MÂİDE SURESİ
-1-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ الأَنْعَامِ إِلاَّ مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû evfû bil ukûd uhıllet lekum behîmetul enâmi illâ mâ yutlâ aleykum gayre muhillîs saydi ve entum hurum innallâhe yahkumu mâ yurîd
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
Evfu bi el akid | : ifa edin, yerine getirin, tutun, akit, verilen söz |
Uhıllet lekum | : helal, uygun, yararlı, verici, size, siz, |
behimet | : akılsız haller, hayvani haller, idraksizlik, |
el enami | : tüm varlık, yaratılmış olan, hayvanlar, halk, mahlukat |
illâ ma yutla | : ancak, sadece, şey, değil, ne, okumak, araştırmak |
Aleykum gayre | : size, gayrı, ayrı, başka, diğer |
muhilli | : uygun, helal, yerel, haller, her yer, bulunulan yer |
el saydi | : av, arayış, arayış içinde olmak, |
ve entum hurum | : siz, haram, yasak, kutsal, fenalardan uzak olmak, |
inne Allâh yahkumu | : şüphesiz, Allah, hâkim, yöneten, hüküm sahibi |
ma yuridu | : ne, şey, değil, irade, dilemek |
1- Ey iman edenler! Verdiğiniz sözü yerine getirin. Yararlı hâller içinde olun. Varlığı anlamada akılsızlık içinde olmayın. Bulunduğunuz yerlerde hakikatleri arayış içinde olun, başka şeyler içinde olmayın, sadece hakikatleri araştırın ve fenalardan uzak durun. Şüphesiz Allah tüm varlığa hâkim olandır, ne varsa O’nun iradesiyledir.
-2-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُحِلُّواْ شَعَآئِرَ اللّهِ وَلاَ الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلاَ الْهَدْيَ وَلاَ الْقَلآئِدَ وَلا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّن رَّبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُواْ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuhıllû şeâirallâhi veleş şehral harâme ve lâl hedye ve lâl kalâide ve lâ ammînel beytel harâme yebtegûne fadlan min rabbihim ve rıdvânâ ve izâ haleltum fastâdû ve lâ yecrimennekum şeneânu kavmin en saddûkum anil mescidil harâmi en tatedû ve teâvenû alel birri vet takva ve lâ teâvenû alel ismi vel udvâni vettekullâh innallâhe şedîdul akâbe
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
lâ tuhıllû | : yok, değil, uygun, helal, yararlı, |
şeaire Allah | : hüküm, şeriat, işaret, izler, Allah |
ve la el şehre | : yok, ay, meşhur, ortaya çıkan, içalem, |
el harame | : kutsal, yasak, |
ve lâ el hedye | : yok, hediye, armağan, vermek, fedakârlık |
Ve la el kalâide | : yok, kolye, gerdan, süsler, gösteriş, akarsu, işaretli |
Ve la ammine | : yok, emin olan, güvenilen |
el beyte el harâme | : ev, bulunulan yer, kutsal, yasak, fenalardan sakınmak |
Yebtegûne | : isterler, arzu ederler, |
fadl min rabb him | : lüluf, fazilet, erdem, Rab, onlar |
ve rıdvânen | : rıza, mutluluk, hoşluk, |
Ve iza haleltum | : olduğunda, uygun, helal, incelemek, |
fe istâdû | : artık, arayın, araştırın, avlanın |
ve lâ yecrimen kum | : yok, fenalar, günahlar, kötülük, siz, |
şenaenu | : ayartmak, kin, öfke, |
kavmin | : bir kavim, topluluk, kimseler |
en saddû-kum | : sizi alıkoymaları, engel olmak, |
ani el mescid el haram | : kutsal olanı arama, kutsal olana teslim, yasak, |
en tatedû | : haddi aşmak, tecavüz, karşı gelmek, |
ve teâvenû | : yardımlaşın, |
ala el birrr | : doğruluk üzene, iyilik, güzellik, hayırlı olan |
ve el takvâ | : takva, fenalardan sakınmak Allah’a ortak koşmamak |
ve lâ teâvenû | : yok, yardımlaşmak, |
ala el ism | : için, üzerine, günah, ad, şöhret, işaret |
ve el udvâni | : düşmani haller, düşmanlık |
ve ittekû allâhe | : fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın |
İnne allah | : muhakkak, Allah |
Şedid el akabe | : daha fazla, güçlü, hızlı, zorluk, müşkül, sertlik, |
2- Ey iman edenler! Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini yok saymayın. Ortaya çıkan kutsal olan şeyleri yok saymayın. Fedakârlıktan vazgeçmeyin. Gösteriş peşinde olmayın ve bulunduğunuz yerde fenalardan sakının. Rabbin hakikatlerini ve rızasını anlamak isteyenlere karşı güveninizi yok etmeyin. Uygun olduğunuzda artık hakikatleri bulmak için arayın, araştırın. Sizi ayartan o fena hallerinizi yok edin. Kutsal olan hakikatleri arayış yolunda size engel olanlardan uzak durun, haddi aşmayın. İyilikler üzere yardımlaşın ve fenalardan sakının, ortak koşmayın. Kötülükler için yardımlaşmayın ve düşmanlık yapmayın. Fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah müşkülleri hızla giderendir.
-3-
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Hurrimet aleykumul meytetu veddemu ve lahmul hınzîri ve mâ uhılle li gayrillâhi bihî vel munhanikatu vel mevkûzetu vel mutereddiyetu ven natîhatu ve mâ ekeles sebuu illâ mâ zekkeytum ve mâ zubiha alen nusubi ve en testaksimû bil ezlâm zâlikum fisk elyevme yeisellezîne keferû min dînikum fe lâ tahşevhum vahşevn el yevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum nimetî ve radîtu lekumul islâme dînâ fe menidturra fî mahmasatin gayra mutecânifin li ismin fe innallâhe gafûrun rahîm
Hurimet aleykum | : haram, yasak, kutsal, sizin üzerinize, |
El meytet | : ölü, idraksizlik, Allah’ı unutturacak haller |
ve el demu | : kan, kan dökücülük |
ve lahmu el hınziri | : kötülük, gaddarlık, zararlı haller, zararlı et, domuz eti |
ve mâ uhılle | : değil, şey, ne, halk, ehil, kişi, insan, bilgili |
li gayri Allâh bihi | : Allah’tan başkası için, onun |
ve el munhanikatu | : kesilmek, boğulmak, eğri olan, nefesi kesilmek |
ve el mevkûzetu | : darbe, vurulmuş, darbe görmüş, kavga |
ve el mutereddiyetu | : bozulan, kötüleşen, yoksul, fakir bırakmak |
ve en natihatu | : sıkıntı, keder, darbeye maruz kalmış |
ve mâ ekele el sebeu | : değil, şey, ne, gereğinden çok yiyen, obur, yedi, |
illâ mâ zekkeytum | : ancak, sadece, değil, şey, ne, hali temiz olan, anlayışlı |
ve mâ zubiha | : kesmemek, yok etmek, yazık, |
ala en nusubi | : putlar, ilah, suret, çıkar içinde olmak, |
ve en testaksimû bi elezlam | : bölünmüş, ayrılmış, fal, büyü, oklar, şans |
Zalikum fiskun | : İşte bunlar, fasık, hakikatlerden sapmak |
el yevme yeise | : gün, vakit, an, ümitsizlik, üzüntü, karamsarlık |
ellezine kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler, |
min dini kum | : din, varlığın yaratılış yasaları, siz |
fe la tahşev hum | : artık, yok, korkmak, çekinmek, onlar, |
vahşev ni | : korkmak, saygı, sakınma, çekinmek, ben |
El yevme | : gün, vakit, an, zaman |
ekmeltu lekum | : kâmil, olgun, bilge, eksiksiz, fazilet, size |
dine-kum | : din, varlığın yaratılış yasaları, siz |
ve etmemtu aleykum | : tamamladım, noksansız, size, üzerinizde, |
nimet | : nimet, lütuf |
ve raditu lekum | : rıza, hoşnut, boyun eğen, itaat, seçkin, size, |
İslam din | : barış, huzur, selamet, din, yaratılış yasaları |
fe men idturra | : artık, kim, zorluk, darlık, sıkıntı, |
fi mahmasat | : açlık, zayıf düşme, |
gayra mutecânifin | : çarpıklık, meyletmeyin, olmayın, |
li ism | : kötü, suç, fenalık içinde, ad |
fe inne Allâh gafur | : muhakkak, Allah, mağfiret eden, temizleyen |
rahim | : özünden var eden |
3- Size şunlar yasak edildi: Varlığı diri tutan gücün farkında olmayan hâllerde olmak, kan dökücü olmak, zararlı hâllerde olmak, Allah’ın hakikatlerinden gayrı şeyler içinde olmak, aldığınız nefesin farkında olmamak, öfkeyle vurup zarar vermek ve bozup dağıtmak, fakir bırakmak ve sıkıntılar, kederler vermek, gereğinden fazla yemeniz ve zekânızı işletmemeniz, putlara olan ilgiyi kesmemek ve ayrılık içinde bırakan büyü, fal gibi asılsız şeyler üzere olmak. İşte bunlar hakikatlerden sapmaktır, her an karamsarlık içinde olmaktır. Siz dini anlama yolunda, hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerden korkmayın, Beni anlamamaktan korkun. Siz din hakkında her an bir kemalât içinde olun. Size nimetleri tastamam verdik. Siz din yolunda barış ve huzur üzere olun, rızamı anlayın. Artık kim zayıf düşse de, zorluklarda kalsa da, yinede fenalar içinde olmasın. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-4-
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُم مِّنَ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمُ اللّهُ فَكُلُواْ مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُواْ اسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Yeselûneke mâ zâ uhılle lehum kul uhılle lekumut tayyibâtu ve mâ allemtum minel cevârihi mukellibîne tuallimûnehunne mimmâ allemekumullâhu fe kulû mimmâ emsekne aleykum vezkurûsmellâhi aleyhi vettekûllâh innallâhe serîul hısâb
Yeselûne ke | : sormak, sorgulamak, sana |
mâ zâ uhılle lehum | : ne, şey, değil, sahip, helal, uygun, onlar |
Kul uhılle lekum | : de, anlat, helal, uygun, size, |
el tayyibat | : temiz olan, güzel olan, hoş, temiz zararsız |
ve mâ allem tum | : şey, ne, değil, bilmek, siz öğrettiğiniz |
min el cevârihı | : kazanan, el, ayak, organlar, tutup getiren, öğreten, av |
mukellibîne | : öğreten, talim eden, terbiye eden |
Tuallimûne hunne | : öğrettiniz, onlara |
mimmâ alleme kum Allah | : şeyler, nesneler, hakikatler, öğretmek, siz, Allah |
Fe kulu | : artık, beslenmek, yemek, faydalanmak, |
mimmâ emsekne | : şeyler, hakikatler, tutmak, tutun, sahip çıkın, |
ve uzkuru | : zikredin, anın, hatırlayın, anlayın, |
ism Allah | : ad, işaret, belirti, delil, Allah, |
aleyhi | : onun, onda, onun üzerinde, her varlıkta, her şeyde, |
ve ittekû Allâh | : fenalardan sakının, Allah’a orta koşmayın |
inne Allâh seriu el hısabı | : muhakkak, Allah, seri, çabuk, hesap, durum, değerler, |
4- Kendilerine neyin helal olduğunu sana sorarlar. De ki: Temiz, zararsız olan şeyler sizlere helaldir. Siz bir şey bilmiyor iken, size öğretildiği gibi, sizin de bilmeyenlere öğretmeniz helaldir. Allah size bilmediğiniz şeyleri öğretti. Bundan sonra bir ilim ile beslendiğiniz o hakikatlere sahip çıkın ve her varlıkta olan Allah’ın işaretlerini anlayın ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah tüm değerleri en hızlı bir şekilde sunar.
-5-
الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حِلٌّ لَّكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلُّ لَّهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلاَ مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَن يَكْفُرْ بِالإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ
El yevme uhılle lekumut tayyibât ve taâmullezîne ûtûl kitâbe hıllun lekum ve taâmukum hıllun lehum vel muhsanâtu minel muminâti vel muhsanâtu min ellezîne utûl kitâbe min kablikum izâ âteytumûhunne ucûrehunne muhsınîne gayra musâfihîne ve lâ muttehızî ehdân ve men yekfur bil îmâni fe kad habita ameluhu ve huve fîl âhıreti minel hâsirîn
el yevme uhılle lekum | : bugün, vakit, her an, uygun, helal, size |
el tayyibâtu | : temiz, güzel, hoş, temiz zararsız |
ve taâmu ellezine | : yemek, gıda, faydalanmak, o kimseler |
utû el kitabe | : verildi, sunuldu, kitab, hakikatlerin sözleri, |
hıllu lekum | : helal, uygun, size |
ve taâm kum | : yemek, taam, faydalanmak, siz, |
hıllu lehum | : helal, uygun, onlara |
ve el muhsanâtu | : iyilikler yolunda olan, iyi yolda olan, temiz, |
min el muminâti | : müminlik yolunda olan |
ve el muhsanat | : iyilikler yolunda olan, iyi yolda olan, temiz |
min ellezine | : o kimselerden, onlardan |
ûtû el kitâbe | : verildi, sunuldu, kitab, hakikatlerin sözleri |
min kabli-kum | : sizden önce |
iza ateytumû-hunne | : onlara verdiğiniz zaman |
ucûre-hunne | : ecir, karşılık, yaralanma, onlar |
muhsınîne | : iyi olanlar, iyi kimseler |
gayra musâfihîne | : gayrı, değil, başka, saflaştıran, arındıran, saflaşan |
ve la muttehızi ehdanin | : yok, edinmek, sarılmak, yol gösteren, tanıtım, |
ve men yekfur bi el iman | : kim, hakikatleri görmemezlikten gelir, iman, inanç |
fe kad habita | : artık, oldu, boşa gitmek, değersiz, kayıp, |
amelu-hu | : onun amel, çalışmaları, |
Ve huve fi el ahiret | : o, sonunda, |
Min el hasirin | : hüsrana uğramak, kayıp, |
5- Size temiz zararsız olan şeyler her zaman helaldir. Kitaptaki hakikatlere ulaşan o kimselerden sizin faydalanmanız helaldir ve sizi faydalandırmakta onlara helaldir. Müminlik yolunda olanların, temizlenme yolunda olanlara hakikatlerin bilgilerinden faydalandırması helaldir. Temizlenme yolunda olanların da, sizden önceki kitaptaki hakikatlere ulaşan o iyi kimselerin bıraktığı, arındırmaktan başka bir şey olmayan o bilgilerden yararlanması helaldir. Yol gösteren o hakikatlerden başka bir şeye sarılmayın. Kim hakikatleri görmemezlikten gelir inanmazsa, artık onun çalışmaları boşa gider ve o sonunda hüsrana uğrar.
-6-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ وَإِن كُنتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مَّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُم مِّنْهُ مَا يُرِيدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُم مِّنْ حَرَجٍ وَلَكِن يُرِيدُ لِيُطَهَّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ kumtum iles salâti fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl kabeyn ve in kuntum cunuben fattahherû ve in kuntum mardâ ev alâ seferin ev câe ehadun minkum minel gâitı ev lâmestumun nisâe fe lem tecidû mâen fe teyemmemû saîden tayyiben femsehû bi vucûhikum ve eydîkum minh mâ yurîdullâhu li yecale aleykum min haracin ve lâkin yurîdu li yutahhirekum ve li yutimme nimetehu aleykum leallekum teşkurûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
iza kumtum | : oldunuz, anladığınızda, o şuura ulaştınız, |
ila el salât | : salât üzere olmak, hakka bağlılık, |
fe igsilû | : artık, arınmak, yıkamak, temizlenmek, |
vucuhe kum | : yüz, yön, anlayış, gerçek, vech, benliğiniz, bilinç, siz, |
ve eydiyekum ila el merafik | : elleriniz, gücünüz, imkân, tesis, kiler, mutfak |
ve ımsehu | : silme, temizleme, mesh, el sürme |
bi ruusi-kum | : başlarınızı, bilişlerinizi, aklınızda olan |
ve ercule-kum | : ayaklar, gittiğiniz yer, bilek, siz, |
ila el kabeyn | : uzunluk, uzaklık, yönelmek, yürümek, |
ve in kuntum cunuben | : eğer siz, iseniz, yan, taraf, ikilikten gelme, cunub |
fe ittahherû | : artık, temizlenme, arınma, |
ve in kuntum marda | : eğer siz, iseniz, maraz, hasta, rahatsız |
ev alâ seferin | : veya, bir yolculuk içinde, arama, gitme |
ev câe ehadun minkum | : veya, geldi, sundu, bir, tek, sizden |
min el gâitı | : dışkı, pislik, fenalık, |
ev lâmestum | : algı, hissetme, yaklaştınız, dokundunuz, |
el nisae | : nefsini tanıma yolunda olan, şehvani duygu, kadın, |
fe lem tecidû maen | : artık, değil, aramak, bulmak, bulamazsanız, su, bir ilim |
fe teyemmem | : artık, araştırmak, talep etmek, yönelmek, |
Saîden tayyiben | : seviye, yükselen, saadete eren, mutlu, temiz, güzel, |
fe imsehû | : böylece, silme, temizleme, tertemiz, |
bi vucuh kum | : yüz, anlayış, bilinç, benlik, nefsi, tarz, gerçek, cihet, siz, |
ve eydî-kum minhu | : elleriniz, gücünüz, siz, ondan |
mâ yurîdu Allâh | : değil, şey, ne, irade, istek, Allah |
li yecale aleykum | : yapmak için, kılmak, eylemek, siz, |
min harac | : güçlük, şek, bir zorluk |
ve lakin yuridu | : lâkin, fakat, irade, isteme |
li yutahhirekum | : için, temizlenmek, arınmak, siz |
ve li yutimme nimet hu | : tamamlamak, noksansız, doğru olan, nimet, sıfat, o |
aleykum | : üzerinize, size |
lealle-kum teşkurun | : umulur ki, siz, şükür, nimetlerin sahibi bilip teslim etmek |
6- Ey iman edenler! Her an Hakk’a bağlı olduğunuzu anlamak isterseniz, artık anlayışınızı gerçeklerle arındırın ve sizdeki gücün sahibini anlayın ve aklınızda olan o eski bilişlerinizi temizleyin. Yöneldiğiniz hakikatlerde yol almaya devam edin. İkilik hâlinden artık arının. Müşkil durumda olduğunuzda ya da bir arayışa çıktığınızda ya da birlik idrakinden fenalığa düştüğünüzde veya şehvani duyguyla yaklaştığınızda hakikatlerin ilmi ile arının ya da o arınacak ilmi talep edin ve o tertemiz güzel huzur veren mutluluğa ulaşın. Bundan böyle siz, tertemiz bir bilinç ile hareket edin ve sizdeki gücün sahibinin idrakinde durun. Allah sizlere güçlük veren değildir, fakat o irade eder ki sizler her an temizlik içinde olun. O size nimetlerini noksansız sundu. Umulur ki sizler nimetlerin sahibini bilir, teslim edenlerden olursunuz.
-7-
وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمِيثَاقَهُ الَّذِي وَاثَقَكُم بِهِ إِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
Vezkurû nimetellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum seminâ ve atanâ vettekûllâh innallâhe alîmun bizâtis sudûr
ve uzkuru nimet Allah | : zikredin, anın, hatırlayın, nimet, Allah |
aleykum | : size, üzerinizde |
ve misaka-hu | : misak, anlaşma, bağlılık, söz verme, o |
Ellezi vaseka-kum bihi | : ki o, onaylama, bağladı, tasdik, siz, onunla, tecellileriyle |
iz kultum semina | : dediğiniz zaman, işittik |
ve atanâ | : itaat ettik |
ve ittekû Allâh | : takva, fenalardan sakınma, Allaha ortak koşmama |
inne Allâh alim | : muhakkak ki Allah, ilmin sahibi |
bi zâti es sudûri | : gönüllerde olan, |
7- Sizin üzerinizde olan Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Her an tecellileriyle sizin O’na olan bağlılığınızı unutmayın. İşittik ve itaat ettik dediğinizde ve siz o hakikatleri anladıkça O’na bağlılığınızı anlarsınız. Fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah gönüllerdeki ilmin sahibidir.
-8-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kûnû kavvâmîne lillâhi şuhedâe bil kıstı ve lâ yecrimennekum şeneânu kavmin alâ ellâ tadilû adilû huve akrabu lit takva vettekûllâh innallâhe habîrun bimâ tamelûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
Kûnû kavvamin li Allah | : olun, kararlı, kuvveti, sadık, sorumlu, için, Allah |
Şuhedae | : şahit, tanık, her an her yerde hazır olan, |
bi el kıstı | : doğruluk ile, adaletli |
ve lâ yecrimenne-kum | : yok, nefret, kin, öfke, buğz, sevk etmek, siz |
Şeneânu | : ayartmak, dürtü, baştan çıkarmak |
Kavmin ala ellâ tadilû | : kavim, kimseler, değil, adalet, adaletsiz davranmayın |
adilû | : adil davranın, dosdoğru hareket etmek, |
huve akrabu | : o, yakınlık, yakın olan, |
li el takva | : için, fenalardan sakınmak |
ve ittekû allâhe | : takva, fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama |
inne Allâh | : muhakkak ki Allah, |
Habîrun | : haber veren, bildiren, |
bima tamelun | : yaptığınız şeyler, amelleriniz, |
8- Ey iman edenler! Allah için kararlı, sadık, sorumluluk sahibi olun. Tanıklığınız adalet içinde olsun. Kin, nefret gibi sizi baştan çıkaracak hâlleri yok edin. Adaletsiz kimselerden olmayın. Her zaman dosdoğru hareket edin. Fenalardan sakınmak için o yakınlığı muhafaza edin. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri bildirir.
-9-
وَعَدَ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ
Veadellâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum magfiretun ve ecrun azîm
vaade Allah | : vaad, yerine getirme, açığa çıkarma, tecelli, Allah |
ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışma |
lehum magfiratun | : onlar için, mağfiret, bağışlanma |
ve ecrun azîmun | : karşılık, ecir, mükâfat, yüce, büyük |
9- Allah, iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlara, mağfiret ve yüce karşılıklar vaat etmiştir.
-10-
وَالَّذِينَ كَفَرُواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbul cehîm
ve ellezîne keferu | : o kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
ve kezzebû bi ayati na | : yalanladılar, yalanlarda kalan, ayetlerimizi, delil, işaret |
Ulaike ashâbu | : işte onlar, sahip, halk, |
el cehîmi | : sıfatları kendine nisbet eden, azmış, ego, |
10- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar ise, işte onlar sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletine sahiptirler.
-11-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ هَمَّ قَوْمٌ أَن يَبْسُطُواْ إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkurû nimetallâhi aleykum iz hemme kavmun en yebsutû ileykum eydiyehum fe keffe eydiyehum ankum vettekûllâh ve alâllâhi fel yetevekkelil muminûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
uzkur | : zikredin, anın, hatırlayın, |
nimet Allah aleykum | : nimet, lütuf, sıfatlar, Allah, üzerinizdeki |
iz hemme kavmun | : olduğunda, davranan, yeltenmek, kavim, kimse, |
En yebsutu ileykum | : kolaylaştırmak, basit, uzatmaya, size |
eydiye-hum | : elleri, yolları, güçleri, onlar |
Fe keffe eydiye hum ankum | : men etmek, çekme, elleri, güçleri, onlar, sizden, |
ve ittekû allâhe | : takva, fenalardan sakınma, Allaha ortak koşmama |
ve alâ Allâhi | : için, göre, hakikatler üzere olmak, Allah |
Fe li yetevekkel | : tevekkül, varlığın sahibini bilip teslim olma, |
el müminin | : emin olan |
11- Ey iman edenler! Üzerinizde olan Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Sizi yolunuzdan ayırmak için güç uygulayan kimselere, artık sizler onların size davrandığı gibi onlara davranmayın. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve Allah’ın hakikatleri üzere olun. Varlığının sahibini bilip her şeyiyle teslimiyet içinde olanlar müminlerdir.
