KEHF SURESİ

 

-1-

الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا

El hamdulillâhillezî enzele alâ abdihil kitâbe ve lem yecal lehu ıvecâ

el hamd : hamd, övgüler, varlıktaki tecellilerin sahibi, nitelikler
Allah ellezi : Allah, o ki
Enzele ala abd hi : sundu, bildirdi, çokluk, kuluna,
el kitab : varlık kitabı, hakikatlerin sözleri,
ve lem yecal : kılmadı, olmadı, onda,
lehu ivecen : onda, o kitapta, çarpık, eğrilik, hata

 

1- Tüm varlıktaki tecellilerin sahibi Allah’tır. Ki O’dur tüm varlığı bir kitap olarak kuluna sunan. O kitapta bir eğrilik olmaz.

 

-2-

  قَيِّمًا لِّيُنذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا

Kayyimen li yunzire besen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel muminînellezîne yamelûnes sâlihâti enne lehum ecren hasenâ

Kayyimen : dosdoğru olan, ayakta tutan, diri olan sürüp giden,
li yunziru : hakikatleri anlatıp uyarmak için
Besen : yaymak, yanlış, sıkıntı, sert, azap,
şediden : şiddetli, daha fazla, aşırı
min ledun-hu : onun katından, ona ait olan, hakka ait,
ve yubeşşire : müjdeler, umut, sevindirme, sevinç,
el muminine ellezine : müminler, o kimseler ki
yamelun el salihati : dosdoğru çalışanlar, iyi olan, Salih amel yapan,
Enne lehum : muhakkak, onlara,
ecr hasene : karşılık, ecir, güzel, iyi

 

2- Tüm varlık dosdoğru bir kitaptır. O’na ait olan hakikatleri taşır. Hakikatlerle uyarılmak, daha fazla yanlışlara düşmemek içindir. Salih amelde olup müminlerden olan kimseler hakikatlerle sevinirler. Onlara güzel karşılıklar vardır.

 

-3-

   مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا

Mâkisîne fîhi ebedâ

Makisine : kalıcıdırlar, o halde hareket ederler,
fihi ebeden : orada, o halde, devamlı, ebedi

 

3- Devamlı o hakikatlerle hareket etmek vardır.

 

-4-

وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا

Ve yunzirellezîne kâlûttehazellâhu veledâ

ve yunzire : uyarır, hakikatleri açıklayıp uyaran,
ellezine kalu ittehaze : söyleyen kimseler, edindi, aldı, sarıldı
Allâh veleden : Allah, çocuk

 

4- Allah çocuk edindi diyen kimselere hakikatleri açıklayıp uyar.

 

-5-

مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا

Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim in yekûlûne illâ kezibâ

Mâ lehum : yoktur, değildir, onların,
bihi ilmin : ona ait, o konuda, bilgileri, ilim
Ve la li abai-him : yoktu, onların atalarının
Keburet kelimeten : dehşetli, korkunç, büyük, kelime, söz,
Tahrucu min efvâhi-him : çıkıyor, dışarı, ağızlarından çıkan,
in yekûlûne : söyledikleri,
illa keziben : ancak, sadece, yalan, yalan söylemek

 

5- Onların ve atalarının bu konuda bir bildikleri yoktur. Ağızlarından çıkan o kötü şey sadece yalan söylemekten ibarettir.

 

-6-

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا

Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yuminû bi hâzel hadîsi esefâ

fe lealle-ke : böylece, umulur ki, neredeyse, sen,
bahiun nefs ke : helak etmek, üzülmek, kendini, nefsini,
ala asari-him : iz, işaret, yol, etki, eser, kendi yolu, cehalet izleri,
in lem yuminu : inanmıyorlar diye,
bi haza el hadisi : bu, hakikatlerin sözleri, hakikatlerden bahsetmek
esef : üzüntü, kaygı, tasa

 

6- Kendi cehalet yolu üzere olanlara hakikatlerden bahsettiğinde, inanmıyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini helak edeceksin.

 

-7-

  إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا

İnnâ cealnâ mâ alel ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ

İnna cealna : biz, kıldık, sunduk,
ma ala el ard : şey, ne, yeryüzünde,
Zineten leha : süs, ziynet, sıfatlar, değerler, ona, onlara
li nebluve-hum : biz, asliyetlerini bilmeleri için, imtihan, dikkati düşünmek,
Ey hum Ahsen amelen : onların, güzel, iyi olan, amel, çalışma

 

7- Onların güzel amellerde olmaları için, dikkatlice düşünüp Bizi anlamaları için, yeryüzünde onlara sıfatlar sunduk.

 

-8-

   وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا

Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ

ve innâ le cailun : muhakkak biz, elbette, kılan, yapan, düzenleyen
ma aleyha : şey, ne, onlarda olan, onlardaki şeyler, onların
saide cerez : temiz toprak, kutsal, saadet, yükselen, beşeri vücud

 

8- Elbette onların beşeri vücudlarını düzenleyen Biziz.

 

-9-

أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا

Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acabâ

Em hasibte : yoksa, veya, sandın, hesap, kendinde olanın sahibini bilme
Enne ashabe el kehfi : sahip, yoldaş, arkadaş, sahabe, büyük mağara,
ve el rakimi  : yazıt, kitabe, taş levha, levha, yazılı taş,
Kanu min ayati na : oldu, ayet, işaretlerimiz, delillerimiz,
acaben : garip, acayip, ilginç, farklı, şaşkınlık, merak

 

9- Ashâb-ı Kehf’le ve Rakîm’le ilgili işaretlerimizde bir gariplik olduğunu mu sandın?

 

-10-

إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا

İz evel fityetu ilel kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi lenâ min emrinâ reşedâ

iz eva : sığındıkları zaman,
el fityetu ila el kehf : gençler, yiğitler, mağaraya, sığınılacak yer
fe kalu rabbe na : o zaman dediler, rabbimiz
Ati na : bize sun, ver, bahşet,
min ledunke rahmet : katındaki, rahmetiyle kuşatma
ve heyyi lena : bağışla, lütfet, bize
min emri-na : işleyiş, hüküm, emrimizden,
reşeden : hak yolunda ilerleme, irşat olma,

 

10- O gençler sığınacakları yere sığındıklarında dediler ki: Rabbimiz! Sana ait olan, her yeri rahmetinle kuşatmanın ilmini bize lütfet ve bize işleyişinin, Hakk yolunda ilerlemenin, hakikatlerini bağışla.

 

-11-

   فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا

Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ

Fe darabna : etki, sarsılma, titreme, vurgu, darbe, biz,
ala azani him : kulak vermek, dinlemeye koyulmak, onlar
fî el kehfi : mağarada, sığınılacak yer,
sinin aded : sene, yıl, adet, sayı, nice

 

11-  Böylece onlar, nice yıllar mağarada kalıp kulaklarını hakikatlere döndürdüler, bizi anladıkça sarsıldılar.

 

-12-

ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا

Summe beasnâhum li naleme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ

Summe beasna hum : sonra, dirilik, diri olan, biz, açığa çıkmak, onlar
li nalem : ilmimiz içinde, ilmimiz üzere,
Eyyu el hızbeyni : hangisi, her, nasıl, topluluk, gruplar, iki taraf, parti,
Ahsâ lima : saymak, hesap, anlamak, o şey,
lebis emeden : kaldı, orada kaldı, o hal, olmak, müddet,

 

12- Sonra onlar, tüm varlıktaki diriliğin Bize ait olduğunu anladılar. Herhangi bir topluluk ilmimiz üzere hareket ettiği müddetçe, onlar hakikatleri anlayacaklardır.

 

-13-

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى

Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakk innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ

Nahnu nakussu eleyke : biz, anlatma, bilgiyi sunduk, sana
nebee-hum : haberlerini, bilgilerini, onlar,
bi el hakk : hakk ile, gerçek
inne-hum fityetun : muhakkak onlar, gençler, erkek çoçuklar,
Amenu bi rabbi him : inandılar, rablerine, onlar,
ve zid na-hum : artma, çoğalma, ilerleme, biz, onlar
huden : yol gösterme, hidayet, doğru yol, hakikatin yolu,

 

13- Onların bilgilerini hakk ile sana sunduk. Muhakkak ki onlar, Rablerine iman eden gençlerdi ve onların Bize imanları arttıkça hidayet buldular.

 

-14-

 وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا

Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len neduve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ

ve rabatnâ ala : bağladık, kuvvetlendirdik, rabıta kurduk
kulûbi-him : kalpleri, idrakleri, diriliği anlayınca, onlar
iz kamu : kıyam, tüm varlıkta diri olan,
fe kalu rabbu na : böylece, dediler, Rabbimiz, bizi vücudlandıran,
rabbu : rabbi, vücudlandıran,
es semâvât ve al ard : gök ve yer
len neduve : asla yönelmeyiz, istemeyiz,
min dunihi ilah : seni bırakıp, başkasına, ilah, zanna dayalı ilahlar
Lekad kulna : andolsun, doğrusu, dedik, olduk, söyledik,
izen şetaten : öyleyse, öyle olursa, eğer, yanlış, aşırı

 

14- Onlar tüm varlığı diri tutanı idrak ettikçe Bize bağlandılar. Böylece dediler ki: Bizi vücudlandıran sensin, gökleri ve yeri de vücudlandıran sensin, seni bırakıp ta zanna dayalı ilahlara asla yönelmeyiz. Doğrusu eğer öyle bir şey yaparsak haddi aşanlardan oluruz.

 

-15-

 هَؤُلَاء قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

Hâulâi kavmunettehazû min dûnihî âliheh lev lâ yetûne aleyhim bi sultânin beyyin fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ

Haulai kavmuna : işte bunlar, onlar, kavmimiz,
ittehazu : edindiler, sarıldılar,
min dûni-hi aliheten : ondan başka, ilahlar,
Lev la yetune aleyhim : olsa, gelmez, olmaz, onlara
bi sultanin beyyinin : bir delil, bir sultan, apaçık
Fe men azlemu : böylece, kim, daha zalim, zalimlik
Mimmen iftera : kimdir, kimseden, iftira eden, uydurma
ala Allah keziben : Allah’a karşı, hakkında, Allah’a karşı yalan söyleyen

 

15- İşte bu bizim kavmimiz O’dan başka ilahlar edindiler. Onların bu konuda açık bir delilleri yoktur. Allah hakkında bir şey uydurandan, yalan söyleyenden daha zalim olan kimdir?

 

-16-

 وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنشُرْ لَكُمْ رَبُّكُم مِّن رَّحمته ويُهَيِّئْ لَكُم مِّنْ أَمْرِكُم مِّرْفَقًا

Ve izitezeltumûhum ve mâ yabudûne illâllâhe fevû ilel kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi lekum min emrikum mirfekâ

ve izi eatezeltumu-hum : ayrılmak, izale olmak, uzaklaşmak, onlar,
ve ma yabudune : kul olmadılar, inandıkları şeyler,
illa Allah : ancak, başka, Allah
fe evu illa kehfi : artık, o halde, sığının, sığındıkları yer, mağaraya
Yenşur lekum : yaymak, neşretmek, genişlik,
rabbukum : Rabbiniz,
min rahmeti-hi : rahmetinden
ve yuheyyi lekum : kolaylaştırsın, düzenlesin, lütfetsin, size
min emri-kum : iş, işleyiş, hüküm, siz,
mirfekan : destek, yardım eden

 

16- O gençler kavimlerinin inançlarından uzaklaştılar ve Allah’tan başka şeylere kul olmadılar. Böylece sığındıkları yere sığındılar. Onlardan biri dedi ki: Rabbiniz size rahmetiyle genişlik versin ve size işleyişini anlamanızda yardım edip kolaylık versin.

