MÜCADELE SÛRESİ
-1-
قَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّتِي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَكِي إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
Kad semiallâhu kavlelletî tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ilallâhi vallâhu yesmeu tehâvurekumâ innellâhe semîun basîr
Kad semai Allahu | : oldu, olan, dır, işitmek, işittiren, Allah |
Kavle elleti | : söylemek, demek, söz, ki o, o kimseler, |
tucâdilu ke | : mücadele, mütalaa, gayret, tartışmak, sen |
Fi zevci ha | : aynı yolda olan, eş, birlikte hareket eden, onu, |
ve teştekî ila allahi | : şikayet, hoşnutsuzluk, yakınmak, sıkıntı, müşkil, Allah |
ve allâhu yesmeu | : Allah, işittiren, duyuran, |
tehâvure-kumâ | : sohbet, karşılıklı konuşmak, söyleşmek, birlikte, |
inne allâhe | : muhakkak ki Allah |
semiun | : işitmek, |
basirun | : görmek, |
1- İşittiren Allah’tır. Seninle aynı yolda olan o kimseler, hakikatlerin sözleri hakkında seninle mütalaa ederler ve Allah’ı anlama konusunda müşküllerini dile getirirler. Karşılıklı konuştuğunuz şeyleri işittiren Allah’tır. Muhakkak ki işitmek, görmek Allah’tandır.
-2-
الَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنكُم مِّن نِّسَائِهِم مَّا هُنَّ أُمَّهَاتِهِمْ إِنْ أُمَّهَاتُهُمْ إِلَّا اللَّائِي وَلَدْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنكَرًا مِّنَ الْقَوْلِ وَزُورًا وَإِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ
Ellezîne yuzâhirûne minkum min nisâihim mâ hunne ummehâtihim in ummehâtuhum illellâî velednehum ve innehum le yekûlûne munkeren minel kavli ve zûrâ ve innellâhe le afuvvun gafûr
Ellezîne yuzahirune min kum | : o kimseler, apaçık arayan, belirgin, sizden |
min nisâi him | : nefsini tanıma yolunda olan, onlar |
Ma hunne ummehati him | : onlar değil, anne, asliyet |
İn ummehâtu-hum | : ancak, eğer, asliyet, anne, aslı, onlar |
illâ ellâî veledne hum | : ancak, onlar ki, doğan, doğuş, irfaniyet, onlar |
ve inne-hum le yekulune | : muhakkak ki, onlar oldular, söylemesin |
Munkeren min el kavli | : inkâr edici, küfür, kötü, çirkin söz, fena söz, |
ve zûren | : batıl, boş, uydurma, asılsız, yalan, |
ve inne Allâh le afuvvun | : muhakkak, Allah, affetme, bağışlama, |
gafur | : mağfiret, temizlenmek |
2- Onlardan nefsini tanıma yolunda olanlar, apaçık hakikatleri arayan kimselerdir. Onlar henüz asliyetlerini anlamış değillerdir. Ancak onların asliyetlerini anlamaları, onlardan doğan irfaniyet iledir. Onlar fena sözler ve asılsız şeyler söylemesinler. Muhakkak ki Allah elbette affedendir, mağfiret edendir.
-3-
وَالَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِن نِّسَائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مِّن قَبْلِ أَن يَتَمَاسَّا ذَلِكُمْ تُوعَظُونَ بِهِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Vellezîne yuzâhirûne min nisâihim summe yeûdûne li mâ kâlû fe tahrîru rekabetin min kabli en yetemâssâ, zâlikum tûazûne bih vallâhu bi mâ ta’melûne habîr
ve ellezîne yuzahirune | : o kimseler, apaçık, belirgin, ortaya çıkan, |
min nisâi-him | : nefsini tanıma yolunda olan, onlar, kadınlarından |
Summe yeudune | : dönmek, uymak, |
li ma kalu | : söylenen şey, demek |
fe tahrîru | : hürriyet, kurtuluş, |
rekabetin | : boyun, esaret, köle, cehalet köleliği, |
min kabli en yetemassa | : önceki, temas, bağlanma, bağlantı, iletişim |
Zâlikum tuazune bi hi | : işte bu, işte böyle, vaaz, öğüt verilir, idrak etmeniz için |
ve allâhu bima tamelun | : Allah, yaptıklarınız, yaptığınız şeyler, |
habir | : incelikleriyle bildirendir, haber veren, |
3- Onlardan nefsini tanıma yolunda olup hakikatleri apaçık arayanlar, söylenilen şeylere uysunlar. Sonra da kendini cehaletin köleliğinden kurtarıp, önceki hakikatlere bağlananlar gibi hakikatlere bağlansınlar. İşte bunlar idrak etmeniz için öğüttür. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri incelikleriyle bildirendir.