-12-
وَلَقَدْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَآئِيلَ وَبَعَثْنَا مِنهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلاَةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنتُم بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَّأُكَفِّرَنَّ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ فَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
Ve lekad ehazallâhu mîsâka benî isrâîl ve beasnâ minhumusney aşera nakîbâ ve kâlellâhu innî meakum lein ekamtumus salâte ve âteytumuz zekâte ve âmentum bi rusulî ve azzertumûhum ve akradtumullâhe kardan hasenen le ukeffirenne ankum seyyiâtikum ve le udhılennekum cennâtin tecrî min tahtıhel enhâr fe men kefere bade zâlike minkum fe kad dalle sevâes sebîl
ve lekad ehaze allah | : andolsun, doğrusu, sarılma, edinme, almak, Allah |
Misake beni israile | : misak, söz, anlaşma, İsrailoğulları, yakubun oğulları |
ve beas nâ | : ortaya çıkarma, diriliş, uyandırma, toplama, biz, |
minhum | : onlardan, kendilerinden, |
isney aşera | : on iki, karakter, iki, fazla, gurup, tamam olmak, |
nakiben | : akıl, baş, reis, koruyan, gözeten, önder |
ve kâle Allâh | : dedi, bildirdi, söyledi, Allah |
innî mea-kum | : muhakkak ki ben sizinle beraberim |
le in ekamtum el salat | : eğer siz, her an salât üzere olmak, hakka bağlılık |
ve âteytum el zekat | : verirsiniz, zekât, temizlenmek kendindekini paylaşmak, |
ve âmentum bi resul | : inanmak, resul, hakikatleri gösteren, |
ve azzertumû-hum | : yardım, motif, dizayn, uymak, anlamak üzere, onlar |
ve akradtumu allâhe | : borcunu ödeme, Allah |
kardan hasenen | : güzelce, güzel borç |
le ukeffirenne ankum | : elbette, mutlaka, örtmek, sizden |
seyyiâti-kum | : günahlarınız, fenalarınız |
ve le udhılenne-kum | : mutlaka, elbette, dahil olmak, girmek, siz |
cennâtin | : cennetler, huzur |
tecri min tahtı ha el enhar | : vardır, akar, makamlarında, ilim, akıp giden |
fe men kefere | : artık, kim, hakikatleri görmemezlikten gelip örterse |
bade zâlike minkum | : bundan sonra, işte, böylece, sizden |
fe kad dalle | : artık, hakikatlerden sapmak, sapmış olur |
sevâe es sebîli | : eşit, denk, birlik, olun, ister, yol, hak yolu |
12- Doğrusu İsrail oğulları Allah’ın hakikatlerine sarılmak için söz verdiler. On iki kabile olan onlara, onlardan olan biri; her şeydeki diriliğin Biz olduğunu anlatıp onlara önderlik yaptı. Bildirdik: Her an sizinle beraber olan Allah benim. Eğer her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olursanız ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşırsanız ve hakikatleri gösterenlere inanırsanız ve onları anlamak üzere olursanız ve Allah’a olan varlık borcunuzu güzel bir şekilde öderseniz, elbette sizin fenalarınız örtülür ve elbette sizler huzurlu olursunuz, makamlarınızda bir ilim üzere olursunuz. Bundan sonra sizlerden kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, artık o birlik yolundan ayrılıp, kendi cehalet anlayışlarına sapmış olur.
-13-
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Fe bimâ nakdihim mîsâkahum leannâhum ve cealnâ kulûbehum kâsiyet yuharrifûnel kelime an mevâdııhî ve nesû hazzan mimmâ zukkirû bihh ve lâ tezâlu tettaliu alâ hâınetin minhum illâ kalîlen minhum fafu anhum vasfah innallâhe yuhıbbul muhsinîn
fe bimâ nakdi him | : sebebiyle, şeyler, bozmak, sözünde durmama, onlar |
misak hum | : misak, sözleşme, onlar |
Leannâ-hum | : idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma, biz, onlar |
ve cealnâ kulub hum | : yapmak, eylemek, biz, kalpler, onlar, |
kasiyet | : katılık, karanlık, cehalet karanlığı, idraksizlik, |
Yuharifun el kelime | : döndürme, anlamını değiştirme, kelime, |
an mevadı hi | : onun yerine, başka şeye, farklı, |
ve nesû hazzan | : unuttular, pay, öğüt, huzur, memnun |
minmâ zukkirû bi hî | : şeylere, anma, hatırlama, onun |
ve la tezâlu | : yok, devamlı olmayan, zail olmaz, sürekli, |
Tettaliu | : olurlar, maruz kalırsın, görürsün, |
ala hainet minhum | : hıyanet, hainlik eden, onların |
İlla kalilen min-hum | : ancak, sadece, çok azı, hafif, onlardan |
Fe afu anhum | : bağışlama, afetmek, onları |
ve asfah | : hoşgör, iyilikle davran |
inne Allâh yuhıb | : muhakkak, Allah, sevgi, |
el muhsinin | : Muhsin, ihsan sahibi, iyilerden olan |
13- Öyle ki onlar; verdikleri sözlerde durmazlar, onlar Bizi idrak edemeyip rahmetten uzaklaşırlar ve onların kalbleri Bizi anlamadıklarından dolayı bir katılık içindedir. Onlar hakikatlerin sözlerinin anlamlarını değiştirip, onu başka anlamlara döndürürler. Onlara hatırlatılan o hakikatlerin sözlerini unuturlar. Onlardan az bir kısmı hariç çoğunu hıyanet içinde görürsün. Yinede onları affet ve iyilikle davran. Muhakkak ki iyilikler içinde olanlarda Allah sevgisi vardır.
-14-
وَمِنَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمُ اللّهُ بِمَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ
Ve minellezîne kâlû innâ nasârâ ehaznâ mîsâkahum fe nesû hazzan mimmâ zukkirû bihî fe agraynâ beynehumul adâvete vel bagdâe ilâ yevmil kıyâmeh ve sevfe yunebbiuhumullâhu bimâ kânû yasnaûn
ve min ellezîne | : onlardan, o kimselerden |
Kâlû inna nasara | : dediler, elbette biz, yardımcı olan, |
Ehezana mîsâka-hum | : almak, sarmak, biz, misakları, sözleşme, onlar |
ve nesû | : unuttular, |
hazzan | : huzur veren, memnuniyet, haz almak, pay, |
minmâ zukkirû bi hî | : şeylere, anma, hatırlama, onun |
Fe agray nâ | : böylece, o halde olmak, salmak, düşmek, biz, |
beyne hum | : aralarında, onlar, |
el adâvete ve el bagdae | : düşmanlık ve kin |
ilâ yevmi el kıyâmeti | : son anlarına kadar, kıyamet gününe kadar, ölüm vakti |
Ve sefve yunebbiu hum | : yakında, belki, haber vermek, bildirmek, onlar |
Allâh bima kanu yasnaun | : Allah, oldukları şey, yapmak, |
14- Onlardan, elbette biz yardım edenleriz diyerek söz verenler oldu. Onlara hatırlatılan, huzur veren o hakikatlerin sözlerini unuttular. Böylece onlar aralarında, son anlarına kadar bir düşmanlık ve kin içinde kaldılar. Belki yakında onlar, yapmış oldukları şeylerden Allah’ın onlara hakikatleri bildirdiğini anlarlar.
-15-
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِّمَّا كُنتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ قَدْ جَاءكُم مِّنَ اللّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُّبِينٌ
Yâ ehlel kitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum kesîran mimmâ kuntum tuhfûne minel kitâbi ve yafû an kesîr kad câekum minallâhi nûrun ve kitâbun mubîn
yâ ehle el kitâbi | : ey kitap ehli, aktarılan söylentilerde kalanlar, |
kad câe-kum | : size gelmişti, sunmuştu, |
resul na | : resul, biz, hakikatlerimizi gösteren, |
yubeyyinu lekum | : açıklıyor, izah ediyor, |
Kesîran mimma | : çoğunu, şeyler, çoğu şeyler |
kuntum tuhfûne | : olduğunuz, bilinmeyen, gizlemiş |
min el kitâbi | : Kitap’tan, ilahi sözler, hakikatlerin sözleri, |
ve yafû an kesirin | : af, bağışlama, çok affedici |
kad câe-kum | : size gelmişti, bildirmişti, |
min Allâhi nûrun | : Allah’tan, nur, aydınlık, yol gösterici |
ve kitâbun mubînun | : apaçık kitap, tüm varlık apaçık bir kitaptır, |
15- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Kitap hakkında bilmediğiniz çoğu şeyleri size açıklayan ve çok affedici olanı anlatan, hakikatlerimizi gösteren biri size gelmişti ve Allah’ın her varlıktaki nurunu ve bütün varlığın apaçık bir kitap olduğunu sizlere bildirmişti.
-16-
يَهْدِي بِهِ اللّهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلاَمِ وَيُخْرِجُهُم مِّنِ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِهِ وَيَهْدِيهِمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Yehdî bihillâhu menittebea rıdvânehu subules selâmi ve yuhricuhum minez zulumâti ilân nûri bi iznihî ve yehdîhim ilâ sırâtın mustakîm
yehdî bihi Allâhu | : yol gösterme, rehber, onunla, hakikatleriyle, Allah |
Men ittebea | : kim tâbi olursa, uyarsa, |
rıdvâne-hu | : rıza, rızasını anlamak, anlamak, o |
Subul el selâmi | : yol alan, ulaşan, barış, huzur, selamet, teslim |
ve yuhricu-hum | : onları çıkartır |
min ez zulumâti | : zulmetten, karanlıklardan |
ilâ en nûri | : ancak, sadece, aydınlık, |
bi izni-hî | : yetkili olan, o, her şeyde yetkili olan, |
ve yehdî-him | : yol gösterir, rehber, onlar |
ilâ sırâtın mustakîmin | : dosdoğru hakikatin yolu |
16- O’nun rızasını tâbi olup selamete ulaşmak isteyen kimseye, Allah hakikatleriyle her an yol gösterendir ve her varlıkta yetkili olanı anlamakla onları karanlıklardan aydınlığa çıkartandır ve onlara dosdoğru hakikatin yoluna yol gösterendir.
-17-
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَآلُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَن يَمْلِكُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَن يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَن فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Lekad keferellezîne kâlû innallâhe huvel mesîhubnu meryem kul fe men yemliku minallâhi şeyen in erâde en yuhlikel mesîhabne meryeme ve ummehu ve men fîl ardı cemîa ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ Yahluku mâ yeşâ vallâhu alâ kulli şey’in kadîr
Lekad kefere | : andolsun, hakikatleri görmemezlikten gelen |
ellezîne kâlû inne Allah | : diyenler, muhakkak, Allah |
Huve el Mesih ibnu meryem | : o, Mesih, mübarek, değişmiş, Meryem oğlu |
kul fe men yemliku | : de ki, anlat, kim, malik, sahip, güçlü olan |
min Allâh şey in erade | : Allah, bir şey, eğer, ise, irade |
en yuhlike | : yok olmak, helak olmak, |
el mesih ibn meryem | : Mesih, Meryem oğlu |
umme hu | : annesi, aslı, |
ve men fi el ardı cemian | : yeryüzünde bulunan her şey, hepsi |
ve li Allâhi | : Allah’ın |
mulku el semâvât ve el ard | : mülkü, idaresi, gökler ve yer |
ve mâ beyne-humâ | : onlarda olan şeyler |
yahluku mâ yeşâu | : halk etmek, yaratma, şey, ne, değil, istek, irade |
ve Allâh | : Allah, |
alâ kulli şey kadir | : bütün her şey, kudret |
17- Meryem oğlu Mesih Allah’ın kendisidir diyenler hakikatleri göremeyenlerdir. De ki: Bütün her şeyde irade sahibi olan, güçlü olan kimdir? Meryem oğlu Mesih ve onun annesi ve yeryüzünde olan her şey yok olup gidiyor. Yerde ve gökte ve onlarda olan her şeyde idare sahibi olan Allah’tır. Ne varsa O’nun iradesindendir ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-18-
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى نَحْنُ أَبْنَاء اللّهِ وَأَحِبَّاؤُهُ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُم بِذُنُوبِكُم بَلْ أَنتُم بَشَرٌ مِّمَّنْ خَلَقَ يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâu ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr
ve kâlet el yahudu | : dediler, sadece biz yol gösteririz |
ve el nasârâ | : yardım ederiz |
Nahnu ebnau Allah | : biz, oğul, Allah |
ve ehıbbâu-hu | : O’nun dostları, sevdikleri |
Kul fe lime yuazzibu kum | : de, söyle, o halde, nasıl, niçin, azap, sıkıntı, siz |
bi zunûbi-kum | : fena halleriniz, günahlarınızdan dolayı |
bel entum beşer | : hayır, bilakis, siz, beşer, insan |
mimmen halaka | : kimseler, yaratmak, var etmek |
Yagfiru | : mağfiret eder, bağışlanma, temizlenmek, |
li men yeşau | : için, kim, isterse, isteyen kimse |
ve yuazzibu men yeşau | : sıkıntı, azap, kim, isterse, isteyen kimse |
ve li Allâhi | : Allah |
mulku el semâvât ve el ard | : mülkü, idaresi, göklerin ve yerin |
ve mâ beyne-humâ | : onlarda olan her şey |
ve ileyhi el masir | : O’na, makam, ulaşma, dönüp durma, sürüp gider |
18- Dediler ki: Biz Allah’ın çocuklarıyız ve O’nun sevdikleriyiz, yalnız biz yol gösteririz ve yardım ederiz. De ki: O zaman neden fena hallerinizden dolayı sıkıntılarda kalırsınız. Hayır, siz de O’nun var ettiği kimseler gibi beşersiniz. İsteyen kimse mağfiret üzere olur ve isteyen kimse de sıkıntılarda kalır. Yerde ve gökte ve onlarda olan her şeyde idare sahibi olan Allah’tır ve her şey O’nunla sürüp gider.
-19-
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلَى فَتْرَةٍ مِّنَ الرُّسُلِ أَن تَقُولُواْ مَا جَاءنَا مِن بَشِيرٍ وَلاَ نَذِيرٍ فَقَدْ جَاءكُم بَشِيرٌ وَنَذِيرٌ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Yâ ehlel kitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum alâ fetretin min er rusuli en tekûlû mâ câenâ min beşîrin ve lâ nezîrin fe kad câekum beşîrun ve nezîr vallâhu alâ kulli şeyin kadîr
yâ ehle el kitâbi | : aktarılan söylentilerde, kendi bildiklerinde kalanlar, |
kad câe-kum resul na | : size gelmişti, resul, hakikatlerimizi gösterenler, |
yubeyyinu lekum | : açıklıyor, izah ediyor, size, |
alâ fetretin | : dönem, kesintili dönem, zayıflık, uyuşukluk, |
min el resul | : resul, hakikatleri gösteren, |
en tekûlû mâ câe-nâ | : söylemek, demek, değil, şey, ne, gelmek, biz |
min beşirin | : müjdeleyici, sevindirici, huzur veren |
ve la nezir | : yok, hakikatlari açıklayıp uyaran, |
fe kad câe-kum | : fakat, oysa size gelmişti |
beşirun | : sevindirici, müjdeleyici, huzur veren |
ve nezîrun | : açıklayıp uyaran |
ve Allâh alâ kulli şey kadir | : Allah, bütün her şey, kudret |
19- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Size hakikatlerimizi gösterenler gelmişti. Hakikatleri bilememenin zayıflığı içindeyken size bir Resul hakikatleri açıklamıştı. Bize huzur veren bilgiler sunan, hakikatleri açıklayıp uyaran biri gelmedi, diye söylemeyin. Oysa sizlere huzur veren bilgiler sunan ve hakikatleri açıklayıp uyaran ve Allah bütün her şeydeki kudrettir, diye bildirenler geldi.
-20-
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنبِيَاء وَجَعَلَكُم مُّلُوكًا وَآتَاكُم مَّا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِّن الْعَالَمِينَ
Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmizkurû nimetallâhi aleykum iz ceale fîkum enbiyâe ve cealekum mulûk ve âtâkum mâ lem yuti ehaden minel âlemîn
ve iz kâle mûsâ li kavm hi | : demişti, Musa, kavmine |
yâ kavmi uzkurû | : ey kavmim, zikredin, anın, hatırlayın, |
nimete Allâh aleykum | : nimet, sıfatlar, Allah, üzerinizde, sizde, kendinizde |
iz ceale fî kum | : kıldı, eyledi, sundu, içinizden, |
enbiyae | : haberciler, nebiler, bildiren |
ve ceale-kum muluken | : kıldı, yaptı, eyledi, siz, melik, mülkün sahibi |
ve âtâ-kum | : verdi, sundu, siz, |
ma lem yuti | : şey, ne, değil, vermek, sunmak |
Ehaden min el alemin | : bir, birlik, birisi, âlemlerin |
20- Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Kendinizde olan Allah’ın nimetlerini hatırlayın, içinizden hakikatleri bildirenler çıktı ve sizlere mülkün sahibi anlatıldı ve sizler bilmiyorken sizlere âlemlerin birliğinin hakikatleri sunuldu.
-21-
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الأَرْضَ المُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْ فَتَنقَلِبُوا خَاسِرِينَ
Yâ kavmidhulûl ardal mukaddesetelletî keteballâhu lekum ve lâ terteddû alâ edbârikum fe tenkalibû hâsirîn
yâ kavmi udhulû | : ey kavmim, dahil olun, girin, hakikatlere dahil olun, |
el arda el mukaddesete | : yer, toprak, yeryüzü, mukaddes, kutsal hakikatler |
elletî ketebe | : ki onu, kitap, yazdı, hakikatler, |
Allâh lekum | : Allah, size |
ve lâ terteddû | : dönmeyin |
alâ edbâri-kum | : geçmiş bildikleriniz, geçmiş cehalet, arkanıza |
fe tenkalibû hasirin | : artık, sonra, inkilap, dönüşmek, hüsran, kayıp |
21- Ey kavmim! Hakikatlere dahil olun, yeryüzünü mukaddes bilin. Ki o Allah’ın kitabı sizsiniz. Geçmişinizdeki cehalet hallerinize dönmeyin, yoksa hüsrana dönmüş olursunuz.
-22-
قَالُوا يَا مُوسَى إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ وَإِنَّا لَن نَّدْخُلَهَا حَتَّىَ يَخْرُجُواْ مِنْهَا فَإِن يَخْرُجُواْ مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ
Kâlû yâ mûsâ inne fîhâ kavmen cebbârîn ve innâ len nedhulehâ hattâ yahrucû minhâ fe in yahrucû minhâ fe innâ dâhılûn
kâlû ya musa | : dediler, ey Musa |
inne fî-hâ | : şüphesiz, orada, |
kavmen cebbar | : kavim, kimseler, zorba, zorluk veren, gaddar, |
Ve inna len nedhule-hâ | : elbette, asla oraya girmeyiz, dahil olmayız |
hattâ yahrucû minha | : onlar çıkıncaya kadar, gidinceye, oradan, ondan |
fe in yahrucû minha | : eğer çıkarlarsa, ondan, oradan |
Fe inna dahılun | : artık, o zaman, elbette, dahil olan, giren |
22- Dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir kavim var, onların olduğu yerde asla bulunmayız, hatta oradan çıkıncaya kadar, eğer oradan çıkarlarsa o zaman elbette oraya dahil oluruz.
-23-
قَالَ رَجُلاَنِ مِنَ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُواْ عَلَيْهِمُ الْبَابَ فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّهِ فَتَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Kâle raculâni minellezîne yehâfûne enamallâhu aleyhim edhulû aleyhimul bâb fe izâ dehaltumûhu fe innekum gâlibûne ve alâllâhi fe tevekkelû in kuntum muminîn
kâle raculâni min ellezine | : dedi, ileri gelenler, kâmil kişiler, onlardan |
Yehâfûne | : saygılı, korkan, çekinen, |
ename Allah | : nimetler, lütuf, sıfat, Allah |
Aleyhima | : onlardan, o ikisine |
Udhulû aleyhim | : giriniz, dahil olun, gidin, üzerlerinde, onlarda, |
el babe | : kapı, hakikatler, layık, uygun, kısım, sığınacak yer, iş, |
fe izâ dehaltumû-hu | : artık, olduğunda, dahil olma, girdiğiniz zaman, o |
fe inne-kum gâlibûne | : elbette, siz, galip, başarılı olan, kazanan, |
ve alâ allâhi | : Allah için, |
fe tevekkelû | : artık, tevekkül, varlığın sahibini bilip teslim olma |
in kuntum muminin | : eğer siz, müminleri emin olan |
23- Onların ileri gelenlerinden olan, Allah’ın nimetlerine karşı saygılı olan o kimseler dediler ki: Onların üzerlerine hakikatlerle gidin, artık oraya girdiğinizde elbette sizler başarılı olursunuz ve Allah için hareket edin. Böylece eğer sizler emin olanlardan iseniz, varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip bir teslimiyet içinde olursunuz.
-24-
قَالُواْ يَا مُوسَى إِنَّا لَن نَّدْخُلَهَا أَبَدًا مَّا دَامُواْ فِيهَا فَاذْهَبْ أَنتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلا إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ
Kâlû yâ mûsâ innâ len nedhulehâ ebeden mâ dâmû fîhâ fezheb ente ve rabbuke fe kâtilâ innâ hâhunâ kâıdûn
kalu ya musa | : dediler, ey Musa |
innâ len nedhule-hâ | : biz, asla girmeyiz, dâhil olma, oraya, |
ebeden | : hiçbir zaman, devamlı, ebedi, |
mâ dâmû fî-hâ | : şey, değil, ne, orada oldukça, olduğu sürece, orada |
Fe izheb ente | : artık, gitmek, gir, göster, sen |
ve rabbu-ke | : ve Rabbin |
fe katila | : böylece, yok etmek, savaşmak, mücadele, |
innâ hâhunâ kaıdun | : biz, burada, bekleyen, bir şey yapmayan |
24- Dediler ki: Ey Musa! O haller orada oldukça biz asla hiçbir zaman oraya girmeyiz. Artık sen gir ve Rabbinin verdiği güçle mücadele et, biz burada bekleriz.
-25-
قَالَ رَبِّ إِنِّي لا أَمْلِكُ إِلاَّ نَفْسِي وَأَخِي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
Kâle rabbi innî lâ emliku illâ nefsî ve ahî fefruk beynenâ ve beynel kavmil fâsikîn
kâle rabbi | : dedi, Rabbim, |
inni la emliku | : ben, yok, değil, malik, sahip olan, güçlü |
illâ nefsî ve ahî | : kendimden ve kardeşim |
fe ufruk | : artık, ayır, farklılık, ayrı olan, mesafe, aralı, |
Beyne na ve beyne | : bizimle ve arasını, |
El kavmi el fasıkin | : kavim, kimseler, fasık, hakikatlerden sapan |
25- Dedi ki: Rabbim! Kendimden ve kardeşimden başkasına sahip olamıyorum. Hakikatlerden kendi anlayışlarına sapanlarla bizim aramızda farklılıklar var.