 

-17-

 وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا

Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu zâlike min âyâtillâh men yehdillâhu fe huvel muhted ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ

ve tere : görürsün,
el şems iz taleat : güneş, aydınlık, yüz güzelliği, yüz aydınlığı,
Tezâveru an kehfi him : meyleder, gelir, mağarası, sığındıkları yer, onlar
zate el yemini : sahip olan, zatı, sağ olan, diri olan,  sağ taraf
ve iza garabet : battığı zaman, tuhaf, garip, yabancılık, gizlilik,
takrıdu hum : kenar, yan, vermek, onlar
zâte el şimali : sahip, diriliğe sahip olamayan
Ve hum fi fecvetin minhu : onlar, geniş yer, genişlik, rahatlık, huzur, ondan
Zalike min âyâti Allâh : işte bu, ayetler, işaretler,  Allah
Men yehdi Allâh : kim, kimse, yol gösteren, Allah
Fe huve el muhtedi : böylece o, işte o, doğru yolu bulan,
ve men yudlil : kim, kimse, dalalet, hakikatlerden sapan,
fe len tecide : artık, yine, bundan sonra, bulamazsın
Lehu veliy : onun için, dost,
murşid : irşad eden, hakikatleri gösteren, doğru yolu gösteren

 

17- Sığınacak yere sığınanların, diriliğin sahibini anlamalarından dolayı, aydınlığın yüzlerinden yansıdığını ve diriliği anlayamayanların ise, garipliklerde kaldığını görürsün. Allah’ın ayetlerini anlayanlar bir rahatlık içindedirler. Allah’a yol bulan kimse; işte o doğru yolu bulan kimsedir. Hakikatlerden sapan kimse ise, onun için yine de Allah’tan başka doğru yolu gösteren bir dost bulamazsın.

 

-18-

وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُم بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا

Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûd ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd levittalate aleyhim le velleyte minhum firâren ve le mulite minhum rubâ

ve tahsebu-hum : sanırsın, hesab, onlar,
eykazan : uyanık, ayık, kendinde,
ve hum rukûdun : onlar uykudadır, kendinden geçmiş,
ve nukalibehum : onları çeviririz, döndürürüz,
zate el yemin : zatı, sahip, sağ, diri
ve zate el şimali : sol taraf, diriliğe sahip olamayan
ve kelbu-hum : hırs, şiddet, köpeklik, sadık olan, onlar,
basitun : basit, kıymetsiz, kolay,
ziraayhi : geniş, uzayan, kollar, iki kol
Bi el vasîdi : ile, dış kısmı, giriş, avlu,
lev ittalate aleyhim : eğer, görseydin, bilseydin, onların o hallerini,
le velleyte : mutlaka, dönerdin, kaçmak isterdin,
min hum firaren : onlardan, kaçmak,
ve le mulite minhum : elbette, dolu olan, o hallerde olan, onlardan,
ruben : korku, ürperme,

 

18- Sen sanırsın onlar kendinde, onlar kendilerinden geçmişlerdir. Onları diriliğin sahibini anlayamamanın halinden, diriliğin sahibini anlamaları haline döndürürüz. Onlar hırslı olmanın o şiddetli hallerini bırakmışlardır. Eğer görseydin onların o eski hallerini, onlardan kaçmak isterdin ve onların o hallerinden ürperirdin.

 

-19-

وَكَذَلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءلُوا بَيْنَهُمْ قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُم بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُم بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا

Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum kâle kâilun minhum kem lebistum kâlû lebisnâ yevmen ev bada yevm kâlû rabbukum alemu bi mâ lebistum febasû ehadekum bi verıkıkum hâzihî ilel medîneti fel yanzur eyyuhâ ezkâ taâmen fel yetikum bi rızkın minhu vel yetelattaf ve lâ yuşırenne bikum ehadâ

ve kezâlike beasna hum : böylece, dirilik, biz, onlar
li yetesâelû beynehum : sual etme, sorgulama, arama, aralarında, onlar
Kale kailun min-hum : dedi, söyleyen, diyen, onlardan
kem lebistum : ne kadar, hayret, sükunet, kaldınız, karıştırmak
Kâlû lebisna yevmen : dediler, biz kaldık, vakit, gün, bir gün, zaman,
Ev bada yevmin : yada, az, bazı, günün bir kısmı
Kâlû rabb kum alemu : dediler, rabbiniz, bilir, ilmin sahibidir
bi mâ lebistum : siz ne kadar kaldınız
Fe ebasû ehad kum : sonra, gönderme, sizden biri,
bi verıkıkum : gümüş, kıymetli değerli, olgun, siz,
hazihi ilel medinet : bu şehre
fe li yanzur : böylece baksın,
eyyuha ezka taam : hangisi, temiz, yiyecek,
fe li yetikum bi rızk minhu : böylece getirsin, nimet, rızk, ondan
ve li yetelattaf : dikkat etsin, tedbirli olsun
ve lâ yuşırenne : yok, sezdirme, hissettirmesin,
bikum ehad : sizler, bir, birisi

 

19- İşte böylece onlar, aralarında hakikatleri sorgulayıp diriliğin Bize ait olduğunu anladılar. Onlardan biri dedi ki: Burada bir arayışta ne kadar kaldık? Dediler ki: Bir gün ya da bir günden daha az kaldık. Dedi ki: Sizin arayış vaktinizdeki ilmin sahibi Rabbimizdir. Böylece sizlerden biri, sizlerdeki değerle bu şehre gitsin. Sonra da baksın, yiyeceklerin temiz olanı hangisi, sonra da onu buraya getirsin, tedbirli olarak ve hiçbir kimseye sezdirmeden.

 

-20-

    إِنَّهُمْ إِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَن تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا

İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ

ene hum : muhakkak, elbette, onlar,
in yazheru aleykum : eğer, zahir, açığa çıkma, belli etme, siz, kendiniz,
yercumû-kum : sizi taşlarlar, uzaklaştırırlar, kovma, siz
ev yuidukum : ya da geri çevirme, siz
Fi milleti-him : onlar, millet, kendi inanç kültürlerinde olan,
ve len tuflihû : asla felaha eremezsiniz, kurtulamazsınız,
izen ebeden : ebedi, hiçbir zaman,

 

20- Eğer orada kendinizi belli ederseniz; sizi kovarlar ya da onlar kendi inançlarına geleneklerine sizi geri çevirirler ve asla oradan hiçbir zaman kurtulamazsınız.

 

-21-

وَكَذَلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِم بُنْيَانًا رَّبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَى أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِم مَّسْجِدًا

Ve kezâlike asernâ aleyhim li yalemû enne vadallâhi hakkun ve ennes sâate lâ reybe fîhâ iz yetenâzeûne beynehum emrehum fe kâlûbnû aleyhim bunyânâ rabbuhum alemu bihim, kâlellezîne galebû alâ emrihim le nettehızenne aleyhim mescidâ

ve kezâlike aserna aleyhim : işte böyle, işaret, bildirdik, iz, delil, onlar, kendilerinde
li yalemû : bilmeleri için, bilsinler diye, ilmin sahibi,
Enne vade : muhakkak, yerine gelme, açığa çıkma, vaadi, tecelli,
Allah hakk : Allah, hakikat, gerçek,
ve enne el saat : saat, o vakit, zaman, gelip gecen,
la reybe fiha : yok, şüphe, tereddüt, onda, hakikatlerde
İz yetenazeune beyne hum : çekişiyorlar, niza, hakikatleri anlamayan aralarında
emre-hum : işleyiş hakkında, onlar, onların işleri, durumu
fe kalû ubnu aleyhim : dedi, yapma, onların,
bunyan : inşa, bina, esas, vücudlandırma, yüceltme,
rabbu-hum : Rabbi, vücudlandıran, onlar,
alemu bihim : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, onları
kâle ellezîne galebu : dediler o kimseler, galip, üstün, başarıya ulaşan
alâ emri-him : işleyiş, hükümler, onlar,
le netehızne aleyhim : elbette, edinelim, olalım, anlayalım, onlar gibi,
mescid : teslim olunan yer, hakkı arama yeri, teslimiyet

 

21- İşte böylece onlar, kendilerindeki işaretlerimizi bilenlerden oldular. Muhakkak ki gerçek olan Allah’ın tecellileridir ve elbette hiçbir zaman o hakikatlerde şüphe yoktur. Hakikatleri anlayamayanlar, varlığın işleyişi hakkında aralarında çekişip durdular. Sonra dediler ki: Onlar ilmin sahibinin Rabb olduğunu bilmekle yüceliğe ulaştılar, onlar işleyişi anlamakla başarıya ulaştılar. Onlar gibi biz de hiç ayrım yapmadan, her yerin Hakk’a teslimiyet yeri olduğunu anlayanlardan olalım.

 

-22-

سَيَقُولُونَ ثَلَاثَةٌ رَّابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِم مَّا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا قَلِيلٌ فَلَا تُمَارِ فِيهِمْ إِلَّا مِرَاء ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ فِيهِم مِّنْهُمْ أَحَدًا

Se yekûlûne selâsetun râbiuhum kelbuhum ve yekûlûne hamsetun sâdisuhum kelbuhum recmen bil gayb ve yekûlûne sebatun ve sâminuhum kelbuhum kul rabbî a’lemu bi ıddetihim mâ ya’lemuhum illâ kalîl fe lâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhirâ ve lâ testefti fîhim minhum ehâdâ

se yekulune selasetun : diyecekler, üç,
râbiu-hum kelbe hum : onların dördüncüsü, köpek, şiddet, hırs, onların
ve yekûlûne hamsetun : diyecekler, beş
sâdisu-hum kelbe hum : onların altıncısı, köpek, hırs, şiddet, onlar
Recmen : taşlama, atma, kovma, uzaklaştırma,
bi el gaybi : görünmeyen bilinmeyen
ve yekûlûne sebatun : diyecekler, derler, yedi
ve sâminu-hum kelbe hum : onların sekizincisi, köpek, hırs, öfke, köpek
Kul rabbi alemu : de rabbim, ilmin sahibi, ilmiyle var eden
bi addethim : adet, geçmiş, sayı,
ma yalemu hum : onlar bilemezler, ilmin sahibi değildirler.
İlla kalilun : ancak, pek az,
fe la tumari : artık, yok, tartışma, mücadele,
Fi him İlla miraen zahiren : onlarla, ancak, tartışma, mücadele, açık, görünen,
ve la testefti : soru sorma, açıklama isteme, malumat,
fî-him minhum ehaden : onlar hakkında, için, onlardan, bir, biri

 

22- Hakikatleri anlayamayanlar, bilmedikleri şey hakkında atıp tutarlar. Yok derler; onlar üçtü, dördüncüsü köpekleriydi. Ya da derler; onlar dörttü, onların beşincisi köpekleriydi. Ya da derler; altıydı, yedinciyi köpekleriydi. Anlat: Adetlerde kalanlar, her şeyi vücudlandıranı bilme konusunda az da olsa hakikatleri bilemezler. O hâlde kalanlarla hakikatler için açık bir tartışmaya girme ve onlardan herhangi birine o konuda açıklama yapma.

 

-23-

  وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا

Ve lâ tekûlenne li şey’in innî fâılun zâlike gadâ

ve la tekulenne li şey : yok, söyleme, deme, şey
İnni failun : ben, fail olan, işleyen, yapan,
zalike gaden : işte bu, yarın

 

23- Yarın mutlaka ben bunu yapacağım, diye söyleme.

 

-24-

إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا

İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni rabbî li akrabe min hâzâ reşedâ

İlla en yeşa Allah : ancak, istek, dilek, Allah
ve uzkur rabb ke : zikret, an, hatırla, rabbin
İzâ nesite : o zaman, unutma, unuttuğunda
ve kul asa en yehdiyen rabbi : de, belki, bana yol gösterir, rabbim
li akrabe : yakınlık için, doğrular için, gerçeği,
min haza reşede : bu, doğru yolu gösteren

 

24- Ancak Allah’ın dilemesiyle, de. Unuttuğunda Rabbini an ve Rabbim bana yol gösterendir, yakınlığı anlamak için doğru yolu gösterecektir, de.

 

-25-

  وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tisâ

ve lebisû fi kehf him : hayret, şüphe, karıştırma, kaldılar, mağara, onlar
Selâse mietin sinine : üç, yüz, sene, yıl
ve ezdadu tisan : arttı, fazlalaştı, dokuz

 

25- Sığınacak yere sığınanlarla ilgili yine tartışıp şüpheye düştüler. Üç yüzyıl kaldılar dediler ve bazıları da daha fazla dediler.

