KEHF SURESİ
-1-
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا
El hamdulillâhillezî enzele alâ abdihil kitâbe ve lem yecal lehu ıvecâ
el hamd | : hamd, övgüler, varlıktaki tecellilerin sahibi, nitelikler |
Allah ellezi | : Allah, o ki |
Enzele ala abd hi | : sundu, bildirdi, çokluk, kuluna, |
el kitab | : varlık kitabı, hakikatlerin sözleri, |
ve lem yecal | : kılmadı, olmadı, onda, |
lehu ivecen | : onda, o kitapta, çarpık, eğrilik, hata |
1- Tüm varlıktaki tecellilerin sahibi Allah’tır. Ki O’dur tüm varlığı bir kitap olarak kuluna sunan. O kitapta bir eğrilik olmaz.
-2-
قَيِّمًا لِّيُنذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا
Kayyimen li yunzire besen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel muminînellezîne yamelûnes sâlihâti enne lehum ecren hasenâ
Kayyimen | : dosdoğru olan, ayakta tutan, diri olan sürüp giden, |
li yunziru | : hakikatleri anlatıp uyarmak için |
Besen | : yaymak, yanlış, sıkıntı, sert, azap, |
şediden | : şiddetli, daha fazla, aşırı |
min ledun-hu | : onun katından, ona ait olan, hakka ait, |
ve yubeşşire | : müjdeler, umut, sevindirme, sevinç, |
el muminine ellezine | : müminler, o kimseler ki |
yamelun el salihati | : dosdoğru çalışanlar, iyi olan, Salih amel yapan, |
Enne lehum | : muhakkak, onlara, |
ecr hasene | : karşılık, ecir, güzel, iyi |
2- Tüm varlık dosdoğru bir kitaptır. O’na ait olan hakikatleri taşır. Hakikatlerle uyarılmak, daha fazla yanlışlara düşmemek içindir. Salih amelde olup müminlerden olan kimseler hakikatlerle sevinirler. Onlara güzel karşılıklar vardır.
-3-
مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا
Mâkisîne fîhi ebedâ
Makisine | : kalıcıdırlar, o halde hareket ederler, |
fihi ebeden | : orada, o halde, devamlı, ebedi |
3- Devamlı o hakikatlerle hareket etmek vardır.
-4-
وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا
Ve yunzirellezîne kâlûttehazellâhu veledâ
ve yunzire | : uyarır, hakikatleri açıklayıp uyaran, |
ellezine kalu ittehaze | : söyleyen kimseler, edindi, aldı, sarıldı |
Allâh veleden | : Allah, çocuk |
4- Allah çocuk edindi diyen kimselere hakikatleri açıklayıp uyar.
-5-
مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا
Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim in yekûlûne illâ kezibâ
Mâ lehum | : yoktur, değildir, onların, |
bihi ilmin | : ona ait, o konuda, bilgileri, ilim |
Ve la li abai-him | : yoktu, onların atalarının |
Keburet kelimeten | : dehşetli, korkunç, büyük, kelime, söz, |
Tahrucu min efvâhi-him | : çıkıyor, dışarı, ağızlarından çıkan, |
in yekûlûne | : söyledikleri, |
illa keziben | : ancak, sadece, yalan, yalan söylemek |
5- Onların ve atalarının bu konuda bir bildikleri yoktur. Ağızlarından çıkan o kötü şey sadece yalan söylemekten ibarettir.
-6-
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا
Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yuminû bi hâzel hadîsi esefâ
fe lealle-ke | : böylece, umulur ki, neredeyse, sen, |
bahiun nefs ke | : helak etmek, üzülmek, kendini, nefsini, |
ala asari-him | : iz, işaret, yol, etki, eser, kendi yolu, cehalet izleri, |
in lem yuminu | : inanmıyorlar diye, |
bi haza el hadisi | : bu, hakikatlerin sözleri, hakikatlerden bahsetmek |
esef | : üzüntü, kaygı, tasa |
6- Kendi cehalet yolu üzere olanlara hakikatlerden bahsettiğinde, inanmıyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini helak edeceksin.
-7-
إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
İnnâ cealnâ mâ alel ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ
İnna cealna | : biz, kıldık, sunduk, |
ma ala el ard | : şey, ne, yeryüzünde, |
Zineten leha | : süs, ziynet, sıfatlar, değerler, ona, onlara |
li nebluve-hum | : biz, asliyetlerini bilmeleri için, imtihan, dikkati düşünmek, |
Ey hum Ahsen amelen | : onların, güzel, iyi olan, amel, çalışma |
7- Onların güzel amellerde olmaları için, dikkatlice düşünüp Bizi anlamaları için, yeryüzünde onlara sıfatlar sunduk.
-8-
وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا
Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ
ve innâ le cailun | : muhakkak biz, elbette, kılan, yapan, düzenleyen |
ma aleyha | : şey, ne, onlarda olan, onlardaki şeyler, onların |
saide cerez | : temiz toprak, kutsal, saadet, yükselen, beşeri vücud |
8- Elbette onların beşeri vücudlarını düzenleyen Biziz.
-9-
أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا
Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acabâ
Em hasibte | : yoksa, veya, sandın, hesap, kendinde olanın sahibini bilme |
Enne ashabe el kehfi | : sahip, yoldaş, arkadaş, sahabe, büyük mağara, |
ve el rakimi | : yazıt, kitabe, taş levha, levha, yazılı taş, |
Kanu min ayati na | : oldu, ayet, işaretlerimiz, delillerimiz, |
acaben | : garip, acayip, ilginç, farklı, şaşkınlık, merak |
9- Ashâb-ı Kehf’le ve Rakîm’le ilgili işaretlerimizde bir gariplik olduğunu mu sandın?
-10-
إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا
İz evel fityetu ilel kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi lenâ min emrinâ reşedâ
iz eva | : sığındıkları zaman, |
el fityetu ila el kehf | : gençler, yiğitler, mağaraya, sığınılacak yer |
fe kalu rabbe na | : o zaman dediler, rabbimiz |
Ati na | : bize sun, ver, bahşet, |
min ledunke rahmet | : katındaki, rahmetiyle kuşatma |
ve heyyi lena | : bağışla, lütfet, bize |
min emri-na | : işleyiş, hüküm, emrimizden, |
reşeden | : hak yolunda ilerleme, irşat olma, |
10- O gençler sığınacakları yere sığındıklarında dediler ki: Rabbimiz! Sana ait olan, her yeri rahmetinle kuşatmanın ilmini bize lütfet ve bize işleyişinin, Hakk yolunda ilerlemenin, hakikatlerini bağışla.
-11-
فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا
Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ
Fe darabna | : etki, sarsılma, titreme, vurgu, darbe, biz, |
ala azani him | : kulak vermek, dinlemeye koyulmak, onlar |
fî el kehfi | : mağarada, sığınılacak yer, |
sinin aded | : sene, yıl, adet, sayı, nice |
11- Böylece onlar, nice yıllar mağarada kalıp kulaklarını hakikatlere döndürdüler, bizi anladıkça sarsıldılar.
-12-
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا
Summe beasnâhum li naleme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ
Summe beasna hum | : sonra, dirilik, diri olan, biz, açığa çıkmak, onlar |
li nalem | : ilmimiz içinde, ilmimiz üzere, |
Eyyu el hızbeyni | : hangisi, her, nasıl, topluluk, gruplar, iki taraf, parti, |
Ahsâ lima | : saymak, hesap, anlamak, o şey, |
lebis emeden | : kaldı, orada kaldı, o hal, olmak, müddet, |
12- Sonra onlar, tüm varlıktaki diriliğin Bize ait olduğunu anladılar. Herhangi bir topluluk ilmimiz üzere hareket ettiği müddetçe, onlar hakikatleri anlayacaklardır.
-13-
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى
Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakk innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ
Nahnu nakussu eleyke | : biz, anlatma, bilgiyi sunduk, sana |
nebee-hum | : haberlerini, bilgilerini, onlar, |
bi el hakk | : hakk ile, gerçek |
inne-hum fityetun | : muhakkak onlar, gençler, erkek çoçuklar, |
Amenu bi rabbi him | : inandılar, rablerine, onlar, |
ve zid na-hum | : artma, çoğalma, ilerleme, biz, onlar |
huden | : yol gösterme, hidayet, doğru yol, hakikatin yolu, |
13- Onların bilgilerini hakk ile sana sunduk. Muhakkak ki onlar, Rablerine iman eden gençlerdi ve onların Bize imanları arttıkça hidayet buldular.
-14-
وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا
Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len neduve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ
ve rabatnâ ala | : bağladık, kuvvetlendirdik, rabıta kurduk |
kulûbi-him | : kalpleri, idrakleri, diriliği anlayınca, onlar |
iz kamu | : kıyam, tüm varlıkta diri olan, |
fe kalu rabbu na | : böylece, dediler, Rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
rabbu | : rabbi, vücudlandıran, |
es semâvât ve al ard | : gök ve yer |
len neduve | : asla yönelmeyiz, istemeyiz, |
min dunihi ilah | : seni bırakıp, başkasına, ilah, zanna dayalı ilahlar |
Lekad kulna | : andolsun, doğrusu, dedik, olduk, söyledik, |
izen şetaten | : öyleyse, öyle olursa, eğer, yanlış, aşırı |
14- Onlar tüm varlığı diri tutanı idrak ettikçe Bize bağlandılar. Böylece dediler ki: Bizi vücudlandıran sensin, gökleri ve yeri de vücudlandıran sensin, seni bırakıp ta zanna dayalı ilahlara asla yönelmeyiz. Doğrusu eğer öyle bir şey yaparsak haddi aşanlardan oluruz.
-15-
هَؤُلَاء قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا
Hâulâi kavmunettehazû min dûnihî âliheh lev lâ yetûne aleyhim bi sultânin beyyin fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ
Haulai kavmuna | : işte bunlar, onlar, kavmimiz, |
ittehazu | : edindiler, sarıldılar, |
min dûni-hi aliheten | : ondan başka, ilahlar, |
Lev la yetune aleyhim | : olsa, gelmez, olmaz, onlara |
bi sultanin beyyinin | : bir delil, bir sultan, apaçık |
Fe men azlemu | : böylece, kim, daha zalim, zalimlik |
Mimmen iftera | : kimdir, kimseden, iftira eden, uydurma |
ala Allah keziben | : Allah’a karşı, hakkında, Allah’a karşı yalan söyleyen |
15- İşte bu bizim kavmimiz O’dan başka ilahlar edindiler. Onların bu konuda açık bir delilleri yoktur. Allah hakkında bir şey uydurandan, yalan söyleyenden daha zalim olan kimdir?
-16-
وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنشُرْ لَكُمْ رَبُّكُم مِّن رَّحمته ويُهَيِّئْ لَكُم مِّنْ أَمْرِكُم مِّرْفَقًا
Ve izitezeltumûhum ve mâ yabudûne illâllâhe fevû ilel kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi lekum min emrikum mirfekâ
ve izi eatezeltumu-hum | : ayrılmak, izale olmak, uzaklaşmak, onlar, |
ve ma yabudune | : kul olmadılar, inandıkları şeyler, |
illa Allah | : ancak, başka, Allah |
fe evu illa kehfi | : artık, o halde, sığının, sığındıkları yer, mağaraya |
Yenşur lekum | : yaymak, neşretmek, genişlik, |
rabbukum | : Rabbiniz, |
min rahmeti-hi | : rahmetinden |
ve yuheyyi lekum | : kolaylaştırsın, düzenlesin, lütfetsin, size |
min emri-kum | : iş, işleyiş, hüküm, siz, |
mirfekan | : destek, yardım eden |
16- O gençler kavimlerinin inançlarından uzaklaştılar ve Allah’tan başka şeylere kul olmadılar. Böylece sığındıkları yere sığındılar. Onlardan biri dedi ki: Rabbiniz size rahmetiyle genişlik versin ve size işleyişini anlamanızda yardım edip kolaylık versin.