-4-
فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِن قَبْلِ أَن يَتَمَاسَّا فَمَن لَّمْ يَسْتَطِعْ فَإِطْعَامُ سِتِّينَ مِسْكِينًا ذَلِكَ لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Fe men lem yecid fe siyâmu şehreyni mutetâbiayni min kabli en yetemâssâ fe men lem yestetı fe ıtamu sittîne miskînâ zâlike li tûminû billâhi ve resûlih ve tilke hudûdullâh ve lil kâfirîne azâbun elîm
Fe men lem yecid | : artık, kim, değil, yok, bulmak, ulaşmak, kavuşmak |
fe sıyâmu | : bırakma, korunma, sakınma, fenalardan sakınma, |
şehreyni | : bir şeyi açığa çıkarmak, aylar, teşhir, izhar, şöhret |
mutetâbiayni | : koparmasın, ardarda, devamlı, birbirini izleyen, takip |
Min kabli en yetemâssâ | : daha önce, önceki, temas etmek, bağlansın, iletişim |
Fe men lem yestetı | : artık kim ulaşamadı, gücü yetmez, yapamaz, ödeyemez |
Fe itâmu | : artık, beslemek, faydalanmak, taam, beslenmek, yarar |
sittine | : doğru olan, intizamlı, atmış, Sedat, |
miskine | : miskin, yoksul, hareketsiz, her şeyiyle teslim olmuş, |
Zalike li tuminû bi Allah | : işte bu, için, iman etmek inanmak, Allaha |
ve resûli-hi | : resul, o, onun, |
ve tikle hududu Allah | : işte bu, sınır, ölçü, hüküm, Allah |
ve li el kâfirîn | : hakikati görmemezlikten gelenler için, |
azabun elim | : acı sıkıntılar |
4- Bundan sonra hakikatlere ulaşmada zorluk çeken kimseler, artık fenalardan sakınsınlar. Açığa çıkan hakikatleri takip etsinler. Önceki hakikatlere bağlananlar gibi hakikatlere bağlansınlar. Artık kimin gücü bunlara yetmezse, tüm varlığıyla Hakk’a teslim olmuş kimselerden doğru bir şekilde faydalansın. İşte bunlar Allah’a inanmanız içindir ve resul’ü anlamanız içindir ve bunlar Allah’ın ölçüleridir. Hakikatleri görmemezlikten gelenler için acı sıkıntılar vardır.
-5-
إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ كُبِتُوا كَمَا كُبِتَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَقَدْ أَنزَلْنَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
İnnelleziyne yuhâdûnellâhe ve resûlehu kubitû kemâ kubitellezîne min kablihim ve kad enzelnâ âyâtin beyyinât ve lil kâfirîne azâbun muhîn
inne ellezîne yuhaddune | : muhakkak ki, onlar, direnen, karşı çıkan, |
Allâhe ve resule hu | : Allah ve resulü, hakikati gösteren, |
Kubitû kema kubite ellezine | : alçaldılar, hor, zelil, kendilerini küçültürler |
min kabli-him | : onlardan öncekiler ve olmuştu |
Ve kad enzelnâ | : oldu, sunduk, verdik, indirdik, |
ayatin beyyinat | : ayet, delil, işaret, apaçık deliller, |
ve li el kâfirîne | : için, hakikati görmemezlikten gelen, |
azabun muhin | : sıkıntı, azap, hor hakir, alçaltan, zelil eden, |
5- Allah ve resulünü anlayamayıp karşı çıkanlar, daha öncekilerin zelil olduğu gibi zelil olurlar. Hâlbuki onların hakikatleri anlaması için apaçık deliller sunduk. Hakikatleri görmemezlikten gelenler için hakir bırakan sıkıntılar vardır.