 

-26-

قُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثُوا لَهُ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَبْصِرْ بِهِ وَأَسْمِعْ مَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا

Kulillâhu a’lemu bimâ lebisû lehu gaybus semâvâti vel ard ebsır bihî ve esmı mâ lehum min dûnihî min veliyyin ve lâ yuşriku fî hukmihî ehadâ

kuli Allâh alemi : de ki Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
Bimâ lebısu lehu : şeyler, elbise, suret, ten elbisesi, görünen, onun
gaybu : bilinmeyen, görünmeyen,
es semavat ve el ard : gök ve yeryüzü
Ebsır bihi ve esmi : gördüren, onu, işittiren
Mâ lehum minduni hi : yoktur, onlar, ondan başka
min veliyyin : bir velî, bir dost
ve lâ yuşrik : yok, ortağı,
fi hukm hi ehad : hükmünde, hâkimiyetinde, bir, tek, bir kimse,

 

26- Anlat: Göklerdeki ve yerdeki, görünen ve görünmeyen şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır. Gördüren ve işittiren O’dur. Ondan başka bir dost yoktur. Tüm varlığa hâkimiyetinde bir ortağı yoktur.

 

-27-

وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن كِتَابِ رَبِّكَ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَن تَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَدًا

Vetlu mâ ûhıye ileyke min kitâbi rabbik lâ mubeddile li kelimâtihî ve len tecide min dûnihî multehadâ

ve utlu : oku, incele, araştır,
ma uhiye ileyke : şey, vahyedilen, sunulan, hay olandan gelen, sana,
min kitabi rabb ke : kitaptan, kitabı, rabbinin, seni vücudlandıran,
lâ mubeddile : yok, değişmek, değiştirecek yoktur,
li kelimat hi : onun kelimesini,
ve len tecide min dunihi : bulamazsın, ondan başka
Multehaden : meyledilen, yönelinen, sığınak, barınak, koruyucu

 

27- Sen Rabbinin bir kitabısın, sana oradan sunulan şeyleri oku. Onun bir kelimesini değiştirecek yoktur ve O’ndan başka yönelinecek bir şey bulamazsın.

 

-28-

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا

Vasbır nefseke meallezîne yedûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ tadu aynâke anhum turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutı men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ

Ve esbır nefse ke : sabret, nefsini tanımada, kendinin
mea ellezîne yedune : o kimselerle birlikte, dua edenler, yönelme
rabbe-hum : Rabbi, onlar,
Bi el gadati ve el aşiy : sabah ve akşam,
yuridun vech hu : isteyen, arzu duyan, yüz, gerçek, iç yüzü, o
Ve la tadu ayn ke : yok, dönme, çevrilme, aynılık, gözler, bakış, sen
anhum turidu zinete : onlardan, isteme, arzu, süs, zinet, çıkar peşinde olmak
el hayâti ed dunyâ : dünya hayatı, yaşamlarında,
ve la tutı : itaat etme, uyma,
men agfelna : kim, kimse, bizi anlamaktan gafil olanlar,
Kalbe hu an zikri-nâ : kalpleri, idrakleri, zikrimizden, bizi anmaktan,
ve ittebea heva hu : tabi oldular, heva heves, kendi egoları
ve kâne emr hu : oldu, işleyiş, iş, hüküm, o,
futuran : ret, haddi aşma, umursamaz

 

28- Nefsini tanımada sabırlı ol. Sabah, akşam varlığın iç yüzünü anlamak isteyip, Rablerine yönelen kimselerle beraber ol. Sen bakışını hakikatten döndürme. Yaşamlarında çıkar peşinde olanlardan olma. Kalblerindeki zikrimizi anlayamayanlara, Bizi anlamaktan gafil olanlara ve hevalarına uyanlara ve hükümleri umursamaz davrananlara uyma.

 

-29-

   وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا

Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe fel yumin ve men şâe fel yekfur innâ a’tednâ liz zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh bi’seş şerab ve sâet murtefekâ

ve kul el hakk : anlat, hakikat, gerçek,
min rabb kum : rabb, vücudlandıran, siz
fe men şâe : bundan sonra kim, kimse, isterse, dilerse,
fe li yumin : artık, böylece, öyle ki, inanmak,
ve men şae : dileyen kimse, kim isterse,
fe li yekfur : artık, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,
İnna ated na : biz, hazır olan, vardır, o hallerdedirler, biz,
li el zalimin : zalimler, zalimler için,
Nâren : ateş, yakıp yıkıcı haller,
ehata : sarma, kaplama, o hale sahip, ihata,
bihim suradkaha : onları, her yerinden, kenar
Ve in yestegîsû : eğer, yağmasını isteyen,
yugası bi main : yağan, akan, su,
Ke el muhli : gibi, erimiş maden,
yeşvi el vucuhe : yüzü kavuran
bise el şarabu : kötü haller, içecek, içinde olan,
ve saet murtefekan : ne kötü, arkadaş, destek, yardım

 

29- De ki: Siz, sizi vücudlandıranın hakikatlerini anlayın. Bundan sonra isteyen kimse inanma içinde olur ve isteyen kimse de hakikatleri görmemezlikten gelir. Doğrusu Bizi anlayamayıp zalimlik içinde olanlar, yakıp yıkıcı hallere sahiptirler. Her yerde o hallerle sarılıdırlar ve onlar kötülüğün içindedirler. Onların halleri; yüzleri kavuran akıp giden bir maden gibi yakıcıdır ve kötülüğü kendilerine arkadaş edinmişlerdir.

 

-30-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا

İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecre men ahsene amelâ

inne ellezîne amenu : muhakkak o kimseler, onlar, iman edenler
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yoluna çalışanlar, iyi çalışmalar
İnnâ la nudiu ecr : biz, yok, israf, boş, harcamak, karşılık, bedel
Men ahsene amel : kim, en güzel, amel, çalışma

 

30- Muhakkak ki iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, güzel amellerde olan kimselerdir. Bizi anlayanların karşılıklarını boşa çıkarmayız.

 

-31-

أُوْلَئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا

Ulâike lehum cennâtu adnin tecrî min tahtihimul enharu yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve yelbesûne siyâben hudren min sundusin ve istebrekın muttekiîne fîhâ alel erâik nimes sevâb ve hasunet murtefek

Ulâike lehum : işte onlar,
cennet adn : huzur, tüm tecellilerin sahibine teslim olmak,
Terci min tahtihim el enhar : orada, vardır, makamlarında, akıp giden, ilim üzere,
Yuhallevne fiha   : halleri, süslenirler, orada, makamlarının
Min el esavir min zehebin : makamlarının gösteren irfaniyetleri, altın bilezik
ve yelbesûne siyaben hudr : giyerler, elbise, yeşil, diriliğin idrakine bürünmüşler
min sundusin : iç yüzü, siret, ince, halis ipekten
ve istebrekın muttekiine : kalın ipek, suret, takva, yaslanma, rahat, huzur
Fiha alâ el erâiki : orada, tahtlar üzerinde, kanepe, divan
nime es sevâbu : doğruluk üzere,
ve hasunet murtefekan : güzel olan, dost, arkadaş yardımcı

 

31- İşte onlar; tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzurundadırlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, orada makamların özünü anlamış olmanın hâlindedirler, diriliğin idrakine bürünmüşlerdir, suretlerin ve siretlerin idrakine varmanın huzurundadırlar, orada makamlarında doğruluğu ve güzelliği kendilerine arkadaş edinmişlerdir.

 

-32-

وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلًا رَّجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِأَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ أَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًا

Vadrıb lehum meselen raculeyni cealnâ li ehadihimâ cenneteyni min anâbin ve hafefnâhumâ bi nahlin ve cealnâ beynehumâ zerâ

Vadrıb lehum : örnek ver, vurgu, onlar,
mesel raculeyn : örnek, misal, iki adam, kişiler,
Cealna li ehadi-himâ : kıldık, yaptık, düzenledik, ikisinden birine
Cenneteyni min anabin : iki bahçe, üzüm bağı, üzümler
ve hafefnâ-humâ : kenar, kıyı, ikisini kuşattık,
bi nahlin : hurma, teklik,
ve cealna : kıldık, sunduk, yaptık,
beyne huma zeran : aralarında, ekin, kültür,

 

32- Onlara iki kişinin misalini örnek göster: Onlardan birinin iki üzüm bahçesinde ürünler sunduk ve kıyısında hurmalar ve aralarında ekinler verdik.

 

-33-

 كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْئًا وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًا

Kiltel cenneteyni âtet ukulehâ ve lem tazlim minhu şeyen ve feccernâ hılâlehumâ neherâ

Kilte el cenneteyn : her iki, her ikisi, bahçeler
Atet ukule-hâ : verdi, meyvelerini, mahsul
ve lem tazlim minhu şeyen : eksik bırakmadı, ondan, bir şey
ve feccerna hılal huma : şafak, karanlıktan aydınlığa, çıkardık, akıttık, aralarından
neheren : bir nehir, akıp giden,

 

33- Bahçelerin her ikisinden de mahsuller sunduk ve onlarda eksik bir şey olmadı ve aralarında nehir çıkardık.

 

-34-

وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌ فَقَالَ لِصَاحِبِهِ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَنَا أَكْثَرُ مِنكَ مَالًا وَأَعَزُّ نَفَرًا

Ve kâne lehu semer fe kâle li sâhıbihî ve huve yuhâviruhû ene ekseru minke mâlen ve eazzu neferâ

ve kâne lehu semerun : oldu, onun, ürün, meyve, ürün,
Fe kale li sahibi hi : böylece, dedi, o arkadaşına,
Ve huve yuhâviru-hû : o, onunla konuşuyor
Ene ekser minke malen : ben, daha çok, senin, malından
ve eazzu neferen : daha aziz, yüce, üstün, kişi, er, kimse, fertler

 

34- Bahçesinde ürünler olan, arkadaşına dedi ki: Ben mal bakımından ve etrafımdaki kişiler bakımından senden daha üstünüm.

 

-35-

وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ قَالَ مَا أَظُنُّ أَن تَبِيدَ هَذِهِ أَبَدًا

Ve dehale cennetehu ve huve zâlimun li nefsih kâle mâ ezunnu en tebîde hâzihî ebedâ

ve dehale cennet hu : girdi, dahil oldu, o bahçesine
ve huve zalimun li nefsi hi : o, zalim, kötülük, nefsi için, kendisi,
Kale mâ ezunnu en tebide : dedi, sanmıyorum, silmek, yok olmak,
Hazihi ebeden : burası, ebediyyen

 

35- O bahçesine girdi ve nefsi için büyüklendi, zalimlerden oldu. Dedi ki: Ben buranın ebediyen yok olacağını sanmıyorum.

 

-36-

وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّدِدتُّ إِلَى رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِّنْهَا مُنقَلَبًا

Ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in rudidtu ilâ rabbî le ecidenne hayren minhâ munkalebâ

ve mâ ezann : zannetmiyorum, sanmıyorum,
el saat kaimet : vakit, zaman, var olan, kaim
ve le in rudidtu ila rabbi : elbette, döndüğümde, huzura vardığımda, rabbim,
le ecidenne hayren : mutlaka bulacağım, daha hayır
Minha munkaleben : kabul gören, devrilme, ondan dönüşmüş olan

 

36- Her zaman var olacağını düşünüyorum, yok olacağını sanmıyorum ve elbette Rabbimin huzuruna vardığımda, daha hayr göreceğim, daha makbul olacağım.

 

-37-

قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا

Kâle lehu sâhıbuhu ve huve yuhâviruhû e keferte billezî halakake min turâbin summe min nutfetin summe sevvâke raculâ

Kâle lehu sahıbu hu : dedi, ona, arkadaşı
Ve huve yuhâviru-hu : o, konuşuyor,
e keferte : hakikati görmemezlikten gelen, örtüyor musun?
bi ellezî halakake : seni, halk etti, yarattı, var etti,
min turab : topraktan,
summe min nutfetin : sonra bir nutfeden, bir damla sudan
Summe sevva ke : sonra, düzenledi, şekil verdi, sıfatlandırdı, seni
raculen : kişi, insan, vücudlanmış,

 

37- O arkadaşına böyle konuştu. Arkadaşı da ona dedi ki: Seni topraktan var eden, sonra bir nutfeden, sonra da seni sıfatlandırıp vücudlandıranın hakikatlerini görmemezlikten gelip örtüyor musun?