-17-
وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا
Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu zâlike min âyâtillâh men yehdillâhu fe huvel muhted ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ
ve tere | : görürsün, |
el şems iz taleat | : güneş, aydınlık, yüz güzelliği, yüz aydınlığı, |
Tezâveru an kehfi him | : meyleder, gelir, mağarası, sığındıkları yer, onlar |
zate el yemini | : sahip olan, zatı, sağ olan, diri olan, sağ taraf |
ve iza garabet | : battığı zaman, tuhaf, garip, yabancılık, gizlilik, |
takrıdu hum | : kenar, yan, vermek, onlar |
zâte el şimali | : sahip, diriliğe sahip olamayan |
Ve hum fi fecvetin minhu | : onlar, geniş yer, genişlik, rahatlık, huzur, ondan |
Zalike min âyâti Allâh | : işte bu, ayetler, işaretler, Allah |
Men yehdi Allâh | : kim, kimse, yol gösteren, Allah |
Fe huve el muhtedi | : böylece o, işte o, doğru yolu bulan, |
ve men yudlil | : kim, kimse, dalalet, hakikatlerden sapan, |
fe len tecide | : artık, yine, bundan sonra, bulamazsın |
Lehu veliy | : onun için, dost, |
murşid | : irşad eden, hakikatleri gösteren, doğru yolu gösteren |
17- Sığınacak yere sığınanların, diriliğin sahibini anlamalarından dolayı, aydınlığın yüzlerinden yansıdığını ve diriliği anlayamayanların ise, garipliklerde kaldığını görürsün. Allah’ın ayetlerini anlayanlar bir rahatlık içindedirler. Allah’a yol bulan kimse; işte o doğru yolu bulan kimsedir. Hakikatlerden sapan kimse ise, onun için yine de Allah’tan başka doğru yolu gösteren bir dost bulamazsın.
-18-
وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُم بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا
Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûd ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd levittalate aleyhim le velleyte minhum firâren ve le mulite minhum rubâ
ve tahsebu-hum | : sanırsın, hesab, onlar, |
eykazan | : uyanık, ayık, kendinde, |
ve hum rukûdun | : onlar uykudadır, kendinden geçmiş, |
ve nukalibehum | : onları çeviririz, döndürürüz, |
zate el yemin | : zatı, sahip, sağ, diri |
ve zate el şimali | : sol taraf, diriliğe sahip olamayan |
ve kelbu-hum | : hırs, şiddet, köpeklik, sadık olan, onlar, |
basitun | : basit, kıymetsiz, kolay, |
ziraayhi | : geniş, uzayan, kollar, iki kol |
Bi el vasîdi | : ile, dış kısmı, giriş, avlu, |
lev ittalate aleyhim | : eğer, görseydin, bilseydin, onların o hallerini, |
le velleyte | : mutlaka, dönerdin, kaçmak isterdin, |
min hum firaren | : onlardan, kaçmak, |
ve le mulite minhum | : elbette, dolu olan, o hallerde olan, onlardan, |
ruben | : korku, ürperme, |
18- Sen sanırsın onlar kendinde, onlar kendilerinden geçmişlerdir. Onları diriliğin sahibini anlayamamanın halinden, diriliğin sahibini anlamaları haline döndürürüz. Onlar hırslı olmanın o şiddetli hallerini bırakmışlardır. Eğer görseydin onların o eski hallerini, onlardan kaçmak isterdin ve onların o hallerinden ürperirdin.
-19-
وَكَذَلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءلُوا بَيْنَهُمْ قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُم بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُم بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا
Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum kâle kâilun minhum kem lebistum kâlû lebisnâ yevmen ev bada yevm kâlû rabbukum alemu bi mâ lebistum febasû ehadekum bi verıkıkum hâzihî ilel medîneti fel yanzur eyyuhâ ezkâ taâmen fel yetikum bi rızkın minhu vel yetelattaf ve lâ yuşırenne bikum ehadâ
ve kezâlike beasna hum | : böylece, dirilik, biz, onlar |
li yetesâelû beynehum | : sual etme, sorgulama, arama, aralarında, onlar |
Kale kailun min-hum | : dedi, söyleyen, diyen, onlardan |
kem lebistum | : ne kadar, hayret, sükunet, kaldınız, karıştırmak |
Kâlû lebisna yevmen | : dediler, biz kaldık, vakit, gün, bir gün, zaman, |
Ev bada yevmin | : yada, az, bazı, günün bir kısmı |
Kâlû rabb kum alemu | : dediler, rabbiniz, bilir, ilmin sahibidir |
bi mâ lebistum | : siz ne kadar kaldınız |
Fe ebasû ehad kum | : sonra, gönderme, sizden biri, |
bi verıkıkum | : gümüş, kıymetli değerli, olgun, siz, |
hazihi ilel medinet | : bu şehre |
fe li yanzur | : böylece baksın, |
eyyuha ezka taam | : hangisi, temiz, yiyecek, |
fe li yetikum bi rızk minhu | : böylece getirsin, nimet, rızk, ondan |
ve li yetelattaf | : dikkat etsin, tedbirli olsun |
ve lâ yuşırenne | : yok, sezdirme, hissettirmesin, |
bikum ehad | : sizler, bir, birisi |
19- İşte böylece onlar, aralarında hakikatleri sorgulayıp diriliğin Bize ait olduğunu anladılar. Onlardan biri dedi ki: Burada bir arayışta ne kadar kaldık? Dediler ki: Bir gün ya da bir günden daha az kaldık. Dedi ki: Sizin arayış vaktinizdeki ilmin sahibi Rabbimizdir. Böylece sizlerden biri, sizlerdeki değerle bu şehre gitsin. Sonra da baksın, yiyeceklerin temiz olanı hangisi, sonra da onu buraya getirsin, tedbirli olarak ve hiçbir kimseye sezdirmeden.
-20-
إِنَّهُمْ إِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَن تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا
İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ
ene hum | : muhakkak, elbette, onlar, |
in yazheru aleykum | : eğer, zahir, açığa çıkma, belli etme, siz, kendiniz, |
yercumû-kum | : sizi taşlarlar, uzaklaştırırlar, kovma, siz |
ev yuidukum | : ya da geri çevirme, siz |
Fi milleti-him | : onlar, millet, kendi inanç kültürlerinde olan, |
ve len tuflihû | : asla felaha eremezsiniz, kurtulamazsınız, |
izen ebeden | : ebedi, hiçbir zaman, |
20- Eğer orada kendinizi belli ederseniz; sizi kovarlar ya da onlar kendi inançlarına geleneklerine sizi geri çevirirler ve asla oradan hiçbir zaman kurtulamazsınız.
-21-
وَكَذَلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِم بُنْيَانًا رَّبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَى أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِم مَّسْجِدًا
Ve kezâlike asernâ aleyhim li yalemû enne vadallâhi hakkun ve ennes sâate lâ reybe fîhâ iz yetenâzeûne beynehum emrehum fe kâlûbnû aleyhim bunyânâ rabbuhum alemu bihim, kâlellezîne galebû alâ emrihim le nettehızenne aleyhim mescidâ
ve kezâlike aserna aleyhim | : işte böyle, işaret, bildirdik, iz, delil, onlar, kendilerinde |
li yalemû | : bilmeleri için, bilsinler diye, ilmin sahibi, |
Enne vade | : muhakkak, yerine gelme, açığa çıkma, vaadi, tecelli, |
Allah hakk | : Allah, hakikat, gerçek, |
ve enne el saat | : saat, o vakit, zaman, gelip gecen, |
la reybe fiha | : yok, şüphe, tereddüt, onda, hakikatlerde |
İz yetenazeune beyne hum | : çekişiyorlar, niza, hakikatleri anlamayan aralarında |
emre-hum | : işleyiş hakkında, onlar, onların işleri, durumu |
fe kalû ubnu aleyhim | : dedi, yapma, onların, |
bunyan | : inşa, bina, esas, vücudlandırma, yüceltme, |
rabbu-hum | : Rabbi, vücudlandıran, onlar, |
alemu bihim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, onları |
kâle ellezîne galebu | : dediler o kimseler, galip, üstün, başarıya ulaşan |
alâ emri-him | : işleyiş, hükümler, onlar, |
le netehızne aleyhim | : elbette, edinelim, olalım, anlayalım, onlar gibi, |
mescid | : teslim olunan yer, hakkı arama yeri, teslimiyet |
21- İşte böylece onlar, kendilerindeki işaretlerimizi bilenlerden oldular. Muhakkak ki gerçek olan Allah’ın tecellileridir ve elbette hiçbir zaman o hakikatlerde şüphe yoktur. Hakikatleri anlayamayanlar, varlığın işleyişi hakkında aralarında çekişip durdular. Sonra dediler ki: Onlar ilmin sahibinin Rabb olduğunu bilmekle yüceliğe ulaştılar, onlar işleyişi anlamakla başarıya ulaştılar. Onlar gibi biz de hiç ayrım yapmadan, her yerin Hakk’a teslimiyet yeri olduğunu anlayanlardan olalım.
-22-
سَيَقُولُونَ ثَلَاثَةٌ رَّابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِم مَّا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا قَلِيلٌ فَلَا تُمَارِ فِيهِمْ إِلَّا مِرَاء ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ فِيهِم مِّنْهُمْ أَحَدًا
Se yekûlûne selâsetun râbiuhum kelbuhum ve yekûlûne hamsetun sâdisuhum kelbuhum recmen bil gayb ve yekûlûne sebatun ve sâminuhum kelbuhum kul rabbî a’lemu bi ıddetihim mâ ya’lemuhum illâ kalîl fe lâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhirâ ve lâ testefti fîhim minhum ehâdâ
se yekulune selasetun | : diyecekler, üç, |
râbiu-hum kelbe hum | : onların dördüncüsü, köpek, şiddet, hırs, onların |
ve yekûlûne hamsetun | : diyecekler, beş |
sâdisu-hum kelbe hum | : onların altıncısı, köpek, hırs, şiddet, onlar |
Recmen | : taşlama, atma, kovma, uzaklaştırma, |
bi el gaybi | : görünmeyen bilinmeyen |
ve yekûlûne sebatun | : diyecekler, derler, yedi |
ve sâminu-hum kelbe hum | : onların sekizincisi, köpek, hırs, öfke, köpek |
Kul rabbi alemu | : de rabbim, ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
bi addethim | : adet, geçmiş, sayı, |
ma yalemu hum | : onlar bilemezler, ilmin sahibi değildirler. |
İlla kalilun | : ancak, pek az, |
fe la tumari | : artık, yok, tartışma, mücadele, |
Fi him İlla miraen zahiren | : onlarla, ancak, tartışma, mücadele, açık, görünen, |
ve la testefti | : soru sorma, açıklama isteme, malumat, |
fî-him minhum ehaden | : onlar hakkında, için, onlardan, bir, biri |
22- Hakikatleri anlayamayanlar, bilmedikleri şey hakkında atıp tutarlar. Yok derler; onlar üçtü, dördüncüsü köpekleriydi. Ya da derler; onlar dörttü, onların beşincisi köpekleriydi. Ya da derler; altıydı, yedinciyi köpekleriydi. Anlat: Adetlerde kalanlar, her şeyi vücudlandıranı bilme konusunda az da olsa hakikatleri bilemezler. O hâlde kalanlarla hakikatler için açık bir tartışmaya girme ve onlardan herhangi birine o konuda açıklama yapma.
-23-
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا
Ve lâ tekûlenne li şey’in innî fâılun zâlike gadâ
ve la tekulenne li şey | : yok, söyleme, deme, şey |
İnni failun | : ben, fail olan, işleyen, yapan, |
zalike gaden | : işte bu, yarın |
23- Yarın mutlaka ben bunu yapacağım, diye söyleme.
-24-
إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا
İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni rabbî li akrabe min hâzâ reşedâ
İlla en yeşa Allah | : ancak, istek, dilek, Allah |
ve uzkur rabb ke | : zikret, an, hatırla, rabbin |
İzâ nesite | : o zaman, unutma, unuttuğunda |
ve kul asa en yehdiyen rabbi | : de, belki, bana yol gösterir, rabbim |
li akrabe | : yakınlık için, doğrular için, gerçeği, |
min haza reşede | : bu, doğru yolu gösteren |
24- Ancak Allah’ın dilemesiyle, de. Unuttuğunda Rabbini an ve Rabbim bana yol gösterendir, yakınlığı anlamak için doğru yolu gösterecektir, de.
-25-
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tisâ
ve lebisû fi kehf him | : hayret, şüphe, karıştırma, kaldılar, mağara, onlar |
Selâse mietin sinine | : üç, yüz, sene, yıl |
ve ezdadu tisan | : arttı, fazlalaştı, dokuz |
25- Sığınacak yere sığınanlarla ilgili yine tartışıp şüpheye düştüler. Üç yüzyıl kaldılar dediler ve bazıları da daha fazla dediler.