-6-
يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللَّهُ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا أَحْصَاهُ اللَّهُ وَنَسُوهُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Yevme yebasu humullâhu cemîan fe yunebbiuhum bi mâ amilû, ahsâhullâhu ve nesûh vallâhu alâ kulli şeyin şehîd
Yevme yebasu hum | : gün, vakit, her an, gönderme, çıkarma, ortaya çıkmak, onlar |
Allâhu cemian | : Allah, toplamak, birlik, bütünlük, |
Fe yunebbiu-hum | : sonra, bildiren, haber veren, onlar |
bi-mâ amilu | : şeyleri yaptıklarını, |
ahsâ-hu Allahu | : onu saydı, sayılmak fehmetmek, idrak eylemek, ezber |
ve nesû-hu | : unutulmayan, kaybolmak, yokluk, hu, o, hak, |
ve allâh ala kulli şeyin | : Allah, bütün her şey |
şehîdun | : her an hazır olan, |
6- Her an ortaya çıkan şeyler Allah’ın birliğindendir. Öyle ki, Allah’ı idrak etmeleri ve O’nu unutmamaları için, yaptıkları şeylerden onlara her an hakikatler bildirilir. Allah bütün her şeyde, her an her yerde hazır olandır.
-7-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مَا يَكُونُ مِن نَّجْوَى ثَلَاثَةٍ إِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ إِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا أَدْنَى مِن ذَلِكَ وَلَا أَكْثَرَ إِلَّا هُوَ مَعَهُمْ أَيْنَ مَا كَانُوا ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
E lem tere ennellâhe yalemu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard mâ yekûnu min necvâ selâsetin illâ huve râbiuhum ve lâ hamsetin illâ huve sâdisuhum ve lâ ednâ min zâlike ve lâ eksere illâ huve me’ahum eyne mâ kânû summe yunebbiuhum bi mâ amilû yevmel kıyâmeh innellâhe bi kulli şey’in alîm
elem tere | : değil mi, gördün, anladın değil mi? |
enne Allah yalemu | : olduğunu, Allah, ilmiyle var eden |
Ma fî es semâvâti | : göklerde var olanlar |
ve mâ fî el ardi | : arzda, yerde var olanlar |
mâ yekûnu min necva | : şey, olan, fısıltı, gizli konuşma, görünmeyen |
Selâsetin illa | : üç, akıcı, ahenkli ifade, anlaşılır, birleştirici |
İlla huve | : ancak, sadece, o, |
rabiu hum | : dörd, rabbe dönüş, onlar |
Ve la hamsetin illa huve | : yok, olmaz, beş, ancak odur |
sâdisu-hum | : onların altıncısı |
ve lâ edna min zalike | : ve olmaz daha az, bundan |
Ve la eksere illa huve | : yok, daha çok, ancak o vardır. |
mea-hum eyna me kanu | : onlarla beraber, nerede ne olursa olsun |
Summe yunebbiu-hum | : sonra onlara haber verecek, bildirilecek |
Bimâ amilu | : şeyi, şeyler, yapılan, çalışmak, |
yevme el kiyâmeti | : gün, vakit, dirilik, hakikat, ölünceye kadar, |
inne allâhe | : muhakkak Allah |
bi kulli şeyin alim | : bütün her şey, ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
7- Göklerde olanları ve yerde olanları ve görünmeyen şeyleri ilmiyle var edenin Allah olduğunu anladın değil mi? Üç ya da dört değil ancak O vardır ve onlardan beş ya da altı yoktur, O vardır. Daha az yoktur ve daha çok yoktur, ancak O vardır. Nerede ne olursa olsun O’nunla beraberdir. Ölünceye kadar yaptıkları şeylerden her an hakikatler onlara bildirilir. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-8-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ نُهُوا عَنِ النَّجْوَى ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَيَتَنَاجَوْنَ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِ وَإِذَا جَاؤُوكَ حَيَّوْكَ بِمَا لَمْ يُحَيِّكَ بِهِ اللَّهُ وَيَقُولُونَ فِي أَنفُسِهِمْ لَوْلَا يُعَذِّبُنَا اللَّهُ بِمَا نَقُولُ حَسْبُهُمْ جَهَنَّمُ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ الْمَصِيرُ