 

-38-

 لَّكِنَّا هُوَ اللَّهُ رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِرَبِّي أَحَدًا

Lâkinne huvallâhu rabbî ve lâ uşriku bi rabbî ehadâ

Lâkinne huve : fakat, öyle ki, lakin o,
Allah rabbi : Allah, rabbim, vücudlandıran
ve la uşriku : şirk koşmam, ortak koşmam,
bi rabb ehad : beni vücudlandıran, bir, bir kimse, bir şey

 

38- Öyle ki beni vücudlandıran Allah’tır ve beni vücudlandırana karşı hiçbir şeyi ortak koşmam.

 

-39-

وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا

Ve lev lâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ

ve lev la iz dehalte : olmaz mıydı, dahil olma, girdiğinde,
cennet ke : bahçene ,
Kulte ma şae Allâh : deseydin, istediği şey, dilediği şey, Allah
la kuvvet illa bi Allah : kuvvet yoktur, ancak, Allah’tan başka
in tere-ni ene ekallle : eğer, böylece, beni gördün, daha az, küçük,
min-ke malen : senden, mal, mülk,
ve veleden : çocuklar, evlat,

 

39- Sen bahçene girdiğinde, tüm bunlar Allah’ın isteğiyle tecelli etti, Allah’tan başka kuvvet yoktur, deseydin olmaz mıydı? Ama sen; mal ve evlat bakımından beni küçük gördün.

 

-40-

فَعَسَى رَبِّي أَن يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِّن جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِّنَ السَّمَاء فَتُصْبِحَ صَعِيدًا زَلَقًا

Fe asâ rabbî en yutiyeni hayran min cennetike ve yursile aleyhâ husbânen mines semâi fe tusbiha saîden zelekâ

Fe asa rabb : böylece, belki, elbette, umulur ki, rabbim,
en yutiye ni : bana verir, sunar,
Hayran : hayırlı olan, güzel şeyler,
min cennet ke : senin bahçenden
ve yursile aleyha : gönderir, sunar, verir, onun üzerine,
husban : hesap, sahibini bilme
min es semâi : semadan, ulvi âlem
Fe tusbiha : böylece, artık, olur,
said zelekan : kutlu, mübarek, yükselen, toprak, kaygan, kayıp giden

 

40- Elbette senin bahçendeki gibi güzel şeyleri bana da verecek olan Rabbimdir. Umulur ki sen de, Ulvi Âlem’den sunulan niteliklerin sahibini bilir teslim edersin. Böylece o mübarek olan elinden kayıp gitmez.

 

-41-

أَوْ يُصْبِحَ مَاؤُهَا غَوْرًا فَلَن تَسْتَطِيعَ لَهُ طَلَبًا

Ev yusbiha mâuhâ gavren fe len testetîa lehu talebâ

Ev yusbiha mau ha : veya, ya da, olur, su, o,
gavren : yere batan, kaybolan, boşaltılan, akar gider,
fe len testetia lehu : asla gücün yetmez, muktedir, onu,
talebe : talep, istek, isteyen, anlamak isteyen,

 

41- Yoksa su gibi olur akar gider. Sonra da hakikatleri anlamaya asla gücün yetmez.

 

-42-

وَأُحِيطَ بِثَمَرِهِ فَأَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلَى مَا أَنفَقَ فِيهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُشْرِكْ بِرَبِّي أَحَدًا

Ve uhîta bi semerihî fe asbeha yukallibu keffeyhi alâ mâ enfeka fîhâ ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve yekûlu yâ leytenî lem uşrik bi rabbî ehadâ

ve uhita : ihata, sarıldı, büyüklük haline sarıldı
bi semeri hi : ürünleri, meyveleri, değer,
fe asbeha : böylece oldu, sahiplendi,
yukalibe kefy hi : benlik içinde olmak, ellerini avuşturmak, çevirmek
Ala ma enfeka fiha : için, üzerine, vermeyen, harcamak, infak, orada
Ve hiye haviyet : o, uçurum, boşluk, çökmüş halde,
ala arşi ha : tahtı, makamı,
ve yekûlu ya leyte ni : diyor, keşke ben,
lem uşrik : şirk koşmasaydım, ortak koşan,
bi rabbi ehad : rabbim, bir, tek

 

42- O, ürünlerinin içinde büyüklük hâllerine sarıldı. Böylece o, orada olanlara bir benlik içinde sahiplendi. Ona verilenleri infak etmedi ve o makamında bir boşluğa sürüklendi ve dedi ki: Keşke ben Rabbime karşı ortak koşan biri olmasaydım.

 

-43-

وَلَمْ تَكُن لَّهُ فِئَةٌ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مُنتَصِرًا

Ve lem tekun lehu fietun yansurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne muntesirâ

ve lem tekun lehu fietun : olmadı, olmaz, ona, gurup, bölüm, kimseler
yansurûne-hu : yardım eden, ona
min duni Allah : ondan başka, ona ait, Allah
ve mâ kâne muntesir : olmadı, yardım alan, galip, muzaffer, başarıya ulaşan

 

43- Allah’tan başka ona yardım edecek kimse olmaz ve başarıya ulaştıran da olmaz.

 

-44-

هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا

Hunâlikel velâyetu lillâhil hakk huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ

Hunâlike el velayet : orada, vardır, işte burada, dostluk, otorite, yardım
li Allah el hakkı : Allah için, Allah’tır, hak, gerçek, hakikat,
Huve hayrun sevaben : o, hayır, iyi, doğru olan, güzel karşılık,
ve hayrun ukben : hayırlı, sonuç, başarmak, aşmak, her zaman

 

44- İşte her yerde otorite olan, hakikatlerin sahibi olan Allah’tır. Doğruluk, hayr O’ndandır ve her zaman hayrı sunandır.

 

-45-

  وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا

Vadrıb lehum meselel hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahteleta bihî nebâtul ardı fe asbeha heşîmen tezrûhur riyâh ve kânallâhu alâ kulli şey’in muktedirâ

Vadrıb lehum : örnek ver, vurgula, onlara
meselel hayâtid dunyâ : misal, durum, dünya hayatı, yaşam
ke mâin enzelna hu : su gibi, benzer, onu indirdik, sunduk,
min el semâi : semadan
Fahteleta : böylece, sonrada, karışık, yeşerir, büyür,
bihi nebat el ard : onunla, bitki, yeryüzü, toprak,
fe asbeha heşimen : sonrada, oldu, ufalanma, kaybolup gitme,
Tezru huer riyâhu : savrulma, dağılma, rüzgâr
ve kane Allah : Allah’tır
alâ kulli şeyin muktedir : bütün her şeydeki, gücü yeten, muktedir, kudret sahibi

 

45- Onların yaşamlarındaki durumlarını onlara vurgula. O yaşam gökten indirdiğimiz suya benzer,  sonra da o toprağa karışır, oradan bitkiler yeşerir, sonra da onlar sararır ufalanır, rüzgârda dağılır gider. Bütün her şeyde muktedir olan Allah’tır.

 

-46-

   الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا

El mâlu vel benûne zînetul hayâtid dunyâ, vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelâ

el mâlu : mal, değer, kazanç,
ve el benun : evlat, çocuk,
zînetu : ziynet, değer, süsü,
el hayâti ed dunyâ : dünya hayatı
ve el bakıyat : sürekli, devamlı, baki, kalıcı olan,
el salihat hayr : dosdoğru olmak, Salih amel, hayr
İnde rabbike sevâben : ait, rabbinin katında, doğru olan, sevap bakımından
ve hayrun emelen : hayırlı olan, güzel, umut, emel, beklenti, istek, gaye

 

46- Mal ve evlat, dünya hayatının ziynetleridir. Bâki kalacak olan ise, salih amel ve hayırlarda olmaktır. Doğru olan, Rabbine ait hakikatler üzere olmaktır ve güzel amelde olmaktır.

 

-47-

    وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا

Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terel arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ

ve yevme nuseyyiru : vakit, zaman, yürütmek, gidiş, hareket etmek,
el cibal : dağlar, büyük olan, büyüklük içinde olan,
ve tere el arda : görürsün, yeryüzü,
barizeten : bariz, açıkça, net
ve haşernâ-hum : onları topladık, birlik içinde ortaya çıkardık
fe lem nugâdir : olmaz, değil, biz, ayrı olan, ayrılma, bırakmayız,
min hum ehad : onlardan, bir, tek, birisi

 

47- Bir büyüklük içinde olanları bile, her zaman ayakları üzerinde yürüten Biziz ve bu gerçeği yeryüzünde açıkça görürsün ve onları ortaya çıkaran Biziz, onlardan biri bile Bizden ayrı değildir.

 

-48-

   وَعُرِضُوا عَلَى رَبِّكَ صَفًّا لَّقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ بَلْ زَعَمْتُمْ أَلَّن نَّجْعَلَ لَكُم مَّوْعِدًا

Ve uridû alâ rabbike saffâ lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merreh bel zeamtum ellen necale lekum mevıdâ

ve uridû : sunulan, verilen, arz, bildirme,
ala rabbike : vücudlandıran, sen,
saf : sıra sıra, saf, sıralanmış, birlik olmuş,
Lekad citumu na : andolsun, geldiniz, dönersiniz, bize
Kema halakna-kum : gibi, sizi yarattık, halk ettik
Evvele meret : ilk, evvel, kez, süre, zaman,
Bel zeamtum : hayır, bilakis, zannettiniz, zanda bulunma, sanma
ellen necale : asla, yapmak, olmak,
lekum mevıde : size, tarih, randevu, vade

 

48- Seni vücudlandıran, tüm nitelikleri birlik içinde sana sundu. Andolsun ki sizi halk ettiğimiz gibi Bize gelirsiniz. Bilakis siz o tarihin gelmeyeceğini mi sandınız?

 

-49-

وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا

Ve vudıal kitâbu fe terel mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâli hâzel kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ ve vecedû mâ amilû hâdırâ ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ

ve vudıa el kitab : kondu, koymak, gelişme, kitap, ilahi sözler, gerçekler
Fe tere el mucrimîne : böylece, görürsün, günahkâr, fenalarda kalan
Muşfikîne mimma fihi : korkanlar, çekinen, şeyler, içinde
ve yekûlûne ya veylete na : derler, yazıklar olsun bize
Mali hâzâ el kitâbi : nasıl, bu kitap
lâ yugâdiru : ihmal etmez, bırakmaz, bırakmıyor,
sağireten : küçük
Ve la kebiret : yok, büyük, yüce,
illa ahsa ha : başka, hesap, sayma, o, ondan her şey var,
ve veced : buldu, karşılığını bulmak, buldular,
ma amile hâdır : yaptıkları şeyler, sunmak, hazır olarak, vardır.
ve lâ yazlimu : yok, zulmetmez, haksızlık,
rabb ke ehad : rabbin, bir, bir kimse

 

49- İlahi sözler ortaya konduğunda, fenalarda kalanların korktukları şeylerin içinde olduklarını görürsün. Derler ki: Hakikatleri anlayamadığımızdan dolayı yazıklar olsun bize, bu nasıl bir kitap ki, küçük ve büyük ne varsa açıklanmadık bir şey bırakmıyor. Kim ne yaparsa onun karşılığı vardır ve Rabbin hiç bir kimseye zulmeden değildir.

