, hakikatler
ve zeheka el batıl : yok oldu, zail oldu, ortadan kalktı
İnne el batıl : muhakkak, batıl, boş şeyler, yalanlar,
kane zehuk : oldu, yok olan, yok olur, kaybolur,

 

81- De ki: Hakikatler ortaya çıktı ve batıl yok oldu. Elbette asılsız şeyler, yalanlar yok olur gider.

 

-82-

 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا

Ve nunezzilu minel kurâni mâ huve şifâun ve rahmetun lil mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ

ve nunezzilu : indiriyoruz, sunuyoruz,
min el kuran : kâinat kitabı, kâinat kuranı, ilahi sözler,
Ma huve şifaun : şey, değil, ne, şifa, iyileşme,
ve rahmetun li el muminin : rahmet, koruma, sevgiyle, müminler için
ve la yezidu el zalimin : arttırmaz, uzaklaşmak, zalimler
İlla hasaran : sadece, kaybetmek, hüsran

 

82- Kâinat Kur’ân’ından sunduğumuz hakikatler şifa bulmaktan başka bir şey değildir ve emin olanlar için rahmettir. Zalimler ancak kaybederler, hakikatlerden uzaklaşırlar.

 

-83-

وَإِذَآ أَنْعَمْنَا عَلَى الإِنسَانِ أَعْرَضَ وَنَأَى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُوسًا

Ve izâ enamnâ alel insâni arada ve neâbi cânibih ve izâ messehuş şerru kâne yeûsâ

ve iza enamna : nimetlerimiz, halk, mahlûkat, sunduğumu sıfat, lütuf,
ala el insani arada : insan, yüz çevirdi, döndü,
ve neâ bi canibi hi : uzaklaştı, kendi haline dalar, yan taraf, yanına
Ve iza messehu el şerru : olduğunda, dokundu, temas, kötülük, şerr,
Kâne yeusen : oldu, umutsuz, üzüntü

 

83- İnsan nimetlerimizi anlamaktan yüz çevirdiğinde, kendi haline dalar uzaklaşır. Bir kötülük dokunduğunda ise hemen ümitsizliğe kapılıverir.

 

-84-

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً

Kul kullun yamelu alâ şâkiletih fe rabbukum a’lemu bi men huve ehdâ sebîlâ

Kul kullun yamelu : de ki, anlat, hepsi, işler, yapar
Ala şakileti-hi : onun şekli, anlayışı, durumu, onun gibi, ona benzeyen
Fe rabbu-kum : artık, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
alemu : ilmin sahibi,
bi men huve ehda : bir kimse, kim, o, hidayet, yol gösteren,
sebil : yol, hak yolu, hakikatin yolu, doğru, arayan,

 

84- De ki: Herkes kendi anlayışına göre hareket eder. Artık ilmin sahibinin sizi vücudlandıran olduğunu bilin. Doğru yolu bulmak isteyene hakikatleriyle yol gösteren O’dur.

 

-85-

 وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً

Ve yeselûneke anir rûh kulir rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ

ve yeselune-ke : sana sorarlar,
an el ruh : ruhtan, Ruh hakkında
kul el ruhu : söyle, de ki, Ruh,
min emr Rabbi : işleyiş, hüküm, Rabbimin
ve ma utitum min el ilmi : şey, ne, size verilmedi, onun ilmi, bilgisi,
İlla kalilen : sadece, ancak, az, pek az

 

85- Sana Ruh hakkında soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin işleyişidir ve o ilim hakkında sizler çok az şey bilirsiniz.

 

-86-

وَلَئِن شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ بِهِ عَلَيْنَا وَكِيلاً

Ve lein şinâ le nezhebenne billezî evhaynâ ileyke summe lâ tecidu leke bihî aleynâ vekîlâ

ve le in şina : elbette, eğer, istersen, dilek, irade, biz,
le nezhebenne : elbette, biz, giderme, kaldırma, yok sayma, görmeme
bi ellezi ev hayna ileyke : ki o, vahyettik, bildirdik, sunduk, sana, üzerinde,
Summe la tecidu leke bihi : sonra, bulamazsın, sana, kendinde, o hakikatler,
Aleyna vekîlen : bize, vekil, yetkili, her şeyiyle yetkili olan, yardımcı

 