-26-
قُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثُوا لَهُ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَبْصِرْ بِهِ وَأَسْمِعْ مَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا
Kulillâhu a’lemu bimâ lebisû lehu gaybus semâvâti vel ard ebsır bihî ve esmı mâ lehum min dûnihî min veliyyin ve lâ yuşriku fî hukmihî ehadâ
kuli Allâh alemi | : de ki Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
Bimâ lebısu lehu | : şeyler, elbise, suret, ten elbisesi, görünen, onun |
gaybu | : bilinmeyen, görünmeyen, |
es semavat ve el ard | : gök ve yeryüzü |
Ebsır bihi ve esmi | : gördüren, onu, işittiren |
Mâ lehum minduni hi | : yoktur, onlar, ondan başka |
min veliyyin | : bir velî, bir dost |
ve lâ yuşrik | : yok, ortağı, |
fi hukm hi ehad | : hükmünde, hâkimiyetinde, bir, tek, bir kimse, |
26- Anlat: Göklerdeki ve yerdeki, görünen ve görünmeyen şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır. Gördüren ve işittiren O’dur. Ondan başka bir dost yoktur. Tüm varlığa hâkimiyetinde bir ortağı yoktur.
-27-
وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن كِتَابِ رَبِّكَ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَن تَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَدًا
Vetlu mâ ûhıye ileyke min kitâbi rabbik lâ mubeddile li kelimâtihî ve len tecide min dûnihî multehadâ
ve utlu | : oku, incele, araştır, |
ma uhiye ileyke | : şey, vahyedilen, sunulan, hay olandan gelen, sana, |
min kitabi rabb ke | : kitaptan, kitabı, rabbinin, seni vücudlandıran, |
lâ mubeddile | : yok, değişmek, değiştirecek yoktur, |
li kelimat hi | : onun kelimesini, |
ve len tecide min dunihi | : bulamazsın, ondan başka |
Multehaden | : meyledilen, yönelinen, sığınak, barınak, koruyucu |
27- Sen Rabbinin bir kitabısın, sana oradan sunulan şeyleri oku. Onun bir kelimesini değiştirecek yoktur ve O’ndan başka yönelinecek bir şey bulamazsın.
-28-
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا
Vasbır nefseke meallezîne yedûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ tadu aynâke anhum turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutı men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ
Ve esbır nefse ke | : sabret, nefsini tanımada, kendinin |
mea ellezîne yedune | : o kimselerle birlikte, dua edenler, yönelme |
rabbe-hum | : Rabbi, onlar, |
Bi el gadati ve el aşiy | : sabah ve akşam, |
yuridun vech hu | : isteyen, arzu duyan, yüz, gerçek, iç yüzü, o |
Ve la tadu ayn ke | : yok, dönme, çevrilme, aynılık, gözler, bakış, sen |
anhum turidu zinete | : onlardan, isteme, arzu, süs, zinet, çıkar peşinde olmak |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamlarında, |
ve la tutı | : itaat etme, uyma, |
men agfelna | : kim, kimse, bizi anlamaktan gafil olanlar, |
Kalbe hu an zikri-nâ | : kalpleri, idrakleri, zikrimizden, bizi anmaktan, |
ve ittebea heva hu | : tabi oldular, heva heves, kendi egoları |
ve kâne emr hu | : oldu, işleyiş, iş, hüküm, o, |
futuran | : ret, haddi aşma, umursamaz |
28- Nefsini tanımada sabırlı ol. Sabah, akşam varlığın iç yüzünü anlamak isteyip, Rablerine yönelen kimselerle beraber ol. Sen bakışını hakikatten döndürme. Yaşamlarında çıkar peşinde olanlardan olma. Kalblerindeki zikrimizi anlayamayanlara, Bizi anlamaktan gafil olanlara ve hevalarına uyanlara ve hükümleri umursamaz davrananlara uyma.
-29-
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe fel yumin ve men şâe fel yekfur innâ a’tednâ liz zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh bi’seş şerab ve sâet murtefekâ
ve kul el hakk | : anlat, hakikat, gerçek, |
min rabb kum | : rabb, vücudlandıran, siz |
fe men şâe | : bundan sonra kim, kimse, isterse, dilerse, |
fe li yumin | : artık, böylece, öyle ki, inanmak, |
ve men şae | : dileyen kimse, kim isterse, |
fe li yekfur | : artık, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
İnna ated na | : biz, hazır olan, vardır, o hallerdedirler, biz, |
li el zalimin | : zalimler, zalimler için, |
Nâren | : ateş, yakıp yıkıcı haller, |
ehata | : sarma, kaplama, o hale sahip, ihata, |
bihim suradkaha | : onları, her yerinden, kenar |
Ve in yestegîsû | : eğer, yağmasını isteyen, |
yugası bi main | : yağan, akan, su, |
Ke el muhli | : gibi, erimiş maden, |
yeşvi el vucuhe | : yüzü kavuran |
bise el şarabu | : kötü haller, içecek, içinde olan, |
ve saet murtefekan | : ne kötü, arkadaş, destek, yardım |
29- De ki: Siz, sizi vücudlandıranın hakikatlerini anlayın. Bundan sonra isteyen kimse inanma içinde olur ve isteyen kimse de hakikatleri görmemezlikten gelir. Doğrusu Bizi anlayamayıp zalimlik içinde olanlar, yakıp yıkıcı hallere sahiptirler. Her yerde o hallerle sarılıdırlar ve onlar kötülüğün içindedirler. Onların halleri; yüzleri kavuran akıp giden bir maden gibi yakıcıdır ve kötülüğü kendilerine arkadaş edinmişlerdir.
-30-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecre men ahsene amelâ
inne ellezîne amenu | : muhakkak o kimseler, onlar, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yoluna çalışanlar, iyi çalışmalar |
İnnâ la nudiu ecr | : biz, yok, israf, boş, harcamak, karşılık, bedel |
Men ahsene amel | : kim, en güzel, amel, çalışma |
30- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, güzel amellerde olan kimselerdir. Bizi anlayanların karşılıklarını boşa çıkarmayız.
-31-
أُوْلَئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا
Ulâike lehum cennâtu adnin tecrî min tahtihimul enharu yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve yelbesûne siyâben hudren min sundusin ve istebrekın muttekiîne fîhâ alel erâik nimes sevâb ve hasunet murtefek
Ulâike lehum | : işte onlar, |
cennet adn | : huzur, tüm tecellilerin sahibine teslim olmak, |
Tecri min tahtihim el enhar | : orada, vardır, makamlarında, akıp giden, ilim üzere, |
Yuhallevne fiha | : halleri, süslenirler, orada, makamlarının |
Min el esavir min zehebin | : makamlarının gösteren irfaniyetleri, altın bilezik |
ve yelbesûne siyaben hudr | : giyerler, elbise, yeşil, diriliğin idrakine bürünmüşler |
min sundusin | : iç yüzü, siret, ince, halis ipekten |
ve istebrekın muttekiine | : kalın ipek, suret, takva, yaslanma, rahat, huzur |
Fiha alâ el erâiki | : orada, tahtlar üzerinde, kanepe, divan |
nime es sevâbu | : doğruluk üzere, |
ve hasunet murtefekan | : güzel olan, dost, arkadaş yardımcı |
31- İşte onlar; tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzurundadırlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, orada makamların özünü anlamış olmanın hâlindedirler, diriliğin idrakine bürünmüşlerdir, suretlerin ve siretlerin idrakine varmanın huzurundadırlar, orada makamlarında doğruluğu ve güzelliği kendilerine arkadaş edinmişlerdir.
-32-
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلًا رَّجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِأَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ أَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًا
Vadrıb lehum meselen raculeyni cealnâ li ehadihimâ cenneteyni min anâbin ve hafefnâhumâ bi nahlin ve cealnâ beynehumâ zerâ
Vadrıb lehum | : örnek ver, vurgu, onlar, |
mesel raculeyn | : örnek, misal, iki adam, kişiler, |
Cealna li ehadi-himâ | : kıldık, yaptık, düzenledik, ikisinden birine |
Cenneteyni min anabin | : iki bahçe, üzüm bağı, üzümler |
ve hafefnâ-humâ | : kenar, kıyı, ikisini kuşattık, |
bi nahlin | : hurma, teklik, |
ve cealna | : kıldık, sunduk, yaptık, |
beyne huma zeran | : aralarında, ekin, kültür, |
32- Onlara iki kişinin misalini örnek göster: Onlardan birinin iki üzüm bahçesinde ürünler sunduk ve kıyısında hurmalar ve aralarında ekinler verdik.
-33-
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْئًا وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًا
Kiltel cenneteyni âtet ukulehâ ve lem tazlim minhu şeyen ve feccernâ hılâlehumâ neherâ
Kilte el cenneteyn | : her iki, her ikisi, bahçeler |
Atet ukule-hâ | : verdi, meyvelerini, mahsul |
ve lem tazlim minhu şeyen | : eksik bırakmadı, ondan, bir şey |
ve feccerna hılal huma | : şafak, karanlıktan aydınlığa, çıkardık, akıttık, aralarından |
neheren | : bir nehir, akıp giden, |
33- Bahçelerin her ikisinden de mahsuller sunduk ve onlarda eksik bir şey olmadı ve aralarında nehir çıkardık.
-34-
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌ فَقَالَ لِصَاحِبِهِ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَنَا أَكْثَرُ مِنكَ مَالًا وَأَعَزُّ نَفَرًا
Ve kâne lehu semer fe kâle li sâhıbihî ve huve yuhâviruhû ene ekseru minke mâlen ve eazzu neferâ
ve kâne lehu semerun | : oldu, onun, ürün, meyve, ürün, |
Fe kale li sahibi hi | : böylece, dedi, o arkadaşına, |
Ve huve yuhâviru-hû | : o, onunla konuşuyor |
Ene ekser minke malen | : ben, daha çok, senin, malından |
ve eazzu neferen | : daha aziz, yüce, üstün, kişi, er, kimse, fertler |
34- Bahçesinde ürünler olan, arkadaşına dedi ki: Ben mal bakımından ve etrafımdaki kişiler bakımından senden daha üstünüm.
-35-
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ قَالَ مَا أَظُنُّ أَن تَبِيدَ هَذِهِ أَبَدًا
Ve dehale cennetehu ve huve zâlimun li nefsih kâle mâ ezunnu en tebîde hâzihî ebedâ
ve dehale cennet hu | : girdi, dahil oldu, o bahçesine |
ve huve zalimun li nefsi hi | : o, zalim, kötülük, nefsi için, kendisi, |
Kale mâ ezunnu en tebide | : dedi, sanmıyorum, silmek, yok olmak, |
Hazihi ebeden | : burası, ebediyyen |
35- O bahçesine girdi ve nefsi için büyüklendi, zalimlerden oldu. Dedi ki: Ben buranın ebediyen yok olacağını sanmıyorum.
-36-
وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّدِدتُّ إِلَى رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِّنْهَا مُنقَلَبًا
Ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in rudidtu ilâ rabbî le ecidenne hayren minhâ munkalebâ
ve mâ ezann | : zannetmiyorum, sanmıyorum, |
el saat kaimet | : vakit, zaman, var olan, kaim |
ve le in rudidtu ila rabbi | : elbette, döndüğümde, huzura vardığımda, rabbim, |
le ecidenne hayren | : mutlaka bulacağım, daha hayır |
Minha munkaleben | : kabul gören, devrilme, ondan dönüşmüş olan |
36- Her zaman var olacağını düşünüyorum, yok olacağını sanmıyorum ve elbette Rabbimin huzuruna vardığımda, daha hayr göreceğim, daha makbul olacağım.
-37-
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا
Kâle lehu sâhıbuhu ve huve yuhâviruhû e keferte billezî halakake min turâbin summe min nutfetin summe sevvâke raculâ
Kâle lehu sahıbu hu | : dedi, ona, arkadaşı |
Ve huve yuhâviru-hu | : o, konuşuyor, |
e keferte | : hakikati görmemezlikten gelen, örtüyor musun? |
bi ellezî halakake | : seni, halk etti, yarattı, var etti, |
min turab | : topraktan, |
summe min nutfetin | : sonra bir nutfeden, bir damla sudan |
Summe sevva ke | : sonra, düzenledi, şekil verdi, sıfatlandırdı, seni |
raculen | : kişi, insan, vücudlanmış, |
37- O arkadaşına böyle konuştu. Arkadaşı da ona dedi ki: Seni topraktan var eden, sonra bir nutfeden, sonra da seni sıfatlandırıp vücudlandıranın hakikatlerini görmemezlikten gelip örtüyor musun?