-26-
قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ أَرْبَعِينَ سَنَةً يَتِيهُونَ فِي الأَرْضِ فَلاَ تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
Kâle fe innehâ muharremetun aleyhim erbaîne senet yetîhûne fîl ardı fe lâ tese alel kavmil fâsikîn
Kâle fe inne-hâ | : dendi, artık, muhakkak, orası, |
Muharremetun aleyhim | : haram kılınmış, yasak, onlara, olanlar |
erbaîne seneten | : devre, bölüm, yıl, ömür, bir ömür, kırk sene |
yetihûne fî el ardı | : bilgisizce dolaşmak, gezmek, şaşkınlık içinde, yeryüzünde |
fe lâ tese | : artık, yok, tasa, üzülmek, müteessir olma |
alâ el kavmi el fasikin | : için, kavim, kimseler, fasık, hakikatlerden sapan |
26- Bildirildi: Bundan sonra muhakkak ki o haram şeylerde olanlar, yeryüzünde bir ömür bilgisizce o halde dolaşıp dururlar. Artık hakikatlerden kendi anlayışlarına sapanlar için üzülme.
-27-
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِن أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ
Vetlu aleyhim nebeebney âdeme bil hakkı iz karrebâ kurbânen fe tukubbile min ehadihimâ ve lem yutekabbel minel âhar kâle le aktulennek kâle innemâ yetekabbelullâhu minel muttekîn
ve utlu aleyhim | : onlara tilavet et, oku, anlat, bahset, |
nebee | : kıssa, haber ver, bildir, bahset, |
ibney âdeme | : iki oğlu, oğulları, Âdem |
el hakk | : hak, hakikat, gerçek, |
iz karrebâ kurbânen | : yakınlık için, yakın bulunma, adak, |
fe tukubbile | : kabul edilir, uygun, makbul, yönelmek, |
min ehadi hima | : onlardan biri, |
ve lem yutekabbel | : kabul edilmez, uygun değil, |
min el ahari | : diğeri, başkası |
kâle le aktulenne-ke | : dedi, elbette, mutlaka, seni öldüreceğim |
Kale innema | : dedi, doğrusu, elbette, ancak, sadece, |
yetekabbel allâh | : dedi, doğrusu, kabul olma, uygun, makbul, Allah |
min el muttekîne | : fenalardan sakınan, günahtan korunan |
27- Onlara Âdem’in oğullarının hakikatlerinden bahset. Hani onlar Hakk’a yakınlığı anlamak için bir yakınlık içinde olmuşlardı. Onlardan birinin hareketleri uygun, diğerinin uygun değildi. Dedi ki: Seni mutlaka öldüreceğim. Diğeri dedi ki: Doğrusu ben sadece Allah’a yönelir, fenalıklardan sakınırım.
-28-
لَئِن بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَاْ بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لَأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
Lein besadte ileyye yedeke li taktulenî mâ ene bi bâsitın yediye ileyke li aktulek innî ehâfullâhe rabbel âlemîn
le in besadte | : gerçekten, eğer sen uzatırsan, gelirsen, |
ileyye yede ke | : bana, elini, gücünü, yaptıklarını, |
li taktule-nî | : öldürmek için, yazık etmek, mahvetmek, ben, |
mâ ene bi bâsitın | : ben değilim, uzatacak, gelmek, |
yediye ileyke | : elimi, gücümü, sana, |
li aktule ke | : öldürmek için, yazık etmek, sen |
innî ehâfu | : ben, çekinmek, korku, saygı, |
Allah rabb el alemin | : Allah, rabb, âlemler, tüm varlığı vücudlandıran, |
28- Eğer sen beni öldürmek için gelirsen, ben tüm varlığı vücudlandıran Allah’a saygımdan dolayı seni öldürmek için gelmem.
-29-
إِنِّي أُرِيدُ أَن تَبُوءَ بِإِثْمِي وَإِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ وَذَلِكَ جَزَاء الظَّالِمِينَ
İnnî urîdu en tebûe bi ismî ve ismike fe tekûne min ashâbin nâr ve zâlike cezâûz zâlimîn
inni uridu | : ben, irade, isterim, dilerim, |
en tebeu | : üstlenmek, tabi olmak, uymak, tevbe |
bi ism | : kötü, fenalık, |
ve ismi-ke | : senin günahın, fenalık, kötülük |
fe tekûne | : böylece, sen olursun, |
min ashab el nar | : sahip, ateş, yakıp yıkıcı haller, |
ve zâlike | : işte, işte bu, işte böylece, |
cezâû el zâlimîn | : ceza, karşılık, zalimlik, zulüm eden, |
29- Ben kendi fenalarımdan tövbe etmeyi isterken, sen kendi fenalarınla beni öldürürsen, ateşe sahip olursun ve işte zalimliğinin karşılığı da budur.
-30-
فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Fe tavveat lehu nefsuhu katle ahîhi fe katelehu fe asbaha minel hâsirîn
fe tavvaat lehu | : sonra, tav etti, kandırdı, uydu, hevasına uydu, onu, |
nefs hu | : nefs, kendisi, o |
katle ahî hi | : kardeşini öldürmeye, katletmek, |
fe katele hu | : böylece, öldürdü, katletti, onu |
fe asbaha min el hasirin | : sonra oldu, hüsran, kaybedenlerden, başarısız |
30- Sonra da o kendi hevasına uydu, kardeşini öldürmek için davrandı, sonra da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.
-31-
فَبَعَثَ اللّهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْءةَ أَخِيهِ قَالَ يَا وَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْءةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنَ النَّادِمِينَ
Fe beasallâhu gurâben yebhasu fîl ardı li yuriyehu keyfe yuvârî sevete ahîh kâle yâ veyletâ e aceztu en ekûne misle hâzel gurâbi fe uvâriye sevete ahî fe asbaha minen nâdimîn
fe bease allâh | : sonra, ortaya çıktı, diriliş, Allah |
Gurâben yebhasu | : karga, arayış, bakıyor, eşelemek, |
fi el ard | : yeri, toprağı, yeryüzü, |
li yuriye-hu | : için, görmek, anlamak, ona göstermek için |
keyfe yuvârî | : nasıl, bilincinde, farkında, örtecek, gömecek |
sevete ahî-hi | : ceset, fena, kardeşinin cesedi |
kâle yâ veyletâ | : dedi, yazıklar olsun bana |
e aceztu en ekûne | : caresiz, aciz mi oldum, |
misle hâzâ el gurâbi | : bu karga gibi |
Fe uvariye sevete ahî | : sonra, gömmek, farkında, bilincinde, fena, ceset, kardeş |
fe asbaha min el nadimin | : sonra oldu, pişman olan, |
31- Sonra da Allah’ın var ettiği bir karga ortaya çıktı, yeri eşeledi. O kardeşinin cesedine ne yapacağını onu görerek anladı. Dedi ki: Yazıklar olsun bana! Kardeşimin cesedine ne yapacağım konusunda bu kargadan bile aciz oldum. Sonra da pişman olanlardan oldu.
-32-
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاء تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
Min ecli zâlik ketebnâ alâ benî isrâîle ennehu men katele nefsen bi gayri nefsin ev fesâdin fîl ardı fe ke ennemâ katelen nâse cemîa ve men ahyâhâ fe ke ennemâ ahyen nâse cemîa ve lekad câethum rusulunâ bil beyyinâti summe inne kesîran minhum bade zâlike fîl ardı le musrifûn
min ecli zâlike | : yaptık, sunduk, aşikar, güzelce sunduk, işte, işte bunları |
ketebna | : hakikatlerin sözleri, yazılı kitabımız, hakikatlerimiz |
alâ benî isrâîle | : İsrailoğulları, yakubun oğulları, hakk yolunda gidenler |
ennehu men | : olduğu, kim, kimse, |
katel nefs | : yazık etmek, öldürme, bir kişi, nefsi, cana |
bi gayri nefsin | : gayri, başka, kişi, nefs, kendisi, kendi çıkarı, |
ev fesâdin fi el ardı | : veya, fesad, bozgunculuk, yeryüzünde |
fe keennemâ | : artık, gibidir |
katele en nâse cemian | : öldürdü, yazık etti, insanlar, hepsini, topluca |
ve men ahyâ-hâ | : kim, hayat, yaşam, onu, onu yaşatırsa |
fe keennemâ | : artık, gibidir |
ahyâ | : hayy, yaşam, yaşattı, hayat, |
en nâse cemian | : tüm insanları, hepsini, topluca |
ve lekad câet-hum | : andolsun ki, doğrusu, onlara geldi, sundu, |
Resul na | : resul, gösteren, hakikatleri açıklayan, biz, |
bi el beyyinat | : apaçık delillerle, apaçık göstermek |
Summe inne kesiran | : sonra, hiç şüphesiz çoğu |
min-hum bade zalike | : onlardan, onların, bundan sonra |
fî el ardı | : yeryüzünde, toprakta, |
le musrifin | : elbette, taşkınlık yapan, müsrif, dağıtan |
32- İşte bunları, Hakk yolunda olanlara, hakikatlerimizi anlamaları için güzelce sunduk. Kim, kendi çıkarı için bir kimseyi öldürürse ya da yeryüzünde bozgunculuk içinde olursa, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur ve kim, birinin yaşaması için gayret gösterirse, sanki tüm insanların yaşaması için gayret göstermiş olur. Doğrusu hakikatlerimizi apaçık delilleriyle gösterenler onlara geldi. Fakat onların çoğu, yeryüzünde taşkınlık içinde olanlardan oldular.
-33-
إِنَّمَا جَزَاء الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الأَرْضِ فَسَادًا أَن يُقَتَّلُواْ أَوْ يُصَلَّبُواْ أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُم مِّنْ خِلافٍ أَوْ يُنفَوْاْ مِنَ الأَرْضِ ذَلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yesavne fil ardı fesâden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum min hılâfin ev yunfev minel ard zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun azîm
İnnemâ cezau | : ancak, sadece, ceza, karşılık |
ellezîne yuhâribûne | : o kimseler, savaşan, karşı çıkan, harp eden, yok eden |
allâhe ve resûle hu | : Allah ve resulü, hakikati gösteren, o |
ve yesavne | : çalışırlar, o halde olma, |
fî el ard fesad | : yeryüzü, bozguncu, ikilik çıkaran, fesad, |
en yukattelû | : yazık etme, mahv etmek, öldürmek |
ev yusallebû | : ya da, asılmak, kendini cezalandırma, kollarından germek |
ev tukattaa | : veya, kırmak, kesmek, parçalamak, kati olan, kesin olan |
eydi-him | : elleri, güçleri, eylemleri, onlar, kendileri, |
ve erculu-hum | : gittikleri yol, ayaklar, |
min hilaf | : ayrılık, ters, karşıt, zıt, muhalefet etmek, |
ev yunfev min el ard | : veya, reddetmek, uzak durmak, sürülmeleri, yeryüzü |
zâlike lehum | : işte bu, bu halde olanlar, onların |
hızyun | : ayıp, hata, utanç, rezil, |
fî ed dunyâ | : dünyada, yaşamında, |
ve lehum fî el âhırati | : onlar için, sonunda, sonları, ahir, |
azâbun azîmun | : azap, sıkıntı, büyük, büyük azap |
33- Allah ve o resule karşı çıkanların ve yeryüzünde bozgunculuk, ikilik çıkaranların karşılıkları şudur; kendilerine yazık etmek ya da kendi yaptıklarıyla kendilerini cezalandırmak ya da kendilerindeki gücün farkına varamayıp, hakikatlerden kesilmek ve ayrılıklar içinde olmak ya da yeryüzündeki hakikatlerden uzaklaşmak. İşte bu onların yaşamlarındaki hatalarından dolayıdır ve onlar sonunda da büyük sıkıntılarda olurlar.
-34-
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ مِن قَبْلِ أَن تَقْدِرُواْ عَلَيْهِمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İllellezîne tâbû min kabli en takdirû aleyhim falemû ennallâhe gafûrun rahîm
illâ ellezîne | : ancak, sadece, başka, o kimseler, |
tâbû min kabli | : tövbe, yaptığı hatayı anlayıp dönene, önceden, |
en takdir aleyhim | : ölçü, takdir, değer, tecelliler, onlara, kendilerinde, |
fe alemû | : artık, biliniz, idrak edin |
enne Allâh gafur | : muhakkak, Allah, mağfiret, bağışlayan, |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
34- Ancak önceden kendi yaptıkları hataları anlayıp dönen, kendilerindeki tecellileri anlayan kimseler başka. Artık, Allah’ın mağfiret eden, varlığı özünden var eden olduğunu bilin.
-35-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
ittekû Allâhe | : takva, fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmama |
ve ibtegû ileyhi | : isteyin, arayın, ona, |
el vesilet | : vesile, vasıta, sebeb, yol, |
ve câhidû | : mücadele, gayret göstermek, |
fî sebîli hi | : onun yolunda hakikatler için gayret gösterme |
lealle-kum tuflihun | : umulur ki, siz, felah bulma, kurtuluş, başarılı olmak |
35- Ey iman edenler! Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve O’nu anlamak için vesileler arayın ve O’nun yolunda hakikatleri anlamak ve anlatmak için gayret gösterin. Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-36-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ أَنَّ لَهُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لِيَفْتَدُواْ بِهِ مِنْ عَذَابِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَا تُقُبِّلَ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
İnnellezîne keferû lev enne lehum mâ fîl ardı cemîan ve mislehu meahu li yeftedû bihî min azâbi yevmil kıyâmeti mâ tukubbile minhum ve lehum azâbun elîm
inne ellezîne keferû | : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelenler |
lev enne lehum | : eğer, onların olsa |
mâ fî el ardı cemîan | : ne, şey, yeryüzü, hepsi, bütünü, |
ve misle-hu mea-hu | : misli, kadar, birlikte, beraber, o, |
li yeftedû bihi | : için, vermek, feda etmek, onun, |
min azab | : sıkıntı, azap, cehaletin sıkıntıları, |
yevmi el kıyâmeti | : gün, an, diri olan, ayakta, ölünceye kadar, |
mâ tukubbile minhum | : uygun, kabul değil, anlayamazlar, onlardan |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, acı, elim |
36- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, yeryüzünde ne varsa ve bir onun kadarı da onların olsa, bulundukları sıkıntılardan kurtulmak için hepsini feda etseler, yinede onlar ölünceye kadar o sıkıntılardan kurtulamazlar ve onlar o halleriyle acı sıkıntılarda kalırlar.
-37-
يُرِيدُونَ أَن يَخْرُجُواْ مِنَ النَّارِ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنْهَا وَلَهُمْ عَذَابٌ مُّقِيمٌ
Yurîdûne en yahrucû minen nâri ve mâ hum bi hâricîne minhâ ve lehum azâbun mukîm
Yurîdûn | : isterler, dilerler, arzu ederler, |
en yahruc min el nar | : çıkmak, dışarı, ateşten, yakıcı hal, sıkıntılı |
Ve ma hum bi haricin minhâ | : değil, şey, ne, onlar, çıkmak, orada, o halden |
ve lehum azabun | : onlar, azab, sıkıntı, |
mukim | : bulundukları hâl, yer, ikame |
37- Onlar o yakıcı sıkıntılı hâlden kurtulmak isterler. Ama onlar o hâlden dışarı çıkamazlar ve onların bulundukları hâlleri hep sıkıntıdır.
-38-
وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاء بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh vallâhu azîzun hakîm
ve el sâriku | : çalan, hırsız, soygun, değerleri kendine mal eden |
ve el sarikatu | : değerleri kendine mal etmeye meyleden |
fe iktaû | : artık, kesmek, yok etmek, ayırmak, yazık etmek, |
eydiye huma | : elleri, güçleri, ilişki, bağlantı, halleri, hareketleri, onlar |
Cezâen | : ceza, karşılık, bedel olarak, |
bima keseba | : yaptıkları şeyler, edindikleri, |
Nekalen min Allâhi | : ders, ibret, işkence, ceza, Allah |
ve allâhu aziz | : Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
38- Değerleri kendine mal edenler ve değerleri kendine mal etmeye meyledenler, artık onlar o hallerini yok etsinler. Yaptıkları şeylere karşılık olarak Allah’ın hakikatlerinden ders alsınlar ve tüm değerlerin yüce sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilsinler.
-39-
فَمَن تَابَ مِن بَعْدِ ظُلْمِهِ وَأَصْلَحَ فَإِنَّ اللّهَ يَتُوبُ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Fe men tâbe min badi zulmihî ve aslaha fe innallâhe yetûbu aleyh innallâhe gafûrun rahîm
fe men tâbe | : artık kim, tövbe, yaptıklarından pişman olup dönen |
min badi zulmi-hi | : yaptığı zulümden, haksızlıktan sonra |
ve aslaha | : ıslah oldu, düzeldi |
fe inne allâhe | : artık, muhakkak ki Allah |
yetûbu aleyhi | : tövbe, onun |
enne Allâh gafur | : muhakkak, Allah, mağfiret, bağışlayan, |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
39- Artık kim, yaptığı hatalardan ve yaptığı zulümlerden pişmanlık duyar dönerse ve ıslah olursa, muhakkak ki Allah tövbeleri kabul edendir. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-40-
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
E lem talem ennallâhe lehu mulkus semâvâti vel ardı yuazzibu men yeşâu ve yagfiru limen yeşâ vallâhu alâ kulli şeyin kadîr
e lem talem enne Allah | : bilebildiniz mi? Olduğu, Allah |
lehu mulku | : mülk, idare, O’nun |
el semâvâti ve el ard | : semalar, gökler ve yerleri |
Yuazzibu | : azap, sıkıntıda kalır, |
men yeşau | : kim isterse, isteyen kimse, |
ve yagfiru | : mağfiret eden, bağışlanma, temizlenmek, |
li men yeşau | : için, kim, isterse, isteyen, |
ve Allâh alâ kull şey kadir | : Allah, bütün her şey, kudret |
40- Göklerin ve yerin mülkünün sahibinin Allah olduğunu bilebildiniz mi? Artık isteyen kimse, kendi cehaletinin sıkıntısında kalır ve isteyen kimse de mağfiret edeni bilir ve Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu bilir.
-41-
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ لاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَ قَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَ هِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْ وَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Yâ eyyuher resûlu lâ yahzunkellezîne yusâriûne fîl kufri minellezîne kâlû âmennâ bi efvâhihim ve lem tu’min kulûbuhum, ve minellezîne hâdû semmâûne lil kezibi semmâûne li kavmin âharîne lem yetuk yuharrifûnel kelime min badi mevâdııh yekûlûne in utîtum hâzâ fe huzûhu ve in lem tutevhu fahzerû ve men yuridillâhu fitnetehu fe len temlike lehu minallâhi şeyâ ulâikellezîne lem yuridillâhu en yutahhire kulûbehum lehum fîd dunyâ hızyun ve lehum fîl âhıreti azâbun azîm
yâ eyyuhâ el resûl | : ey Resul, hakikatleri gösteren, bildiren, |
lâ yahzun-ke | : yok, mahzun, üzmek, keder, sen |
ellezîne yusâriûne | : o kimseler, acele eden, o halde olan, koşan, yarışanlar |
Fi el kufri min ellezine | : hakikatleri görmemezlikten kimseler |
kâlû âmennâ | : derler, iman ettik, inandık, |
bi efvahi him | : ağızları ile, dilleriyle, sözleri |
ve lem tumin kulubu hum | : değil, iman, kalpleri, |
ve min ellezîne hadu | : o kimselerden, yalnız biz yol gösteririz |
semmâûne | : kulak verenler, dinleyenler |
li el kezibi semmaune | : yalanlar için, kulak veren, dinleyen |
li kavmin âharîne | : diğer kavim, kimseler, başka bir kavime |
lem yetu ke | : sana gelmez, uymaz, |
Yuharrifûne el kelime | : tahrif ediyorlar, değiştiriyorlar, kelime, anlamlarını |
min badi mevadıı hi | : sonradan, yeri, bulundukları yer, halleri, o |
yekûlûne | : diyorlar, söylerler, derler |
in utitum haza | : eğer size bu verilirse, sunulursa, |
fe huzu hu | : artık, alın, sarılın, o |
ve in lem tutev hu | : eğer o verilmezse, |
fe ıhzeru | : artık, kaçının, sakının, almayın, |
ve men yuridi allah | : kim, kimse, isterse, Allah |
fitnete-hu | : sınama, fitne, araştırma, o |
fe len temlike lehu | : artık, değil, asla, güçlü, sahip olan, malik, ona |
min allâhi şeyen | : Allah, birşey |
ulâike ellezîne | : işte o kimseler |
lem yuridi Allâhu | : değil, irade, isteme, Allah |
en yutahhire kulub hum | : temizlemeyi, arınma, kalpleri |
lehum fî ed dunyâ | : onlar için, dünyada, yaşamlarında |
hızyun | : hata, ayıp, rezillik |
ve lehum fi el ahıret | : onlara, sonunda vardır, sonunda kalır, |
azâbun azîmun | : azap, sıkıntı, büyük |
41- Ey Resul! Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin o bulundukları hâlleri seni üzmesin. Onlar ağızları ile inandık derler, fakat kalbleri ile iman etmezler. Yalnız biz yol gösteririz diyen o kimseleri dinleyenler, yalanları dinlerler. Sana uymayan kimseler onlara uyarlar. Onlar hakikatlerin sözlerinin anlamlarını, farklı anlamlara döndürüp, size ne söylemişsek onu alın ve söylemediğimiz şeyleri almayın, diye söylerler. Kim Allah’ı anlamayı isterse, varlığı anlamak için o araştırır. Sonra da bütün her şeyin sahibinin Allah olduğunu anlar. Allah’ı anlamak istemeyen o kimselerin ise, kalbleri bir arınma içinde olmaz. Onların hâlleri yaşamlarında hatalar içinde olmaktır ve onlara sonunda da büyük sıkıntılar vardır.
-42-
سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَإِن جَآؤُوكَ فَاحْكُم بَيْنَهُم أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ وَإِن تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَن يَضُرُّوكَ شَيْئًا وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُم بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Semmâûne lil kezibi ekkâlûne lis suht fe in câuke fahkum beynehum ev arıd anhum ve in turıd anhum fe len yedurrûke şeyâ ve in hakemte fahkum beynehum bil kıst innallâhe yuhıbbul muksıtîn
Semmâûne li el kezibi | : kulak verenler, dinleyen, yalanları |
ekkâlûne | : beslenme, yemek, |
li es suhti | : gadap, öfke, haksız kazanç, haram |
Fe in câu-ke | : sonra, eğer sana gelirlerse |
fe uhkum beyne hum | : hüküm ver, onların aralarında |
ev arıd an-hum | : veya onlardan yüz çevir, uzak dur |
ve in turıd an-hum | : eğer onlardan yüz çevirirsen, uzak dur |
fe len yadurrû-ke şeyen | : artık, asla, zarar, sıkıntı, sen, bir şey |
ve in hakemte | : eğer, karar verme, anlama, hakem, |
fe uhkum | : artık, hüküm, |
beyne-hum bi el kısti | : aralarında, onlar, adalet ile, doğruluk ile |
inne Allâh yuhıb | : muhakkak, Allah, sevgi, aşk, |
el muksitin | : adaletli olan, doğru olan, dosdoğru hareket eden, |
42- O yalanlara kulak verenler ve haksız kazanç ile beslenenler, sana geldiklerinde artık onların aralarında adalet ile karar ver ve onlardan uzak dur. Onlardan uzak durursan, artık sana asla bir şey yapamazlar. Eğer onların aralarında hüküm vereceksen adalet ile hüküm ver. Muhakkak ki dosdoğru hareket eden kimselerde Allah sevgisi vardır.