 

-50-

  وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاء مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv bise liz zâlimîne bedelâ

ve iz kulna : demiştik, dediğimizde, bildirmiştik,
li el melaiket : melek, güç, her varlıktaki güç
Uscudu : secde edin,
li adem : insan, özü taşıyan, ruh sahibi, asliyet
fe secedu : hemen secde etti
illâ iblîse : ancak, iblis, surette kalan, elbise, libas,
kane el cinn : oldu, olan, bilmeyen, kendi aslını tanıyamayan
fe feseka : böylece fasık, ayrılık, sapkın, ikiliğe düşün,
an emr rabbi hi : hüküm, işleyiş, rabbi
e fe tettehızûne-hu : hala onu ediniyor musunuz? sığınma, sarılma
ve zurriyyete-hû : onun zürriyetini, neslini takip etme, o halleri takip etme
Evliyâe min duni : dostlar, benden başka, ona ait,
ve hum lekum aduvv : onlar, size, düşman
Bise li ez zalimine : ne kötü, zalimler için,
bedel : karşılık, değişim

 

50- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır. O kendi asliyetini tanıyamayanlardandır. Böylece o, Rabbinin her varlıktaki işleyişini anlayamayıp, ikilikte kalır. Hâlâ o hallere mi sarılacaksınız? Beni anlamayı bırakıp o hallerle hareket edenlerden evliyalar mı edineceksiniz? O haller sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir değişim.

 

-51-

    مَا أَشْهَدتُّهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنفُسِهِمْ وَمَا كُنتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا

Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ

ma eşhedtu-hum : bilemediler, şahit, onlar, zalimler,
halka : halk olma, var olma, yaratılış
es semâvât ve el ard : gökler, ulvi alem ve yeryüzü, toprak,
ve la halka : yok, var olma, yaratılış, var oluşu anlayamama,
enfusi-him : kendileri, nefsleri,
ve mâ kuntu : şey, ne, değil, oldu, olmadım, beni anlayamadılar,
muttehıze : sarılmak, benimseyen, özümseyen, edinen,
el mudıllîne : yalanlarda, dalalette, hakikatten sapan,
adud : adetler, cehalet hallerinde kalan, kendini güçlü sanan

 

51- Zalimler, göklerin ve yerin halk oluşunu bilemediler ve onlar kendilerindeki varoluşu anlayamadılar ve cehalet hallerinde kalıp, yalanlara sarılıp, Beni anlayamadılar.

 

-52-

وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَائِيَ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُم مَّوْبِقًا

Ve yevme yekûlu nâdû şurekâiyellezîne zeamtum fe deavhum fe lem yestecibû lehum ve cealnâ beynehum mevbikâ

ve yevme yekulu : o gün, vakit, zaman, derler, söyler, bildirir,
Nadu : nida edin, çağırın, davet edin,
şurekaiy ellezîne : ortaklar, ortak koştuğunuz o şeyler
zeamtum : zanda bulundunuz
Fe deav-hum : böylece, onları davet ettiler
Fe lem yestecibu lehum : fakat, icabet etmezler, etmediler, onlara
ve cealnâ beyne hum : kıldık, sunduk, aralarında, kendilerinde,
mevbik : tehlike, engel, korkulacak yer, korkuları,

 

52- O vakit onlara, zanlarınızla ortak koştuğunuz şeyleri çağırın denilir. Böylece onları davet ederler. Fakat onların davetlerine icabet edecek yoktur. Onlara sunduğumuz hakikatleri anlamalarına engel olan şey, kendi korkularıdır.

 

-53-

وَرَأَى الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّوا أَنَّهُم مُّوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا

Ve reel mucrimûnen nâre fe zannû ennehum muvâkıûhâ ve lem yecidû anhâ masrifâ

ve ree el mucrimin : gördü, kaldı, oldu, suçlu, fenalarda kalan
el nar : ateş, yakıp yıkıcı olan,
Fe zann : böylece, işte, zannettiler, sandılar, zanları,
enne-hum : oldular, olduğu, onlar, kendileri,
muvâkıû-hâ : olay, o halleri, o hale düşen, o halde kalan,
ve lem yecidû anha : bulamazlar, ondan, o hallerden,
masrif : kaçış, uzaklaşmak, kurtulmak,

 

53- Yakıp yıkıcı hâllerde olanlar, fenalarda kalırlar. İşte onların o hâllerde kalmalarına sebep olan zanlarıdır ve onlar o hâllerden kurtulamazlar.

 

-54-

  وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

Ve lekad sarrafnâ fî hâzel kurâni lin nâsi min kulli mesel ve kânel insânu eksere şeyin cedelâ

ve lekad : andolsun, gerçek olan şu ki, doğrusu,
sarraf na : açıkladık, en ince ayrıntıya kadar
Fi haza el kuran : içinde, Kuran, kâinat kitabı, okunan şey,
li el nas : insanlar için,
Min kulli meselin : bütün, hepsi, misal, mesele, düşünülecek hususlar,
ve kane el insan : oldu, olur, insan,
Eksere şey : daha çok, çoğu, bir şey,
cedela : tartışma, kavga, münakaşa, cedelleşmek, inat,

 

54- Gerçek olan şu ki, kâinat kitabının içinde insanlar için bütün meseleleri en ince ayrıntısına kadar açıkladık. Fakat insan, bir şeyi anlamaktan daha çok tartışma içinde oluyor.

 

-55-

وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَن تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا

Ve mâ menean nâse en yuminû iz câe humul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev yetiyehumul azâbu kubulâ

ve ma menea : men eden şey, engelleyen,
el nas en yumin : insanlar, inanmak, mümin
İz cae hum : geldi, sunuldu, onlar,
el hudâ : hidayet, yol gösteren
ve yestagfirû : mağfiret isterler, dilerler, temizlenmek,
rabb hum : rab, vücudlandıran,
İlla en tetiye-hum : başka, onlara gelmesi, sunulması,
sunnetu el evvelîne : işleyiş, sena, evvelkilerin sünneti, adet, kanun
Ev yetiye-hum : gelir, sunulur,
el azab kubul : sıkıntı, başına gelecek, kalacak, kabul, gelmesi

 

55- Onlara doğru yol gösterildiğinde ve Rabbinizin mağfiretini dileyin denildiğinde, insanların inanmalarına engel olan şey, öncekilerin adetlerinden başka bir şeyin onlara sunulmasıdır ya da onlara sunulan şeylerde, sıkıntılarda kalacaklarını düşünmeleridir.

 

-56-

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنذِرُوا هُزُوًا

Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ

ve mâ nursilu : açığa çıkmadı, göndermek,
el murselin : resuller, hakikatleri gösteren
İlla mubeşşirîne : ancak, sevindirme, huzur vermek, müjdeleyiciler
ve munzirîne : uyarıcılar, hakikatlere çağrı yapan uyaranlar
ve yucâdilu : mücadele, kavga, çatışma, gayret,
ellezin kefer : hakikatleri görmemezlikten gelen, örtenler
bi el batılı : batıl ile, boş şeylerle, asılsız, ilimsiz,
li yudhıdu : iptal, karşı çıkmak, boşa çıkarma
bi-hi el hakk : onunla, hak, hakikat, gerçek
ve ittehazu ayeti : edindiler, sarıldılar, ayetlerimizi
ve mâ unzirû : hakikatlere yapılan çağrı, uyarıldıkları şeyler,
huzuven : alay etme, önemsememe

 

56- Hakikatleri gösterenler; hakikatlerimize çağrı yapıp uyarmak ve hakikatlerle huzur vermekten başka bir şey için açığa çıkmadılar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise, hakikatlere karşı batıl şeylerle karşı çıkıp kavga ederler ve ayetlerimize karşı asılsız şeylere sarılırlar ve hakikatlere yapılan çağrıyı önemsemezler.

 

-57-

 وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَن يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا

Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe arada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâh innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ ve in teduhum ilel hudâ fe len yehtedû izen ebedâ

ve men azlemu minmen : kim, zalim, o kimseden
Zukkire : zikredildi, hatırlatmak, anmak,
bi ayeti rabb hi : ayetler, işaretler, deliller, tecelliler, Rabbinin
Fe arada an-hâ : sonra, yüz çevirdi, ondan
ve nesiye : unuttu, vardır,
ma kaddemet : takdim edilen, sunulan, verilen, şeyler,
yedâ-hu : elleri, güçü, o, kendinde,
inna cealna : muhakkak biz, sunduk, yaptık, kıldık,
ala kulub him : kalplerinde, onlar,
Ekinnet en yefkahû-hu : masal, perde, fıkıh, iyice anlayıp bilme
Ve fi azani-him vakr : onların kulaklarında, işitme engeli
Ve in tedu hum : eğer, davet, uymak, onlar,
ila el huda : yol gösteren
fe len yehtedû : asla, uymazlar, doğru yolu gösteren,
izen ebed : hiçbir zaman, sonsuza kadar

 

57- Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim olan kimdir? O halde olan kimseler takdim edilen şeyleri ve kendilerindeki gücün sahibini unuturlar. Onların kalblerine hakikatleri sunduk. Fakat onların kalblerinde hakikatlere ulaşmaya perdeler vardır ve kulaklarında işitmeye engel vardır. Onlara, doğru yolu gösterenin çağrısına uyun desen, onlar doğru yolu gösterene hiçbir zaman uymazlar.

 

-58-

وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُم بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَل لَّهُم مَّوْعِدٌ لَّن يَجِدُوا مِن دُونِهِ مَوْئِلًا

Ve rabbukel gafûru zur rahmeh lev yuâhızuhum bi mâ kesebû le accele lehumul azâb bel lehum mevıdun len yecidû min dûnihî mevilâ

ve rabbu-ke : vücudlandıran, Rabbin,
el gafur : bağışlayan, mağfiret eden
Zu er rahmeti : sahip, rahmet, rahmetiyle her yeri saran
Lev yuâhızu-hum : eğer, onları sorgulama, paylama,
Bi mâ kesebû : ile, kazandıkları şeyler, elde edilen
le acele lehum el azab : elbette, acele etmek, onlar, azap, sıkıntı,
Bel lehum mevıdun : bilakis, onlara, mühlet, vade,
len yecidû : asla bulamazlar,
min dunihi : ondan başka,
mevil : sığınak, yerleşim yeri, yaşam yeri

 

58- Seni vücudlandıran sana mağfiret edendir. Eğer onlar kendilerine verilen şeyleri anlamak için sorgulasalardı, sıkıntılarında acele etmeselerdi, bütün her yeri rahmetiyle saranı elbette anlarlardı. Bilakis onların mühletleri vardı. Ondan başka sığınılacak bir yer asla bulamazlar.

 

-59-

     وَتِلْكَ الْقُرَى أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِم مَّوْعِدًا

Ve tilkel kurâ ehleknâhum lemmâ zalemû ve cealnâ li mehlikihim mevıdâ

ve tilke el kura : işte bu, belde, ülke, köy,
ehlekna hum : hakikati anlamayıp helak olmak, yok olmak, biz, onlar
lemmâ zalemû : olduğunda, zalim, kötülük,
Ve cealna : yaptık, sunduk
li mehliki-him : helak, mahv, kendine yazık etmek, onlar,
mevıden : süre, vade, müddet, ölünceye kadar, vadedilen zaman

 

59-  İşte onlar; kötülüklerde olduklarından dolayı, o bulundukları beldelerde Bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Onların kendilerine yazık etmemeleri için, ölüm onlara gelinceye kadar her an hakikatleri sunduk.

 

-60-

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا

Ve iz kâle mûsâ li fetâhu lâ ebrehu hattâ ebluga mecmeal bahreyni ev emdıye hukubâ

ve iz kâle musa : demişti, Musa,
li feta hu : genç arkadaşına, yol arkadaşı
lâ ebrehu : ayrılmayacağım, durmak yok,
hatta ebluga : hatta, erişmek, ulaşma
Mecmea : cem eden, Tevhid eden, birleşti,
el bahreyni : iki deniz, bilge kişi, kâmil kişi,
Ev emdiye hukuba : geçip gitmek, senelerce kalmak, günlerce,

 

60- Musa yol arkadaşına: Tevhid sırrını bilen bilge kişiye ulaşıncaya kadar durmak yok, hatta günlerce gidilse bile, demişti.