86- Eğer Bizi anlamayı istersen, elbette sorularını Bizi anlamakla giderirsin. O hakikatleri sana her an sunuyoruz. Kendinde o hakikatlerden başka, her şeyiyle yetkili olan Bizden başka bir şey bulamazsın

 

-87-

 إِلاَّ رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ إِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَبِيرًا

İllâ rahmeten min rabbik inne fadlehu kâne aleyke kebîrâ

İlla rahmeten min rabbi ke : ancak, sadece, rahmet, rabbinin
İnne fadle hu : muhakkak, nitelik, lütuf, fazilet, erdem,
Kane aleyke kebiren : oldu, sana, üzerine, büyük, yüce, geniş

 

87- Muhakkak ki senin üzerindeki o yüce lütuflar, ancak Rabbinin rahmetidir.

 

-88-

   قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

Kul leinictemeâtil insu vel cinnu alâ en yetû bi misli hâzel kurâni lâ yetûne bi mislihî ve lev kâne baduhum li ba’dın zahîrâ

Kul le in ictemeati : de, elbette, toplanma, bir araya gelme,
El insu ve el cinnu : bilinen, tanıdık ve tanımlanamayan, tanınmayan,
ala en yetu : üzerine, için, hakkında, getirmek
Bi misli haza el kuran : benzeri, bu Kuran, kâinat kitabı, varlık kitabı,
la yetune bi mislihi : getiremezler, onun benzerini
ve lev kane baduhum : eğer olsa, olsaydı, olsa bile, bazıları, bir kısmı
baduhum li badın : bir kısmına, bazılarına, birbirlerine,
zahiren : arka çıkan, destek olan, görünen, yardım eden

 

88- De ki: Eğer tanıdıklarınız ve tanımadıklarınız, varlık kitabının benzerini getirmek için bir araya toplansalar ve birbirlerine destek olsalar yinede onun benzerini getiremezler.

 

-89-

 وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِن كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلاَّ كُفُورًا

Ve lekad sarrafnâ lin nâsi fî hâzel kur’âni min kulli meselin fe ebâ ekserun nâsi illâ kufûrâ

ve lekad sarrafna : gerçek olan şu ki, en ince ayrıntısına kadar açıkladık
li el insan : insanlar için,
Fi haza el kurani : içinde, bu Kuran, kâinat kitabı, okunan şey,
min kulli meselin : hepsinden, bütün, mesele, durum,
Fe eba : fakat, çekindi, direndi, kaçındı, ataları,
ekseru el nasi : çoğu, insanlar
İlla kufûran : ancak, hakikatleri görmemezlikten gelmek

 

89- Gerçek olan şu ki, insanlar için bu kâinat Kur’ân’ının içinde, bütün meseleleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık. Fakat insanların çoğu hakikatleri anlamaktan kaçındı, hakikatleri görmemezlikten geldi.

 

-90-

وَقَالُواْ لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الأَرْضِ يَنبُوعًا

Ve kâlû len numine leke hattâ tefcure lenâ minel ardı yenbûâ

ve kalu len numine leke : dediler, asla, sana inanmayız
Hatta tefcure lena : hatta, yerden çıkma, ortaya çıkma, patlama, bize
min el ardı yenbuan : yerden, yeryüzünden, arzdan, kaynak, pınar

 

90- Dediler ki: Bizim için yeryüzünde bir kaynak ortaya çıkarmadıkça sana asla inanmayız.

 

-91-

 أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الأَنْهَارَ خِلالَهَا تَفْجِيرًا

Ev tekûne leke cennetun min nahîlin ve inebin fe tufeccirel enhâre hılâlehâ tefcîrâ

Ev tekune leke cennet : ya da, senin olsun, sana ait,
Cennet min nahilin : cennet, bahçe, hurma,
ve inebin : üzümler
fe tufeccire el enhar : böylece akıtırsın, fışkırtırsın, nehir,
hılale-ha tefciren : onun arasından, ortaya çıkan, fışkıran, akan

 

91- Ya da sana ait olan hurma ve üzüm bahçeleri, sonra onların aralarından ortaya çıkan akıp giden nehirler olmadıkça.