-43-
وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِندَهُمُ التَّوْرَاةُ فِيهَا حُكْمُ اللّهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِن بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ
Ve keyfe yuhakkimûneke ve indehumut tevrâtu fîhâ hukmullâhi summe yetevellevne min badi zâlike ve mâ ulâike bil muminîn
ve keyfe yuhakkimûne ke | : nasıl, hüküm, hakim, hükmün sahibi, sen |
ve inde hum | : yanında, onlara ait, kendi bildikleri, |
el tevrat | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
fî hâ | : içinde, orada, her şeyde, onda, |
hukmu Allâhi | : hüküm, hâkim, Allah |
summe yetevellevne | : sonra dönüyorlar, kendi bildiklerine dönmek |
min badi zâlike | : sonra, işte, bu, bundan |
ve mâ ulâike bi el muminin | : değil, şey, ne, işte onlar, mümin, emin olan |
43- Sana hükümleri soruyorlar. Bütün her şeye Allah hâkim iken, bütün her şeyde yasalar varken, onlar kendi bildiklerine sahipleniyorlar, sonra da onlar kendi bildiklerine dönüyorlar ve işte onlar emin olamıyorlar.
-44-
إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûn
innâ enzelnâ | : muhakkak ki, sunduk, indirdik, |
el tevrat | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
fî- hâ huden ve nûrun | : içinde, yol gösterme ve nur, aydınlanma vardır |
Yahkumu biha | : hükmeder, hareket eder, onunla, |
el nebiyyun | : nebiler, bildirenler, haber veren, |
ellezîne eslemû | : teslim olmuş olanlar, barış içinde, selamet |
li ellezîne hadu | : o kimseler için, yalnız bir yol gösteririz diyenler için |
ve el rabbâniyyûne | : hakka adamış, alemlerin zatına, vücudların sahibine |
ve el ahbâru | : haber, haber veren, bildirilen, ihbar, |
bi mâ istuhfizû | : muhafaza etmeleri istenen şey ile |
min kitâbi allâhi | : kitab, hakikatlerin sözleri, kelimeleri, Allah |
ve kânû aleyhi şuhedae | : oldu, üzerlerinde, onlarda, kendilerini, şahit, bilen, |
fe lâ tahşevû el nase | : artık, korkmayın, çekinmek, insanlar |
ve ıhşev ni | : saygı, korkmak, beni anlamamaktan korkun |
ve lâ teşterû | : satmayın, para kazanma aracı yapmayın, |
bi ayeti | : ayetleri |
semenen kalîlen | : bir değere, azda olsa bir ücrete |
Ve men lem yahkum | : kim, değil, hükmetmez, davranmak |
bi mâ enzele allâhu | : şeyler, hakikatler, sunduğu, Allah |
fe ulâike hum el kafirin | : işte onlar, hakikatleri göremeyip örtüyorlar |
44- Yasaları bir yol gösterici olarak, cehaletten aydınlığa çıkmanız için sunduk. Bir barış içinde hareket eden nebi’ler, onunla yol bulan kimseler ve kendini vücudların sahibine adamış olanlar ve Allah’ın kelimelerini muhafaza edip, o hakikatlerden haber verenler de, o hakikatler üzere hareket ederler. Onlar kendilerindeki tecellilere şahit olanlardır. Bundan sonra sizi korkutan insanlara aldanmayın, beni anlamamaktan korkun. Ayetleri asla para kazanma aracı yapmayın, az bir değer de olsa sakın bir karşılık beklemeyin. Kim Allah’ın sunduğu hakikatlerle hareket etmezse, işte onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.
-45-
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Ve ketebnâ aleyhim fîhâ ennen nefse bin nefsi vel ayne bil ayni vel enfe bil enfi vel uzune bil uzuni ves sinne bis sinni vel curûha kısâs fe men tesaddeka bihî fe huve keffâretun lehu ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humuz zâlimûn
ve keteb nâ aleyhim | : yazdık, kitab, biz, onların kendilerine, bedenlerine |
fî hâ enne el nefs bi el nefs | : onun içinde, onda, olduğu, nefs, can, kişi, kimse, kendi |
ve el ayne bi el ayni | : ayniyet, aynılık, aslı, kendisi, göz, |
ve el enfe bi el enfi | : nefes, dirilik, burun, uç, kibir, ululuk, ön kısım |
ve el uzune bi el uzuni | : kulak, işitme, duyma |
ve el sinne bi el sinni | : yaş, hayat, kalp, gönül, diş, |
ve el curûha kısasun | : kazanmak çalışmak, etki, nitelik, kısas, aynı ile karşılık |
Fe men tesaddaka bi-hi | : bundan sonra, kim, içten, samimi, doğruluk, onunla |
Fe huve keffâratun lehu | : artık o, arınma, temizlenme, onu |
ve men lem yahkum | : kim, değil, hükmetmezse, hareket etmezse |
bi mâ enzele allâhu | : şeyler, ne, hakikatler, sunduğu, Allah |
fe ulâike hum el zalimin | : artık, işte onlar, zalimler, |
45- Onların bedenlerine hakikatlerimizi yazdık. Onlardaki nefs, nefsimizdir. Onlardaki asliyet, asliyetimizdir. Onlardaki dirilik, diriliğimizdir. Onlardaki işitme bizim işittirmemizdir, onlardaki yaşam bizim yaşamımızdır, onların tüm yaşam nitelikleri aynı ile Bizimdir. Bundan sonra kim hakikatlere içten samimi sarılırsa, artık o arınanlardan olur. Kim Allah’ın sunduğu hakikatlerle hareket etmezse, işte onlar zalimlerdir.
-46-
وَقَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِم بِعَيسَى ابْنِ مَرْيَمَ مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرَاةِ وَآتَيْنَاهُ الإِنجِيلَ فِيهِ هُدًى وَنُورٌ وَمُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرَاةِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Ve kaffeynâ alâ âsârihim bi îsebni meryeme musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve âteynâhul incîle fîhi huden ve nûrun ve musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve huden ve mevızeten muttekîn
ve kaffeynâ | : gönderdik, tamamladık, sunduk, |
alâ âsâri-him | : izler, işaretler, yolları, aynı esasları üzerine |
bi îsâ ibni meryeme | : Meryem oğlu isa |
Musaddık | : tasdik eden, doğrulayıcı, |
lima beyn yedeyn | : ellerinin arasında, aynı yol üzere, |
min et tevrâti | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
ve âteynâ-hu | : sunduk, verdik, o, |
el incîle | : İyi haber, müjde, ruhun açığa çıkışı, huzur veren bilgi |
fî hi huden | : onun içinde, yol gösterme, doğru yola götüren |
ve nûrun | : nur, aydınlık, aydınlatıcı, karanlıktan aydınlığa çıkaran |
ve musaddıkan | : tasdik edici, doğrulayıcı |
limâ beyne yedeyhi | : elleri arasındakini, ellerindekini, yanlarındakini |
min et tevrâti | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
ve huden | : yol gösterici |
ve mevızeten | : öğüt verici olan, vaaz, nasihat |
li el muttekin | : takva, fenalardan sakınanlar için, |
46- Meryem oğlu İsa da, yasalar üzere olan ve onları tasdik edenlerin izleri üzere hakikatlerimizi takip etti. O’da, fenalardan sakındırıcı bir öğüt olan ve yol gösteren ve yasalar üzere olanların tasdiklediği ve karanlıktan aydınlığa çıkaran ve doğru yola götüren, sunduğumuz huzur veren bilgileri anladı.
-47-
وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فِيهِ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Vel yahkum ehlul incîli bimâ enzelallâhu fîhi ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul fâsıkûn
ve li yahkum | : hükmeden, hâkim olan, hareket eden, |
ehlu el incil | : sahip, ehil, İncil, iyi haber, huzur veren bilgi, müjde |
bi mâ enzele Allah fihi | : sunduğu, verdiği, Allah, onda, onun içinde, hakikatler |
ve men lem yahkum | : kim, değil, hükmetmezse, hareket etmezse |
bi mâ enzele allâhu | : şeyler, hakikatler, sunduğu, Allah |
fe ulâike hum el fasıkun | : işte onlar, fasık, fesat, bozguncu, ikilik çıkaran |
47- Huzur veren bilgilere sahip olanlar, Allah’ın sunduğu hakikatler üzere hareket ederler. Kim Allah’ın sunduğu hakikatler üzere hareket etmezse, işte onlar fasıklardır.
-48-
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُم بَيْنَهُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ عَمَّا جَاءكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِن لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَآ آتَاكُم فَاسْتَبِقُوا الخَيْرَاتِ إِلَى الله مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
Ve enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı musaddıkan limâ beyne yedeyhi minel kitâbi ve muheyminen aleyhi fahkum beynehum bimâ enzelallâhu ve lâ tettebi ehvâehum ammâ câeke minel hakk li kullin cealnâ minkum şiraten ve minhâcâ ve lev şâallâhu le cealekum ummeten vâhıdeten ve lâkin li yebluvekum fî mâ âtâkum festebikûl hayrât ilâllâhi merciukum cemîan fe yunebbiukum bimâ kuntum fîhi tahtelifûn
ve enzelnâ ileyke | : sunduk, gönderdik verdik, sana |
el kitâbe | : varlık kitabı, ilahi sözler, |
bi el hakkı | : gerçekler, hak ile, hakikatler, |
musaddıkan | : tasdik edici, doğrulayıcı, dosdoğru olan, |
Li mâ beyne yedeyhi | : içindeki şeyler, arasında, o güç, |
min el kitâbi | : bir kitap, ilahi sözler, varlık kitabı, |
ve muheyminen aleyhi | : bütün varlığı muhfaza eden güç, koruyucu, onda |
fe uhkum beyne-hum | : hükmet, hareket et, onların arlarında, |
bimâ enzele allâh | : Allah’ın sunduğu hakikatler |
ve lâ tettebi | : tabi olma, uyma, |
ehvae hum | : heva, çıkar, şahsi çıkar, onlar |
ammâ câe-ke min el hakk | : gelen, sunulan, sen, hak, gerçek, hakikat, |
li kull cealnâ | : hepiniz için, kıldık, sunduk, |
minkum şiraten | : sizden, şeriat, yüce düzen, doğru yol, yasa, hukuk, yol, nur |
ve minhâcen | : meslek, yetenek, açık bir yol, belli bir yol |
ve lev şâe allâh | : şayet, eğer, istek, arzu, Allah |
le ceale-kum | : elbette, yapmak, kılmak, siz, |
ummet vahidet | : ummet, topluluk, bir, tek |
Ve lakin li yebluve-kum | : lakin, fakat, sınamak için, araştırmak, anlamak, siz |
fi ma atakum | : içinde, şey, ne, vermek, sunmak, siz |
fe istebikû el hayrâti | : o yolda olun, koşun, hayır, iyi çalışmalar, |
ilâ allâhi | : ancak, sadece, Allah, |
merci kum cemian | : kaynak, öz, dönüşünüz, siz, hepiniz |
fe yunebbiu-kum | : bildiren, haber veren, bildiriyor, |
bimâ kuntum | : şeyler, olduğunuz, olduğunuz şeyler |
fihi tahtelifun | : onda, ihtilaf, ayrılık |
48- İçinde hakikatler olan varlığı bir kitap olarak sana sunduk. Bir kitap olan varlık kitabının içindeki hakikatler, dosdoğru hakikatlerdir. Onların aralarında Allah’ın sunduğu hakikatler üzere hareket et, tüm varlığı tutan o gücü anlat. Sana sunulan hakikatler üzere ol. Sakın onların hevalarına uyma. Hepinize doğru yolu bulacak yetenekler sunduk. Eğer Allah’ı anlamayı isterseniz, elbette hepinizin tek bir topluluk olduğunuzu anlarsınız. Siz, size sunulan şeyleri hep araştırma içinde olun. Her zaman iyi çalışmalar yolunda olun. Tüm hepinizin kaynağı ancak Allah’tır. İhtilafa düştüğünüz şeylerin aslı size her an bildiriliyor.
-49-
وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُصِيبَهُم بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ
Ve enıhkum beynehum bimâ enzelallâhu ve lâ tettebi ehvâehum vahzerhum en yeftinûke an ba’dı mâ enzelallâhu ileyke fe in tevellev falem ennemâ yurîdullâhu en yusîbehum bi badı zunûbihim ve inne kesîran minen nâsi le fâsıkûn
ve en ihkum beyne hum | : hükmet, hareket et, onların aralarında |
bi mâ enzele allâhu | : şeyler, hakikatler, sunduğu, Allah |
ve lâ tettebi | : tâbi olma, uyma, takip etme, |
ehvae hum | : heva, çıkarlarına, boşluk, şahsi istek, |
ve ıhzer-hum | : dikkat et, onlardan sakın |
en yeftinû-ke an badı | : kışkırtma, seni fitneye düşürmeleri, bir kısmı, bazısı |
mâ enzele Allâh ileyke | : şeyler, hakikatler, sunduğu, Allah, sana |
fe in tevellev | : bundan sonra eğer yüz çevirirlerse |
fe alem | : artık, bilin, |
Ennemâ yuridu Allah | : olduğu, irade, dilek, Allah |
en yusibe-hum | : isabet, etkilemek, o halde kalmak, |
bi badı zunubi him | : bazısıyla, bazısı, günah, fena, kötülük, onlar |
ve inne kesîran | : doğrusu, muhakkak ki, çoğu |
min en nâsi le fasıkun | : insanlar, elbet, fasık, fesat, bozguncu, ikilikte olan |
49- Onların aralarında iken Allah’ın sunduğu hakikatler üzere ol, sakın onların hevalarına uyma. Onlardan bazılarının seni kışkırtmasına, ikiliğe düşürmesine izin verme. Eğer onlar yüz çevirseler de, sen her an Allah’ın sunduğu hakikatler üzere ol. Bilin ki var oluştaki irade sahibi Allah’tır. Fenalarda kalanlar birbirlerini etkilerler. Doğrusu insanların çoğu elbette ikilik içindedir.
-50-
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ
E fe hukmel câhiliyyeti yebgûn ve men ahsenu minallâhi hukmen li kavmin yûkınûn
E fe hukme | : öyle mi, istiyorlar mı, hüküm, hükmetmek, |
el cahiliyet | : cahiliye halleri, bilmeden yapılan şey, |
yebgûne | : istiyorlar |
ve men ahsenu | : kim, ait olan, güzel, iyi, hoş |
min allâhi hukmen | : Allah’dan, hüküm, |
li kavmin yûkınûne | : kavim, kimseler, yakınlık, yakın olmak |
50- Hâlâ cahiliye hallerini mi istiyorlar? Kim Allah’ın hükümlerini anlamada bir yakınlık içinde olursa, o güzellikler içinde olur.
-51-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızûl yehûde ven nasârâ evliyâe baduhum evliyâu badin ve men yetevellehum minkum fe innehu minhum innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
lâ tettehızû | : yok, edinmek, sarılmak, |
el yehude | : yalnız bir yol gösteririz diyen |
ve en nasârâ | : yalnız biz yardım ederiz diyen, yardım edilen, |
evliya | : dostluk, dostlar, |
badu-hum evliya badın | : onların bazısı, bazısına, birbirlerinin dostu |
ve men yetevel hum minkum | : kim, onlara dönerse, hallerine, sizden |
fe inne hu minhum | : artık o mutlaka, onlardan |
inne Allâh la yehdi | : muhakkak ki Allah, yok, yol bulmak, yol bulmayan |
el kavme el zalimin | : kavim, toplum, kimseler, zalimler, zulmeden, |
51- Ey iman edenler! Yalnız biz yol gösteririz diyenlerden ve yalnız biz yardım ederiz diyenlerden dostlar edinmeyin. Onlardan bazıları bazılarının dostlarıdır. Sizden kim onların o hallerine uyarsa, elbette o onlardandır. Muhakkak ki zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-52-
فَتَرَى الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يُسَارِعُونَ فِيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشَى أَن تُصِيبَنَا دَآئِرَةٌ فَعَسَى اللّهُ أَن يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ أَوْ أَمْرٍ مِّنْ عِندِهِ فَيُصْبِحُواْ عَلَى مَا أَسَرُّواْ فِي أَنْفُسِهِمْ نَادِمِينَ
Fe terâllezîne fî kulûbihim maradun yusâriûne fîhim yekûlûne nahşâ en tusîbenâ dâiret fe asâllâhu en ye’tiye bil fethi ev emrin min indihî fe yusbihû alâ mâ eserrû fî enfusihim nâdimîn
Fe tera ellezine | : işte, böylece, görürsün, o kimseler |
fî kulûbi-him maradun | : kalplerinde, hastalık, cehalet hali |
Yusâriûne fihim | : koşuşurlar, o halde hareket ederler, onların içinde |
Yekûlûne nahşa | : derler, korkmak, çekinmek, tedirgin, |
en tusibe-na | : isabet, etki, biz, |
dairetun | : dönmesi, o halde dönüp durma |
fe asâ allâh | : oysa, anlarlardı, umulur ki Allah |
en yetiye bi el fethi | : gelmesi, zafer, açılmak, anlamak |
ev emrin | : veya, işleyiş, hüküm, tüm varlıktaki işleyiş |
min indi-hi | : katında, ona ait olan, |
fe yusbihû | : böylece, olurlar, o halde kaldılar, isabet, etki, tesir eden, |
ala ma eserr | : şeyler, gizledikleri, tesir, iz, o yolda |
fî enfusi-him nadimin | : kendi içlerinde, pişmanlık içinde, sorumsuzluk |
52- Kalblerinde cehalet hastalığı olan o kimseleri görürsün. O hallerle hareket edenlerden biz etkilendik, çekindik diyenler, oysa Allah’ı anlamayı isteselerdi, O’na ait olan kendi bedenlerindeki ve tüm varlıktaki işleyişi anlarlardı. Böylece o cehalet yolundaki o hallerde kaldıklarından dolayı içlerinde bir pişmanlık duyarlardı.
-53-
وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُواْ أَهَؤُلاء الَّذِينَ أَقْسَمُواْ بِاللّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ إِنَّهُمْ لَمَعَكُمْ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَأَصْبَحُواْ خَاسِرِينَ
Ve yekûlullezîne âmenû e hâulâillezîne aksemû billâhi cehde eymânihim innehum le meakum habitat amâluhum fe asbahû hâsirîn
ve yekûlu ellezîne âmenû | : derler, iman edenler |
e hâulâi ellezîne | : bunlar, şunlar, o kimseler |
aksemû bi allâhi | : kasem, yemin, söz verme, Allah |
cehde eymâni-him | : yeminlerinde cehd ettiler, var gücüyle yemin ettiler |
inne-hum le mea kum | : muhakkak ki onlar, kendileri, elbette, sizinle beraber |
habitat amâlu-hum | : boşa gitti, kaybetti, amelleri, çalışmaları, onlar |
fe asbahû hasirin | : böylece oldular, hüsran, başarız, kaybeden |
53- İman edenler derler ki: Allah’a güçlü bir şekilde, onun yolunda olmak için yemin edenler bunlar mı? Ne yazık ki onlarla birlikte olanların amelleri boşa çıkmıştır ve onlar hüsrana uğrayanlardır.
-54-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû men yertedde minkum an dînihî fe sevfe yetîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû ezilletin alâl muminîne eizzetin alâl kâfirîn yucâhidûne fî sebîlillâhi ve lâ yehâfûne levmete lâim zâlike fadlullâhi yutîhi men yeşâ vallâhu vâsiun alîm
Ya eyyuha ellezîne âmenû | : ey iman edenler, |
men yertedde minkum | : kim, kimse, geri dönen, sizden |
an dini hi | : din, o, onun dini, varoluş, yaratılış yasaları |
fe sevfe yeti Allâh | : o zaman, artık, gelir, getirir, Allah |
bi kavmin | : bir kavim, kimseler, |
yuhıbbu hum | : sevgi üzere olan, onlar |
ve yuhıbbûne-hu ezillet | : sevgi üzere olan, o, alçakgönüllü, değerli |
alâ el muminîne | : müminlere karşı, emin olan, |
Eizzetin | : değerli, izzetli, galebe, üstün, |
ala el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler |
Yucâhidûn | : mücadele eden, gayretli, |
fi el sebil allah | : o yolda, Allah |
ve lâ yehâfûne | : korkmazlar, çekinmezler, |
levmete lâimin | : çekiştirmek, sorgu, dedikodu, kınayanın kınaması |
zâlike fadlu allâh | : işte bu, lütuf, fazilet, nitelik, |
yutîhi men yeşâu | : verir, bulur, ulaşır, o, sunar, kim isterse, |
ve Allah vasiun | : Allah, geniş, engin, her yer, sonsuz, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
54- Ey iman edenler! Sizden kim; varoluş yasalarını anlama yolundan, eski bildiklerine geri dönerse, Allah’ın hakikatlerini anlatan, sevgi üzere olan alçakgönüllü kimseler elbette gelir. Onlar inananlara karşı saygılıdırlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere karşı da, Allah yolunda hakikatleri anlatmak için, bir saygıyla gayret gösterirler ve onlar kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte Allah’ın lütuflarını anlamak isteyen kimse o hakikatlere ulaşır ve Allah’ın ilmiyle sonsuz olan olduğunu anlar.
-55-
إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
İnnemâ veliyyukumullâhu ve resûluhu vellezîne âmenullezîne yukîmûnes salâte ve yutûnez zekâte ve hum râkıûn
innemâ veliyyu-kum Allah | : sadece, ancak, muhakkak, veli, dost, siz, Allah |
ve resûlu-hu | : resul, hakikati gösteren, o |
ve ellezîne âmenû | : iman edenler |
ellezîne yukîmûne el salat | : o kimseler, heran salât üzere olmak, bağlılık, |
ve yutûne el zekat | : verirler, hakkın bilgilerini, temizlenmek, zekât |
ve hum rakıune | : onlar, ruku, nitelikler, sıfatlar, düşmek, fakirleşmek |
55- Siz ancak Allah’ı dost edinin. O resul’e ve iman eden kimselere uyun. O kimseler her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve onlar sıfatlarının idrakindedirler.
-56-
وَمَن يَتَوَلَّ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ فَإِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ
Ve men yetevellallâhe ve resûlehu vellezîne âmenû fe inne hızbellâhi humul gâlibûn
ve men yetevelle Allah | : kim dönerse, eski cehalet bilişlerine Allah |
ve resûle-hu | : resul, hakikati gösteren, o |
ve ellezîne âmenû | : iman edenler |
Fe inne hızb Allah | : artık, elbette, taraf, o yolda çalışan, Allah, |
hum el galibin | : onlar, başarılı olanlar, galip, |
56- Kim eski cehalet bilişlerinden, Allah’ın hakikatlerine dönerse, o resule ve iman edenlere uyarsa, artık onlar Allah’ın yoluna dönüp başarılı olanlardır.