 

-61-

فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا

Fe lemmâ belega mecmea beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fettehaze sebîlehu fîl bahri serebâ

fe lemma belega : böylece olduğu zaman, erişti, ulaştı, buldu,
Mecmea beyni huma : toplanma, cem olan, tevhid eden, aralarında
Nesiya hûte-humâ : unuttular, balığı, gönlü, gönüllerindeki hissiyat, onlar
fe ittehaze sebile hu : böylece, edindi, buldu, kendi yolunu
fî el bahri : deniz, bilge kişi, doğru gidilen yer, sonsuzluk,
sereben : kaydı gitti, aktı, gönlü kaydı,

 

61- Böylece onlar, Tevhid sırrını bilen bilge kişiye ulaştıklarında, gönüllerindeki kendi bildiklerini unuttular. Böylece gönülleri bilge kişinin anlattıklarına doğru kaydı.

 

-62-

  فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا

Fe lemmâ câvezâ kâle li fetâhu âtinâ gadâenâ lekad lekînâ min seferinâ hâzâ nasabâ

Fe lemma caveza : böylece, olduğunda, mesafe, varılan yer, ulaşılan yer
Kale li fetâ-hu : dedi, genç arkadaşına, yol arkadaşına
Ati na : bize getir, sun, ver,
gadâe-nâ : kahvaltı, gıda, yemek, bildikleri, biz,
Lekad lekine : doğrusu, buluştu, hissetti, maruz kaldı, birlik,
min seferinâ : seferimiz, yolculuğumuz, taşıdıklarımız,
Haza nasaben : bu, yorgunluk, bitkinlik, meşakkat

 

62- Böylece vardıkları yerde yol arkadaşına dedi ki: Gıdamızı getir. Doğrusu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük.

 

-63-

قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا

Kâle eraeyte iz eveynâ ilas sahrati fe innî nesîtul hût ve mâ ensânîhu illeş şeytânu en ezkureh vettehaze sebîlehu fîl bahri acebâ

Kâle e raeyte : dedi, gördün mü, anladın mı?
iz eveyna : orada bulunduğumuzda,
ila es sahrati : kaya, sertlik, sert taş, gönüllerin sertliği,
fe inni nesitu : böylece, işte, bundan dolayı, unuttum, orada kaldı
el hute : balık, gönül, hissiyat,
ve mâ ensa-ni-hu : değiş, ne, unutturmadı, engel olmak, onu,
illa el şeytanu : başka, vardır, ancak, şeytani haller
en ezkur hu : hatırlatmak, anmak, anlamak, onu
ve ittehaze sebile hu : edindi, sarıldı, vardır, yol, hakikat yolu,
fî el bahri : deniz, bilge kişi, doğru yol, sonsuzluk
aceben : acayip, şaşkınlık, hayret, farklılık

 

63- Dedi ki: Orada bulunduğumuzda, kendi bildiklerimizin gönüllerimizi nasıl taşlaştırdığını anladın mı? İşte gönlümüz orada anlatılan o hakikatlerde kaldı. Bu zamana kadar hakikatleri anlamamıza engel olan şey, şeytani hallerimizden başka bir şey değilmiş. Böylece onun gönlü bir farklılık içinde bilge kişinin anlattığı hakikatlere sarıldı.

 

-64-

 قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا

Kâle zâlike mâ kunnâ nebgı ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ

Kâle zalike : dedi, işte bu,
ma kunna nebgı : aradığımız şey, aradığımız hakikatler, talep, meyil
Fe erdedda : böylece, döndüler, bıraktı, terk ettiler,
ala asari-hima : üzerinde, karşı, tesir eden, eser, iz, kendileri,
kasasan : anlatmak, bildirilen, haber, takip etmek, nakletmek,

 

64- Dedi ki: İşte bizim aradığımız hakikatler buydu. Böylece onlar, nakledilen sözleri dinlediler, kendilerine tesir eden kendi bildiklerinden döndüler.

 

-65-

فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا

Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ

fe vecedâ abd : böylece, buldular, kul,
min abid na : kullarımızdan,
âteynâ-hu rahmet : sunduk, verdik, o, rahmeti, merhamet
min indi-nâ : bizim katımızdan, bize ait olan,
ve allem nâ hu : bilen, arif olan, öğrettik, biz, o
min ledun-nâ ilmen : bize ait olan, katımızdaki, ilim

 

65- Böylece, kullarımızdan bir kul buldular. O, Bizim ona verdiğimiz rahmetin Bize ait olduğunu bilenlerdendi ve Bize ait olan ilimle, o Bizi bilenlerdendi.

 

-66-

   قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا

Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ

Kâle lehu Musa : dedi, ona, Musa
hel ettebiu-ke : tabi olma, uymak, takip, tabi olabilir miyim? sana
Ala en tuallime-ni : üzere, için, senin bana öğretmen
mimmâ ullimte : şeyden, sana öğretilen,
ruşden : mantıklı, tamlık, kemalât, olgunluk, irşad olmak, doğru yolu bulmak

 

66- Musa ona dedi ki: Sana öğretilen şeylerden bana da öğretmen, benim de kemalât bulmam için sana tâbi olabilir miyim?

 

-67-

قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا

Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ

Kâle inne ke : dedi, doğrusu, muhakkak sen,
len testetia : asla, dayanamazsın, güç yetiremezsin
Maiye sabren : benimle beraber, maiyetimde, sabırlı olma

 

67- Dedi ki: Doğrusu sen, benimle beraber olduğunda sabırlı olmaya güç yetiremezsin.

 

-68-

وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا

Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ

ve keyfe tesbiru ala : nasıl, sabredersin,
Ma lem tuhıt : şey, ne, kavrayamadın, anlayış,
bihi habir : onu, haber, bilgi

 

68- İç yüzünü kavrayamadığın bilgilere nasıl sabredeceksin ki?

 

-69-

  قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا

Kâle se tecidunî inşâallahu sâbiren ve lâ asî leke emrâ

Kâle se tecidu ni : dedi, beni bulacaksın,
inşae Allah sabiren : inşallah, isterse, sabırlı olan
ve lâ asî leke : asi olmayacağım, karşı çıkmak, sana,
emr : hükümlerine, iş, emr, hüküm, yaptıkların,

 

69- Musa dedi ki: İnşallah beni sabreden bulacaksın ve yaptıklarında sana asi olmayacağım.

 

-70-

قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا

Kâle fe initteba’tenî fe lâ teselnî an şeyin hattâ uhdise leke minhu zikrâ

Kâle fe in ittebate ni : dedi, öyleyse, bana tâbi olduğunda
fe lâ tesel-ni an şey : bana soru sorma, bir şey
Hattâ uhdise leke : hatta, oluncaya kadar, ben anlatmadıkça, hadise, sana
min-hu zikren : ondan, zikir, öğüt, anlatmak,

 

70- Dedi ki: Öyleyse bana tâbi olduğunda bana bir şey sorma, hatta ben söyleyinceye, onun hakikatini anlatıncaya kadar.

 

-71-

فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا

Fentalakâ hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ lekad cite şeyen imrâ

fe intalaka : böylece, gittiler, yol aldılar,
hatta iza rakib : hatta, bininceye kadar, bağlanıncaya kadar,
fî es sefîneti : gemi, yük taşıyan, içinde bilgi barındıran,
haraka ha : deldi, yırttı, yakıcı, onu
Kâle e harakte ha : dedi, onu neden deldin, deldin mi?
Li tugrika ehle-hâ : boğmak, battı, onun ehlini, ahalisini, sahipleri,
Lekad cite şey emr : andolsun, yaptın, şey, iş, sen nasıl bir iş yaptın

 

71- Böylece bir gemiye bininceye kadar yol aldılar. O onu deldi. Dedi ki: Sen onun sahiplerini boğmak için mi deldin? Andolsun ki sen, nasıl bir iş yaptın?

 

-72-

 قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا

Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ

Kale e lem ekul : dedi, demiştim,
inne-ke len testetia : muhakkak sen, güç yetiremezsin, dayanamazsın
Maiye sabren : benimle beraber, birlikte, sabırlı olma

 

72: Dedi ki: Doğrusu sen, benimle birlikte olmaya güç yetiremezsin, diye sana demiştim.

 

-73-

قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا

Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu ve lâ turhıknî min emrî usrâ

Kâle la tuahız ni : dedi, eleştiri, kınama, paylama, beni,
bima nesitu : sebebiyle, unutmak,
ve la turhık-ni : bana yükleme, sorumlu tutma,
min emr asre : hüküm, işleyiş, zorluk, güçlük, sıkıntı

 

73- Dedi ki: Unutmam sebebiyle beni eleştirme ve hükümleri anlamamda bana zorluk yükleme.

 

-74-

 فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا

Fentalekâ hattâ izâ lekıyâ gulâmen fe katelehu kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefs lekad cite şey’en nukrâ

Fe intaleka : böylece, devam ettiler, gittiler, ayrıldılar,
Hattâ iza lekiya : oluncaya kadar, olduğunda, rastlama, karşılaşma,
gulamen : çocuk, köle, genç, esir, hizmetçi,
Fe katele hu : böylece, öldürdü, mahv etti, yazık etti, zarar verdi, o
kale e katel te : dedi, nasıl, sen öldürdün, yazık ettin, sen,
Nefsen : kişi, nefs, can, öz varlık, zatı,
zekiyyeten : temiz, masum, hali temiz olan, zeka sahibi, anlayış, idrakli
bi gayri nefsin : olmaksızın, başka, değil, nefs, can, kişi, öz varlık, zatı,
Lekad cite : andolsun, doğrusu, sen yaptın, geldin,
şeye nukren : bir şey, inkar, ret, kötü

 

74- Böylece devam ettiler, sonra da bir gençle karşılaştılar. Sonra da o ona yazık etti. Dedi ki: Sen, öz varlığından başka bir şeyi olmayan, hâli de temiz olan bir kişiye nasıl yazık edersin? Andolsun ki sen, ne kötü bir şey yaptın.

 

-75-

 قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا

Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ

Kale e lem ekul : dedi, demiştim,
inne-ke len testetia : muhakkak sen, güç yetiremezsin, dayanamazsın
Maiye sabren : benimle beraber, birlikte, sabırlı olma

 

75- Dedi ki: Doğrusu sen, benimle birlikte olmaya güç yetiremezsin, diye sana demiştim.

 

-76-

قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا

Kâle in seeltuke an şeyin badehâ fe lâ tusâhıbnî kad belagte min ledunnî uzrâ

Kale in seeltuke : dedi, eğer, sana sorarsam,
an şey bade ha : bir şey, bundan sonra
Fe la tusahıb ni : artık, yok, sahip arkadaş, ben
kad belagte : olmuştu, ulaştın, kabul
min ledun-ni uzre : benim özrümü,

 

76- Dedi ki: Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Umarım benim özrümü kabul edersin.

 

-77-

فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا

Fentalekâ hattâ izâ eteyâ ehle karyetin istatamâ ehlehâ fe ebev en yudayyifûhumâ fe vecedâ fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda fe ekâmeh kâle lev şite lettehazte aleyhi ecrâ

Fe entalekâ : böylece, devam ettiler, ilerlediler,
Hatta eteyâ : geldiler,
ehle karyetin : şehir halkı, köy, belde, ülke
İstatamâ ehle ha : yemek istediler, oranın halkından
Fe ebev en yudayfu humâ : fakat, çekinme, misafir etmek, onları
Fe veceda fiha : sonrada, buldular, orada,
cidaren : duvar, zar, perde,
Yuridu en yenkadda : istemek, yıkılmak üzere
fe ekame-hu : o zaman onu ikame etti, düzeltti, doğrultular,
Kale lev şite : dedi, eğer, isteseydin
le ittehaze : elbette, edinmek, almak, sarılmak
aleyhi ecr : ona karşılık,

 

77- Böylece devam ettiler. Bir belde halkına geldiler. Oranın halkından yemek istediler. Fakat onlar, onları konuk etmekten çekindiler. Sonra orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Sonra da onu doğrultup düzeltiler. Dedi ki: Eğer isteseydin elbette bunun karşılığını alırdın.

 

-78-

  قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا

Kâle hâzâ firâku beynî ve beynik se unebbiuke bi tevîli mâ lem testetı aleyhi sabrâ

Kâle haza firaku : dedi, bu, ayrılık, ayrılma
bey-ni ve beyni ke : benimle senin aranda, aramızda
se unebbiu ke : sana haber vereceyim, bildireyim,
bi tevil : yorum, iç yüzünü anlatma, aslını anlama,
ma lem testetı : güç yetiremediğin şey,
aleyhi sabr : ona, o şeylere, sabır

 

78- Dedi ki: Seninle benim aramda yolculuk buraya kadar. Artık ayrılma vakti. Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzünü sana bildireyim.