 

-92-

أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاء كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ قَبِيلاً

Ev tuskıtas semâe kemâ zeamte aleynâ kisefen ev te’tiye billâhi vel melâiketi kabîlâ

Ev tuskıta : ya da, aşağı getirme, indirme, düşürme, sunmak
el semae : ulvi âlem, gökyüzü, sema,
Kema zemate aleyna : gibi, söylediğin, sanı, zan, bize,
kisef : bir parça, bir şey
Ev tetiye bi Allah : ve ya, getirirsin, Allah
ve el melaiketi : melekler, güç, kuvve,
kabilen : açıkça göstermek, karşımıza, kabul edeceğimiz,

 

92- Ya da, söyleyip durduğun Ulvi Âlemden bize bir şey sunmadıkça, ya da Allah’ı ve meleklerini açıkça göstermedikçe.

 

-93-

أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً

Ev yekûne leke beytun min zuhrufin ev terkâ fîs semâ ve len numine li rukıyyike hattâ tunezzile aleynâ kitâben nakreuh kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeren resûlâ

Ev yekune leke : veya, olur, sana ait,
beyt min zuhruf : bir ev, altından, süslü
Ev terka fi es semâi : yukarı, çıkmak, yükselmek, gökyüzünde, semada
ve len numine : asla inanmayız,
li rukıyyi ke : yükselmek,
hatta tunezzile aleyna : hatta, indirmedikçe, sunmadıkça, bize
Kitaben nakreu-hu : kitap, okuruz, okuyacağımız kitab, o
Kul subhan rabbi : deki, noksan sıfatlardan münezzehtir, rabbim
Hel kuntu illa beşer : ben beşerden başka bir şey değilim,
resul : resul, irsal, hakikati gösteren,

 

93- Ya da, süslü bir evin olmadıkça, ya da gökyüzüne çıkmadıkça, hatta oradan bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe asla sana inanmayız. De ki: Rabbim noksan sıfatlardan münezzehtir. Ben sadece hakikatleri gösteren bir beşerden başka bir şey değilim.

 

-94-

 وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُواْ إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى إِلاَّ أَن قَالُواْ أَبَعَثَ اللّهُ بَشَرًا رَّسُولاً

Ve mâ menean nâse en yuminû iz câe humul hudâ illâ en kâlû e beasallâhu beşeren resûlâ

ve ma menea : değildir, olmadı, men eden, engelleyen,
el nas en yumin : insanlar, inanan, iman eden,
iz câe hum : geldiği zaman, sunulduğunda, onlara,
el huda : yol gösteren, kılavuz, rehber,
İllâ en kalu : den başka, sadece, demeleri,
e bease Allah : ortaya çıkardı, Allah
beşeren resul  : beşer, insan, resul, hakikati gösteren,

 

94- Onlara bir yol gösteren geldiğinde, insanları inanmaktan alıkoyan şey, sadece: Allah bir beşerden mi resul ortaya çıkardı, demeleridir.

 

-95-

قُل لَّوْ كَانَ فِي الأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاء مَلَكًا رَّسُولاً

Kul lev kâne fîl ardı melâiketun yemşûne mutmainnîne le nezzelnâ aleyhim mines semâi meleken resûlâ

Kul lev kane fi el ardı : de ki, anlat, şayet, eğer, oldu, yeryüzünde
Melâiketun yemşune : melekler, kuvveler, güç, yürüyen
mutmainnîne : emin olan, idrak eden, anlayan, mutmain olanlar
le nezzelna aleyhim : elbette,  indirdik, verdik, sunduk, onlara, kendilerinde
min es semai : semadan, Ulvi Âlem, gökyüzü,
melek resul : melek, kuvve, güç, resül, hakikati gösteren,

 

95- De ki: Eğer yeryüzünde yürüyen melekler olsaydı emin mi olacaklardı? Elbette onlara, kendi üzerlerinde hakikatleri gösteren kuvveleri, Ulvi Âlemin hakikatlerini sunduk.

 

-96-

قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا

Kul kefâ billâhi şehîden beynî ve beynekum innehu kâne bi ıbâdihî habîren basîrâ

Kul kefa bi Allah : de, söyle, yeterli, kafi, Allah,
şehiden : heran her yerde hazır olan, has olan, şahit olan
Beyni ve beyne-kum : benim ve sizin aranızda
innehu kane bi abd hi : muhakkak, o, olan, kulları için, kullarına
Habiren : bildiren, haber veren,
basiren : gördüren, basiret veren,

 

96- De ki: Benimle sizin aranızda her an heryerde hazır olan Allah kâfidir. Muhakkak ki O’dur kullarına tüm varlıktan hakikatleri bildiren, onlara basiret veren.