-57-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَكُمْ هُزُوًا وَلَعِبًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ أَوْلِيَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızûllezînettehazû dînekum huzuven ve leiben min ellezîne ûtûl kitâbe min kablikum vel kuffâra evliyâ vettekûllâhe in kuntum muminîn
Ya eyyuha ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
lâ tettehızû ellezine | : edinmeyin, sarılmayın, yapmayın, o kimseler, |
Ettehaz | : edinen, sarılan, anlayan, |
dine-kum | : din, yaratılış yasaları, siz, |
Huzuven | : eğlence, alay, önemsememe, oyun, maskara, |
ve leiben | : oyun, çıkar, kendi çıkarında olan, |
min ellezîne | : o kimselerden |
ûtû el kitâbe min kabl ke | : verilen, sunulan, hakikatlerin sözleri, kitab, sizden önce |
ve el kuffâra evliya | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, dostlar |
ve ittekû allâh | : takva, fenalardan sakınma Allah ortak koşmama |
in kuntum muminun | : eğer siz, iseniz, mümin, emin olan |
57- Ey iman edenler! Siz, sizden önceki hakikatlerin sunulduğu, fakat dine kendi çıkarları için sarılan ve hakikatini önemsemeyen o kimselerin hallerine sarılmayın ve hakikatleri görmemezlikten gelenlerden de dostlar edinmeyin. Müminlerdeniz diyorsanız fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın.
-58-
وَإِذَا نَادَيْتُمْ إِلَى الصَّلاَةِ اتَّخَذُوهَا هُزُوًا وَلَعِبًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَعْقِلُونَ
Ve izâ nâdeytum iles salâtittehazûhâ huzuven ve leıbâ zâlike bi ennehum kavmun lâ yakılûn
ve izâ nâdeytum | : nida ettiğiniz, çağırdığınız zaman, davet |
ilâ el salâti | : salât, bağlılığın şuuru, hakka bağlı olmak |
İttehazû ha | : edinmek, onu, hakikatleri anlamaya, sarılmak |
Huzuven | : ciddiye almama, eğlence, önemsememe |
ve leiben | : oyun, çıkar |
Zalike bi enne-hum | : bu, işte bu, onların olmaları sebebiyle |
kavmun lâ yakılûne | : kavim, kimseler, yok, akletme, hakikati düşünmeyen |
58- Onları, Hakk’a bağlı olmanın şuurunda olmaya davet ettiğiniz zaman, onlar ciddiye almazlar ve çıkarlarına bakarlar. İşte bu onların hakikatleri düşünmeyen kimseler olduğundandır.
-59-
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ هَلْ تَنقِمُونَ مِنَّا إِلاَّ أَنْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلُ وَأَنَّ أَكْثَرَكُمْ فَاسِقُونَ
Kul yâ ehlel kitâbi hel tenkımûne minnâ illâ en âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile min kablu ve enne ekserekum fâsıkûn
kul yâ ehle el kitâbi | : de, ey, aktarılan söylentide kalan, kitap ehli |
Hel tenkımûne minna | : hoşlanmama, beğenmeme, bizden |
İlla en amenna bi allah | : ancak, sadece, inanmak, iman etmek, Allah |
ve mâ unzile ileynâ | : bize sunulan şeye, |
ve mâ unzile min kablu | : şey, ne, değil, sunulan, verilen, indirilen, önceki |
ve enne ekser kum | : muhakkak, çoğu, siz, |
fasıkun | : cehaletine sapan, fasık, kendi anlayışlarına çıkan |
59- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Bizlerden hoşnut olmamanızın sebebi; bizim sadece Allah’a inanmamız, bize sunulan hakikatlere ve önceden sunulmuş hakikatlere inanmamız mıdır? Doğrusu sizin çoğunuz hakikatleri bırakıp kendi cahil anlayışlarına sapanlardır.
-60-
قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُم بِشَرٍّ مِّن ذَلِكَ مَثُوبَةً عِندَ اللّهِ مَن لَّعَنَهُ اللّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ أُوْلَئِكَ شَرٌّ مَّكَاناً وَأَضَلُّ عَن سَوَاء السَّبِيلِ
Kul hel unebbiukum bi şerrin min zâlike mesûbeten ındallâh men leanehullâhu ve gadıbe aleyhi ve ceale min humul kıredete vel hanâzîre ve abedet tâgût ulâike şerrun mekânen ve edallu an sevâis sebîl
kul hel unebbiu-kum | : de, söyle, haber, bildirmek, siz |
bi şerrin | : kötü, fena, |
min zâlike mesubet | : bu, bundan, sıkıntı, felaket, karşılık, |
inde Allâh | : katında, ait, ona ait, Allah |
men leane-hu allâhu | : kim, rahmetten uzaklaşma, anlamayan, o, Allah |
ve gadıbe aleyhi | : ona gazap, öfke duydu |
ve ceale minhum | : oldu, eyledi, kıldı, yaptı, onlardan, o hallerde olanlar |
el kıradete | : taklitte adetlerde kalan, hayvani haller, maymun |
ve el hanâzîre | : zararlı, zararlı olan, gaddar, domuz, |
ve abede el tagut | : kul, şeytani haller, batıl olan şey, azma, sapma, zulüm |
Ulaike şerrun mekânen | : işte onlar, şerli, kötü, mekân, bulunulan yer |
ve edallu | : sapanlar, hakikatlerden sapmak, |
an sevai el sebil | : dosdoğru yoldan, hakikatlerin yolu, |
60- De ki: Bundan daha sıkıntı veren kötü hâlleri size bildireyim mi? Allah’a ait olan hakikatleri anlayamayıp, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmak ve hiddet hâllerinde olmak ve o halde olanların taklitlerde adetlerde kalması ve zararlı hâllerde olması ve batıl olan şeylere kul olması. İşte onların bulundukları yerlerde kötülükler vardır ve onlar dosdoğru yoldan kendi cehaletlerine sapanlardır
-61-
وَإِذَا جَآؤُوكُمْ قَالُوَاْ آمَنَّا وَقَد دَّخَلُواْ بِالْكُفْرِ وَهُمْ قَدْ خَرَجُواْ بِهِ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا كَانُواْ يَكْتُمُونَ
Ve izâ câukum kâlû âmennâ ve kad dehalû bil kufri ve hum kad haracû bihî vallâhu alemu bimâ kânû yektumûn
ve izâ câû-kum | : size geldikleri zaman, geldiklerinde, |
kâlû âmennâ | : derler, iman ettik, inandık |
ve kad dehalû | : oldu, girmek, dâhil olmak, |
bi el kufri | : hakikatleri örtmek, görmemezlikten gelmek |
Ve hum kad haracû bi-hi | : onlar, oldu, çıkmak, onunla çıkmışlardı |
ve allâh alemu | : Allah, ilmin sahibi, |
bimâ kânû yektemun | : oldukları şey, göremedikleri, anlayamadıkları, gizli olan, |
61- Size geldikleri zaman, inandık derler ve onlar oraya, hakikatleri görmemezlikten gelip örten halleriyle girdikleri gibi, onlar oradan o halleriyle çıkarlar. Allah onların anlayamadıkları her şeydeki ilmin sahibidir.
-62-
وَتَرَى كَثِيرًا مِّنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِي الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve terâ kesîran minhum yusâriûne fîl ismi vel udvâni ve eklihimus suht lebi’se mâ kânû yamelûn
ve tera kesîran minhum | : görürsün, çoğu, onlardan |
yusâriûne | : koşmak, hareket, dolanıp durmak, |
fî el ismi | : günahda, kötülükte, hatalarda, |
ve el udvâni | : düşmanlık, kin |
ve ekli hum | : yemek, beslenmek, onlar, hiddet, yok etmek, softa, eski |
el suhte | : haram, çalıp çırpmak, zarar, softa, körü körüne bağlanmak |
lebise mâ kânû yalemun | : kötü, fena, oldukları şey, yaptıkları şeyler |
62- Onları çoğunu görürsün ki; kötülükler ve düşmanlıklar içinde hareket ederler ve onlar çalıp çırparak beslenirler. Yaptıkları şeyler ne kötüdür.
-63-
لَوْلاَ يَنْهَاهُمُ الرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ عَن قَوْلِهِمُ الإِثْمَ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ
Lev lâ yenhâhumur rabbaniyyûne vel ahbâru an kavlihimul isme ve eklihimus suht lebise mâ kânû yasneûn
lev lâ yenhâ-hum | : olmaz, değiller miydi? nehy, men etmek, uzak durmak, |
er rabbâniyyûne | : rabbin yolundayız diyenler, |
ve el ahbâru | : haber veren, bilgi veren, hakikati bildiren |
an kavli-him el isme | : sözlerinden, kötülük, fenalık |
ve ekli hum | : yemek, beslenmek, onlar, hiddet, yok etmek, softa, eski |
el suhte | : haram, çalıp çırpmak, zarar, softa, körü körüne bağlanmak |
lebise | : kötü, fena, |
mâ kânû yalemun | : oldukları şey, yaptıkları şeyler, amelleri, |
63- Rabbin yolundayız diyenler ve hakikatleri bildiriyoruz diyenler, onlar kötü sözler söylemekten ve onlar çalıp çırparak beslenmekten uzak dursalardı olmaz mıydı? Yaptıkları şeyler ne kötüdür.
-64-
وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ أَيْدِيهِمْ وَلُعِنُواْ بِمَا قَالُواْ بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنفِقُ كَيْفَ يَشَاء وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم مَّا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا وَأَلْقَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ كُلَّمَا أَوْقَدُواْ نَارًا لِّلْحَرْبِ أَطْفَأَهَا اللّهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الأَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
Ve kâletil yehûdu yedullâhi maglûleh gullet eydîhim ve luınû bimâ kâlû bel yedâhu mebsûtatâni yunfıku keyfe yeşâ ve leyezîdenne kesîran minhum mâ unzile ileyke min rabbike tugyanen ve kufrâ ve elkaynâ beynehumul adâvete vel bagdâe ilâ yevmil kıyâmeh kullemâ evkadû nâran lil harbi etfeehallâhu ve yesavne fîl ardı fesâda vallâhu lâ yuhıbbul mufsidîn
ve kalet el ye hudu | : dediler, yalnız biz yol gösteririz diyenler, |
yedu allah | : el, güç, kuvvet, kudret, Allah, |
Maglûletun | : bağlanmış, |
gulat eydi him | : engelli, inancında taşkınlık yapan, el, güç, onlar |
ve luinû bima kalu | : rahmetten uzaklaşma, demelerinden dolayı, sözleri |
Bel yeda hu | : hayır, bilakis, eli, gücü, kuvvet, kudret, vasıta, o, |
mebsutatani | : her yere yayılmış, heryerde |
Yunfıku | : infak, verir, harcar, |
keyfe yeşau | : gibi, nasıl, ne kadar, istek, dilek |
ve le yeziden | : arttırır, artar, ziyade, |
kesira minhum | : çok, çoğu, onlardan |
mâ unzile ileyke | : indirilen, sunulan şey, senin, |
min rabb ke | : rabbinden, seni vücudlandıran, |
tugyanen ve kufren | : azgınlık, taşkınlık ve küfr, hakikatleri görmemek |
ve elkay nâ beyne hum | : ilka, o halde bulunma, koymak, atmak, aralarında, |
El adavet ve el bagdâe | : düşmanlık ve kin, nefret |
ilâ yevmi el kıyamet | : diriliş günü, ölüm vakti, son vakit |
Kullemâ evkadu nar | : her zaman, yakmak, tutuşturmak, ateş, |
li el harb | : harb, savaş, kavga, karşı durma, |
etfee-hâ Allâh | : söndürmek, sönmüş, onu, Allah |
ve yesavne fi el ard | : koşarlar, dolanıp dururlar, yeryüzü, |
fesaden | : fesatlık, ikilik, bozgunculuk, arabozuculuk |
ve Allâh la yuhib | : Allah, yok sevgi, |
el müfsidin | : bozguncu, fesatlık çıkaran, ikilik çıkaran, |
64- Yalnız biz yol gösteririz diyenler: Allah’ın gücü bizdedir, dediler. Onlar kendilerindeki gücü kendilerinin sayarak, taşkınlık içinde kalıp cehaletlerine bağlandılar ve onlar kibirlilik içinde söyledikleri sözler yüzünden rahmetten uzaklaştılar. Bilakis O’nun gücü her yerdedir, istediği gibi tecelli eder. Senin sunduğun Rabbin hakikatleri, onlardan çoğunun taşkınlığını ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmelerini arttırdı. Onlar Bizi anlayamadıklarından dolayı, son vakitlerine kadar düşmanlık ve nefret içindeki o hallerinde kalırlar. Allah’ın içlerinizdeki söndürün dediği o savaşın ateşini her zaman yakarlar ve onlar yeryüzünde ikilik, bozgunculuk çıkaran halleriyle dolanırlar. İkilik, bozgunculuk çıkaranlarda Allah sevgisi yoktur.
-65-
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْكِتَابِ آمَنُواْ وَاتَّقَوْاْ لَكَفَّرْنَا عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلأدْخَلْنَاهُمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ
Ve lev enne ehlel kitâbi âmenû vettekav le keffernâ anhum seyyiâtihim ve le edhalnâhum cennâtin naîm
ve lev enne | : eğer, olsa, |
ehl el kitab | : kendi bildiklerinde, aktarılan söylentide kalanlar |
amenu | : inanmak, iman etmek, |
ve ittekav | : fenalardan sakınma ortak koşmama |
le kefer nâ anhum | : elbette örtmek, biz, onların, kendilerinde, |
Seyyiat him | : günahlar, fenalar, hatalar, kötülük, onlar |
ve le edhalnâ hum | : elbette, dâhil ettik, koyduk, bulmak, biz, onlar |
cennâti el naimi | : huzur, bolluk, naim, tüm tecellilerin sahibini bilmek, |
65- Eğer, aktarılan söylentilerde kalanlar iman etselerdi ve fenalardan sakınıp ortak koşmasalardı, elbette onların fenaları örtülür, kendilerindeki Bizi anlarlardı ve elbette tüm tecellilerin Bize ait olduğunu bilip huzur bulurlardı.
-66-
وَلَوْ أَنَّهُمْ أَقَامُواْ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيهِم مِّن رَّبِّهِمْ لأكَلُواْ مِن فَوْقِهِمْ وَمِن تَحْتِ أَرْجُلِهِم مِّنْهُمْ أُمَّةٌ مُّقْتَصِدَةٌ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ سَاء مَا يَعْمَلُونَ
Ve lev ennehum ekâmût tevrâte vel incîle ve mâ unzile ileyhim min rabbihim le ekelû min fevkıhim ve min tahti erculihim. Minhum ummetun muktesıdeh ve kesîrun minhum sâe mâ yamelûn
ve lev enne-hum | : eğer, olsaydı, onlar, durma, o halde olma, ikame, |
ekamu | : ikame etmek, o halde hareket etmek, anlamak, |
et tevrâte | : yasa, hüküm, öğreti, anlaşma, |
ve el İncil | : müjde, huzur veren bilgi, ruhun açığa çıkışı, |
ve mâ unzile ileyhim | : onlara indirilen şey |
min rabbi-him | : Rabb’lerinden, kendilerini vücudlandıran, |
le ekelû | : elbette, beslenme, yeme, faydalnmak, |
min fevki him | : üst, yukarı, manaları, onlar |
ve min tahti ercul him | : altından, makamları, bulundukları yer, ayak, onlar |
min-hum | : onlardan |
Ummetun | : ümmet, topluluk, kimseler, |
muktesidin | : tutumlu, idareli, ılımlı, hoş, hüzel hal |
ve kesirun min-hum | : onlardan birçoğu |
sâe mâ yamelûne | : kötü, şey, değil, ne, yaptıkları |
66- Eğer onlar, tüm varlıktaki yasaları ve huzur veren bilgileri anlasalardı ve kendilerini vücudlandırandan onlara sunulan kendilerindeki hakikatleri idrak etselerdi, elbette onlar onlardaki manalardan faydalanırlardı ve onlar bulundukları yerlerde, hoş güzel hallerde olan kimselerden olurlardı. Fakat onların çoğu kötülüklerden başka bir şey yapmadılar.
-67-
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Yâ eyyuherresûlu bellıg mâ unzile ileyke min rabbik ve in lem tefal femâ bellagte risâleteh vallâhu yasımuke minen nâsi innallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîn
yâ eyyuhâ er resûlu | : ey Resul, hakikatleri gösteren, |
Bellig | : tebliğ et, açıkla, |
ma unzile ileyke | : ulaştığın şey, bildirilen, indirilen, sunulan |
min rabbi-ke | : Rabb’inden, seni vücudlandıranın, |
ve in lem tefal | : eğer yapmazsan |
Fe mâ bellagte | : artık, değil, şey, ne, tebliğ, hakikatleri açıklayn, |
risâlete-hu | : risalet, hakikat bilgilerin aktaran, o |
ve Allâh yasımu ke | : Allah, korumak, kendini fenalardan korumak, sen |
min en nâsi | : insanlardan |
inne allâhe la yehdi | : muhakkak ki, Allah, yok, rehber, yol bulmak, |
el kavme el kâfirîne | : kavim, kimse, hakikatleri görmeyip örtenler |
67- Ey Resul! Seni vücudlandıranın hakikatlerinden ulaştığın şeyleri tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, artık sen hakikatlerin bilgilerini tebliğ etmemiş olursun ve sen insanlara Allah’ın koruyuculuğunu anlatmamış olursun. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’a yol bulamazlar.
-68-
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّىَ تُقِيمُواْ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم مَّا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا فَلاَ تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Kul yâ ehlel kitâbi! lestum alâ şey’in hattâ tukîmût Tevrâte vel İncîle ve mâ unzile ileykum min rabbikum ve le yezîdenne kesîren minhum mâ unzile ileyke min rabbike tugyanen ve kufr fe lâ tese alâl kavmil kâfirîn
kul yâ ehle el kitâbi | : de, ey, eski anlayışlarda aktarılan söylentide kalan |
lestum alâ şeyin | : değilsin, bir şey üzerine, |
hattâ tukîmû | : hatta, olduğunda, ikame, uygulama, anlama |
el tevrâte | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
ve el incil | : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh, |
ve mâ unzile ileykum | : indirilen şey, sunulan, size |
min rabbi-kum | : Rabb’inizden, sizi vücudlandıran, |
ve le yeziden | : elbette, arttırır, artar, |
kesira minhum | : çok, çoğu, onlardan |
mâ unzile ileyke | : sunulan şey, indirilen, sunduğun şey, |
min rabb ke | : rabbinden, seni vücudlandıran, |
tugyanen | : azgınlık, taşkınlık |
ve kufren | : küfr, hakikatleri görmemezlikten gelmek, |
fe lâ tese | : artık, yok, keder, üzülme, tasa |
Ala el kavm el kafirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
68- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Yasaları ve huzur veren bilgileri anlamadıkça ve sizi vücudlandıranın sizdeki hakikatlerine ulaşmadıkça, bir şey üzere olamazsınız. Seni vücudlandıranın hakikatlerinden sunduğun şeyler, onlardan çoğunun taşkınlığını ve hakikatleri görmemezlikten gelmelerini arttırdı. Artık sen, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için kederlenme.
-69-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ves sâbiûne ven nasâra men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve amile sâlihan fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn
inne ellezîne âmenû | : muhakkak ki, iman edenler, inananlar |
ve ellezine hâdû | : o kimseler, yol bulan, gösteren |
ve es sâbiûne | : tâbi olan, dine giren ya da çıkan, kendi inancından cıkan |
ve el nasârâ | : yardımcılar, yardım eden, |
men âmene bi Allah | : kim iman etti, inandı, Allah |
ve el yevmi el âhıri | : sonlarına, |
ve amile sâlihan | : dosdoğru hakk yolunda çalışanlar |
fe lâ havfun aleyhim | : artık, yok, onlara korku yoktur |
ve lâ hum yahzenûne | : yok, onlar mahzun olmaz |
69- İman edenler ve Hakk’a yol bulan kimseler ve kendi inançlarından çıkıp hakikate tâbi olanlar ve Allah’a inanan kimselere yardımcı olanlar ve sonlarına inanan kimseler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmakta yoktur.
-70-
لَقَدْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَأَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ رُسُلاً كُلَّمَا جَاءهُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنْفُسُهُمْ فَرِيقًا كَذَّبُواْ وَفَرِيقًا يَقْتُلُونَ
Lekad ehaznâ mîsâka benî isrâîle ve erselnâ ileyhim resulâ kullemâ câehum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusuhum ferîkan kezzebû ve ferîkan yaktulûn
lekad ehaznâ | : doğrusu, sarılmak, biz, hkikatlerimiz |
misaka beni israîle | : misak, söz, İsrailoğulları, Allah’ın kulları, |
ve erselnâ ileyhim | : açığa çıktı, sunduk, biz, hakikatlerimiz, onlara, |
resul | : resul, hakikati gösteren, anlatan, |
kullemâ câe-hum | : hep, her gelişinde, onlar, |
resul | : resul, hakikatleri gösteren, |
Bima la tehva | : dolayı, yok, çıkar, heva, beklenti, |
enfus hum | : kendileri, onlar |
Ferîkan kezzebu | : bir kısmı, yalanlamak |
ve ferîkan yaktulune | : bir kısmını, öldürmek, yazık etmek, |
70- Doğrusu İsrailoğulları hakikatlerimize sarılmak için söz vermişlerdi. Onlara hakikatlerimizi anlatanlar gelmişti. Resullerin onlara her gelişinde söyledikleri hakikatler, onların kendi çıkarlarına uymadığından dolayı, onların bir kısmını yalanladılar ve bir kısmını da öldürdüler.
-71-
وَحَسِبُواْ أَلاَّ تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُواْ وَصَمُّواْ ثُمَّ تَابَ اللّهُ عَلَيْهِمْ ثُمَّ عَمُواْ وَصَمُّواْ كَثِيرٌ مِّنْهُمْ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Ve hasibû ellâ tekûne fitnetun fe amû ve sammû summe tâballâhu aleyhim summe amû ve sammû kesîrun minhum vallâhu basîrun bimâ yamelûn
ve hasib ellâ tekûne | : hesab ettiler, sandılar, yok, olmaz, |
fitnet | : fitne, bozmak, sınama, araştırmak, |
Fe amû | : böylece, hakikati göremeyen, |
ve sammû | : hakikatleri işitemeyen |
summe tâbe Allâh aleyhim | : sonra, tövbe, pişmanlık, Allah, onların |
Summe amû | : sonra, hakikat göremeyen |
ve sammû | : hakikatleri işitemeyen |
kesîrun min-hum | : onlardan birçoğu |
ve allâhu basirun | : Allah, basiret, bildiren, gören |
bimâ yamelun | : şeyleri, yaptıkları |
71- Anlatılan hakikatleri araştırmasak da bir şey olmaz, diye hesap ettiler. Fakat onlar hakikatleri göremediler ve hakikatleri işitemediler. Sonra onlar yaptıklarından pişmanlık duyup Allah’a tövbe ettiler. Sonra yine onlardan birçoğu hakikatleri göremediler ve hakikatleri işitemediler. Oysa Allah onlara yaptıkları şeylerden her an hakikatleri bildirdi.