-38-
لَّكِنَّا هُوَ اللَّهُ رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِرَبِّي أَحَدًا
Lâkinne huvallâhu rabbî ve lâ uşriku bi rabbî ehadâ
Lâkinne huve | : fakat, öyle ki, lakin o, |
Allah rabbi | : Allah, rabbim, vücudlandıran |
ve la uşriku | : şirk koşmam, ortak koşmam, |
bi rabb ehad | : beni vücudlandıran, bir, bir kimse, bir şey |
38- Öyle ki beni vücudlandıran Allah’tır ve beni vücudlandırana karşı hiçbir şeyi ortak koşmam.
-39-
وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا
Ve lev lâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ
ve lev la iz dehalte | : olmaz mıydı, dahil olma, girdiğinde, |
cennet ke | : bahçene , |
Kulte ma şae Allâh | : deseydin, istediği şey, dilediği şey, Allah |
la kuvvet illa bi Allah | : kuvvet yoktur, ancak, Allah’tan başka |
in tere-ni ene ekallle | : eğer, böylece, beni gördün, daha az, küçük, |
min-ke malen | : senden, mal, mülk, |
ve veleden | : çocuklar, evlat, |
39- Sen bahçene girdiğinde, tüm bunlar Allah’ın isteğiyle tecelli etti, Allah’tan başka kuvvet yoktur, deseydin olmaz mıydı? Ama sen; mal ve evlat bakımından beni küçük gördün.
-40-
فَعَسَى رَبِّي أَن يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِّن جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِّنَ السَّمَاء فَتُصْبِحَ صَعِيدًا زَلَقًا
Fe asâ rabbî en yutiyeni hayran min cennetike ve yursile aleyhâ husbânen mines semâi fe tusbiha saîden zelekâ
Fe asa rabb | : böylece, belki, elbette, umulur ki, rabbim, |
en yutiye ni | : bana verir, sunar, |
Hayran | : hayırlı olan, güzel şeyler, |
min cennet ke | : senin bahçenden |
ve yursile aleyha | : gönderir, sunar, verir, onun üzerine, |
husban | : hesap, sahibini bilme |
min es semâi | : semadan, ulvi âlem |
Fe tusbiha | : böylece, artık, olur, |
said zelekan | : kutlu, mübarek, yükselen, toprak, kaygan, kayıp giden |
40- Elbette senin bahçendeki gibi güzel şeyleri bana da verecek olan Rabbimdir. Umulur ki sen de, Ulvi Âlem’den sunulan niteliklerin sahibini bilir teslim edersin. Böylece o mübarek olan elinden kayıp gitmez.
-41-
أَوْ يُصْبِحَ مَاؤُهَا غَوْرًا فَلَن تَسْتَطِيعَ لَهُ طَلَبًا
Ev yusbiha mâuhâ gavren fe len testetîa lehu talebâ
Ev yusbiha mau ha | : veya, ya da, olur, su, o, |
gavren | : yere batan, kaybolan, boşaltılan, akar gider, |
fe len testetia lehu | : asla gücün yetmez, muktedir, onu, |
talebe | : talep, istek, isteyen, anlamak isteyen, |
41- Yoksa su gibi olur akar gider. Sonra da hakikatleri anlamaya asla gücün yetmez.
-42-
وَأُحِيطَ بِثَمَرِهِ فَأَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلَى مَا أَنفَقَ فِيهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُشْرِكْ بِرَبِّي أَحَدًا
Ve uhîta bi semerihî fe asbeha yukallibu keffeyhi alâ mâ enfeka fîhâ ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve yekûlu yâ leytenî lem uşrik bi rabbî ehadâ
ve uhita | : ihata, sarıldı, büyüklük haline sarıldı |
bi semeri hi | : ürünleri, meyveleri, değer, |
fe asbeha | : böylece oldu, sahiplendi, |
yukalibe kefy hi | : benlik içinde olmak, ellerini avuşturmak, çevirmek |
Ala ma enfeka fiha | : için, üzerine, vermeyen, harcamak, infak, orada |
Ve hiye haviyet | : o, uçurum, boşluk, çökmüş halde, |
ala arşi ha | : tahtı, makamı, |
ve yekûlu ya leyte ni | : diyor, keşke ben, |
lem uşrik | : şirk koşmasaydım, ortak koşan, |
bi rabbi ehad | : rabbim, bir, tek |
42- O, ürünlerinin içinde büyüklük hâllerine sarıldı. Böylece o, orada olanlara bir benlik içinde sahiplendi. Ona verilenleri infak etmedi ve o makamında bir boşluğa sürüklendi ve dedi ki: Keşke ben Rabbime karşı ortak koşan biri olmasaydım.
-43-
وَلَمْ تَكُن لَّهُ فِئَةٌ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مُنتَصِرًا
Ve lem tekun lehu fietun yansurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne muntesirâ
ve lem tekun lehu fietun | : olmadı, olmaz, ona, gurup, bölüm, kimseler |
yansurûne-hu | : yardım eden, ona |
min duni Allah | : ondan başka, ona ait, Allah |
ve mâ kâne muntesir | : olmadı, yardım alan, galip, muzaffer, başarıya ulaşan |
43- Allah’tan başka ona yardım edecek kimse olmaz ve başarıya ulaştıran da olmaz.
-44-
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا
Hunâlikel velâyetu lillâhil hakk huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ
Hunâlike el velayet | : orada, vardır, işte burada, dostluk, otorite, yardım |
li Allah el hakkı | : Allah için, Allah’tır, hak, gerçek, hakikat, |
Huve hayrun sevaben | : o, hayır, iyi, doğru olan, güzel karşılık, |
ve hayrun ukben | : hayırlı, sonuç, başarmak, aşmak, her zaman |
44- İşte her yerde otorite olan, hakikatlerin sahibi olan Allah’tır. Doğruluk, hayr O’ndandır ve her zaman hayrı sunandır.
-45-
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا
Vadrıb lehum meselel hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahteleta bihî nebâtul ardı fe asbeha heşîmen tezrûhur riyâh ve kânallâhu alâ kulli şey’in muktedirâ
Vadrıb lehum | : örnek ver, vurgula, onlara |
meselel hayâtid dunyâ | : misal, durum, dünya hayatı, yaşam |
ke mâin enzelna hu | : su gibi, benzer, onu indirdik, sunduk, |
min el semâi | : semadan |
Fahteleta | : böylece, sonrada, karışık, yeşerir, büyür, |
bihi nebat el ard | : onunla, bitki, yeryüzü, toprak, |
fe asbeha heşimen | : sonrada, oldu, ufalanma, kaybolup gitme, |
Tezru huer riyâhu | : savrulma, dağılma, rüzgâr |
ve kane Allah | : Allah’tır |
alâ kulli şeyin muktedir | : bütün her şeydeki, gücü yeten, muktedir, kudret sahibi |
45- Onların yaşamlarındaki durumlarını onlara vurgula. O yaşam gökten indirdiğimiz suya benzer, sonra da o toprağa karışır, oradan bitkiler yeşerir, sonra da onlar sararır ufalanır, rüzgârda dağılır gider. Bütün her şeyde muktedir olan Allah’tır.
-46-
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
El mâlu vel benûne zînetul hayâtid dunyâ, vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelâ
el mâlu | : mal, değer, kazanç, |
ve el benun | : evlat, çocuk, |
zînetu | : ziynet, değer, süsü, |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı |
ve el bakıyat | : sürekli, devamlı, baki, kalıcı olan, |
el salihat hayr | : dosdoğru olmak, Salih amel, hayr |
İnde rabbike sevâben | : ait, rabbinin katında, doğru olan, sevap bakımından |
ve hayrun emelen | : hayırlı olan, güzel, umut, emel, beklenti, istek, gaye |
46- Mal ve evlat, dünya hayatının ziynetleridir. Bâki kalacak olan ise, salih amel ve hayırlarda olmaktır. Doğru olan, Rabbine ait hakikatler üzere olmaktır ve güzel amelde olmaktır.
-47-
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا
Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terel arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ
ve yevme nuseyyiru | : vakit, zaman, yürütmek, gidiş, hareket etmek, |
el cibal | : dağlar, büyük olan, büyüklük içinde olan, |
ve tere el arda | : görürsün, yeryüzü, |
barizeten | : bariz, açıkça, net |
ve haşernâ-hum | : onları topladık, birlik içinde ortaya çıkardık |
fe lem nugâdir | : olmaz, değil, biz, ayrı olan, ayrılma, bırakmayız, |
min hum ehad | : onlardan, bir, tek, birisi |
47- Bir büyüklük içinde olanları bile, her zaman ayakları üzerinde yürüten Biziz ve bu gerçeği yeryüzünde açıkça görürsün ve onları ortaya çıkaran Biziz, onlardan biri bile Bizden ayrı değildir.
-48-
وَعُرِضُوا عَلَى رَبِّكَ صَفًّا لَّقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ بَلْ زَعَمْتُمْ أَلَّن نَّجْعَلَ لَكُم مَّوْعِدًا
Ve uridû alâ rabbike saffâ lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merreh bel zeamtum ellen necale lekum mevıdâ
ve uridû | : sunulan, verilen, arz, bildirme, |
ala rabbike | : vücudlandıran, sen, |
saf | : sıra sıra, saf, sıralanmış, birlik olmuş, |
Lekad citumu na | : andolsun, geldiniz, dönersiniz, bize |
Kema halakna-kum | : gibi, sizi yarattık, halk ettik |
Evvele meret | : ilk, evvel, kez, süre, zaman, |
Bel zeamtum | : hayır, bilakis, zannettiniz, zanda bulunma, sanma |
ellen necale | : asla, yapmak, olmak, |
lekum mevıde | : size, tarih, randevu, vade |
48- Seni vücudlandıran, tüm nitelikleri birlik içinde sana sundu. Andolsun ki sizi halk ettiğimiz gibi Bize gelirsiniz. Bilakis siz o tarihin gelmeyeceğini mi sandınız?
-49-
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
Ve vudıal kitâbu fe terel mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâli hâzel kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ ve vecedû mâ amilû hâdırâ ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ
ve vudıa el kitab | : kondu, koymak, gelişme, kitap, ilahi sözler, gerçekler |
Fe tere el mucrimîne | : böylece, görürsün, günahkâr, fenalarda kalan |
Muşfikîne mimma fihi | : korkanlar, çekinen, şeyler, içinde |
ve yekûlûne ya veylete na | : derler, yazıklar olsun bize |
Mali hâzâ el kitâbi | : nasıl, bu kitap |
lâ yugâdiru | : ihmal etmez, bırakmaz, bırakmıyor, |
sağireten | : küçük |
Ve la kebiret | : yok, büyük, yüce, |
illa ahsa ha | : başka, hesap, sayma, o, ondan her şey var, |
ve veced | : buldu, karşılığını bulmak, buldular, |
ma amile hâdır | : yaptıkları şeyler, sunmak, hazır olarak, vardır. |
ve lâ yazlimu | : yok, zulmetmez, haksızlık, |
rabb ke ehad | : rabbin, bir, bir kimse |
49- İlahi sözler ortaya konduğunda, fenalarda kalanların korktukları şeylerin içinde olduklarını görürsün. Derler ki: Hakikatleri anlayamadığımızdan dolayı yazıklar olsun bize, bu nasıl bir kitap ki, küçük ve büyük ne varsa açıklanmadık bir şey bırakmıyor. Kim ne yaparsa onun karşılığı vardır ve Rabbin hiç bir kimseye zulmeden değildir.