 

-97-

وَمَن يَهْدِ اللّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُمْ أَوْلِيَاء مِن دُونِهِ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّا مَّأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعِيرًا

Ve men yehdillâhu fe huvel muhted ve men yudlil fe len tecide lehum evliyâe min dûnih ve nahşuruhum yevmel kıyâmeti alâ vucûhihim umyen ve bukmen ve summâ mevâhum cehennem kullemâ habet zidnâhum saîrâ

ve men yehdi Allah : kim, yol bulur, kılavuz edinir, rehber edinir, Allah
fe huve el muhtedi : artık, o zaman, o takdirde o, hakikate ulaşmıştır
ve men yudlil : kim, dalalete sapar, hakikatleri bırakır yalanlara dalarsa
fe len tecide lehum evliya : o zaman bulamaz, onlar, dostlar
min dûni-hi : ondan başka
ve nahşuru-hum : biz, birlik, ortaya çıkma, toplarız, bütün varlık, onlar
yevme el kıyâmeti : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı zaman,
ala vucûhi-him : yüzlerinde,
Umyen : hakikatleri göremeyen, görememe hali
ve bukmen : hakikatleri konuşamayan, dilsiz, kelam bilmeyen
ve sumen : sağır olarak, duyamama hâli,
Meva hum : barınak, bulundukları yer, kaldıkları hal, onlar,
cehennemu : yakıp yıkıcı haller, cehaletin cehennemi,
Kulle ma habet : her seferinde, hep, sönmüş, sönük
Zid nâ hum : artma, çoğalma, fazla, biz, hakikatlerimiz, onlar,
sair : ötekileştirme, öbürü görme

 

97- Kim Allah’ı kendine rehber edinirse, böylece o hakikatlere ulaşır. Kim hakikatlerden yalanlara saparsa, böylece o yinede ondan başka dost bulamaz. Hakikatlerden sapanlar, her şeyi açığa çıkaranın Biz olduğunu, ölüm onlara gelinceye kadar anlayamazlar. Onların yüzlerinde hakikatleri görememe hâli ve hakikatleri konuşamama hâli ve hakikatleri duyamama hâli vardır. Onların bulundukları yer cehaletin cehennemidir. Her seferinde hakikatlerimizi anlama hâlleri söner gider, ötekileştirme hâli artar.

 

-98-

ذَلِكَ جَزَآؤُهُم بِأَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا وَقَالُواْ أَئِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا

Zâlike cezâuhum bi ennehum keferû bi âyâtinâ ve kâlû e izâ kunnâ izâmen ve rufâten e innâ le mebûsûne halkan cedîdâ

Zalike cezau hum : işte bu, karşılık, ceza, onlar
bi enne-hum keferu : elbette onlar, hakikatleri örtmeleri sebebiyle
bi ayati-nâ : ayetlerimiz, işaret, delil,
ve kalu e iza kunna izamen : dediler, olduğumuzda, kemik,
ve rufaten : kalıntı, kırıntı, toz hâline gelmiş
E inna le mebusun : biz, ortaya çıkarma, diriltileceğiz,
halk cedid : varoluş, halkoluş, halkıyat, yeni

 

98- İşte bu durum, onların delillerimizi görmemezlikten gelip örtmelerinden dolayı, onlara olan karşılıktır. Dediler ki: Biz kemik ve kırıntılar hâline geldikten sonra diriltilip yeniden mi halk edileceğiz.

 

-99-

أَوَلَمْ يَرَوْاْ أَنَّ اللّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ قَادِرٌ عَلَى أَن يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ أَجَلاً لاَّ رَيْبَ فِيهِ فَأَبَى الظَّالِمُونَ إَلاَّ كُفُورًا