E lem tere ilellezîne nuhû aninnecvâ summe yeûdûne li mâ nuhû anhu ve yetenâcevne bil ismi vel udvâni ve masiyetir resûl ve izâ câûke hayyevke bi mâ lem yuhayyike bihillâhu ve yekûlûne fî enfusihim lev lâ yuazzibunâllâhu bi mâ nekûl hasbuhum cehennem yaslevnehâ febisel masîr
e lem tere ilâ ellezine | : değil mi, gördün, anladın, o kimseler, |
nuhû an en necva | : men, yasak, fısıldaşma, gizli, sinsi, görünmeyen |
Summe yeudune | : sonra, dönüyorlar |
li-mâ nuhu an hu | : şeye, men edilen, ondan |
ve yetenâcevne bi | : gizli gizli konuşuyorlar |
el ismi ve el udvani | : kötülük, adaletsizlik, günah ve düşmanlık |
ve masiyeti resuli | : itaatsizlik, güvensizlik, isyan, karşı gelmek, resul |
ve izâ câû-ke | : sana geldiği zaman |
hayyev-ke | : seni selâmladılar |
Bima lem yuhayyi-ke | : şey, şeyler, bir şekilde, değil, selâmladılar, sen, |
bi-hi allahu | : onunla, Allah’ın |
ve yekûlûne | : diyorlar, söylüyorlar, |
fi enfusi him | : kendileri için, nefs, |
Lev la yuazzibu-nâ Allah | : şayet, değil, yok, azap, sıkıntı, biz, Allah |
bi-mâ nekulu | : sebebiyle, dolayısıyla, söylüyoruz |
Hasbu hum | : onlara yeter |
Cehennemu | : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller, |
yaslevna ha | : yaslanmak, atılmak, dayanmak, |
Fe bise el masiru | : işte ne kötü, varılacak yer, dayanak, karargâh, hal |
8- Men edildikleri hâlde, sinsilik içinde olan, sonra da o men edildikleri şeylere dönen, kötülükte ve düşmanlıkta bir sinsilik içinde olan ve Resul’e karşı güvensizlik içinde olanları gördün değil mi? Sana geldiklerinde sana selam verirler. Sana Allah’ın hakikatleri üzere selam verecek değillerdir. Onlar kendileri için, Allah bize azap verecek değildir, derler. Söyledikleri ve yaptıkları şeyler sebebiyle, onların bulunduğu yer cehaletin cehennemidir. İşte bulundukları hâl ne kötüdür.
-9-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَنَاجَيْتُمْ فَلَا تَتَنَاجَوْا بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِ وَتَنَاجَوْا بِالْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû iza tenâceytum fe lâ tetenâcev bil ismi vel udvâni ve masiyetir resûli ve tenâcev bil birri vet takvâ vettekûllâhellezî ileyhi tuhşerûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
izâ tenâceytum | : bir araya gelip konuşmak, sessizce konuşmak, |
Fe lâ tetenâcev bi | : artık sinsice, gizli gizli konuşmayın |
el ismi | : kötülük, fena, günah, suç, |
ve el udvani | : düşmanlık, husumet, |
ve masiyeti | : isyan, güvensizlik, itaatsiz, |
el resuli | : resul, hakikati gösteren, |
ve tenâcev bi | : müzakere, istişare edin, görüşün, danışmak |
el birri | : hayırlı olma, iyilik, iyi insan olmak, doğru olan, |
ve et takvâ | : fenalar düşmekten sakının |
ve itteku allahu | : takva, fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmama |
ellezi ileyhi tuhşerun | : o ki, onda, toplanacaksınız, birlik, toplanmak, |
9- Ey iman edenler! Bir araya gelip konuştuğunuzda, artık fenalardan konuşmayın ve hiçbir kimseye düşmanlık içinde, sinsilik içinde olmayın ve hakikati gösterene karşı güvensizlik içinde olmayın ve iyi insan olma konusunda istişare edin ve fenalara düşmekten sakının ve Allah’a ortak koşmayın. Ki hepiniz O’nun birliğindesiniz.