 

-79-

 أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا

Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne yamelûne fîl bahri fe eradtu en eîbehâ ve kâne verâehum melikun ye’huzu kulle sefînetin gasbâ

Emme el sefinet : amma, gemi, eskimiş gemi, kayık, denizcilik,
fe kânet li mesakin yalemu : idi, oldu, miskin, fakir kimse, çalışma
fi el bahri : denizde
Fe eradtu : böylece, bu sebeple, istedim,
en eibe ha : kusurlu yapmak, zarar vermek, onu
ve kâne verae hum melik : oldu, idi, ardında, arkasında, onlar, kıral
Yehuzu  : alıyor, ele geçiriyor,
Kulle sefînet gasben : bütün gemiler, gasb, zorla

 

79- O gemi denizde çalışan fakir kimselerindi. Onların ardında ise bütün gemileri gasp eden bir kral vardı. Bu sebeple onu kusurlu kılmak istedim.

 

-80-

وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا

Ve emmel gulâmu fe kâne ebevâhu mu’mineyni fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ

ve emmâ el gulamu : fakat, olduğunda, çocuk, genç, köle, genç
Fe kane ebeva hu : böylece, oldu, idi, anne babası, o,
mümineyn : müminlerden, emin olanlar,
Fe haşi na : böylece, sonra, korkmak, çekinmek, saygı, biz,
en yurhika huma : sürükler, yorar, çektirir, zarar verme, zulüm, onlar, ikisi,
Tugyanen : azgın, öfkeli, asi, kızgın,
ve kufren : küfür, inanmayan, hakikatleri görmeyen,

 

80- O gence gelince; onun anne babası müminlerdendi. Onun öfkeli ve hakikatleri örtme hâllerinden dolayı, onlara zulüm etmesinden çekindik.

 

-81-

 فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا

Fe erednâ en yubdilehumâ rabbuhumâ hayren minhu zekâten ve akrebe ruhmâ

fe ered nâ : böylece, irade, dilemek, istemek, biz,
en yubdile huma : değiştirme, tebdil etme, yerine verme, onlara,
Rabbu humâ : Rabbi, vücudlandıran, onlar,
Hayren : hayırlı, iyi, güzel, ,
minhu zekaten : ondan, o hallerinden, temizlenmek, akıllı, zeka,
ve akrebe ruhmen : daha yakın, merhamet, sevgi dolu

 

81- Böylece istedik ki; o hallerini değiştirsin, hayırlı, temiz ve ailesine yakın olsun, merhametli olsun, onların Rabbini bildiği gibi bilsin.

 

-82-

 وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا

Ve emmel cidâru fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti ve kâne tahtehu kenzun lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihâ fe erâde rabbuke en yeblugâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmeten min rabbik ve mâ fealtuhu an emrî zâlike tevîlu mâ lem testı aleyhi sabrâ

ve emmâ el cidâru : olduğunda, gelince, duvar, zar, perde,
fe kâne li gulameyn yetimeyn : böylece, idi, oldu, çocuklar, genç, iki yetim
fî el medîneti : şehirde, belde, açığa çıkan,
ve kane tahtehu : oldu, vardı, altında, tahtında, makamında, onun
Kenzun lehuma : hazine, define, gizli, onlara ait
ve kâne ebu huma : idi, oldu, onların babası, anne babası, atası,
salihan : idi, oldu, onların babası, doğru, iyilerdendi
fe erade rabb ke : böylece, diledi, istedi, irade, rabbin,
en yebluga : ulaşma, erişme, olgunlaşmak,
eşudde-humâ : güçlü olmak, daha fazla, onlar,
ve yestahricâ : çıkarsın, ortaya koysun, açığa çıkarmak,
kenze huma : gizli, hazine, değer, onların
Rahmeten min rabbi-ke : rahmet, Rabbinden
ve mâ feal tu hu : yapmadım, uymadım, o, fail,
an emr : hüküm, işleyiş
Zâlike tevil : işte bu, aslı olan, iç yüzü, yorum,
ma lem testi : güç yetiremediğin
Aleyhi sabr : ona, sabırlı olma

 

82- Duvar ise o beldedeki iki yetim çocuğa ait idi. Onun altında onlara ait hazine vardı ve onların babası iyilerdendi. Böylece Rabbin; onlar olgunlaşsın güçlensin ve Rabbinin rahmetiyle onlar hazineyi çıkarsınlar istedi. İşte O’nun hükümlerinin dışında bir şeye uymadım. İşte sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzü budur.

 

-83-

   وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا

Ve yeselûneke an zil karneyn kul se etlû aleykum minhu zikrâ

ve yeselune-ke : sana sorarlar
an zi el karneyni : Zülkarneyn’den, iki makamın yakınlığı, çağ, asır, yüzyıl,
Kul se etlu aleykum : de, söyle, okuma, size aktarma, bilg verme
min-hu zikre : ondan, an, hatırla, zikir, sunma

 

83- Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar. Ondan size bilgi sunayım, de.

 

-84-

إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا

İnnâ mekkennâ lehu fîl ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ

İnnâ meken na : biz, sağlam, destek, kudret, mekân, biz
lehu fi el ard : onu, yeryüzü, toprak, yer, bütün her yer
ve âteynâ-hu : verdik, sunduk, o,
min kulli şeyin : bütün her şey,
sebeb : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik

 

84- O’da bütün her yeri sapasağlam tutanın Biz olduğunu bilenlerdendi ve o, sunduğumuz bütün her şeydeki incelikleri arayanlardandı.

 

-85-

فَأَتْبَعَ سَبَبًا

Fe etbea sebebâ

fe etbea : böylece, tabi oldu, uydu, takip etti,
sebeb : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik

 

85- Böylece varlığın var oluş sebebi hikmetine tâbi oldu.

 

-86-

حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْمًا قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا

Hattâ izâ belega magribeş şemsi vecedehâ tagrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmâ kulnâ yâ zel karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ

hattâ izâ belega : olduğunda, ulaştığında, vardı
magribe el şemsi : batı, güneş, aydınlık,
vecede-ha : buldu, karşılaştı, onu,
tagrubu : gurup, batma, birleşme, garip, farklı
fî aynin : aynılık, benzer, pınar, bakış,
hamietin : koruyucu, bulanık, öfke, hararet
ve vecede : buldu, karşılaştı,
inde ha kavmen : onun yanında, katında, kavim, topluluk,
Kulna ya ze el karneyni : dedik, bildirdik, ey Zülkarneyn
İmma en tuazzibe : ya, senin azaba uğratman, onlara sıkıntı verirsin
Ve imma en tettehıze : yada, senin edinmen, ittihaz etmen
fî-him husnen : onların içinde, onlar hakkında, güzel davranış, iyilik

 

86- Böylece güneşin battığı yere ulaştığında, orada bir kavim ile karşılaştı. Öfkeli hâlleri olan, benzer özellikler içinde garip bir şekilde onları buldu. Ya Zülkarneyn! Ya onlara sıkıntı verirsin ya da onlara güzel davranışlar sunarsın, diye bildirdik.

 

-87-

قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُّكْرًا

Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yureddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ

Kâle emma men zaleme : dedi, lakin, fakat, kim, zalimlik, haksızlık,
fe sevfe nuazzibu-hu : olacak, olur, azap etme, sıkıntı, o
Summe yureddu : sonra, reddedilme, uzaklaşır,
ila rabb hi : rabbinden
fe yuazzibu-hu : o zaman, azap, sıkıntılar verir,
azab nukre : sıkıntı, şiddetli, umulmadık

 

87- Dedi ki: Kim zalim olursa, böylece o sıkıntılar bulur. Sonra da o Rabbinden uzaklaşır, böylece o umulmadık sıkıntılarda kalır.

 

-88-

 وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاء الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا

Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâenil husnâ ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ

ve emmâ men amene : amma, fakat, kim iman eder, inanır
ve amile sâlihan : dosdoğru hak yolunda çalışırsa, Salih amel
fe lehu cezaen : böylece, o zaman, onun karşılığı
el husna : iyi olan, güzel olan, faydalı olan,
ve se nekûlu lehu : söyleyeceğiz, sözlerimiz, söylemek, denir, ona
min emri-nâ : emrimizden, işleyişimiz, hükmümüz,
yusren : kolayca, kolay olan

 

88- Fakat kim iman eder ve dosdoğru hak yolunda çalışırsa, böylece ona iyilerden olma karşılığı vardır ve ona sözlerimizdeki hükümleri kolayca anlama vardır.

 

-89-

ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا

Summe etbea sebebâ

Summe etbea : sonra, böylece, tabi oldu, uydu, takip etti,
sebeb : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik

 

89- Sonra nedenleri takip etmeye devam etti.

 

-90-

حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْرًا

Hattâ izâ belega matlıaş şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ

hattâ izâ belaga : olduğu zaman, ulaştı,
matlıa el şems : doğuş, güneş, aydınlık,
vecede-hâ : onu buldu,
tatluu ala kavmin : doğuş, aydınlığa kavuşmak, kavmin üzerine
lem necal lehum : kılmadık, yapmadık, sunmadık, onlara
min dûni-ha sitren : ondan başka, örtü, perde,

 

90- Güneşin doğduğu yere ulaştığında, orada o nuru bir kavmin üzerine doğuyor buldu. Onlara o nurdan başka bir örtü sunmadık.

 

-91-

  كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا

Kezâlik ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ

Kezâlike : işte böyle,
ve kad ehatna : oldu, ihata, sarma, kuşatma,
Bima ledey ni hubre : şeyler, yanında, sahip, var, haberdar olan, bilgi sahibi

 

91- İşte böyle. Onlar hakikatin bilgisiyle kuşatılmış olanlardır.

 

-92-

ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا

Summe etbea sebebâ

Summe etbea : sonra, böylece, tabi oldu, uydu, takip etti,
sebeb : neden, olay, vasıta, alet, hikmet, incelik

 

92- Sonra nedenleri takip etmeye devam etti.

 

-93-

حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْمًا لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا

Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ

hattâ izâ belega : olduğu zaman, ulaştığında
beyne es seddeyni : arası, iki sed, iki seddin arası
vecede : buldu, karşılaştı, bir kavim buldu,
min dûnihimâ kavmen : onlardan başka, kavim, kimseler,
lâ yekâdûne yefkahûne kavl : anlamayan, düşünmeyen, söz dinlemeyen

 

93- İki seddin arasına ulaştığında bir kavim buldu. O kavimden başka, hiçbir şey anlamayan, söz dinlemeyen başka bir kavim de vardı.

 

-94-

قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَى أَن تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا

Kâlû yâ zel karneyni inne yecûce ve mecûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tecale beynenâ ve beynehum seddâ

Kâlû ya ze elkarneyn : dediler, ey Zülkarney
İnne yecuc : fenayı sıfat, sıfatları kendine nisbet etmek,
ve mecuc : fenayı vücut, vücudu kendine nisbet etmek
mufsid : fesatlık, bozguncu, ikilik, kötülük
fî el ardı : yeryüzünde
Fe hel necalu : bu sebeple, yapalım,
Leke harcen : sana, harç, ücret, vergi, karşılık,
ala tecale : senin yapman, koyman,
beynenâ ve beynehum : onlarla bizim aramızda,
sed : bir set, duvar, engel,

 

94- Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki sıfatları kendilerine nisbet edip onunla kötülüklerde olanlar ve vücudları kendilerine nisbet edip onunla kötülüklerde bulunanlar, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bu sebeple onlarla bizim aramıza bir sed yapman için sana çalışmanın karşılığını verelim.