-50-
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاء مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv bise liz zâlimîne bedelâ
ve iz kulna | : demiştik, dediğimizde, bildirmiştik, |
li el melaiket | : melek, güç, her varlıktaki güç |
Uscudu | : secde edin, |
li adem | : insan, özü taşıyan, ruh sahibi, asliyet |
fe secedu | : hemen secde etti |
illâ iblîse | : ancak, iblis, surette kalan, elbise, libas, |
kane el cinn | : oldu, olan, bilmeyen, kendi aslını tanıyamayan |
fe feseka | : böylece fasık, ayrılık, sapkın, ikiliğe düşün, |
an emr rabbi hi | : hüküm, işleyiş, rabbi |
e fe tettehızûne-hu | : hala onu ediniyor musunuz? sığınma, sarılma |
ve zurriyyete-hû | : onun zürriyetini, neslini takip etme, o halleri takip etme |
Evliyâe min duni | : dostlar, benden başka, ona ait, |
ve hum lekum aduvv | : onlar, size, düşman |
Bise li ez zalimine | : ne kötü, zalimler için, |
bedel | : karşılık, değişim |
50- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır. O kendi asliyetini tanıyamayanlardandır. Böylece o, Rabbinin her varlıktaki işleyişini anlayamayıp, ikilikte kalır. Hâlâ o hallere mi sarılacaksınız? Beni anlamayı bırakıp o hallerle hareket edenlerden evliyalar mı edineceksiniz? O haller sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir değişim.
-51-
مَا أَشْهَدتُّهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنفُسِهِمْ وَمَا كُنتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا
Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ
ma eşhedtu-hum | : bilemediler, şahit, onlar, zalimler, |
halka | : halk olma, var olma, yaratılış |
es semâvât ve el ard | : gökler, ulvi alem ve yeryüzü, toprak, |
ve la halka | : yok, var olma, yaratılış, var oluşu anlayamama, |
enfusi-him | : kendileri, nefsleri, |
ve mâ kuntu | : şey, ne, değil, oldu, olmadım, beni anlayamadılar, |
muttehıze | : sarılmak, benimseyen, özümseyen, edinen, |
el mudıllîne | : yalanlarda, dalalette, hakikatten sapan, |
adud | : adetler, cehalet hallerinde kalan, kendini güçlü sanan |
51- Zalimler, göklerin ve yerin halk oluşunu bilemediler ve onlar kendilerindeki varoluşu anlayamadılar ve cehalet hallerinde kalıp, yalanlara sarılıp, Beni anlayamadılar.
-52-
وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَائِيَ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُم مَّوْبِقًا
Ve yevme yekûlu nâdû şurekâiyellezîne zeamtum fe deavhum fe lem yestecibû lehum ve cealnâ beynehum mevbikâ
ve yevme yekulu | : o gün, vakit, zaman, derler, söyler, bildirir, |
Nadu | : nida edin, çağırın, davet edin, |
şurekaiy ellezîne | : ortaklar, ortak koştuğunuz o şeyler |
zeamtum | : zanda bulundunuz |
Fe deav-hum | : böylece, onları davet ettiler |
Fe lem yestecibu lehum | : fakat, icabet etmezler, etmediler, onlara |
ve cealnâ beyne hum | : kıldık, sunduk, aralarında, kendilerinde, |
mevbik | : tehlike, engel, korkulacak yer, korkuları, |
52- O vakit onlara, zanlarınızla ortak koştuğunuz şeyleri çağırın denilir. Böylece onları davet ederler. Fakat onların davetlerine icabet edecek yoktur. Onlara sunduğumuz hakikatleri anlamalarına engel olan şey, kendi korkularıdır.
-53-
وَرَأَى الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّوا أَنَّهُم مُّوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا
Ve reel mucrimûnen nâre fe zannû ennehum muvâkıûhâ ve lem yecidû anhâ masrifâ
ve ree el mucrimin | : gördü, kaldı, oldu, suçlu, fenalarda kalan |
el nar | : ateş, yakıp yıkıcı olan, |
Fe zann | : böylece, işte, zannettiler, sandılar, zanları, |
enne-hum | : oldular, olduğu, onlar, kendileri, |
muvâkıû-hâ | : olay, o halleri, o hale düşen, o halde kalan, |
ve lem yecidû anha | : bulamazlar, ondan, o hallerden, |
masrif | : kaçış, uzaklaşmak, kurtulmak, |
53- Yakıp yıkıcı hâllerde olanlar, fenalarda kalırlar. İşte onların o hâllerde kalmalarına sebep olan zanlarıdır ve onlar o hâllerden kurtulamazlar.
-54-
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا
Ve lekad sarrafnâ fî hâzel kurâni lin nâsi min kulli mesel ve kânel insânu eksere şeyin cedelâ
ve lekad | : andolsun, gerçek olan şu ki, doğrusu, |
sarraf na | : açıkladık, en ince ayrıntıya kadar |
Fi haza el kuran | : içinde, Kuran, kâinat kitabı, okunan şey, |
li el nas | : insanlar için, |
Min kulli meselin | : bütün, hepsi, misal, mesele, düşünülecek hususlar, |
ve kane el insan | : oldu, olur, insan, |
Eksere şey | : daha çok, çoğu, bir şey, |
cedela | : tartışma, kavga, münakaşa, cedelleşmek, inat, |
54- Gerçek olan şu ki, kâinat kitabının içinde insanlar için bütün meseleleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık. Fakat insan, bir şeyi anlamaktan daha çok tartışma içinde oluyor.
-55-
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَن تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا
Ve mâ menean nâse en yuminû iz câe humul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev yetiyehumul azâbu kubulâ
ve ma menea | : men eden şey, engelleyen, |
el nas en yumin | : insanlar, inanmak, mümin |
İz cae hum | : geldi, sunuldu, onlar, |
el hudâ | : hidayet, yol gösteren |
ve yestagfirû | : mağfiret isterler, dilerler, temizlenmek, |
rabb hum | : rab, vücudlandıran, |
İlla en tetiye-hum | : başka, onlara gelmesi, sunulması, |
sunnetu el evvelîne | : işleyiş, sena, evvelkilerin sünneti, adet, kanun |
Ev yetiye-hum | : gelir, sunulur, |
el azab kubul | : sıkıntı, başına gelecek, kalacak, kabul, gelmesi |
55- Onlara doğru yol gösterildiğinde ve Rabbinizin mağfiretini dileyin denildiğinde, insanların inanmalarına engel olan şey, öncekilerin adetlerinden başka bir şeyin onlara sunulmasıdır ya da onlara sunulan şeylerde, sıkıntılarda kalacaklarını düşünmeleridir.
-56-
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنذِرُوا هُزُوًا
Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ
ve mâ nursilu | : açığa çıkmadı, göndermek, |
el murselin | : resuller, hakikatleri gösteren |
İlla mubeşşirîne | : ancak, sevindirme, huzur vermek, müjdeleyiciler |
ve munzirîne | : uyarıcılar, hakikatlere çağrı yapan uyaranlar |
ve yucâdilu | : mücadele, kavga, çatışma, gayret, |
ellezin kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler |
bi el batılı | : batıl ile, boş şeylerle, asılsız, ilimsiz, |
li yudhıdu | : iptal, karşı çıkmak, boşa çıkarma |
bi-hi el hakk | : onunla, hak, hakikat, gerçek |
ve ittehazu ayeti | : edindiler, sarıldılar, ayetlerimizi |
ve mâ unzirû | : hakikatlere yapılan çağrı, uyarıldıkları şeyler, |
huzuven | : alay etme, önemsememe |
56- Hakikatleri gösterenler; hakikatlerimize çağrı yapıp uyarmak ve hakikatlerle huzur vermekten başka bir şey için açığa çıkmadılar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise, hakikatlere karşı batıl şeylerle karşı çıkıp kavga ederler ve ayetlerimize karşı asılsız şeylere sarılırlar ve hakikatlere yapılan çağrıyı önemsemezler.
-57-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَن يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا
Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe arada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâh innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ ve in teduhum ilel hudâ fe len yehtedû izen ebedâ
ve men azlemu minmen | : kim, zalim, o kimseden |
Zukkire | : zikredildi, hatırlatmak, anmak, |
bi ayeti rabb hi | : ayetler, işaretler, deliller, tecelliler, Rabbinin |
Fe arada an-hâ | : sonra, yüz çevirdi, ondan |
ve nesiye | : unuttu, vardır, |
ma kaddemet | : takdim edilen, sunulan, verilen, şeyler, |
yedâ-hu | : elleri, güçü, o, kendinde, |
inna cealna | : muhakkak biz, sunduk, yaptık, kıldık, |
ala kulub him | : kalplerinde, onlar, |
Ekinnet en yefkahû-hu | : masal, perde, fıkıh, iyice anlayıp bilme |
Ve fi azani-him vakr | : onların kulaklarında, işitme engeli |
Ve in tedu hum | : eğer, davet, uymak, onlar, |
ila el huda | : yol gösteren |
fe len yehtedû | : asla, uymazlar, doğru yolu gösteren, |
izen ebed | : hiçbir zaman, sonsuza kadar |
57- Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim olan kimdir? O halde olan kimseler takdim edilen şeyleri ve kendilerindeki gücün sahibini unuturlar. Onların kalblerine hakikatleri sunduk. Fakat onların kalblerinde hakikatlere ulaşmaya perdeler vardır ve kulaklarında işitmeye engel vardır. Onlara, doğru yolu gösterenin çağrısına uyun desen, onlar doğru yolu gösterene hiçbir zaman uymazlar.
-58-
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُم بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَل لَّهُم مَّوْعِدٌ لَّن يَجِدُوا مِن دُونِهِ مَوْئِلًا
Ve rabbukel gafûru zur rahmeh lev yuâhızuhum bi mâ kesebû le accele lehumul azâb bel lehum mevıdun len yecidû min dûnihî mevilâ
ve rabbu-ke | : vücudlandıran, Rabbin, |
el gafur | : bağışlayan, mağfiret eden |
Zu er rahmeti | : sahip, rahmet, rahmetiyle her yeri saran |
Lev yuâhızu-hum | : eğer, onları sorgulama, paylama, |
Bi mâ kesebû | : ile, kazandıkları şeyler, elde edilen |
le acele lehum el azab | : elbette, acele etmek, onlar, azap, sıkıntı, |
Bel lehum mevıdun | : bilakis, onlara, mühlet, vade, |
len yecidû | : asla bulamazlar, |
min dunihi | : ondan başka, |
mevil | : sığınak, yerleşim yeri, yaşam yeri |
58- Seni vücudlandıran sana mağfiret edendir. Eğer onlar kendilerine verilen şeyleri anlamak için sorgulasalardı, sıkıntılarında acele etmeselerdi, bütün her yeri rahmetiyle saranı elbette anlarlardı. Bilakis onların mühletleri vardı. Ondan başka sığınılacak bir yer asla bulamazlar.
-59-
وَتِلْكَ الْقُرَى أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِم مَّوْعِدًا
Ve tilkel kurâ ehleknâhum lemmâ zalemû ve cealnâ li mehlikihim mevıdâ
ve tilke el kura | : işte bu, belde, ülke, köy, |
ehlekna hum | : hakikati anlamayıp helak olmak, yok olmak, biz, onlar |
lemmâ zalemû | : olduğunda, zalim, kötülük, |
Ve cealna | : yaptık, sunduk |
li mehliki-him | : helak, mahv, kendine yazık etmek, onlar, |
mevıden | : süre, vade, müddet, ölünceye kadar, vadedilen zaman |
59- İşte onlar; kötülüklerde olduklarından dolayı, o bulundukları beldelerde Bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Onların kendilerine yazık etmemeleri için, ölüm onlara gelinceye kadar her an hakikatleri sunduk.
-60-
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا
Ve iz kâle mûsâ li fetâhu lâ ebrehu hattâ ebluga mecmeal bahreyni ev emdıye hukubâ
ve iz kâle musa | : demişti, Musa, |
li feta hu | : genç arkadaşına, yol arkadaşı |
lâ ebrehu | : ayrılmayacağım, durmak yok, |
hatta ebluga | : hatta, erişmek, ulaşma |
Mecmea | : cem eden, Tevhid eden, birleşti, |
el bahreyni | : iki deniz, bilge kişi, kâmil kişi, |
Ev emdiye hukuba | : geçip gitmek, senelerce kalmak, günlerce, |
60- Musa yol arkadaşına: Tevhid sırrını bilen bilge kişiye ulaşıncaya kadar durmak yok, hatta günlerce gidilse bile, demişti.