-72-
لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
Lekad keferallezîne kâlû innallâhe huvel mesîhubnu meryem ve kâlel mesîhu yâ benî isrâîla’budûllâhe rabbî ve rabbekum innehu men yuşrik billâhi fekad harremallâhu aleyhil cennete ve mevâhun nâr ve mâ liz zâlimîne min ensâr
Lekad kefere | : gerçek olan, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
ellezîne kâlû inne Allah | : diyenler, muhakkak, Allah |
Huve el Mesih ibnu meryem | : o, Mesih, mübarek, değişmiş, Meryem oğlu |
ve kâle el mesîhu | : Mesih dedi |
ya beni israile | : ey İsrailoğulları, Yakubun oğulları, |
abd allah | : kulluk, Allah |
rabbî | : rabbim, beni vücudlandıran |
ve rabbe-kum | : sizi vücudlandıran, rabbiniz |
İnne hu men | : muhakkak ki o, kim, kimse, |
yuşrik bi allah | : ortak koşmak, Allah’a |
Fe kad hareme Allah aleyhi | : artık, oldu, haram, yasak, Allah, ona |
el cennete | : cennet, huzur, mutluluk |
ve mevâ-hu el nar | : bulunduğu yer, mesken, sıgındığı yer, ateş, |
ve mâ li ez zâlimîne | : değil, şey, olmaz, zalimler, |
min ensârin | : bir yardımcı |
72- Gerçek olan şu ki; Meryem oğlu Mesih Allah’ın kendisidir diyenler hakikatleri göremeyip örtenlerdir. Oysa Mesih dedi ki: Ey İsrailoğulları! Beni de vücudlandıran ve sizi de vücudlandıran Allah’a kul olun. Muhakkak ki Allah’a ortak koşan o kimseler, Allah’ın hakikatlerini ve huzuru kendilerine haram etmişlerdir ve onların meskenleri ateştir ve zalimlerin bir yardımcısı da olmaz.
-73-
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ ثَالِثُ ثَلاَثَةٍ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلاَّ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِن لَّمْ يَنتَهُواْ عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Lekad keferellezîne kâlû innallâhe sâlisu selâsetin ve mâ min ilâhin illâ ilâhun vâhid ve in lem yentehû ammâ yekûlûne le yemessennellezîne keferû minhum azâbun elîm
Lekad kefere | : gerçek şu ki, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
ellezîne kâlû inne Allah | : diyenler, muhakkak, Allah |
sâlisu selâsetin | : üç, üçüncü, akıcılık, sözün ahenkliği, kolay |
ve mâ min ilâhin | : değil, şey, ne, bir ilah |
illâ ilâhun vâhidun | : ancak, ilah, tek, bir |
ve in lem yentehû | : ve eğer son vermezlerse, vazgeçmezlerse |
ammâ yekûlûne | : söylediklerinden, söyledikleri sözlerden |
le yemessenne | : elbette, dokunacak, uğramak, kalmak, |
ellezine keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
min-hum azabun elim | : onlardan, sıkıntı, azap, elim, acı |
73- Allah’a çokluk nispet edenler, gerçek şu ki hakikatleri göremeyip örtenlerdir. Tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer birliği anlayamazlar, bu söylediklerine devam ederlerse, o hakikatleri göremeyip örten kimseler acı sıkıntılarda kalırlar.
-74-
أَفَلاَ يَتُوبُونَ إِلَى اللّهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
E fe lâ yetûbûne ilâllâhi ve yestagfirûneh vallâhu gafûrun rahîm
e fe lâ yetûbûne | : hala, tövbe, yaptığından pişmanlık duyup dönen |
ila allah | : Allah’a, Allah için, hakikatlere, |
ve yestagfirûne-hu | : istiğfar ediyorlar, mağfiret, o |
ve allâhu gafur | : Allah, mağfiret, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
74- Hâlâ yaptıklarından pişmanlık duyup, Allah’a dönmezler mi ve O’nun mağfiretini anlamazlar mı? Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-75-
مَّا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ كَانَا يَأْكُلاَنِ الطَّعَامَ انظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الآيَاتِ ثُمَّ انظُرْ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Melmesîhubnu meryeme illâ resûl kad halet min kablihir resul ve ummuhu sıddîkah kânâ yekulânit taâm unzur keyfe nubeyyinu lehumul âyâti summenzur ennâ yufekûn
Mâ el Mesih ibnu meryem | : değil, ne, şey, Mesih, İsa, Meryemoğlu |
illâ resûlun | : ancak, sadece, Resul, hakikati gösteren, |
kad halet min kabl hi | : gelip, geçmiştir, ondan önceki |
el resulu | : Resuller, hakikati gösteren, |
ve ummu-hu sıddıkatun | : onun annesi, sıddık, sadık, içten samimi, dogru olan |
kana yekulâni el taam | : oldu, beslenme, fayda, yarar, yemek, taam |
unzur keyfe | : bak nasıl |
nubeyyinu lehum el ayet | : açıklama, onlara, ayetleri |
Summe unzur | : sonra, bak, nasıl, |
enna yukefun | : aldatılma, aldanıp dönme |
75- Meryem oğlu İsa da, ondan önceki gelip geçen Resuller gibi bir Resuldü ve onun annesi sadıklardandı ve her ikisi de hakikatlerle beslenirlerdi. Bak gör, ayetler onlara nasıl da açıklanıyor, sonra da onlar aldanıp dönüyorlar.
-76-
قُلْ أَتَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلاَ نَفْعًا وَاللّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Kul e tabudûne min dûnillâhi mâ lâ yemliku lekum darran ve lâ nefâ vallâhu huves semîul alîm
Kul e taabudûne | : anlat, kul mu oluyorsunuz, |
min dûni Allâh | : başka, Allah |
mâ lâ yemliku | : değil, şey, ne, yok, malik, sahip, gücü, olmayan |
Lekum daran ve lâ nefan | : size, koruması ve yok, fayda |
ve Allâh huve el semiu | : Allah, o, işittiren, |
el alim | : ilmin sahibi, |
76- De ki: Allah’ı bırakıp ta hiçbir şeye malik olmayan ve size bir faydası da ve koruması da olmayan zanna dayalı şeylere mi kul oluyorsunuz? Allah, O’dur işittiren, ilmin sahibi olan.
-77-
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلاَ تَتَّبِعُواْ أَهْوَاء قَوْمٍ قَدْ ضَلُّواْ مِن قَبْلُ وَأَضَلُّواْ كَثِيرًا وَضَلُّواْ عَن سَوَاء السَّبِيلِ
Kul yâ ehlel kitâbi, lâ taglû fî dînikum gayral hakkı ve lâ tettebiû ehvâe kavmin kad dallû min kablu ve edallû kesîran ve dallû an sevâis sebîl
kul yâ ehle el kitâbi | : de, ey, aktarılan söylentilerde kalanlar, |
la taglu | : haddi aşmayın, sapmayın, |
fi din kum | : için, hakkında, yolunda, din, varoluş yasaları, siz |
gayre el hakkı | : gayrı, değil, başka, hak, hakikat, doğru olan |
ve lâ tettebiû ehvae | : tabî olmayın, uymayın, heva, çıkar, boş şeyler |
Kavmin kad dall | : kavim, kimseler, hakikatlerden sapmak, dalalet |
min kabl | : önceden |
ve edallû kesiran | : sapmak, haktan sapmak, çoğu, |
ve dallû | : sapmak, dalalette kalmak, |
an sevai el sebil | : dosdoğru yol, düzenli, yol |
77- De ki: Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Siz din hakkında hakikatlerden başka şeylere sapmayın. Daha önceki, hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapan ve çoğu kimseleri de saptıran o kimseler gibi hevalarınıza uymayın ve dosdoğru hakikatin yolundan sapmayın.
-78-
لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
Luinellezîne keferû min benî isrâîle alâ lisâni dâvude ve îsebni meryem zâlike bimâ asav ve kânû yatedûn
Luine | : rahmetten uzaklaşma, |
ellezine keferu | : hakikatleri örten kimseler, inkâr edenler |
min beni israile | : İsrailoğulları, Yakubun oğulları, |
alâ lisâni dâvûde | : üzeri, için, lisan, söyleme, davut |
ve isa ibni meryeme | : Meryemoğlu, isa |
Zâlike bima sav | : bu, işte, bu, isyan, karşı çıkma |
ve kânû yatedun | : oldular, haddi aşma, aşırılık |
78- Davut’un söyledikleri ve Meryem oğlu İsa’nın söyledikleri hakikatleri, İsrail oğullarından inkâr edenler, rahmetten uzaklaştılar. İşte bu onların hakikatlere karşı çıkmalarından ve aşırılık içinde olduklarındandı.
-79-
كَانُواْ لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَن مُّنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
Kânû lâ yetenâhevne an munkerin fealûh lebise mâ kânû yefalûn
kânû lâ yetenâhevne | : oldular, idiler, yok, mani olmak, engel, |
an munkerin | : inkâr eden, yalanlayan, reddeden, |
fealu hu | : yapmak, fail, o |
Lebise | : kötü, fena, |
ma kanu yefalûne | : yapıyorlar, yaptıkları şey |
79- Onlar, kötülüklerden başka bir şey yapmazlardı, tüm varlıkta O fail olanı inkâr ederlerdi, fenalar içinde olup birbirlerine engel olmazlardı.
-80-
تَرَى كَثِيرًا مِّنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنفُسُهُمْ أَن سَخِطَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ
Terâ kesîran minhum yetevellevnellezîne keferû lebise mâ kaddemet lehum enfusuhum en sehıtallâhu aleyhim ve fîl azâbi hum hâlidûn
terâ kesîran min-hum | : görürsün, çoğu, onlardan |
yetevellevne | : sorumlu olmak, dönerler, dostluk ederler |
ellezîne keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
lebise | : kötü, fena, |
mâ kaddemet lehum | : sundukları şey, takdim ettikleri, onlar |
enfusu-hum | :nefs, kendilerinde olan tecelliler |
en sehite | : öfke, gadap, hiddet |
allâh aleyhim | : Allah, onlar, üzerlerinde, onlarda, kendilerinde, |
ve fî el azâbi hum | : azap içinde, sıkıntı, onlar, |
halidun | : devamlı, sürekli, hep o haller içinde, |
80- Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin, birbirleriyle dostluk içinde olduğunu görürsün. Onların sundukları şeyler ne kötüdür. Onlar hiddetli hallerinden dolayı, kendilerindeki Allah’ın tecellilerini göremezler ve onlar devamlı sıkıntılar içindedirler.
-81-
وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِالله والنَّبِيِّ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاء وَلَكِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
Ve lev kânû yuminûne billâhi ven nebiyyi ve mâ unzile ileyhi mettehazûhum evliyâe ve lâkinne kesîren minhum fâsikûn
ve lev kanu yuminun | : eğer olsalardı, inanan |
bi Allâh ve el nebiyi | : Allah ve nebi, haber veren, bildiren, |
ve mâ unzile ileyhi | : şey, ne, değil, sunulan, indirilen, onlar |
mâ ettehazû-hum evliya | : edinmez, sarılmaz, onlar, dostlar, |
ve lâkinne | : lâkin, fakat |
kesîren min-hum | : onlardan çoğu, |
fasikun | : fasık, çıkmak, hakikatlerden sapmak |
81- Eğer onlar, Allah’a ve hakikatleri bildirenlere ve onlara sunulan hakikatlere inansalardı, elbette o hallerini dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu hakikatlerden kendi anlayışlarına sapanlardır.
-82-
لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواْ وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَّوَدَّةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ قَالُوَاْ إِنَّا نَصَارَى ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَانًا وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
Le tecidenne eşedden nâsi adâveten lillezîne âmenûl yehûde vellezîne eşrakû ve le tecidenne akrabehum meveddeten lillezîne âmenûllezîne kâlû innâ nasârâ zâlike bi enne minhum kıssîsîne ve ruhbânen ve ennehum lâ yestekbirûn
le tecidenne | : elbette, bulursun, görürsün, |
eşedde el nas | : şiddet, güç, daha fazla, insanlar |
adâveten | : düşmanlıkta, kin, |
li ellezîne âmenû | : içinde, iman edenler |
el yehûde | : yalnız bir yol gösteririz diyenler |
ve ellezîne eşrakû | : o kimseler, ortak koşanlar |
ve le tecidenne | : elbette, bulursun, görürsün, |
akrabe hum | : yakınlık, onlar |
meveddeten | : sevgi, muhabbet, dostluk bakımından |
li ellezîne âmenû | : için, iman edenler |
ellezine kâlû | : o kimseler, dediler, diyenler, |
inna nasara | : biz, yardım edenleriz |
Zalike bi enne | : işte bu, olduğunda, bu nedenle, bundan dolayı |
min-hum kıssisine | : onlardan, gece bir şeyi talep eden isteyen |
ve ruhbânen | : kendini hakka adayan, gece gündüz o yolda olan |
ve enne-hum la yestekbirun | : olması, onlar, yok, kibirlenen, büyüklenen |
82- İman eden kimselere, insanlar içinde daha fazla düşmanlık edenlerin, yalnız biz yol gösteririz diyenler ve ortak koşan kimseler olduğunu görürsün. İman eden kimselerin ise, hakikatlere bir sevgiyle yakın olanlara; biz, yalnızca samimi bir arayış içinde olanlara yardım ederiz, diyen kimseler olduğunu görürsün. İşte bu onların hakikatleri öğrenmek için hep bir arayışta olduklarından ve kendilerini Hakk’a adayan kimselerden olduklarındandır ve onlarda kibirlenmek yoktur.
-83-
وَإِذَا سَمِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَى أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُواْ مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ
Ve izâ semiû mâ unzile ilerresûli terâ ayunehum tefîdu mined dem’ı mimmâ arefû minel hakk yekûlûne rabbenâ âmennâ fektubnâ meaş şâhidîn
ve izâ semiû ma unzile | : işittiklerinde, şey, ne, indirilen, açığa çıkan, sunan, |
ilâ el resûli | : Resule, hakikatleri gösteren, |
Tera ayune-hum | : görürsün, göz, ayniyet, onların, |
tefidu | : taşan, çoşkunluk, heyecan, arzu, |
min el demı | : gözyaşı, nefes, soluk, an, sevinme mutluluk |
mimmâ arefu | : arif olmak, bilen, |
min el hakk | : hakikatler, hak, gerçekler |
yekûlûne rabb na | : derler, Rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
amenna | : iman ettik, inandık |
fe uktub-nâ | : artık, yazmak, kitab, hakikatlerin sözleri, biz |
mea el şâhidîne | : beraber, birlikte, tanık, şahid |
83- Resullerin sunduğu hakikatleri işittiklerinde, onların gözlerinde gerçeklere arif olmanın zevkiyle, heyecan içinde olduklarını görürsün. Derler ki: Bizi vücudlandırana iman ettik. Artık biz hakikatlerin sözlerine tanık olanlarla beraberiz.
-84-
وَمَا لَنَا لاَ نُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا جَاءنَا مِنَ الْحَقِّ وَنَطْمَعُ أَن يُدْخِلَنَا رَبَّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِحِينَ
Ve mâ lenâ lâ numinu billâhi ve mâ câenâ minel hakkı ve natmeu en yudhılenâ rabbunâ meal kavmis sâlihîn
ve mâ lenâ la numinu | : değil, şey, nasıl olur, ne, yok, inanmak, |
bi allâhi | : Allah |
ve mâ câe-nâ | : bize gelen şey, sunulan şeyler, |
min el hakk | : hakk olan, gerçek, doğru olan, |
ve natmeu en yudhıle-nâ | : istemek, tamah, arzu ederiz, dahil olmak, biz |
Rabb na | : rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
Mea el kavmi el salihîne | : beraber, kavim, kimseler, salih, iyi olan, iyi çalışmalarda |
84- Derler ki: Bize sunulan şeyler gerçek iken, nasıl olur da biz Allah’a iman etmeyiz. Bizi vücudlandırandan arzumuz iyi kimselerle beraber olabilmektir.
-85-
فَأَثَابَهُمُ اللّهُ بِمَا قَالُواْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاء الْمُحْسِنِينَ
Fe esâbehumullâhu bimâ kâlû cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ve zâlike cezâûl muhsinîn
fe esâbe-hum Allah | : böylece, ödül, ihsan, emeğinin karşılığı, onlar, Allah |
bimâ kâlû | : şeyler, dolayı, sebebiyle, söyledikleri, anlattıkları |
Cennatin tecrî min tahti-hâ | : cennet, huzur, vardır, makamlarında, |
el enhâru | : akıp giden bir ilim |
hâlidîne fî-hâ | : devamlı, orada, o halde |
ve zâlike ceazu el muhsinin | : bu, işte bu, karşılık, ceza, muhsin, iyilikler yapan |
85- Böylece onlara; Allah’a tâbi olup, onun hakikatlerini anlattıklarından dolayı, karşılık olarak huzur vardır, makamlarında akıp giden bir ilim vardır ve devamlı o hallerle hareket ederler. İşte iyilikler yolunda olanların karşılığı budur.
-86-
وَالَّذِينَ كَفَرُواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbul cahîm
ve ellezîne keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
ve kezzebû bi ayati na | : yalanladılar, ayetler, işaretler, biz |
Ulaike ashâbu | : işte onlar, sahip, |
el cahîmi | : sıfatları kendine nisbet etme cahaleti |
86- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve Bizim işaretlerimizi yalanlayanlar ise, işte onlar sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletine sahiptirler.
-87-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُحَرِّمُواْ طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuharrimû tayyibâti mâ ehallallâhu lekum ve lâ tatedû innallâhe lâ yuhibbul mutedîn
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
lâ tuharrimû | : yok, yasak, haram, mahrum, |
tayyibat | : temiz güzel, yararlı |
mâ ehalle Allâh lekum | : şey, ne, değil, helal, uygun, Allah, size |
ve lâ tatedû | : haddi aşmayın, aşırı gitmeyin, bozmayın |
inne Allâh la yuhib | : muhakkak, Allah, yok, sevgi |
el mutedîne | : haddi aşanları, aşırı gidenler zalim |
87- Ey iman edenler! Allah’ın size uygun kıldığı, temiz, yararlı olan şeylerden kendinizi mahrum etmeyin ve haddi aşmayın. Muhakkak ki haddi aşanlarda Allah sevgisi yoktur.
-88-
وَكُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلاَلاً طَيِّبًا وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِيَ أَنتُم بِهِ مُؤْمِنُونَ
Ve kulû mimmâ razakakumullâhu halâlen tayyiben vettekûllâhellezî entum bihî muminûn
ve kulû mimma | : beslenin, yiyin, faydalanma, şeyler |
razaka-kum Allâh | : rızık, faydalı, yararlı, siz, Allah |
halâlen tayyiben | : uygun, helal, temiz, güzel, yararlı, |
ve itteku allâhe | : fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın |
Ellezi entum bihi muminun | : o ki, sizler, ona, emin olan, mümin |
88- Allah’ın size uygun kıldığı, temiz, yararlı olan rızıklardan faydalanın ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Sizler emin olan kimselerden olun.
-89-
لاَ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا عَقَّدتُّمُ الأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاَثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ وَاحْفَظُواْ أَيْمَانَكُمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Lâ yuâhizukumullâhu bil lagvi fî eymânikum ve lâkin yuâhizukum bimâ akkadtumul eymân fe keffâretuhu it’âmu aşereti mesâkîne min evsatı mâ tut’ımûne ehlîkum ev kisvetuhum ev tahrîru rakabet fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâm zâlike keffâretu eymânikum izâ haleftum vahfezû eymânekum kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihi leallekum teşkurûn
lâ yuâhizu kum | : yok, almak, çıkmak, sarılma, anlama, sorumluluk, siz, |
Allah bi el lagvi | : Allah, boş sözler, düşüncesiz, |
fi eymani kum | : yemin, söz, sağlamlık, diri olan, kasem, sağ taraf |
ve lâkin yuâhizu-kum | : fakat, almak, çıkmak, sarılma, anlama, sorumlu, siz |
bi-mâ akkadtum | : sebebi ile, dolayısıyla, akit, söz verme, |
el eymane | : yemin, söz, sağ, diri olan, kuvvetli, |
fe keffâretu-hu | : artık onun kefareti, temizlenme, arınma, |
İtâmu aşereti mesakin | : besleme, faydalandırma, on, grup, kimseler, yoksul, |
min evsatı | : orta halli, algılanır, anlaşılır, vasat olarak, ortalama |
mâ tutımûne ehli kum | : şey, ne, beslemek, yarar, fayda, ehil, bilgili, halk, siz |
ev kisvetu-hum | : veya, elbise, giydin, nasiplenmek, ilmi elbise, onlar |
ev tahrîru | : veya, bağımsız, özgür, azat, bırakma, kurtarma, |
rakabetin | : boyun, esaret, kölelik, kulluk, cariye, yönleri |
fe men lem yecid | : artık kim, değil, bulmak, |
fe sıyâmu | : bırakmak, korunmak, sakınmak, |
selaset eyyamin | : kolaylık, akıcı, üç, güzel, hayırlı |
zâlike keffâretu | : işte bu kefarettir, arınma, |
eymani kum | : yemin, söz, sağ, diri olan, siz |
izâ haleftum | : olduğunda, yerine, gelen, sonradan gelen, |
ve ıhfezû | : muhafaza edin, koruyun, |
eymane kum | : yemin, sağ, dirilik anlayışı, elleri hareket ettiren güç |
Kezalike yubeyyinu allâhu | : işte, açıklıyor, Allah |
Lekum ayeti hi | : size, o işaretler, ayetleri |
lealle-kum teşkurûne | : umulur, siz, şükür, nimetlerin sahibini bilip teslim etme |
89- Siz, tüm varlıkta diri olanı anlama yolunda, yaptığınız şeylerde düşüncesizlik içinde olursanız Allah’ın hakikatlerini anlayamazsınız. Fakat siz o diriliği anlama yolunda verdiğiniz sözlere uyarsanız, siz o hakikatleri anlarsınız. Artık o arınma yolunda, faydalandığınız bilgilerden, hakikatlerden yoksun kimseleri de anlayacakları şekilde faydalandırın veya onları o ilimden nasiplendirin veya onları o cehaletin köleliğinden kurtarın. Fakat kim bunları yapamazsa, artık o onları; sözleri daha akıcı olan, bir güzellik içinde hakikatleri açıklayanlara bıraksın. İşte sizin de ve sizden sonrakilerin de diriliği anlama yolundaki arınmanız böyledir. Siz dirilik anlayışınızı muhafaza edin. İşte Allah’ın o işaretleri sizlere böyle açıklanıyor. Umulur ki siz nimetlerin sahibini bilir teslim edersiniz.
-90-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالأَنصَابُ وَالأَزْلاَمُ رِجْسٌ مِّنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemel hamru vel meysiru vel ensâbu vel ezlâmu ricsun min ameliş şeytâni fectenibûhu leallekum tuflihûn
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler, |
İnnemâ el hamr | : ançak, şarap, aklı örten her şey |
ve el meysiru | : kumar, haksız kazanç, kolaylık, kolay olan şey |
ve el ensâbu | : putlar, |
ve el ezlâmu | : büyü, fal, aslı olmayan şeyler, fal okları |
Ricsun | : kirlilik, cehalet kirliliği, |
min ameli el şeytani | : amel, şeytani haller |
Fe ictenibû-hu | : artık, ondan kaçının, |
lealle-kum tuhlifun | : umulur ki, siz, felah, başarılı olma |
90- Ey iman edenler! Aklınızın çalışmasına engel olan her şeyden, kumar, haksız kazanç ve Hakk’tan sizi ayıracak sizin var ettiğiniz her puttan ve büyü, fal gibi aslı olmayan şeylerden ki bunlar ancak şeytani hallerin kirliliğidir, artık bunlardan kaçının. Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-91-
إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَن ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنتُم مُّنتَهُونَ
İnnemâ yurîduş şeytânu en yûkia beynekumul adâvete vel bagdâe fîl hamri vel meysiri ve yasuddekum an zikrillâhi ve anis salâh fe hel entum muntehûn
innemâ yurîdu el şeytân | : ancak, istek, şeytani haller, her türlü kötülük |
en yûkia beyne kum | : düşürür, sokar, giriş, aranıza |
El adavet ve el bagdâe | : düşmanlık, husumet ve kin, kıskançlık, nefret |
Fi el hamri | : için, ile, şarap, aklı örten her şey |
ve el meysiri | : kumar, haksız kazanç |
ve yasudde-kum | : engel olur, uzak tutar, sizi alıkoyar, sed koyar, |
an zikri allâhi | : Allah’ın zikri, anmak, sohbet, |
ve an el salâti | : salât, heran ona bağlı olma şuuru |
Fe he entum muntehun | : artık, o halde, mi, siz, kaçınmak, son veren |
91- Şeytani hallere istek duymanız; aklınızın çalışmasına engel olan her şeyi ve kumarı, haksız kazancı ve sizlerin arasına düşmanlığı ve nefreti sokar. Sizi Allah’ı anlamaktan ve anlatmaktan ve her an O’na bağlı olma şuurundan uzak tutar. Artık siz o hallerden kaçınmaz mısınız?