-10-
إِنَّمَا النَّجْوَى مِنَ الشَّيْطَانِ لِيَحْزُنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَلَيْسَ بِضَارِّهِمْ شَيْئًا إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
İnne men necvâ mineş şeytâni li yahzunellezîne âmenû ve leyse bi dârrihim şey’en illâ bi iznillâh ve alâllâhi fel yetevekkelil mûminûn
İnnemâ en necva | : şüphesiz, doğrusu, sinsilik, sinsice konuşma, |
min eşşeytan | : şeytani haller, kötülük halleri, |
li yahzune | : için, mahzun, hüzün, keder |
ellezine amenu | : iman edenler |
Ve leyse bi dârri-him şeyen | : değildir, zarar, darlık, sıkıntı, bir şey, |
İlla bi izni allâhi | : ancak, sadece, yetki, icazet, Allah |
ve alâ allâhi | : Allah’a |
fe li yetevekkeli | : içinde, teslim olmak, tüm varlığıyla teslim olmak, |
el müminune | : müminler, emin olan, |
10- Sinsilik içinde olmak şeytani hallerdendir. İman edenler için kederdir. Varlığın varoluşu ile ilgili olan her şeyde yetkili olanın, ancak Allah olduğunu anlayanlar bir sıkıntı içinde kalacak değildirler. Müminler her an Allah’a teslimiyet içindedirler.
-11-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انشُزُوا فَانشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ kîle lekum tefessehû fîl mecâlisi fefsehû yefsehıllâhu lekum ve izâ kîlenşuzû fenşuzû yerfeillahullezîne âmenû minkum vellezîne ûtûl ilme derecât vallâhu bi mâ tamelûne habîr
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
izâ kîle lekum tefessehu | : denildiğinde, size, yer açın, yol verin, genişlik |
fî el mecâlisi | : meclislerde, topluluklarda, |
fe ifsehu | : artık, öyleyse yer açın, yol verin, |
Yefsehi allahu lekum | : imkân, yer açar, genişlik, yol yapan, Allah da size |
ve izâ kîle ensuzu | : denildiği zaman, kalkın, gayret gösterin, |
Fe ensuzû | : artık kalkın, gayretli olun, |
Yerfei allahu | : yükseltir, artırır, refah bulan, Allah |
ellezine amenu | : iman eden kimseler, |
minkum | : sizden |
vellezîne ûtû | : o kimseler, verilenler, sunulan, |
el ilme deracat | : ilim, dereceler, kademe, makam |
Ve allâhu bima tamelun | : Allah, yaptığını şeyler, |
habir | : bildiren, haber veren, |
11- Ey iman edenler! Meclislerde birbirinizin yolunu açın denildiği zaman, artık birbirinize yardımcı olun. Allah sizlere her türlü imkânı sunandır. Gayretli olun denildiği zaman, artık gayretli olun. Sizlerden Allah’a iman eden kimseler refah bulur ve o kimselere ilimde makamlar sunulur. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-12-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نَاجَيْتُمُ الرَّسُولَ فَقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيْ نَجْوَاكُمْ صَدَقَةً ذَلِكَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَأَطْهَرُ فَإِن لَّمْ تَجِدُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nâceytumur resule fe kaddimû beyne yedey necvâkum sadakah zâlike hayrun lekum ve athar fe in lem tecidû fe innellâhe gafûrun rahîm
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
İza nâceytum | : baş başa konuştunuz zaman, özel, kurtuluş, |
el resule | : resul, hakikati gösteren, |
fe kaddimû beyne yedey | : o zaman, takdim, verme, teslim olma, ellerinizi |
Necvâ kum sadakaten | : gizli konuşmanız içten sadakat la bağlanma, |
Zâlike hayrun lekum | : işte bu, daha hayırlı, iyi olan, size |
ve atheru | : temiz, berrak, daha saf |
Fe in lem tecidû | : eğer, değil, göreceksiniz, bulmak, anlamak |
Fe inne Allâhe gafurun | : muhakkak, Allah, mağfiret, temizlenmek |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