 

-95-

   قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا

Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ecal beynekum ve beynehum redmâ

Kâle ma mekken ni : dedi, imkan, mekan, kuvvetli, verilen şey, beni
Fi rabb hayrun : o konuda, rabbim, daha hayırlı
Fe einu ni : öyleyse, bakış, zat, göz, birlikte hareket etmek,
bi kuvvetin : gayretle, güçle, kuvvetle, hareket, tesir etmek,
ecal : yapmak, kılmak, etmek, koymak, anlamak,
beynekum ve beynehum : onlarla sizin aranıza, kötülük yapanlarla aranıza
redm : dolgu, sağlam bir engel, kapamak, tıkamak,

 

95- Dedi ki: Rabbimin vereceği şeyler daha hayırlıdır. Öyleyse kötülüklerde olup bozgunculuk yapanlarla aranıza sağlam bir engel koymak için, tüm gücünüzle benimle birlikte hareket edin.

 

-96-

آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ حَتَّى إِذَا سَاوَى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انفُخُوا حَتَّى إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا

Atûnî zuberel hadîd hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ

Atû ni : veren, gelen, getiren, bağışlama, ata, sunmak, ben,
zuber : kitaplar, örs, demir parçası, sık dokunmuş,
el hadid : demir, had, hudud, sınır
hattâ izâ sava : oluncaya kadar, musavi, aynı, benzer, eşit,
beyne : arası,
es sadafeyni : sesler, tepeler, çatlak, ikiye ayırmak, teveccüh,
kâle infu hû : dedi, nefes alıp vermek vermek, şişirmek, üfleyin, o
Hatta izâ ceale-hu : yaptığında, ettiğinde, düzenlemek, o
naren : ateş, yakıcı, nur,
Kâle atu ni : dedi, bana verin, getirin, benim getirdiğim,
ufrig : dökmek, boşaltmak, bırakmak, terk etmek,
aleyhi kıtre : damla, bir damla olan şey, cüz,

 

96- Benim getirdiğim kitaba dair olan hakikatleri anlayın, sınırları anlayın. Hatta tüm seslerin geldiği yeri, benzerlikleri anlayıncaya kadar gayret edin. Dedi ki: O’nun size nefes alıp verdirdiğini anlayın. O’nun nuruyla düzenlendiğinizi anlayın. Dedi ki: Benim getirdiğim hakikatlere uyun, tüm fenalarınızı boşaltın, O’ndan bir damla olduğunuzu bilin.

 

-97-

  فَمَا اسْطَاعُوا أَن يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا

Femestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ

fe ma istetau : böylece, artık bunları yaparsanız, güçleri yetmez,
en yazheru hu : ortaya çıkma, zahir, açığa çıkmak, hükmeden,
ve ma istetau lehu : muktedir olamazlar, güçleri yetmez, onu,
nakben : reis, yönetici, hükmetmek, delmek, sırlara aşina olma

 

97- Artık bunları yaparsanız, onların size hükmetmeye güçleri yetmez ve sizi yönetmeye güçleri yetmez.

 

-98-

قَالَ هَذَا رَحْمَةٌ مِّن رَّبِّي فَإِذَا جَاء وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاء وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا

Kâle hâzâ rahmetun min rabbî fe izâ câe vadu rabbî cealehu dekkâ ve kâne vadu rabbî hakkâ

Kâle haza rahmet min rabb : dedi, bu, rahmet, rabbimin
Fe izâ cae vadu rabb : öyleyse, geldiğinde, vaad, söz, Rabb
Ceale hu : yapar, kılar, sunar, onu,
dekkae : dosdoğru, dümdüz, un ufak
ve kâne vadu : oldu, vaad, yerine gelme, açığa çıkma,
rabb hakk : rabb, gerçek, hakikat,

 

98- Dedi ki: Bu Rabbimin rahmetindendir. Böylece Rabbim her şeyi yerine getirendir. O doğruluğu sunandır ve bir şeyin açığa çıkışı Rabbimin hakikatidir.

 

-99-

 وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا

Ve teraknâ badahum yevmeizin yemûcu fî badın ve nufiha fis sûri fe cemanâhum cemâ

ve terakna bada hum : biz terkettik, bıraktık, ayrılma, bazıları, kısmınız, onlar
Yevmeizin : o vakit, o zaman, her zaman,
yemucu fi badın : dalga, karışma, bir kısmının içine
ve nufiha fi el suri : üfürüldü, sura, suretlerin içine
Fe cemanâ-hum cema : böylece, birliğimiz, onları topladık, hepsini, cem

 

99- Onlardan bazıları Bizi anlayamayıp ayrılığa düştüler. Bazıları içlerinde her zaman dalgalanmalar yaşadı. Suretlerin içindeki Ruhu anlayanlar ise, onlar Bizim birliğimizde Cem oldular.

 

-100-

وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِّلْكَافِرِينَ عَرْضًا

Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lil kâfirîne ardâ

ve aradna : sunduk, vardır, arz ettik, gösterdik,
cehennem : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller
Yevmeizin : o gün, o vakit, her zaman,
li el kafirin : hakikatleri görmemezlikten gelen,
arda : sunmak, arz etmek, vardır,

 

100- Sunduğumuz hakikatleri görmemezlikten gelenler için ise, her zaman cehaletin cehennemi vardır.

 

-101-

 الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاء عَن ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا

Ellezîne kânet ayunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne semâ

Ellezine kanet ayn hum : onlar, oldu, aynılık, benzer, onlar
fî gıtain : perdeli, uzak, kapak, örtülü,
an zikri : zikrimden, anlamak, hakikatler,
ve kânû la yestetiune : oldular, yok, muktedir, güçleri yetmez,
sema : işitmek, hakikatleri işitmek

 

101- Onların bakışları perdelidir, hakikatleri anlayamazlar ve onların hakikatleri işitmeye güçleri yoktur.

 

-102-

 أَفَحَسِبَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَن يَتَّخِذُوا عِبَادِي مِن دُونِي أَوْلِيَاء إِنَّا أَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ نُزُلًا

E fe hasibellezîne keferû en yettehızû ibâdî min dûnî evliyâ innâ atednâ cehenneme lil kâfirîne nuzulâ

E fe hasibe : yoksa zannettiler, sandılar,
ellezine kefer : hakikatleri görmemezlikten gelenler
en yettehızû abid : edindiklerini, sığındıkları, kulluk,
Min duni evliyae : ondan başka, benden başka, evliya, dostlar, veliler
İnna atedna : muhakkak biz, sunduk, hazırladık, vardır,
cehennem : cehaletin hali, yakıp yıkıcı haller,
li el kafirine nuzulen : hakikatleri örtenler, kalacak yer, varacaları yer, konak,

 

102- Hakikatleri görmemezlikten gelenler; Beni bırakıp kullarımdan evliyalar edineceklerini mi sandılar? Muhakkak ki Bizi anlayamayanlar için, cehaletin cehennemi vardır. Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin varacakları yer orasıdır.

 

-103-

قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا

Kul hel nunebbiukum bil ahserîne amâlâ

Kul hel nunebbiu kum : anlat, de, size haber vereyim mi?
bi el ahserîne : hüsrana uğrayanlar, kaybeden, başarılı olamayan,
amalen : çalışmaları, amelleri

 

103- De ki: Amellerinde hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?

 

-104-

الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا

Ellezîne dalle sayuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sunâ

Ellezîne dalle : o kimseler, saptı, uydurulan şeylere sapan,
sayu hum : çalışmaları, yaptıkları, amel, onlar,
fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, yaşamlarında
ve hum yahsebun : onlar, zannederler, sanırlar,
enne-hum yuhsinun : onlar, güzel amel, iyi çalışmalar, iyi şeyler
suna : yapmak, çalışmak,

 

104- O kimseler; dünya hayatındaki çalışmalarında hakikatleri bırakıp uydurma şeylere saparlar ve onlar iyi şeyler yaptıklarını zannederler.

 

-105-

 أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا

Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat amâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ

ulaike ellezine keferu : işte o kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen
bi ayati rabbi him : ayetleri, işaretleri, rableri, vücudlandıran, onlar
ve likai-hi : birlik, kavuşma, tevhit etme, toplama, o birliği
fe habitat : böylece, boşa gitti, karşılık bulamaz, heba oldu
amalu hum : amelleri, çalışmaları,
fe la nukimu lehum : böylece, yok, biz, ikame, ayakta durma, belirlilik, onlara
yevme el kıyameti : gün, vakit, kıyam, ölünceye kadar,
vezne : ölçü, mizan

 

105- İşte o kimseler; kendilerini vücudlandıranın işaretlerini ve o birliği görmemezlikten gelirler. Böylece onlar, amellerinde karşılık bulamazlar. Böylece onlar, tüm varlığı diri tutanın Biz olduğunu anlayamazlar. Ölünceye kadar onların hakikatleri anlamada bir ölçüleri olmaz.

 

-106-

ذَلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا

Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ

Zâlike cezau hum : işte bundan dolayı, karşılık, onlar,
cehennem : cehaletin cehennemi, ykıp yıkıcı haller,
Bimâ keferu : sebebiyle, hakikatleri görmemezlikten gelme
ve ittehazû ayati : edindiler, ayetlerimi
ve rusuli huzuven : resuller, hakikati gösteren, alay, önemsememe

 

106- İşte, hakikatleri görmemezlikten gelmeleri sebebiyle, ayetlerimizi ve hakikatleri gösterenleri önemsemediklerinden dolayı, onların karşılığı cehaletin cehennemidir.

 

-107-

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًا

İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kânet lehum cennâtul firdevsi nuzulâ

inne ellezine amenu : muhakkak o kimseler, iman eden, inanan
ve amilû es sâlihâti : dosdoğru hak yolunda çalışanlar
Kânet lehum : idi, oldu, onlara
cennâtu el firdevsi : firdevs cennetleri, halk da hak zevki, bostan, bütün âlem
nuzule : bulundukları hal, konak, kalacak yer

 

107- Muhakkak ki iman edenlerin ve dosdoğru hak yolunda çalışanların bulundukları hâl, tüm Halk’a Hakk zevki ile bakmanın huzurudur.

 

-108-

خَالِدِينَ فِيهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا

Hâlidîne fîhâ lâ yebgûne anhâ hıvelâ

Halidine fiha : devamlı, sürekli, ebediyyen, kalıcı olanlar, orada
la yebgûne : yok, arzu, istek, istemezler,
anha hıvele : o hal, ondan ayrılmak

 

108- Devamlı o hâlde hareket ederler, o hâlden ayrılmak istemezler.

 

-109-

قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا

Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev cinâ bi mislihî mededâ

Kul lev kane bahru midaden : anlat, de ki, eğer, olsa, denizler, mürekkeb
Li kelimat rabbi : kelime, sözler için, Rabbim
le nefide el bahru : denizler biter, tükenir
kable en tenfede : önce, bitmeden
Kelimat rabbî : söz, kelime, tecelli, Rabbim
ve lev cina : eğer, ise, olsa, getirdik,
bi misli hi meded : onun misli benzeri, yardım

 

109- De ki: Eğer Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve onun misli kadar olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmez, denizler biter tükenir.

 

-110-

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا

Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid fe men kâne yercû likâe rabbihî fel yamel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ

Kul innema : anlat, söyle, sadece, ancak,
ene beşer misl kum : ben, bir beşerim, sizin gibi
Yuha ileyye : vahyediliyor, hay olan, diri olan, bende, bana
Ennema : olduğu, olan, sadece, doğrusu,
ilahu-kum : ilahınız, var eden,
ilahu vahid : vareden, ilah, sığınılan, bir, tek
fe men kane yercu : artık kim, oldu, istek,
likae : birlik, tevhid, kavuşmak, ulaşmak,
rabb hi : rab, vücudlandıran,
Fe li yamel : böylece, çalışmalar içinde, amel içinde,
amelen salihan : Salih amel, iyi çalışmalar,
ve la yuşrik : şirk koşmasın, ortak koşmasın,
bi abidet : kulluk,
rabbi-hi ehad : Rabbi, bir, teklik,

 

110- De ki: Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Sizin sığınacağınız güç Tek güçtür diye bana vahyolunuyor. Bundan sonra Rabbinin birliğini anlamak isteyen kimse, salih ameller içinde amel etsin ve Rabbinin birliğinde olsun, kulluk şuurunda olsun, ortak koşmasın.