-92-
وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَاحْذَرُواْ فَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّمَا عَلَى رَسُولِنَا الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
Ve etîûllâhe ve etîûr resûle vahzerû, fe in tevelleytum falemû ennemâ alâ resûlinel belâgul mubîn
ve etia Allâh | : itaat edin, uyun, Allah |
ve etiu el resûle | : itaat, uymak, anlamak, resul, hakikatleri gösteren, |
ve ıhzerû | : dikkatli olun, uyanık olun, bilinçli olun, şuurlu olun |
Fe in tevelleytum | : artık, eğer, yüz çevirme, dönmek |
fe alemû | : o halde bilin |
Ennema alâ resûli-nâ | : ancak, sadece, için, ile, resül, hakikati gösteren, biz, |
el belâgu el mubin | : tebliğ, açıklama, açıkça |
92- Allah’a itaat edin ve hakikatleri gösterenlere uyun ve her an şuurlu olun. Bundan sonra siz hakikatlerden yüz çevirirseniz, artık bilin ki hakikatleri gösterenlerin görevi, sadece apaçık hakikatlerimizi tebliğ etmektir.
-93-
لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُواْ إِذَا مَا اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّأَحْسَنُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Leyse alellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mettekav ve âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû vallâhu yuhibbul muhsinîn
leyse alâ ellezîne âmenû | : yoktur, değil, için üzerine, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru çalışanlar |
cunâhun | : bir günah, vebal, sorumluluk |
Fi ma taimû | : içinde, şey, ne, değil, yemek, beslenmek, fayda |
izâ mâ ittekav | : olduğunda, şey, değil, ne, fenalardan sakınma |
ve âmenû | : iman etmek, inanmak |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru çalışanlar |
summe ittekav | : sonra fenalardan sakınma ortak koşmama |
ve âmenû | : iman etme, inanma |
summe ittekav | : sonra fenalardan sakınma ortak koşmama |
ve ahsenû | : güzellikler, iyilikler, yakışır olan, ahsen olun |
ve allâhu yuhibbu | : Allah, sevgi, |
el muhsinîne | : iyiliklerde olan, hayırlarda olan |
93- İman edenler ve dosdoğru çalışanların üzerine bir vebal yoktur. Faydasız şeyler içinde olup, fenalardan sakınmıyorken, bunlardan vazgeçer ve iman ederseniz ve dosdoğru çalışanlardan olursanız, sonra da fenalardan sakınır Allah’a ortak koşmazsanız ve iman etmenizi, sonra da fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmamanızı en güzel bir şekilde uygularsanız, sizlere de bir vebal yoktur. İyiliklerde, hayırlı çalışmalarda olanlarda Allah sevgisi vardır.
-94-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللّهُ بِشَيْءٍ مِّنَ الصَّيْدِ تَنَالُهُ أَيْدِيكُمْ وَرِمَاحُكُمْ لِيَعْلَمَ اللّهُ مَن يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû le yebluvennekumullâhu bi şeyin mines saydı tenâluhu eydîkum ve rimâhukum li yalemallâhu men yahâfuhu bil gayb fe menitedâ bade zâlike fe lehu azâbun elîm
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
Le yebluvenne-kum Allah | : elbette, imtihan, dikkatlice düşünme, araştırma, siz, Allah |
bi şeyin min el saydı | : bir şey ile, av, avlanma, arayış, |
tenâlu-hu eydi kum | : erişmek, ulaşmak, anlamak, o, el, güç, |
ve rimahu-kum | : atışmak, mızrak, karşılıklı atışma, siz |
li yaleme Allah | : için, bilmek, ilmin sahibi, Allah |
Men yehafu hu | : kim, korku, gizli, çekinme, o, |
bi el gaybi | : bilinmeyen, görünmeyen |
fe men itedâ bade zalike | : kim haddi aşarsa, zulümlerde olursa, bundan sonra |
Fe lehu azâbun elîmun | : artık, ona, acı azap, sıkıntı, |
94- Ey iman edenler! Sizin kendinizdeki o gücü anlamanız ve bir şeydeki hakikati aramanız için, Allah sizlere dikkatlice düşünmeyi verdi. Allah’ı bilmek için, o bilemediklerine karşı kim bir korku içinde olursa, sizler karşılıklı birbirinize yardım edin. Bundan sonra kim haddi aşar, zulümler içinde olursa, artık ona acı sıkıntılar vardır.
-95-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْتُلُواْ الصَّيْدَ وَأَنتُمْ حُرُمٌ وَمَن قَتَلَهُ مِنكُم مُّتَعَمِّدًا فَجَزَاء مِّثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِّنكُمْ هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ أَوْ كَفَّارَةٌ طَعَامُ مَسَاكِينَ أَو عَدْلُ ذَلِكَ صِيَامًا لِّيَذُوقَ وَبَالَ أَمْرِهِ عَفَا اللّهُ عَمَّا سَلَف وَمَنْ عَادَ فَيَنتَقِمُ اللّهُ مِنْهُ وَاللّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ taktulûs sayde ve entum hûrûm ve men katelehu minkum muteammiden fe cezâun mislu mâ katele min en neami yahkumu bihî zevâ adlin minkum hedyen bâligal ka’beti ev keffâratun taâmu mesâkîne ev adlu zâlike siyâmen li yezûka vebâle emrih afâllâhu amma selef ve men âde fe yentakimullâhu minh vallâhu azîzun zûntikâm
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler, |
lâ taktulû | : yok, yazık etme, mahvetmek, dağıtmak, öldürme |
el sayde | : arayış, arama, av |
ve entum hurumun | : siz, sığınak, kutsal, haram, yasak, |
ve men katele-hu | : kim, öldürme, yazık etme, mahv, o |
minkum muteammiden | : sizden, önceden plan, tertip, kasten, bilerek |
Fe cezaun mislu | : artık, karşılık, misli, gibi, |
ma katele | : değil, şey, öldürme, yazık etme, mahv olmak |
min en neami | : evet, öyle, pek güzel, varlık, tüm varlık, hayvanın |
yahkumu bi-hi | : hüküm, karar, hâkim olan, ona |
zevâ adlin minkum | : sahip, kişi, adil, adalet sahibi, sizden |
hedyen bâliga el kabeti | : verme, hediye, ulaşma, erişmiş, hakkı arama yolu |
ev keffâratun | : veya kefaret, arınma, temizlenme |
taâmu mesâkîne | : yemek, beslenmek, fayda, yarar, miskin, yoksul, yoksun |
ev adlu | : veya, adil, doğru, değişmiş, |
zâlike siyamen | : buna, bırakmak, uzaklaşmak, sakınmak, |
Li yezuka vebale | : için, tat, his, hal, vebali, sorumluluk, |
emri-hi | : iş, işleyiş, emr, varlıkta işleyiş sahibi, hüküm, o |
afâ allâh | : af, bağışlanma, Allah |
amma selef | : şeyler, önce geçen, geçmiş olan, önde olan, eskiden |
ve men âde | : kim, adet, dönerse, kendi cahil haline dönme |
Fe yentakimu | : artık, nimetleriyle gücünü gösteren, mahrum kalma, |
Allâhu minhu | : Allah, ondan, kendinden |
ve Allâh aziz | : Allah, yüce, tüm değerlerin yüce sahibi, |
zu intikam | : sahip, güçlü, nimetleriyle gücünü gösteren |
95- Ey iman edenler! Bir arayışta olanlara yazık etmeyin. Sizler kutsalsınız. Sizden kim o hakikatleri arayanlara kasıtlı davranmış yazık etmişse, bundan sonra sizden adalet sahibi olanlar, o arayışta olanlara; güzelce hükmün sahibini anlatsın, ona yazık etmesin, aradığına misli ile karşılık versin. Hakk’ı arama yolunda hakikatlere ulaşacak bilgileri versin ya da hakikatlerin bilgisinden yoksun olanları, hakikatlerden faydalandırıp, cehaletten arındırsın ya da doğru bir şekilde davransın. Tüm varlıkta işleyişin sahibini anlatmakla sorumluluk sahibi olanlar, hiddet gibi hâller içinde olmaktan uzak dursunlar. Geçmişteki fena halleriniz Allah’ı anlamakla affedilir. Bundan sonra kim; cahil hallerinde kalırsa, kendindeki Allah’ın nimetlerinin idrakinden mahrum kalır ve tüm değerlerin yüce sahibinin, her varlıktaki gücün sahibinin Allah olduğunu anlayamaz.
-96-
أُحِلَّ لَكُمْ صَيْدُ الْبَحْرِ وَطَعَامُهُ مَتَاعًا لَّكُمْ وَلِلسَّيَّارَةِ وَحُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ مَا دُمْتُمْ حُرُمًا وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِيَ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Uhille lekum saydul bahri ve taâmuhu metâan lekum ve lis seyyârah ve hurrime aleykum saydul berri mâ dumtum hurumâ vettekullâhellezî ileyhi tuhşerûn
uhille lekum saydu | : helal, uygun, size, arayış, aramak, |
el bahri | : sonsuzluk bilgisi, bilgili, deniz, bilge kişi, |
ve taam hu | : beslenme, yemek, fayda, yarar, |
metaan lekum | : metaa, mal, değer, varlık, size |
ve li el seyyârati | : için, gezen, dolaşan, |
ve hurime aleykum | : sığınak, kutsal, haram, yasak, size |
saydu el berri | : aramak, arayış, av, doğru sözlü, sıdk, yeryüzü, toprak |
mâ dumtum hurumen | : değil, şey, ne, müddetçe, sürede, o halde, kutsal, yasak |
ve ittekû allâhe | : fenalardan sakının, Allaha ortak koşmayın |
Ellezi ileyhi tuhşerûne | : ki o, onda, toplanma, orta çıkma, açığa çıkmak, birlik |
96- Hakikat bilgilerinin peşinde olmak, varlığın hakikatlerinden sizin yararlanmanız ve sizlerin hakikatler için gezip dolaşmanız helaldir. Doğruluk içinde bir arayışta olmak, sizin için kutsaldır. Kutsal hallerin dışında olmayın ve fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın, hepinizin O’ndan açığa çıktığınızı anlayın.
-97-
جَعَلَ اللّهُ الْكَعْبَةَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ قِيَامًا لِّلنَّاسِ وَالشَّهْرَ الْحَرَامَ وَالْهَدْيَ وَالْقَلاَئِدَ ذَلِكَ لِتَعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَأَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Cealallâhul kabetel beytel harâme kıyâmen lin nâsi veş şehral harâme vel hedye vel kalâid zâlike li ta’lemû ennellâhe yalemu mâ fis semâvâti ve ma fîl ardı ve ennellâhe bikulli şeyin alîm
ceale allâhu | : kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, Allah, |
el kabete | : hakkı arayış, hak yolunda olma, kabe, yönelme, kabul |
el beyte el harâme | : ev, hane, vücud, kutsal, |
kıyâmen li en nâsi | : diri tutan, ayakta tutan, can, insanları |
ve el şerha el harame | : ay, içalem, medeniyet, kemalat, kutsal, hürmetli, |
ve el hedye | : vermek, arınmak için varlığınından geçmek, armağan, |
ve el kalâide | : boyunları bağlı, hep ona bağlı, her an teslimiyette |
Zâlike li talemu | : işte bu, için, hakikatleri bilmeniz içindir, bilmeniz |
enne Allâh yalemu | : Allah’tır, ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
mâ fî es semâvâti | : göklerde ne varsa |
ve mâ fî el ardı | : yerde ne varsa |
ve enne Allâh | : Allahtır |
bi kulli şeyin alim | : bütün herşey, her şeyi, ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
97- Allah; insanların tüm varlığı tutanı bilmeleri için, kutsal olan o vücudlarına yönelmeyi gerekli kıldı. İşte bu sizin hakikatleri bilmeniz içindir. Kutsal olan o iç âleminize dönün ve size armağan olarak verilen vücudunuzu sahibine teslim edin ve hep O’na teslimiyet içinde olun. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa ilmiyle var eden Allah’tır ve bütün her şeydeki ilmin sahibi Allah’tır.
-98-
اعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ وَأَنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ilemû ennellâhe şedîdul akâbe ve ennellâhe gafûrun rahîm
Alemû enne allah | : biliniz, olduğu, Allah |
şedîdu el akâba | : daha fazla, hızlı, güçlü, müşkül, zorluk, sıkıntı |
ve enne Allâh gafur | : Allah, mağfiret eden, |
rahim | : rahim, varlığı özünden var eden |
98- Tüm her şeyin sahibinin Allah olduğunu bilin, daha fazla sıkıntılarda kalmayın. Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-99-
مَّا عَلَى الرَّسُولِ إِلاَّ الْبَلاَغُ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ
Mâ aler resûli illel belâg vallâhu yalemu mâ tubdûne ve mâ tektumûn
mâ alâ er resûli | : değil, şey, ne, resul, hakikatleri gösteren, |
illâ el belâgu | : tebliğden başka |
ve allâhu yalemu | : Allah, ilmin sahibi |
mâ tubdûne | : orta koyulan, bilinen, açıkladığınız şeyi |
ve mâ tektumûne | : gizlediğiniz şeyi, bilinmeyen |
99- Hakikatleri gösterenlerin sorumlu oldukları şey, ancak tebliğ etmektir. Gördüğünüz ve göremediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır.
-100-
قُل لاَّ يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ فَاتَّقُواْ اللّهَ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Kul lâ yestevîl habîsu vet tayyibu ve lev acebeke kesretul habîs fettekullâhe yâ ulîl elbâbi leallekum tuflihûn
Kul la yestevi | : de, söyle, anlat, yok, bir olan, eşit, |
el habis | : kötü zararlı olan, pis, zararlı |
ve et tayyibu | : temiz, güzel, yararlı, |
ve lev acebe-ke | : eğer, şayet, şaşırma, hayret, sen |
Kesretu el habis | : çokluk, çoğu, kötü, pis, zararlı |
fe ittekû allâhe | : artık, fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmama |
yâ ulî el elbâbi | : akıl sahipleri, aklından çıkarmayan, hak üzere düşünen |
lealle-kum tuhlifun | : umulur ki, siz, felah, başarılı olma |
100- De ki: Kötü zararlı olanla, faydalı temiz olan bir olmaz. Çoğunun zararlı hallerde olması seni şaşırtmasın. Artık fenalardan sakının Allah’a ortak koşmayın. Ey akıl sahipleri! Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-101-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَسْأَلُواْ عَنْ أَشْيَاء إِن تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ وَإِن تَسْأَلُواْ عَنْهَا حِينَ يُنَزَّلُ الْقُرْآنُ تُبْدَ لَكُمْ عَفَا اللّهُ عَنْهَا وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ teselû an eşyâe in tubde lekum tesukum ve in teselû anhâ hîne yunezzelul kurânu tubde lekum afâllâhu anhâ vallâhu gafûrun hâlîm
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
lâ teselû | : yok, sormak, sorgulamak, araştırmazlık, |
an eşyae | : şeyler, eşya, eşyanın hakikati, |
in tubde lekum | : eğer, açıklanma, gösterilme, siz, |
tesukum | : tasa, keder, üzülme, kaygı, anlamama kaygısı, siz |
ve in teselû anhâ | : eğer ondan sorarsanız, aramak, |
hine yunezzelu | : ne zaman, an, heran, indirilirken, sunulma, aşağı, |
el kuran | : okunan şey, kâinat kitabı, kuran |
tubde lekum | : açıklanma, gösterilme, siz, size açıklanır |
afâ allâhu anhâ | : af, temiz olma, temizlik, Allah, ondan, onun hakkında |
ve Allâh gafur halim | : Allah, mağfiret, halim olan, güzellikleri sunan, |
101- Ey iman edenler! Eşyanın hakikatini araştırmazlık yapmayın. Eğer anlayamama kaygısına düşerseniz size açıklananlara bakın. Eğer hakikatleri arıyorsanız, kâinat kitabından hakikatler size her an sunuluyor, size gösteriliyor. Allah’ın hakikatlerini anladıkça temizlenirsiniz ve mağfiret edenin, tüm güzellikleri sunanın Allah olduğunu anlarsınız.
-102-
قَدْ سَأَلَهَا قَوْمٌ مِّن قَبْلِكُمْ ثُمَّ أَصْبَحُواْ بِهَا كَافِرِينَ
Kad seelehâ kavmun min kablikum summe asbahû bihâ kâfirîn
kad seele-hâ | : oldu, sormak, araştırmak, o hakikatleri, |
kavmun | : kavim, kimseler, topluluk, |
min kabli-kum | : sizden önceki |
summe asbahû biha | : sonra oldular, onunla, |
kafirin | : hakikatleri görmeyip örtenlerden |
102- Sizden önceki kimselerde o hakikatleri araştırdı, sonra da hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler.
-103-
مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ وَلاَ وَصِيلَةٍ وَلاَ حَامٍ وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَأَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ
Mâ cealallâhu min bahîretin ve lâ sâibetin ve lâ vasîletin ve lâ hâmin ve lâkinnellezîne keferû yefterûne alâllâhi kezibe ve ekseruhum lâ yakılûn
mâ ceale Allah | : kılmadı, yapmadı, Allah, |
min bahiret | : akıllı, işaretli, ayrım yapmak, üstünlük, seçkin, |
ve lâ saibetin | : yok, başıboş olan, |
ve lâ vasilet | : yok, ayrılmaz, bağlayıcı, birlik olan |
ve lâ hamin | : yok, olmamış, boşuboşuna, eğrilme, himaye, kaynak |
ve lâkin ellezi keferu | : fakat, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Yefterûn | : iftira ediyorlar, uydurma, |
ala Allah el kezib | : Allaha karşı, yalanlarda kalma |
Ve ekser hum la yakılun | : onların çoğu, düşünmüyor, akıl etmiyor, |
103- Allah sizlerde ayrım yapmaz ve başıboş bırakmaz ve sizden ayrılmaz ve sizlere boş olan şeyleri sunmaz. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah hakkında uydurmalar yapıyorlar, o yalanları yayıyorlar ve onların çoğu düşünmüyorlar.
-104-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ إِلَى مَا أَنزَلَ اللّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُواْ حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ
Ve izâ kîle lehum teâlev ilâ mâ enzelallâhu ve iler resûlî kâlû hasbunâ mâ vecednâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ ya’lemûne şeyen ve lâ yehtedûn
ve izâ kîle lehum tealev | : onlara denildiği zaman, gelin |
ilâ mâ enzele allah | : indirdiği şeye, sunduğu, verdiği, Allah |
ve ilâ el resûli | : Resulunun anlattığı hakikatlere |
Kâlû hasbu na | : dediler, yeterli, yeter, biz |
mâ vecednâ aleyhi | : bulduğumuz şey, onun üzerine |
âbâe-nâ | : babalarımız, atalarımız |
e ve lev kâne abau hum | : olmasalar bilemi, ataları |
lâ yalemûne şeyen | : bilmiyorlar, bir şey |
ve lâ yehtedûne | : yok, yol bulmak, doru yol, hakikatin yolu, |
104- Onlara; Allah’ın size sunduğu hakikatlere ve resulün anlattıklarına gelin, denildiği zaman: Atalarımızı ne üzere bulduysak onlar bize yeter, dediler. Ataları hakikatlerden bir şey bilmiyor ve hakikatin yolunu bulanlardan olmasalar bile mi?
-105-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُم مَّن ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû aleykum enfusekum lâ yadurrukum men dalle izehtedeytum ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum tamelûn
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
Aleykum enfus kum | : sizin üzerinize, nefs, kendiniz, tanımak, |
lâ yadurru-kum | : yok, zarar, darlık, siz, |
men dalle | : kim, kimse, dalalet, sapmak, hakikatten sapmak |
izâ ihtedeytum | : hakikate ulaşmak, doğru yol, hidayet |
ilâ Allâh | : ancak, sadece, Allah, |
merci kum cemian | : kaynak, dönüş, siz, hepiniz |
fe yunebbiu-kum | : artık, sizlere haber verecek, bildirilir, |
bi-mâ kuntum tamelun | : olduğunuz şeyleri, yaptığınız |
105- Ey iman edenler! Siz kendi üzerinizdeki hakikatleri anlamışsanız, dalalette kalan kimse size zarar veremez. Siz hidayet bulmuşsanız, hepinizin kaynağının Allah olduğunu bilirsiniz. Böylece siz yaptığınız şeylerden size hakikatlerin haber verildiğini anlarsınız.
-106-
يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ حِينَ الْوَصِيَّةِ اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِّنكُمْ أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ إِنْ أَنتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَأَصَابَتْكُم مُّصِيبَةُ الْمَوْتِ تَحْبِسُونَهُمَا مِن بَعْدِ الصَّلاَةِ فَيُقْسِمَانِ بِاللّهِ إِنِ ارْتَبْتُمْ لاَ نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَلاَ نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللّهِ إِنَّا إِذًا لَّمِنَ الآثِمِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû şehâdetu beynikum izâ hadara ehadekumul mevtu hînel vasiyyetisnâni zevâ adlin minkum ev âharâni min gayrikum in entum darabtum fîl ardı fe esâbetkum musîbetul mevt tahbisûnehumâ min badis salâti fe yuksîmâni billâhi in irtebtum lâ neşterî bihî semenen ve lev kâne zâ kurbâ ve lâ nektumu şehâdetallâhi innâ izen le minel âsimîn
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
Şehâdetu beyni kum | : tanık, bilmek, şahit, aranızda |
izâ hadara ehade kum | : eğer, sunmak, katılmak, gelmek, bir, tek, siz |
el mevtu | : nutfe, öz, ruh, tevhidden sapmış, verimsiz, ölüm |
Hine el vasiyeti isnani | : heran, o sırada, ne zaman, tavsiye, öneri, ikilik |
zevâ adlin minkum | : sahib, zat, adil olan, adalet, sizden |
Ev aharani min gayri-kum | : yoksa, diğer, başkaları, gayrı, olmayan, başka, siz |
in entum darabtum | : eğer siz, gezmek, aramak, vurgu, misal, örnek, |
fi el ard | : yeryüzünde |
Fe esâbet-kum musibet | : artık, isabet, değme, gelme, siz, dert, sıkıntı, felaket |
el mevti | : nutfe, öz, tevhidden sapmış, verimsiz, ölüm |
tahbisûne humâ | : yakalama, kapatma, alıkoyma, tutma, onları |
min badi el salâti | : sonra, salât, bağlılık, bağlılık şuuru |
Fe yuksimâni bi Allah | : artık, yemin, söz verme, bölüm, kasem, Allaha |
in irtebtum | : eğer, tereddüd, kuşku, şüpheye düşerseniz |
lâ neşterî bi-hi | : yok, almak, satın almak, onunla, |
semenen | : bedel, kıymet, fiyat |
ve lev kâne za kurba | : şayet olsa bile, olsaydı, sahip, yakınlık |
ve lâ nektumu | : yok, gizlemek |
şehâdete allâhi | : tanık, görmek, bilmek, Allah |
İnnâ izen | : doğrusu, o zaman, |
le min el âsimîn | : elbette, günah, vebal, sorumluluk |
106- Ey iman edenler! Aranıza hakikatleri bilmek için size biri katıldığı zaman, ona her zaman Özü anlama idrakinde olmasını, ikilikte olmamasını tavsiye edin. Sizler de adalet üzere olun. Yoksa siz başkalarına örnek olamazsınız. Eğer siz, yeryüzünde hakikatleri anlamak için bir arayışta olduğunuz vakit başınıza bir sıkıntı gelirse, Özü anlama yolunda olduğunuzu unutmayın, her an Hakk’a bağlılık şuurunda olun. Artık Allah’ı anlama yolunda verdiğiniz sözü unutmayın. Eğer bir şüphe içinde olursanız, hakikatlerin dışındaki o şeylere değer vermeyin. Eğer yakınlık sahibi olursanız, Allah’ı bildiğinizi gizlemeyin, doğrusu o zaman elbette vebal altında olursunuz.