-61-
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
Fe lemmâ belega mecmea beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fettehaze sebîlehu fîl bahri serebâ
fe lemma belega | : böylece olduğu zaman, erişti, ulaştı, buldu, |
Mecmea beyni huma | : toplanma, cem olan, tevhid eden, aralarında |
Nesiya hûte-humâ | : unuttular, balığı, gönlü, gönüllerindeki hissiyat, onlar |
fe ittehaze sebile hu | : böylece, edindi, buldu, kendi yolunu |
fî el bahri | : deniz, bilge kişi, doğru gidilen yer, sonsuzluk, |
sereben | : kaydı gitti, aktı, gönlü kaydı, |
61- Böylece onlar, Tevhid sırrını bilen bilge kişiye ulaştıklarında, gönüllerindeki kendi bildiklerini unuttular. Böylece gönülleri bilge kişinin anlattıklarına doğru kaydı.
-62-
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا
Fe lemmâ câvezâ kâle li fetâhu âtinâ gadâenâ lekad lekînâ min seferinâ hâzâ nasabâ
Fe lemma caveza | : böylece, olduğunda, mesafe, varılan yer, ulaşılan yer |
Kale li fetâ-hu | : dedi, genç arkadaşına, yol arkadaşına |
Ati na | : bize getir, sun, ver, |
gadâe-nâ | : kahvaltı, gıda, yemek, bildikleri, biz, |
Lekad lekine | : doğrusu, buluştu, hissetti, maruz kaldı, birlik, |
min seferinâ | : seferimiz, yolculuğumuz, taşıdıklarımız, |
Haza nasaben | : bu, yorgunluk, bitkinlik, meşakkat |
62- Böylece vardıkları yerde yol arkadaşına dedi ki: Gıdamızı getir. Doğrusu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük.
-63-
قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا
Kâle eraeyte iz eveynâ ilas sahrati fe innî nesîtul hût ve mâ ensânîhu illeş şeytânu en ezkureh vettehaze sebîlehu fîl bahri acebâ
Kâle e raeyte | : dedi, gördün mü, anladın mı? |
iz eveyna | : orada bulunduğumuzda, |
ila es sahrati | : kaya, sertlik, sert taş, gönüllerin sertliği, |
fe inni nesitu | : böylece, işte, bundan dolayı, unuttum, orada kaldı |
el hute | : balık, gönül, hissiyat, |
ve mâ ensa-ni-hu | : değiş, ne, unutturmadı, engel olmak, onu, |
illa el şeytanu | : başka, vardır, ancak, şeytani haller |
en ezkur hu | : hatırlatmak, anmak, anlamak, onu |
ve ittehaze sebile hu | : edindi, sarıldı, vardır, yol, hakikat yolu, |
fî el bahri | : deniz, bilge kişi, doğru yol, sonsuzluk |
aceben | : acayip, şaşkınlık, hayret, farklılık |
63- Dedi ki: Orada bulunduğumuzda, kendi bildiklerimizin gönüllerimizi nasıl taşlaştırdığını anladın mı? İşte gönlümüz orada anlatılan o hakikatlerde kaldı. Bu zamana kadar hakikatleri anlamamıza engel olan şey, şeytani hallerimizden başka bir şey değilmiş. Böylece onun gönlü bir farklılık içinde bilge kişinin anlattığı hakikatlere sarıldı.
-64-
قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا
Kâle zâlike mâ kunnâ nebgı ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ
Kâle zalike | : dedi, işte bu, |
ma kunna nebgı | : aradığımız şey, aradığımız hakikatler, talep, meyil |
Fe erdedda | : böylece, döndüler, bıraktı, terk ettiler, |
ala asari-hima | : üzerinde, karşı, tesir eden, eser, iz, kendileri, |
kasasan | : anlatmak, bildirilen, haber, takip etmek, nakletmek, |
64- Dedi ki: İşte bizim aradığımız hakikatler buydu. Böylece onlar, nakledilen sözleri dinlediler, kendilerine tesir eden kendi bildiklerinden döndüler.
-65-
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ
fe vecedâ abd | : böylece, buldular, kul, |
min abid na | : kullarımızdan, |
âteynâ-hu rahmet | : sunduk, verdik, o, rahmeti, merhamet |
min indi-nâ | : bizim katımızdan, bize ait olan, |
ve allem nâ hu | : bilen, arif olan, öğrettik, biz, o |
min ledun-nâ ilmen | : bize ait olan, katımızdaki, ilim |
65- Böylece, kullarımızdan bir kul buldular. O, Bizim ona verdiğimiz rahmetin Bize ait olduğunu bilenlerdendi ve Bize ait olan ilimle, o Bizi bilenlerdendi.
-66-
قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ
Kâle lehu Musa | : dedi, ona, Musa |
hel ettebiu-ke | : tabi olma, uymak, takip, tabi olabilir miyim? sana |
Ala en tuallime-ni | : üzere, için, senin bana öğretmen |
mimmâ ullimte | : şeyden, sana öğretilen, |
ruşden | : mantıklı, tamlık, kemalât, olgunluk, irşad olmak, doğru yolu bulmak |
66- Musa ona dedi ki: Sana öğretilen şeylerden bana da öğretmen, benim de kemalât bulmam için sana tâbi olabilir miyim?
-67-
قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ
Kâle inne ke | : dedi, doğrusu, muhakkak sen, |
len testetia | : asla, dayanamazsın, güç yetiremezsin |
Maiye sabren | : benimle beraber, maiyetimde, sabırlı olma |
67- Dedi ki: Doğrusu sen, benimle beraber olduğunda sabırlı olmaya güç yetiremezsin.
-68-
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا
Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ
ve keyfe tesbiru ala | : nasıl, sabredersin, |
Ma lem tuhıt | : şey, ne, kavrayamadın, anlayış, |
bihi habir | : onu, haber, bilgi |
68- İç yüzünü kavrayamadığın bilgilere nasıl sabredeceksin ki?
-69-
قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا
Kâle se tecidunî inşâallahu sâbiren ve lâ asî leke emrâ
Kâle se tecidu ni | : dedi, beni bulacaksın, |
inşae Allah sabiren | : inşallah, isterse, sabırlı olan |
ve lâ asî leke | : asi olmayacağım, karşı çıkmak, sana, |
emr | : hükümlerine, iş, emr, hüküm, yaptıkların, |
69- Musa dedi ki: İnşallah beni sabreden bulacaksın ve yaptıklarında sana asi olmayacağım.
-70-
قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا
Kâle fe initteba’tenî fe lâ teselnî an şeyin hattâ uhdise leke minhu zikrâ
Kâle fe in ittebate ni | : dedi, öyleyse, bana tâbi olduğunda |
fe lâ tesel-ni an şey | : bana soru sorma, bir şey |
Hattâ uhdise leke | : hatta, oluncaya kadar, ben anlatmadıkça, hadise, sana |
min-hu zikren | : ondan, zikir, öğüt, anlatmak, |
70- Dedi ki: Öyleyse bana tâbi olduğunda bana bir şey sorma, hatta ben söyleyinceye, onun hakikatini anlatıncaya kadar.
-71-
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا
Fentalakâ hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ lekad cite şeyen imrâ
fe intalaka | : böylece, gittiler, yol aldılar, |
hatta iza rakib | : hatta, bininceye kadar, bağlanıncaya kadar, |
fî es sefîneti | : gemi, yük taşıyan, içinde bilgi barındıran, |
haraka ha | : deldi, yırttı, yakıcı, onu |
Kâle e harakte ha | : dedi, onu neden deldin, deldin mi? |
Li tugrika ehle-hâ | : boğmak, battı, onun ehlini, ahalisini, sahipleri, |
Lekad cite şey emr | : andolsun, yaptın, şey, iş, sen nasıl bir iş yaptın |
71- Böylece bir gemiye bininceye kadar yol aldılar. O onu deldi. Dedi ki: Sen onun sahiplerini boğmak için mi deldin? Andolsun ki sen, nasıl bir iş yaptın?
-72-
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ
Kale e lem ekul | : dedi, demiştim, |
inne-ke len testetia | : muhakkak sen, güç yetiremezsin, dayanamazsın |
Maiye sabren | : benimle beraber, birlikte, sabırlı olma |
72: Dedi ki: Doğrusu sen, benimle birlikte olmaya güç yetiremezsin, diye sana demiştim.
-73-
قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا
Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu ve lâ turhıknî min emrî usrâ
Kâle la tuahız ni | : dedi, eleştiri, kınama, paylama, beni, |
bima nesitu | : sebebiyle, unutmak, |
ve la turhık-ni | : bana yükleme, sorumlu tutma, |
min emr asre | : hüküm, işleyiş, zorluk, güçlük, sıkıntı |
73- Dedi ki: Unutmam sebebiyle beni eleştirme ve hükümleri anlamamda bana zorluk yükleme.
-74-
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا
Fentalekâ hattâ izâ lekıyâ gulâmen fe katelehu kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefs lekad cite şey’en nukrâ
Fe intaleka | : böylece, devam ettiler, gittiler, ayrıldılar, |
Hattâ iza lekiya | : oluncaya kadar, olduğunda, rastlama, karşılaşma, |
gulamen | : çocuk, köle, genç, esir, hizmetçi, |
Fe katele hu | : böylece, öldürdü, mahv etti, yazık etti, zarar verdi, o |
kale e katel te | : dedi, nasıl, sen öldürdün, yazık ettin, sen, |
Nefsen | : kişi, nefs, can, öz varlık, zatı, |
zekiyyeten | : temiz, masum, hali temiz olan, zeka sahibi, anlayış, idrakli |
bi gayri nefsin | : olmaksızın, başka, değil, nefs, can, kişi, öz varlık, zatı, |
Lekad cite | : andolsun, doğrusu, sen yaptın, geldin, |
şeye nukren | : bir şey, inkar, ret, kötü |
74- Böylece devam ettiler, sonra da bir gençle karşılaştılar. Sonra da o ona yazık etti. Dedi ki: Sen, öz varlığından başka bir şeyi olmayan, hâli de temiz olan bir kişiye nasıl yazık edersin? Andolsun ki sen, ne kötü bir şey yaptın.
-75-
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ
Kale e lem ekul | : dedi, demiştim, |
inne-ke len testetia | : muhakkak sen, güç yetiremezsin, dayanamazsın |
Maiye sabren | : benimle beraber, birlikte, sabırlı olma |
75- Dedi ki: Doğrusu sen, benimle birlikte olmaya güç yetiremezsin, diye sana demiştim.
-76-
قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا
Kâle in seeltuke an şeyin badehâ fe lâ tusâhıbnî kad belagte min ledunnî uzrâ
Kale in seeltuke | : dedi, eğer, sana sorarsam, |
an şey bade ha | : bir şey, bundan sonra |
Fe la tusahıb ni | : artık, yok, sahip arkadaş, ben |
kad belagte | : olmuştu, ulaştın, kabul |
min ledun-ni uzre | : benim özrümü, |
76- Dedi ki: Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Umarım benim özrümü kabul edersin.
-77-
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا
Fentalekâ hattâ izâ eteyâ ehle karyetin istatamâ ehlehâ fe ebev en yudayyifûhumâ fe vecedâ fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda fe ekâmeh kâle lev şite lettehazte aleyhi ecrâ
Fe entalekâ | : böylece, devam ettiler, ilerlediler, |
Hatta eteyâ | : geldiler, |
ehle karyetin | : şehir halkı, köy, belde, ülke |
İstatamâ ehle ha | : yemek istediler, oranın halkından |
Fe ebev en yudayfu humâ | : fakat, çekinme, misafir etmek, onları |
Fe veceda fiha | : sonrada, buldular, orada, |
cidaren | : duvar, zar, perde, |
Yuridu en yenkadda | : istemek, yıkılmak üzere |
fe ekame-hu | : o zaman onu ikame etti, düzeltti, doğrultular, |
Kale lev şite | : dedi, eğer, isteseydin |
le ittehaze | : elbette, edinmek, almak, sarılmak |
aleyhi ecr | : ona karşılık, |
77- Böylece devam ettiler. Bir belde halkına geldiler. Oranın halkından yemek istediler. Fakat onlar, onları konuk etmekten çekindiler. Sonra orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Sonra da onu doğrultup düzeltiler. Dedi ki: Eğer isteseydin elbette bunun karşılığını alırdın.