12- Ey iman edenler! Hakikati gösterenle özel konuştuğunuz zaman, artık ellerinizi verip teslim olun. O gizli konuşulana içten sadakatle bağlanın. İşte bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer hakikatleri anlayamazsanız, muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-13-
أَأَشْفَقْتُمْ أَن تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيْ نَجْوَاكُمْ صَدَقَاتٍ فَإِذْ لَمْ تَفْعَلُوا وَتَابَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
E eşfaktum en tukaddimû beyne yedey necvâkum sadekât fe iz lem tefalû ve tâballâhu aleykum fe ekîmûs salâte ve âtûz zekâte ve etîûllâhe ve resûleh vallâhu habîrun bi mâ tamelûn
E eşfaktum | : çekinmeyin, acıma, merhamet, şefkatli, |
en tukaddimû beyne yedey | : takdim etmek, sunmak, verip teslim olma, ellerinizi |
necvâ-kum | : gizli konuşmanız, özel konuşmak, hakkın sırları |
sadakâtin | : içten sadakat la bağlanma, doğruluk, dürüstlük, sadıklık |
Fe iz lem tefalû | : yapmadığınız zaman, yapamadığınız zaman |
vetâbe | : tövbe, pişman olup dönmek, hatasını anlamak |
allahu aleykum | : Allah, sizler |
Fe ekîmû es salate | : her an salât üzere olmak, bağlılık şuuru, |
ve âtû | : verin, sunun, ödeyin, |
ez zekate | : temizlenmek kendindekini paylaşmak, |
Etiu Allâhe | : itaat edin, uyun, Allah’a |
ve resule hu | : resul, o, hakikati gösteren, |
ve allâh habirin | : Allah, bildiren, haber veren, |
bima tamelun | : yaptığınız şeyler, |
13- Size sunulanlara teslim olmaktan çekinmeyin. Özel konuşulanlara içten sadakatle bağlanın. Eğer bunlara uymakta zorlanırsanız, Allah’a karşı yaptığınız hatalarınızı anlayın ve dönün. Her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olun ve her an temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın. Allah’a itaat edin ve o resul’ü anlayın. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri incelikleriyle bildirir.
-14-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ تَوَلَّوْا قَوْمًا غَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِم مَّا هُم مِّنكُمْ وَلَا مِنْهُمْ وَيَحْلِفُونَ عَلَى الْكَذِبِ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
E lem tere ilellezîne tevellev kavmen gadıballâhu aleyhim mâ hum minkum ve lâ minhum ve yahlifûne alel kezibi ve hum yalemûn
E lem tere ilâ ellezine | : değil mi, görmek, anlamak, o kimseler, onlara |
Tevellev | : döndüler, eski bilişlerine, |
Kavmen gadibe allah aleyhim | : kişi, kavim, kinse, öfke, kin, hiddet, Allah onlar |
Mâ hum min kum | : değil, şey, ne, onlar, sizden |
ve lâ min hum | : yok, değil, onlardan, onların |
ve yahlifûne | : yemin ediyorlar, halef, takip eden |
ala el kezibe | : yalan üzerine, yalanları, |
ve hum yalemun | : onlar, bilen, bilerek, biliyorum diyen, |
14- Eski bilişlerine dönen kimseleri gördün değil mi? Onlar Allah’a karşı hiddet içinde olan kimselerdir. Onlar size uymazlar ve onların bir şey bildiği de yoktur ve onlar yalanları takip ederler ve onlar bildiklerini zannederler.
-15-
أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
E addallâhu lehum azâben şedîdâ innehum sâe mâ kânû yamelûn
Eadde Allahu | : vardır, hazır, hazırdır, Allahtan |
lehum azâben şedîden | : onlar, azap, sıkıntı, şiddetli, daha fazla, |
İnne hum | : doğrusu, şüphesiz, gerçekten, onlar |
Sâe ma kanu yamelun | : kötüleşen, şey, ne, yapıyorlar |
15- Allah’ı anlayamadıklarından dolayı, onlar için daha fazla sıkıntılar vardır. Doğrusu onların yaptıkları şeyler ne kötüdür.