E ve lem yerev ennallâhellezî halakas semâvâti vel arda kâdirun alâ en yahluka mislehum ve ceale lehum ecelen lâ reybe fîh fe ebâz zalimûne illâ kufûrâ

e ve lem yerev : onlar bakıp ta görmezler mi?
enne Allah ellezi : Allah, ki o,
halaka : halk, yaratılış, varoluş
el semavat ve el ard : gökler, ulvi âlem ve yer, yeryüzü
Kadir : kudret,
ala en yahluk : üzerine, halk etme, yaratmak,
misle hum : benzerini, misli, onlar
ve ceale lehum ecelen : kıldı, yaptı, düzenledi, onlar için, süre, belli bir zaman
La reybe fi hi : yok, şüphe, hata, onda
fe eba el zalimun : fakat, ata, reddeden, kaçınan, zalim,
illa kafiren : ancak, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

99- Bakıp ta görmezler mi? Göklerde ve yerdeki varoluşun Allah’a ait olduğunu. Kudretiyle onların benzerlerini var edeceğini ve onda şüphe yok ki onlar için belli zaman düzenledi.

Fakat zalimler hakikatleri anlamaktan kaçınırlar, hakikatleri görmemezlikten gelirler.

 

-100-

قُل لَّوْ أَنتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَآئِنَ رَحْمَةِ رَبِّي إِذًا لَّأَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الإِنفَاقِ وَكَانَ الإنسَانُ قَتُورًا

Kul lev entum temlikûne hazâine rahmeti rabbî izen le emsektum haşyetel infâk ve kânel insânu katûrâ

Kul lev entum temlikun : de, söyle, eğer, siz, malik olan, sahip olan
Hazaine : hazineler, ilmin sırları, değerler,
rahmet rabbi : rahmet, merhamet, hayırlı olan, rabbim,
İzen le emsektum : olduğunda, mutlaka siz tuttunuz
haşyete el infakı : korku, çekinme, infak, verme, sahibine teslim etme
ve kâne el insan : oldu, insan,
katere : karanlık, gaflet, tutan, cimrilik,

 

100- De ki: Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, mutlaka sımsıkı tutar, infak etmeye korkardınız. Zaten insan bir cimrilik hâlindedir.

 

-101-

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى تِسْعَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَاسْأَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ إِذْ جَاءهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَونُ إِنِّي لَأَظُنُّكَ يَا مُوسَى مَسْحُورًا

Ve lekad âteynâ musa tisa âyâtin beyyinâtin fesel benî isrâîle iz câehum fe kâle lehu firavnu innî le ezunnuke yâ musa meshûrâ

ve lekad ateyna Musa : andolsun, doğrusu, verdik, sunduk, Musa
Tisa ayetin : dokuz, ayet, delil, işaret, yüce deliller,
beyyinat : açıkca, açıklanabilecek bir şekilde, apaçık görünen,
fe esel : artık, onra, sor, sorgulamak, araştır,
beni israil : yakubunoğulları, İsrailoğulları, hakk yolunda olan
iz cae-hum : onlara gelmişti
Fe kale lehu firavn : o zaman, dedi, ona, firavun, kibirli olan,
İnni le ezunnu ke : ben, elbette, sanıyorum,
ya musa meshur : ey Musa, büyülenmiş, etki altında kalmış, sihirlemiş,

 

101- Doğrusu Musa, sunduğumuz hakikatlerden açıklanabilecek bir şekilde yüce deliller edindi. Böylece o, edindiği o yüce delillerle İsrail oğullarına geldiğinde, onu sorgulamışlardı. Sonra firavun ona: Ey Musa! Senin büyük bir etki altında kaldığını sanıyorum, dedi.

 

-102-

قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا أَنزَلَ هَؤُلاء إِلاَّ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ بَصَآئِرَ وَإِنِّي لَأَظُنُّكَ يَا فِرْعَونُ مَثْبُورًا

Kâle lekad alimte mâ enzele hâulâi illâ rabbus semâvâti vel ardı basâir ve innî le ezunnuke yâ firavnu mesbûrâ

Kale lekad alimte : dedi, andolsun, bildin,
ma enzele : indirmedi, sunmadı, var etmedi
Haulai illa rabbu : bunlar, ne varsa, ancak, Rabb, vücudlandıran,
el semavat ve el ard : semalar, gökler ve yeryüzü,
basair : görünen,
Ve inni le ezunnu ke : ben, elbette, sanıyorum, sen, biliyorum
ya firavnu : ey firavun,
mesburen : yıkılmış, kaybetmiş, yoksun, hakikatten yoksun,

 

102- Musa dedi ki: Doğrusu sen de biliyorsun ki, göklerde ve yerde, görünen ve görünmeyen ne varsa, bizleri vücudlandırandan başkası varetmedi. Ey firavun! Biliyorum ki elbette sen hakikatlerden yoksunsun.