-107-
فَإِنْ عُثِرَ عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا فَآخَرَانِ يِقُومَانُ مَقَامَهُمَا مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ الأَوْلَيَانِ فَيُقْسِمَانِ بِاللّهِ لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِن شَهَادَتِهِمَا وَمَا اعْتَدَيْنَا إِنَّا إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Fe in usire alâ ennehumâstehakkâ ismen fe âharâni yekûmâni makâmehumâ minellezînestehakka aleyhimul evleyâni fe yuksîmâni billâhi le şehâdetunâ ehakku min şehâdetihimâ ve matedeynâ innâ izen le minez zâlimîn
fe in usire ala | : artık, eğer, olursa, bulunan, anlamak, üzerine, göre, |
enne-humâ istehakk | : muhakkak, onlar, haketmek, gerçeği istemek, layık |
ism | : günah, vebal, sorumlu, ad |
fe âharâni yekumani | : artık, diğer, başka, yapılmak, yürütülmek, olmak |
makâme humâ | : makam, yer, onlar |
min ellezîne | : o kimselerden, onlardan |
istehakka aleyhim | : haketmek, layık, kazanmış, onlara, üzerlerine |
el evleyâni | : daha yakın, |
Fe yuksimâni bi Allah | : artık, yemin, söz verme, bölüm, kasem, Allaha |
le şehâdetu-nâ e hakk | : elbette, tanık olma, bilmek, biz, hakikat, doğru |
min şehâdeti himâ | : şahitlik, bilmek, onlar, bilmek isteyenler |
ve ma tedeynâ | : değil, şey, ne, haksızlık, haddi aşma, saldırma |
İnnâ izen le min zalimin | : doğrusu, şüphesiz, o zaman, elbette, zalimlerden |
107- Onlardan, günahlarından arınıp gerçeği bulmak isteyen olursa, artık onlar makamlarında başka şey üzere olmasınlar. O kimseler üzerlerinde olan hakikatlere layık olmak için daha yakın olsunlar. Artık Allah’ı anlama yolunda verdiğiniz sözü unutmayın, hakikatleri bilmek isteyenlere, hakikatleri biliyoruz deyin ve haddi aşmayın, doğrusu o zaman zalimlerden olursunuz.
-108-
ذَلِكَ أَدْنَى أَن يَأْتُواْ بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُواْ أَن تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاسْمَعُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
Zâlike ednâ en yetû biş şehâdeti alâ vechihâ ev yehâfûen turadde eymânun bade eymânihim vettekûllâhe vesmeû vallâhu lâ yehdil kavmel fâsikîn
zâlike ednâ | : işte bu, en aşağı, daha yakın, daha iyi, |
en yetû bi el şehadet | : gelmek, gelmesi, bilmek, tanık, şahit |
alâ vechi-hâ | : karşı, yüz, yön, cihet, tarz, gerçek, onun |
ev yehâfû | : veya korkmak, çekinmek, |
en turadde | : reddedilme, uzak kalma |
Eymanun bade eyman him | : sağ, diri, yemin, söz, sonra, sağ, diri, yemin, onlar |
ve ittekû allâhe | : fenalardan sakının, Allaha ortak koşmayın |
ve ismeû | : dinleyin, işitin, |
ve allâhu la yehdi | : Allah, yok, yol bulma, rehber, |
El kavme el fasikin | : kavim, kimseler, hakikatler cehalate çıkan, ikilikte kalan |
108- İşte o hakikatler üzere olup, şahit olanlar gerçeğe daha yakındırlar. Onlar diriliği anladıktan sonra, o diriliğin idrakinden uzak kalmaktan korkarlar. Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve hakikatleri işitin. Hakikatlerden kendi cehaletlerine çıkanlar, ikilikte kalanlar, Allah’a yol bulamazlar.
-109-
يَوْمَ يَجْمَعُ اللّهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَا أُجِبْتُمْ قَالُواْ لاَ عِلْمَ لَنَا إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
Yevme yecmeullâhur rusule fe yekûlu mâzâ ucibtum kâlû lâ ilme lenâ inneke ente allâmul gayb
yevme yecmeu allâhu | : gün, vakit, her an, toplanma, birlik, bütünlük, Allah |
el resule | : resuller, hakikatleri gösterenler, |
fe yekûlu mâzâ ucibtum | : o zaman, sonra der, söylemek, ne, cevap, |
Kalu lâ ilme lenâ | : dediler, yok, ilim, bizim |
inneke ente allemu | : muhakkak ki sen, sensin, ilmin sahibi, bilen, |
el gayb | : görünmeyen bilinmeyen, |
109- Resuller, her an Allah’ın birliğinin şuurundadırlar, onlar ne biliyorlarsa ona cevap verirler. Derler ki: Bizim ilmimiz yoktur, görünmeyen bilinmeyen her şeydeki ilmin sahibi muhakkak ki sensin.
-110-
إِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسى ابْنَ مَرْيَمَ اذْكُرْ نِعْمَتِي عَلَيْكَ وَعَلَى وَالِدَتِكَ إِذْ أَيَّدتُّكَ بِرُوحِ الْقُدُسِ تُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَإِذْ عَلَّمْتُكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَإِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ بِإِذْنِي فَتَنفُخُ فِيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِي وَتُبْرِئُ الأَكْمَهَ وَالأَبْرَصَ بِإِذْنِي وَإِذْ تُخْرِجُ الْمَوتَى بِإِذْنِي وَإِذْ كَفَفْتُ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَنكَ إِذْ جِئْتَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ
İz kâlellâhu yâ îsebne meryemezkur nimetî aleyke ve alâ vâlidetike iz eyyedtuke bi rûhil kudusi tukellimun nâse fîl mehdi ve kehl, ve iz allemtukel kitâbe vel hikmete vet tevrâte vel incîl ve iz tahluku minet tîni ke heyetit tayri bi iznî fe tenfuhu fîhâ fe tekûnu tayran bi iznî ve tubriul ekmehe vel ebrasa bi iznî, ve iz tuhricul mevtâ bi iznî, ve iz kefeftu benî isrâîle anke iz citehum bil beyyinâti fe kâlellezîne keferû minhum in hâzâ illâ sihrun mubîn
iz kâle Allah | : demişti, Allah |
Ya isa ibne meryeme | : ey Meryem oğlu İsa |
uzkur nimeti aleyke | : nimetimi hatırla, an, anla, senin üzerindeki |
ve alâ valideti-ke | : annenin üzerinde |
iz eyyedtu-ke | : o zaman, destek, onay, güç, kuvvet, sen |
bi rûhi el kudusi | : kutsal, ruh, tertemiz, bereket, ruh, |
tukellimu en nâse | : insanlarla konuşuyorsun, doğuş, beşik, yatak, yaygı, |
fi el mehd | : doğuş, beşik, yayıp döşemek, yatak, hazırlanmak, |
ve kehlen | : kemalat, erkek, mert, yetişkin iken |
ve iz allemtu-ke el kitab | : sana öğretmiştim, bildirdik, kitab, hakikatler, |
ve el hikmete | : hikmet, varlığın yaratılışının bilgileri, düşünceleri |
ve el tevrâte | : yasalar, hüküm, öğreti, hükümler, |
ve İncil | : müjde, ruhun açığa çıkması, huzur veren bilgi, |
ve iz tahluku | : oluşturmak, yapmıştın, halkiyet, |
min el tin | : özümden, toprak |
Ke heyeti | : gibi, vücud, heykel, suret, |
el tayr bi izn | : kuş, uçmak, yücelik, yetkili, ruhsat, |
fe tenfuhu fiha | : sonra, uçurmak, üflemek, onun içinde |
fe tekûnu tayran | : sonra, böylece, olmak, kuş, uçmak, yücelik, |
bi izn | : yetkili, ruhsat, |
ve tubriu el ekmehe | : aklamak, temize çıkarmak, boş, kör, göremeyen |
ve el ebrasa | : alaca tenli, lekeli, baras, vücudu kendine nisbet eden |
bi izni | : yetkili, izin, sorumlu, |
ve iz tuhricu | : çıkarıyordun, açığa çıkarmak, |
el mevt | : nutfe, öz, ölü, idraksiz, ölü gibi, |
bi izn | : yetkili, sorumlu, tüm varlığın işleyişinde ytkili, |
ve iz kefeftu | : o zaman, sıkıntı, savmıştım, |
beni İsrail anke | : İsrail oğulları, yakubun oğullar, senden |
iz cite-hum | : sundun, anlattın, getirdin, onlar, |
bi el beyyinat | : apaçık deliller, açıklamalar |
fe kâle ellezine keferû | : o zaman dedi, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
Minhum in hâzâ | : onlardan, bu ancak sadece |
illâ sihrun mubînun | : apaçık bir sihir, aldatma, |
110- Allah bildirdi: Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annenin üzerindeki nimetlerimi anla. Sendeki kuvvet tertemiz Ruhumuzdur. Sen insanlarla doğuş hakkında ve kemalât hakkında konuşuyordun. Sana; kitabın hakikatlerini, hikmeti, yasaları ve huzur veren bilgileri bildirdik. Sen; varoluşun Özümden olduğunu, sonra da o vücudlardaki yüceliğin Bizim yetkimiz olduğunu anlatıyordun. Onların içine üfleyeni, sonra bir yücelik içinde ortaya çıkışın hep Bizim yetkimiz olduğunu anlatıyordun. Hakikatleri görmeyenlere gerçekleri tertemiz gösteriyordun. Cehalet kirliliğiyle vücudları kendine nisbet edenlere; o vücudları tutmada Bizim yetkili olduğumuzu, tüm varlığın Özümden açığa çıktığını, tüm varlığın işleyişinde yetkili olduğumuzu anlatıyordun. Sen; İsrailoğullarına hakikatlerimizi apaçık delillerle anlattığında, senden uzak durmuşlar, sonra da onlardan hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, bu apaçık bir aldatmadır demişlerdi.
-111-
وَإِذْ أَوْحَيْتُ إِلَى الْحَوَارِيِّينَ أَنْ آمِنُواْ بِي وَبِرَسُولِي قَالُوَاْ آمَنَّا وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ
Ve iz evhaytu ilel havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn
ve iz evhaytu | : o zaman, vahy, bildirme |
ilâ el havâriyyîne | : havarilere, yardımcı, halis dost, samimi dost |
en âminû bî | : inanma, bana |
ve bi resuli | : resul, hakikatleri gösteren, |
kâlû âmennâ | : dediler, inandık, iman ettik |
ve işhed | : şahid ol, tanık, heran her yerde hazır olan, |
bi enne na | : bizim, olduğumuza |
muslimûne | : teslim olan, barış huzur üzere olan |
111- Bana iman edin ve hakikatlerimi göstereni de anlayın, diye havarilere de bildirmiştik. Dediler ki: İman ettik ve biz her an her yerde olduğunu anladık, bir teslimiyet içinde barış ve huzur üzere olanlardan olduk.
-112-
إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ أَن يُنَزِّلَ عَلَيْنَا مَآئِدَةً مِّنَ السَّمَاء قَالَ اتَّقُواْ اللّهَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
İz kâlel havâriyyûne yâ îsebne meryeme hel yestetîu rabbuke en yunezzile aleynâ mâideten mines semâ kâlettekullâhe in kuntum muminîn
iz kâle el havâriyyûne | : demişti, havariler, yardımcı, |
ya îsâ ibne meryeme | : ey Meryem oğlu isa |
hel yestetîu rabb ke | : yapabilir mi, vermek, rabbin |
en yunezzile | : indirmesi, sunmak |
Aleyna mâideten | : bize, üzerimize, nimetler sofrası, hakikatlerin bilgileri |
min el semâi | : ulvi alem, semâdan, gökten |
kale ittekû allâhe | : dedi, fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın |
in kuntum müminun | : eğer siz, iseniz, müminlerden |
112- Havariler demişti ki: Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize Ulvi Âlem’in hakikatlerinin bilgilerini sunabilir mi? Dedi ki: Eğer siz müminlerden iseniz fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın.
-113-
قَالُواْ نُرِيدُ أَن نَّأْكُلَ مِنْهَا وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا وَنَعْلَمَ أَن قَدْ صَدَقْتَنَا وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ
Kâlû nurîdu en nekule minhâ ve tetmainne kulûbunâ ve na’leme en kad sadaktenâ ve nekûne aleyhâ mineş şâhidîn
kâlû nuridu | : dediler, istiyoruz, bilmek istiyoruz, |
en nekule min-hâ | : beslenmek, faydalanmak, o hakikatlerden |
ve tetmainne kulub na | : emin olmak, tatmin, anlamak, kalpler, biz |
ve naleme | : bilmemiz, bilelim, |
en kad sadakte-nâ | : sadık olan, doğru söyleyen, biz |
ve nekûne aleyha | : olalım, onun üzerine |
min el şahidine | : şahidlerden, görüp bilenlerden |
113- Dediler ki: O hakikatleri anlamak istiyoruz. Kalblerimiz emin olsun ve senin doğru söylediğini bilelim ve bizler de görüp bilenlerden olalım.
-114-
قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللَّهُمَّ رَبَّنَا أَنزِلْ عَلَيْنَا مَآئِدَةً مِّنَ السَّمَاء تَكُونُ لَنَا عِيداً لِّأَوَّلِنَا وَآخِرِنَا وَآيَةً مِّنكَ وَارْزُقْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
Kâle îsebnu meryemellâhumme rabbenâ enzil aleynâ mâideten mines semâi tekûnu lenâ îden li evvelinâ ve âhirinâ ve âyeten mink verzuknâ ve ente hayrur râzikîn
kâle Îsâ ibnu meryeme | : dedi, Meryem oğlu isa |
Allâhumme rabbe na | : Allahım, rabbimiz, vücudlandıran, |
enzil aleynâ | : indir, sun, göster, bize, hakikatlerinin bilgileri |
maideten | : sofra, hakikatlerin bilgileri, ilmi tevhid |
min es semâi | : ulvi alem, semâdan, gökten |
tekûnu lena iden | : olsun, bizim için, bayram, tatil, huzur, rahat |
li evveli na ve ahiri na | : için, önceki, evvel, biz ve sonraki, biz |
ve âyeten min-ke | : bir ayet, bir delil, işaret, senden |
ve urzuk-nâ | : rızık, fayda, yarar, biz, |
ve ente hayru | : sen, hayırlı olan, |
el razikîn | : rızık, nimet, fayda, yarar |
114- Meryem oğlu İsa: Allah’ım sen bizi vücudlandıransın. Bize Ulvi Âlem’in hakikatlerinin bilgilerini sun. Bizim önceki ve sonraki bilişlerimiz için bize huzur getirsin ve senin o delillerinle bize fayda ver ve sen hayırlısıyla fayda verensin, dedi
-115-
قَالَ اللّهُ إِنِّي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ فَمَن يَكْفُرْ بَعْدُ مِنكُمْ فَإِنِّي أُعَذِّبُهُ عَذَابًا لاَّ أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِّنَ الْعَالَمِينَ
Kâlellâhu innî munezziluhâ aleykum fe men yekfur badu minkum fe innî uazzibuhu azâben lâ uazzibuhû ehaden minel âlemîn
kâle allâh | : dedi, bildirdi, buyurdu, Allah |
inni munezzilu-hâ | : ben, sunmak, bildirmek, onu, |
aleykum | : sizin üzerinize, kendinizde, |
fe men yekfur | : fakat, artık, kim, hakikatleri görmeyip örterse |
Badu min-kum | : sonra, sizden |
Fe inni uazzibu-hu azaben | : artık, ben, azap, sıkıntı, o, azap, sıkıntı |
lâ uazzibu-hu | : yok, azap, sıkıntı, o |
ehaden min el âlemîne | : bir, tek, âlemlerin birliğinin idrakine varan |
115- Allah buyurdu: Kendi üzerinizde olan o hakikatler Ulvi Âlemin hakikatleridir. Bundan sonra kim hakikatleri görmemezlikten gelirse, o Beni anlamamanın sıkıntısında kalır. Âlemlerin birliğinin idrakine varan o kimsede ise sıkıntı yoktur.
-116-
وَإِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِن كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
Ve iz kâlellâhu yâ îsebne meryeme e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâh kâle subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakk in kuntu kultuhu fe kad alimteh talemû mâ fî nefsî ve lâ alemu mâ fî nefsik inneke ente allemul guyûb
ve iz kâle allâh | : dediği zaman, dediğinde, bildirdi, Allah |
ya İsa ibne meryeme | : ey Meryem oğlu İsa |
e ente kulte li el nas | : sen, dedin mi, insanlara, |
ittehizû-nî | : edinin, sarılın, beni |
ve ummiye ilaheyni | : annemi, ilahlar olarak |
min dûni allâhi | : Allahdan başka, yanında, |
kâle subhâne-ke | : seni noksan sıfatlardan arındırırım, tenzih ederim dedi |
mâ yekûnu li en ekule | : değil, şey, ne, benim için olmaz, olamaz, söyleme |
mâ leyse lî bi hakkın | : değil, bana yakışmayan, gerçek olmayan, |
in kuntu kutlu hu | : eğer, ben, olsaydım, onu söyleseydim |
fe kad alimte-hu talemu | : o zaman, bilmek, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, sen |
mâ fî nefsî | : değil, şey, ne, nefsimdeki, kendimde, varlığı değil |
ve la alemu | : yok, bilmek, bilmem, |
ma fi nefs ke | : değil, şey, ne, nefsinde, kendinde, zat, sen |
İnne ke ente allemu | : muhakkak ki sen, sensin, ilmin sahibi, |
el gayb | : görünmeyen bilinmeyen alem |
116- Allah buyurdu: Ey Meryem oğlu İsa! Sen insanlara, Allah’tan başka beni ve annemi de ilahlar edinin mi dedin? İsa dedi ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben öyle bir şey söylersem, artık ilmin sahibi olan, ilmiyle vareden seni ve nefsimi bilememiş olurum. Vücudumda senin Zatından gayrısını bilmem. Muhakkak ki sen görünmeyen bilinmeyen âlemin sahibisin.
-117-
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلاَّ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ وَكُنتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَّا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنتَ أَنتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Mâ kultu lehum illâ mâ emertenî bihî enibudûllâhe rabbî ve rabbekum, ve kuntu aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim fe lemmâ teveffeytenî kunte enter rakîbe aleyhim ve ente alâ kulli şeyin şehîd
mâ kultu lehum | : değil, şey, ne, söylemek, onlara |
illâ mâ emerte-nî bihi | : ancak, sadece, iş, hüküm, sen, ben, hakikatler |
en abudû Allah | : kul olmak, kul olmalarını, Allah |
rabbî ve rabbe-kum | : benim Rabbim ve sizin Rabb’iniz |
ve kuntu aleyhim şehîden | : ben oldum, onların üzerlerine, şahit |
mâ dumtu fî-him | : onların arasında, bulunduğum sürece |
Fe lemma teveffeyte-nî | : artık, sevgi bağlılığı, tüm varlığından geçme, |
Kunte ente | : oldun, sen, |
el rakib aleyhim | : gözeten, koruyan, tutan, onların üzerinde |
Ve ente alâ kull şeyin | : sen, bütün her şeyde, |
şehid | : heran her yere hazır olan, has olan, öz olan, |
117- Ben onlara senin işleyişinin hakikatlerinden başka bir şey söylemedim. Beni de vücudlandıran ve sizi de vücudlandıran Allah’a kul olun, dedim. Ben onların aralarında olduğum müddetçe, kendilerindeki hakikatleri bilmelerini söyledim. Artık sana bağlılığımla tüm varlığımdan geçtim. Sensin tüm varlığı birliğinle tutan ve sen, bütün her şeyde, her yerde her an hazır olansın.
-118-
إِن تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِن تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
İn tuazzibhum fe innehum ibâduk ve in tagfir lehum fe inneke entel azîzul hakîm
in tuazzib-hum | : eğer, sıkıntı, azap, onlar |
fe inne-hum abid ke | : muhakkak ki onlar, senin kulların |
ve in tagfir lehum | : eğer onları bağışlarsan, mağfiret |
fe inne-ke | : muhakkak ki sen |
Ente el aziz el hakim | : sen, varlığın tüm değerlerinin yüce sahibi, hakim olan |
118- Muhakkak ki onlar senin kullarındır, onların sıkıntılarında sensin onlara mağfiret eden. Muhakkak ki sen tüm değerlerin yüce sahibisin, tüm varlığa tecellilerinle hâkim olansın.
-119-
قَالَ اللّهُ هَذَا يَوْمُ يَنفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Kâlellâhu hâzâ yevmu yenfeus sâdikîne sıdkuhum lehum cennâtun tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ radiyallâhu anhum ve radû anh zâlikel fevzul azîm
kâle allâh | : dedi, bildirdi, Allah, |
haza yevm | : bu, şu, gün, vakit, her zaman, her an, |
yenfeu | : fayda, yarar, |
es sâdikîne | : sadık, doğru olan, dosdoğru hareket eden, |
sıdku-hum | : sadakat, doğruluk, onlar hakikat üzere, |
lehum cennet | : onlara, cennet, huzur |
Terci tahte ha el enhar | : akar, vardır, makamlarında, nehir, akıp giden ilim |
Halidina fiha ebeden | : ebedi, devamlı, orada, sonsuz, hep |
radıye Allâh anhum | : razı olma, mutlu, hoşnut, Allah, onlardan, kendilerinden, |
ve radû anhu | : hoşnut, huzurlu, memnun, ondan razı oldular |
zâlike el fevzu el azîmu | : işte bu, kurtuluş, yüce |
119- Allah bildirdi: Her an doğruluk içinde hareket edip faydalı olanlar, onlar hakikat üzere hareket edenlerdir. Huzur onlaradır. Makamlarında akıp giden bir ilim vardır, devamlı o haldedirler. Allah’ın rızasını anlamışlardır ve O’nun rızası üzere hareket ederler. İşte O yüce kurtuluş budur.
-120-
لِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا فِيهِنَّ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ fîhin ve huve alâ kulli şeyin kadîr
li allâhi mulku | : Allah, mülkü, sahip, hükümdar, idare eden, |
El semavat ve el ardı | : gökler, ulvi alem, arz, yeryüzü, yer |
ve mâ fî-hinne | : şey, değil, ne, içinde, onda, orada, |
ve huve ala kull şey kadir | : o, bütün her şeydeki kudret |
120- Göklerde ve yerde ve onlardaki her şeyin sahibi Allah’tır ve O bütün her şeydeki kudrettir.