-16-
اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ فَلَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌ
İttehazû eymânehum cunneten fe saddû an sebîlillâhi fe lehum azâbun muhîn
İttehazû eymane hum | : edindiler, sığındılar, yemin, inançları, güç, onlar |
cunneten | : siper olarak, korunmak, kurul, |
Fe saddû | : sonra, yüz çevirme, engelleme, alıkoymak |
an sebili Allah | : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden, |
Fe lehum azâbun muhînun | : artık onlar, azap, alçaltıcı, hor hakir, aşağılayıcı |
16- Onlar kendi inançlarına sığındılar. Sonra da Allah’ın yolundan yüz çevirdiler. Artık onlar, hakir bırakan bir azaptadır.
-17-
لَن تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُم مِّنَ اللَّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum min allâhi şeya ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
len tugniye an hum | : asla, değil, yoktur, fayda, onlara |
Emvâlu hum | : onların malları, değerler, |
ve lâ evladu hum | : yok, olmaz, onların çocukları |
min allâhi şeyen | : Allah’tan bir şey, Allaha karşı |
Ulaike ashâbu en nâr | : işte onlar, ateşe sahip olan, yakıp yıkıcı olan |
Hum fi ha halidine | : onlar, o hallerde, onda, orada, devamlı |
17- Onların mallarının ve onların evlatlarının, Allah’ın hakikatlerinden bir şey anlamada onlara bir faydası olmaz. İşte onlar yakıp yakıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hallerle hareket ederler.
-18-
يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللَّهُ جَمِيعًا فَيَحْلِفُونَ لَهُ كَمَا يَحْلِفُونَ لَكُمْ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ عَلَى شَيْءٍ أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Yevme yebasuhumullâhu cemîan fe yahlifûne lehu kemâ yahlifûne lekum ve yahsebûne ennehum alâ şeyin e lâ innehum humul kâzibûn
Yevme | : gün, vakit, her an, zaman, |
yebasu hum | : gönderme, ortaya çıkmak, beas olunan, onlar |
Allâhu cemian | : Allah, toplamak, birlik, bütünlük, |
Fe yahlifûne lehu | : o zaman, halef, takip eden, yemin ederler, |
Kema yahlifûne lekum | : gibi, yemin, halef, takip eden, siz |
ve yahsebûne enne hum | : hesap ederler, zannederler, kendileri |
ala şeyin ela | : üzerine, için, bir şey, öyle |
İnne hum hum el kazibun | : elbette, doğrusu, onlar, onlar yalanlarda kalan, |
18- Her an açığa çıkan tüm varlık Allah’ın birliğini gösterir. Sizin kendi bildiklerinizi takip ettiğiniz gibi, onlar da kendi bildikleri şeyleri takip ederler. Doğrusu onlardan yalanlarda kalanlar bir şey bildiklerini zannederler.
-19-
اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَأَنسَاهُمْ ذِكْرَ اللَّهِ أُوْلَئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
İstahveze aleyhimuş şeytânu fe ensâhum zikrallâh ulâike hizbuş şeytân elâ inne hizbeşşeytâni humul hâsirûn
İstahveze aleyhim | : akıllarını esir aldı, istila, kuşattı, onları, |
el şeytan | : kötü haller, şeytani haller, |
Fe ensâ-hum | : böylece, unuttular, uzaklaştılar, |
zikre Allah | : anmak, hatırlamak, zikir, Allah |
Ulâike hizbu el şeytani | : işte onlar, hizip, bölük, ayrılık, fırka, şeytan, kötü haller |
elâ inne hizbe el şeytani | : değil mi, hizip, bölük, ayrılık, fırka, şeytani haller |
Hum el hasirune | : onlar, hüsranda, kayıpta, kaybeden, zarar, |
19- Şeytani halleri onların akıllarını esir aldı. Böylece onlar Allah’ı anmaktan uzaklaştılar. İşte şeytani hallerde kalan bölendir, bölen ancak şeytani hallerde kalandır. Onlar kaybedenlerdir.