 

-103-

   فَأَرَادَ أَن يَسْتَفِزَّهُم مِّنَ الأَرْضِ فَأَغْرَقْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ جَمِيعًا

Fe erâde en yestefizzehum minel ardı fe agraknâhu ve men meahu cemîâ

Fe erade : böylece, irade, dileme,
en yestefiz hum : kışkıtmak, tedirgin, çıkarmak, onlar
min el ardı : yeryüzünden, bulundukları yer,
Fe agrakna hum : gark olmak, bizi anlayamadıklarından boğulup gittiler
ve men meahu cemian : beraberindekiler, hepsi, topluca

 

103- Böylece onlar firavunun bulunduğu yerden çıkmak istediler. Firavunla birlikte olanlar Bizi anlayamadıklarından dolayı kendi cehaletlerinde boğulup gittiler.

 

-104-

وَقُلْنَا مِن بَعْدِهِ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ اسْكُنُواْ الأَرْضَ فَإِذَا جَاء وَعْدُ الآخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَفِيفًا

Ve kulnâ min badihî li benî isrâîleskunûl arda fe izâ câe va’dul âhıreti cinâ bikum lefîfâ

ve kulna min badi hi : dedik, bildirdik, ondan sonra
li beni israile : İsrailoğullarına, Yakubun oğulları,
uskunû el arda : iskan edin, yerleşin, yeryüzü, o toprakları
Fe iza cae : geldiğinde,
vaad ahiret : söz, yerine gelme, sonunda
cina bi kum : gelen, getireceğiz, olmak, sizi,
lefifen : bir vücud gibi bir arada olmak, beraber,

 

104- Daha sonra İsrailoğullarına bildirdik: O toprakları iskân edinin. Böylece verdiğiniz sözleri sonuna kadar tutun, bir vücud gibi bir arada olun.

 

-105-

وَبِالْحَقِّ أَنزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا

Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezel ve mâ erselnâke illâ mubeşşiren ve nezîrâ

ve bi el hakk : hak, hakikat, gerçek,
enzelna hu : bildirdik, indirdik, sunduk, onu
ve bi el hakkı nezele : hak ile, hakikat, gerçek, indi, geldi, sunuldu,
ve ma erselnâ-ke : açığa çıkmadın, göndermek, biz,
İllâ mubeşşir : ancak, den başka, sevindirme, umut vermek,
ve nezir : uyaran, hakikatleri anlatıp uyarma

 

105- O sunduğumuz hakikatlerdir ve sana sunulan gerçektir. Sen; Bizi anlatmak, hakikatlerle sevindirmek ve uyarmaktan başka bir şey için açığa çıkmadın.

 

-106-

 وَقُرْآناً فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنزِيلاً

Ve kur’ânen faraknâhu li takreehu alen nâsi alâ muksin ve nezzelnâhu tenzîlâ

ve kuranen : kâinat kitabı, okunan şey,
farak na hu : fark etmek, incelikleriyle araştır, kısım, biz, o
li takree-hu : onu okuman için, açıklaman,
ala en nasi : insanlar, insanlar için,
ala muksin : anlayıncaya kadar, uzun süre, yavaş yavaş,
ve nezzelna-hu : indirdik, sunduk, o
tenzil : kademe, birçok defada indirme, her varlık

 

106- Kâinat kitabını incelikleriyle araştır ve Bizi anla. Anladıklarını insanlara anlayıncaya kadar açıklama içinde ol ve her varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlat.

 

-107-

قُلْ آمِنُواْ بِهِ أَوْ لاَ تُؤْمِنُواْ إِنَّ الَّذِينَ أُوتُواْ الْعِلْمَ مِن قَبْلِهِ إِذَا يُتْلَى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلأَذْقَانِ سُجَّدًا

Kul âminû bihî ev lâ tuminû, innellezîne ûtul ilme min kablihî izâ yutlâ aleyhim yahırrûne lil ezkâni succedâ