-78-
قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
Kâle hâzâ firâku beynî ve beynik se unebbiuke bi tevîli mâ lem testetı aleyhi sabrâ
Kâle haza firaku | : dedi, bu, ayrılık, ayrılma |
bey-ni ve beyni ke | : benimle senin aranda, aramızda |
se unebbiu ke | : sana haber vereceyim, bildireyim, |
bi tevil | : yorum, iç yüzünü anlatma, aslını anlama, |
ma lem testetı | : güç yetiremediğin şey, |
aleyhi sabr | : ona, o şeylere, sabır |
78- Dedi ki: Seninle benim aramda yolculuk buraya kadar. Artık ayrılma vakti. Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzünü sana bildireyim.
-79-
أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا
Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne yamelûne fîl bahri fe eradtu en eîbehâ ve kâne verâehum melikun ye’huzu kulle sefînetin gasbâ
Emme el sefinet | : amma, gemi, eskimiş gemi, kayık, denizcilik, |
fe kânet li mesakin yalemu | : idi, oldu, miskin, fakir kimse, çalışma |
fi el bahri | : denizde |
Fe eradtu | : böylece, bu sebeple, istedim, |
en eibe ha | : kusurlu yapmak, zarar vermek, onu |
ve kâne verae hum melik | : oldu, idi, ardında, arkasında, onlar, kıral |
Yehuzu | : alıyor, ele geçiriyor, |
Kulle sefînet gasben | : bütün gemiler, gasb, zorla |
79- O gemi denizde çalışan fakir kimselerindi. Onların ardında ise bütün gemileri gasp eden bir kral vardı. Bu sebeple onu kusurlu kılmak istedim.
-80-
وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا
Ve emmel gulâmu fe kâne ebevâhu mu’mineyni fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ
ve emmâ el gulamu | : fakat, olduğunda, çocuk, genç, köle, genç |
Fe kane ebeva hu | : böylece, oldu, idi, anne babası, o, |
mümineyn | : müminlerden, emin olanlar, |
Fe haşi na | : böylece, sonra, korkmak, çekinmek, saygı, biz, |
en yurhika huma | : sürükler, yorar, çektirir, zarar verme, zulüm, onlar, ikisi, |
Tugyanen | : azgın, öfkeli, asi, kızgın, |
ve kufren | : küfür, inanmayan, hakikatleri görmeyen, |
80- O gence gelince; onun anne babası müminlerdendi. Onun öfkeli ve hakikatleri örtme hâllerinden dolayı, onlara zulüm etmesinden çekindik.
-81-
فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا
Fe erednâ en yubdilehumâ rabbuhumâ hayren minhu zekâten ve akrebe ruhmâ
fe ered nâ | : böylece, irade, dilemek, istemek, biz, |
en yubdile huma | : değiştirme, tebdil etme, yerine verme, onlara, |
Rabbu humâ | : Rabbi, vücudlandıran, onlar, |
Hayren | : hayırlı, iyi, güzel, , |
minhu zekaten | : ondan, o hallerinden, temizlenmek, akıllı, zeka, |
ve akrebe ruhmen | : daha yakın, merhamet, sevgi dolu |
81- Böylece istedik ki; o hallerini değiştirsin, hayırlı, temiz ve ailesine yakın olsun, merhametli olsun, onların Rabbini bildiği gibi bilsin.
-82-
وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
Ve emmel cidâru fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti ve kâne tahtehu kenzun lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihâ fe erâde rabbuke en yeblugâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmeten min rabbik ve mâ fealtuhu an emrî zâlike tevîlu mâ lem testı aleyhi sabrâ
ve emmâ el cidâru | : olduğunda, gelince, duvar, zar, perde, |
fe kâne li gulameyn yetimeyn | : böylece, idi, oldu, çocuklar, genç, iki yetim |
fî el medîneti | : şehirde, belde, açığa çıkan, |
ve kane tahtehu | : oldu, vardı, altında, tahtında, makamında, onun |
Kenzun lehuma | : hazine, define, gizli, onlara ait |
ve kâne ebu huma | : idi, oldu, onların babası, anne babası, atası, |
salihan | : idi, oldu, onların babası, doğru, iyilerdendi |
fe erade rabb ke | : böylece, diledi, istedi, irade, rabbin, |
en yebluga | : ulaşma, erişme, olgunlaşmak, |
eşudde-humâ | : güçlü olmak, daha fazla, onlar, |
ve yestahricâ | : çıkarsın, ortaya koysun, açığa çıkarmak, |
kenze huma | : gizli, hazine, değer, onların |
Rahmeten min rabbi-ke | : rahmet, Rabbinden |
ve mâ feal tu hu | : yapmadım, uymadım, o, fail, |
an emr | : hüküm, işleyiş |
Zâlike tevil | : işte bu, aslı olan, iç yüzü, yorum, |
ma lem testi | : güç yetiremediğin |
Aleyhi sabr | : ona, sabırlı olma |
82- Duvar ise o beldedeki iki yetim çocuğa ait idi. Onun altında onlara ait hazine vardı ve onların babası iyilerdendi. Böylece Rabbin; onlar olgunlaşsın güçlensin ve Rabbinin rahmetiyle onlar hazineyi çıkarsınlar istedi. İşte O’nun hükümlerinin dışında bir şeye uymadım. İşte sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzü budur.
-83-
وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا
Ve yeselûneke an zil karneyn kul se etlû aleykum minhu zikrâ
ve yeselune-ke | : sana sorarlar |
an zi el karneyni | : Zülkarneyn’den, iki makamın yakınlığı, çağ, asır, yüzyıl, |
Kul se etlu aleykum | : de, söyle, okuma, size aktarma, bilg verme |
min-hu zikre | : ondan, an, hatırla, zikir, sunma |
83- Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar. Ondan size bilgi sunayım, de.
-84-
إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا
İnnâ mekkennâ lehu fîl ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ
İnnâ meken na | : biz, sağlam, destek, kudret, mekân, biz |
lehu fi el ard | : onu, yeryüzü, toprak, yer, bütün her yer |
ve âteynâ-hu | : verdik, sunduk, o, |
min kulli şeyin | : bütün her şey, |
sebeb | : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik |
84- O’da bütün her yeri sapasağlam tutanın Biz olduğunu bilenlerdendi ve o, sunduğumuz bütün her şeydeki incelikleri arayanlardandı.
-85-
فَأَتْبَعَ سَبَبًا
Fe etbea sebebâ
fe etbea | : böylece, tabi oldu, uydu, takip etti, |
sebeb | : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik |
85- Böylece varlığın var oluş sebebi hikmetine tâbi oldu.
-86-
حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْمًا قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا
Hattâ izâ belega magribeş şemsi vecedehâ tagrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmâ kulnâ yâ zel karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ
hattâ izâ belega | : olduğunda, ulaştığında, vardı |
magribe el şemsi | : batı, güneş, aydınlık, |
vecede-ha | : buldu, karşılaştı, onu, |
tagrubu | : gurup, batma, birleşme, garip, farklı |
fî aynin | : aynılık, benzer, pınar, bakış, |
hamietin | : koruyucu, bulanık, öfke, hararet |
ve vecede | : buldu, karşılaştı, |
inde ha kavmen | : onun yanında, katında, kavim, topluluk, |
Kulna ya ze el karneyni | : dedik, bildirdik, ey Zülkarneyn |
İmma en tuazzibe | : ya, senin azaba uğratman, onlara sıkıntı verirsin |
Ve imma en tettehıze | : yada, senin edinmen, ittihaz etmen |
fî-him husnen | : onların içinde, onlar hakkında, güzel davranış, iyilik |
86- Böylece güneşin battığı yere ulaştığında, orada bir kavim ile karşılaştı. Öfkeli hâlleri olan, benzer özellikler içinde garip bir şekilde onları buldu. Ya Zülkarneyn! Ya onlara sıkıntı verirsin ya da onlara güzel davranışlar sunarsın, diye bildirdik.
-87-
قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُّكْرًا
Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yureddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ
Kâle emma men zaleme | : dedi, lakin, fakat, kim, zalimlik, haksızlık, |
fe sevfe nuazzibu-hu | : olacak, olur, azap etme, sıkıntı, o |
Summe yureddu | : sonra, reddedilme, uzaklaşır, |
ila rabb hi | : rabbinden |
fe yuazzibu-hu | : o zaman, azap, sıkıntılar verir, |
azab nukre | : sıkıntı, şiddetli, umulmadık |
87- Dedi ki: Kim zalim olursa, böylece o sıkıntılar bulur. Sonra da o Rabbinden uzaklaşır, böylece o umulmadık sıkıntılarda kalır.
-88-
وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاء الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا
Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâenil husnâ ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ
ve emmâ men amene | : amma, fakat, kim iman eder, inanır |
ve amile sâlihan | : dosdoğru hak yolunda çalışırsa, Salih amel |
fe lehu cezaen | : böylece, o zaman, onun karşılığı |
el husna | : iyi olan, güzel olan, faydalı olan, |
ve se nekûlu lehu | : söyleyeceğiz, sözlerimiz, söylemek, denir, ona |
min emri-nâ | : emrimizden, işleyişimiz, hükmümüz, |
yusren | : kolayca, kolay olan |
88- Fakat kim iman eder ve dosdoğru hak yolunda çalışırsa, böylece ona iyilerden olma karşılığı vardır ve ona sözlerimizdeki hükümleri kolayca anlama vardır.
-89-
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ
Summe etbea | : sonra, böylece, tabi oldu, uydu, takip etti, |
sebeb | : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik |
89- Sonra nedenleri takip etmeye devam etti.
-90-
حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْرًا
Hattâ izâ belega matlıaş şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ
hattâ izâ belaga | : olduğu zaman, ulaştı, |
matlıa el şems | : doğuş, güneş, aydınlık, |
vecede-hâ | : onu buldu, |
tatluu ala kavmin | : doğuş, aydınlığa kavuşmak, kavmin üzerine |
lem necal lehum | : kılmadık, yapmadık, sunmadık, onlara |
min dûni-ha sitren | : ondan başka, örtü, perde, |
90- Güneşin doğduğu yere ulaştığında, orada o nuru bir kavmin üzerine doğuyor buldu. Onlara o nurdan başka bir örtü sunmadık.
-91-
كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا
Kezâlik ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ
Kezâlike | : işte böyle, |
ve kad ehatna | : oldu, ihata, sarma, kuşatma, |
Bima ledey ni hubre | : şeyler, yanında, sahip, var, haberdar olan, bilgi sahibi |
91- İşte böyle. Onlar hakikatin bilgisiyle kuşatılmış olanlardır.
-92-
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ
Summe etbea | : sonra, böylece, tabi oldu, uydu, takip etti, |
sebeb | : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik |
92- Sonra nedenleri takip etmeye devam etti.
-93-
حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْمًا لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا
Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ
hattâ izâ belega | : olduğu zaman, ulaştığında |
beyne es seddeyni | : arası, iki sed, iki seddin arası |
vecede | : buldu, karşılaştı, bir kavim buldu, |
min dûnihimâ kavmen | : onlardan başka, kavim, kimseler, |
lâ yekâdûne yefkahûne kavl | : anlamayan, düşünmeyen, söz dinlemeyen |
93- İki seddin arasına ulaştığında bir kavim buldu. O kavimden başka, hiçbir şey anlamayan, söz dinlemeyen başka bir kavim de vardı.
-94-
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَى أَن تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا
Kâlû yâ zel karneyni inne yecûce ve mecûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tecale beynenâ ve beynehum seddâ
Kâlû ya ze elkarneyn | : dediler, ey Zülkarney |
İnne yecuc | : fenayı sıfat, sıfatları kendine nisbet etmek, |
ve mecuc | : fenayı vücut, vücudu kendine nisbet etmek |
mufsid | : fesatlık, bozguncu, ikilik, kötülük |
fî el ardı | : yeryüzünde |
Fe hel necalu | : bu sebeple, yapalım, |
Leke harcen | : sana, harç, ücret, vergi, karşılık, |
ala tecale | : senin yapman, koyman, |
beynenâ ve beynehum | : onlarla bizim aramızda, |
sed | : bir set, duvar, engel, |
94- Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki sıfatları kendilerine nisbet edip onunla kötülüklerde olanlar ve vücudları kendilerine nisbet edip onunla kötülüklerde bulunanlar, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bu sebeple onlarla bizim aramıza bir sed yapman için sana çalışmanın karşılığını verelim.