-20-
إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ فِي الأَذَلِّينَ
İnnellezîne yuhâddûnallâhe ve resûlehû ulâike fîl ezellîn
inne ellezîne yuhaddune | : muhakkak onlar karşı çıkan, direnen, haddi aşanlar |
Allâhe ve resule hu | : Allah ve resul, hakikati gösteren, o |
Ulâike fi ezelline | : işte onlar, zillet, hakir, yanılan, kendini küçülten |
20- Muhakkak ki Allah’a karşı haddi aşanlar ve o resul’ü anlayamayanlar, işte onlar yanılanlardır.
-21-
كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ
Keteballâhu le aglibenne ene ve rusulî innallâhe kaviyyun azîz
Ketebe Allahu | : yazılı, kitap, bildirilen, Allah, Allah’ın kitabı, |
le aglibenne | : elbette, üstün, başarı, galip, hükmeden, hüküm, |
Ene | : ben, benim, |
ve rusuli | : resul, hakikatleri gösteren |
İnne Allâhe | : muhakkak, şüphesiz, Allah, |
kaviyyun | : kudretli, güçlü, varlığı tutan, |
aziz | : değerlerin yüce sahibi, |
21- Tüm varlık Allah’ın kitabıdır. Her şeyde; elbette bütün her şeye hükmeden Benim, diye yazılıdır ve Resuller bu hakikat üzeredirler. Muhakkak ki Allah tüm varlığı tutan kudrettir, tüm değerlerin yüce sahibidir.
-22-
لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Lâ tecidu kavmen yûmunûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh ulâike hizbullâh e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn
lâ tecidu kavmen | : yok, bulmak, bulunmazsın, kişi, kimse |
Yuminûne bi allahi | : iman ederler, inanan, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : gün, vakit, sonunda, sonu, |
yuvaddune | : sözlerine uysun, vaadine uysun, |
Men hadde | : kim, karşı gelir, haddi aşan, sınır, |
Allah ve resulehu | : Allah ve resul, o |
ve lev kanu abae hum | : olsa, bile, ataları, babaları, onlar, |
Ev ebnâehum | : veya onların evlatları |
ev ihvane hum | : veya kardeşleri |
Ev aşîrete hum | : veya aşiret, boy, toplum, onlar, |
Ulâike ketebe | : işte onlar, yazılı olan, kitap |
fî kulûbi him el imane | : kalpleri, idrakleri, onlar, imanı, inanç, |
ve eyyedehum | : destek, onlar, |
bi ruhin min hu | : ruh ile, kendinden, ondan, |
ve yudhilu-hum cennatin | : dahil eder, dahil edecek cennetler, huzur, |
Terci min tahti-hâ | : vardır, tahtında, makamında, onun altından |
el enharu | : nehir, akıp giden ilim, aktarılan, |
Hâlidîne fi ha | : devamlı kalırlar, her zaman, orada |
Radiye Allah anhum | : razı oldu, hoşnut, memnun, Allah, onlardan, |
radu anhu | : razı, kabullenmiş, hoşnut, memnun, onlarda |
Ulaike hizbu allâhi | : işte onlar, her şeyiyle tâbi olan, taraf olan, Allah |
e lâ inne | : değil mi, muhakkak, |
hizbe allahi | : her şeyiyle tâbi olan, taraf olan, Allah |
hum el muflihûne | : onlar felâha eren, kurtuluş, başarılı, özü anlayan |
22- Allah’a ve sonunun geleceği vakte inanan bir kişi bulamazsın ki, Allah’a ve o resule karşı gelen kimselerin sözlerine uysun. Bunlar ister bu kişilerin ataları veya evlatları veya kardeşleri veya aşiretleri olsun. İşte onlar; kitabı anlayanlardır, kalblerinde iman olanlardır ve onlar kendilerindeki Ruh’dan destek bulurlar ve onlar huzur içindedirler. Onların makamlarında akıp giden bir ilim vardır, devamlı o hallerle hareket ederler. Onlar Allah’ın rızasını anlamışlardır, o rıza üzere hareket ederler. İşte onlar her şeyiyle Allah’a tâbi olurlar. Muhakkak ki her şeyiyle Allah’a tâbi olanlar, felah bulanlar değil midir?