Kul aminu bihi : söyle, anlat, inanın, ona,
ev la tuminu : ya da inanmayın, iman etmeyin,
inne ellezine : muhakkak, o kimseler,
utu el ilme : sunulan, bildirilen, ilim, hakikatin bilgisi,
min kablihi : ondan önce, öncekiler, bundan önce,
iza yutla aleyhim : okunduğunda, bildirildiğinde, anlayan, onlara
Yahırrûne : düşmek, teslimiyet, kapanmak, varlığından geçmek,
li el ezkani : huzura, yüzleri, eğilmiş yüz, huzurlu yüz,
secede : tüm varlığıyla teslim olma, teslim olma,

 

107- De ki: İnanın ya da inanmayın. Muhakkak ki öncekiler gibi, sunulan ilmi anlayan o kimselerin yüzlerinde, tüm varlığından geçerek teslim olmanın huzuru vardır.

 

-108-

وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَا إِن كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولاً

Ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne vadu rabbinâ le mefûlâ

ve yekûlûne : derler, söylerler,
subhane rabb na : noksan sıfatlardan münezzeh, Rabbimiz
in kane vadu : oldu, söz, açığa çıkarma, yerine gelme,
rabbina : rab, vücudlandıran, efendi, biz,
le mefulen : elbette, fail olan, işleyiş, işlenen, yapılmış,

 

108- O kimseler derler ki: Rabbimiz noksan sıfatlardan münezzehsin, bizi vücudlandıransın, her şeyi açığa çıkaransın, elbette her varlıkta her an işleyen sensin.

 

-109-

وَيَخِرُّونَ لِلأَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزِيدُهُمْ خُشُوعًا

Ve yahırrûne lil ezkâni yebkûne ve yezîduhum huşûâ

ve yahırrune : düşmek, teslimiyet, kapanmak, varlığından geçmek,
li el ezkani : huzura, yüzleri,
yebkûne : duygu, hissiyat, ağlarlar
ve yezidu hum : artıyor, çoğalma, onlar,
huşuan : saygı, tevazü, huşu,

 

109- Onların yüzlerinde teslim olmanın duygusu vardır ve onların tevazularında artış vardır.

 

-110-

   قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً

Kulidullâhe evidur rahmân eyyen mâ ted’û fe lehul esmâul husnâ ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ

kul udu Allah : söyle, çağırma, davet, seslenme, Allah,
Ev udu er rahmâne : yada, çağır, de, seslen, rahman
Eyye ma tedu : deyin, hangisi, nasıl, şey, ne, değil çağırma,
Fe lehu el esmau el husna : onun, isimlerdeki tüm güzellikler
ve la techer : yok, çağırmak, bağırmak, seslenmek, sesli,
bi salatike : salâtında, bağlılık, hakka bağlılık şuuru,
Ve la tuhafit bi hâ : gizlemek, saklamak, onu
ve ibtegi : tutun, izleyin, isteyin,
beyne zalike sebil : arasında, ikisinin arasında, bu, işte bu, hak yolu, yol

 

110- De ki: Allah deyin ya da Rahman deyin, ne derseniz deyin, isimlerdeki tüm güzellikler O’nundur. Hakk’a bağlılığınızı yüksek sesle dile getirmeyin ve onu gizlemeyin de, ikisinin arasında bir yol tutun.

 

-111-

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَم يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُن لَّهُ وَلِيٌّ مِّنَ الذُّلَّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا

Ve kulil hamdu lillâhillezî lem yettehız veleden ve lem yekun lehu şerîkun fîl mulki ve lem yekun lehu veliyyun minez zulli ve kebbirhu tekbîrâ

ve kul el hamd li Allah : de, söyle, hamd, tecelliler, nitelikler, Allah,
Ellezi lem yettehız : ki o, edinmez, sarılmaz, olmaz,
veleden : çocuk, evlat,
ve lem yekun lehu şerik : olmaz, asla olmaz, onun, ortağı
fî el mulki : mülkte, hükümran
ve lem yekun lehu veliyy : olmaz, asla olmaz, ondan, dost
min ez zulli : zilletten, karanlık, aşağılama, cehalet,
ve kebbir-hu tekbir : büyüklük, yücelt, yüceliğiyle, görkem, şan

 

111- De ki: Allah tüm tecellilerin tek sahibidir. Ki O çocuk edinmez. Mülkünde asla ortağı yoktur. Cehaletten kurtulmada O’ndan başka dost yoktur. Ve O’nu O’nun yüceliğiyle yücelt.