-95-
قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا
Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ecal beynekum ve beynehum redmâ
Kâle ma mekken ni | : dedi, imkan, mekan, kuvvetli, verilen şey, beni |
Fi rabb hayrun | : o konuda, rabbim, daha hayırlı |
Fe einu ni | : öyleyse, bakış, zat, göz, birlikte hareket etmek, |
bi kuvvetin | : gayretle, güçle, kuvvetle, hareket, tesir etmek, |
ecal | : yapmak, kılmak, etmek, koymak, anlamak, |
beynekum ve beynehum | : onlarla sizin aranıza, kötülük yapanlarla aranıza |
redm | : dolgu, sağlam bir engel, kapamak, tıkamak, |
95- Dedi ki: Rabbimin vereceği şeyler daha hayırlıdır. Öyleyse kötülüklerde olup bozgunculuk yapanlarla aranıza sağlam bir engel koymak için, tüm gücünüzle benimle birlikte hareket edin.
-96-
آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ حَتَّى إِذَا سَاوَى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انفُخُوا حَتَّى إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا
Atûnî zuberel hadîd hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ
Atû ni | : veren, gelen, getiren, bağışlama, ata, sunmak, ben, |
zuber | : kitaplar, örs, demir parçası, sık dokunmuş, |
el hadid | : demir, had, hudud, sınır |
hattâ izâ sava | : oluncaya kadar, musavi, aynı, benzer, eşit, |
beyne | : arası, |
es sadafeyni | : sesler, tepeler, çatlak, ikiye ayırmak, teveccüh, |
kâle infu hû | : dedi, nefes alıp vermek vermek, şişirmek, üfleyin, o |
Hatta izâ ceale-hu | : yaptığında, ettiğinde, düzenlemek, o |
naren | : ateş, yakıcı, nur, |
Kâle atu ni | : dedi, bana verin, getirin, benim getirdiğim, |
ufrig | : dökmek, boşaltmak, bırakmak, terk etmek, |
aleyhi kıtre | : damla, bir damla olan şey, cüz, |
96- Benim getirdiğim kitaba dair olan hakikatleri anlayın, sınırları anlayın. Hatta tüm seslerin geldiği yeri, benzerlikleri anlayıncaya kadar gayret edin. Dedi ki: O’nun size nefes alıp verdirdiğini anlayın. O’nun nuruyla düzenlendiğinizi anlayın. Dedi ki: Benim getirdiğim hakikatlere uyun, tüm fenalarınızı boşaltın, O’ndan bir damla olduğunuzu bilin.
-97-
فَمَا اسْطَاعُوا أَن يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا
Femestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ
fe ma istetau | : böylece, artık bunları yaparsanız, güçleri yetmez, |
en yazheru hu | : ortaya çıkma, zahir, açığa çıkmak, hükmeden, |
ve ma istetau lehu | : muktedir olamazlar, güçleri yetmez, onu, |
nakben | : reis, yönetici, hükmetmek, delmek, sırlara aşina olma |
97- Artık bunları yaparsanız, onların size hükmetmeye güçleri yetmez ve sizi yönetmeye güçleri yetmez.
-98-
قَالَ هَذَا رَحْمَةٌ مِّن رَّبِّي فَإِذَا جَاء وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاء وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا
Kâle hâzâ rahmetun min rabbî fe izâ câe vadu rabbî cealehu dekkâ ve kâne vadu rabbî hakkâ
Kâle haza rahmet min rabb | : dedi, bu, rahmet, rabbimin |
Fe izâ cae vadu rabb | : öyleyse, geldiğinde, vaad, söz, Rabb |
Ceale hu | : yapar, kılar, sunar, onu, |
dekkae | : dosdoğru, dümdüz, un ufak |
ve kâne vadu | : oldu, vaad, yerine gelme, açığa çıkma, |
rabb hakk | : rabb, gerçek, hakikat, |
98- Dedi ki: Bu Rabbimin rahmetindendir. Böylece Rabbim her şeyi yerine getirendir. O doğruluğu sunandır ve bir şeyin açığa çıkışı Rabbimin hakikatidir.
-99-
وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا
Ve teraknâ badahum yevmeizin yemûcu fî badın ve nufiha fis sûri fe cemanâhum cemâ
ve terakna bada hum | : biz terkettik, bıraktık, ayrılma, bazıları, kısmınız, onlar |
Yevmeizin | : o vakit, o zaman, her zaman, |
yemucu fi badın | : dalga, karışma, bir kısmının içine |
ve nufiha fi el suri | : üfürüldü, sura, suretlerin içine |
Fe cemanâ-hum cema | : böylece, birliğimiz, onları topladık, hepsini, cem |
99- Onlardan bazıları Bizi anlayamayıp ayrılığa düştüler. Bazıları içlerinde her zaman dalgalanmalar yaşadı. Suretlerin içindeki Ruhu anlayanlar ise, onlar Bizim birliğimizde Cem oldular.
-100-
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِّلْكَافِرِينَ عَرْضًا
Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lil kâfirîne ardâ
ve aradna | : sunduk, vardır, arz ettik, gösterdik, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller |
Yevmeizin | : o gün, o vakit, her zaman, |
li el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelen, |
arda | : sunmak, arz etmek, vardır, |
100- Sunduğumuz hakikatleri görmemezlikten gelenler için ise, her zaman cehaletin cehennemi vardır.
-101-
الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاء عَن ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا
Ellezîne kânet ayunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne semâ
Ellezine kanet ayn hum | : onlar, oldu, aynılık, benzer, onlar |
fî gıtain | : perdeli, uzak, kapak, örtülü, |
an zikri | : zikrimden, anlamak, hakikatler, |
ve kânû la yestetiune | : oldular, yok, muktedir, güçleri yetmez, |
sema | : işitmek, hakikatleri işitmek |
101- Onların bakışları perdelidir, hakikatleri anlayamazlar ve onların hakikatleri işitmeye güçleri yoktur.
-102-
أَفَحَسِبَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَن يَتَّخِذُوا عِبَادِي مِن دُونِي أَوْلِيَاء إِنَّا أَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ نُزُلًا
E fe hasibellezîne keferû en yettehızû ibâdî min dûnî evliyâ innâ atednâ cehenneme lil kâfirîne nuzulâ
E fe hasibe | : yoksa zannettiler, sandılar, |
ellezine kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelenler |
en yettehızû abid | : edindiklerini, sığındıkları, kulluk, |
Min duni evliyae | : ondan başka, benden başka, evliya, dostlar, veliler |
İnna atedna | : muhakkak biz, sunduk, hazırladık, vardır, |
cehennem | : cehaletin hali, yakıp yıkıcı haller, |
li el kafirine nuzulen | : hakikatleri örtenler, kalacak yer, varacaları yer, konak, |
102- Hakikatleri görmemezlikten gelenler; Beni bırakıp kullarımdan evliyalar edineceklerini mi sandılar? Muhakkak ki Bizi anlayamayanlar için, cehaletin cehennemi vardır. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin varacakları yer orasıdır.
-103-
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا
Kul hel nunebbiukum bil ahserîne amâlâ
Kul hel nunebbiu kum | : anlat, de, size haber vereyim mi? |
bi el ahserîne | : hüsrana uğrayanlar, kaybeden, başarılı olamayan, |
amalen | : çalışmaları, amelleri |
103- De ki: Amellerinde hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?
-104-
الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
Ellezîne dalle sayuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sunâ
Ellezîne dalle | : o kimseler, saptı, uydurulan şeylere sapan, |
sayu hum | : çalışmaları, yaptıkları, amel, onlar, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamlarında |
ve hum yahsebun | : onlar, zannederler, sanırlar, |
enne-hum yuhsinun | : onlar, güzel amel, iyi çalışmalar, iyi şeyler |
suna | : yapmak, çalışmak, |
104- O kimseler; dünya hayatındaki çalışmalarında hakikatleri bırakıp uydurma şeylere saparlar ve onlar iyi şeyler yaptıklarını zannederler.
-105-
أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا
Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat amâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ
ulaike ellezine keferu | : işte o kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen |
bi ayati rabbi him | : ayetleri, işaretleri, rableri, vücudlandıran, onlar |
ve likai-hi | : birlik, kavuşma, tevhit etme, toplama, o birliği |
fe habitat | : böylece, boşa gitti, karşılık bulamaz, heba oldu |
amalu hum | : amelleri, çalışmaları, |
fe la nukimu lehum | : böylece, yok, biz, ikame, ayakta durma, belirlilik, onlara |
yevme el kıyameti | : gün, vakit, kıyam, ölünceye kadar, |
vezne | : ölçü, mizan |
105- İşte o kimseler; kendilerini vücudlandıranın işaretlerini ve o birliği görmemezlikten gelirler. Böylece onlar, amellerinde karşılık bulamazlar. Böylece onlar, tüm varlığı diri tutanın Biz olduğunu anlayamazlar. Ölünceye kadar onların hakikatleri anlamada bir ölçüleri olmaz.
-106-
ذَلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا
Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ
Zâlike cezau hum | : işte bundan dolayı, karşılık, onlar, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, ykıp yıkıcı haller, |
Bimâ keferu | : sebebiyle, hakikatleri görmemezlikten gelme |
ve ittehazû ayati | : edindiler, ayetlerimi |
ve rusuli huzuven | : resuller, hakikati gösteren, alay, önemsememe |
106- İşte, hakikatleri görmemezlikten gelmeleri sebebiyle, ayetlerimizi ve hakikatleri gösterenleri önemsemediklerinden dolayı, onların karşılığı cehaletin cehennemidir.
-107-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kânet lehum cennâtul firdevsi nuzulâ
inne ellezine amenu | : muhakkak o kimseler, iman eden, inanan |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Kânet lehum | : idi, oldu, onlara |
cennâtu el firdevsi | : firdevs cennetleri, halk da hak zevki, bostan, bütün âlem |
nuzule | : bulundukları hal, konak, kalacak yer |
107- Muhakkak ki iman edenlerin ve dosdoğru hak yolunda çalışanların bulundukları hâl, tüm Halk’a Hakk zevki ile bakmanın huzurudur.
-108-
خَالِدِينَ فِيهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا
Hâlidîne fîhâ lâ yebgûne anhâ hıvelâ
Halidine fiha | : devamlı, sürekli, ebediyyen, kalıcı olanlar, orada |
la yebgûne | : yok, arzu, istek, istemezler, |
anha hıvele | : o hal, ondan ayrılmak |
108- Devamlı o hâlde hareket ederler, o hâlden ayrılmak istemezler.
-109-
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev cinâ bi mislihî mededâ
Kul lev kane bahru midaden | : anlat, de ki, eğer, olsa, denizler, mürekkeb |
Li kelimat rabbi | : kelime, sözler için, Rabbim |
le nefide el bahru | : denizler biter, tükenir |
kable en tenfede | : önce, bitmeden |
Kelimat rabbî | : söz, kelime, tecelli, Rabbim |
ve lev cina | : eğer, ise, olsa, getirdik, |
bi misli hi meded | : onun misli benzeri, yardım |
109- De ki: Eğer Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve onun misli kadar olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmez, denizler biter tükenir.
-110-
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا
Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid fe men kâne yercû likâe rabbihî fel yamel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ
Kul innema | : anlat, söyle, sadece, ancak, |
ene beşer misl kum | : ben, bir beşerim, sizin gibi |
Yuha ileyye | : vahyediliyor, hay olan, diri olan, bende, bana |
Ennema | : olduğu, olan, sadece, doğrusu, |
ilahu-kum | : ilahınız, var eden, |
ilahu vahid | : vareden, ilah, sığınılan, bir, tek |
fe men kane yercu | : artık kim, oldu, istek, |
likae | : birlik, tevhid, kavuşmak, ulaşmak, |
rabb hi | : rab, vücudlandıran, |
Fe li yamel | : böylece, çalışmalar içinde, amel içinde, |
amelen salihan | : Salih amel, iyi çalışmalar, |
ve la yuşrik | : şirk koşmasın, ortak koşmasın, |
bi abidet | : kulluk, |
rabbi-hi ehad | : Rabbi, bir, teklik, |
110- De ki: Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Sizin sığınacağınız güç Tek güçtür diye bana vahyolunuyor. Bundan sonra Rabbinin birliğini anlamak isteyen kimse, salih ameller içinde amel etsin ve Rabbinin birliğinde olsun, kulluk şuurunda olsun, ortak koşmasın.